On Yıl Öncesinden Bugünün Gelişme ve Tartışmalarına İlişkin Yazılar

Page 1

On Yıl Öncesinden Bugünkü Gelişme Ve Tartışmalara İlişkin Yazılar Demir Küçükaydın


1

On Yıl Öncesinden Bugünün Gelişme ve Tartışmalarına İlişkin Yazılar İçindekiler

“On Yıl Öncesinden Bugünün Gelişme ve Tartışmalarına İlişkin Yazılar”a Önsöz ................. 2 İlk Yazı: "Schachnovelle" ........................................................................................................ 10 Büyük Uygarlıklar ve Orta Doğu ve Milliyetçilik ................................................................... 16 Rusya ve Türkiye ..................................................................................................................... 20 Türkiye ve İran ......................................................................................................................... 23 Avrupa ve Amerika .................................................................................................................. 26 Tahterevalli............................................................................................................................... 30 Kader Bağlayınca ..................................................................................................................... 34 Beyazlar Arasına Katılmak veya Beyazlığı Yok Etmek!......................................................... 38 Avrupa ve Sol........................................................................................................................... 43 Nereden Başlamalı?.................................................................................................................. 46 Göçmenler ve Ulusçuluk .......................................................................................................... 50 Kürt Ulusal Hareketi ve Avrupa'daki Kürtler .......................................................................... 54 Politik Beklentiler ve Kültürel Sınırlar .................................................................................... 58 İki Yol ve İki Dil ...................................................................................................................... 62 ÖDP ve Kürt Ulusal Hareketi................................................................................................... 66 Kadınlar Öne ............................................................................................................................ 71 Bir Değişimde Üç Değişim ...................................................................................................... 75


2

“On Yıl Öncesinden Bugünün Gelişme ve Tartışmalarına İlişkin Yazılar”a Önsöz Neredeyse tamı tamına on yıl önce Kürt Özgürlük Hareketinin Avrupa’da çıkardığı Özgür Politika gazetesine düzenli haftalık yazılar yazmaya başlamıştım. Gerçi daha önce seksenlerin ortasında İsveç’te Orhan Kotan’ın çıkardığı Kürdistan Press’e ve 1990’ların başında Türkiye’de çıkan Özgür Gündem’e kısa dönemli de olsa yazmıştım ama o dönemler Kürt hareketi bir yükseliş yaşıyordu. Özgür Politika’ya yazmaya başladığımda ise Kürt özgürlük hareketi önderini Türk devletine kaptırmıştı ve yediği ağır darbenin şaşkınlığı ve moral bozukluğu içindeydi. Bunu yanı sıra Abdullah Öcalan, sonuçları ancak bugün görülebilen ve meyveleri ancak şimdi alınmaya başlanan, yeni duruma uygun stratejik değişiklikler yapıyor ve bu dramatik değişimler Kürt hareketinde kafa karışıklıklarına, savrulmalara, çözülmelere yol açıyordu. Bu zor döneminde, yazılanların içeriği bir yana, Kürt hareketinin organlarında yazmanın bizzat kendisi bizzat bir politik tavır alıştı ve büyük manevi değeri vardı. Öte yandan yaşanan değişimlerin anlamının ve sonuçlarının açıklığa kavuşturulması gibi bir görev de ortada duruyordu ve bunu yapabilecek kavramsal araçlara sahip neredeyse tek Türkiyeli sosyalisttim. Ve yapılan değişiklikler aslında benim yıllardır önerdiğim ve öngördüğüm bir yaklaşıma yakınlaşma anlamı taşıyordu. Evet, Kürt Hareketi bir bakıma önerdiğim ve öngördüğüm strateji ve programa kendi deneyleri ile varıyordu ama ben bu program ve stratejinin yeni dünya durumunda ilk ortaya koyduğum zamandan başka bir anlama gelebileceği ve geldiği sonucuna ulaşmıştım. Başlangıçta internette yazıyordum. Bu yazılar dikkati çekmiş olmalı ki, daha sonra Özgür Politika’da yazma daveti aldım. O zor dönemlerde Özgür Politika’da, hele hele egemen ulustan bir insan olarak, yazmanın kendisinin başlı başına politik anlamı olduğunu düşündüğümden bu daveti seve seve kabul etmiştim. Bu yazıları yazmaya başladığımda son yıllarda kafamı meşgul eden o sorunları ve onlara ilişkin çıkardığım sonuçları açıklama ve sınama imkânı bulabileceğimi düşünüyordum ve yazılarımın konusunu yeni izlenen stratejinin açıklanması ve yorumlanması kadar bunlar da belirledi. Bu sorunlardan birincisi, Troçki’ye bir gönderme ile “Süreksiz Devrim” dediğim konuydu. Bu şöyle özetlenebilir. Yirminci yüzyılda işçi ve köylülere dayanan neredeyse bütün demokratik karakterli devrimler, sadece demokratik görevlerle kendilerini sınırlamamış ve üretim araçlarının kamulaştırmasına giden sosyalist nitelikte değişimler yapmak zorunda kalmışlardı. Bu eğilimi daha 1905’te Troçki öngörmüş ve buna “Sürekli Devrim Teorisi” denen bir teoriyle bir açıklama getirmişti. Neredeyse bütün yirminci yüzyıl tarihi bu öngörünün ve teorinin bir doğrulamasını sunuyordu. Rus, Yugoslav, Çin, Küba, Vietnam devrimlerinin


3 hepsinde, aslında ulusal ve demokratik karakterdeki devrim, sosyalist dönüşümlerle sonuçlanan bir yola girmek zorunda kalmıştı. Ancak, duvarın çöküşüyle birlikte bu eğilimin son bulduğu, işçi ve köylü iktidarlarının veya devrimlerin artık kendilerini demokratik görevlerle sınırlayacağı görülüyordu. Bu eğilim ilk önce Nikaragua ve İran devrimlerinde kendini göstermeye başlamıştı. Daha sonra Güney Afrika ve Brezilya’daki İşçi Partisi ve Lula iktidarının da bu eğilimin bir ifadesi olduğu görülmüştür. Bu durumda, bu sınırlamanın neden olduğu ve emekçiler iktidara geldiklerinde kendilerini demokratik karakterli ama kapitalizm çerçevesinde görevlerle sınırladıklarında bunun sonuçları ne olur soruları ortaya çıkıyordu. Sosyalizm denen bürokratik diktatörlüklerin kapitalizm karşısındaki tarihsel yenilgisi bu sınırlamanın temel nedeniydi. Ezilenler sonu belli bir çıkmaz yola girmek istemiyorlardı. Ama bu sınırlamanın sonuçları ve mekanizmaları da en azından nedenin kendisi kadar ve hatta daha önemli sonuçlara yol açıyordu. Bu sonuçların ip uçları aslında yirminci yüzyıl başlarında Troçki’nin Sürekli Devrim teorisine ilham veren Pavrus Efendi ve Troçki’nin arasındaki farklı öngörüler ve polemikte bulunuyordu. Pavrus Efendi, burjuvazinin korkaklığının ve Rus İşçi Sınıfının bir büyük sanayi proletaryası olarak ortaya çıkmasının bir işçi iktidarına yol açabileceğini öngörüyor ama bu iktidarın sosyalist dönüşümlere gideceğini öngörmüyordu. O zamanın anlayışınca maddi ve kültürel koşullar henüz oluşmadığından işçilerin kendilerini demokratik görevlerle sınırlayacağı sonucu çıkarılıyordu. Yüz yıl sonra şimdi başlayan süreçte olan bir bakıma tam da buydu. Pavrus Efendi’nin sosyalist dönüşümlere gitmeyen İşçi iktidarı sonucu, bir bakıma İsveç ve Avustralya gibi ülkelerde gerçekleşmiş sayılabilirdi. Bu ülkelerde gerçekten de işçi partileri iktidara gelmiş ama işçiler kapitalizm çerçevesinde kalmış ve bu çerçevede reformlarla yetinmişlerdi. Ortaya çıkan daha “demokrat”, daha “yumuşak” emperyalist ve kapitalist ülkelerdi. Öyle görülüyordu ki, şimdiki durumda emekçilerin kendilerini kapitalizm çerçevesini aşmayan dönüşümlerle sınırlamaları benzer bir sonuca yol açabilirdi. Bu, o zamanlar (ve hala) sonuçları üzerine kimsenin üzerine kafa yormadığı ve düşünmediği bir olasılıktı. Ama artık bir gerçeklik olarak ortada. Gerek Güney Afrika, gerek Brezilya (Aslında Doğu Avrupa’daki değişimler ve Latin Amerika’daki sol partilerin iktidarları da bu çerçevede düşünülebilir.) kapitalizm çerçevesinde kaldılar ve aslında birer bölgesel alt emperyalist olma yoluna girdiler. Bu gidiş, o ülkelerdeki kapitalizm ve burjuvazi için kendi korkaklığını ve çapsızlığını emekçiler eliyle gidermek gibi bir anlama da sahipti. Bu sonuçları, Türkiyeli bir sosyalist ve devrimci olarak Türkiye’deki mücadelenin sorunlarına aktardığımızda şöyle bir sonuç ortaya çıkıyordu:


4 Diyelim ki Türkiye’de sosyalistlerin öncülüğünde bir devrim başarıldı. Bu devrim tarihsel eğilimin gösterdiği gibi kendini kapitalizm çerçevesinde demokratik görevlerle sınırlayacaktı. Yani Güney Afrika veya Brezilya gibi bir durum ortaya çıkacaktı. Bu da fiilen emekçiler eliyle oluşmuş bir kapitalist ve emperyalist ülke olmaktan başka bir anlama gelmezdi. Peki, bizlerin bir sosyalist olarak, eninde sonunda daha modern, akılcı ve esnek bir kapitalizmle sonuçlanacak bir mücadele veriyor durumunda olmamız sosyalist amaçlarımızla çelişmez mi? Çelişirse, bu çelişkiden nasıl çıkılabilir? Ama tabii bu arada egemen ulustan bir insan olarak görevlerimiz bağlamında da benzer bir sonuç ve sorun çıkıyordu. Bir sosyalist olarak görevimiz ezilen ulusun hareketini desteklemekti. Ama bu destek fiiliyatta demokrat ve kapitalist bir ülke yaratmaktan başka bir sonuca ulaşmazdı. Yani biz sosyalistler, ister bir sosyalist olarak, ister bir demokrat olarak, mücadelemizle aslında olarak akıllı ve uzun vadeli düşünen bir burjuvazinin yapacaklarını ve isteyeceklerini yapmak durumunda olacaktık. Bu sonuç jeopolitik duruma uygulandığında, böylesine demokratik dönüşümler, Roma, Bizans, Osmanlı’nın bir zamanlar birliğini sağladığı ve birliğinin siyasi ifadesi olduğu Orta Doğu ve Doğu Akdeniz uygarlık alanındaki ulusçuluğun yol açtığı bölünmüşlüğe ve parçalanmışlığa son verebilirdi. Bu da fiilen bu imparatorlukların yaşadığı topraklarda bu günkü dünyada dev bir gücün ortaya çıkması anlamına gelirdi. Yani Süreksiz Devrim eğiliminin, büyük olasılıkla, demokratik dönüşümler kapitalizm çerçevesinde kaldığı sürece emekçiler ve sosyalistler eliyle yapılsa bile, bugün “Yeni Osmanlıcılık” adı altında gündeme gelen, Ortadoğu ve Akdeniz birliğine yol açacağı ortaya çıkıyordu. Yani şimdiki “Yeni Osmanlıcılık” tartışmaları o zaman nesnel bir eğilimin sonuçları olarak bizim tarafımızdan öngörülüyordu. Yani ortaya çıkan şöyle bir eğilimdi, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz alanında bir birlik olmadan bölgenin kendini toparlayamayacağını savunan ve bu birliği oluşturmak hedefli her girişim, demokratikleşmekten başlamak zorundaydı ve bu demokratikleşme de demokratik bir ulusçuluğu, yani bir dile, dine, etniye, tarihe dayanmayan bir ulusçuluktan başlayabilirdi. Tersine, her demokratikleşme ve demokratik ulusçuluk hareketi de bu demokratik ulusçuluğu bölgede yaymak dolayısıyla genişlemek zorundaydı. Aksi takdirde Balkanlaşma ve Lübnanlaşmadan başka bir yol görünmüyordu. Kapitalizm öncesinin dört büyük uygarlık beşiğinin (Çin, Hint, İran, Ortadoğu-Akdeniz) karşılaştırılması da böyle bir zorunluluğu ve olanağı gösteriyordu. Çin’in şekil azısı; Hindistan’ın kast sistemi ve İran’ın Şiiliği, onların gerici ulusçuluğun mikrobuna bağışıklıklı (şerbetli) olmalarını sağlamıştı ve tam da Orta Doğunun sese dayanan alfabeleri ve kastlara dayanmayan tek tanrılı esnek sistemi onun güçsüzlüğünü oluşturmuştu gerici ulusçuluk karşısında. Ama dile, dine, soya, tarihe dayanmayan bir demokratik ulusçuluk bölgenin tekrar eski birliğini sağlayabilirdi. Şimdi Kürt hareketi ulusun hukuki bir tanımına geçmeye çalışarak böyle bir oluşumun temellerini atıyordu. Keza, sosyalist ve demokrat bir hareket de aynı sonuçlara yol açardı.


5 Bu demokratik bir ulusçuluk ile yayılma arasındaki ilişkiyi, bu bağıntıyı, böyle demokratik değil de fetihçi terimlerle Yalçın Küçük de ifade etmiştir. Yanlış hatırlamıyorsam, “Musul’u alamayan Diyarbakır’ı kaybeder” demiştir. Buradaki almak, askeri olarak zapt etmek değil de Kürtlerin üzerindeki ulusal baskıya son verecek, Türklüğe dayanmayan bir demokratik cumhuriyet, yani Kürtlerin kalbini kazanmak anlamında anlaşılırsa, demokratikleşme ve bölgenin birliğini sağlama ilişkisini açıklayan çarpıcı bir formül olarak görülebilir. Bu bağıntı nedeniyle Türkiye’de demokrasi için mücadele, Kürt hareketinin desteklenmesi vs., dünyanın en sosyalistliğine toz kondurmaz gerekçesiyle bile olsa, aslında nesnel olarak modern bir Roma’nın (Osmanlı da Üçüncü Roma İmparatorluğu idi, dolayısıyla modern bir Osmanlı’nın.) kuruluşuyla son bulurdu. Böyle bir sonuç için mücadele ediyor durumda kalmak ise bir sosyalistin düşebileceği en kötü durum olabilirdi. Bu durumdan o zaman şöyle çıkılabileceğini düşünüyordum. Öncelikle yaptığımızın nesnel sonuçlarının bu olduğunu açıkça ortaya koymamız gerekir diyordum. Bu nesnel sonuçlara rağmen, bu demokratik mücadeleye öncülük ettiğimiz takdirde mücadelenin kendisinin yaratacağı bir eğitim ve radikalliğin, zayıf da olsa bu çıkmazı aşma; kendini kapitalizm ve demokratik görevlerle sınırlamama gibi bir sonuca da yol açabileceğini ve bu sonuca yol açmasa bile devrimci bir gelenek bırakabileceğini düşünüyordum. Tabii bütün bunları yaparken aslında uluslara ve ulusal sınırlara karşı bir mücadelenin esas sorun olduğu; dünyanın esas sorununun bu olduğunu programlaştırmak gerektiğini de söylüyordum. Tabii bunu söylerken aslında son yıllarda kafamı esas meşgul eden sorun da bir cevap getirmiş oluyordum. Bu sorun da şöyle özetlenebilir ve aslında “Süreksiz Devrim”i yaratan koşullarla ilgilidir. Zengin ülkeler ve yoksul ülkeler işçileri arasındaki fark öylesine büyümüştü ve yoksul ülkeler emekçileri öylesine büyük bir çoğunluk oluşturuyordu ki, sosyalizmin özünde bulunan, var olan zenginliklerin eşit olarak paylaşılması ilkesi bu duruma uygulandığında, zengin ülkelerin işçilerinin bundan çıkarlı olamayacağı, çünkü bunun onların yaşam seviyesinde bir düşüş anlamına geleceği sonucu çıkıyordu. Bu durumda zengin ülkeler işçileri sosyalizmi istemezlerdi; yoksul ülkeler ise isteseler bile yapamazlardı. Bu insanlık için muazzam bir çıkışsızlık demekti. Zengin ülkelerdeki yeni sağ partiler, yıkılan duvarın yerini alan zengin ülkelerin dünyanın yoksullarının etrafın ördüğü duvar, bütün bunlar dünya çapında bir apartheit rejiminin tehlike değil var olduğunu gösteriyordu. Yoksul ülkeler emekçileri fiilen bireysel düzeyde buna karşı bir mücadele veriyorlardı. Doğu Avrupa’nın yıkılışı ve kapitalizmi seçmesi, aynı zamanda zengin ülkeler işçilerinin dünya ölçüsünde eşitlikçi bir düzen istemeyeceğinin ve bundan çıkarlı olmadığının ifadesiydi hem de dünyadaki korkunç bölünmüşlüğün. Bu bölünmüşlüğe karşı Doğu Avrupa’nın yoksulları bir bakıma ayaklarıyla oy vermişlerdi duvarı yıkarak.


6 Bu durumda sosyalist hareket, özellikle geri ülkelerde stratejisini baştan aşağı değiştirmeliydi. Artık, bağımsızlık ve ayrılma değil, sınırların kaldırılması dolayısıyla uluslara karşı mücadele stratejisine geçilmeliydi. Yani imtiyazlılar arasına katılmak değil, imtiyazları yok etmek. Böylece biri, ülke ölçüsünde, o ülkenin son duruşmada imtiyazlılar arasına katılmasıyla sonuçlanacak demokratik bir ulusçuluk için; diğeri ise dünya ölçüsünde bizzat bu en demokratik ulusçuluğa karşı, birbiriyle çelişen iki mücadeleyi bir arada yürütmekten başka bir somut politik mücadele yolu kalmıyordu. İşte bu yazılar bu ikili mücadeleyi somutlama yolunda bir denemeydi. Bütün demokratik görevler bir Türk milliyetçisi olarak savunularak sosyalistlerin çelişkisi ve demokratik mücadelenin nesnel sonuçları vurgulanarak ideolojik saflık olsun korunmaya çalışılıyordu. Tabii o zamanlar henüz Demokratik ve Gerici Ulusçuluk ayrımında değildim. Ulusun bir dile, dine, etniye vs. göre tanımlanmamasını ulusçuluğun aşılması olarak görüyordum. Yani ulusu hala gerici ulusçuluğun kavram sistemiyle anlıyor ve o kavram sistemi içinde mücadele etmeye çalışıyordum. Ulusun, yani politik olanın bir dil, din, etni, soy ile tanımlanmaya karşı tanımlanmasının da bir ulusçuluk, ama demokratik ulusçuluk olduğunu ancak çok sonra 2004 - 2005 yıllarında dinin ne olduğunu çözüp, ulusçuluğun modern toplumun dininin gerici biçiminden başka bir şey olmadığını keşfettiğimde çözebilecektim. Ama bu keşif aynı zamanda Demokratik bir Ulusçuluğu savunmak ile Uluslara karşı mücadele arasında tıpkı Sürekli Devrim gibi bir ilişkiyi yeniden kurmanın mümkün olduğunu da ortaya çıkarıyordu. Gerçekten demokratik bir ulusçuluğa dayanan bir demokratik cumhuriyet, ulusu hiçbir toprak parçasında yaşayanlarla bile sınırlayamayacağından, yani özgür komünlerin özgürce birliği olacağından, kendisine katılmak isteyenlere katılma diyemez. Katılma dediği an ulusu belli bir toprak parçası ya da kültürle tanımlamak, yani gerici bir ulusçuluğun eğik düzlemine kayar. Yani en radikal ve demokratik biçimiyle demokratik bir ulusçuluk, aynı zamanda ulusçuluğun aşılması yoluna girmek anlamına da gelir. Böylece klasik Sürekli Devrim’in demokratik devrimden sosyalist devrime geçiş eğilimi, demokratik ulusçuluktan uluslara karşı mücadeleye geçme eğilimi biçiminde tekrar ortaya çıkar. Böylece gerçek anlamda tüm insanların biçimsel ve hukuksal eşitliği sağlanabilir. Ancak bu eşitlikten sonra gerçek sosyal bir eşitliğin ve hukuksal eşitlikten geri dönüşün olanaksızlaştırılmasının da bir yolu olarak gündeme gelebilir. Sosyalist hareket aydınlanmanın çocuğu olduğu için, sanki dünyada gerçek bir hukuksal eşitlik varmış gibi davranarak sosyal bir eşitlik için mücadeleyi bayrağına yazdı. Ama verili eşitsizlik durumunda, yani dünyayı dile,dine, soya göre tanımlanmış ulusların kapladığı bir dünyada, aslında var olan hukuki eşitsizliklere karşı mücadeleyi gündemden kaldırmanın bir aracına dönüştü.


7 Sosyalizmin şimdi tekrar aydınlanmanın o kozmopolit idealine dönmesi gerekiyor. Aydınlanma o zamanın dünyaya egemen olan biçimi olan klasik uygarlık dinlerini (inancı) veya komünleri (soyu) politik işlevinden soyutlayarak, (inancı ve soyu ne olursa olsun bütün insanlar eşittir diyerek) kişilerin özel sorunu yaparak, bir dünya cumhuriyeti hayalinden yola çıkıyordu. Şimdi bu hayali, dünyayı kaplamış ulusçuluğa karşı yeniden canlandırmak ve bu bayrağı tekrar dikmek gerekiyor. Aydınlanmanın inançlara ve soylara yaptığını şimdi uluslara yapmak gerekiyor. Uluslar kişilerin özel sorunu olmalıdır. Bu fiilen tüm sınırların yok olması anlamına gelir. Bir kere böyle, tıpkı İslam’da olduğu gibi herkes aynı safta eşit olarak yerini aldı mı, o aynı safa duranların gerçek eşitliği sorunu geriye kalır. Ve işte o zaman Marksizm’in o büyük ve her zaman taze gücü ortaya çıkar. Bu gerçek eşitliğin nasıl sağlanacağını bütün tek tanrılı dinler de sorun etmişlerdi. Bunun çözümünü, tüketimde, tüketimin eşitlenmesinde, zenginlerin zenginliklerini dağıtmalarında, bunun için de insanların ahlaki niteliklerinde ve vicdanlarında aramışlardı. Ve bu girişimlerin hepsi de başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Hiçbir ahlaki norm, hiçbir Allah korkusu zenginlik ve fakirlik farklarının ortaya çıkmasını ve bir süre sonra egemen sınıfların tahakkümünü, baskı ve zulmünü engelleyemiyordu. Marksizm bunun niçin hiçbir zaman çözüm olamayacağını göstermiştir aslında. Meta ilişkilerinin ortaya çıktığı yerde, yani bir alış verişin başladığı yerde, değer yasası hükmünü icra etmeye başlar. O bir doğa yasası gibi tüm davranışları yönlendirir. Bundan çıkışın bir tek yolu vardır: Meta üretimine son vermek. Bunun için de üretim araçlarının toplumsallaştırılması ilk adım olabilir. İşte bu gerçek eşitlik sorununu insanlığın önüne koyabilmesi için, önce hukuksal eşitliği sağlaması gerekmektedir. Şimdiye kadar, hukuksal eşitliğe giden yol ekonomik eşitlikten geçermişçesine bir strateji izledi sosyalist hareket. Bunun yanlışlığını son yüz elli yıllık mücadeleler gösterdi ve sosyalistler fiilen gerici birer ulusçuya dönüştüler. Şimdi, tekrar başladığı yere gelerek, sosyal eşitliğe giden yola önce hukuksal eşitliği sağlayarak yola çıkması gerekiyor. Bu da fiilen uluslara karşı mücadeleyi başa almak demektir. Bizzat Marks’ın dediği gibi, insanlık ancak çözebileceği sorunları önüne koyabilir ve yakından bakıldığında bu sorunların aslında kendilerini çözecek unsurlarla birlikte ortaya çıktığı görülür. Ve yine Marks’ın dediği gibi, sosyalizm ancak gerçek harekete dayanır ve onun ifadesi olur. Ve de Lenin’in dediği gibi mücadele biçimleri sistem kurucularının kafalarında oluşmaz, o gerçek hayatın içinde doğar bizlere düşen onlara bir program kazandırabilmek ve onları sistemleştirmek olabilir.


8 Bugün insanlığın önündeki en büyük sorun uluslardır. Uluslar var olduğu sürece, ne yeryüzü ölçüsündeki bölünmelere ve ırkçılığa; ne bir ABC savaşı tehlikesine ne de ekolojik felaketlere son verilebilir. Ve bu sorun kendini çözecek unsurları bizzat globalleşme ile yaratmış bulunuyor. Gerçek hareketi ise milyonlarca göçmen ayaklarıyla bu ulusal hudutlara karşı çoktan başlatmış bulunuyor. Aslında bize düşen bu var olan hareketi görüp ona siyasi bir mücadele anlamını verip dünya ölçeğinde uluslara ve ulusal sınırlara karşı tıpkı bir zamanların İslam’ı ve Aydınlanması gibi bir hareket, bir din yaratmaktan ibaret. Dünya haniflerle (peygamber habercileri) dolmuş bulunuyor. * Tabii yazıları yazmaya başladığımız zamanlar bu noktaya ulaşmış değildik. O zaman bulunduğumuz noktada yazılarımızı esas olarak sosyalistlere yönelik olarak ve onları bu sorunları düşünüp tartışmaya çekebilmek için yazıyorduk. Ama sosyalistler ne Kürt hareketinin organlarını okuyordu ne de bu sorunlara kafa yoruyordu. Kürt hareketi ise, bu sorunlara çok uzaktı. Bu durumda o yazılar anlaşılamadan kaldılar. Hatta yanlış anlaşıldılar. Yazıları bazen bir sosyalist ve bazen bir Türk milliyetçisi olarak, kendine karşı bir satranç oynamak gibi yazıyordum, bizzat ilk yazıda belirttiğim gibi. Aslında bir sosyalist olarak benim açımdan savunulamaz olan ve savunulmazlığını vurgulmak için bir Türk milliyetçisi gibi yazdığım yazıların, çok daha fazla beğenildiğini ve gazetenin defalarca uyarmama rağmen her yazının başında bulunan “Bir Türk milliyetçisi olarak” veya “Bir sosyalist olarak” notlarını bile yayınlamadığını görünce bu sorunların gazete sayfalarında tartışılamayacağı sonucunu çıkardım. Böylece kendine karşı satranç oynamayı bırakıp, yazıların konusunu, sosyalizmin ve sosyalist hareketin bu sorunlarından Türkiye Politikasına ve Kürt hareketinin sorunlarına ve bunların sosyolojik açıklamalarına kaydırdım. * Bugün bu yazılara bakıldığında aslında şimdi yeni yeni ortaya çıkan ve tartışılmaya başlanan eğilimleri daha o zamandan öngördüğü ve tartıştığı görülür. Tabii bunları radikal bir demokrasi bağlamında, Fransız yolundan gerçekleşmelerini öngörerek, mantık sonuçlarına varmış bir biçimde tartışıyordu o yazılar. Bugün AKP eliyle başlanan “Demokratikleşme açılımı” ve Uluslararası “stratejik derinlik” veya “Yeni Osmanlıcılık” veya “Eksen kayması”nın yarım yamalak, demokratik değil, demokratik hareketi tasfiyeye yönelik, burjuvazi tarafından, yukarıdan ve Alman yolundan gidiyor.


9 Hükümetin iç ve dış politikadaki bu yeni yönelişleri yüzeyseldir ama ABD’nin dünya ölçüsündeki stratejik çıkarlarıyla da uyum halindedir. Demokratikleşmiş ve komşuları ile iyi ilişkilere sahip bir Türkiye, ABD’nin, hem Avrupa Birliği’nin kendisine karşı bir siyasi ve askeri rakip olarak çıkmasını engelleme; hem de Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslarda etkisini arttırabilme stratejik hedefleriyle uyum halindedir. Bu muazzam güçlü destek yukarıdan bir dönüşümü olası hale getirmektedir. Ancak bu girişimin başarısızlığı halinde, radikal bir çözümün yolu açılabilir. Ancak bütün bu girişimlerin sonucunu Türkiye’nin içindeki mücadeleler belirleyecektir. Bu mücadelenin esas alanı da “Kürt sorunu”dur. Hükümetin, PKK’yı tasfiyeye ve Barzani ve Talabani’ye dayanan yöntemi konuyu tartışılır kılmasına ve bir nitelik değişikliğine yol açmasına rağmen bir süre sonra PKK’nın, Askeri Bürokratik Oligarşinin ve Avrupa Birliği’nin direnişi karşısında tıkanacaktır ve gücünü yitirecektir. AKP’nin bu direnişi kırabilmesinin birbirinden ayrılmaz iki koşulu vardır. Birincisi, şehir orta sınıflarını ve Alevileri Askeri Bürokratik oligarşinin yedeği olmaktan çıkaracak ve onlardaki korkuya son verecek gerçek laik değişimler. Yani Diyanetin kapatılması, Zorunlu din derslerine son, Azınlıkların in esasına göre tanımlanmasına son verilmesi, İmam hatiplerin kapatılması vs. İkincisi, Kürt sorununun çözümünde, PKK’yı, yani Kürt demokratik hareketini tasfiyeye yönelik olarak Barzani ve Talabani ile ittifak değil; Talabani ve Barzani’ye karşı PKK ile yani Kürt demokratik hareketi ile ittifak yapmak ve ulusun Türklük, İslamlık vs. ile tanımlanmasına son vermek. Ne var ki, AKP ve onun dayandığı sınıflar, tam da demokratik olmadıkları için, bunun teorik ve ideolojik hazırlıklarını yapmamışlardır ve dolayısıyla bu cepheyi güçlendirecek değişiklikleri yapmazlar ve yapamazlar. Dolayısıyla AKP’nin bunları yapabilmesini beklemek ölü gözünden yaş ummaktır. Eğer olayların zorlaması ve mücadelenin kendi dinamiği AKP’yi bu noktaya getirir ve böyle bir değişimi yapabilirse, bu dünya tarihsel bir anlama sahip olur. Çünkü biz sosyalistler 1848’den beri, burjuvazinin demokratik ve devrimci karakterini yitirdiğini, yoksullardan ve işçi sınıfından çekindiğini, dolayısıyla radikal demokratik dönüşümler yapamayacağını söylüyoruz. Çıkarsamalarımız hep bu sonuca dayanıyor. O takdirde, burjuvazinin artık ezilenlerden korkmadığı ve kendine güvenini kazandığı ve bu nedenle demokratik dönüşümleri gereğinde yapabileceği gibi bir sonuç çıkarmak gerekecektir. Ne var ki şu ana kadar bu yönde en küçük bir eğilim bile gözlenmiş değildir. AKP’nin bu girişimlerinin başarısızlığa uğraması ve hızının kesilmesinden sonra muhtemelen sıra Kürt özgürlük hareketine gelecektir. ABD son çare olarak onun önünü açabilir. Buna muhtemelen Türkiye’nin Askeri Bürokratik oligarşisi içinde Ergenekon tevkifatı aracılığıyla konumunu güçlendirmiş bir reformist kanadın yükselmesi de eşlik edebilir.


10 Nasıl bir zamanlar 28 Şubat, politik İslam’ın Necmettin Erbakan’ın fosilleşmiş kabuğunu kırmasını sağlayıp AKP’nin önünü açtıysa; şimdi de Ergenekon Tevkifatı ve “açılımlar” Askeri Bürokratik oligarşi içindeki fosilleşmişlerin kabuğunu kırıp, reformist ve esnek bir kanadın yolunu açabilir. Bu reformist kanat, PKK ile (yani Kürtlerin içindeki demokratik kanatla) ittifak yaparak bu tecrit durumuna son vermeyi ve somut bir projeyle çıkmayı seçmek zorunda kalabilir. Gelişmeler orta vadede bu yönde olacak gibi görünüyor. Bu koşullarda iki türlü gelişme mümkündür. Birincisi, Askeri Bürokratik Oligarşinin bir Kürt bürokrasisi ile de tabanını ve temelini güçlendirmesi, bir tür gençlik aşısı olması. Kürt özgürlük hareketi içindeki güçlü bürokratlaşma böyle bir güçlü olasılık olduğunu gösteriyor. İkinci bir olasılık, Kürt özgürlük hareketinin bu ittifak olanağı aracılığıyla bulunduğu tecritten çıkması ve çok köklü bir demokratik kitle hareketi yaratarak onun başına geçmesi ve böylece gerçekten köklü bir demokratik devrim. Her ne kadar Kürt hareketi bu yönde epey bir teorik ve ideolojik hazırlığa sahipse de (Öcalan’ın kitapları esas olarak bu hazırlığın ifadesidir) bu hazırlık yeterli radikallikten ve derinlikten hala epeyce yoksundur. Eğer sosyalistler ve işçi hareketi, bir mucize olur da bizim yazılarımızda ele aldığımız ve açıkladığımız yaklaşımlara eğilim gösterip bir hareket yaratabilirlerse o zaman ikinci olasılık güçlü bir şekilde gündeme gelebilir. Ancak şimdilik hiçbir şey bu yönde bir gelişim olabileceğine dair bir umut vermiyor. 17 Kasım 2009 Salı Demir Küçükaydın

İlk Yazı: "Schachnovelle" Özgür Politika'dan gazeteye yazı yazmam için teklif geldiğinde, bu alanda deneysiz olmanın getirdiği zorluklar bir yana, nasıl bir içerik ve biçimde yazılar yazmam gerektiği sorusuyla karşılaştım. Bu ilk yazıda, karşılaştığım sorunları ve bunlar için bulduğum çözümü kısaca ele alayım. Kişi olarak, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ister hukuki olarak, ister dile veya başka bir kritere göre, milliyetin de din gibi bütün siyasi anlamından dışlanarak, kişinin bir inanç ve tercih sorunu olarak kabulünden yanayımdır. Nasıl üç kişi bir araya gelip bir dernek kurar gibi bir din ya da tarikat kurabilir veya isteyen dinsiz olabilirse ve bunların politik olarak kırk üç numara ayakkabı giymekten veya bamya yemeği sevmekten daha fazla bir anlamı olmazsa;


11 aynı şekilde üç kişinin bir araya gelip ulus kurabilmesinden veya isteyenin ulussuz olabilmesinden ve bunların hiç bir politik anlamı olmamasından yanayım. Ayrıca böyle bir sistemin gerçekleşmesini uzak bir geleceğin değil, bu günün acil bir sorunu olarak görüyorum. Dolayısıyla, Türkiye topraklarında yaşayan insanların gelecekte nasıl bir ulus tanımına göre siyasi yapılarını kuracağı tartışmasında; tarafların hepsi bizim anlayışımıza karşı bir taraf oluştururlar dayandıkları ortak varsayımlar bakımından. Bu ortak varsayım: ulusal olanla siyasal olanın çakışması gerektiğidir. Biz ise tam da bu ortak var sayımı reddediyoruz: ulusal olanla siyasal olanın çakışması gerektiği anlayışı aşılmalıdır. İnsanlığın çıkışı ancak bu noktadan olabilir. Bu hedefi önüne koymayan her çaba, yeryüzünde bu günkü apartheit siteminin devamına; yeryüzünden imtiyazlılığı kaldırmayı değil; imtiyazlılar arasına katılmayı getirir. Bu anlamda, Bugünün dünyasında Türkiye Toprakları üzerinde yaşayan insanların, Kürtlerin ve Türklerin yürüttüğü nasıl bir cumhuriyet tartışması, yeryüzünün imtiyazlıları arasına nasıl katılınabileceği tartışmasıdır. Kaldı ki, sadece politik olarak ulusal olanla politik olanın ilişkisinin koparılmasından yana değilim, kültürel ve ruhsal olarak da, kendimi bir ulustan hissetmiyorum. Bir Türk'ün ya da Kürdün, kendini herhangi bir ulustan gören bir insanın boğazında düğümlenmelere yol açan, onu coşturan yada hüzünlendiren olaylar bende hiç bir etkiye yol açmaz. Hatta bunu komik ve anlaşılmaz bulurum. İnsanların örneğin bir milli maçta takım tutmaları ve oyunun sonunda sevinme veya üzülmeleri benim için kavranılmaz olaylardır. Ama politik olarak, önce insanın kendi milliyetçiliğiyle mücadele etmesi gerektiği ilkesine göre, Türk milli takımına karşı kim oynuyorsa onun kazanmasını isterim. Kendimi Türk hissetmesem de, yeryüzünden şu ulus denen felaketin, nasıl bir tanıma dayanırsa dayansın yok edilmesini savunsam da, elimde olmadan bir Türk'üm. Ezen ulustan bir insanım. Ulusum yok, ulusçuluğa karşıyım diyerek, kimilerinin yaptığı gibi, Türkiye'deki bu üst ve egemen konumumu görmezden gelemem. Bu fiili durumu görmezden gelmek, fiilen, ezilen ulusun mücadelesi karşısında tarafsızlık, dolayısıyla da ezen ulustan yana bir tavır anlamına gelir. Bu durumun çelişkisini daha iyi kavramak için ırk ayrımcılığı bize güzel bir analoji sunar. Diyelim ki, beyazsınız ve bulunduğunuz toplumda siyahlar baskı ve zulüm altındalar. Siz aslında ırkların olmadığını; bunların ırkçıların uydurması olduğunu savunuyor ve buna bağlı olarak kendinizin bir ırktan olamadığınızı söylüyorsunuz. Bütün bu inanç ve iddialarınız, sizin bir beyaz olarak, ırkçı baskılara uğramadığınız ve uğramayacağınız gerçeğini değiştirmez. Belki görüşlerinizden dolayı siyasi baskılara uğrayabilirsiniz ama bunlar sizin deri renginizden değil, görüşlerinizden gelen baskılar olacaktır. Görüşlerinizden gelen bu baskılara rağmen, istemeseniz de, beyaz olmanın imtiyazlarını yaşamaya devam edeceksinizdir en azından beyaz olduğunuz için özel bir baskıya uğramayarak. Böyle bir durumda, ırkları ırkçılığın uydurması olarak görseniz de, var olan bir gerçeklik olarak ezilen ırkların savaşını desteklemek, hatta fiili eşitsizliği biraz dengelemek için, çubuğu ezilen ırklardan yana bükmek zorundasınızdır.


12 Aynı şey bizim için de geçerlidir. Ulusların ulusçuların uydurması olduğunu söylesem de, kendimi bir ulustan, yani Türk, hissetmesem de, Türk olduğum için hiç bir özel baskıyla karşılaşmadığımdan, ezen ulustan olmanın imtiyazlarını yaşamaktayımdır. Kendimi öyle görmesem de, nesnel olarak ezenin bir parçasıyımdır. Bu durumu dengelemek için, ezilen ulusların mücadelesine destek vermem, hatta çubuğu eğerek destek vermem gerekir. Yani bir yandan, siyasi inançlarım nedeniyle ulusçuluğun ulus anlayışını yok ekmeye çalışırken, diğer yandan inanç ve tercihlerime rağmen Türk olduğum için, ezen ulustan bir insan olduğum için; ulusal baskıya karşı hareketleri desteklemek, dolayısıyla ulusçuluğun var oluşuna hizmet etmek zorundayımdır. Bu çelişki gökten inme bir çelişki değil, gerçek hayatta bulunan bir çelişkidir. Ama sadece bu değil, ezilenlerin kendi hareketlerini desteklemek diye de bir sorunumuz vardır. Tıpkı bir fabrikada grev yapan işçiler gibi. İşçiler çoğu kez hiç de kapitalizmi ortadan kaldırmak için değil, sadece yaşamlarını biraz daha iyi koşullarda sürdürebilmek için grevler yaparlar. Siz ise yaşam koşullarındaki bir iyileşmenin kapitalizmi ortadan kaldırmayacağını; son duruşmada kapitalistin daha rasyonel bir üretimine yol açacağını bilseniz de, bizzat bu mücadelenin kendisi, ezilenler için baha biçilmez bir deney olduğundan; onların hayatlarında küçük de olsa bazı iyileştirmelere yol açacağından o grevi desteklemek zorundasınızdır. Ama bir yandan desteklerken, onun başarısı için çalışırken, diğer yandan da gerçek çözümün mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirmesinden geçtiğini söylemek; mücadeleyi bu yöne doğru geliştirmek için çaba göstermek zorundasınızdır. Ortada yine benzer bir çelişki vardır. Birine aşırı bir ağırlık ve vurgu bir anda sizi amaçlarınız açısından hiç de istemediğiniz bir konuma düşürebilir. Birden bire sıradan bir sendikalist durumuna da, nihai hedefe ilişkin vaazlar veren ve fiili mücadeleden kopuk, dolayısıyla egemeni destekleyen bir duruma düşebilirsiniz. Benzer şekilde, bir sosyalist olarak da, bir ulusal hareket karşısında da taleplerinin bir çözüm getirmeyeceğini bilerek ve söyleyerek de, ezilenlerin bir girişimi, bir deneyi olduğu için; içinde daima kendini aşabilme tohumu taşıdığı için de ezilen ulusun bir hareketini desteklemek zorundasınızdır. Buraya kadar esas olarak bir zorluk yok. Ama sorun burada bitmiyor. Türkiye'de, Dünyanın bu günkü koşullarında, hangi gerekçeyle olursa olsun Kürtlerin mücadelesini desteklemek, fiili sonuçları bakımından, akıllı bir Türk milliyetçiliğini desteklemek olur. Çünkü somut olarak Türkiye'deki Kürt sorununda Kürtlerin mücadelesi sadece kendileri için bir mücadele değil, kendilerinden çok kendilerini ezenler için bir mücadeledir. Dünyada her halde Türkler kadar talihli bir ulus yoktur. Kürt ulusal hareketi, Tarihin Türk ulusuna en büyük armağanıdır. Kürtler, uğradıkları baskıya karşı savaşlarında aslında nesnel sonuçları itibariyle, kendilerinden çok, kendilerini ezen Türkler için savaşmaktadırlar. Diyelim ki, silahlı Kürt direnişi başarı kazansaydı Kürtler Türk ordusunu yenilgiye uğratıp ayrı bir devlet kursalardı, Türklere en büyük iyiliği yapmış; onları Osmanlı'nın yaşayan ruhu Türk Ordusunun bukağılarından kurtarmış; İspanya Yunanistan benzeri demokratik bir güney Avrupa ülkesi yapmış olurlardı. Hatta daha fazlası, gerek İspanya, gerek Yunanistan'da bu geçiş kontrollü, kısmen Prusya yolundan gerçekleşmişti, böyle bir alt üstlük daha kökten ve


13 alttan bir dönüşüme yol açar, Türkiye'nin insan ve toprak büyüklükleri göz önüne alındığında orta doğuda bir iktisadi, siyasi ve kültürel bir devin ortaya çıkmasına yol açardı. Bu nedenle, bir Türk'ün ya da bir Türk sosyalistinin; ister ezen ulustan olduğundan ezileni desteklemesi gerekçesinden, ister sosyalist olarak ezilenlerin tarihsel girişim ve tecrübelerini desteklemesi gerekçesinden kaynaklansın, Kürt ulusal hareketine desteği aslında, nesnel sonuçları bakımından, Türk milliyetçiliğinin desteği olur. Akıllı ve uzun vadeli düşünebilen bir Türk milliyetçisi, bir Türk sosyalistinin demokrasi ya da sosyalizm gerekçesiyle Kürt ulusal hareketini desteklemek için savunduğu her şeyi, Türk milliyetçiliğinin gerekçeleriyle savunabilir. İkinci Cumhuriyetçilerin, yani daha uzun vadeli düşünebilen, daha modern Türk milliyetçilerinin, Kürt sorununda bir sürü sosyalistten daha tutarlı bir konumda bulunmalarının ardında bu nesnel durum, Kürtlerin aslında kendileri kadar ve hatta nesnel sonuçlar göz önüne alınırsa kendilerinden de fazla Türkler için savaştığı gerçeği yatmaktadır. (Kürt hareketi de bunun bilincinde oldu, eksikliğini duyduğu şey hep akıllı Türk milliyetçileriydi, zaten bunu bulamayınca kendisi bu işi de üstlenmek zorunda kaldı.) Buraya kadar Kürt hareketinin bir askeri zafer kazanması olasılığına göre sonuç çıkarmıştık. Ancak, Kürt hareketi, dünya dengelerinin elverişsizliği koşullarında, silahlı mücadelede bir zafer kazanamadı, aksine uzun vadede onun çözülüşünü getirebilecek bir denge ve kendini tekrarlama noktasında kaldı; üstüne üstlük, önderini düşmana kaptırmak gibi çok ağır bir darbe de yedi. Kürt hareketinin aldığı bu ağır darbeler, savaş politikasının seçimlerde büyük bir zafer kazanmasının en büyük nedeniydi. (Kimilerinin iddia ettiğinin aksine, Türkleri Kürt varlığını inkar eden savaş partileri ve politikalarına oy verdirten, Kürtlerin mücadelesi değil, bu mücadelenin uğradığı yenilgiler oldu; bu mücadelenin kazandığı başarılar tamamen zıt sonuçlara yol açardı.) Böylece Türkler, Kürt ulusal hareketini ağır bir darbe vurarak, Kendilerinin modern ve zengin bir toplum olabilmeleri için tarihin sunduğu bu hediyeyi tepmiş ve kendilerini geriliğe ve gericiliğe mahkûm etmiş oluyorlardı. Kürt ulusal hareketinin en büyük felaketi, yani önderini karşı tarafa kaptırması bir bakıma onun en büyük şansı da olmuştur. Böylesine köşeye sıkışmasaydı, artık kendini takrarlayan ve aşındıran niteliğini görmesine rağmen, silahlı mücadeleye son verip; program strateji ve mücadele biçimlerinde dramatik dönüşümler yapamaz ve sınırlılık böylesine somutça görülüp değişiklikler kabul edilemezdi. Bu karanlık ortamda, Kürt Ulusal Hareketi, felaketi bir şansa çevirdi; hiç kimsenin düşünemediği muazzam bir stratejik dönüş yaptı, bir ulusal hareketten bir sosyal harekete dönüşmeye girişti. Türklerin teperek yok ettikleri şansı tekrar önlerine koydu. Bir anda güçler ve güçlerin yer alışını kökten değiştirdi. Akıllı bir Kürt milliyetçisi olarak, akıllı bir Türk milliyetçiliğini de üstlendi. Kürt ulusal Hareketi, ulus tanımını, dil, kültür ve etnisiteden soyutlayıp, tamamen hukuki bir tanıma indirgedi. Kürt ulusçuluğunun bu modern ve esnek uzun vadeli biçimi, aynı zamanda Türk ulusçuluğunun da modern, esnek ve uzun vadeli düşünen biçimiyle çakışmaktadır. Bu gün, dünden de daha fazla ve açık olarak, Kürt Ulusal Hareketinin savunduğu her şey, bir Türk


14 milliyetçisi olarak savunulabilir. Akıllı bir Türk milliyetçisinin savunabileceği her şey de akıllı bir Kürt milliyetçisi olarak savunulabilir. Program aynıdır, sadece gerekçeler farklıdır. Hatta Kürt Ulusal Hareketi, bu özdeş programı, Türkleri kazanmak için, Kürtler zaten durumu kavradıklarından Türklere yönelik olarak ve Türklere uyan gerekçelerle ifade etmektedir. Bu durumda, akıllı bir Türk milliyetçisi olarak savunulabilecek konumları, yok ezen ulustan bir insan olarak dayanışma, yok sosyalist olarak ezilenlerin tarihsel girişim ve tecrübelerini destekleme gibi gerekçelerle savunmak, aslında milliyetçi bir konumu milliyetçi görünmeyen gerekçelerle savunmak olabilir ve dolayısıyla ezilenlerin bilincini karartabilir; onlara yanlış hayaller yayar. Elbet bu gerekçeler de varlıklarını sürdürmektedir ama bu gerekçelerle destekleyen her sosyalist, bunun aslında nesnel sonuçları itibariyle akıllı bir Türk milliyetçiliğinin hedefleriyle çakıştığını gizlememeli ve ezilenlerin bilincini karartmamalıdır. Aslında Kürt hareketini destekleyen Türk solunun yaptığı tam da bu türden bir karartmaydı. Kürt ulusal hareketinin başarısı halinde bile, nesnel sonuçlarının Türk ulusunun işine yarayacağını, Kürt ulusal hareketini destekleyişlerinin tamamen Türk milliyetçisi gerekçelerle de yapılabileceğini görmek istemiyorlardı. Kürt hareketi bunu görüp, eşyayı adıyla çağırınca, bunlar kendilerini birden boşlukta buldular. Böylece, yazımızın başında sözünü ettiğimiz çelişki, daha derin bir boyut kazanmaktadır. Bir yandan, bir sosyalist olarak ulusal olanla politik olan arasındaki her türlü bağın koparılmasının insanlığın önündeki en acil hedef olduğunu savunmak durumundasınız. Yani milliyetçiliğin nasıl tanımlanırsa tanımlansın her biçimine karşısınız. Diğer yandan, ezilen bir ulusun hareketine, gerek egemen ulustan olduğunuzdan; gerek ezilenlerin tarihsel girişim ve deneyi olması nedeniyle verdiğiniz destek fiilen akıllı bir Türk milliyetçiliğinin desteklenmesi; hukuki bir tanıma dayanan milliyetçiliğin desteklenmesi olmaktadır. Siz bunu bütünüyle, başka bir gerekçeyle yapsanız ve gerek genel olarak milliyetçiliğin, gerek özel olarak Türk milliyetçiliğinin en büyük düşmanı olsanız da, Kürt ulusal hareketine desteğinizin ardında en küçük bir milliyetçi motif bulunmasa da fiilen Türk milliyetçiliğine hizmet edersiniz. Bu çelişki, en aşırı noktasına ve mantık sonuçlarına götürülerek aşılabilir bir sosyalist olarak. Kürt ulusal hareketini desteklemeye yönelik bütün yazılar, akıllı ve uzun vadeli düşünen bir Türk milliyetçisi açısından yazılabilir, ki bu aynı zamanda akıllı bir Kürt milliyetçiliği de demektir. Ama bu aynı zamanda, Kürt ulusal hareketine sosyalist ve devrimci gerekçelerle destek verenlerin, nesnel sonuçları bakımından aslında bilinçsiz Türk milliyetçisi olduklarını gösterir ve onların zımni bir eleştirisi de olur. Diğer yandan böylesine ideal ve akıllı bir milliyetçilik, bize sosyalist programımızı koyabilmek ve onu açıklayabilmek için en mükemmel olanağı sağlar. Yani kendimize akıllı bir düşman yaratmış oluruz. Akıllı bir düşman ise, akılsız dostlara yeğdir. Akıllı düşman, bize ezilenlerin siyasi eğitimi bakımından da daha büyük bir olanak sağlar.


15 Bu olanak şöyle açıklanabilir. Fiziki savaşla, fikir savaşı arasında kökten bir fark vardır. Fiziki savaşta, güçlerin en irisini, düşmanın en zayıf yerine yığmak gerekir. Fikir savaşında ise, karşı tarafı mat etmek değil de, ezilenlerin geri yanlarını okşamak değil de, onları geliştirmek isteyen karşı fikrin en mükemmel, en güçlü temsilcilerine yığmalıdır eleştirisini. Bir görüşü toyca savunup rezil edenleri değil, onu en rafine biçimde, en akıllıca ve ustaca savunanları eleştirmelidir. Eğer yoksa böyle bir savunucusu eleştirilecek görüşün onu yaratmalıdır ve öyle eleştirmelidir. Ancak bu tarz ezilenlerin gelişimine hizmet edebilir. Evet, gereğinde eleştireceğimiz görüşün en akıllı savunucusunu yaratmak gerekiyor. Bu biraz insanın kendine karşı satranç oynaması gibidir. Stefan Zweig'ın "Schachnovelle"diye bir romanı vardır. (Sanırım Türkçeye "Bir Satranç Öyküsü" ya da "Satranç" adıyla çevrilmişti.) Bu romanında, Zweig, atıldığı bir tecrit ortamında kendine karşı bir siyah bir de beyaz olarak satranç oynayan ama bu çelişki altında dayanılmaz ruhsal bir bölünmeye uğrayan birini anlatır. Evet, biz de bir tür satranç oynayacağız, bir siyah bir de beyaz olarak; bir Türk milliyetçisi olarak ve bir sosyalist olarak. Bazı yazılar bir Türk milliyetçisinin bazı yazılar bir sosyalistin bakış açısından yazılacak. Bizi buna zorlayan tecrit koşulları değil, çelişkinin varlığı bizi kendimize karşı satranç oynamaya zorluyor. O romanda sonuç olan, bizde neden ve hareket noktası. Kendine karşı satranç, orada parçalanmaya yol açarken, bizde bu parçalanmayı aşmanın bir aracı. Hareket noktasındaki bu parçalanmayı yaratan çelişkileri ise tarihin izlediği yol dayatıyor. İnsanlığın çıkmazını pekiştiren koşullar Kürtlere ve Türklere geçici olanaklar sunuyor. Demir Küçükaydın 18.11.1999 13:42:13 (Bu yazı Özgür Politika’nın 29.11.1999 Tarihli sayısında yayınlandı.)


16

Büyük Uygarlıklar ve Orta Doğu ve Milliyetçilik (Bir Türk Milliyetçisi Olarak 01) Kapitalizm öncesi dört büyük uygarlık merkezi vardır. Çin, Hint, Akdeniz ve İran. İran bir bakıma bu uygarlıklar arası ticaret yollarının uygarlığıdır, onun içindir ki, bu ticaret yollarının destanı Bin Bir Gece Masalları İran'ın damgasını taşır. Bu uygarlıklara baktığımızda şöyle bir manzarayla karşılaşırız. İran esas olarak bir kara uygarlığıdır. Çin ve Hint uygarlığına bakıldığında şu görülür: kocaman bir kara kitlesinin etrafında deniz. Ayrıca bu kocaman kara kitlesi, Çin'de Gobi Çölü ve Çin Settiyle; Hindistan'da Himalaya dağlarıyla korunma ve tecrit içindedirler. Orta Doğu ya da Akdeniz uygarlığına baktığımızda ise durum tam tersinedir. Ortada kocaman bir su kitlesi vardır. Etrafındaki karalar bir dantel gibi bu su kitlesini sarmalar. Karaların etrafında ise, ne insan yapısı ne de doğal aşılamayacak hiç bir engel yoktur. Su sürtünme azlığı nedeniyle, büyük ve uzak ticaretin en iyi ortamıdır. Suyun Akdeniz uygarlığının merkezinde olması, onun daha kıvrak ve canlı olmasına, dolayısıyla, Çin ve Hint uygarlıklarından farklı olarak bütün tek tanrılı dinlere ve yüksek düzeyde kavramsal soyut düşünmeye yol açmıştır. Çin ve Hint uygarlıkları ise, bütün göz alıcı başarılarına rağmen, hiç bir zaman bu düzeyi tutturamamışlardır. Onların yaptıkları keşifler bile (sıfır, pusula, barut, matbaa vs.) ancak Akdeniz uygarlığı tarafından tanındığında yeni atılımlara yol açmıştır. Ama Akdeniz uygarlığına dinamizmini veren, sadece diğerlerinin bir kara uygarlığı olmasına karşılık bir su uygarlığı olması değildir. Onun korunmasızlığı da esnekliğinin ve dinamizminin bir diğer nedenidir. Tarih boyunca, Orta Doğu ve Akdeniz, kavimler için bir yolgeçen hanı gibidir. Çin ve Hint ise binlerce yılda sadece bir kaç kere, o da derine işlemeyen, yüzeysel kalan akınlara sahne olmuştur. Bunun sonucu, bu iki uygarlık da adeta taşlaşma, yaşayan fosil olma eğilimi göstermişler, bu taşlaşma en açık kastlaşma eğiliminde ve kast sisteminde görülür. Tecrit durumunun nasıl bir taşlaşmaya; yaşayan fosil olmaya yol açtığı Avustralya ve diğer kıtalardaki canlıların evrimleri örneğinde daha iyi anlaşılabilir. Avustralya'nın eski dünya karalar topluluğundan kopuşu, onda canlıların keseli memeliler gibi bir geçiş tipinde takılıp kalmasına yol açmıştır. Avustralya bu nedenle, bir yaşayan fosiller kıtası olagelmiştir. Buna karşılık, eski dünya karalar topluluğunda evrim dallanıp budaklanarak sürmeye devam etmiştir. Bir paralellik kurulabilirse, Çin ve Hint Avustralya'ya, Akdeniz de Eski Dünya Karalar topluluğuna benzer. Ancak Akdeniz ile Çin ve Hint'i ayıran sadece su ve kara uygarlıkları olmaları; sadece kavimlerin akınlarına ve etkilerine karşı açık olmaları değildir. Aynı zamanda Akdeniz uygarlığı bir hayvansal, buna karşılık Çin ve Hint birer bitkisel uygarlıktırlar da. Ya da Çin ve Hint pirinç, Akdeniz buğday uygarlığıdır. Hint ve Çin tarihin belli bir döneminde, pirincin daha sık ve daha çok üretim yöntemini bulunca; bu keşiften sonra da nüfus belli bir kritik kütleyi aştıktan sonra, aynı alanda hayvansal üretimin dolayımı ile o miktarda yiyecek elde


17 edilemeyeceğinden, dönüşsüz bir yola girmişlerdir ve bitkiye bağımlılıkları artmıştır. Pirinç büyük nüfusları olanaklı kılmıştır (Çin ve Hindistan'ın birer milyarlık nüfuslarının nedeni budur) ve büyük nüfuslar ise pirince bağımlılığı pekiştirmiştir. Tıpkı bugün insanlığın, sanayi ve monokültür aracılığıyla girdiği bağımlılık gibidir bu artık geri dönüşü olanaksızdır. Orta doğu ve Akdeniz'de ise, her hangi bir bitkiyle bu tür bir bağımlılık ilişkisi gelişmemiştir. Onun doğal koşulları buna olanak vermemiştir. Dolayısıyla, Orta Doğu ve Akdeniz'de, Çin ve Hindistan'daki gibi büyük ve yoğun nüfuslar görülmez. Hayvansal gıdaların bitkisel gıdalar kadar yeri vardır. Zaten bu nedenle Doğu Akdeniz uygarlığının mirasçısı Bizans-Osmanlı mutfağı (şimdi Türk mutfağı denen) dünyanın en zengin mutfağıdır. Bu tarihsel arka plan, bu uygarlıkların modern kapitalizmle karşı karşıya geldiklerinde gösterdikleri refleksleri ve tepkileri belirlemiştir. Bugün şöyle bir dünya haritası alıp baktığımızda şunu görürüz. Çin uygarlığının klasik alanında bugün Çin devleti var. Eski uygarlığın sınırları ile Çin devletinin sınırları aşağı yukarı özdeştir. Hint'te ise üç ülke var. Ayrılığı belirleyen İslamdır. Yani son kavimler göçünün, Türk-Moğol istilasının etkilediği yerler. Akdeniz ve Orta Doğuya bakınca, yığınla devlet ve ulus görülür. Çin aslında koca bir kıtadır. Bizlerin kabaca Çinli dediklerimiz, hiç de kültür ve dilce, diyelim ki Orta doğudakilerden daha da az farklı değildir. Orada ulusçuluğun birçok ulus oluşumuna yol açmamasının nedeni, Çin'de kullanılan işaret yazısının, sesle birbirini anlayamayan bütün lehçe ve dillerce anlaşılabilmesi olsa gerektir. Son araştırmaların gösterdiği gibi ulusların oluşumunda yazının ve iletişim araçlarının muazzam bir önemi vardır. Çin işaret yazısı, Çin uygarlığının Akdeniz’e göre daha geri yazı sistemi, bir bakıma onun gücü olmuş ve Çin'de bir çok uluslar yerine bir tek Çin ulusunu olanaklı kılmıştır. Binlerce yıllık uygarlık, sınırları içindeki bu işaret yazısıyla bu günkü "Çin Ulusu"nun sınırlarını da belirlemiştir. Hindistan da koca bir kıtadır. Orada da birbirinden farklı birçok dil ve halk bulunmaktadır. Ama farklı halklar aynı zamanda farklı kastlar da olduklarından, bir "Hint Ulusu" içinde tutulabilmişlerdir. Böylece bu klasik uygarlıklar modern uygarlığa, Burjuvazinin ulus devletler uygarlığına klasik sınırları çerçevesinde modern devletlere dönüşerek geçebilmişlerdir. Akdeniz uygarlığı ise, modern uygarlığın biçimi olan ulusçuluğa diğer uygarlıkların aksine hiç direnememiş ve bir bütün olarak geçememiştir. Bu uygarlığın son devleti olan Osmanlı İmparatorluğu ulusçuluk tarafından bitirilmiş ve toprakları üzerinde yığınla ulus çıkmıştır. Bu direnme yeteneksizliğinin nedeni, aslında onu diğer Antik uygarlıklar karşısında üstün kılan nitelikleridir. Yani, Akdeniz uygarlığı bir yolgeçen hanı olduğundan, onlarca kavim oralardan geçip gittiğinden ve yerleştiğinden birbirinden son derece farklı halkların bir arada bulunmalarına yol açmıştır. Bu halklar, sürekli yeni kavimlerin gelmesi ve alt üstlükler nedeniyle hiç bir zaman Hindistan'da olduğu türden bir kastlaşma olanağı da bulamamışlardır. Çin'in işaret yazısından daha gelişmiş sese dayanan alfabeler ise her halka, Çin'dekinden farklı olarak ayrı bir ulus oluşturma olanağı sunmuştur.


18 Denebilir ki, Akdeniz uygarlığının diğer uygarlıklar karşısındaki üstünlükleri, onun ulusçuluk karşısındaki güçsüzlüğünün nedeni olmuştur. Kastlaşmaya olanak tanımayan kavimlerin peş peşe akınları; işaret yazısı yerine gelişmiş bir ses yazısı nedeniyledir ki, eski Akdeniz - Orta Doğu uygarlığının toprakları üzerinde Çin'de olduğu gibi bir ya da Hindistan'da olduğu gibi bir ya da bir kaç değil, onlarca ulus devletin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Klasik ulusçuluk, esas olarak ulusu, dile göre belirler ve oluşturmaya çalışır. Her ulusun bir dili ve bir devleti olmalıydı. Bu nedenledir ki, ayrı bir dil demek ayrı bir ulus dolayısıyla ayrı bir devlet demektir klasik ulusçuluğun gözünde. Ulusçuluğun bu biçimi, ayrı dil; kültür ve etnileri zorla ya da başka yollarla yok etmeye çalıştı. Yok edemeyip varlığını kabul ettiğinde de, onu daima, vücuttaki yabancı bir cisim; birlikte yaşanmak zorunda olunan bir hastalık olarak gördü. Ne var ki, ulusçuluğun bu klasik biçimi, artık bu günkü dünyanın ihtiyaçlarına bir cevap vermiyor. Bir yandan farklı ulusların bir araya gelerek birçok ulustan oluşan yeni uluslar kurmaları (Avrupa Topluluğu); diğer yandan muazzam işgücü göçlerinin yarattığı yeni azınlıklar ve nihayet dünya ticaretinin hızlı büyümesi ve globalleşme, yepyeni bir ulusçuluk anlayışını giderek dayatıyor. Yeni ulusçuluk, ulusu, hukuki bir tanıma indirgeyip, dil, kültür ve etniyi politik alının dışına atıyor. Bilgisayar, iletişim alanlarındaki teknik gelişmeler de bunu hem gerekli hem de mümkün kılıyor. Böyle bir ulusçuluğa Akdeniz uygarlığının, sadece yukarıdaki nedenlerle değil, Akdeniz Uygarlığı topraklarında birbiri içine geçmiş halk, dil ve kültürlerin barış içinde yaşayabilmeleri ve ama sadece bunu için değil, çıkmaz sokağa dönmüş ve ekonomilerini inmelendiren hudutları nedeniyle de gereksinimi var. Ulusçuluğun bu yeni biçimi, klasik ulusçuluğun gadrine uğrayarak darmadağın olan Orta Doğu – Akdeniz uygarlığının yeniden toparlanmasına, birbirine binlerce yıllık ortak yaşamlarının gelenekleriyle ve alışkanlıklarıyla bağlı bu halkların tekrar bir arada barış içinde yaşamalarına olanak sunmaktadır. Akdeniz uygarlığının, klasik ulusçuluk anlayışıyla, güçsüzlüğüne yol açan çok ulusluluğu, tekrar onun gücü haline gelebilir. Bunun için ise bu adımı atacak cesaret ve vizyon gerekiyor. Akdeniz-Orta Doğu uygarlığının klasik alanlarında kim bu adımı atarsa, oradaki halkların barışçı bir birliğinin; refahının yolunu açar ve geleceğe damgasını vurur. Bu adımı ilk atan, böyle bir vizyonu ilk geliştiren ve programlaştıran da Abdullah Öcalan ve Kürt ulusal hareketi oldu. Kürt ulusal hareketi geç doğdu. Muazzam dinamizmine rağmen, gücü yetmediği, dünya dengeleri olanak vermediği için ağır darbeler yedi. En ağır darbeleri yediği ortamda, koşullar ona artık kaçacak yerin yok haydi atla dediğinde, geç doğuşu ve dinamizminden güç alarak, milliyetçiliğin klasik biçimini aştı ve Orta Doğu-Akdeniz uygarlığındaki topraklar üzerinde milliyetçiliğin yeni biçimini hedefleyen ilk hareket oldu. "Gelin vatandaşlığı anayasal olarak tanımlayalım, bir hukuki tanıma indirelim, kültür ve dili politik alanın dışına taşıyalım. İktisadi ve günlük ilişkilerde resmen Türkçe olması da bir sorun oluşturmaz, gelin yepyeni bir


19 ulus tanımına göre yeni bir ulus kuralım" diyor. Bu her Türk'ün ve modern, gerçek Türk milliyetçisinin de imzasını atması gereken bir projedir. Türk milliyetçiliği yirminci yüzyılın başında, Ermeni ve Rum burjuvazisine karşı liman şehirlerinde palazlanmış Yahudi burjuvazisinin kendisine dayanacağı bir ulus bulma ve yaratma ihtiyacının; Alman emperyalizminin Rusya'yı Güney'den kuşatıp Hint yoluna ulaşma stratejisinin ve Osmanlı devlet sınıflarının, Ulusal ayaklanmalar tarafından kemirilen devleti ve kendi zümre egemenliklerini yaşatma içgüdüsü için bir arayışın ürünü olarak ortaya çıktı. Ve aşırı bir Türk, Kan ve Orta Asya vurgusuyla dolu oldu. Kendi gerçekliği ve tarihine küstü. Türk milliyetçiliği de, bu aşamayı yapmak, modern, bugünkü dünyanın ihtiyaçlarına uygun bir milliyetçiliğe ulaşmak zorundadır. Bunu yapabildiği takdirde, hem Türklerin, hem bölgedeki diğer halkların kaderi değişir. Türk milliyetçiliği bunu yapamadığı ve Kürt ulusal hareketinin uzattığı eli tutamadığı takdirde ise, bölge daha çok acılar içinde kıvranacak demektir. Dünya tarihindeki on yıl önce meydana gelen dramatik gelişmeler böyle bir anlayışı ve vizyonu sadece gerekli değil, aynı zamanda mümkün de kılmaktadır. Bunu da gelecek yazıda ele alalım. Demir Küçükaydın demir@gmx.li 19.11.1999 13:25 (Bu yazı Özgür Politika’nın 6.12.1999 tarihli sayısında yayınlandı.)


20

Rusya ve Türkiye (Bir Türk Milliyetçisi Olarak 02) Eğer Türk milliyetçiliği kendini yenileyebilir; Kürtlerin yaptığı gibi bir aşamayı yapabilir; onların uzattığı eli tutabilir ve ulusu hukuki bir kavram olarak tanımlayıp dil ve kültür farklılıklarını politik bir anlamdan soyutlayabilirse, Akdeniz uygarlığının klasik bölgesi olan, Bizans - Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan halkların huzur ve refahının kapısına açabilir. Bölgedeki bölünme ve boğazlaşmalara son verebilir. Tarih bunun gerçekleşebilmesi için çok elverişli koşulları bir araya getirmiş bulunuyor. Bir dünya haritasını alıp Avrupa'nın doğusuna bakan orada Avrupa'nın en büyük iki ülkesini görür: Rusya ve Türkiye. Her iki ülkenin de esas gövdesi Asya'dadır ve Avrupa'da daha küçük ama daha etkili ve zengin bölümleri vardır. Her iki ülke de, bir bakıma yüzlerini Avrupa'ya dönük gibidirler. Bu iki ülke, en azından üç yüz yıldır birbirleriyle savaş ve rekabet içinde bulunmaktadırlar. İkisi de Bizans'ın güçlü kültürel etkilerini taşıyan bu iki ülke arasındaki rekabette, üç yüz yıl boyunca gelişen ve büyüyen ve stratejik inisiyatifi elinde bulunduran Rusya oldu; Osmanlı hep geriledi. Şimdi üç yüz yıllık bu eğilimin tersine dönmesi söz konusu. Bu da Türkiye'nin önüne eşine az rastlanır bir olanak olarak çıkıyor. Türkiye'nin bu tarihsel olanağı kullanıp kullanamayacağını ise önümüzdeki dönemdeki gelişmeler belirleyecek. Osmanlı bir bakıma, haçlı seferlerinin açtığı ve canlandırdığı Akdeniz ticaretinin çocuğu oldu. Rusya da, bir bakıma, Viking akınları sonunda ortaya çıkan ve daha sonra modern ticaret kapitalizminin doğuşuna kadar etkileri görülen Kuzey Avrupa ama özellikle Baltık denizindeki ticari canlanmanın çocuğu oldu. Osmanlı'nın Batıya ilerleyişinin durduğu ve klasik Doğu Roma topraklarının sınırlarına ulaştığı noktada, yani Osmanlı dinamizmini yitirip ölüm dönemine girdiğinde Rusya genç bir devlet olarak doğmuş bulunuyordu. Bu koşullarda, Batıya doğru ilerlemesi mümkün olmayan Rusya, Güneye ve Doğuya doğru yayıldı. Güneyde Osmanlı vardı. Osmanlı'nın en ileri bölgesi olan Balkanlarda çeşitli Hıristiyan halklar. Rusya'nın güneye baskısı ve bu halkların modern burjuva devletler, ulusal devletler kurma çabaları; çoğu kez ortak Slav köken ile de birleşerek Osmanlı'yı yüz yıllar boyunca bugünkü Türkiye'nin sınırlarına varıncaya kadar geriletti. Doğuda ise, çoğu Türk dil ailesinden gelen ve Müslüman halklar bulunuyordu ama bu halklar henüz göçebe ya da avcılıkla geçiniyorlardı ve ulusçuluk henüz bunlar için çok uzaktı. Bu nedenle, Rusya'nın bu yayılışı karşısında bir ciddi direniş gösteremediler ve gösterdiklerinde ise bir başarı şansları olmadı, Osmanlı'nın desteğine rağmen (Özellikle Kafkasya'da). Ulusçuluk, Osmanlı'yı bitirdi ve geçen dönem boyunca, Rusya'ya yaradı. Rusya'nın egemenliği altındaki ulusların henüz ulusçuluğu keşfetmemiş bir toplumsal düzeyde olmaları; Ekim devriminin kısa baharından sonra tekrar egemen olan Rus bürokrasisinin, egemenliğini bu halklar üzerinde sürdürmesini mümkün kıldı. Diğer yandan, İkinci Savaş sonrasında, bir


21 yandan Kızıl Ordu'nun Alman faşizmine karşı bir kurtarıcı olarak gelişi; diğer yandan soğuk savaş dengeleri nedeniyle, Balkan ulusları da, diğer Doğu Avrupa ulusları gibi, Rusya'nın etki alanına girdi. Böylece Rusya'nın yayılışı bir başka biçimde daha sürmüş oldu. Ancak bu sürüş, aslında tarihsel bakımdan, yirminci yüzyıla ait gelişmeleri geciktirmekten başka bir işe yaramadı. Osmanlı'nın egemenliğinden uluslar, yüzyılın başında kurtulmuştu. Avrupa'nın sömürgeleri de ikinci dünya savaşı sonrası dönemde. Rusya'da ise, tüm bu gelişmeler bir bakıma durdu. Simdi tarih birikmiş hesabını görüyor. Bu gelişmeler son on yılda ortaya çıkmaya başladı. Doğu Avrupa ve Balkanlar tekrar bağımsızlıklarını kazandılar. Yüzyılın başında girdikleri ve ikinci dünya savaşından sonra kesintiye uğramış yola tekrar geri döndüler. Afrika ve Asya'nın sömürgelerine benzeyen Kafkas ve Orta Asya ulusları ise, tıpkı savaş sonrasının Sömürge ayaklanmalarının benzerine girmiş bulunuyorlar. Aslında, ikinci dünya savaşı sonrasının dünyasına ait bir gelişmenin gecikmiş bir versiyonu şimdi eski Sovyet topraklarında yaşanıyor. Nasıl İngiliz ve Fransız emperyalizmleri bu sömürge ayaklanmaları ve bağımsızlıkları engelleyemedilerse, benzeri önümüzdeki dönemde, Kafkaslar, Orta Asya ve Rus Federasyonu topraklarında gerçekleşecektir. Hasılı geçen yüzyılda Osmanlı'nın gerilemesine, Rusya'nın ilerlemesine yol açan koşullar şimdi tersine dönmüş bulunuyor. Geçen Yüz yılda çoğu Slav kökenli ve Hıristiyan halkların ulusal hareketleri Osmanlı'yı sarsar ve onlar Rusya'da bir müttefik bulurlar iken, şimdi, çoğu Türk dil ailesinden ve Müslüman, Kafkasya ve Orta Asya halklarının bağımsızlıkçı eğilimleri Rusya'yı sıkıştıracak ve Türkiye'de ve İran'da bir müttefik bulacaktır. Durum çoğu Slav kökenli balkan ulusları açısından da Türkiye için elverişlidir. Bu halklar Osmanlı'ya karşı savaşlarında her ne kadar Rusya veya Pan Slavizmle flört ettilerse de, bağımsızlıklarını kazandıklarında, Rusya'ya değil, Batı Avrupa'ya yöneldiler. Buna Rosa Lüksemburg da başka bir bağlamda dikkati çekmişti. Sadece İkinci dünya savaşı sonrası dönem, bu gidişe bir ara verdi. Şimdi, tekrar bu eğilim güç kazanmış, bu ulusların hepsi, Avrupa'ya katılmak için kuyruğa girmiş bulunuyor. Bir an önce Rusya ile olan bütün bağlarını en aza indirmeye çalışıyorlar. Bu da bunları ister istemez Türkiye ile bir çıkar ortaklığına itiyor. Gerek Kafkaslar, gerek Balkanlar bir uluslar mozaiğidir. Klasik ulusçuluk, burada sadece katliamlara yol açabilir, bu yüzyılın başında Balkanlar ve Anadolu'da görüldüğü türden. Zaten Kafkaslar ve Balkanlara bakınca, Tarihin sanki kaldığı yerden devam ettiği duygusu ortalığı kaplıyor. Buralarda klasik ulusçuluğun sunabileceği bir perspektif bulunmamaktadır. Bunlar şimdi, bu olumsuzluğu Avrupa üyeliği aracılığıyla aşmayı deneyeceklerdir, ancak eski doğu Roma topraklarını, Avrupa, içine almaktan ise kapısında süründürmeyi yeğleyecektir. Bir yandan onları, Rusya'ya karşı kendi etki alanına almak dolayısıyla Rusya'dan kopuşlarını desteklemek ama diğer yandan da onlarını kapsında tutmak için elinden geleni yapacaktır. Sanılanın aksine, klasik uygarlıkların hudutları bugün bile bir şekilde etkisini sürdürmektedir. Bölünen Yugoslavya'da Avrupa topluluğuna alınan bölgelerin hududu Batı Romanın hududu gibidir. Bizans ve Osmanlı hududu ise Avrupa topluluğunun dışında kalanları belirler. Bu durumda o karmaşık Balkanlar, ulusçuluğun acıları altında çok daha inleyecek demektir.


22 Türkiye, Kafkas ve Balkanlara bir örnek ve çıkış yolu sunabilir. Bunun için yapılması gereken ilk iş, şu taşlaşmış, devlet bürokrasisine ve onun milliyetçilik anlayışına son vermektir. İşin ilginci, tarih Türkiye'ye bu olanağı altın bir tepsi içinde sunmuş bulunuyor. Tıpkı, Rus egemenliğindeki orta Asya ve Kafkasya uluslarının gecikmiş ayaklanmaları gibi, gecikmiş bir ulusal hareket olan Kürt Ulusal Hareketi, bugün herhangi bir ulusal hareketin gösteremeyeceği kendini yenileme yeteneği göstererek, ki bu yeteneğinde onun 1968'in havasından doğmasının payı büyüktür, kendi yenilenme gücünü ve dinamizmini Türkiye'ye aşılamaya çalışmaktadır. Türkiye, bu günün dünyasına uygun bir ulus tanımıyla, kültür, dil ve etniyi, politik bağlamından çıkarıp, bir parçalayıcı unsur değil, zenginlik olarak görebilir ve bu anlamda kendini yeniden tanımlayabilirse, hem bölgedeki bütün halklar için, bir barış ve refah örneği hem de onlar için bir çekim merkezi olur. Böyle bir form ayrıca, çoğu Türk dilleri ailesinden olan diğer Orta Asya ulusları için de, Klasik Türk ırkçılarının ve milliyetçilerinin kafatasçılığından ve İran'ın İslamlığından çok daha kabul edilebilir bir örnek sunar. Böylece Türkiye'nin etkisi, Balkanlar'dan Çin sınırına kadar artar. Barış ve iyi ilişkiler ise bütün bu bölgede, ticari bakımdan her biri bir çıkmaz sokağa benzeyen hudutların birer ticaret yolu olmalarının dolayısıyla da refahın ve toplumsal çatışmaların azalışının yolunu açar. Bunu başarmak için, Türk milliyetçiliği, özel savaşın da bir aracı olmuş, adeta savaş politikasını sürdürenlerin de ideolojisine dönüşmüş Türk milliyetçiliğiyle hesaplaşmak, onun bütün etkisini yok etmek, mezara göndermek zorundadır. Türkiye buna yapamaz ise, ne kendi eyler rahat ne aleme verir huzur. Bunu yapmanın ilk koşulu ise, bu toplumsal kesimlerin egemenliğine son vermektir. Bu ise ciddi toplumsal mücadeleler gerektirir. Demir Küçükaydın 22.11.1999 13:25 (Bu yazı Özgür Politika’nın 13.12.1999 tarihli sayısında yayınlandı.)


23

Türkiye ve İran (Bir Türk Milliyetçisi Olarak 03) İran, Akdeniz ile Çin ve Hint uygarlıklarına arasındaki orta yolun uygarlığıdır. Hep bir kara uygarlığı olarak kalmış; Akdeniz ve kıtasal Hint uygarlığı arasında bir geçiş tipi olagelmiştir. Türk – İran sınırı bir bakıma, Bizans – Sasani, Pers - Yunan sınırının devamıdır. İran orijinal bir uygarlık olarak, gerek Makedonyalı İskender'in istilasını hiç etkilenmeden; daha sonraki yine orijinal bir uygarlığa dayanan Arap istilasını ise, Müslüman olmasına rağmen Şiilik biçiminde Araplardan çok ayrı bir değer sistemiyle kendi karakteristiklerini koruyarak aşmıştır. Daha sonra kendini feth eden Oğuz ve Türk boylarını ise kolayca feth edip kendi uygarlığına adapte edebilmiştir. Bu durumda o Türk boylarının egemenlikleri ona sadece yeni gençlik aşıları anlamına geliyordu. Azeriler, fetih ettikleri İran uygarlığı tarafından fetih etilmiş ve uygarlaştırılmış Oğuzlardır. Bugün Anadolu Türklüğü dene şey de, fetih ettiği Bizans tarafından fetih edilmiş ve uygarlaştırılmış Oğuzlardır. Bizans'ın Oğuzları fethi, İran'dakinden farklı olarak, sadece kendi diniyle dinlendirememiş, diliyle dillendirememiş oluşunda yatar. Bunun nedeni de, Oğuz'ların Bizans'ı fetih etmeden önce, İran Üzerinden Batı'ya doğru akarken, onlara bir uygarlığın içinde örgütlenmeyi sağlayabilecek kavram ve kurumları sağlayan Müslümanlıkla zırhlanmalarıdır. Yoksa Kuzey yolundan (Karadeniz’in kuzeyinden), Müslüman olmadan gelen diğer Türk ve Oğuz kabileleri, Bizans tarafından kolayca özümlenebilmişlerdir. Orta Asya halkları Müslüman olmadan önce iki uygarlığın etkisi altındaydılar. Doğu'dakiler Çin uygarlığının, Batıdakiler İran uygarlığının. Yani Moğollar, Kazaklar, Uygurlar, Çin uygarlığının etkileri altındaydılar. Oğuzlar ve diğer halklar ise, İran uygarlığının. Dolayısıyla Orta Asya'nın batısındaki "Türkik" halklarda, daha İslamlık öncesinin bile güçlü bir İran etkisi vardır. Daha sonra, bu halkların Müslümanlığı kabul edişleri de, İran üzerinden olmuş, dolayısıyla İslam da doğrudan bir Arap uygarlığı etkisinden çok, İran uygarlığı tarafından özümlenip, değiştirilmiş bir İslam aracılığıyla olduğundan, Müslüman oluş ve sonrasında da İran uygarlığını etkileri var olup sürmeye devam etmiştir. Bu etki Selçuklularda çok açıktır. Ayrıca İran'da güçlü kökleri bulunan Rafızi ve Batıni tarikatlar, henüz aşiret dönemini yaşayan, şaman gelenekli bu Orta Asya halklarının İslamlığa geçişlerini kolaylaştıran bir biçim de sunmuştur. Denebilir ki, batıya doğru akan, İran aracılığıyla İslam'ı benimseyen bu Oğuz kabileleri, İran uygarlığındaki halk muhalefetinden kaynaklanan en ihtilalcı İslam tarikatlarının ideolojisiyle silahlanmışlardı. Osmanlı'yı kuran ve dinamizmini veren de zaten bu arka plandır. Bizans'ı "Horasan Erleri" denen Batıni "profesyonel devrimcilerin" fetih ettiği bile söylenebilir. Çoğu Hıristiyanlardan oluşan ve


24 binlerce yıllık bir uygarlığın temsilcileri olan halklar üzerinde, çok daha geri üretim ilişkilerinden gelen ve yaşayanlara dayanan bir Müslüman devletin kurulabilmesi böyle mümkün olabilmiştir. Bu bakımdan, Anadolu Türklüğünde, üstte görülen Bizans'ın etkilerinin altındaki tabakalarda İran uygarlığının güçlü etkileri hala yaşamaya devam eder. Bizans, topraklarında Oğuzlar tarafından kurulmuş birinci ve İkinci Osmanlı devletlerinin İran topraklarındaki karşılığı yine Oğuzlara dayanan Akkoyun, Karakoyun ve Safevi hanedanları sayılabilir. Her iki taraftaki, Oğuz egemenlikleri de, sonunda egemen oldukları uygarlıkların geleneksel sınırları ötesine yayılmaya kalkmanın bir sonuç vermeyeceğini görüp, dünyanın en eski ve istikrarlı sınırlarından biri olan şimdiki Türk-İran sınırında bir uzlaşmaya varmışlardır. Eski iki uygarlığa dayanan bu iki devlet, son bir kaç yüzyılda, Rusya'nın Kuzey'den gelen basıncı karşısında gerilemek zorunda kalmışlar; aralarındaki Şiilik Sünnilik biçiminde yansıyan ezeli rekabete rağmen, zaten bir uzlaşmaya dayanan tartışmasız sınırları olduğundan, Rusya karşısında daima belli bir yakınlaşma içinde olmuşlardır. Ne var ki, şimdi, Rusya'nın çöküşü ve gerilemesi, uzun yıllardır barış içinde yaşamış bu iki uygarlığın mirasçılarını, Rusya'dan kopan Kafkas ve Orta Asya ulusları üzerinde kimin etkisinin olacağı noktasında karşı karşıya getirmektedir. İran'ın coğrafi konumu, Tarih öncesine kadar dayanan Kültürel bağları; Şiiliğe dayanan ve ulusal bölünmelere karşı belli bir esneklik sağlayan İslamcılığı ona bir takım avantajlar sunmaktadır. Türkiye Coğrafi konum bakımından o kadar yakın değildir, ama Batı'ya yakındır, bu anlamda dezavantajı aynı zamanda bir avantajdır. Bu ülkeler gerek Kültürel, gerek ticari olarak Batıya yöneldikçe, bu onların Türkiye'ye yakınlaşmasına yol açar. Tarihöncesi bağlar, aynı dil ailesinden olmak biçiminde, Türkiye için de geçerlidir. Din bile aslında İran için bir Avantaj olamaz, çünkü bu halkların çoğu hem Sünni’dir hem de mistik ve Batıni tarikatların, özellikle dağlı uluslarda hala çok güçlü etkileri vardır. Laik bir sistem mistik tarikatlar için daima şeriattan daha kabul edilebilirdir. Türkiye'nin tek dezavantajı, bu gün dayandığı ideolojidir. İran, İslam ideolojisi modeliyle, her biri de ayrıca ulusçuluğun tehdidi altında bulunan bu halklar için daha esnek bir olanak sunmaktadır. Türkiye, Alman Emperyalizminden yadigâr, faşist ırkçı Türkçülükle bu halklarla bağ kurmaya kalkınca burnunun üzerine çakıldığını gördü. Bu ideoloji, sadece Orta Asya ve Balkanlarda bu halkların önüne bir engel olarak çıkmadı, bizzat Türkiye'yi bile Kürt inkârcılığı ve bastırma politikalarıyla iktisadi, siyasi kültürel ve sosyal bir çürüme ve tıkanmaya götürdü. Türkiye bu ilkel, ırkçı milliyetçiliği aşıp, dillerin ve kültürlerin çeşitliliğini bir kazanç gören ulusçuluğa ulaşabilirse, sadece Orta Asya ve Kafkaslardaki halklara bir örnek ve perspektif sunmakla kalmaz, düne kadar iç içe yaşadığı diğer Hıristiyan uluslardan komşularıyla da yeniden barışma olanağı bulabilir. Böyle bir rahatlamanın sağlayacağı barış ve ekonomik refah, Türkiye'nin Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya'da iktisadi, siyasi ve kültürel etkisinin artmasına yol açar. Türklerin bunu başarması için iki olağanüstü koşul bir araya gelmiş bulunuyor. Bir yandan ırkçı ve klasik Türk milliyetçiliği, bugünkü sistemin olduğu gibi devamını isteyenlerin, Kürt


25 varlığını inkâr edenlerin; bir barışta yok oluşlarını görenlerin ideolojisi olarak egemenliğini sürdürüyor ama bu hiç bir perspektif sunmuyor topluma bu savaş rantçılarından başka. Bu olağanüstü tecrit durumu, bu milliyetçilikten kurtulmak için, onun muazzam örgütlü gücüne ve terörüne rağmen bir umut kapısı açıyor. Diğer yandan, Türk toplumu kendini yenileyecek bir dinamizm gösterememesine rağmen, Kürt ulusal hareketi, bütün dinamizmiyle, bütün bölge halklarına barış ve refah perspektifi sağlayan yeni ulus anlayışıyla Türk toplumunun kendini yenileme yeteneksizliğini bir ölçüde gidererek yeni bir ufuk açıyor. Tarih, Rusya karşısında olduğu gibi, İran karşısında da, Bizans Osmanlı geleneğinin devamcısı Türkiye'yi, bölge halklarını çıkmazdan kurtarmak için, kendini yenilemeye, demokratik bir sistem kurmaya, Ulusçuluğun, dil ve kültürden soyutlanmış bir daha esnek biçimini geliştirmeye zorluyor. Bu günkü egemen ideoloji ve egemen güçler, bu olanağın önünde en büyük engeldirler. Bu fırsatı yakalayabilmek için ilk yapılacak iş, Barış isteyen, kendi varlıklarının, dillerinin ve kültürlerinin gelişmesini isteyen ve demokrasi isteyen; aslında bunların hepsi gerçek bir Türk milliyetçisinin de istekleri olması gereken; Kürt ulusal hareketin desteklemek; savaş rantçıları, kanun dışı çetelere, ırkçı milliyetçilere karşı Kürtlerle birlikte mücadele etmektir. Türkiye'nin bu yenilemeyi yaptığı takdirde nasıl bir gelişme ve etki potansiyeli olduğunu gören, İran, Rusya ve Avrupa, sözde ne derlerse desinler, fiilen böyle bir yenilenmenin karşısında olacaklardır. Bu rekabet İran ile Türkiye arasında muhtemelen ideolojik formlara da bürünecektir tıpkı bir zamanların Sünniliği ve Şiiliği gibi. İran'ın şeriata ve İslam’a dayanan üniversalizmi karşısında Türkiye kültürlerin ve dillerin çokluğuna dayanan bir ulusçuluğu çıkarabilir ve inisiyatifi eline geçirebilir. Aslında bu yönde güçlü bir tarihsel eğilim de vardır. Osmanlı'nın İslam’la ilişkisi de oldukça esnek bir ilişkiydi. Osmanlı hem Hanefilik gibi İslam’ın en esnek mezhebine dayanıyordu hem de Örfi hukuk aracılığıyla Şeri hukuku iyice bir kenara itmiş bulunuyordu. Daha sonraki laiklik denen resmi İslam yorumu da bir bakıma bu tarihsel eğilimin bir başka ifadesi sayılabilir. Anadolu'daki Hıristiyan halkların katli ve tasfiyesi bu tarihsel eğilimi büyük ölçüde törpülediyse ve kesintiye uğrattı ise de Aleviler ve şimdi de Kürt ulusal hareketi ve de Rusya'nın çöküşünün yarattığı olanaklar Türkiye'nin bu eski eğilimini tekrar egemen kılabilir. Demir Küçükaydın 17.12.1999 12:01:51 (Bu yazı Özgür Politika’nın 20.12.1999 tarihli sayısında yayınlandı.)


26

Avrupa ve Amerika (Bir Türk Milliyetçisi Olarak 04) Sovyet bürokrasisinin çöküşü, dünya kapitalizmi için hayal bile edemeyeceği olanakları yarattı. Daha Sovyetler yerli yerinde dururken, Çin'in pazar ekonomisine geçişini selamlayan tecrübeli İngiliz sermayesinin organı The Economist, bunun Rusya'da olmasının harika bir şey olacağını yazıyordu. İngiliz sermayesinin o zamanlar hayal bile etmeye cesaret edemediği, herkesi şaşkın eden bir hızla gerçekleşti. Bu, tıpkı geçen yüzyılda olduğu türden, sermayenin yayılması için bakir alanlar demekti; sermaye sanki yağmalayacağı yeni bir kıta keşfetmiş gibi oldu. Rus sermayesi henüz yaşadığı alt üstlüğün şokunu atlatabilmiş, belli bir istikrar kazanabilmiş değil. Yakın bir gelecekte bunu sağlayabileceğine dair bir emare de görülmüyor. Özellikle Avrupa ve Amerika, Rusya kendini toparlayamadan, Rusya'nın etki alanlarını olabildiğince sınırlamak için her girişimi birlikte sürdürüyorlar. Rusya her ne kadar ekonomik bir çöküş yaşıyorsa da, elindeki Atom silahları sayesinde, hala büyük bir tehdit edici güç. Bu nedenle Batı'nın Rusya'nın etkisini sınırlama girişimleri, onu fazla köşeye sıkıştırmadan, onu bir çılgınlığa itmeden, yavaş yavaş, adım adım olma özelliğini sürdürüyor. Bu işi "deliye taşı andırmadan" yürütmeye çalışıyorlar. Avrupa ve Amerika bir yandan Rus etkisini sınırlamak için iş birliği yaparlarken, diğer yandan da, kendi aralarında da, bu egemenliğin yerini kimin alacağı kavgası yürütüyorlar. Doğu Avrupa ve Baltık Avrupa'nın etki alanında, orada Amerika'nın bir sözü yok. Ama, Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya, bir yandan Rus etkisini sınırlamanın, diğer yandan o etkinin yerini kimin alacağının kavgasına sahne oluyor. Amerika muazzam askeri gücü ve teknolojisiyle kendi koşullarını dayatıp leşin aslan payını almaya kalkınca, Avrupa ister istemez, hala büyük bir atom gücü olan Rusya'ya el altından destek çıkıyor ya da ABD'ye karşı öne sürüyor. Bu en açık biçimde Kosova'da görüldü. Batılılar Rusya'nın ve onun etkisindeki Sırbistan'ın etkisini sınırlamak için ortaklaşa bir harekât koydular. Ancak Avrupa, Amerika'nın dayatmaları karşısında tekrar Rusya'yı oyunun içine çekmek ve bir denge oluşturmayı denemek zorunda kaldı. Yani burada çelişkili bir süreç görülmekte, bir yandan birlikte iş görüyorlar, diğer yandan birbirlerine karşı. Rusya'nın etkisine karşı batılıların savaşlarını sürdürdüğü Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya'da, bu güçler arasındaki rekabet, doğrudan değil, bölgedeki devletler ve güçler aracılığıyla da sürmektedir. Türkiye'nin son yıllarda iyice ABD'nin etki alanına girişi, buna denge olarak Avrupa'nın İran, hatta dolaylı olarak Irak ve Suriye'yi de desteklemesini getirmiştir. Buradaki bütün çatışmalar ve rekabetlerin ardında, aynı zamanda Avrupa ve Amerika çelişkileri de bulunmakta, bir rol oynamaktadır. Orta Doğu, Kafkasya, Balkanlar ve Orta Asya'daki bu rekabette, hem Rusya'dan boşalan yeri dolduracak hem de o bölgelerde taşeronu olabilecek güç olarak ABD Türkiye'yi (ve İsrail'i)


27 seçmiş bulunuyor. Avrupa'nın Rusya'yla girdiği flörtler, ABD'yi Avrupa'nın doğusundaki ikinci Büyük devlet olan Türkiye ile Stratejik bir ittifaka zorlamış bulunuyor. Bu tür konumlanışı zorlayan ve yaratan Avrupa'nın Atom gücü olmaması buna karşılık Rusya'nın bir Atom gücünün bulunuşudur. Avrupa Rusya ile kırıştırınca ABD de Türkiye ile ilişkisini güçlendirmek zorundadır etkisini koruyup geliştirebilmek için. Amerika Türkiye'ye oynayınca da, Avrupa Türkiye ile çelişkisi olan ülkelere. Böylece bütün bölgesel çatışmaların ardında bir şekilde Avrupa ve Amerika rekabeti bulunmaktadır. Türkiye'nin bu taşeron fonksiyonunu görebilmek ve bölgede Rusya'nın boşalttığı yeri doldurabilmek için, sadece askeri bakımdan güçlü olması yetmez, aynı zamanda, iktisadi, politik, kültürel, ideolojik bakımdan da güçlü olması gerekmektedir. Türkiye'nin bu güçlülüğü sağlayabilmesi için ise, kendi içinde güçlü reformlar yapması gerekmektedir. ABD bunu görmekte ve tavsiye etmektedir. Ama bu tür reformlar için Türkiye'ye doğrudan bir baskı yapıp ilişkilerini tehlikeye atacağını beklemek saçma olur. Ancak güçlü bir müttefik için de, el altından reformları desteklemek zorunluluğunu hissetmektedir. Ama bunu zorlayan en büyük etki Kürt hareketinin yaptığı muazzam stratejik dönüştür. Şimdiye kadar, Kürt hareketi bir bakıma, ABD egemenliğindeki Türkiye'ye karşı Avrupa'nın dengesi fonksiyonu görüyordu yine Avrupa'nın dengesi olan Suriye ve İran aracılığıyla. Kürt hareketi de, Türkiye'ye karşı bir baskı unsuru olarak Avrupa'yı kullanmaya çalışıyordu. ABD orta doğuda kesin düzenlemeler ve bunun için de Türkiye'yi yanına almak için, Öcalan'ı Türkiye'ye teslim kararı alınca, Avrupa ABD baskılarına hiç de fazla direnemedi. Ama sadece direnemedi değil, direnmek de istemedi, aynı şekilde, yine Avrupa'nın dengesi olan Rusya ve Yunanistan da direnmek istemedi. Öcalan ise, eski dünya dengelerine dayanarak Avrupa'ya gitmiş ve ABD'nin desteklediği Türkiye'ye karşı Avrupa'nın kendisini elde tutacağını hesaplamıştı. Öcalan'ın İtalya'daki bütün mesajları bu nokta üzerinde yoğunlaşıyordu. Ne var ki olaylar hiç de öyle gelişmedi. Avrupa ne kendisinin ne de dengelerinin (Rusya, Yunanistan) Öcalan'ı elde bulundurmalarını istemedi. Avrupalıların Öcalan'ı verişlerinin ardında, ABD baskısına direnemeyişlerinin ardında, ABD'nin dengesi olan Türkiye'yi zayıflatma, dolayısıyla ABD'nin bölgedeki etkisini azaltma hesabı yatıyordu. Avrupa, Kürt hareketinin bir başarısının Türkiye'nin demokratikleşmesi, dolayısıyla iktisadi, siyasi, ideolojik ve kültürel etkisinin artması; bunun da ister istemez stratejik müttefiki ABD'nin etkisinin artması anlamına geleceğini de biliyordu. ABD Öcalan'ın püskürtülmesi için baskı mı yapıyordu, "al öyleyse" demenin tam zamanıydı. "Bunu sen istedin George Dandin". Hem vicdanı rahat suçsuzu oynayabilir, hem de o koşullarda, bir ulus olarak bayrakları olan Öcalan'ın aşağılanmaları karşısında, tümüyle bir kopuşa giden Kürtleri daha yıllarca, ne onar ne öldürür bir şekilde Türkiye'ye karşı rahatlıkla kullanabilirdi. Özetle, Avrupa, ABD'nin baskısıyla Öcalan'ı Türkiye'ye vererek, ABD'yi kendi oyununa getirdiğini, dengesi olan Türkiye'de uzun yıllar sürecek bir Kürt Türk çatışmasına yol açacağını düşünüyordu.


28 Dünyada hiç bir önderin yaşamadığı bir bağlılığı yaşayan ve Kürtlerin bayrağı olmuş bir Öcalan'ın Türk devletince öldürülmesi veya asılması, kaçırılma sırasında da görüldüğü gibi, Türkiye'de hiç kapanmayacak bir çatışmanın yolunu ve uzun vadede Türkiye'nin Balkanlaşmasının yolunu açabilirdi. Öcalan'ın teslimi, ABD'nin dengesi olan Türkiye'yi zayıflatmak dolayısıyla ABD'nin stratejik hesaplarını bozmak için bir komploydu. Öcalan bir komplodan söz ederken yanılmamaktadır. Ayrıca, bu kadar kolaylıkla verilmesinin ardında, hareketin plebiyen nitelikleri kadar, başından beri hiç bir zaman Türk düşmanlığı yapmamış olması ve Türkiye'ye birlikte bir vizyon sunması da yatıyordu. Ceza suçun cinsindendir. Bu kritik noktada, Orta doğu politikalarında pişmiş olan Öcalan, hiç hesapta olmayan stratejik bir dönüş yaptı: mademki Avrupa ihanet etmişti, ona gereken ceza verilebilirdi. Kürt hareketini ABD'nin dengesi olan Türkiye'yi zayıflatmak isteyen Avrupa'nın dengesi olmaktan çıkartıp, Türklere, Orta Doğu'da demokratik bir cumhuriyet kurma projesiyle çıktı ve gerilla savaşını durdurdu. Bu Avrupa'nın bütün planlarını alt üst etti. Avrupa tam bir şok yaşadı ve kendini ihanete uğramış hissetti. Elbette, Kürt hareketinin kendi çıkmazları zaten böyle bir stratejik dönüşü gerektiriyordu. Gerilla savaşı, çoktandır mücadelenin gelişimine hizmet etmekten ziyade moral bir anlama sahipti. Türkiye karşısında bir askeri zafer olanağı yoktu. Şehirlerdeki Kürtler kazanılamıyordu vs.. Kürt hareketinin kendi ihtiyaçlarından gelen değişiklik dünya dengelerinin gerekleriyle de çakıştı. Üçüncü dünya ülkeleri üzerindeki nüfuz savaşında, uzun yıllardır Avrupa, Brandt raporlarında, Kuzey Güney diyaloglarında ifadesini bulan, daha demokrasiden, insan haklarından, reformlardan yana bir tarz tutturabilmişti. Bunun karşısında, ABD sadece diktatörleri, kontr gerillaları destekleyen bir pozisyondaydı. Tecrübeli Avrupa sermayesi, moral üstünlüğün değerini ABD'den çok daha iyi biliyordu. Bu politika aynen Türkiye'ye de yansıyordu. ABD Kürt ulusal hareketine karşı Türkiye'yi koşulsuz desteklerken, Avrupa hep, Kürtlerin hakları, insan hakları, demokrasi koşullarını getiriyordu. Ama Öcalan'ın yaptığı stratejik dönüşten sonra, eğer başarabilir, kısa vadede inkarcı ve savaşçı güçlerin tecridine yol açabilirse, Türkiye'nin demokratikleşmesinden, Kürt sorununu çözmesinden dolayısıyla iktisadi ve politik gücünün artmasından, Türkiye Bölgede Rusya ve Avrupa'ya karşı ABD'nin dengesi olduğu için, ABD çıkarlıdır. Buna karşılık, Avrupa, ABD'nin dengesi olan Türkiye'nin zayıflaması ve güçsüzleşmesinden çıkarlıdır. Bu nedenle de, Avrupa, Türkiye'ye karşı örneğin silahlı bir Kürt hareketini her zamankinden daha fazla desteklemeye teşnedir. Gerillanın bitip bir barış yapılması Avrupa'nın işine gelmez. Zaten PKK'nın ve Öcalan'ın barış taarruzunu Avrupa'nın adeta görmezden gelmesi ve adeta PKK ve Öcalan'ı ihanetle suçlaması, PKK üzerindeki baskıların arttırılması; PKK'ya muhalif Kürtlerin daha büyük bir güçle desteklenmesi vs. Avrupa'nın işine gelmediğinin çeşitli göstergeleridir.


29 İşte, ABD başkanının demokrasiye ve Kürt sorununun çözümüne diplomatik nezaketin sınırlarını zorlarca bu kadar vurgu yapmasının ardında, bütün bu gelişmeler ve dengelerdeki değişmeler yatmaktadır. Yoksa ABD için, demokratik ya da anti demokratik olmasının fazla bir önemi yoktur Türkiye'nin. O stratejik ayağını demokrasi diyerek kırmak ve uzaklaştırmak istemez. Bu kadar yüksek tonla, Kürt'lerden, insan haklarından söz edebilmelerinin ardında, Kürt hareketinin yaptığı stratejik değişikliğin sunduğu olanaklar yatmaktadır. Öcalan'ın yeni stratejisi ve bunun ortaya çıkardığı olanaklar; Avrupa'nın hesaplarının tutmaması ve ilk partiyi kaybetmesi, bu sefer Türkiye'nin tümden kontrolden çıkması olasılığı nedeniyle Avrupa'yı ABD'nin de baskısıyla, Türkiye'yi adaylar kuyruğuna almaya zorladı. Politikada her şey her an zıddına döner. Kürtlerin ve diğer azınlıkların haklarını tanıyan, demokratik reformlar yapmış bir Türkiye, sadece Kürtlerin, Türklerin değil Avrupa'nın Rusya ve İran'la yakınlaşmaları karşısında, jeopolitik olarak Türkiye ile stratejik ittifaka zorlanan ABD'nin çıkarlarına da uygundur. Bu gün farklı çıkarlar bu noktada çakışmıştır. Bu günkü dünya dengeleri demokratik bir Türkiye'yi sadece gerekli değil, mümkün de kılıyor. Elbette Türkiye'nin demokratikleşmesi için kimsenin elini ateşe sokacağı sanılmamalıdır. Sonucu Türkiye'deki mücadeleler belirleyecektir. Ama Demokratik bir Türkiye, ABD için hoş gelmiş safa gelmiştir. Bu bölgede sadece askeri değil, politik, ideolojik, kültürel ve ekonomik bir hegemonya da demektir. Bu adım atıldığı takdirde, Akdeniz Ortadoğu uygarlığının, yani Bizans ve Osmanlı'nın toprakları üzerinde, Rusya'nın yerini dolduran, Çin veya Hint benzeri büyük bir ekonomik güç ortaya çıkar. Bunun tarihsel ve kültürel imkânlarını önceki yazılarda ele almıştık. Özetle, bölgenin bir modern Fatih'e ihtiyacı var. Fatih aslında büyük bir reformatördü ve yaptığı reformlar Osmanlı'yı bir beylik olmaktan çıkarıp koca bir imparatorluğa dönüştürmüştü. Dinlerin dünyasında, diğer dinlere belli bir serbesti tanıyarak, ekonomide de bozulmuş dirlik düzenini yeniden canlandıran bir toprak reformu yaparak, belli bir barış ve refah sağlamıştı. Bu günün ulusların dünyasında, uluslara aynı esneklikle yaklaşacak bir "Fatih" gerekiyor. Bu "Fatih"in atması gereken ilk adımların neler olduğu ise Öcalan'ın ifade ve savunmalarında ifade ediliyor. Anayasal bir vatandaşlık temelinde, tüm kültür ve dillere özgürlük; demokratik haklar; mahalli idarelere daha büyük bir otonomi. Bu adımlar atılabilirse ilerde hangi adımların atılacağına daha sağlıklı karar verilebilecek koşullar da ortaya çıkar. Demir Küçükaydın 24 Aralık 1999 Cuma (Bu yazı Özgür Politika’nın 27.12.2009 tarihli sayısında yayınlandı.)


30

Tahterevalli (Bir Türk milliyetçisi olarak 05) Türkiye'deki sistem, Batı Anadolu ve büyük şehirlerin altmışlı ve yetmişli yıllarda dinamizmini yaşayan modern işçi sınıfının ve şehir orta sınıflarının ve Anadolu'daki Alevilerin sol eğilimlerine karşı; yüzyılın başında Hıristiyan Rum ve Ermeni kapitalizminin katliam ve sürgünlerle tasfiyesiyle, onun yerine geçen kasaba tefeci bezirganlığına, ağalara ve aşiret reislerine dayandı. Bir bakıma Batı'ya ve büyük şehirlere karşı; köylülük ve Kürdistan çıkarılıyordu. Hatta 12 Eylül rejimi, sol ve liberal Batı'nın demografik üstünlüğüne karşı seçim sistemini bile değiştirmişti bu dengeyi sürdürebilmek için. Bu günkü Türkiye'ye baktığımızda durumun tam tersine döndüğü görülür. Kürdistan bugün demokrasinin kalesi; Batı'nın şehirleri ve orta sınıflar tam tersi konumda. Türkiye'nin önünü tıkayan işte bu tersine dönüştür. Nasıl oldu da bu dönüş böylesine gerçekleşti ve Batı son seçimlerdeki gibi yüzde doksanıyla inkar politikalarının bir destekçisine dönüştü. Elbette Türk ordusunun ve egemen sınıflarının; medyanın, terörün, toplumsal çürümenin bunda bir payı var. Ama bizi onların yaptıkları değil, bizim yapmamız gerekenler ve yapamadıklarımız ilgilendirir. Bu nedenle, Kürt ulusal hareketinin bu durumun oluşmasındaki etkisini, bütün diğer faktörleri bir yana atarak kısaca ele alalım. Kürt hareketi, Türk ezilen sınıflarını kazanmadan veya onların en azından hayırhah bir tarafsızlığını sağlamadan bir başarı elde edemeyeceğinin her zaman farkındaydı ve bütün stratejisini bir gün onların harekete geçeceği beklentisine dayandırıyordu. Bu uğurda elinden geleni yaptığı su götürmez. Ama Batı'nın işçi ve orta sınıflarını kazanmayı bir programatik ve stratejik bir sorun olarak değil, taktik, örgütsel tedbirlerle, propagandayla başarılabilecek bir sorun olarak gördü. Buna bağlı olarak, Batı'ya göçmüş Kürtler bile, yani Kürt ulusal hareketinin Batı'da gerek ulusal, gerek toplumsal konumuyla en kolay kazanabileceği ve örgütleyebileceği güçler bile, Kürdistan'daki ve dağlardaki mücadelenin bir dolaylı yedeği, insan kaynağı ve lojistik desteği olarak görülüyordu. Dolayısıyla da Batı'daki bu en yakın güç bile kazanılıp örgütlenemedi. Ama bunun, Batı'daki Kürt'leri bile aşan çok olumsuz sonuçları oldu. 1) Kürtlerin batıdaki şehirlere göçü, bir yandan, buralarda önceden bulunan işçilerin konumlarında bir yükselişe yol açtığı gibi; diğer yandan Kürdistan'dan gelen taze iş gücü, yükselmeyen eski işçilerin Kürtlerden oluşan bu işgücünün rekabeti karşısında Türklüğe sarılmalarına yol açtı. Yani işçi sınıfı içindeki rekabet ve zümre bölünmeleri; 12 Eylül ve Duvar'ın yıkılmasıyla da beslenen bir ideolojik atmosferde, Batıdaki işçilerin en örgütlü kesimlerini iyice sağa itti ve işçiler adeta faşist partinin kontrolüne girdi. Bu da şehirlerdeki sol güçlerin bütün nefes borularını tıkadı. 2) Göç eden Kürtlerin çoğu, Batı'nın yerlisi Türk işverenlerin iş yerlerinde çalıştığından, Kürt Türk bölünmesi bir bakıma işçi sınıfı ve burjuvazi ve orta sınıflar bölünmesi olarak da ortaya


31 çıktı. Özellikle Turizmin geliştiği bölgelerde bu çok net biçimde görülebiliyordu. Bu da Türk işverenleri için, işçileri Kürtlük noktasından tecrit ve terörize etme olanağı yarattı. 3) Bunlar karşısında Batı'da böylesine bir parya rolüne düşen Kürtler, din paradigmasıyla ulusal baskı konusunda nispeten belli bir esnekliği bulunan; hem de toplumsal eşitsizlikleri ve modernitenin olumsuzluklarını işleyen politik İslam'a kaydılar. Bu kayış sonucu politik İslam'ın güçlenmesi ise, sola eğilimli şehir orta sınıflarını ve Alevileri tümüyle Genel Kurmayın arkasına itti. Bu mekanizmayla, Kürt ulusal hareketinin Batıda dolaylı da olsa ittifaka girebileceği hiç bir güç kalmadı. Bu değişimin tepe noktasını da son seçimler belgeledi. Böylece Kürt ulusal hareketinin Batı'nın ezilenlerini kazanmayı bir program sorunu olarak görememesinin sonuçları adeta yuvarlanan bir kartopu gibi büyüdü ve onun karşısına en büyük engel olarak çıktı. Öcalan'ın İmralı'da ortaya attığı "Demokratik Cumhuriyet" projesinin özü bu yanlışın düzeltilmesidir. Hemen belirtelim ki, İmralı'da oluşturulan stratejik çizginin bütün elemanları PKK ve Öcalan'ın önceki çizgilerinde ve konuşmalarında vardır ama İmralı'da bunlar bambaşka bir sistem içinde yerlerine otururlar ve bir nitelik değişikliğine tekabül ederler. (İmralı'daki Demokratik Cumhuriyet projesi, güç ilişkilerindeki bu muazzam orantısızlığa ve alınmış darbelere bağlı olarak elbette minimuma çekilmiş talepler olmakla birlikte onun özgül niteliğini bu minimuma çekilişten öte, yerleştikleri bağlantı belirler ve ilerde daha ileri talepleri dışlamaz onun olanaklarını yaratabilir.) Bu fark en iyi şöyle görülebilir. İmralı öncesinde, Kürt ulusal hareketinin güçlenmesi ve başarılarının sonucu olarak bir demokratikleşme bir yan ürün olarak düşünülür; Türk ulusunun çoğunluğunu oluşturanlar dolaylı bir yedektir. Hiç bir toplumsal grup, kendisini doğrudan ilgilendirmeyen bir sorundan dolayı bir toplumsal hareket oluşturmaz. Batı'nın ezilenlerinin bu anlamda Kürt hareketi için aktif destek vermeleri düşünülemez. Dolayısıyla Kürt Ulusal Hareketinin başarısını ve bunun için de Kürtlere dayanmayı temel alan bir hareket için, onların ancak dolaylı bir desteği beklenebilirdi ve onlara biçilen rol bu oluyordu. Aynı durum elbette Batı'daki Kürtler için de geçerli oluyordu. Ama yukarıda anlatılan mekanizmayla, bu dolaylı yedek oluş fiilen karşı oluşla sonuçlanıyordu. Bu çıkmazı aşabilmenin ve güç ilişkilerinde toplu bir dönüşümü açabilmenin tek yolu ancak Batı'dakilerin de doğrudan çıkarlarına yönelik bir program olabilirdi. Böyle bir programın bir ulusal hareket tarafından önerilmesi ise, fiilen o ulusal hareketin bir ulusal hareket olmaktan çıkıp, bir sosyal hareket olması demek olurdu. Bunu dünyada hiç bir ulusal hareket ne bir sorun olarak önüne koydu ne de başarabildi. Bir Filistin Hareketi İsrail'i, bir İrlanda hareketi İngilizleri, bir Bask hareketi İspanyolları kurtarmaya ve onlar için bir program geliştirmeye kalkmadı. Buna en çok yaklaşan hareket, yine yoksullara dayanan ve ama aynı zamanda bir ulusal hareket özelliği taşıyan Zapatista hareketi oldu.


32 Böyle bir problem koyuşunu ve stratejik dönüşümü Kürt ulusal hareketi başarmış görünüyor. Bu dünyada ilktir ve Ulusal hareketlerin potansiyellerinin ve sınırlarının hiç de öyle küçük olmadığını gösterir. PKK, gerek yoksullara dayanan plebiyen niteliği, gerek kökenindeki sosyalist ideolojisi nedeniyle ve daha baştan bağımsız bir Kürdistan gibi bir hedefe fazla büyük bir değer vermediğinden, belki benzeri olmayan bir şekilde istisnai olarak, biraz da içine düştüğü şartların zorlamasıyla bunu başarabildi. İşte Kürt Ulusal Hareketi'nin yaptığının özgül niteliği buradadır. Şöyle formüle edelim. Eskiden Kürtlerin kurtuluşu, Türklerin de kurtuluşuna yol açarken, yeni politikada Türklerin Kurtuluşu Kürtlerin Kurtuluşuna yol açmaktadır. Hedef, yani Kürtlerin üzerindeki ulusal baskının ortadan kalkması değişmemiştir, bu hedefe giden yol ve güçler değişmiştir. Elbette bu değişiklik bağımsız bir Kürt devletini kendi başına bir hedef olarak koyan ve buna ulaşmak için PKK'yı en önemli güç olarak gördüklerinden onun etrafında bulunan veya sesini çıkarmayan kesimlerin PKK'nın yeni stratejisi karşısında yer almalarına ve onu ihanetle suçlamalarına yol açtı ama, politikada bir güç kaybedilmeden başka bir güç kazanılamaz. Yeni "Demokratik Cumhuriyet" program ve stratejisinde Kürt-Türk ve Doğu-Batı denklemdeki değerler ve yerler değişmiş bulunmaktadır. Eskisinde demokrasi, ulusal kurtuluşun yan ürünü olarak görülürken, şimdikinde, ulusal kurtuluş demokrasinin yan ürünü olarak ele alınmaktadır. Eskisinde öz gücü Kürt ulusu oluştururken, yenisinde Kürt ve Türklerin büyük kesimleri oluşturmaktadır. Demokratik Cumhuriyet için pek ala Türkler de tıpkı bir kürdün bağımsız bir Kürdistan için gösterdiği angajmanı gösterebilir. İmralı'da geliştirilen çizginin özü budur. Fakat bu çizgi stratejik bir plan ve programdır, bir taslaktır, onun içinin doldurulması gerekir. Temel sağlanmıştır ama bu potansiyelin somut bir güç haline dönüşmesi sorunu ortada durmaktadır. Bu dönüşümün en büyük riski, Kürt hareketinde bir bölünme olması ve büyük güçlerin bu programa kazanılamaması olabilirdi. Şimdilik bu tehlike yok gibi görünüyor. Pek az bir fireyle, Kürt hareketi birliğini koruyarak bu programı benimsemiş bulunuyor. En büyük iki Kürt örgütü PKK ve HADEP bu programı destekliyor ve savunuyor. Sorun Türk tarafının, daha doğrusu Türkiye tarafının nasıl örgütlenebileceğinde. Seçimlerden bu yana Batı'daki eğilimlerin değiştiği görülüyor. Bir kere, PKK'nın silahlı mücadeleyi durdurması ve demokratik cumhuriyet programı, bu kesimde belli bir destek sağlamış bulunuyor. Bu kitleyi aralarında parsellemiş partiler, bu hava dönüşümüne onu kontrol altında tutarak ayak uydurmaya çalışıyorlar. Ama ne olursa olsun, Türk tarafının bu gettodan çıkması ve Demokratik bir program etrafında bir toplumsal hareket oluşturması şart. Ama bunu yapabilecek Türk örgütü yok ortada. Gerçekten, küçük bir sosyalist parti bile yok böyle bir mayalanmaya tohum olabilecek. Bu zorluk aşılabilirse, devleti kontrollü olarak modernleştirme çabalarının çatlaklarından yararlanılarak bir toplumsal hareket ve bir demokratikleşme sağlanabilir. Yılanların gömlek değiştirdikleri zamanlar en zayıf anlarıdır. Bu zorluğu çözebilecek düğüm de, yine Batı'nın Kürt işçi ve yoksullarından geçiyor. Kürt ulusal hareketi, Batı'nın şimdiye kadar örgütleyemediği Kürtlerini; yani batıdaki işçilerin


33 henüz parsellenmemiş ve en alt tabakalarını harekete geçirebilir ve örgütleyebilirse, bu sefer de demokratikleşme yönünde yuvarlanan bir kartopu etkisi yaratabilir. Kürt işçiler, Türk işçileri ve Şehir orta sınıflarının muhalefeti için bir maya rolü oynayabilir. Türkiye Tarihinde ilk defa, Doğuda da Batıda da aynı demokratikleşme eğilimi güç kazanıp, iç Anadolu ve Karadeniz’in, katliamlarla palazlanmış taşra ve bezirgân gericiliğine ağır bir darbe vurabilir. Bu şans şimdi hiç bir zaman olmadığı kadar var. demir@comlink.de 07 Ocak 2000 Cuma (Bu yazı Özgür Politika’nın 10.01.2000 tarihli sayısında yayınlandı.)


34

Kader Bağlayınca (Bir Türk Milliyetçisi Olarak: 06) Tarihte bireyin rolü sosyolojik bir sorun olarak daima ilgiyi çekmiştir. O bireyi yaratan toplumsal koşullar ve o bireyin o koşullar üzerindeki karşı etkisi sosyoloji ve tarihin en ilginç konularından biridir. Kürtler üzerindeki baskı ve sömürü, bunun Kürtler üzerindeki etkileri, bu Koşulların Öcalan'ın ve Kürt Ulusal Hareketinin ortaya çıkışındaki etkileri ve nihayet Öcalan'ın Kürtler ve Kürt Ulusal Hareketi üzerindeki etkileri, henüz Özel Savaş Dairesi'nin ve politik kaygıların ötesinde ele alınıp, incelenmiş ve tartışılmış değil. Bu ilişki Öcalan'ın kaçırılmasından sonra son derece özgün bir nitelik almış bulunuyordu. Koskoca bir ulusal hareketin önderi karşı tarafın elinde esirdi ve o ulusal hareket bu esir olan önderini önder olarak tanımaya devam ettiğini ve onu ne yapılırsa kendilerine yapılmış olacağını ifade ediyordu. Türkiye'yi yönetenlerin Öcalan'ı asıp asmamaya ilişkin kararlarının ardındaki esas düşünce, kimi gazete yazarlarının da itiraf etmek zorunda kaldıkları gibi, Kürtlerin Öcalan'a yapılanları kendilerine yapılmış olarak anlayacakları ve bu mesajın açıklığıdır. Yani Kürtler kaderlerini Öcalan'ın kaderine bağlamış bulunuyor. Ancak bu bağ da tek taraflı değildir, Öcalan'ın kaderi de Kürt hareketinin kaderine bağlıdır. Ne var ki, bağımlılık ilişkisi burada bitmiyor. Öcalan, İmralı'da geliştirdiği çizgiyle, Kendi kaderini Türkiye'deki demokratikleşmeye, Türkiye'nin kaderini de Kendi Kaderine ve Kürt hareketinin başarısına bağladı. Yaşamını Kişisel ya da hukuki bir sorun olmaktan çıkarıp, politik bir sorunun, bir çözümün ayrılmaz unsuru olarak ortaya koydu. Böylece ortaya şöyle bir denklem çıktı: Türkiye'nin Demokratikleşmesi, Kürt Hareketinin gücünü korumasına ve Öcalan'ın yaşamasına; Öcalan'ın yaşaması Türkiye'nin demokratikleşmesine ve Kürt Hareketinin gücünü en azından korumasına; Kürt hareketinin gücünü koruması ise Öcalan'ın yaşamına ve Türkiye'nin demokratikleşmesine bağlıdır. Bunu Mesut Yılmaz, daha değişik bir biçimde ama bağlantının iki unsuru üzerinden ifade etti, “Avrupa'ya giden yol Diyarbakır'dan geçer” diyerek. Yani Kürtler üzerindeki inkârcı baskı politikalarına son vermeden Türkiye Avrupa'ya katılamaz. Ama Avrupa'ya katılmanın koşulları ise, en azından önemli demokratik reformlar yapmaktır. O halde, Mesut Yılmaz'ın formülü şöyle de ifade edilebilir: Demokratikleşme, Kürtler üzerindeki inkârcı ve baskıcı politikalar kaldırılmadan mümkün değildir. Burada atlanan, Öcalan'dır. Mesut Yılmaz'ın ifadesini kullanırsak, Diyarbakır'a giden yol da İmralı'dan geçer. İmralı'ya giden yol da demokratikleşmeden. Bu denklem iyi anlaşılmalıdır ve bu gün ister Kürtler ister Türkler arasında politika yapmak isteyen herkes bu denklemdeki işaretler üzerine ciddi düşünmelidir. 1960'lı yıllarda, yükselen Siyah hareketinin etkisiyle, ırk ayrımcılığını eleştiren, "Kader Bağlayınca" isimli bir film vardı. Biri ırkçı beyaz ve biri siyah iki mahkûm birbirine


35 kelepçelidir. Bir nakil esnasında içinde bulundukları araç devrilir ve kelepçeli olarak kaçma olanağı bulurlar. Birinin her yaptığı diğerini de bağlamakta diğerinin kaderini de belirlemektedir. Şimdi, Türkler ve Kürtlerin durumu benzerdir. Birinin kaderi değerinin kaderidir. Kürt hareketi gücünü ve etkisini koruyup geliştirmeden Türkiye demokratikleşemez; Türkiye'deki demokrasiden yana güçler etkisini arttırmadan, Kürt hareketi dayandığı sınırları aşamaz. Ne var ki, bütün bu bağlantıyı yaratan ve en can alıcı noktayı oluşturan Öcalan'dır. Öcalan, kendi kaderini Türkiye'nin demokratikleşmesine bağlamıştı önerdiği programla. Türkiye'yi yönetenler, bunu Kürt ulusal hareketine karşı bir tehdit unsuru olarak kullanmak ve Öcalan'ın boynundaki ipi, Kürt Ulusal Hareketinin de boynuna geçirmek için, son infazı erteleme kararına, tehdidi koydu. Yani Kürt Ulusal Hareketine diyor ki, "başınızı fazla kaldırırsanız, ona yapılanların kendinize yapılmış sayılacağınızı söylediğiniz önderinizi asarım." Bu tehdidin hukuki yanı bir tarafa, Türkiye'yi yönetenler, belki farkında değiller ama, bu tehdit ile, Öcalan'ın ve Kürt hareketinin kaderini ellerine aldıklarını düşünürlerken, Türkiye'nin kaderini de Öcalan'ın eline vermiş bulunuyorlar. Türk Devleti Öcalan'ın boynuna ip geçirirken o ipi aynı şekilde kendi boynuna da geçirdiğinin farkında değil. Öcalan'ın ipini çeken Türkiye, kendi ipini çekmiş olur. Türkiye'nin geleceğini, kaderini belirleyecek olan, her şeyden önce, bir demokratikleşmeyi başarıp başaramayacağıdır. Demokratikleşme ise gökten zembille veya dış baskılarla gelmez, onun için toplumdaki güçlerin mücadelesi gerekir. Bu gün Türkiye'nin demokratikleşmesinden yana, bunu gerçekten isteyen tek örgütlü ve politik ağırlığı olan güç Kürtlerdir. Bu güç kendini, genel olarak Kürt Ulusal Hareketinde daha somut olarak da PKK ve HADEP gibi örgütlerde ifade etmektedir. Kürt Ulusal Hareketi'nin güçten düşmesi, parçalanması veya bölünmesi, Türkiye'nin demokratikleşme umutlarının uzunca bir zaman için bitmesi demek olur. O halde, Türkiye'nin kaderi, Kürt Ulusal Hareketinin kaderine ve izleyeceği yola bağlıdır. Kürt Ulusal Hareketi ise, nasıl davranacağına ilişkin Öcalan'a bakmaktadır. İki anlamda, hem onun ne dediği bakımından, hem de ona karşı tavırlar bakımından. Öcalan'ın kaderi ise, Türk devletinin elinde; Türk devletinin Öcalan'a ne yapabileceği ise, Türk devleti ve Toplumu içinde çatışan güçlerin dengesine bağlıdır. Türk Toplumu ve Devleti içinde çatışan güçlerin konumu ise, Öcalan'ın belirlediği ve Kürt Ulusal Hareketinin izlediği çizgiye ve başarılarına bağlıdır. Böylece daire tamamlanmakta ve zincirin iki ucu da birbirine bağlanmaktadır. Zincirin herhangi bir halkasındaki bir değişiklik, bütün diğer halkalarda da değişikliklere yol açmaktadır. Türk Devletinin Öcalan'ın ipini çekmesi demek, kendi ipini çekmesi demek olur. Onlarca farklı senaryo geliştirilebilir. Bunlardan her hangi birini ele alalım. Diyelim ki, Türk devleti Öcalan'ı astı. Bu eylemin gerçekleşmesi demek zaten Türkiye'de savaşın devamından yana ve demokrasiye karşı güçlerin gücünün artmış olması demektir. Yani şovenizm ve inkâr politikalarıdır. Ondan sonra, İster Kürt hareketi böyle bir meydan


36 okumaya bir bütün olarak, ister otoritesiyle bir bütün olarak tutacak bir önderlik ortada kalmayınca, onun birçok parçalara ayrılacağı için olsun, savaş yeniden başlayacaktır. Belki Kürt hareketi hiç bir zaman bu günkü ölçüde etkili olamayacaktır ama Türkler de onlarca yıl bir daha huzur yüzü görmeyecekler. ("Madem bu dünya bana yar olmadı, sana da olmasın"). Kürtler ve Türkler arasında, sadece PKK'nın Türk düşmanlığı yapmaması nedeniyle şimdiye kadar derinlere işlememiş olan düşmanlık büyüyecektir. Bu sertleşme, Türkiye'deki şoven kesimlerin Kürtler karşı baskı ve pogrom denemelerine yol açacak belki de Türkiye balkanlaşacaktır. Sonunda belki bir kaç on yıl sonra bu gün Öcalan'ın söylediği yerde tekrar buluşulacaktır ama ardında yitirilmiş canlar ve yıllarla. Ya da diyelim ki, Kürtler bütün olarak veya büyük bölünmeyle Öcalan'ı izlemekten vazgeçti, Öcalan'ın izlediği barış ve Demokratik Cumhuriyet politikasına karşı bir politika benimseyip, Bağımsız Kürdistan programını gerçekleştirmek üzere gerilla savaşına, sabotajlara başladı. Böyle bir politikanın, PKK çok daha elverişli koşullarda yılarca sürdürmüş olmasına rağmen, bu günkü güç ilişkileriyle hiç bir şansı olmamakla kalmaz, en küçük demokratikleşme ve ilerde daha ileri haklar için daha demokratik bir ortamda mücadele etme olanağını da ortadan kaldırır. Aynı zamanda bu Öcalan'ın idamı demektir. Yani Kürt hareketinin Öcalan'ın ortaya koyduğu programı benimsemesi; yani Kürt hareketi ile Öcalan'ın bütünlüğünün devamı, Türkiye'de demokrasinin olmazsa olmaz koşullarından biridir. Her kim ki bu birliği zaafa uğratmaya çalışır, o bilerek ya da bilmeyerek Türkiye'nin demokratikleşmesine karşı bir girişimde bulunuyor demektir. Bu birliği zayıflatma ya da parçalamayla sonuçlanacak her girişim, Kürt hareketinin zayıflaması, müttefiklerinden tecrit olması ve otomatik olarak demokratik gelişimin yolunun tıkanması demektir. Türk Devleti, Öcalan'ın boynunu her an çekmek üzere bir ip geçirmekle, Öcalan'ın her an çekebileceği bir ipi de kendi boynuna geçirmiş bulunmaktadır. (Öcalan'ın bu ipi çekmeyeceği çok açıktır.) Türk devleti, Öcalan'ın boynundaki ipi çektiği an, kendi boynundaki ipi çekmiş ve kendi dünyasını karartmış olacaktır. Kürtlerinki zaten kara, onların kaybedecek bir şeyleri yok, ama Türklerin çok. Ama son karardaki koşulla, ipi kendi elinden de kaçırmış ve demokrasi düşmanı güçlerin eline vermiş bulunmaktadır. Türk Devleti, o tehdit şerhiyle, Öcalan'ın ipini bir bakıma demokratikleşmeye karşı "iyi saatte olsunlar”ın eline veriyor. Bundan sonra bol bol provokasyon ve sabotaj, bunların ardından da, "işte koşula uymayan davranış, Öcalan'ı Asalım" türünden gelişmeler yaşarsak hiç şaşmayalım. Ama Öcalan'ın boynundaki ip, yukarıdaki denklemlerin gösterdiği gibi sadece Öcalan'ın boynundaki bir ip değil; demokratikleşmenin ipidir ve demokratikleşmenin ipi, Öcalan'ın boynu üzerinden Demokratikleşme düşmanı, inkarcı politikaların eline verilmiş bulunmaktadır. Tarihte bunun bir benzeri olduğunu sanmıyoruz. Türkiye boğazındaki ipten ancak Öcalan'ın boğazındaki ipi çıkararak (yani idam cezasını kaldırarak ve genel af ilan ederek); yani Öcalan'ı serbest bırakarak çıkarabilir. İdam cezasının kalkması ve genel affa Öcalan'ın ya da PKK'nın değil, Türkiye'nin kendi boğazındaki ipi çıkarabilmesi için ihtiyacı var.


37 Türkiye'nin şimdilik bir şansı var. Öcalan pek ala elindeki gücün farkında, kaderinin Türkiye'nin kaderi ile bağlandığını birçok kereler ifade etmiş bulunuyor. Bunu anlamayanlar var ise, şimdi çok daha iyi görebilirler. Türkiye'nin şansı, Öcalan'ın eline geçen bu fırsatı, Türkiye'nin ipini çekmek için değil, Türkiye'nin boğazındaki ipi çıkarmak Türkiye'yi demokratikleştirmek için kullanmak istemesi. Eğer Öcalan, Türkiye'nin kendisine ve Kürtlere yaklaştığı gibi Türkiye'ye yaklaşsaydı, Türkiye şimdi kanlı çatışmalar içinde ve demokrasi ve Avrupa hayallerinden çok uzakta olurdu. Türkiye kaderini bir bakıma Öcalan'ın da eline vermiş bulunuyor. Öcalan Türkiye'nin önünü şimdiye kadar yaptığı gibi açabilir ama karartabilir de. Öcalan bu gücü demokratik seçimlerle kazanıp kullanmak istiyor. Türkiye ise, ona seçimi çok görüyor. Ama tarihin garip alayı, bu sefer, "Liderler Zirvesi" denen üç kişilik bir toplantıyla Türkiye'nin kaderini Öcalan'ın kaderine bağlıyor. Aklınca Öcalan'ın boynuna ipi geçirir ve bir ucunu demokrasi düşmanlarının eline verirken; kendi boynuna geçiriyor ve öbür ucunu Öcalan'ın eline veriyor. Şükür ki, Öcalan, Orta doğudaki en canlı ve demokratik gücün önderi. Uzak görüşlü ve esnek bir politikacı. Türklerin bütün vurdum duymazlıklarına ve Türk devletinin bütün baskılarına rağmen, Türklere düşmanlık diye bir derdi yok. Bu gün PKK'yı zor duruma düşürmek isteyenlerin bütün çabası, Öcalan'ın bu ipi çekmesi veya bu ipi ellerine geçirip çekmek üzerinedir. Öcalan bu ipi çekmeyip bir ufuk açmak istediği için hain olmakla suçlanıyor. Öcalan'ın ipini çeken Türkiye'nin ipini çeker. Türkiye'nin kaderi artık Öcalan'ın ellerindedir "Liderler Zirvesi" kararıyla. demir@comlink.de 14 Ocak 2000 Cuma (Bu yazı Özgür Politika’nın 17.01.2000 tarihli sayısında “Denklem” başlığı ile yayınlandı.)


38

Beyazlar Arasına Katılmak veya Beyazlığı Yok Etmek! (Bir Sosyalist Olarak: 01) Bu günün dünyasını kavramak için en iyi analojilerden birini, bizlere, bu dünya doğarken kendisi yok olmuş Güney Afrika'daki Apartheit rejimi sunar. Zengin ve fakir ülkeler arasındaki fark öylesine büyümüştür ve öylesine bir kritik büyüklüğü aşmıştır ki, zengin ülkelerin ücretlileri için bile, yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi bir düzen istemek, bu günkünden daha geri bir tüketim düzeyini istemek ile ayni anlama gelir. Tarihte ise, hiç bir sınıf ve zümre var olandan daha kötü koşullar veya olanı korumak için bir devrimci atılım yapmaz ve bunu desteklemez. Bundan iki yüz yıl önce, en yoksul ve en zengin ülkeler arasındaki fark, en fazla bire beş idi. Ama bu gün, bu fark, örneğin Mozambik ile İsveç arasında, bire 400'dür. Ezilenler bakımından, bu oranın daha da büyük olduğu çok açıktır. Zengin ülkelerdeki zenginlik farkları fakir ülkelerdeki kadar büyük değildir. Ancak, problem burada da bitmez, zengin ülkenin bir işçisi ile burjuvası arasındaki fark; zengin ülkelerin işçileri ile fakir ülkelerin işçileri arasındakinden daha küçüktür. Matematik olarak daha büyük olabilir ama gerçekte daha küçüktür. Bunu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz. Bir insan diyelim ki, günde bir ekmekle hayatını sürdürebilir. Ama bir insan günde on ekmek yiyemez. En fazla iki-üç ekmek yer. Bu ilişki göz önüne alındığında, diyelim ki, fakir ülkelerin işçisine yarım ekmek, zengin ülkelerin işçisine bir ekmek, zengin ülkelerin zenginlerine de beş bin ekmek düşüyor olsun. Zengin ve fakir ülke işçileri arasındaki oran bire iki; zengin ülkelerin işçi ve zenginleri arasındaki oran bire beş bin olsa da, yarım ekmek ile bir ekmek arasındaki fark, insanın yaşamı için asgari ve azami sınırlar göz önüne alındığında, bir ekmekle beş bin ekmek arasındaki farktan daha büyüktür. Diyelim ki, zenginlerin ekmekleri de fakirlere bölüştürüldü; ama yeryüzündeki fakirler öylesine büyük bir çoğunluğu oluşturuyorlar ve öylesine yoksullar ki, böyle bir eşitlikçi düzen, zengin ülkelerin işçisini, diyelim ki elindeki yağlı ve peynirli ekmeğin yağından ve peynirinden vazgeçmesini istemekle eşit olur. Ama işçi bile olsa hiç bir zümre imtiyazını yitirmek için savaşa girmez aksine onu tırnaklarıyla savunur. İşte bu noktada aşılması zor bir sınır ortaya çıkıyor. Bir rastlantı değildir zengin ülkelerde yeni ırkçı partilerin özellikle işçi semtlerinde ve işçilerin özellikle yabancı işçilerle en fazla rekabet içinde olabilecek işsiz ve en alt kesimleri arasındaki etkisi. Bir rastlantı değildir, zengin ülkelerin işçileri arasında, yabancılara olan düşmanlığa ve ırkçılığa karşı mücadele etmek isteyen sol radikal grupların bile, bu sorunu genel sözlerle geçiştirmeleri, somut sorunlarda susmaları veya yabancı düşmanlığına karşı argümanlar getirirken, "yabancı işçiler olmasaydı örneğin sigorta sistemi çökerdi"; veya "zaten onlar zaten kötü işlerde çalışıyorlar ve senin işini elinden alamazlar" türünden ırkçı argümanlar


39 getirmek zorunda olmaları. (Yani ancak onlara imtiyazlarını yabancılar sayesinde sürdürebildikleri yönündeki argümanlar getirmeleri.) Bu görülmek istenmeyen lanet bölünmenin bilinçsiz bir itirafından başka bir şey değildir. Bu lanetli bölünme, insanlığın kurtuluş umutlarını adeta berhava etmektedir. Sosyalizmi ancak, en gelişmiş, en ileri ülkelerin kültive ücretlileri örgütleyebilirler. Ancak onların kapitalizm üzerindeki bir zaferi bu yönde tayin edici bir zafer anlamına gelip insanlığın önünü açabilir. Ama bu bölünme, sosyalizmi gerçekleştirebilecek olanı sosyalizmi istemez kılıyor. Onu isteyebilecek olan, yeryüzünün yoksul ülkelerinin ücretlilerinin ise yapabilecek gücü yok. Böylece sosyalizm, yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi düzen ideali, tek tek ülkelerdeki demokratik ve sosyalist mücadeleler bakımından; daha önceden görülmeyen başka bir anlam kazanıyor. En azından Türkiye gibi eşikte bulunan fakir bir ülkenin ücretlileri, önlerindeki demokratik görevleri yapmak için ayaklanmaları halinde şöyle bir açmaz karşısında kalmaktadırlar. Kendilerini frenlemeyip, özel mülkiyete dokundukları takdirde, özel mülkiyet tabusunu tanımayan bu ülke, kendini askeri, iktisadi ve siyasi bir kuşatma altında bulacaktır ve Ekim Devrimi sonrasında olduğu türden, geçici bir süre için bile olsa pek bir yaşama şansı olamayacaktır. Önceden görülemeyecek koşullarda dengelere dayanıp bir süre yaşadığı var sayılsa bile, yoksulluk, ekonomik abluka veya otarşi vs. sonucunda, yaşananlardan daha iyi bir sonuç çıkma olasılığı bulunmamaktadır. Zaten bunu gören emekçiler, kendilerini demokratik görevlerle sınırlamak eğilimi göstereceklerdir ve göstermektedirler, Nikaragua ve Güney Afrika'da görüldüğü gibi. Yani en iyi koşullarda kapitalizm çerçevesinde bir demokrasidir. Bu ise, kapitalizmin gelişmesi için ideal koşullar, burjuvazinin egemenliği için en ideal biçim demektir. Yani en iyi koşullarda, en köklüsünden bir devrimci kabarış yaşayan bir ülke, kapitalist büyüme ve burjuva egemenliği için ideal koşulları; dolayısıyla dünyanın bu günkü verili koşullarında, zenginler arasına katılma olanağını yaratır. Yani imtiyazlılığı yok etmez, imtiyazlılar arasına katılma olanağı elde eder. İmtiyazlılar arasına katılması yani zengin bir kapitalist ülke olması demek ise, bu ülkenin işçileri de şimdiki zengin ülkelerin işçileri gibi, yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi bir düzenden doğrudan çıkarlı olmayacaklar demektir. Bu ise şu demektir: demokrasi ile sosyalizm ilişkisinde, şimdikinden çok farklı bir bağlantı oluşmuş bulunmaktadır. Demokratik mücadelelerin başarısı sosyalizm için mücadelenin koşullarını kolaylaştırmamakta ve ona yaklaştırmamaktadır. Demokrasi ve sosyalizm ilişkisi klasik niteliğini yitirmiştir. Ne var ki, böyle muhayyel bir demokratik kitle hareketlenmesinin, olayların iç mantığı bakımından daha yakından bakılması halinde, başka bir engelle de karşılaştığı görülür. Emekçilerin ve işçilerin bir demokratik kitle hareketlenmesi yaratabilmesi ve bunun başını çekebilmesi, her şeyden önce, onların burjuvaziden bağımsızlaşmaları, bağımsız bir programlarının olmasıyla mümkündür. Ne var ki, Programatik düzeyde burjuva uygarlığını köşe taşı olan kutsal kişi mülkiyetine dokunmayı hedef almadan; yani ayrı bir bayrak ve program olmadan, bağımsız bir güç olmak, dolayısıyla demokratik bir hareketlenmeye önderlik etmek mümkün değildir. Emekçilerin kendilerini demokratik görevlerle


40 sınırlamaları, onların demokratik görevleri bile sonuna kadar gerçekleştirmesinin önünde bir engel haline gelir, çünkü onları fiilen burjuvazinin ideolojisi ve programının arkasına takar. Burjuvazinin ise, böyle bir radikalleşmeden eskisine nazaran daha az korkmak için bu gün daha çok nedenleri olsa bile, kökten bir değişim istemeyeceği ortadadır. Bu takdirde, kendini sınırlayan bir demokratik kitle hareketi, demokratik hedeflerine bile ulaşamama, kendini sınırlamadığı takdirde ise yaşayamama durumunda olacak demektir. Peki bu çıkmazdan hiç bir çıkış olanağı bulunmamakta mıdır? Hayır. Küçük de olsa bir umut var. Bu umudun nasıl bir imkân olduğunu anlamak için yine bir analojiye başvuralım. Kürt ulusal hareketi, en ağır yenilgilerini aldığında, varlığını sürdürebilmek için, bir ulusal hareket olmayı aşmak, kendisini ezen ulusun ezilenleri için de bir program geliştirmek zorunda kaldı. Şartlar onu öylesine geriye itti ki, başka çaresi kalmadığından, "İşte Rodos, haydi atla" deyip atlamak zorunda kaldı. Demokratik taleplere dayanan her hangi bir kitle hareketi de, demokrasiyle alakası olmayan bir düşük olmak istemiyorsa, en iyi koşullarda, yeryüzünün imtiyazlıları arasına katılmak gibi, yani kendi paçasını kurtarmak gibi bir duruma düşmek istemiyorsa, bir tek ülkede bir sosyalist iktidarın yaşama ve başarı şansı olmadığından, tüm insanlığın önüne bir programla çıkmak, bir ülkeye ilişkin bir sosyal hareket olmaktan çıkıp, tüm insanlığa ilişkin bir sosyal hareket olmak zorundadır. Dolayısıyla, her hangi bir ülkedeki sosyalizme yönelen bir hareket, tüm insanlık için bir programa sahip olmalıdır. Bu da, her hangi bir ülkedeki sosyalist hareketin, o ülkeye ilişkin değil, tüm insanlığa program önermek zorunda olduğu, dolayısıyla ulusal ölçekte sosyalist bir politika yapılamayacağıdır. Her hangi bir ülkedeki sosyalist program ve politika dünya ölçüsünde olmak zorundadır; evrensel olmak zorundadır (uluslar arası değil). Ancak bu imkansız gibi görünene cesaret edebildiği takdirde bir şansı olabilir. Meksika'daki Zapatista hareketi, bu gerekliliğin ifadesi olan eğilimler göstermiştir. Dünya ölçeğinde bir programa doğru, her ne kadar bu kendini neo-liberalizme karşı olmakla sınırlasa ve bu evrensele yönelişin getirdiği desteği, kendi mücadelesine bir uluslararası destek olarak algılayıp kullansa ve ulusalcılığın güçlü etkilerini yarattığı sınırlamalar ve zamanın gerici ideolojilerinin bir etkisi olsa ve zengin ülkelerin diğer ezilenleri somut bir programdan öte henüz bir retoriğin elemanları olarak var olsalar bile, dünya işçi ve yoksullarının, yeni dünya koşullarında el yordamıyla bir arayışlarının da ifadesidir. Evet tüm insanlık için bir program, tüm insanlık için eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum programı ve uzak bir geleceğin değil, bu günün acil görevi olarak: ikinci bir ölüm perendesi. Kürt Ulusal Hareketi, nasıl, sadece Kürtlere ilişkin bir program için savaştığı takdirde, Kürtleri de kurtaramayacağını görüp, kendisini ezen ulusu da kapsayan bir programa geçmek zorunda kaldıysa; her hangi bir ülkedeki sosyalist bir hareket de, bir ülkeyle sınırlı kaldığı takdirde, (çünkü bir ülkeyle sınırlı bir sosyalist programın gerçekleşme olanağı hiç olmadığından ve ülke perspektifi nedeniyle ideolojik insiyatifi burjuvaziye kaptırdığından) o ülkeyi demokratik bile yapma şansı olmadığını görüp, bir ülkeye ilişkin bir sosyalist hareket olmaktan çıkıp, tüm insanlığa ilişkin bir sosyalist hareket olmak zorundadır. Diğer bir


41 ifadeyle, beyazların arasına katılmak isteyen değil, yeryüzünden beyazlığı kaldıran bir hareket olmak zorundadır. Tarih şöyle bir ikilemi dayatıyor: ya hiç demokratik görevlerin bile altından kalkamama; en iyi olasılıkla kapitalizm ve imtiyazlıların arasına katılmak için ideal koşullar yani insanlığın umutsuz durumunun devamı ve yok oluşu ya da yer yüzü ölçeğinde bir sosyalizm için mücadele. Geçen yüzyılda önerilen ve imtiyazlılar arasına katılma anlamı taşımayan, sosyalizme yaklaştıran bir demokrasi veya bu yüz yılda görülen, bir ülke içinde özel mülkiyetin tasfiyesi ile ileri ülkeler işçilerinin atılımına güç verip onların gelip işi bitirmesini bekleme yolları tıkalıdır, tarihin bu çıkmaz sokağından, uçurumun öte tarafına atlama cesareti ile çıkılabilir. Tam da insanlığın bu çıkmazı, Türkiye'nin önüne, birçok koşulun bir araya gelmesiyle, zenginlerin arasına katılma olanağını yaratmış bulunuyor. Kürt ulusal hareketinin önerdiği "Demokratik Cumhuriyet" programı gerçekleştiği, yani Türkiye'de yeni bir ulus tanımı temelinde, diller ve kültürlerin politik anlamları boşlanıp, demokratik dönüşümler yapıldığı takdirde, o "Demokratik Cumhuriyet"in dünyanın zenginleri arasına katılma olasılığı ortaya çıkar.. Bu tür projeler sadece sahte hayaller yayarlar. Ama kimi dogmatik ve yüzeysel solcuların iddia ettiği gibi, Türkiye'nin zenginleşmesini ve buna bağlı olarak emekçilerine daha iyi koşullar sağlayamayacağı için değil. Böyle bir olanak var. Ama bu olanağın kendisi sahte bir hayaldir. İnsanlık yok olurken hiç bir ulusun kurtulma şansı yoktur. Böyle bir şans varmış gibi gösterdiği için sahte hayaller yaymaktadır. Bu projeler sadece sahte hayaller yaymıyorlar, ama ahlaki olarak da savunulamazı fiilen olumluyorlar. Hayır, her koyun kendi bacağından asılmaz. Yeryüzünün en ücra köşesindeki yoksulluk, eşitsizlik bile tüm insanların sorunudur ve sorunu olmalıdır. Türkiye veya o Kürt - Türk Demokratik Cumhuriyeti ya da anayasal vatandaşlığa dayanan mozaik cumhuriyet: yok Rusya'nın çöküşünün ve dünya dengelerinin ve de Kürt Ulusal hareketinin dinamizminin ve de Osmanlı – Bizans'ın kültürel mirasının ve daha bir çok faktörün bir araya gelmesiyle, bölgeye refah ve barış getirebilirmiş; güçlü bir ülke kurarmış. Bütün bunlar olabilir de. Olsa bile, yeryüzünün en ücra köşesindeki baskı, yoksulluk ve eşitsizlikten tüm insanlığı sorumlu tutan bir dayanışmacı toplum ideali için bunların ne anlamı olabilir? Her an yeryüzünde binlerce çocuk ölürken; bütün zenginlikleri yaratan çalışan insanlar bunların ne için ve nasıl kullanılacağı üzerinde zerrece bir karar verme yetkisinde bulunmazken; "yüksek" canlıların yaşamını sağlayan koşullar büyük bir hızla tahrip edilirken; şimdilik uzaklaştığı yolunda geçici bir izlenim yaratmış olan bir nüklear kıyamet yarın bütün korkunçluğu ve daha karmaşık dengeleriyle insanlığın kapısına dikilecekken; en yüksek refah toplumunda yaşayanlar için bile hayat yalnızlık, yabancılaşma, şeyleşme gibi kapitalizmin sonuçları altında inim inim inlerken, Orta Doğuda zengin ve barış içinde bir ülke hayali, "gemisini kurtaran kaptandır" demekten başka ne anlam gelir?


42 Türkiye'nin hızlı gelişmelere girebileceği bu dönemde, demokrasi isteyen güçler, bu bencilliğin savunucuları ve sahte hayaller yayanlar olmak istemiyorlarsa, ikinci bir ölüm perendesi daha atıp; tüm insanlık için bir hareket ve program geliştirmek zorundadırlar. Bu tıpkı İslam'ın Amentü'sü gibi her işin başıdır. Bu anlayış ve yaklaşım olmadan ne tüm insanlık için programın ne olacağı, ne de bu görevin bu günün somut mücadeleleri içinde nasıl somutlanacağı tartışılamaz ve anlaşılamaz. Demir Küçükaydın 30.12.1999 14:47


43

Avrupa ve Sol (Bir sosyalist olarak: 02) Türkiye'de Solun var oluşunun kökenindeki soru ile Avrupa'daki solun var oluşunun kökenindeki soru temelden farklıdır. Avrupa'da solun kökeninde hep şu soru ola gelmiştir: "bunca zenginlik olmasına rağmen niye insanların büyük çoğunluğu yoksuldur?" Türkiye'de ise, bırakalım solu bir yana, bütün modern düşüncenin kökeninde: "Avrupa niye zengin, güçlü ve ileri olabildi de biz niye olamadık?" sorusu vardır. Bilinçli ya da bilinçsiz, bu soruya verilen cevaplar bütün düşünsel ve siyasi akımları belirledi ve belirliyor. İki yüz yıl boyunca, kimi Anayasa dedi, kimi Ademi Merkeziyetçilik, kimi geleneklere bağlılık, kimi devletçilik, kimi liberalizm, kimi ekonomik bağımsızlık, kimi sosyalizm dedi. Bütün siyasi ve ideolojik ayrılıklar, hep bu cevapların arasındaki ayrılıklardı ve hiç birisi bu sorunun kendisini sorguya çekmedi. İşte, Türkiye'deki solun doğuştan günahı, bizzat bu sorunun kendisinde bulunmaktadır. Dikkat edilirse, bu soruda akıl dışı, kabul edilemez olan; ne zenginlikleri yaratan büyük emekçiler kitlesinin yoksulluğu ve baskı altındaki durumu ne de genel olarak bir takım ülkelerin ileri, zengin ve güçlü olmaları karşısında bir takım ülkelerin güçsüz, fakir ve geri olmaları değil; Türkiye'nin niye bu fakir, güçsüz ve geri veya anti demokratik ülkeler arasında bulunduğudur. Bunun daha ince bir versiyonu, olaya geçmişin aynasından bakmaz, geleceğe yönelik olarak, Türkiye nasıl olabilir de, o zengin ve demokratik ülkeler gibi olabilir, onlar arasında yerini alabilir biçimindedir. Bir çok geri ülkede, yoksul ülkede de, sosyalizm düşüncesinin kökeninde Batı ile olan yoksulluk ve gelişme farklılığı vardır ama bunların hepsi, bir şekilde, bu farkın kendisini sorgularlar, niye öbür tarafta olmadıklarını değil. Bu doğuştan günah, Avrupa'daki sol düşüncenin kökenindeki soruyla paralellik içinde daha çarpıcı olarak görülebilir. Avrupa'da sol düşüncenin kökeninde, "bunca zenginliğe rağmen, niye insanların çoğu yoksul" sorusu olduğunu belirtmiştik. Yani burada akıl ve ahlak dışı görünen, bizzat bu farkın kendisidir. Ama o fakirlerden bir kısmının, "biz niye zenginler arasında değiliz" gibi bir sorudan hareket ettiğini düşünelim. Yani zenginlik içindeki yoksulluğu değil, niye yoksullar içinde bulunulduğunun sorun edildiğini düşünelim. İşte Türkiye'nin bütün diğer geri ülkeler karşısındaki durumu böyle bir durumdur: o, ülkeler arasındaki yoksulluk ve zenginlik farklarını değil, kendisinin yoksullar arasında bulunmasını katlanılmaz, akıl ve ahlak dışı bulmaktadır. Bu anlayışın, "gemisini kurtaran kaptandır" gibi savunulamaz bir anlayışı içermesinin yanı sıra, bizzat kendisi gibi olan yoksul ve geri ülkelere karşı, bir tepeden bakışı, onlardan farklı olduğuna dair bir ön kabulü ve onları hor görmeyi içerdiği çok açıktır. Bu sorunun kendisi, daha baştan gizli bir ırkçılık ve şovenizmle damgalıdır. Kendi konumunu kabul edilmez


44 bulmak, özel bir seçilmişlik, üst olanlar arasında olmak düşüncesini ve diğerlerini aynı haklara sahip görmemeyi içerir. Bu nedenle, gerek Osmanlı, gerek Türkiye, bir yandan Batı karşısında en büyük aşağılık kompleksleri içindeyken, diğer yandan kendi durumundakiler karşısında bir kendini beğenmişlik ve hor görü içinde olagelmiştir. Böylesine şekillenen bir ulusun ve ulusal kişiliğin nasıl hastalıklı bir yapı oluşturacağını anlamak isteyenlerin askerdeki çavuş hikâyelerine bakmaları yeter. Şu Türkiye'nin Kemalistlerinin meşhur "Dünyanın ilk ulusal kurtuluş savaşını vermiş ulusu" palavrası, kendini diğer geri ülkeler arasında görürken bile, kendine özel bir yer verip ve diğer geri uluslara karşı bir hor görme içerir. Aralarında düştüğü garibanları hor gören mirasyedi asilzade psikolojisi, dendiği gibi, solun da var oluşuna damgasını vurmuştur. İlk sol akımlar, yine aynı soruya, Ekim Devrimi etkisiyle, “sosyalizm”; “planlı kalkınma” ve en ileri gittiği anda bile “ülkedeki sömürü ve yoksulluk giderilerek” gibi cevaplar vermişlerdir ama soru, en sosyalist gibi görünen biçimler altında dahi aynı kalmaya devam etmiştir: Türkiye gerilikten nasıl kurtulabilir? Türkiye nasıl demokratik olabilir? Soruluş tarzı ideolojik iklime göre değişmekle birlikte, temeldeki soru aynıdır: Öbür tarafa nasıl geçilebilir? Sosyalizm bile, ileri ve zengin bir ülke olmanın yolu olduğu için savunulmuştur ve bu nedenle sosyalizm isteminde bile içine işlemiş bir milliyetçilik ve ulusal dar görüşlülük vardır. Alın bütün sosyalist organları bakın, "biz" zamirinin sınıf için değil, ulus için kullanıldığı görülür. Türk solu, en ileri gittiği anlarda, yani atmışlarda ve yetmişlerde, "onlar ortak biz Pazar, kahrolsun ortak Pazar" derken, kendisinin pazar olmasını sorgular, "Pazar" olmanın ya da "ortak" olmanın kendisini değil. Türk solu Avrupa Topluluğu'nu tartışırken de aynı mantıkla tartışmaktadır. En radikal görünüp Avrupa Topluluğu'na girişi eleştirenler bile, bunu bu girişin istenen sonucu elde etmeyeceği; yani Türkiye'nin Avrupa'nın taşeronu olacağı gibi bir noktadan, yani öbür tarafa geçmeyi sağlamayacağı noktasından eleştiriyorlar. Diğerleri de bu girişin bunun yolunu açacağı noktasından karşı çıkanları ikna etmeye çalışıyorlar. Hedef hepsi için aynıdır: ileri, demokratik, zengin bir ülke olmak. Nedir Avrupalı olmak? Nedir Avrupa Topluluğu kuyruğuna girmek? Yeryüzünün imtiyazlıları arasına girmek demektir. Türkiye solu önce kendisinin var oluşunun kökenindeki soruyu reddedip, içinde bulunduğu ulusun geriliğini veya yeterince demokratik olmamasını vs. sorun yapmayı reddedip; yeryüzündeki farkları ortadan kaldırmaya yönelik bir programa sahip olmadan sol olamaz. Dün de olunamazdı bu gün hiç olunamaz. Evrensel bir program olmadan, yani dünya ölçüsünde ezilen ve sömürülenlerin genel ve tarihsel çıkarlarını savunan bir program olmadan, ulusal ölçüde sosyalist olunamaz. Çünkü, "enternasyonalizm"i ulusalar arası dayanışmaya indirgemek, onu belli bir ülkenin işçilerinin çıkarlarının arcı olarak görmek demektir. Enternasyonalizm, özünde, bir ülkedeki proletaryanın çıkarlarını, dünya proletaryasının çıkarlarına tabi kılmak gereğinde onu feda etmek demektir.


45 Her hangi bir ülkedeki işçiler, dünya proletaryasının bir bölüğüdürler. Bir orduda, nasıl her hangi bir bölük, kendi çıkarlarını kendisi belirleyemez ve belirlememeliyse; tüm ordunun zaferi için gereğinde feda olabilmesi gerekiyorsa, sosyalizm savaşında da durum böyledir ve böyle olmalıdır. Bunun ise olmazsa olmaz ilk koşulu: evrensel bir programdır. Dün böyleydi, bu gün çok daha böyledir. Dünyanın bir apartheit sistemiyle bölündüğü bu gün, her hangi bir ülkenin işçileri, sadece kendilerinin imtiyazlılar arasına katılmasıyla sonuçlanacak bir hedef için mücadele etmek istemiyorlarsa, evrensel bir programla sahip olmalıdırlar. Bu, bugün için çok ütopik görünebilir. Bir bakıma öyledir de. Ama Türkiye'deki sosyalistler, demokratik muhalefetin aşırı ucundan öteye, ayrı bir güç olabilmek istiyorsa, böyle bir program sorununu gündemine koymak zorundadır. Bunu ise hiç bir sol akımın gündeminde göremiyoruz. Dolayısıyla, dünya çapında bir projenin parçası olarak kendi bulunduğu mücadele mevziindeki görevlerini belirlemek diye bir sorun da söz konusu değildir. Bu olmadığı için, Türkiye'deki sol, hala doğuştan günahıyla damgalı, taşralı olmaya devam ediyor ve edecektir. Sorun dünya çapında konulup tartışıldığında, yeryüzünün en önemli sorunlarından biri olan, zengin ve yoksul ülkeler bölünmesi karşısında, kendisinin zenginler (isterseniz demokratikler de denebilir) arasında olmamasını değil, bizzat bu bölünmenin kendisini sorgulayan bir tavır, bu farkı yaratan nedeni koymak ve bu nedeni ortadan kaldıran bir program geliştirmek zorundadır. Nedir bu neden? Yeryüzü ölçüsünde bu zenginlik ve fakirlik farklarının temelinde yeryüzünün uluslara bölünmüşlüğü, yani sermaye ve mallar serbestçe dolaşırken, iş gücünün ulusal sınırlar içine hapsedilmesi bulunmaktadır. O halde bizim hedefimiz, zenginler arasına katılmak değil de, bu farkı yok etmek ise; bize akıl dışı ve kabul edilmez görünen, niye zenginler ve demokratikler arasında olmadığımız değil de; niye bir takım ülkelerin zengin ve demokratik olduğu ise, örneğin Avrupa Birliği üzerine tartışmalar, bu zenginler kulübüne girmenin neler sağlayıp sağlamayacağı değil, bu kulübün nasıl dağıtılacağı açısından yürütülmesi gerekir sosyalistler açısından. Ondan sonra verili koşullarda taktik bir adım olarak hangi adımı desteklemenin bu hedefe ulaşmaya hizmet edebileceği ayrıca tartışılabilir. Ama bunun için temel şart, evrensel bir programdır. Bırakalım böyle bir programı, böyle bir sorunu bile olmadığı için Türkiye'de sosyalistler yoktur ve demokratik muhalefetin aşırı ucundan başka bir şey değildirler. 20 Ocak 2000 Perşembe (Bu yazı Özgür Politika’nın 24.01.2000 tarihli sayısında yayınlandı.)


46

Nereden Başlamalı? (Bir Sosyalist Olarak: 03) Kürt Ulusal Hareketi'nin İmralı'da geliştirdiği yeni stratejinin özü, gerilla savaşına son verilmesi değildir. Gerilla savaşı bir mücadele biçimidir, hedefler ve güçlerin yer alışını belirlemez. Yeni stratejiyi, gerillaya son vermek ve bunun karşılığında da Türk devletinden benzer adımlar atılması olarak anlamak ve bunu bir tür sessiz diyalog olarak yorumlamak sadece yeni stratejinin özünü kavramamak değil, ama aynı zamanda yanlış hayal ve beklentiler yaymak olur. Yeni stratejinin özü, yeni bir program ve güçlerin yer alışına dayanmasıdır. Nedir bu yeni program? Bu yeni program, üç temel değişiklikten oluşmaktadır. Bu değişiklikler daha önceden beri, ulusal hareketin ifade ettiği eğilimler olmakla birlikte, İmralı ile sistematik bir ifade kazanmış bulunmaktadırlar. Aslında değişiklikler birbirini tamamlayan bir bütün olmakla birlikte, biz değişikliğin ne olduğunu anlayabilmek için, bu bütünü kendini oluşturan öğelere ayrıştıralım. Birinci özellik: kendini demokratik görevlerle sınırlamadır. Gerçi 1990'ların başından beri, Kürt ulusal hareketi bu yöndeki eğilimleri çeşitli biçimlerde ifade etmiştir ama İmralı ile birlikte, sosyalist karakterdeki talepler belirsiz bir geleceğe kaydırılmaktadır ve bu söylemden de vazgeçilmektedir. Bu eğilim son yıllarda dünyadaki bütün radikal ve yoksullara dayanan hareketlerde görülmektedir. Güney Afrika, Zapatista, Sandinista gibi, her biri yoksullara dayanan bu hareketlerin hepsi, dünya tarihinde eşi benzeri olmayan dramatik değişiklikler sonucunda kendini demokratik karakterde taleplerle sınırlama zorunda kalmış bulunuyorlardı. Kürt Ulusal Hareketi de bu eğilime uydu. İkinci Özellik: Kürt ulusal hareketi, ulusun yeni bir tanımına ulaşmış bulunuyor. Ulusçuluk, "ulusal olanla politik olanın çakışmasını ön gören" ideolojidir. Ulusçuluğu ulusun nasıl tanımlandığı değil, o her hangi bir şekilde tanımlanmış ulusun, politik olanla çakışması gerektiği anlayışı belirler. Klasik ulusçuluk, ulusu dil, kültür, etniye bağlar. Bu günün dünyasında ise, çok kültürlülük, çok dillilik, çok etnililik gibi söylemlerle, ulus daha geniş ve esnek olarak yeniden tanımlanmaktadır. Bu tanımda, dil, kültür ulusun tanımındaki öğeler olmaktan çıkarılıp, politik alanın dışına itilmektedir. Ulus, burjuva uygarlığının modeli ve ideali olan ABD'de olduğu gibi, hukuki bir tanıma indirgenmektedir. Bu değişiklikle, Kürt ulusal hareketi, bir şekilde kendini aşmış ve sadece etnik ve dil olarak Kürtleri değil Türkleri de kapsayan yeni bir tanıma ulaşmış bulunuyor. Dolayısıyla yine bu değişiklik aracılığıyla, şimdiye kadar Kürt hareketi Türklerin değil, Kürtlerin kendi kaderini belirleme peşindeyken, şimdi Türklerin kaderini de belirlemeye, onların kaderi üzerinde de söz sahibi olmaya yönelmiş bulunuyor. Kürt ulusal hareketi, "Anayasal Vatandaşlık", dil ve kültürlere serbesti önerisiyle bu yeni ulus tanımına geçmekte ve böylece Türklerin benzer bir ulus anlayışından yana olanlarını kazanma ve onlarla ittifak geliştirme olanağı elde etmektedir. Böylece, Türkleri de, önerdiği yeni ulus


47 anlayışını kabul ve reddedenler olarak bölme ve Türklerin büyük bölümünü kendi tasarısına kazanma olanağı elde etmektedir. Eskiden, tartışma ulusların kendi kaderini tayın hakkı, daha somut olarak Kürtlerin ayrılma hakkı üzerine yürürken, şimdi tartışma ulusun nasıl tanımlanacağı noktasına kaydırılmış bulunmaktadır. Üçüncü Özellik: Kürt ulusal hareketi, "demokratik cumhuriyet" olarak ifade ettiği taleple, benzer şekilde, bu nasıl tanımlanacağı üzerine mücadele yürütülecek yeni ulusun devlet biçimi sorununu kendi sorunu olarak ortaya koymaktadır. Eski yaklaşımda, kendisine karşı mücadele edilen devletin nasıl olacağı hiç bir şekilde sorun değil iken, Kürtlerin ise kurabildiği takdirde kendi devletlerinin de, ne biçim alması gerektiği ucu açık bir sorun iken, yeni biçimde, Kürtlerin ve Türklerin, anayasal vatandaşlığa dayanan yeni ulusun, hangi devlet biçimi altında yaşayacağı bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Bu hedefler artık sadece Kürtleri değil, Türkleri ve bütün "azınlıkları" da yakından ilgilendirmektedir. Bu Programatik değişikliklerle, Kürt ulusal hareketi, sadece Kürtlere bir program öneren bir parti olmaktan çıkmış, Türklere ve bütün diğer "azınlıklara"da bir program öneren bir partiye dönüşmüş bulunmaktadır. Bu muazzam bir değişikliktir ve uzun vadede, Kürt ulusal hareketi, böylesine kapsamlı bir demokratikleşme programı olan bir parti ve güç olarak, müthiş bir potansiyel kazanmış ve bu yöndeki bir toplumsal dönüşümün olanağını açmış bulunmaktadır. Bütün bu birbiriyle bütünleşmiş üç temel ve köklü değişiklik, bir anlamda bir ulusal hareketten bir sosyal harekete dönüşme özelliği taşımaktadır, ama aynı zamanda, farklı bir ulus anlayışı temelinde, bir ulusal hareket olma özelliğini de korumaktadır. Eğer İmralı'da geliştirilen çizgi, bu Programatik değişiklikleri içermeseydi, eski hedeflerde hiç bir değişiklik olmadan sadece gerilla savaşına son vermekle kalsaydı çok ağır bir demoralizasyon ve yenilginin yolu açmış; sadece bir mücadele biçimi değişikliği anlamı taşımış olurdu. Ama bu mücadele biçimi değişikliği, programatik değişiklikler bağlamında, dolayısıyla strateji bağlamında anlaşılırsa, mücadele biçimi değişikliğinin aynı zamanda yeni hedefler için ve güçlerin yer alışına ve toparlanmasına hizmet ettiği görülebilir. Strateji, bir mücadelede, güçlerin yer alışı demektir. Hedefler (Program) mantığı gereği, o hedefler için gerekli güçleri de şekillendirirler. Güçlerin içinde bulundukları konum ve yığın düzeyi ise mücadele ve örgüt biçimlerini. Bu yeni programın başarısı iki koşula bağlıdır. Kürtlerin bu programın ardında şimdiye kadar birliklerini koruyarak durmaya devam etmesi; Türklerin bu programa kazanılabilmesi. Türklerin büyük bir çoğunluğu da aslında kendini demokratik görevlerle sınırlamış "Anayasal vatandaşlık temelinde bir demokratik cumhuriyet" hedefinden yanadır. Sorun bu potansiyel gücün nasıl örgütleneceğidir. Yeni program, yeni güçlerin yer alışı, dolayısıyla da o güçlere dayanılarak yapılacak mücadelelerde değişme demektir. Güçlerin ve mücadelenin alanlarında köklü bir kayma gerçekleşmek durumundadır.


48 Mücadele dağlardan şehirlere kaymak durumundadır. Aslında 1993'den beri, dağlardaki gerilla savaşı, sonuç alıcı olmaktan ziyade, diğer mücadele biçimlerini destekleyici bir anlama sahip olmuş ve tek taraflı ve uzun ateşkeslerle fiilen bu mücadele dondurulmuş bulunuyordu. Son seçimlerle birlikte, mücadelenin ağırlığı giderek, Kürdistan'ın şehirlerine kaymıştı. Buna paralel olarak da yeni örgüt ve mücadele biçimleri yavaş yavaş şekillenmekteydi. Yeni stratejiyle bu kendiliğinden eğilim, stratejik bir bağlama yerleşmiş bulunmaktadır. Mücadele, Avrupa'dan Türkiye ve Kürdistan'a kaymak durumundadır. Yeni strateji, Avrupa hükümetlerine baskı yerine, Türkiye'deki kitleleri kazanmayı temel hedef olarak koyduğundan, Avrupa'nın ağırlığı giderek azalma eğilimi gösterecektir. Diğer yandan, Avrupa'da da mücadele biçimleri değiştirilerek, Türkiye'deki mücadeleye destek verilebilir. Kürtler şimdiye kadar Avrupa'da yaşayan bir azınlık olarak, Avrupa'daki azınlık hakları ve diğer haklar konusunda tamamen ilgisizdiler. Onlar Kürdistan'daki mücadelenin diplomatik girişimlerinin bir aracı ve lojistik desteği olarak kendilerini ortaya koyuyorlardı. Kürtler bu stratejiyi bütünüyle değiştirmek zorundadırlar. Artık Kürtler örgütlü bir güç olarak, Avrupa'da azınlık hakları ve diğer haklar için mücadeleye girip bu mücadelenin bayraktarlığını ele geçirebilirler. Bu muazzam güçleri bir şekilde yanlarına kazanmalarını sağlayabilir. Avrupa'da fiilen elde edilecek haklar. Örneğin, Kürtçe'nin bir azınlık dili olarak Avrupa ülkelerinde tanınması, Türkiye'deki mücadeleyi müthiş etkilemekle kalmaz, Kürt ulusal hareketinin etrafındaki tecridin kırılmasını da sağlayabilir. 3) Mücadele, Kürdistan'dan batıya kayacaktır. Kürdistan, bu programın öz gücü olmakla birlikte, Kürt ulusal hareketi, bölgedeki büyümesinin sınırlarına varmış bulunmaktadır. Kürdistan'da genişlemekten ziyade derinleşebilir. Ama batı bütünüyle örgütsüzdür. Batının toparlanması ve bu program yönünde harekete geçmesi sağlanmadan hiç bir başarı kazanılamaz. Batı'nın toparlanması ise, bir yandan batıda tıpkı şimdiye kadar Avrupa'dakilere yaklaşıldığı gibi, bir yedek ve lojistik destek olarak bakmaya son vermekle, yani batıdaki Kürt yoksullarını örgütlemek ve harekete geçirmekle olabilir. Bunu yapabilecek tek güç Kürt ulusal hareketidir. Ama Kürt Ulusal Hareketi'nin en büyük handikapı ise, onun yoksul köylü karakterinden doğan kültürel sınırlılıklarıdır. Bu kültürel engeller, artık şehirli olmuş, yaşamı, problemleri, dünyaya bakışı değişmiş Kürtleri örgütlemekte başarısız kalmaktadır. Avrupa bir istisna olmakla birlikte, o istisna da kuralı doğrular. Çünkü, Avrupa'ya giden Kürt, Türkiye'ye giden Kürt'ten farklı olarak, bütün Avrupa'daki azınlıklarda olduğu gibi, etrafına bir kabuk örer ve onun içinde taşlaşmaya uğrar, böylece bir yandan süper modern bir toplumda yaşarken, Türkiye'deki Kürt'ten daha köylü ve daha "az bozulmuş" haldedir. İkinci tutamak noktası ise, batının ücretlilerinin ve orta sınıflarının kazanılması olabilir. Bunlar ise, son yılların deneylerinin gösterdiği gibi gevşek ve somut hedeflere yönelik örgütlenmelere ve hareketlere eğilimli görünüyor. Bir yanıyla sağlıklı bir tepkinin ifadesi olan örgütlere ve partilere dünyadaki genel güvensizlik ve büyük hedeflerden ziyade sonuç alıcı, somut hedeflere yönelik şekillenmeler, bu post modern zamane ruhu, ortamı belirliyor.


49 Elbette on yıllardır birikmiş terör ve onun yarattığı yılgınlık ve korku da bunlara ek olarak biniyor. Ancak, bunu beğenelim ya da beğenmeyelim, bunlar nesnel ve verili durumu yansıtırlar. Bu durumu veri kabul ederek ne gibi örgüt ve mücadele biçimleri geliştirilebileceği üzerine kafa yormak gerekir. En azından şimdilik, klasik partilerden ziyade, somut hedefler etrafında toparlanmalar ve canlı bir hareketlenme ve mayalanmaya başlangıç olabilirler ve toplumun üzerindeki ölü toprağını atmasına yardımcı olabilirler. Aynı şekilde, partileri de kapsayan, somut hedefler etrafında bir araya gelişler, kendine güvenin yeniden kazanılmasını sağlayabilirler. Bunun için batıda Türkler arasında somut hedeflere yönelik girişimler başlatılmalıdır. Örneğin, yaraların sarılması için genel af ve idam cezalarının kaldırılması için Türk girişimi. Veya Kürtçe bir televizyon için Türk girişimi gibi, Türklerden gelen ama aynı zamanda, Türkler olarak Kürtlerin haklarını savunmaya yönelik ve onların kardeşlik çabalarına cevap veren biçimler. Veya kendini hedef yapan davranışlar. Veya sivil itaatsizlik girişimleri. Veya, geçenlerde bir gazetecinin önerdiği, bütün çeteleri, katilleri ve bağlantıları kolayca ortaya çıkaracak internette açık veri bankası. Veya bir Anayasa tasarısı için tasarı hazırlamaya yönelik yurttaşlık girişimleri. Veya, Avrupa'dan Türkiye'ye ve Türklere yayın yapacak, o medya tekelini kıracak bir Televizyon girişimi. Şu an akla gelmeyen onlarca biçim bir toparlanmanın ilk adımları olabilir.

25 Ocak 2000 Salı (Bu yazı Özgür Politika’nın 31.01.2000 tarihli sayısında yayınlandı. Ayrıca Son Kavga dergisinin, Şubat 2000 tarihli 13. sayısında 8 ve 10. sayfalar arasında yayınlandı.)


50

Göçmenler ve Ulusçuluk (Bir Sosyalist Olarak: 04) Belki çok paradoksal gelebilir ama ulus ve ulusçuluk düşüncesi ile göçmenler arasında başından beri doğrudan bir ilişki olagelmiştir. Ulusları ve ulusçuluğu göçmenlerin keşfettiği söylenebilir. Tarihteki ilk ulus ilkesine dayanan devlet olan Amerika Birleşik Devletleri'ni kuranlar, İngiltere'den bu ülkeye gelmiş göçmenlerdi. Aynı eğilim, Güney Amerika'ya yerleşen İspanyollarda da görülür, onlar da yine ilk erken ulus devletleri kurmuşlardır Latin Amerika'da, geldikleri İspanya’nın egemenliğine karşı çıkarak. Daha sonra Avustralya, Yeni Zelanda, Kanada'da aynı yola girerler. Uluslar bu ilk ve orijinal biçimlerinde, uluslar olduğu için ulusçular olmadığını ama ulusçular olduğu için uluslar olduğunu çok açık olarak gösterirler. Bu ilk ve orijinal ulusların ortaya çıkışında ne kan, ne dil ne de kültür bağlarının hiç bir önemi yoktur. Eğer bir önemi olsa, bu uluslar isimlerini, daha dün içinden çıktıkları aynı dilden, aynı soydan, aynı kültürden insanların yaşadığı ana vatanlarına isyan ederek, bir "Ekvator" "Amerika Birleşik Devletleri" "Yeni Zelanda" ya da "Kanada" gibi ne bir kültürü, ne bir halkı, ne bir dili çağrıştıran, tamamen tesadüfî coğrafi adlandırmalardan almazlardı. Eğer bir ulusun şekillenmesinde ulusçuların iddia ettiği gibi dil ya da soyun ya da kültürün bir anlamı olsaydı, Güney Amerika İspanya'nın; ABD de İngiltere'nin bir uzantısı olmaya devam ederdi. Güney Amerika'daki Ulusları belirleyen, ne kültür, ne dil ne de soydaşlık olmuştu, İspanya'daki merkezi yönetimin yarattığı idari bölünmelere göre Güney Amerika ulusları ortaya çıkmıştı. Ulusun bu anlamda tamamen keyfi ve rastlantısal olduğu zaten en iyi böyle rastlantısal bölünmelerde ortaya çıkar. (Benzer şekilde Afrika'da ve Orta Asya'daki keyfi çizilmiş sınırlar bu gün ulus devletlerin sınırları olmuştur. Ulusların ulusçular tarafından yaratıldığının bundan daha açık bir örneği olamaz.) Ne var ki, bu ilk göçmen dalgasının ulusçuluğu ile daha sonraki göçmen dalgalarının ulusçuluğu arasında çok köklü bir fark görülür. İlk göçmenler, geldikleri ana vatandan ayrılarak uluslar yaratırken; daha sonraki göçmenler, yeni geldikleri ülkelerde, yeni ülke vatandaşlığının yanı sıra, içinden çıkıp geldikleri ülkenin en ateşli milliyetçisi olmaya devam ederler. En gevşek ulusçuların ulus tanımlarında ifade ettikleri kader ve ortak yaşantı birliği kriteri içinden çıkıp geldikleri toplumla artık olmamasına rağmen, onlar, belki artık yurttaşlığını bil taşımadıkları, eski uluslarının en ateşli ulusçuları olmaya devam ederler. En ateşli İrlanda milliyetçileri İngiltere ve ABD'dedir. Avrupa'daki Türkler ve Kürtler; Avustralya'daki Tamiller; Londra'daki Jamaikalılar; New York'taki Yahudiler "ana vatan"larındaki ulusun en ateşli ulusçuları olurlar; onlarda bir kopma ve bağımsızlaşma değil; aksine abartık bir aşırı bağlanma ortaya çıkar. Bu gün Avrupa'nın her hangi bir ülkesindeki bir büyük Bir Mayıs gösterisi bu durumu son derece çarpıcı biçimde gösterir. İşçilerin vatansızlığının bir ifadesi olması gereken ve bir zamanlar öyle de olan bu gösteriler, diyaspora milliyetçiliğinin bir karnavalı görünümündedir.


51 İlk göçmenler, oluşmuş bir ulusa gelmiyorlar, adeta bir "tabula rasa"ya, "bakir topraklar"a kolonizatör ve geldikleri toplumun bir uzantısı olarak göçüyorlardı. Dolayısıyla geldikleri ülkede daha önceden var olan bir ulus tarafından ikinci sınıf olarak muamele edilme olasılıkları yoktu (Buraların yerlisi olan halkların varlığı ve imhası ayrı bir konudur ve ulusçulukla bağlantısı yoktur); sonraki göçlerde ise, göçmenler artık kurulmuş bir ulusa ve ulus ilkesine göre örgütlenmiş bir ülkeye gitmekte ve oranın yerlileri veya eskileri tarafından aşağılanmakta ve dışlanmaktadırlar. Bu diyaspora milliyetçiliğinin en önemli nedenlerinden biridir. İlk göçmenlerin içinden geldikleri vatanla ilişkisinde benzer aşağılama, sömürü ve baskı ilişkisi, göçenlerin ayrı ulus devletler kurmalarının bir nedenidir. Yeni göçmenlikte ise, gelinen ülkede benzer bir ilişkiye maruz kalınmaktadır. Ama artık ne bakir topraklar ne de belli bir ülke vardır ne de buna uygun yoğunlaşmalar. Eski göçler "bakir topraklara" iken yeni göçler kapitalist topluma has yabancılaşmanın en aşırı biçimde yaşandığı büyük şehirleredir. Bu dışlanmaya tepki yeni bir ulus devlet kuramayacağından, bunun yerine uzaktaki ana vatanın milliyetçiliği ikame olur. Bunlara ilaveten, günümüzdeki göçlerin hızlı ve kitlesel niteliği de göz önüne alınmalıdır. Bu zamana yayılmış bir assimilasyonu adeta olanaksızlaştırmaktadır. İçine yeni girilen ve kendisinden aynı zamanda dışlanılmış bulunulan toplumun bambaşka kültürünün bombardımanı karşısında, aynı dili ve günlük hayat kültürünü paylaşanların; bir tür soluk alma, tekrar yaşam gücü bulma ihtiyacı, gelenleri bir arada toplanmaya, kısmen dışa karşı duvar örmeye yol açmaktadır. Bir tür manevi bir gettolaşma yaşanmaktadır. Ve bu da gerek doğa ve gerek toplum tarihinin gösterdiği gibi (Avustralya'nın diğer kıtalarla bağı koptuğundan bir yaşayan fosiller kıtası olması veya Hindistan'da Himalaya'ların yarattığı izolasyon nedeniyle toplumsal bölünmelerin kast sistemi biçiminde bir taşlaşmaya yol açması gibi), başkalarıyla etkileşimin yok olmasına ve giderek bir taşlaşma sonucu vermektedir. Avrupa'ya gelen Türk ve Kürtlerin Türkiye'de ve Kürdistan'da artık unutulmuş ve aşılmış anlayış ve ilişkileri sürdürmesi ve adeta yaşayan bir fosil durumunda olmaları bu tür süreçlerin sonucudur. Bizzat bu hızlı ve kitlesel göçleri mümkün kılan ulaşım tekniğindeki muazzam gelişmeler de, "ana vatan" ile bağların korunmasına ve bu diyaspora milliyetçiliğinin güçlenmesine bir etkide bulunmaktadır. Bir diğer etki de özellikle haberleşme tekniğindeki gelişmelerdir. Özellikle uydu yayıncılığı ve televizyon bir bakıma bu diyaspora milliyetçiliğine bir taze kan vermiş sayılabilir. Bundan on beş yıl önce Avrupa'daki Türklerin Türkiye ile ruhsal, dilsel bağları bu gün olduğundan çok daha zayıftı. Ama uydu yayınlarının başlaması ve yaygınlaşmasıyla birlikte, Türkiye'deki sosyal politik ve kültürel yaşama dışarıdan katılma olanağı ortaya çıkmış, kaybolma eğilimi gösteren bağlar güçlenmiş; Avrupa'daki Türkler çok daha ateşli Türk milliyetçilerine dönüşmüş bulunuyorlar. Diyaspora milliyetçiliği, ezilen bir ulusun diyasporasında da görülür. Ama bu milliyetçilik elbette haklı ve emansipe edici bir milliyetçiliğin hizmetinde de olacaktır. Avrupa'daki Kürtlerin Kürt Ulusal hareketinde gördüğü fonksiyon böyledir. Bu gün Kürt'lerin bir devleti


52 olmadığı için, bir bakıma Kürt ulusunu yaratan kurumları diyasporadaki Kürtler oluşturmaktadır örneğin Medya TV veya Kürt basını gibi. Ulusların oluşumunda, bir lehçenin eğitim ve komünikasyon için standart hale gelmesinin büyük önemi çok açıktır. Bu da yakın zamana kadar bütün ulusal edebiyatın ve basının yazıldığı dil oluyordu. Örneğin, Luther'in İncil'i çevirdiği aşağı Saksonya lehçesi Yüksek Almanca olarak, standart Alman dilinin temelini oluşturdu. İncil, modern tarihin kitlesel olarak tüketilmiş ilk ürünlerinden biridir. Türkiye'de İstanbul Türkçe'si standart dili tanımlamakta kullanılır. Her ulusta bu tür bir lehçe standart olmaktadır. Bu standart olmuş diller genellikle belli bir bölgenin adıyla anılırlar. Ama örneğin Kürt uluslaşmasında televizyonun (belki de yeryüzünde televizyon denen yayına dayanarak şekillenen ilk ulusal dil ve uluslaşma süreci Kürtlerde görülüyor) öylesine önemi vardır ki, standart Kürtçe, şimdiden Kürtler tarafından "Med TV Kürtçesi" olarak tanımlanmaktadır. Yani diyasporada benimsenmiş bir lehçe veya lehçeler Kürt ulusunun standart dillerine dönüşmektedir. İlk defa bir ulusun standart lehçesi, bir bölgenin değil, bir medyumun adını almaktadır. (Kürt uluslaşmasında Televizyonun rolü incelenmeyi bekleyen bir konudur ve onun en orijinal yanlarından birini oluşturmaktadır.) Bu, uzaktan milliyetçilik ya da diyaspora milliyetçiliğinin bir özelliği de onun sonuçlarına katlanmadan ve sorumluluk duymadan milliyetçilik yapabilmesidir ve bu da onu aşırı biçimde yönlendirmelere açık hale getirmektedir. Bu en açık biçimde, son yıllarda özellikle uydu televizyonların da etkisiyle yükselen Türk diyaspora milliyetçiliğinde görülebilir. Avrupa'daki Türkler çok ateşli Türk milliyetçileri haline gelmiş bulunuyor ve bu durum onları Türk devletinin dış politikasının araçları olarak kullanma imkanlarını ortaya çıkarıyor. Bunun bilincinde olan Türkiye de bunu çeşitli Avrupa ülkeleriyle gerginliklerinde bir tür "beşinci kol" gibi kullanıyor. Öyle ki, bu durum Alman devletini bile ciddi olarak düşündürmekte buna karşı ne gibi tedbirler geliştireceğinin arayışlarına girmiş bulunmaktadır. Bu sorumluluk almadan ve sonuçlarına katlanmadan milliyetçiliğinin yarattığı sorun başka bir biçimde Kürtler arasında da görülmektedir. Gerilla savaşı varken ve Avrupa'daki Kürtler Kürdistan'daki mücadelenin maddi desteği ve rezervi ve Kürt Ulusal hareketinin Avrupa ülkelerine baskının araçları iken olumlu bir işlev görebilen bu özellik bu gün tersine çalışma eğilimi göstermektedir. Yeni geliştiren politikayı algılayışlar Türkiye ve Kürdistan ile Avrupa'da ciddi bir farklılık göstermektedir. Türkiye ve Kürdistan'da yeni politikanın doğruluğu konusunda bir şüphe bulunmamakta, sorun bu politikanın nasıl hayata geçirileceği noktasında toplanmaktadır. Ama Avrupa'daki Kürtler açısından aynı ölçüde bir açıklık söz konusu değildir. Onlar yeni politikayı anlamakta ve onun içinde yerlerini tanımlamakta zorluk çekmekte; yeni politika bağlamında birden bire kendilerinin işlevsizleştiğini düşünmektedirler. Ve bu nedenle de yeni politikaya karşı eleştiriler bunlarda daha fazla yankıya yol açmaktadır. Genellikle eskiden eleştirel bir konumda bulunan veya kerhen de olsa gerillayı destekleyen kesimler giderek


53 desteklerini çekmektedir. Uzaktan, sonuçlarına katlanmadan ve sorumluluk almadan silahlı savaş sloganları kolaylıkla desteklenebilir. Diyaspora milliyetçiliğinin bu zaaflarını bir ölçüde olsun hafifletebilmek ve Kürdistan'da verilen haklı ulusal mücadeleye desteğini sürdürmesini sağlamak için, Avrupa'daki Kürtlerin Kürt ulusal hareketi içindeki yerini ve görevlerini ve hedeflerini yeniden tanımlamak ve tam bir yeniden yapılanma gerekmektedir. O zaman hem bu diyaspora milliyetçiliğinin olumsuzlukları bir ölçüde amorti edilebilir hem de diyasporadaki Kürtlerin Türkiye'de süren mücadeleye daha başka biçimlerde ve daha güçlü katkıları mümkün olabilir. Kürt ulusal hareketinin Avrupa'daki Kürtlere bakışını ve bundan sonraki yönelişlerin neler olması gerektiğini de gelecek yazıda ele alalım.

3 Şubat 2000 (Bu yazı Özgür Politika’nın 07.02.2000 tarihli sayısında yayınlandı.)


54

Kürt Ulusal Hareketi ve Avrupa'daki Kürtler (Bir sosyalist Olarak: 05) Kürt Ulusal hareketinin yükselişe geçtiği ve PKK'nın gerilla savaşına başladığı seksenlerin ortalarına doğru Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkler de, özellikle en yoğun oldukları Almanya'da ilk kez, bir yandan ırkçı saldırılar karşısında öz savunmadan kaynaklanan, diğer yandan, ayrımcılığa karşı eşit haklar istemi çerçevesinde, tıpkı elli ve altmışların Amerika'sında olduğu türden bir "siyahlar" hareketi geliştirme eğilimi gösteriyorlardı. Bir bakıma Avrupa'daki Kürtlerin seksenli ve doksanlı yıllarda yaşadığı, Kürdistan'daki mücadelelere yönelik politikleşmeyi, Avrupa'daki Türkler yetmişli yıllarda yaşamıştı. Türkiye yetmişli yıllarda tarihinde gördüğü en kitlesel radikalleşme ve politikleşme dalgasınına paralel, Avrupa'daki Türkler de hızla politikleşme eğilimi göstermişlerdi. Bu politikleşme ve radikalleşme, tıpkı daha sonraki on yıllarda Kürtlerde de görülecek türden, "ana vatan"larındaki radikalleşmeden kaynaklanıyordu. Avrupa'da politikleşen bu Türklere karşı, Türk sol hareketlerinin tavrı ve bakışı ne ise, aynısı daha sonra Kürt hareketlerinin Avrupa'da politikleşen Kürtlere bakışı o olmuştur. Onları "ana vatan"daki mücadelenin bir maddi ve lojistik destek üssü olarak görmek ve onlar aracılığıyla Avrupa kamuoyu ve devletleri üzerinde bir etkide bulunmak ve dolayısıyla Türk devletine karşı bir baskı aracı olarak kullanmak. Onların kendi sorunları temelinde bir politika akla bile gelmez; hatta bu yöndeki kimi eğilimler, esas mücadele alanında güç kaybına yol açacağı, güç ve enerjileri böleceği, angajmanı azaltacağı gibi düşüncelerle bastırılır. Aslında burada çok ilginç bir paradoks vardır. Bu göçmenleri böylesine bir diyaspora milliyetçiliğine yönelten; içinden çıkıp geldikleri ülkedeki gelişmelere bu kadar hassas kılan tam da yaşadıkları toplumda uğradıkları dışlanma ve baskıdır. Bu yaşanan bakı, sömürü ve dışlanmaya olan tepki, bir bakıma ana vatana yönelik bir politikleşmeyle kendini dışa vurmakta ve adeta bir süblimasyon gerçekleşmektedir. Ne var ki taşıma suyla değirmen dönmez. 12 Eylül darbesi gelip de, bütün toplumsal hareketlenmeyi ve muhalefeti ezince, aynı baskılara uğramasa bile, ateşiyle ısındığı hareketlenmenin yok olmasıyla beraber Avrupa'daki Türklerin hızlı bir apolitikleşmesi başladı. Ama aynı sırada Türkler arasında yavaş yavaş, Avrupa'daki uğradıkları ayrımcılığa ilişkin bir hareketlenme eğilimi de ortaya çıkıyordu. Bir süre sonra dernekler ve mitingler giderek azalan sayıda insanların uğrak yeri oldu. Ayağın altından bu toprağın kayışı, kimi Türkiyeli solcu grupları Avrupa'daki Türklerin sorunlarına yönelmeye itti. Ama bu yönelim aynı zamanda sadece Türkiye'deki yenilginin değil, dünya çapındaki yeni muhafazakarlığın gerici atmosferinde, aynı zamanda ideolojik bir sağa kayışla birlikte gerçekleştiğinden, göçmenlerin sorunlarına yönelme ideolojik sağa kayışın nedeni ya da zorunlu bir sonucuymuş gibi görünmesi yanılsamasına yol açıyordu. Kürt hareketi ise tam bu sırada, Kürdistan'daki yükselişini yaşamaya başlamıştı ve o yükselişe paralel, on yıl önce Türklerin yaşadığı türden Avrupa'daki Kürtlerin politikleşmesi ve


55 radikalleşmesi yükseliyordu. Bu koşullarda, göçmenlerin sorunlarına ve hareketine yönelme, sadece Kürdistan'a yönelik mücadelenin enerjisini saptırıcı; sadece ideolojik olarak sağ kayış değil ama aynı zamanda, bu yönelenlerin Kürtlerin mücadelesine karşı tavırları nedeniyle, sanki Kürt mücadelesine karşı bir manüplasyonmuş gibi kavrandı Kürt hareketi tarafından. Dolayısıyla daha başlangıçta, Avrupa'da, ki Avrupa'nın en güçlü ülkesi Almanya'da ve Almanya'daki en büyük göçmen grubu olan Türkiye'den gelen Türkler ve Kürtler arasında bir uyumsuzluk ortaya çıktı. Aslında bu uyumsuzluğa yol açan nesnel nedenler değil, öznel şartlanmalar ve yanılsamalardı. Yoksa Avrupa'daki bir göçmen Türk hareketinin yükseliş eğilimi ve Kürtlerin mücadelesinin yükselişi bir zamandaşlık gösteriyordu ve başka yaklaşımlar altında pek ala birbirlerini güçlendirici bir etkide bulunabilirlerdi. Ne var ki gelişme böyle olmadı. Kürtler sadece kendi ulusal hareketlerinin ötesini görmediklerinden değil; sadece göçmenlerin sorunlarından dolayı ve onlara yönelik bir hareketlenmenin Kürdistan'daki mücadeleden güç ve dikkatleri saptıracağı korkusundan değil; ama aynı zamanda, Avrupa ülkelerinin Türkiye'ye baskı yapmasını sağlama ve onlarla göçmen sorunu dolayısıyla arayı bozmama yaklaşımının da etkisiyle göçmen hareketlenmesine soğuk hatta rakip olarak baktılar ve en iyi durumda onları Kürdistan'da yürütülen mücadelenin duyurulması için platformlar olarak kullandılar. Bu yaklaşım en açık, yabancıların Alman devletinin ırkçı politikalarına karşı yaptığı toplantı ve yürüyüşlerde görülüyordu. Örneğin bütün uluslardan konuşmacılar, guruplar, Alman gericiliğinin ırkçı kavramı olan "misafir işçilik" kavramını reddeder; bu kavramın yabancıları her türlü haktan yoksun bırakmanın kılıfı olduğunu söyler; madem biz burada çalışıyor ve vergi veriyoruz tümüyle eşit haklar istiyoruz derken; Kürt konuşmacıların hemen daima, konuyla ilgiyi şöyle kurdukları görülüyordu. "Bizler Türkiye'deki baskılar nedeniyle ve işgal altındaki ülkemizin geri bırakılmışlığı nedeniyle buradayız. Biz burada zorunlu bir misafirlik yaşıyoruz. Ülkemizi kurtardığımızda kendi ülkemize döneceğiz. O halde bizim ülkemize dönebilmemiz için, Türkiye'ye daha fazla baskı yapın. O zaman biz bir problem olmaktan çıkarız." Göçmenlerin direniş çabaları karşısındaki bu derin anlayışsızlık ve hor görü yabancıların kendi sorunları temelinde, daha henüz emekleyen bir hareketlenmeyi canlandırmaya yönelik mitinglere karşı tavırlarda da görülüyordu. Bu tür gösterileri, Kürtler büyük kitleleriyle ele geçiriyorlar ve onları Kürdistan'daki mücadelenin sorunlarına ilişkin mitinglere çeviriyorlardı. Eninde sonunda Kürtlerin çoğunluklarıyla ele geçireceği ve gerçek hedefinden bambaşka bir hedefe yöneleceğinden göçmenler miting tertiplemez ve mitinglere bile gitmez olmuşlardı. Kürtler en iyi halde bu mitinglere; o mücadeleye destek vermek için değil; kendi mücadelesinin tanıtımını yapmak için katılıyorlardı. Avrupa'daki yabancılar içinde en örgütlü, politikleşmiş, militan ve özellikle Almanya'da en büyük göçmen gurubunu oluşturan Türkiye'den gelenlerin yarısına yakınını oluşturan Kürtlerin Avrupa'daki yabancıların sorunlarına soğuk, ilgisiz hatta bir rekabet havası içinde yaklaşmaları; yeni yeni doğma eğilimi gösteren Türkiyeli göçmenler hareketinin daha baştan topallamasına yol açmakla kalmadı, uzun vadede Türkiyeli göçmenlerin de bu sefer Kürtlerin uğradığı baskılar karşısında aynı ilgisizliği ve düşmanlığı göstermelerinin yolunu açmış oldu.


56 Kürt Ulusal Hareketi'nin, Kürdistan'dan göçmüş, Avrupa'nın veya Türkiye'nin batısının şehirlerine yerleşmiş Kürtleri, Kürdistan'daki mücadelenin sadece madde ve insan kaynağı olarak görmesi ve onları kendi sorunlarından hareketle örgütlemeye yönelmemesi uzun vadede Kürdistan'daki mücadelenin tecrit olmasında ve sonunda aldığı ağır darbelerde tayin edici bir rol oynamıştır. Türkiye'nin batısında, bunun nasıl politik İslam'ı güçlendirdiği; bu korkudan bu sefer şehir orta sınıflarının nasıl Genel Kurmayın arkasına takıldığı gibi konulara başka bir yazıda değinmiştik. Benzeri Avrupa'daki etkilerde de söz konusudur. Kürt mücadelesi, Avrupa'da Türkiye'deki Kürtlerin durumuna benzer durumda bulunan göçmenlerin mücadelesi karşısındaki ilgisiz hatta rakip yaklaşımı; onu en yakın en kolay kazanabileceği müttefiklerinden etmiş ve bu güçler Türk devletinin kontrolü altına girmişlerdir. Batı Anadolu ve Avrupa'daki Kürtlerin Kürdistan'daki mücadelenin maddi ve insan destek üssü olarak görülmesi Türkiye ve Avrupa'da farklı sonuçlara yol açtı. Türkiye'nin Batısındaki Kürtler Politik İslama yöneldiler; Avrupa'da ise, diyaspora milliyetçiliği nedeniyle iyice Kürt Ulusal hareketine. Bu Avrupa'daki zayıflığın görülmesini büyük ölçüde engelledi. Elbette Avrupa'daki Türklerin kendi kontrolü dışında politikleşme ve özerk bir göçmenler hareketi oluşturma eğilimlerini gören Türk Devletinin aldığı tedbirler; Türkiye'de yükselen şovenizmin, özellikle o sıralar hızla yaygınlaşan uydu yayıncılığı ve Türk kanalları aracılığıyla, Avrupa'ya yansıması; Alman devletinin bazı idari ve hukuki kolaylıklarla kişilerin kişisel düzeyde birey olarak konumlarını değiştirmeye olanak sağlayan ve toplumsal bir hareketlenmeyi engelleyen uygulamaları; duvarın yıkılmasıyla birlikte, Doğu Avrupa'dan gelen göçmenlerin en alttaki Türkiyelilerden daha alt bir konuma geçmeleri; Türkler içinde işçilerin giderek azalması ve doğu Avrupa'dan gelen ucuz iş gücünü çalıştıran Türk iş yerlerinin çoğalması ve dolayısıyla Türklerin hem toplumsal konum hem de prestij bakımından eskisinden daha üst bir konuma geçmesi gibi bir çok etkenin sonunda doksanların ortalarına gelindiğinde bir göçmen hareketlenmesinden bir şey kalmamış, Türklerin büyük bölümü de politik İslam, faşistler ve bir miktar da aleviler kanalıyla örgütlenmiş ve Türk devleti tümüyle kontrolü ele geçirmiş bulunuyordu. Avrupa'nın en güçlü ülkesinin en büyük göçmen azınlığı bir yanda Türk Devletinin kontrolü altında, onun dış politikasının araçları olan Türkler; diğer yanda Kürt Ulusal Hareketinin kontrolü altında onun lojistik destek üssü ve Avrupa ülkelerine baskı yapmasının aracı olan Kürtler olarak paylaşılmış bulunuyorlardı. Bu tabloda Avrupa'daki ikinci sınıf insanların sorunları ve hareketinin hiç bir yeri bulunmuyordu. Yeni politika bu tabloyu değiştirmeyi sadece mümkün kılmıyor aynı zamanda gerekli de kılıyor. Yeni Politika, artık Avrupa ülkelerine baskı yapmaya yönelik değil, Türkleri ve Batıdaki Kürtleri bir demokrasi programı etrafında kazanmaya yönelik olduğundan; Avrupa'daki Kürtlerin bu politikada doğrudan bir işlevi kalmıyor. Mücadelenin ağırlığı Dağlardan Kürdistan'ın şehirlerine; Kürdistan'dan Türkiye'nin batısına ve Avrupa'dan Türkiye ve Kürdistan'a kayıyor. Bu durumda Avrupa'daki Kürtlerin konumu çok değişmiş bulunuyor.


57 Avrupa'daki Kürtler için bir bakıma seksenlerin başında Avrupa'daki Türklerin bulunduğu duruma benzer bir durum söz konusu. Kürdistan ve Türkiye'deki mücadele ise bundan sonra eski taktiklerden ve mücadele biçimlerinden çok farklı belki daha az çoşkulu ve daha çok siper savaşına benzeyen bir mücadele olacaktır. Bu da buradaki adanmışlığı ve coşkuyu azaltacaktır muhtemelen. Avrupa'daki Kürtler Türkiye ve Kürdistan'daki mücadeleye destek vermezler mi? Verebilirler ama bunun için eski yaklaşımları ve alışkanlıkları bir kenara bırakmak gerekiyor. Avrupa'daki Kürtler, örgütlüklerini ve enerjilerini, Avrupa'da bir göçmen azınlık olarak, örneğin Kürt dilinin ve kültürünün resmen tanınması ve eşit haklar gibi bir mücadeleye yöneltirlerse; sadece kendi gerçek konum ve sorunlarından yola çıkan bir hareketlenme sağlamazlar ama aynı zamanda Türkiye'deki mücadeleye muazzam bir katkı olur bu. Elbette bu mücadele diğer göçmen azınlıkları da kapsamalı ve bunun için de sadece Kürt dilinin tanınması gibi bir çerçevede değil daha kapsayıcı dillerin ve kültürlerin eşitliği gibi bir çerçevede yürütülmelidir. Bu takdirde Avrupa'daki Kürtler yepyeni müttefikler bulacaklardır. Ama sadece bu değil, böyle bir mücadele, Türklerin küçümsenmeyecek bir kesimini de kazanabilir ve Türk devletinin Türk göçmenler üzerindeki tekelini kırabilir. Avrupa'da yükselen ırkçılığa karşı mücadelenin de böylece önüne geçebilecek Kürtler, Avrupa'da çok daha geniş bir cephenin de parçası hatta öncüsü olabilirler. Avrupa'da Kürtlerin, diğer göçmen azınlıkları da yanına çekerek başlatacağı bir eşit haklar, ırk ayrımcılığına karşı mücadele, dillerin ve kültürlerin eşitliği mücadelesi, sadece bir mücadele olarak bile, Türkiye'deki mücadelelere bir ilham kaynağı ve destek olur. Somut başarılar kazanılması halinde ise, örneğin Kürtçenin dil eşitliğinden yararlanması gibi bir hedefe bir kaç ülkede ulaşılmasında; Türkiye'yi fiili bir durumu tanımak zorunda bırakır ve bu Türkiye'deki anti demokratik güçlere en ağır darbelerden biri olur. Avrupa'daki Kürtlerin bu yeni stratejiye yönelmesi, hem kendi doğrudan sorunlarından yola çıkan bir hareketlenme; hem de Türkiye ve Kürdistan'daki mücadele için Türkiye'deki anti demokratik güçleri arkadan kuşatma ve katkı olur. Ama böyle bir mücadelenin en büyük kazancı, bu mücadele içinde insanlardaki değişim olacaktır. 09 Şubat 2000 Çarşamba (Bu yazı Özgür Politika’nın 14.02.2000 tarihli sayısında yayınlandı.)


58

Politik Beklentiler ve Kültürel Sınırlar (Bir Sosyalist Olarak 06) Hayal kırıklıkları daima beklentiler ölçüsünde büyük olur. Hiç bir beklentiniz yoksa, hiç bir hayal kırıklığına da uğramazsınız. Kürt Ulusal Hareketi'ni oluşturan hareketlerin çoğu, ilk doğuşlarını Türk sol hareketinin içinde yaşadılar. Bu nedenle ondan çok şeyler de beklediler. Ama Türk sol hareketlerinden beklentilerine uygun davranışlar görmedikçe, beklentileri ölçüsünde büyük hayal kırıklıkları yaşadılar ve bu nedenle o ölçüde de sert eleştirilerde bulundular. Ama bu beklentilerin büyüklüğünün nedeni sadece içinden çıkmış olmak değildir, bir bakıma karşı tarafın değerini ve gücünü abartma; kendi değerini ve gücünü görememe, yani bir bakıma hala düşünsel bir bağımsızlığa ulaşamamanın da sonucudur. Denebilir ki, Kürt hareketinin hayal kırıklıkları ölçüsünde Türk solcularına eleştiri yöneltmesi, onlardan beklentilerinin hala bitmediğinin ve onların yapmasını bekledikleri işleri kendisinin yapabileceğine güveninin olmamasının bir göstergesidir. Türk solcularına yönelik sert eleştiriler, ifade edilmemiş olsa bile, Türk solcularından büyük beklentilerin, dolayısıyla da Kürt hareketlerinin henüz kendilerine hala tam bir güven oluşturamadıklarının bir ifadesidir. Kürt Ulusal Hareketi, Türk solundan hiç bir şey beklememelidir; beklememeyi öğrenmelidir. Bir beklentisi olmaz ise, daha baştan, onun, ezilen ulusun sorunları karşısında bütün egemen ulus, ırk, cins sınıflar gibi davrandığı, davranacağı; başka türlü olmasının da beklenemeyeceği; yani imtiyazlarının kölesi olduğunu bir veri olarak alır ise; o zaman eleştirmeye gerek bile duymaz. Onu böylece gerçek yerine koyduğunda da artık prensip üzerine tartışma biter ve pratik, somut hedeflere yönelik taktik esneklik başlar. Yeni politikanın özü: Kürt Ulusal Hareketinin Türkleri de kurtarmaya kalkmasıdır. Yani bir diğer deyişle, bir ulusal hareketten bir sosyal harekete dönüşme niyeti göstermesidir. Bunun başarılı olması için ise, Türklerin en geniş muhalif kesimlerinin bir araya gelmesi gerekmektedir. Bu görevi, Kürt Ulusal hareketi şimdiye kadar hep Türk solcularından bekledi ve beklentileri de hep hayal kırıklığıyla sonuçlandı. Yeni politika bu tür beklentileri de terk etmeyi gerektiriyor. Hareket hattı Türk solundan hiç bir şey çıkmayacağı ve çıkamayacağı varsayımına dayanmalıdır. Çıkarsa, fazladan gelmiş Tanrının bir lütfü gibi elbette seve seve kabul edilebilir. Türk solundan niye bir şey çıkamaz? Çünkü Türk solu Kürt hareketinin aksine yıllardır bir gerileyiş yaşadı. Kürdistan'da Kürtler siyasi bakımdan dev adımlarıyla ilerlerken, Türk solu da tüm Türkler gibi, bildiklerini de unutup geriledi. Ya eskinin görüşlerini, yaşayan bir fosil gibi taşlaşarak, sürdürüyor ya da günün moda ve içi boş klişelerinin ardında oradan oraya savruluyor. Denebilir ki, radikal ve yoksullara dayanan eğilimler birinci; daha orta sınıflara dayanan eğilimler ikinci türde düşünüp davranıyor.


59 Kürt Ulusal Hareketi, Türklerin çoğunluğunu, "Demokratik Cumhuriyet" dediği programına kazanabilmek için, Türk solunun gettosunun sirenlerinin çağrılarına kulaklarını tıkamalıdır. Bunun ilk koşulu da, ondan beklentilerin terk edilmesidir. Kürt Ulusal Hareketi, işin başa düştüğünü görmelidir. İşin başa düştüğünü görmek ve Türk sol hareketinden hiç bir şey beklememek, yeni politikayı başarıya ulaştırmak için, bu günkü koşullarda, bir ruhsal dönüşüm olarak şarttır. O zaman her şey başka bir ışık altında görülebilir. O zaman çeşitli aydın ya da sol grupların rekabetleriyle tıkanmış gettonun içine girmeden, onun etrafından dönülüp bu getto kuşatılabilir ve ancak ondan sonra kazanılabilir. Dinamik ve gençliğini soluyan Kürt Ulusal Hareketi, Türklerin çoğunluğunu Demokratik Cumhuriyet denen demokratik dönüşümler programına nasıl kazanabilir? Aslında kazanmak da doğru bir sözcük değil; bu programın hukuki bir temellendirmesi olan Sami Selçuk'un konuşmasının Türklerin yüzde altmışının desteğine sahip olduğu anketlerle ortaya çıktığına göre; bu desteğin nasıl örgütlenip mobilize olacağı ve bir güç haline geleceğidir sorun. Soru budur. Bu sorunun cevabı, hemen partilere, eğilimlere ve kişilere bakılarak aranmadan önce, sosyolojik düzeyde verilmelidir. Yani Kürt Ulusal hareketi, hangi toplumsal kesimlere dayanarak, Arşimetin dediği gibi, büyük toplumsal güçleri yerinden kımıldatabilir ve bir toparlanma için bir maya görevi görebilir? Ne orta sınıfların ÖDP'sinin, ne de radikal sol hareketlerin örgütleyemediği, bir ölçüde Refah tarafından kapılmış, ama büyük çoğunluğu hala parsellenmemiş olan, batının şehirlerindeki Kürt yoksullar ve işçiler, böyle bir toparlanmanın çekirdeği olabilir. Kürt Ulusal Hareketi nasıl Ankara'dan çıkıp Kürdistan'a ayak bastığında, Kürdistan'ın en yoksul bölgelerinin, şehir ve kasabaların yoksullarına dayandı; ve bu sayede Türk solunun içinde bir öğrenci grubu olmaktan çıkıp bir ulusal uyanışın ve ayaklanmanın hareketi oldu ise; şimdi aynı yolu, ama bu sefer ters yönde, Kürdistan'dan Batının şehirlerine doğru kat ederken, şehirlerin o en yoksul Kürt işçi, işsiz ve emekçilerine dayanarak, toplumsal bir canlanma hareketi olabilir. Bu yaklaşım sadece bu kesimlerin toplumsal konumları nedeniyle de değil, bu kesimler henüz Türkiye'nin en "bakir" kesimleri olduğu için de gereklidir. Bir toplumsal kesim, bir kere politize olup belli partiler tarafından paylaşıldı mı, bir daha orada başka ve yeni örgütlenmelerin; başka ve yeni sorunların egemen olması, adeta olanaksız hale gelir. Ev doludur, yenilerine yer yoktur. Zorla girmek, büyük çatışmalara ve enerji kayıplarına ve hedefin gözden yitirilmesine yol açar. Türkiye'nin batısındaki bütün diğer kesimler, adeta sol, İslamcı ve faşist partiler tarafından paylaşılmış bulunmaktadır. Tek Kürt yoksullar şimdilik bu paylaşmanın büyük ölçünde dışındadırlar. Refah'ın etkisi ise, geçmişin kalıntısı ve derine işlememiş ve bu günkü politik konjonktürde kolayca temizlenebilecek bir etki olarak görülebilir. Peki şehirlerin bu yoksullarına nasıl ulaşılabilir? Bunlar batının şehirlerinde nasıl bir atılımın çekirdeği olarak bir politik özne haline getirilebilir? Yeni Program bunun politik koşullarını yaratıyor, Türk solundan beklentilerin terk edilmesi psikolojik koşullarını yaratır. Ama bunlar henüz işin başıdır. En büyük zorluk, kültürel engellerdedir.


60 PKK, Türkiye Cumhuriyeti'nin en geri, en yoksul bölgelerinde ve en yoksul insanlar arasında güçlendi, kökleri hep orada oldu; dolayısıyla o bölge ve insanların kültürel biçimleri ona damgasını vurdu. PKK aslında, politik olduğu kadar, bir kültürel dönüşüm ve modernleşme hareketidir. Zaten onun gücü bir politik dönüşümün kültürel dönüşüm ve modernleşme hareketiyle senkronize olmasından gelir. Bu dönüşümler birbirlerini beslemişlerdir. PKK bir politik hareket olarak bu kültürel dönüşümleri hızlandırmış; onları sıradan bir kültürel modernleşme ve dönüşüm hareketi olmaktan çıkarmıştır; ama bu Kültürel modernleşme de, PKK'nın bir saman alevi gibi büyümesine ve insanların ona, çoğu kimsece anlaşılmayan, bağlılıklarına yol açmıştır. Örneğin PKK'nın Kürt kadınına verdiği özgürlükler; kadını o feodal bukağılarından kurtarma; kadınların ona en büyük fedakarlıkla adeta borçlarını öderce sarılmalarının ardındaki nedendir. Denebilir ki PKK aslında bir kadın hareketidir. Kocalarının kaytarmalarına karşı onlara baskı yapıp; zorla politik aktiviteye iten, çocuklarını gerillaya yollayan kadınların ve aile baskısına karşı isyan eden genç kızların hareketidir PKK. Ama bütün bunlara rağmen, PKK yine de, kendisini oluşturan ve destekleyen kitlenin kültürel sınırlarının damgasını taşır. Ona damgasını vuran hala büyük ölçüde feodal ve köylü kültürünün çizgileridir. Alışkanlıklar ve gelenekler sanıldığından çok daha güçlüdür. Bu güç nedeniyledir ki, Öcalan da birçok yerde, enerjisinin yüzde doksan beşini bu sorunlara ayırdığından yakınmaktadır. Kürt Ulusal Hareketinin şehirlere göçmüş Kürtler arasındaki etkisinin sınırlı kalması ve onları örgütleyememesinin ardında, onlara yönelik bir program olmaması kadar, PKK'nın politik kültürünün, bu artık şehirli olmuş Kürt yoksulları için itici etkilerinin de çok büyük bir rolü vardır. Ama artık şehirlerde büyümüş ve Kürt ulusal hareketinin dinamizmini temsil eden yeni güçler vardır ve bunların enerjisi ve inisiyatiflerini harekete geçirecek koşullar yaratılırsa; tıpkı Gerillanın ilk yıllarındaki gibi bir mucize bile yaratılabilir. Örneğin HADEP'in temelini oluşturan ve artık yıllardır şehirlerde yaşayan yoksullar ve kadınlar bu toparlanmanın çekirdeği olabilir. Ama bunun için, onların inisiyatiflerinin ve yaratıcılıklarının serbest bırakılması gerekmektedir. En küçük birimlerde bile partililer o temsilcilerini hiç bir atama olmadan kendileri seçmeli; kararları kendileri alıp uygulamalı ve bu böylece bir piramit gibi yükselmelidir. Disiplinin temeli bu inisiyatif olmalıdır. Atamalar yerine, o kişilerin kendi kaliteleriyle insanların güvenini ve sevgisini kazanıp seçilmeleri yoluna girilmelidir. Bu aynı zamanda bir güven oylaması anlamına da gelir. Ancak, bu geniş kitlenin girişimleri ve inisiyatifi, Batının şehirlerindeki yoksul Kürtlerin de anlayabileceği ve kendilerini bulabilecekleri bir hareket yaratabilir. Ancak bu yoldan, Batıdaki o tıkanıklığa son verilip başka güçlerin harekete geçmesinin zemini hazırlanabilir. O parsellenmiş kesimler sarsılıp yeniden davranışa sokulabilir. Bu şehirli yoksullar kitlesinin davranışları ve politik kültürü çok başka olacaktır. Hatta bu Kürt ulusal hareketinin geleneksel olarak çekirdeğini oluşturmuş kesimlerde kuşku ve güvensizlik bile yaratabilir. Ama kültürel biçimler ile politika arasında bire bir uyum olmadığı kimse için bir sır olmamalıdır. Ya da daha somut ve Türkiye'yi ve Kürdistan'ı yerinden oynatacak, Batı'nın insanlarını her şeyi yeniden düşünmeye ve mücadeleye çekecek bir öneri. HADEP bütün organlarına, en


61 küçük mahalle toplantısından, genel başkanına kadar, kadınları seçmelidir. Bütün organlar yüzde yüz kadınlardan oluşmalıdır. Okumuş yazmışlık falan hiç aranmamalıdır. Hiç korkmaya gerek yok. HADEP kadınların yönettiği bir parti olmalıdır. Şimdiye kadar bütün örgütlerde nasıl hep yöneticiler erkek, sıradan üyeler kadın olduysa, şimdi bütün yöneticiler kadın; üyeler erkek olmalıdır. Örneğin HADEP kendi içinde böyle devrim yapabilecek bir atılımı göze alabilir; kadınların inisiyatifinin önünü açarsa, en kısa zamanda sadece Türkiye'yi değil, bütün bölgeyi allak bullak eden bir toplumsal hareket haline dönüşebilir. Aslında hiç gecikmeden yapılması gereken budur. Olayların beklemeye zamanı yok. Tarihte bütün tıkanıklıkları hep kadınlar çözmüştür, yeter ki, onların önü tıkanmasın. 18 Şubat 2000 Cuma (Bu yazı Özgür Politika’nın 21.02.2000 tarihli sayısında yayınlandı.)


62

İki Yol ve İki Dil Alman ve Fransız yolları, modernleşmenin iki yolu olarak on dokuzuncu yüzyılda en klasik örnekleri Almanya ve Fransa'da görülen gelişmelerden ilhamla politik terminolojiye yerleşmiştir. Almanca ve Fransızca konuşmak da, siyasi mücadelenin, birbirini tamamlayan ama birbirinden farklı, iki taktiği olarak, Fransız devrimci hareketlerinden ve Alman İşçi hareketinden ilhamla yine politik terminolojiye yerleşmiş kavramlardır. Alman ya da Prusya yolunda, demokratik kitle hareketleri militer ve bürokratik bir devlet cihazı tarafından ezilir. Ancak bu cellatlar, canını aldıkları bu demokratik hareketlerin vasiyetini, yukarıdan, piç edilmiş, bürokratik yöntemlerle bir şekilde gerçekleştirip bir modernleşmeyi götürürler. En klasik örneği Almanya'da görüldüğü için Prusya veya Alman yolu denilmektedir. Türkiye'nin şimdiye kadar izlediği yol da bu genel tipin çok özel bir versiyonudur. Ve şu bakımdan klasik örnekten ayrılır: Prusya devletinin bürokrasisi Alman demokratik muhalefetini burjuvazinin korkaklığı yüzünden ezerken, bir sınıf olarak burjuvaziyi toplumsal ve fiziksel olarak imha etmiyor, sadece onun politik etkisini sınırlıyordu. Onun ekonomik ve kültürel temelleri var oluşunu sürdürüyor ve zaten yukarıdan yapılanlar da bunların gelişimine hizmet ediyordu. Osmanlıda ise, Ermeni ve Rum burjuvazisi ve halkı; yani demokratik bir gelişmenin ve modernleşmenin bel kemiği olabilecek toplumsal güçler, toplumsal ve fiziksel olarak katliam, sürgün ve mübadelelerle imha ediliyordu. Prusya tipi bir modernleşmenin zayıf da olsa var olan kültürel ve ekonomik temelleri bile yok ediliyordu. Bu yok edilen ulusların malları ise, ya bürokratik cihazın avadanlıklarına, ya ağaların ve taşra bezirganlığının servetlerine, kırıntılar da sıradan Müslüman ahaliye kalıyordu. Böylece Türk modernleşmesi, modernleşmenin temel güçlerini yok eden; modern kültür ve sınıflara karşı bir modernleşme olmak gibi; var oluşu var oluşunun koşullarını ortadan kaldıran absürd bir karakter taşıyordu. Diğer bir ifadeyle de, Türkiye Cumhuriyeti daha doğarken, tüm ulusun bir suç ortaklığının sinik sessizliğiyle; var oluşunun kökündeki korkunç suçu unutma ve unutturma çabasıyla doğuyordu. Türkiye'deki korkunç derin ve yaygın gericiliğin ve de geriliğin kaynağında bu tasfiye vardır. Anadolu bu katliamlar sonunda ekonomik ve kültürel olarak en az yüz yıl geriye gitmiştir; her türlü toleransın ve demokratik hareketin var oluş koşulu ortadan kalkmıştır. Nasıl bazı insanlar daha doğarken ruhsal ve fiziksel sakatlıklarla doğarsa, bazı uluslar da ruhen sakat olarak doğarlar. Türk Ulusu, doğuşundaki bu suçu unutmak ve unutturmak için hafızasını yitirmekten başka bir şey yapamazdı. "Harf İnkılabı", kapitalist dünya pazarına daha kolay bir entegrasyon için olduğu kadar ve ondan fazla, bu bilinç altına itiş ve


63 unutmanın bir aracı olarak da bir fonksiyon üstlenmiştir: Sonuç tam bir hafıza kaybı ve toplumsal şizofrenidir. Klasik Prusya tipinde, demokratik hareketi ezen devlet, ezdiğinin vasiyetini bir şekilde yerine getirir. Türkiye'de de bu olmuştur ama tam anlamıyla alaturka biçimiyle. Türk devleti, yok ettiği Hıristiyan ulusların ve onların burjuvazisinin takvimini, kıyafetini, şapkasını alarak bir bakıma bu vasiyeti yerine getirme işini yapmıştır. Hıristiyan Ulusları yok eden ve bunun için Müslümanlara dayanan Devlet Sınıflarının aynı zamanda, yok ettiği Hıristiyan ulusalar ve burjuvazisinin adetlerini (takvimini, kıyafetlerini vs.) Müslüman ulusa dayatması paradoksunun ardında tarihin bu ironisi vardır. Ama yine gelişmiş Rum ve Ermeni kapitalizmini katlederek ve burjuva gelişimin yerine kapitalizm öncesi bezirganlığı ve ağalığı güçlendirerek, dayattığını karşı direnişi güçlendiren de yine kendisidir. Türkiye'nin modernleşmesi, modern sınıfların ve kitlenin (Hıristiyan Uluslar) yok edilmesi ve ulusun ve toplumsal yapının değil, Devletin modernleşmesi olagelmiştir hep. Bu, çok özel ve alaturka da olsa, Prusya yoludur. Bu yolu izleyen toplumlarda zerrece mücadele ve demokrasi geleneği kalmaz. Bir de Klasik örneği Fransa'da görülmüş Fransız yolu vardır. Bunda demokratik muhalefet devrimci bir şekilde gerici iktidarı tasfiye eder. Devrim eski rejimin kalıntılarını dev bir süpürge gibi temizler. Sonradan bir restorasyon olsa bile, öyle ileri gidilmiştir ki, geriye yine de iyi bir ortalama çıkar. Ama esas önemlisi: ezilenler arasında bir mücadele ve demokrasi geleneği yerleşir. Türkiye'de bu hiç görülmedi. Bunun biraz kenarından geçildiği dönemler olmadı değil. İkinci Meşrutiyet'in ilk ayları; 1920'lerde, çetelerde ifadesini bulan köylü sosyalizminin Ekim Devrimi'nin de etkisiyle gösterdiği cılız canlanma böyleydi. 1960'lardaki ve 70'lerdeki kitle hareketlenmeleri, bir bakıma Fransa'nın 1830 ve 48'lerinin havalarını andırıyordu. Ama bu dalgaların hiç birisi; Devlet sınıflarının o kalesinin duvarlarını yıkmaya yetecek şiddet ve güçte değildi. En son dalga, 1980'lerin sonu ve 90'ların başında Kürdistan'dan geldi. Ama onun da gücü yıkmaya yetmedi. Kürt ulusunun mücadelesi, şimdi seçimlerde HADEP'in başarılarında ifadesini bulan yeni bir dalgayla ikinci bir yükseliş yaşamaktadır. Bu yükseliş, paradoksal bir şekilde; Türk ulusunun baskı ve inkar politikalarının arkasına geçtiği ve uluslararası alanda, Öcalan komplosunda olduğu gibi, bütünüyle yalnız bırakıldığı koşullarda gerçekleşmektedir. Bu yükselişe, ulusun önderinin düşmanın eline geçmesi gibi ağır darbeler eşlik etmektedir. PKK'nın silahlı savaşı durdurmasını, Kürtlerin mücadelesinin bitmesi sanan bu devlet, kendi kontrolünde, tepeden ve keyfi bir takım makyajlarla işin içinden çıkacağını sanmıştı. Anlamadığı, PKK'nın silahlı savaşa son vermesinin, HADEP'in seçim başarısında da ilk ifadesini veren Kürt ulusal hareketindeki yükselişe yeni bir itilim ve olanak ve yeni stratejisiyle yeni bir uzun soluk verdiği oldu. Devlet her zaman olduğu gibi, Kürt sorununda da Prusya yolundan gitmeyi planlıyor ve Öcalan'ın yakalanması ve Silahlı mücadeleye son verilmesinin Kürt Ulusal Hareketinin yenilgisi anlamına geleceğini düşünüyordu. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı, seçimlerde ilk


64 ifadesini bulan ulusal uyanış; bizzat o darbelerden aldığı güçle yükselmeye devam edince, Prusya yolu uygulanamaz olmaktadır. Bir demokratik ve ulusal hareketi ezerseniz, diyelim ki, Kürtçe yayını serbest bırakıp kendi korucularınıza yaptırabilirsiniz. Ama ezilmemiş ve uyanışını yaşayan bir ulusal hareket, örneğin Kürtçe yayın serbestisini kendi ulusal ve demokratik muhalefetini güçlendirmek için kullanır. Bu şu demektir: Prusya yolu da tıkanmıştır. Çünkü Kürt Ulusal Hareketi, sanılanın aksine henüz ezilmiş değildir. O halde onu ezmek gerekir? Nasıl? Savaşın kurallarından biri, savaşı düşmanın istediği değil, kendi istediğiniz koşullarda kabullenmektir. Kürt ulusal hareketi legal mücadele biçimlerini son derece yaratıcı olarak kullanmaya başlamıştı, o halde onları tekrar yasa dışına sürmek ve orada işlerini bitirmek gerekiyor. Bunun için onları Kürt Ulusal Hareketini iyice sıkıştırmak, provakasyonlar yapmak tek çıkar yol kalıyor. Şimdi yaşanan gelişmeler bunlardır. Belediye başkanlarının tutuklanmasına kanlı nevrozlar eşlik ederse hiç şaşmamak gerekiyor. Modernleşmenin Alman ve Fransız yolları varsa; ezilenlerin mücadelesinde de Almanca ve Fransızca Konuşmak tarzında ifade edilen, iki dil, iki stil, iki meşrep vardır. Fransızca konuşmak, keskin atılım ve yükseliş dönemlerinin dilidir. Fransız devrimlerinin atılganlığından adını alır. Almanca konuşmak ise, en küçük legal olanaklardan yararlanarak, sabırlıca, karşı tarafı olabildiğince tecrit etmeye, kendi tarafını olabildiğince genişletmeye; güçleri toparlamaya ve hesapsız atılımların yol açacağı bozgunları ve moral bozukluklarını engellemeye yönelik çalışma tarzıdır. Bismark döneminin yasakçılığına karşı yeryüzünün ilk modern partisi Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisinin, özellikle Sosyalistlere Karşı Yasa dönemindeki mücadele stilinden adını alır. Kürt Ulusal Hareketi, politikada Fransızca konuşabildiğini zamanında yeterince gösterdi. Şimdi Prusya yolunun yerini Fransız yolunun alabilmesi için, Almanca konuşmayı da aynı şekilde öğrenmesi ve başarması gerekiyor. Prusya ya da Alman yolunu akamete uğratmak; politikada Almanca'yı iyi konuşmayı gerektiriyor. Almanca konuşmak, her şeyden önce düşmanın istediği alanda savaşı kabul etmemek, tahrikler karşısında soğukkanlılığını korumak; en küçük açık ve yasal olanaktan yararlanmaktır. Kürt hareketi yaratıcılığın nefis örneklerini sunmaktadır. Örneğin yıllardır miting yapılamayan bu ülkede, devlet adamlarının ve siyasilerin ziyaretlerindeki toplantılarını kendi mitinglerine çevirmekte ve mesajını vermektedir. Karşı tarafı tecrit için gerekli temeli yeni çizgi sunmaktadır. Sorun bunun ete kemiğe büründürülmesidir. Sorun yeni güçlerin harekete geçirilmesidir. İlk elde Batı'nın en az kontroldeki kesimlerine yönelik stratejik açılımlar ile devletin bu saldırısına cevap verilebilir. En az kontrol altındaki kesimler; Kürt yoksullar ve Kadınlardır. Bu güçlerin mücadeleye çekilebilmesi ise, Kürt Ulusal Hareketinin yığınların yaratıcılığına daha fazla olanak sağlamasıyla olur. Bunun ilk koşulu da, bu hareketin legal siyasi parti olarak ifadesi olan, HADEP'in bütün organlara tamamen ya da çoğunlukla kadınların seçilmesi olabilir. Etkinin tam olabilmesi için tamamen daha iyi olabilir. Bu, sadece Kürt ulusal hareketindeki yükselişe yeni bir ivme katmakla kalmaz; sadece devletin manevra alanını daraltmaz; ama aynı zamanda Batı'nın kadın ve yoksullarında, hatta Şehir orta sınıflarında ve aydınlarda yankılara


65 yol açar; Kürt Ulusal hareketinin etrafındaki ölüm sessizliğinin ve tecridin yıkılmasına ve batının üzerindeki ölü toprağının kalkmasına yardımcı olur. Modernleşmenin Alman yolu, Almanca konuşarak engellenebilir ve Fransız yoluna girilebilir. Politikada Almanca konuşmayı öğrenmeden, Fransızca konuşma başarılamaz. 25 Şubat 2000 (Bu yazı Özgür Politika’nın 28.02.2009 tarihli sayısında yayınlandı.)


66

ÖDP ve Kürt Ulusal Hareketi Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) ne sağlam bir programa, ne de yükselen bir toplumsal hareketlenmeye dayanıyordu. Dünyada sermayenin, Türkiye'de Osmanlı'nın yaşayan "ruh ül habis"i Genel Kurmayın peş peşe yeni mevziler kazandığı bir dönemde kuruldu. Dünyada Sermayenin Doğu Avrupa'nın çöküşünde ifadesini bulan, tarihsel bir zafer kazandığı; Türkiye'de ise, Kürt Ulusal hareketini ezmeye yönelik özel savaşın dizginlerinden boşandığı ve şovenizmin ve vurdum duymazlığın Türkler arasında alıp başını gittiği koşullarda, sosyalizm iddiasıyla kurulmuş bir sosyalist partiden beklenen, en azından dünya ölçüsündeki ideolojik saldırıya karşı sağlam durabilmek; ideolojik mevzileri güçlendirmek ve korumak; diğer yandan da büyük çoğunluğu, Kürt ulusunun haklı savaşı karşısında genel Kurmayın arkasında saf tutan Türk ulusuna karşı, yenilgici bir politikanın izleyicisi olarak, Kürtlere yönelik saldırıların en azından bir kısmını kendi üzerine çekmek ve onların sırtındaki yükü biraz olsun hafifletebilmek için ortaya atılmak; onlarla dayanışmayı politikanın ekseni yapmak olabilirdi. Ancak böyle bir politika, Genel Kurmay'ın zafer arabasının peşine takılan Türklerin şeref verici nefretini kazanabilir ve bu milliyetçi dalgaya tepki duyan yoksul ve aynı zamanda Kürt şehirli tabakalar ve bu milliyetçi dalganın saldırısının nesneleri olan azınlıklar ve ezilen uluslar arasında sempati bulabilirdi. Ancak böyle bir tavır uzun vadede sisteme muhalefet için bir mayalanma merkezi oluşturabilir ve geleceğin bir yükselişi için üzerine basılacak sağlam sosyalist gelenekler bırakabilirdi. Ne var ki, ÖDP ne İdeolojik mevzileri korudu; ne de akıntıya karşı politika güttü, aksine politikası ve çalışması bu tarz bir yaklaşıma karşı olarak şekillendi. Teorinin yerini, moda klişe sloganlar; akıntıya karşı politikanın yerini, "Kürt eksenli politika yapmayacağız" sözleri aldı. ÖDP'nin teorik açılımlar yapması ve an azından ideolojik bir sağlam duruşu sağlaması hiç bir şekilde gerçekleşmemek bir yana, böyle bir problemi bile olmadı. Bir sosyalist parti ki, Türkiye sosyalist hareketinin önemli bir birikimini içinde toplamış; ama bu birikimin, görüşlerin ve tezlerin birbiriyle çarpışacağı ve gelişeceği bir teorik organı bir yana bırakalım, böyle bir platformu bile yoktur. ÖDP'nin teorik ve ideolojik namazı kılınmıştır. Kürt Ulusal Hareketi karşısında ise tam anlamıyla yükselen şovenizmin dümen suyunda bir politika izlemiştir. Bir insan hakları derneği kadar bile Kürt Ulusal Hareketi'nin destekçisi olmamıştır. Yani ÖDP dünya ve Türkiye çapında egemen eğilimlere karşı mücadelenin bir aracı olacak yerde, bizzat bu eğilimlerin sol bir söylem içinde egemenliğinin bir aracı olmuştur. Ciddi teorik ve ideolojik savunma ve geliştirme çabasının yerini, moda kavramları ve sloganları kullanmak almıştır. Ezilen insanlar, özellikle Batı'da yoğunlaşmış en yoksul tabakalar ve Kürtler arasında sabırlı bir şekilde onların öz örgütlenmelerini yaratma çalışması yerine, Türk şehir orta sınıflarına yönelik olarak medyatik olmaya önem verilmiştir.


67 Toplumun en önemli sorunu olan Kürt sorunu sorunlardan bir sorun olarak ele alınmıştır. Bütün bu çizgi ve pratik, şehir orta sınıflarının damgasını taşımaktadır. Altmışlı ve yetmişli yıllarda, Dünyada devrimci bir yükselişin yaşandığı koşullarda, şehir orta sınıfları işçi sınıfına ve sosyalizme yaklaşma eğilimi gösteriyorlardı; zaten ÖDP'de çoğunluğu oluşturan eğilimlerin kökeninde, bu dönemdeki politikleşme bulunuyordu. Seksenli ve doksanlı yılların dünya ve Türkiye'sinde ise, Kapitalizm ve Genel Kurmay bu sınıfları kendi zafer arabasına bağlamış bulunuyorlardı. Bu sınıfların eğilimlerini temsil eden ÖDP gibi partiler için sorun; altmışlı ve yetmişli yılların sosyalizme yönelik oluşmuş bir geleneğin söylemiyle; şehir orta sınıflarının bu günkü eğilimlerini uzlaştırabilmekti. ÖDP bu uzlaştırmanın kendisinden başka bir şey değildir. Orta sınıflardaki bu genel kayma, ÖDP'de, onu oluşturanların çok daha özel bir kayışıyla da çakışmıştır. Bu gün ÖDP'yi oluşturanlar, 60'lı ve 70'li yılların, geleceği bulunmayan; yüksek enflasyon karşısında yoksullaşan şehir orta sınıflarının radikalleşen çocuklarıydılar ve genç insanlardı; bu günkü ÖDP'ye damgasını vuranlar ise, işi gücü olan, genellikle bir araba, ev ve muhtemelen bir de tatil yapabileceği ikinci bir evi olan, stabilize olmuş, Türk orta yaşlı şehir orta sınıflarıdırlar. Bu da ÖDP'ye damgasını vuran ikinci özelliktir. Önce, Kürt sorunu toplumun temel ve en önemli sorunu değilmişçesine, Kürt sorununu eksene alan politika yapmanın yanlışlığı söylendi. Böylece Türkiye'nin temel sorunu olan Kürt sorunu, Parti politikasının temel bir sorunu olmaktan çıktı ve sorunlardan bir sorun haline geldi. Böylece ÖDP, Genel Kurmay'ın, Kürt sorununu önemsiz gösteren, ondan bahsetmeyi bile yasaklayan; onu karşı susuş komplosunun, soldan bir destekçisi durumuna geldi objektif olarak. Sonra, sorunlardan bir sorun olarak Kürt sorununda barış önerildi, ama bu öyle yapıldı ki, sanki iki tarafın da haksız olduğu bir savaşın bitmesi isteniyor gibi ifade edildi. Yenilgici bir barış istemi değildi bu. Bu savaşta, hiç bir zaman Genel Kurmay'ın haksız PKK'nın haklı bir savaşı yürüttüğü söylenmedi. PKK ve Genel Kurmay aynı kaba koyuldu. Hatta Türk devletinden istenmeyen özellikler PKK'ya koşul olarak getirildi. Geçen Kongrede, Kürt ulusunun "meşru temsilcileri" ifadesinin yanına bir de "demokratik" koşulu getirilerek "Demokratik ve meşru" denilerek, PKK'nın bir barışın muhatabı olmasına bile karşı çıkılıyordu. Bu koşulu koyanlar bununla neyi dışladıklarını çok iyi biliyorlardı. Böyle bir tavır bırakalım ulusların kaderini tayin hakkını bir yana, fiilen barışa bile karşı olmak demekti. Hangi ciddi barış istemi, savaşan taraflardan diğerinin demokratik olmasını isteyebilir? Bu demokratiklik de, Türklerden değil, Kürtlerden istenmektedir. Bırakalım sosyalizmi bir yana, ciddi bir barış çabasının bile ayaklar altına alınması olan bu utanç verici karar, bir kaç kişinin itirazları arasında sorunsuz geçebiliyordu. ÖDP'de çoğunluğu oluşturan Dev-Yol'cuların büyük çoğunluğu, Kürt Ulusal Hareketi ve bunun örgütsel ifadesi olan, kendi aralarında sansürsüzce konuşurken ifade etmekten çekinmedikleri bir düşmanlık ve nefret duydukları, PKK karşısında son kongreye kadar, gerçek eğilimlerini yansıtan bir çizgiyi ÖDP'ye tam olarak dikte ettirememişlerdi. Son kongreye kadar bütün bu tavırlar henüz kongre kararlarıyla kesinleşmemişlerdi. Ama son


68 Kongrede alınan kararlar ve yapılmayanlar ile bu çizgi ÖDP'nin büyük çoğunluğunun onayını almış; Kongre kararlarıyla pekişmiş net ve resmi bir çizgi olmaktadır. ÖDP'nin Kongresi'nin toplandığı günlerde, HADEP'li belediye başkanları tutuklanmış, Kürdistan'da Halk bunu protesto ederken, ÖDP Kongresinde, örneğin, Kongre olarak Belediye Başkanlarıyla dayanışmayı ifade eden bir karar bile alınmamış, Belediye Başkanlarının tutuklanmasına karşı demonstratif ve sert bir tepki gösterilmemiştir. Dayanışma sözleri ise, "Diyarbakır halkı"na yöneltilmiştir. Elimizde henüz Kongrede Kürt sorunu konusunda alınan karar metni yok. Ancak gazetelerden okuduklarımız ve Kürdistan'da örgütlenme kararı var. ÖDP, Kürdistan'ı ayrı bir ülke, Kürtleri ayrı bir ulus olarak tanıdığını, en azından Ezop diliyle vurgulamak için, Kürdistan'da ÖDP olarak örgütlenmeyi ret etmesi veya en azından fiilen buna girmemesi gerekirken, Genelkurmayı çok memnun edecek bir tavırla, son kongresinde Kürdistan'da da ÖDP olarak örgütlenme kararı almış. Kürdistan'da örgütlenme kararı bir skandaldır. ÖDP, Kürt Ulusal Hareketinin, tecrit durumu ve ağır darbeler nedeniyle, güçsüzlüğü nedeniyle yapmak zorunda olduklarını seve seve kabullenmektedir. "Eh madem ki Kürtler Türkler'le aynı devlet içinde yaşamaya niyet ifade ediyorlar, biz de Kürdistan'da örgütlenebiliriz." ÖDP, Kürtler Türklerle birlikte yaşamak istese de, bu isteklerini özgürce belirleyecekleri koşullar için, yani Kürtlerin ayrılabilme hakkı için mücadele edecek yerde; Kürtlerin çok eşitsiz bir savaşta, ağır darbeler altında minimuma indirdikleri talepleri hemen benimsemektedir. Onları gökten inmiş bir nimet gibi almaktadır. ÖDP, İmralı’dan sonra ortaya çıkan yeni çizgiye daha yumuşak ve olumlu yaklaşmaktadır. Bu tam Türk şehir orta sınıflarının tavrıdır. Ve şehir orta sınıflarının ve ÖDP'nin tavrında da görülen bu değişiklik, PKK'nın ne kadar doğru bir çizgi geliştirdiğinin ve şehir orta sınıflarını en azından tarafsızlaştırmak bakımından doğru bir adım attığının bir kanıtıdır da. Şehir orta sınıflarının sosyalist söylemli bir partisi olarak ÖDP'nin anlaşılabilir bu tavrı, sosyalist olarak kabul edilemez. ÖDP, Kürtlerin birlikte yaşama istemi karşısında onların istedikleri zaman istedikleri biçimde ayrılmaları hakkını savunacak yerde, bu istemi veri kabul ederek taleplerini ve örgütlenmesini oluşturmaktadır. Kürdistan'da ÖDP olarak örgütlenme kararı da bu anlayışın ifadesidir. ÖDP eğer, Kürdistan'daki partileri beğenmiyorsa, orada bir sosyalist parti olduğunu düşünmüyorsa, en azından, Kürdistan'da kendisiyle aynı görüşleri savunan ama kendisi karşısında eşit düzeyde ayrı bir parti kuruluşunu teşvik edebilir ya da Kürdistanlı üyeleri orada ayrı bir parti kurabilirlerdi. Bu takdirde, aynı sosyalist görüşleri paylaşan iki sosyalist ve aynı düzeyde iki parti olurdu. Bu yapılmamaktadır, ÖDP, bir Türkiye Partisi olarak Kürdistan'da örgütlenmektedir, soldan Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını inkar etmektedir. Kendisiyle eşit konumda olacak bir Kürdistan ÖDP'sine bile tahammül edememektedir. Kürdistan'ın bu gün HADEP'e verilen oylarla üç aşağı beş yukarı çizilmiş sınırlarını kabul ederek örgütlenecek yerde, Devletin resmi sınırlarına göre örgütlenmeye gitmektedir. Genel Kurmay'ın soldan bir destekçisi olmaktadır. *


69 Peki, bütün bu tavırların ardındaki temel yanlış nedir? Temel yanlış: Kürtleri ve Kürt ulusal Hareketi'ni ve bunların örgütsel ifadelerini bir özne olarak tanımamaktır. Ezilen ulusların haklarını, ezen ulustan sosyalistler olarak savunmak, insanı veya bir hareketi ezen ulus milliyetçiliğinden kurtarmaz. Bu ikinci Enternasyonal döneminin, Avrupa Merkezli sosyalizm anlayışına denk düşer. Bu anlayışta, ezilen uluslar toplumun aktif bir öznesi olarak görülmez. Gerekenleri, egemen ulusun sosyalistleri ya da işçileri yapacaktır. Özne egemen ulustur, ya da onun sosyalisti veya işçi sınıfı vs., Komünizm gerekiyorsa onu getirecek vali gibi, ezilen ulusun haklarını da, ezen ulusun devrimcisi veya sosyalisti veya işçisi verecektir ya da onlar için kazanacaktır. Halbuki, yirminci yüzyılın toplumsal mücadeleler tarihi göstermiştir ki, ezilen cins, ulus, "ırk"ların haklarını savunmak henüz, sosyalistlik değildir ve egemenlik ilişkisini yeniden üretir. Ezen ulusun sosyalistinin görevi, ezilen ulusun Mücadelesini ve Hareketini bir toplumsal özne olarak desteklemektir. Bu özne de soyut bir varlık değildir, somut örgütler ve güçlerdir. Kürdistan örneğini düşünürsek, somut olarak, Kürt Ulusal hareketi, PKK'dır HADEP'tir yüzde doksan beşiyle. Yani, bir Türk sosyalistinin Kürt Ulusal hareketini bir özne olarak desteklemesi demek; Genel Kurmay ve Türk devleti karşısında somut olarak PKK ve HADEP'i desteklemesi demektir. ÖDP'nin ise tam da karşı olduğu böyle bir politikadır. Yani ÖDP, Kürt Ulusal Hareketini bir özne olarak desteklemeyi reddettiği için; yani paternalistçe yaklaştığı için, bu ulusun kendisinin ortaya bir özne olarak çıkışının somut örgütsel biçimlerini kendine bir rakip olarak görmektedir. Bütün o milliyetçi tavrın ardındaki temel metodolojik yanlış budur. Kürt ulusal hareketini ve onun somut örgütsel ifadelerini bir özne olarak görmeyi ret edince, bu somut özneler karşısındaki tavrın ne olması gerektiği sorunundan da kaçılmış olur. Bir toplumsal hareket, bir örgüt, sosyalistlerce, her şeyden önce iki temele göre değerlendirilir. Birincisi onun hangi toplumsal kesimin ifadesi olduğuna bakılır. İkincisi onun programına bakılır. Haklılığı ya da haksızlığı bunlar belirler. Mücadele ya da örgüt biçimleri değil. Bir hareket pekala anti-demokratik ama haklı, diğeri pekala demokratik ama haksız olabilir. Bütün sömürge kurtuluş savaşlarında aşağı yukarı durum buydu. Batılı ülkelerin hepsi de maşallah demokratik ülkelerdi, onlara karşı savaşan sömürgeler ve onların örgütlerinde demokrasinin pek esamesi okunmazdı. ÖDP, PKK'nın Türk devleti karşısında haklı bir savaş yürüttüğü konusunda susmakta; onun hangi toplumsal kesimlerin eğilimlerinin ifadesi olduğu sorusunu sormamakta ve susmakta; örgüt ve mücadele biçimlerine ilişkin itirazlarla onu Türk Devleti ve Genelkurmay ile aynı kaba koymakta; iki tarafın da haksız olduğu bir savaş söz konusuymuş gibi davranmaktadır. Aslında, ÖDP'nin sosyalizmle de, sosyalist teoriyle de fazla bir ilgisi yoktur. Sosyalist söylem, son yıllarda, Kürt Ulusal Hareketi karşısında egemen ulus sosyalistlerinin onu desteklemekten kaçmalarına soldan gerekçe bulmalarının aracı olmaktadır. Bu gün egemen ulus sosyalistleri için, iyi bir sosyalist olmak iyi bir "Kürtçü" olmakla mümkün olabilir. Bütün bu tavırlarına rağmen, Kürt Ulusal Hareketi, ÖDP'ye yine de, Türkiye'de az çok demokrasiden yana bir güç olarak çok olumlu yaklaştı ve yaklaşmaya devam ediyor. Kürt


70 Ulusal hareketi doğru da yapıyor. Evet, ÖDP, bir demokratik güçtür, demokratik güçlerin bir araya geleme olanaklarını politik kendini beğenmişliğiyle zora sürecek ve çoğunlukla dağıtıcı olacak olsa da, demokratik bir güçtür. Bu anlamda Kürt Ulusal Hareketi'nin ÖDP'ye karşı esnek ve itici olmamaya özen gösteren tavrı son derece doğrudur. Ama bu demokratik güç, bütün bunları sosyalizm adına yaptığı sürece, bir Türk sosyalisti olarak, biz de ancak, ÖDP'nin çizgisinin sosyalizmle bir ilişkisi olmadığını, bunun Türk şehir orta sınıflarının eğilimlerinin ifadesi olduğunu söyleyerek ve onu eleştirerek doğru davranmış oluruz. 02.03.2000 04:55 (Bu yazı Özgür Politika’nın 06.03.2000 tarihli sayısında yayınlandı.)


71

Kadınlar Öne Canlıların evrim tarihinde cinslerin keşfi başlı başına bir devrim oluşturmuş ve bu keşiften sonra yeni türlerin ortaya çıkışı büyük bir hız kazanmıştır. Dişi ve erkek ayrımı onların çocuklarında yeni genetik özelliklerin ortaya çıkmasına bu da türlerin yaşamasına ve çeşitlenmesine yol açmıştır. Ve bu ayrım, giderek özellikle çocukların belli bir bakım gerektirdiği "yüksek" canlılarda çoğu kez bir tür iş bölümünün, bu da toplumsal örgütlenmenin ilkel biçimlerinin temel dinamiğini oluşturmuştur. İnsanın insan oluşunda emeğin rolü üzerinde epey durulmuştur. Ama kadının rolü hep es geçilmiştir. Ancak toplumsal bir örgütlenme olmadan, alet kendi başına, gereğinde alet kullanan birçok canlıda görüldüğü gibi, kimi organların bir uzantısı olmaktan başka bir işlev göremez. Ama Toplum'un ortaya çıkışıyla, artık organların ve türlerin değil de, toplum biçimlerinin değişimi olanağı ortaya çıkar. Alet, Toplum'un olduğu yerde bir üretici güç haline gelir. Toplumu yaratan ise kadın olmuştur. Cinsel yasaklar, insanın hayvanlıktan kurtuluşunun ve toplumun ortaya çıkışının yolunu açmıştır. İnsan, doğanın çok güçsüz bir yaratığı olarak, ancak toplu halde davrandığı takdirde ve ama bu davranış basit bir aritmetik toplam gibi ortak çıkarlar temelinde değil de, bir bütün uğruna parçayı feda etme temelinde davranabildiği takdirde varlığını sürdürebilirdi. İnsan'ın her canlının en doğal içgüdüsü olan, yaşama iş güdüsünü, tehlikelerden kaçma içgüdüsünü, toplum denen soyut varlık uğruna yenebilmesini gerektiriyordu. Kişinin kendini daha üstün bir varlık uğruna feda edebilmesidir toplumu bir sürüden; insanı hayvandan ayıran. Bu muazzam devrimi ancak kadınlar yapabilirdi. Dişiler zaten, bütün "yüksek" canlılarda görüldüğü gibi, çocukları uğruna kendilerini feda edebilme yeteneğine sahiptiler. Buradan, daha büyük bir birlik uğruna feda etmeye kolayca geçilebilirdi. Bu yüksek şey ise, yine ancak kadın aracılığıyla bilinebilen soy olabilirdi. Böylece cinsel yasaklar, hem bir yandan soyun, ailenin, akrabalığın, yani toplumun mekanizmasını ve örgütlenmesini belirliyor, hem de kendine egemen olmayı, belli yasakları çiğnememenin, dolayısıyla parçayı bütüne tabi kılmanın yolunu açıyordu. Bu nedenle, bütün "ilkel" toplumlarda, kabilenin eşit bir üyesi olabilmek, sancılı imtihanlardan geçmekle mümkün olur. Bütün bunlar, parçanın bütüne tabi olmasının, hayvansallığı ifade eden içgüdülerin yenilmesinin; toplumsal kutsallaştırmanın ifadesidir. Erkek hayvansaldır, kadın bitkisel. Erkek avcıdır, kadın toplayıcı. Erkek öldürür, kadın üretir. Kadın çevreyi düzenler, erkek tahrip eder. Erkek savaşcıldır, kadın barışcıl. Bu nedenle bütün kültürlerde evrensel olarak, kadın kıyafeti toplayıcılığa dayanan kökleriyle eteklik; erkek kıyafeti, avcılığa uygun olarak pantolondur. Ve çoğu kez erkek isimlerinin kökeninde hayvan, kadın isimlerinin kökeninde bitki isimleri yer alır. Çocukları yemesin diye erkekleri dışlayan, toplayan, çocukları büyüten, bin bir denemeyle yeni otlar, kökler, sepetler, kilimler, çömlekleri icat eden, hatta muhtemelen erkeklerin avlayarak öldürdüğü hayvanları ehlileştiren, bütün bunları diğer kadınlarla paylaşan, bunun


72 için dili geliştiren, on binlerce yıl boyunca gelmiş geçmiş her biri isimsiz bir mucit ve kaşif olan, kadınlara borçludur insanlık bütün kültürünü. İnsanı hayvanlıktan çıkaran kadındır. Bu nedenledir ki, bütün "ilkel" toplumlarda kadın, bir tür ana tanrıca, şaman, kutsal anadır. İnsanlığın medeniyete, yani sınıflı topluma, geçmesiyle birlikte Kadın'ın toplumsal alt konuma geçirilişinin hikayesi de başlar. Klasik uygarlıkların geliştiği bütün yerlerde, kadının toplumdaki yeri aşağı düşer. Hatta uygarlık ile kadının konumu arasında kesinlikle bir ters orantı vardır. Çin, Hint, Akdeniz uygarlığının geliştiği bütün yerlerde kadın yerin dibine yollanmıştır. Harem denen cinsel köle zindanlarını; kadınların ayaklarını dumura uğratmayı; ölen kocalarıyla birlikte yakmayı; gömmeyi hep medeniyet keşfetmiştir. Kadının bu alt konuma geçirilişi, fiziksel baskı ve terörün yanı sıra ideolojik bir savaşla birlikte yürütülmüştür. Adem’in Cennet’ten atılmasının suçunu Havva'ya yüklemekten, kadın tanrıların Meduza veya masalların dev anaları gibi gösterilmelerine kadar, tarih öncesinin masal ve efsanelerin ardına gizlenmiş tarihi aslında; tıpkı, Atatürk'ün Nutku; ya da Stalin'in SBKP tarihi ya da "Barbarları" anlatan "uygarların" vekayinameleri gibi, gerçek tarihi erkeklerin bakış açısından tahrif eden ve yeniden yazan tersinden okunması gereken yalanlardır. Bu fiziksel ve ideolojik savaşın nasıl kanlı yürüdüğünü, en geç uygarlığa geçen Avrupa'nın yakın tarihindeki cadı yakma ve kovuşturmalarından biliyoruz. O yakılan cadılar, ilkel sosyalist toplumların "kadın ana"larının geleneklerini sürdüren son temsilcileriydiler. Onlarla birlikte sadece kadınlar aşağılara itilmiyor, topluma eşitlikçi ve özgürlükçü, devlet tanımayan ilişkileri unutturuluyordu. Açın bir dünya haritasını bakın. Klasik uygarlıkların ulaşamadığı yerlerde, kadının toplumdaki yeri yüksektir. Eski uygarlık beşiklerinin dağları, yollara, bezirgan ilişkilere uzaklığı ve kolay zapt edilemezliği ile ilkel sosyalist eşitlikçi ve özgür ruhun sığınakları ola gelmişlerdir. Buralarda, kadınların toplumdaki yerleri de bezirgan kasabalarına ve uygar şehirlere göre çok daha yüksek olmuştur. Ve dikkat edilirse, kadının toplumdaki bu yerinin yüksek olduğu bölgeler, aynı zamanda, Batıni, yani muhalif tarikatların da yaygın olduğu yerlerdir. Örneğin İslam aleminin bütün dağları Alevi - Batınidir. Ege dağları veya Dersim dağları: buralarda "kadın ana"lar hala vardır, yaşayan "cadılar" olarak; genellikle Alevidirler ve uygarlık oralara fazlaca girememiştir. Dünya'da da böyledir. Avrupa'nın hiç bir zaman doğru dürüst medenileşmemiş kuzeyinde kadının yeri, kapitalizmin bütün farkları yok edici erezyonuna rağmen bir güney Avrupa ülkesiyle kıyaslandığında farklıdır. Dikkat edilirse, buralarda Roma uygarlığının ruhu Katolik Kilisesi fazla derine işleyen bir etki gösterememiştir ve buralar aynı zamanda Protestanlığın güçlü olduğu yerlerdir. Kapitalizm de buralarda doğup hızlı bir gelişim gösterebilmiştir. Demek ki, insanlığın kapitalizme geçişi ile kadının toplumdaki konumunun yüksekliği de ilişkilidir. Modern uygarlığa geçişte kadının bu ana maya rolü yeterince incelenmiş değildir. Modern tarihte, bütün büyük ayaklanmaları kadınlar başlatmış ve onlar kadınlara nispeten daha geniş özgürlükler getirmiştir; bütün restorasyonlar ve karşı devrimler de kadının bu kısmi kazanımlarını geri almıştır. Fransız Devrimi'nden, Ekim Devrimi'ne ve Cezayir


73 Kurtuluş Savaşı'ndan İran Devrimi'ne kadar bütün devrim ve karşı devrimler tarihi bunu kanıtlar. * Kürt Ulusal Kurtuluş hareketinde de bu yasa geçerliliğini sürdürür. Ulusal hareketin yükselişi, Kadının eski feodal baskılardan kurtulabilmesi için ona muazzam bir olanak sunmuştur. Kürt ulusal hareketi aslında büyük ölçüde, kadınların başını çektiği bir modernleşme hareketidir de. Ve bu dinamizmle, Avrupa'da ve Türkiye'de Feminist hareketin yatağına çekildiği koşullarda, anca benzeri İsveç gibi toplumlarda görülebilen kadın partisinin kuruluşuna kadar giden bir dinamizm göstermiştir. Kürt Ulusal Hareketi, bugün büyük dönüşümler geçirmektedir. Bu dönüşümlerin yol açtığı problemler kadar, her mücadele biçiminin kendi tehlikeleri vardır. Örneğin silahlı mücadele, başına buyruk çeteciliğe, güce tapmaya, savaşı ve silahı kutsallaştırmaya, terörizme yönelik eğilimleri de besler. Bu nedenle, sürekli olarak bu eğilimlere karşı bir mücadele gerekir. Ama legal ve açık mücadele biçimlerinin de kendi tehlikeleri vardır. Bunlar da, reformizmi, zengin sınıfların ağırlığını, parlemantarist eğilimleri, bölgeciliği vs. güçlendirir. Legal yollar sadece mücadeleye değil, bu tür eğilimlere de yeni olanaklar sunar. Bu eğilimlere karşı, teknik tedbirlerle karşı durulamaz. Bu tür eğilimlere ancak, belli toplumsal güçler bir set çekebilir. Kürt Ulusal Kurtuluş hareketi, kendi içinde Kürdistan'daki bütün sınıfların eğilimlerini de taşımaktadır, ulusal baskıya karşı mücadelenin içinde daima bu farklı sınıfların eğilimlerinin de bir mücadelesi var olmuştur ve olacaktır. Bu mücadele genellikle, farklı konulara vurgular biçiminde süregelmektedir. Bu gün bütün bu eğilimlerin büyük bölümü HADEP içi ve çevresinde toplanmış bulunuyor. HADEP içindeki mücadeleler, aslında Kürt Ulusal Hareketi içindeki farklı sınıfsal eğilimlerin mücadeleleridir. Ulusal hareketin çekirdeğini oluşturan yoksullar, şehirlerin ve legal mücadelenin yollarını daha iyi bilen orta sınıflara karşı; onların bundan yararlanarak politikayı belirleme çabalarına karşı, gerillanın prestijiyle ve kimi zaman da dayatmalarla bir ölçüde tehlikeleri engelleyebildi ve memnuniyetsizlikleri bastırabildi. Ancak bundan sonra mücadele biçimleri ve ekseni tamamen değiştiğinden, eski yöntemlerle aynı sistemi sürdürmek hem olanaksızdır hem de bölünmelere yol açar. Bu çıkmazdan çıkışın, yeni mücadele biçiminin ve mücadele alanının yer değiştirmesinin tehlikelerini en aza indirebilecek tek toplumsal güç Kadınlardır. Kürt Ulusal Hareketini sırtında taşıyan ve hala bir yükseliş yaşayıp kadınların yeni katmanlarının katılışıyla canlılığını sürdüren kadınlar mücadelenin önüne geçmelidir. Bu, sadece yeni mücadele biçimlerinin yeni tehlikelerine karşı bir sigorta oluşturmaz; yaratıcı girişimlerin de yolunu açar. Ve nihayet, hep geriliğinden söz edilmiş Kürdistan'da kadınların böyle bir öne çıkışı, Türk kadınlarının ve geniş yığınlarının her şeyi bir başka ışık altında görmelerine yol açabilir: Bu da Kürt hareketini bu gün bulunduğu tecritten çıkarıp, Batı'da yeni kıpırdanışların yolunu açabilir.


74 Ve en nihayet, ilerde bir restorasyonda, kadınlara karşı onları tekrar eski rollerine itecek girişimler başladığında, bu girişimlere karşı şimdiden daha elverişli bir pozisyonda bulunmak ve daha geniş mevzileri elde tutmak çok önemlidir. Bunun ilk şartı, kadınların öne geçmesidir. Kadınların öne geçmesi somut olarak, HADEP'te bütün organlara en azından yarı yarıya ve daha iyisi ise tamamen kadınların getirilmesiyle olabilir. Türkiye'yi de, Kürdistan'ı da bu çıkmazdan ancak kadınlar çıkarabilir. Kadınlar öne. Ve kuru bir slogan olarak değil somut olarak: Kürt Ulusal hareketinde Bütün Organlarda ilk elde kadınlar çoğunluğa. Bu Türk devletinin bütün manevralarını boş çıkarabilecek stratejik bir hamle olur. Türkiye'yi de, Dünyayı da sarsar. Yeni yedek güçleri harekete geçirir. Karşı tarafın tecridini güçlendirir. Ve yeni mücadele biçiminin tehlikelerine karşı bir panzehir oluşturur. Politikayı küçük hesaplar ve pazarlıklar olarak görenler için hayalci görünen bu öneri; Politikayı özünde büyük bir taktik esneklik, diplomatik ustalık ile birleştirilmiş stratejik manevralar olarak gören bir anlayış için son derece gerçekçidir. 09 Mart 2000 Perşembe (Bu yazı Özgür Politika’nın 13.03.2000 tarihli sayısında yayınlandı.)


75

Bir Değişimde Üç Değişim Artık "İmralı Süreci" diye adlandırılan, Kürt Ulusal Hareketinin yeni stratejisi, dikkatlice incelendiğinde, onun bir stratejik değişim içinde üç stratejik değişim içerdiği görülür. Bu üç stratejik değişiklik, onun karşısına ve yanına aldığı yeni güçleri belirlemektedir. Birinci stratejik değişiklik kendini demokratik görevlerle sınırlamadır. Yirminci yüz yıl boyunca, demokratik taleplerden kaynaklanan hareketler ve ulusal kurtuluş hareketleri, ilk önce Rusya'da ve daha sonra da bizzat Rusya'nın sunduğu dünya dengelerinin ek etkisiyle, iktisadi ve kültürel koşulların bulunmadığı birçok ülkede, gerek kendi burjuvazilerinin korkaklığı ve ihaneti; gerek uluslararası burjuvazinin tehdit ve baskıları karşısında, sosyalist tedbirler geliştirmek ve sosyalist devrimlere dönüşmek zorunda kaldılar. Yani demokratik karakterli devrimler sosyalist devrimlere dönüşmek zorunda kaldılar ve kendilerini demokratik görevlerle sınırlamadılar. Yirminci yüzyılın bütün trajedisi bu dönüşümde, toplumsal ve kültürel koşullar oluşmadan, köylü ve ulusal karakteri ağır basan devrimlerin sosyalist karakterli dönüşümler yapmak zorunda kalmalarında ve buna karşılık koşulların var olduğu ülkelerin ise onlara yardıma gelmemelerinde gizlidir. Bu gün bakıldığında yirminci yüz yıl tarihinin, bir çıkmaz sokağın ucuna kadar gidip geri dönüş ve kalınan yerden başlamak gibi görünmesinin nedeni de budur. Fakat yirminci yüzyılın bitişiyle de çakışan büyük alt üslük sonucunda bu gün gelinen noktada görülen odur ki, demokratik karakterli hareketler, ideolojik şekillenmeleri geçen yüz yılda sosyalist devrimlere dönüşmeye dayansa bile, kendilerini demokratik karakterdeki görevlerle sınırlamak zorunda kalıyorlar. Pratik ve teori arasında, geçen yüzyıldaki bakışıksızlık bu sefer ters yönde varlığını sürdürüyor. Yirminci yüzyılda, on dokuzuncu yüz yıl yadigarı programları demokratik görevlerle sınırlı partiler sosyalist devrimlere yöneliyordu, şimdi ise, yirminci yüzyıl yadigarı programları sosyalist devrim hedefleyen partiler kendilerini demokratik taleplerle sınırlamak zorunda kalıyor. Bir kaç örneği hatırlatmak yeter. Geçen yüz yılın son devrimlerinden olan Nikaragua, başlangıçta, sosyalist bir devrime doğru, tıpkı örneğin Küba'da olduğu gibi hızlı bir değişim geçirdiyse de, bir süre sonra bu hızını kesmek ve demokratik bir programla kendini sınırlamak zorunda kaldı. Ama daha çarpıcı bir örnek Güney Afrika'dır. Güney Afrika'daki hareket, hem programataik ve ideolojik olarak kendini demokratik görevlerle sınırlamayacağını ifade ediyor hem de Rusya dahil hiç bir devrimin dayanmadığı kadar güçlü bir işçi sınıfına dayanıyordu. Bu hareket bile kendini demokratik görevlerle sınırlamak zorunda kaldı. Geri ülkelerdeki bütün diğer kurtuluş hareketlerinde, örneğin en radikal görünen Zapatistalarda bile bu değişim gözlenmektedir. Eşitlikçi bir toplum ideali bir şekilde hepsinde korunmaktadır bir bakıma, ama bu o kadar uzak bir geleceğin sorunudur ki, somut politika ve strateji açısından bir anlamı yoktur artık.


76 Kürt Ulusal Hareketi de bu genel eğilime uymak zorundaydı ve uydu. Kendini demokratik görevlerle sınırlayacağını açıkça ifade etti. Birinci önemli stratejik değişiklik budur. Bu değişiklik, Kürt Ulusal Hareketine, sosyalist bir devrim umuduyla destek veren küçük sosyalist ve radikal grupların, yeni stratejiye tepki duymalarına ve diğer değişiklikleri anlayamamalarına yol açmaktadır. Kendini bu demokratik görevlerle sınırlama, yoksullara dayanan bu hareketlerin demokratik hedeflerine ulaşabilmek ve onları savunabilmek için yeni yollar aramasına yol açmaktadır. Sürekli devrimi yaratan dinamik; yani uluslar arası burjuvazinin baskısı ve kendi burjuvazisinin korkaklığı ve ihanetinin yoksulları öne çıkarması; bu sefer kendini başka bir biçimde dışa vurmaktadır. Yirminci yüzyılda, nasıl yoksullara dayanan demokratik karakterli dönüşümler birikmiş enerjisini sosyalizme doğru, tabiri caiz ise derinliğine ileri giderek değerlendirmeye çalıştıysa, bu yüz yılda da, bu enerjiyi genişliğine yayılarak değerlendirmeye çalışacak gibi görünüyor. Ya da şöyle ifade edelim. Geçen yüz yılın bir ülke içinde derinliğine ilerleyerek sosyalizme ulaşma hedefi yerini; ulusal sınırlar dışında, bir bölgede demokrasiyi yayma hedefiyle yer değiştirmektedir. Demokratik görevlerin sınırları aşılamıyor ise; sosyalist devrime dönüşün yolu kapandı ise; ulusal sınırları aşarak; demokrasiyi ulusal sınırların ötesine yayarak bu çıkmazdan çıkılma denenemez mi? Geçen yüzyıla sosyalist devrime dönüşerek çıkış arama damgasını vuruyordu ise bu yüzyıla da demokratik görevleri ulusal sınırların dışına yayarak bu çıkış arama temel rengini verecek gibi görünüyor. Bu eğilim ilk önce Meksika'daki Zapatist harekette görüldü. Bu hareket ulusal baskıya karşı ama aynı zamanda yoksullara dayanan bir hareketti. Giderek kendini demokratik görevlerle sınırlamasına paralel olarak, Meksika'da ve dünyada demokrasiyi hedefleyen ve neo liberalizmi karşıya alan taleplerle yeni dayanacağı güçlere yöneldi. Ulusal bir hareket olmasına rağmen, ulusal baskıya bütünsel bir demokrasi aracılığıyla ulaşmanın yolunu denedi ve deniyor. Çok küçük bir nüfusa, çok küçük bir gerilla gücüne dayanmasına rağmen tecrit olmamayı ve Meksika hatta bir derecede de dünyadaki muhalefet için bir katalizör rolü oynamayı başarıyor. Ve bu tür yönelişlerin potansiyelleri hakkında belli ip uçları vererek ilginç bir keşif kolu deneyi sunuyor. Kürt Ulusal Hareketi de aynı yola girmiş bulunuyor. Yeni stratejinin dünya tarihsel bakımdan önemi burada bulunmaktadır. Burada ikinci ve üçüncü değişiklikler gündeme geliyor. İkinci stratejik değişiklik, ulusun kültür, etni ve dile bağlı tanımından hukuki bir tanımına geçiştir. Ulus ilk doğduğunda, yani Amerika'da tam da bu kültür, etni ve dilden soyut anlamıyla ortaya çıkmıştı. Dünyadaki bu ilk ulusal devletlerden biri, ne bir dil ne de bir soy ortaklığına dayanıyordu. Belli bir toprak parçasında, hukuki olarak tanımlanmış insanlardan oluşuyordu ulus. Kültür, dil, etni ulusun tanımının dışındaydı yani politik bir anlama sahip değildi. Bindiği gibi ulusçuluk, ulusal olanla politik olanın çakışmasını öngörür, ulusal olan hukuki bir tanıma indirgenince etni, kültür ve dil politik olmaktan çıkıyorlardı. Ne var ki, daha sonraki dönemde ulusçuluk düşüncesi ve modernleşme, uzun yıllardan beri, benzer dili konuşan, az çok ortak bir kökten geldiğine inanılan bölgelerde yayılınca, Kültür, etni ve dil


77 giderek politik bir anlam kazandı ve ulus olmak gibi ulusçuluk da bunlardan ayrılamazmışçasına algılanmaya başladı. Son yıllarda gerek dünya ölçüsünde muazzam işgücü göçleri, gerek çeşitli ulusların Avrupa'da olduğu gibi başka bir ulus kurmaya yönelişleri, gerek bilgisayar ve iletişim alanındaki gelişmeler ve gerekse yine bilgisayarların sanayiye uygulanmasına bağlı olarak, klasik fordist standart üretim ve tüketim kalıpları yerine, daha esnek ve çeşitli versiyonları olan üretim ve tüketimin olanaklılaşması gibi gelişmeler, yirminci yüzyılın uluslaşmalarına damgasını vurmuş olan etni, kültür ve dile dayanan ulus tanımlarının değiştirilmesinin ve ulusçuluğun ve ulusların çıktığı ilk dönemin anlayışlarına geri dönülmesinin koşullarını yarattı. Bir bakıma ulusçuluk da, ilk çıktığı yere, ulusun hukuki tanımına dönüyor. (Doğu Avrupa, Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya'daki ulusal hareketler hiç bu tabloya uymaz görünüyorlarsa da, onlar da aslında, yirminci yüzyılın başında, Osmanlı ve Habsburg hanedanlarının sonunu getiren gelişmelerin olduğu yere dönmüş bulunuyor. Oralarda filim kopmuştu, şimdi kaldığı yerden devam ediyor, o ulusal hareketler bu günün dünyasına değil geçmişe aittirler.) İşte Kürt Ulusal Hareketi, Anayasal vatandaşlık temelinde kültür, dil ve mahalli otonominin gelişmesi gibi formülasyonlarla aslında ulusun yeni bir tanımına geçmiş bulunuyor. Böylece sınır çizgilerini, Kürtler ve Türkler arasında değil, Kürtlerin ve Türklerin, dil, etni ve kültüre dayanan eski ulusçuluk tanımında ısrar edenleriyle, dili ve etniyi ulusun tanımının dolayısıyla politik alanın dışına itenleri arasında çiziyor. Bu yeni çizgiyle her iki tarafta da yeni güçler kazanırken bazı güçleri de kaybediyor. Klasik ulus tanımında ısrar eden Kürt burjuvazisi ve milliyetçiliği, tam da bu nedenle, Kürt Ulusal hareketini ihanetle suçluyor ve en saldırgan tavrı alıyor. Aynı şekilde Türkler arasında da Genel Kurmaydan MHP ve Ecevit'e kadar bütün bu yeni ulusçuluk karşısında kesin bir tavır alıyor. Böylece, yeni çizgi, her iki tarafın dil ve etniye dayanan milliyetçilerini kendisine karşı olmakta birleştiriyor. Bunlar, Kürt Ulusal hareketine karşı, yeni çizgi kendi paradigmalarının aşılması anlamına geldiğinden zımni ve fiili bir çıkar ortaklığı ve iş birliği içinde bulunuyorlar. Bu nedenledir ki, kendini demokratik görevlerle sınırlamanın milliyetçi ve burjuva eğilimleri kazanması gerçekleşmemekte; milliyetçiler milliyetçiliğin klasik tanımı reddedildiği için; klasik sosyalistler ise, ulusçuluğun daha esnek bir biçimine rağmen kendini demokratik görevlerle sınırladığı için, yeni çizginin karşısında yer alıyorlar. Ama gerek bu milliyetçi anlayış, gerek sosyalist anlayış, ikisi de geçmişin dünyasının ifadeleri olduğu, bu gün var olan gerçekten uzak oldukları için; yeni çizgi ile karşıtları arasındaki çatışma geçmişin, taşlaşmışın yeni olanla ve geleceğe ait olanla çatışmasıdır. Elbette bu yeni ulus tanımı, Türklerin çok büyük bir bölümünün de çıkarınadır. Türkiye'de bu ulusçuluğun bu iki biçimi arasında, Özellikle PKK'nın mücadelesinin yükselmesiyle başlamış bir mücadele sürmektedir. Ne var ki, bu mücadele daha ziyade ideolojik ve kültürel bazda sürmekte, Kürt Ulusal hareketinde olduğunun aksine, somut bir program ve onu savunacak politik güçten yoksundur. Türk tarafında, örgütlü ve güçlü olan, Ulusun klasik tanımıdır, Kürt tarafının aksine.


78 Kürt tarafı, yeni çizgisiyle, Türkiye'deki paralellerine örgütlenme ve bir politik güç olma olanağı sunarken, Türk tarafı da, yeni çizgiye karşı saldırısı ve baskısıyla, Kürt tarafındaki klasik milliyetçilere aynı olanağı sunmaktadır. Klasik Türk milliyetçiliğinin kalesi Genelkurmayın klasik Kürt Milliyetçilerinin güçlenmesine, Kürt Milliyetçilerinin de var oluşlarını sürdürüp etkilerini arttırabilmek için yeni çizginin başarısız kalmasına gerekleri vardır. Üçüncü stratejik değişiklik, ulusal bir hareketten sosyal bir harekete dönüşme özelliğidir. Genel anlamıyla elbette her ulusal hareket bir sosyal harekettir: Ama daha dar anlamda sosyal bir hareket, dinamiğini ulusal olmayan (sınıfsal, cinsel ve daha başka) ayrımlardan alan hareket demektir. Ulusun bir tanımından diğer tanımına geçmek, henüz ulusal hareket olma özelliğini aşmak anlamına gelmez; ama bunu olanaklı hatta zorunlu kılar. Ulusal bir hareket adı üstünde, ulusal baskıyı ortadan kaldırmaya yöneliktir, bu baskı sadece ayrı bir devlete ulaşmakla değil; ulusu başka biçimde tanıyarak ve dil gibi özellikler politika dışına, yani ulusun tanımının dışına itilerek de ortadan kaldırılabilir. Ulusal baskıya son vermeye yeni biçimde, sadece ulusun yeni bir tanımıyla ulaşılabilir, klasik biçimde tıpkı ayrılmayla veya ayrılma hakkını elde etmeyle ulaşılabileceği gibi. Ama bunu başarabilmek için, eski ulus anlayışını egemen kılan güçlerin tasfiyesi gerekmektedir. Teorik olarak, pek ala, yeni bir ulus tanımına dayanan ama aynı zamanda hiç de demokratik olmayan bir rejim mümkündür. İşte, Kürt Ulusal Hareketi, sadece ulusun yeni tanımıyla yetinmiyor, yetindiği takdirde ulusun yeni bir tanımına ulaşılamayacağını, dolayısıyla ulusal baskıyı ortadan kaldıramayacağını görüyor; Ulusal baskıyı ortadan kaldırmak için ise, demokratik ve sosyal dönüşümleri de hedefleyerek, ulusçuluğun eski tanımına dayanan güçlere karşı bütün demokratik güçleri kapsayan bir harekete dönüşmeyi de hedeflemiş bulunuyor; ama böyle yaptığında da ulusal bir hareketten bir sosyal harekete dönüşüyor. Ama bu sosyal hareket ise, kendini demokratik görevlerle sınırlıyor. Böylece daire kapanıyor ve yeni strateji bir tümlük olarak ortaya çıkıyor. 15 Mart 2000 Çarşamba (Bu yazı Özgür Politika’nın 20.03.2000 tarihli sayısında yayınlandı.)


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.