Gölge Fanzin - Sayı 18- Kış 2019

Page 1



editörden -Sicut erat in principio- Zaman hızla akıp geçiyor...

Merhaba! Zaman hızla akıp geçmiş, saatleri ayarlama enstitüsünün akreple yelkovanı yeni sayıyı çıkartma pozisyonuna gelmiş bile... 14. sayı ile başlayan istikrar sürecini pekiştirmek adına; Efendim, buyrun size Gölge Fanzin’in 18. sayısı... - Bundan ötürü zamanı iyi değerlendirmek lazım!

Bu satırları yazarken hayvan gibi musmutluyum! Çünkü okur katkıları bu sayı ile hızını almaya başladı. Bittabi ki bu da bizde bir bayram havasına vesile oluyor. Şimdilik sizlerden gelen 2 portfolyo ve bir yazıya yer verdik. Sonraki sayılarda bu katkıların artmasını umut ediyoruz. - Aksi halde nafile yaşar insan... nafile!

Geçen sayı ile birlikte Youtube kanalımızı hareketlendirecektik. Yalan olduk! Ama korkmayın yalama olmadık! Bu durumu Şubat ayı ile birlikte telafi edeceğiz. Aha da size editör sözü... - Peki... zaman nasıl değerlenir? Tabi ki yaşamla... Yaşam ve yaşanmışlık eksik olursa, zaman da olmaz. Olamazzz!!!

Şubat ayından bahsetmişken, yeni bir Sedat PEKCANATTI Sosyal Belgesel Fotoğraf Bursu ilanına da hazırlıklı olun. Gölge Fanzin’i sosyal ağlardan takip ettiğiniz surette gelecek ay içerisinde bursun şart ve detaylarına erişebileceksiniz. - Siz siz olun, dolu dolu yaşayın... Bundan başka hayat yok!

Her zaman olduğu gibi; “Büyükleri ellerinden, ortancaları ortalarından, küçükleri gözlerinden öpüyorum. Aman hocam insanca kalın!”


Gölge bir fanzindir. Kafasına göre yayımlanır. Fotokopi yolu ile çoğaltılabilir. Bu işlemden doğan tüm sorumluluklar çoğaltana aittir. Yayımlanan yazı, görüş ve görsellerin sorumluluğu ve telif hakları sahiplerine aittir. Yayın kurulu, Gölge Fanzin’e gönderilen yazıları yayımlayıp yayımlamamakta serbesttir. Ücretsizdir. Tasarım: I.İ.K Kapak Tasarımı: © Cenk 'Mirat' PEKCANATTI

İletişim: E-posta Adresi Facebook Sayfası Twitter Hesabı Youtube Kanalı ex nihilo nihil fit



Fotozinlerin Altın Çağının Şafağında... Cenk Mirat Pekcanattı

-Çeşitli Fotozilerden Örnekler-

Aranızda bu başlığı okur okumaz; fotozinin ne olduğundan bihaber olanlardansanız; “Fotozinde neyin nesi anam?” diye kendi kendine soranlar, ne olduğunu bilenlerdenseniz de “Hadi canım sende!” diyenler muhakkak olacaktır. “Dijital bir çağın dibine vurmuşken, ekseriye amatör bir süreç sonunda vücut bulan fotozinleri kim ne yapsın a deli oğlan?” diye de düşünebilirsiniz. Sorun değil raat olun!... raat! Siz yeter ki düşünün cancağızlarım benim... siz yeter ki düşünün... (içimdeki Adile Teyze kabardı. Huzur içinde yatsın.) Öncelikle fotozinin ne olduğunu bilmeyenler için, bunun ne olduğunu bir paylaşalım, öyle değil mi? Fotozin: fotoğrafçıların belirli bir tema veya mesele hakkında bir kitleyi bilgilendirmek, görsel bir hikaye anlatmak, yeni bir fikri sergilemek ve tanıtmak ya da devam etmekte olan bir projenin önizlenimini takipçilerine sunmak için ekseriyetle kendi elcağızlarıyla hazırladıkları basılı bir yayın türüdür. İngilizce ‘photography’ ve ‘magazine’ kelimelerinin şeettirilmelerinden türemiştir. Dolayısıyla da photo-zine, güzide dilimize fotozinleşerek yer etmeye yüz tutmuştur. Fotozinler az miktarda metin içerir, genellikle ciltsiz, çoğunlukla siyah-beyaz (maliyetten ötürü), muhtemelen bir lazer yazıcıda basılmış, sırtı ya el dikişli ya da zımbalanmış olur. Malum günümüzde fotoğrafları çılgınca tüketme refleksimizi kati surette engelleyemiyoruz. Bunda şaşıracak bir yanda yok. İnternet ve sosyal medya sağolsun, hazırlop fotoğraflara doyamaz olduk. Öyle ki 2017 yılında toplamda dünyada çekilen fotoğraf sayısı 7.5 trilyon adet olmuş. Bunun 333 milyarı çeşitli tipteki fotoğraf makineleriyle çekilmişler. Bu da genel toplamın ancak %5’ine tekabül ediyor. Kısacası fotoğraflar ekseriyetle mobil telefonlar, tabletler, v.b. ile çekiliyorlar. Bitmekte olan


2018 yılı için dünyada çekilen fotoğraf sayısının artarak toplamda 8.5 trilyon adet olacağı öngörülüyor. Bu trilyonlarca fotoğrafın ortalama %10’u flu olduğundan ya da saklamaya değer görülmediğinden kısa bir süre sonra siliniyor. %25’i aile albümleri için karta bastırılıyor ya da sms, e-posta veya sosyal medya aracılığıyla paylaşılıyorlar. Fotoğrafların %40’ı çekildikleri cihazlarda bırakılıyor, basılmışsa bir kutuya ya da albüme hapsediliyor. Kimisi bulut-mulut gibisinden sanal bir yerlere otomatik olarak stoklanıyorlar. %25’i ise Arafta bir yerlerde; ama sonu yok, soranı yok. Hepimizin sabit ve flaşdisklerinde binlerce... hatta fotoğrafla ilgileniyorsak onbinlerce fotoğraf var. Hiç düşündünüz mü? Bunlar talihsiz bir arıza sonrasında öylece ‘pat!’ diye yok olabilirler. Ne halt yiyeceksiniz o vakit? Bu tartışmasız, kocamaaan bir risk! Ayrıca hayatlarımızdan eşsiz enstantaneler yansıtan fotoğrafların büyük kısmının fiziksel olarak mevcut olmadığını bilmek bana hayli korkutucu geliyor. Bu durum mantar bir durum... çok mantar! Dolayısıyla konu fotoğraf olduğunda, ben basılı malzemeyi tek geçerlerdenim arkadaş... İşte tam da bu noktada fotozinler şugar bir alternatif olarak insanın aklına geliyor ve tam da orta yerine demir atıyor. Fotozin çok ciddi boyutta bir takıntı (obsesyon) ve bu takıntının, albümlerden çok daha demokratik bir şekilde doğrudan bir tezahürü... Yani bir yayıncı, galeri ya da başka bir gücün baskısının yoğun olarak hissedildiği, manüple olabilir bir ticari yayından ziyade, sanatçıyı hedef kitlesiyle daha doğrudan bağlamaya eğilimli bir yayım türü... Bunların (fotozinler) amacı, bağımsız sanatçı yayıncılığının son on-oniki yıldır patlamasıyla oluşan tazyiği kullanarak, mevcut fotoğrafçılık pratiğinin en ileri görüşlü ve provokatif alanlarından birisi için idiyososyal bir vitrin oluşturmak. Fotozin, günümüzün yaygın tabiriyle ‘lens tabanlı’ sanatçılarının çalışmalarını, geleneksel yayın biçimlerinin maliyetlerinin karşılanmasının hayli güç olduğu bu dönemde, ham ve deneysel bir aciliyetle yayınlayacakları kağıt tabanlı :) bir platform olarak karşımıza çıkıyor. Fotozinler, daha deneysel fikirleri çabucak keşfetmenin veya daha büyük bir şeyin tasarım ya da taslaklarını pratiğe dökmenin bir yolu olabilirler... Aynı zamanda güzide bir topluluğun içinde yerleşik olmanın alternatif bir yolu da olabilir... Hoş ülke çapında ufak tefek bir takım buluşma ve etkinlikler var. Fakat yeterli değil... Ve tam da şimdi bu etkinlikleri arttırmanın, hatta belki de bir fanzin fuarının temellerini atmak için çalışmaya başlamanın zamanı... Bunu gerçekleştirmek için aynı tutkuyu paylaşan insanların bir araya gelmesi yeterli... Ben geldim bile... Etti mi 1 kişi... :) 20. y.y’ın sonlarına ait fanzinlerin yayımına harcanan enerjinin çoğu, artık hayranların hemen hemen her türlü mevzuyu irdeleyebileceği sanal blog dünyasında yaşıyor. Modern yaşamın neredeyse her alanında dijitalin iyiden iyie yaygınlaşmasına rağmen basılı bir yayım organına dokunmanın -hatta benim gibi fetişistlerdenseniz anlayacağınız üzere- koklamanın yerine hiçbir şey tutamaz. Bu elle tutulur kâğıt tabanlı yayınların, kışkırtıcı ve ilgi çekici içeriği, kolaylıkla erişilebilir oluşu kanaatimce onları günümüzde karşı konulmaz kılıyor. Bir hikayeyi anlatmak için; fotoğrafları bir akışa yerleştirmek, onları yan yana koyarak bir etki yaratmak ve izleyiciye bir duygu aşılamak insana mevcut diğer fotoğraf araçlarından oldukça farklı bir tecrübe yaşatıyor... Ayrıca fotozinler yapımlarında kullanılan çok farklı estetik, malzeme ve yöntemlerle ilgi çekici bir modern sanat formu haline gelmeye namzetler. Akli melekelerinde çıtırdan çıldırışlar meydana gelmiş, kendini fotoğraflarla ifade etme isteği, söyleyecek ilginç ve önemli olduğuna inandığı bir mesajı olan tüm fotoğrafçıların; bu olay da tekelleşip, ticarileşmeden önce mutlaka bir fotozin yapması gerekiyor. Benden söylemesi...


PORTFOLYO

>KAÇIŞ<

©Yiğit AKDAĞ

>>> Küçükpazar bölgesinde yaşayan Suriyeli, Afgan ve Pakistanlıların portrelerinin, yaşadıkları mekanların ve aralarında bölgeyi terk edenlerin ardında bıraktıklarının sunulduğu ''Kaçış'' isimli çalışmanın bağlamı belgesel fotoğraftır. Bu fotoğraflar gerek iç savaş gerek ekonomik sebeplerle ülkemize kaçan insanların yaşamlarını belgelemek, tarihe not düşmek, hikayelerini paylaşmak amacıyla çekilmiştir. Çalışmanın yaklaşımı nesnel gerçekliğin manipüle edilmeden saptanması ve yaşanılan zamana tanık olma üzerine kuruludur.


PORTFOLYO

<<<

©Yiğit AKDAĞ

>Yiğit AKDAĞ< 1992 yılında İstanbul’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da tamamladı. Lise yıllarında fotoğrafa ilgi duymaya başladı. 2012 yılında, Kocaeli Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Fotoğraf Bölümü'nde lisans, 2018 yılında, Marmara Üniversitesi, Güzel Sanatlar Enstitüsü, Fotoğraf Ana Sanat Dalında Yüksek Lisans programına başladı. Eğitimi süresince serbest foto muhabir olarak çalıştı ve belgesel fotoğraf projeleri üzerindeki çalışmalarına devam etti. Çalışmalarında daha çok fotoğrafın belgesel, toplumsal ve siyasal niteliğine ilişkin konulara değinmekte.


PORTFOLYO

©Yiğit AKDAĞ


PORTFOLYO

©Yiğit AKDAĞ


PORTFOLYO

©Yiğit AKDAĞ


PORTFOLYO

©Yiğit AKDAĞ


PORTFOLYO

©Yiğit AKDAĞ


PORTFOLYO

©Yiğit AKDAĞ


PORTFOLYO

©Yiğit AKDAĞ


PORTFOLYO

©Yiğit AKDAĞ


RÖPORTAJ

1 KADIN ve BİRKAÇ İYİ ADAMLA FOTOZİNLERİ HAKKINDA...

Arzu Arısoy, IEKA news - Summer 2017

Röportaj: Cenk Mirat PEKCANATTI

Fotoğraf severler hatırlayacaklardır... Bir önceki sayımızda Suimasen Editons’ın kurucuları Erdem Varol ve İbrahim Karakütük ile yaptığımız bir röportajı sizlerle paylaşmıştık. Bu girişimlerinin gelecekte daha sık duyulacağını GF sayfalarından iddia etmiştik. Bu röportajda Suimasen Editons’a biraz momentum katmak için Varol ile Karakütük’ü az biraz da sorgulamıştık... Hani tüm yayınlarınız bu mudur? Sizde başka bir olay yok mudur?, gibisinden... Onlarda sağolsunlar, ileriye dönük planlarını paylaşmışlardı. Peşi sıra hormonlu bir Osmanlı tokatı gibi patlattılar

çemçük ağızlı arsız suratıma 6 kardeşi... Bunun üzerine bir kadın (Arzu Arısoy) ve birkaç iyi adamla (Can Tanrıseven, Dinçer Dökümcü, İbrahim Karakütük, Okan Pulat ve Onur Girit) fotozinleri hakkında Facebook’ta kurduğumuz grup üzerinden röportajımızı gerçekleştirdik. Ortalama olarak 3 saat kadar süren bu söyleşiyi bitirdiğimizde memleket fotoğrafı adına belki küçük ama teşvik edicilik bakımından bir o kadar da büyük bir enerjiyi açığa çıkarttık. Hoş bendeniz, uzun süre sandalyede iğreti oturmaktan bir de flat-ass sendromuna yakalandım. O da bir başka şahane oldu ki değmeyin gitsin!


Cenk Mirat PEKCANATTI: IEKA NEWS SUMMER 2017 adlı çalışman "Tüketiciler değil insanlar için tasarlandı" cümlesi etrafında şekilleniyor. Bize bunu biraz açar mısın? Arzu ARISOY (@arzuaris): Açıkçası ben bu projeyi yaparken aklımda geri dönüşüm vardı. Ve bunu yaparken de eğlenmek istiyordum. Ieka fikri aklıma tam oturduğunda, Ikea’nın çalışma prensibinden etkilendiğimi zaten söylememe gerek yok. Yani aslında tamamen insana dair olan, sürekli herkesin ağzında olan ve bir türlü vazgeçemedikleri tüketim kavramından uzaklaşsın istedim. Sonuçta projem tüketim eleştirisinden ziyade geri dönüşüm üzerine... - Ürün isimleri esprili bir üslupta yorumlanmış. Baca Gülü’ne verdiğin ‘Osmanska’ ismi bir başka güzel!!! - (gülerek) Teşekkür ederim. - Çalışman bir fotozine'e dönüşmeden evvel Bursa Photofest'in (Çarşılar-Alışverişler 2017) sergileri arasında yer almış. Etkinlik sürecinde sergin nasıl tepkiler almıştı? - Baya güzel geri dönüşler aldım. Ama İngilizce olması sebebiyle esprisi çok ta geniş kitlelelere ulaşamadı. - Projeyi ilk olarak Bursa Photofest'teki sergi için mi üretmiştin? - Hayır. Aslında bu bir ders projesi olarak başladı. (gülerek) Halen Mimar Sinan GSÜ – fotoğraf bölümünde okumaktayım. - Ürünlerin yanı sıra yer alan PR ve PH ile başlayan kodların gizil bir anlamı var mı? Yoksa katalog formatı havasını vermek için mi kullandın? - Yok... Seri numarası olarak uydurdum. Aynen dediğiniz gibi... - Ürünlerin her birinde açıklayıcı bilgi yok. Bu tercihin daha özel nesnelere dikkat çekmek gibi bir amacı var mıydı? - Evet. Ürünler birbirinden tuhaf şeyler aslında... Bana ilginç ve komik gelen nesnelere daha çok dikkat çekmek istedim. - İş üretirken eğlenmeyi seviyor, sürecin keyfini çıkarıyorsun sanırım. Genel olarak ifadelerinden bunu anlıyorum. Eğer öyleyse de bu çok hoş... - Elimden geldiğince... Zaten ruhumuz dünyadaki türlü olumsuzluklardan kararıyor. Sanat ise bundan biraz olsa da arınmak için çok güzel bir araç... - Haklısın. Fotoğraflar mevcut ortam ve de ışıkta çekilmiş, bu anlatımının planlanmış bir parçası mıydı? Yoksa üretim pratiği açısından mı tercih ettin? - Evet. Hepsini aynı ışıkta çekmek istedim. Ve bunun için de hurdacıya ufak bir set kurdum. - IEKA NEWS SUMMER 2017 önce bir ders projesi olarak başladı. Bursa Photofest'te sergilendi. Ardından bir fotozine'e dönüşerek Paris Photo Fair’in paralel etkinliği olarak açılan ve uluslararası fotoğraf kitabı yayıncılarını buluşturan Polycopies’e, tipibookshop aracılığıyla dahil oldu. Şu anda da Tüyap - Artist 2018’de sergileniyor. Bundan sonrası için planladığın bir şey var mı? Yoksa projenin misyonunu tamamladığını mı düşünüyorsun? - Aynen öyle... Bundan sonraki hedefim belki sadece İkea'nın projem hakkındaki fikrini almak olabilir. Onun haricinde yeni eğlenceli birkaç proje fikri daha var aklımda...


IKEA'nın fikrini almaktan kastın tam olarak nedir? - Ikea'dan biri görse ne düşünür çok merak ediyorum. Sadece bu kadar... - Yeni eğlenceli birkaç proje fikri dedin, bunları paylaşabilir misin? Yoksa şimdilik saklı mı tutmayı tercih edersin? - Şimdilik kalsa... - Tamam. Öyle olsun... Bizlere ‘Suimasen Editions’ ile olan ilişkinden bahsedebilir misin? - Çok sevdiğim arkadaşlarım, harika fotoğrafçılar, süper eğlenceli insanlar... Çok mutluyum... Vallaha ne diyebilirim ki başka? - Daha ne olsun? - Bir de baya disiplinliler... - (gülerek) Ah-ha! Dahası da varmış... - (gülerek) Aynen... - Arzu konuştuklarımızın üstüne senin eklemek, ifade etmek istediğin bir şey var mı? - Her şeyi çok güzel bir şekilde sordunuz. Benim bile üzerine hiç düşünmediğim bazı şeyleri merak etmişsiniz. Her şey harikaydı. - Çok teşekkürler. Tanışmak... görüşmek üzere... İyi akşamlar. - Ben teşekkür ederim. Aynı şekilde... Size de...


Can TANRISEVEN - Sin

Cenk Mirat PEKCANATTI Merhaba Can! Can TANRISEVEN (@can_tnrsv): Merhaba... - (gülerek) Şu günahının* bir hesabını ver bizlere... (Can’ın fotozininin adı İngilizce bir kelime olan ‘Sin’, bu kelime Türkçe’de “günah” anlamına geliyor.) - Tamamdır. ‘Sin’ aslında günahla bağlantılı duyguları saf ve ilkel haliyle anlatmaya çalıştığım bir iş... Yani ölüm, cinsellik, haz gibi... Bunu yaparken de genel ilkel metotları kullandım. Kutudan yapılma bir pinhole kamera ve agrandisör... Fotoğrafları çekip, baskı kartlarına bastım. - Aynı zamanda fiziksel müdahalelerinde var sanırım. - Aynen... fotogram kullandım. Kartları çizdim. Biraz doğaçlama bile takıldım diyebilirim. Bu tip elle manipülasyonlar yapmayı seviyorum. - Analog'dan ve karanlık odadan vazgeçemiyorsun. Her ikisinin de tutkunusun sanırım. - Kesinlikle benim üslubum böyle başladı. Ve böyle de devam ediyor. Cidden filmi ve bununla bağlantılı her şeyi seviyorum. - Kimya sektöründe oluşunun buna bir etkisi var mı? - Aslında hiç düşünmedim. Olabilir... - Bazı karelerindeki çıplaklığı ayan beyan değil de, netsizliklerle örtülü vermişsin. Tam olarak 'voyeur' bir tavır gibi hissetmedim. Bunu bahsettiğin saflığın bir tezahürü olarak mı tercih ettin?


- Aynen öyle... Yaratmak istediğim atmosfer de o olduğu için, teknik biraz bunun aracı oldu. - Düzenleme konusunda Erdem Varol ile işbirliği içinde çalışmışsınız. Nasıl bir metod izlediniz? Senin vermek istediklerinle onun editörlüğünde bir araya gelen seçki nasıl bir noktada kesişti? Acılı oldu mu? - Ahaha... - Hey sen oradaki, çekirdeklerin kabuklarını yerlere dökme... (Erdem'e) Erdem Varol: Can başlasın... aslında ben de söz alırım. Açıkçası çok rol çalmak istemiyorum. Bu arada en son arkadaşlara güzel 2 sürprizim var. Bu ay ve gelecek ay fanzinler yine uluslararası gezecek. Can Tanrıseven: Şöyle ki... elimde daha fazla fotoğraf vardı. Ve aslında bu işi geçen sene bir photobook yapmaya çalışmıştım. Fakat edit sürecinde bu kadar çok fotoğrafla ne yapacağımı bir türlü bilemedim. Benim farklı bir editim vardı. Erdemin editi kesinlikle daha kafa açıcı oldu. Erdem Varol: Can, İzmir’de bir atölyeye katılmış ve orada bir kitap editi yapılmıştı. Ben de Can’ın serisini bildiğim için, bana gönder ara ara bakıp içimize daha çok sinen bir şeyler yapabilirim dedim. Can hiç tereddütsüz, bana fotozinde kullandığımızdan daha fazla sayıda fotoğraf gönderdi. Yazdı ve canım birşeyler yapmak istiyordu. O yüzden Can’ın editi yaptım. - Fotoğrafların birbirlerini takibinin belirli bir mantığı var mı, yoksa tamamen doğaçlama bir düzenleme mi? - Tamamen doğaçlama değil, full sayfalar, ufak fotoğraflar ve birbirini hatırlatan bir sayfa yapısı var. Bir matematiği var fakat bu sözle anlatılabilecek bir şey değil sanırım. Atmosfer yaratmak gibi de... - Bir nevi müzik gibi mi? Doğru ezgi, doğru ton... - Şiir gibi... - Hoş! Peki Can, senin 'Suimasen Editions' ile yolunun kesişmesi nasıl oldu? - Erdem'le yıllardır iyi arkadaşız. Erdem'in zaten önceden böyle bir fikri olduğunu biliyodum. Sürekli fotoğrafla ilgili işlerimizi, yapmak istediklerimizi konuşuyoruz. Bende bir şekilde fikrin başlangıcından itibaren biliyorum. Erdem Varol: Can’ın editi henüz Suimasen Editions kurulmadan önce olmuştu. - Aynen... Tam yazıyodum. - Can, tereddütsüzce 'Suimasen Editions' candır diyebiliyor musun? - Kesinlikle... - Son olarak senin eklemek istediğin bir şey/ler var mı? - Siz zaten gayet güzel sorular sordunuz. Suimasen Editions içinde bulunmaktan mutluyum diyeyim. Umarım daha güzel işler yapmaya devam edeceğiz. - Sana teşekkür ediyorum. - Asıl ben teşekkür ediyorum.


Dinçer Dökümcü - mortal

Cenk Mirat PEKCANATTI: Dinçer merhaba! Dinçer Dökümcü (dincerdokumcu_art): Merhaba... - Çalışmanın adı sonda yer alsa da, ben bununla ilgili merakımı başta gidermek isterim. Neden böyle bir tercihte bulundun? İsmin ön yargısından uzak bir seyire mi davet ettin izleyicini? - Esasında başlangıçta aklımızda böyle bir isim yoktu. Kitabın gidişatı bu yönde olunca, bizde sözü en sonra söylemek istedik. - Bu çok hoş... - Ayrıca ismin başta yazılması kapağın görselini bozabilirdi. Kitabın editi ve ismi konusunda Erdem’in (VAROL) katkısı çok... edit tamamen ona ait... İsim babası da O... - Tarzın geleneksel bir fotoğrafçıdan daha çok bir çağdaş sanatçı izlenimi uyandırıyor. Fotoğraf dilini oluşturan harflerin sadece bir tanesi gibi... Fotoğraflıyor... Resmediyor.... Fiziki müdahalelerde bulunuyorsun... Sen kendini bu anlamda nasıl tanımlıyorsun? - Esasında ben kendimi ‘üretici’ olarak tanımlıyorum. -Şıkmış...


- Teşekkür ederim. Kullandığım malzemenin türünü uzun zamandır önemsemiyorum. Ben yanlızca üreteyim istiyorum. - Birkaç portre ve birde tam boy görselde, fotoğrafla resmi karşılaştırır ya da yarıştırır gibi bir izlenim edindim. Böyle bir tavrın var mı? - Esasında resimler ve fotoğraflar farklı zamanlara ait... çağrışım olsun... birlikte birbirlerini tamamlasınlar istedik. Yarıştırmak diyemem... ama bütünlük sağlamak desem, daha doğru olur. - Fotozin'in genelinde Hindistan'da çekilmiş işlerden bahsedebiliriz. Fakat birden ana mekandan koparak başka bir mekana atlamalar yapıyorsun. Ben bunu kasıtlı olarak yapılmış bir tür "glitch", yani küçük teknik bir aksaklık gibi algıladım. Bu da mı farklı zamanlara ait oluşuyla alakalı? - Kitapta İstanbul, Berlin, Hindistan ve Nepal var. Buraları bir bakıma bulunduğum yerlerdi. Fotoğraflarımın içeriği bulunduğum bu yerlerdeki yaşam ve izlerden oluşuyor. Hayat her yerde aynı yaşanıyor. Resimleri ise Zonguldak’ta yaptım. Orada yaşadığım iki senenin ürünleriler... - İlginç bir zamansal ve mekansal yolculuğu aktarıyorsun. Bu oldukça keyifli... - Evet. Yolculuk ve yolda olmak keyifli... - Bu yolculuklara dair tecrübelerini resmedip, fotoğraflayarak kendine has bir üslupta bir potada eriterek izleyiciye sunduğunu söyleyebilir miyiz? - Kesinlikle söyleyebiliriz. Ben değişik şeyleri denemeyi ve bu süreçte bir şeyleri öğrenmeyi seviyorum. - (gülerek) Bir sandal dolusu insanla, lunaparktaki gondolu bir araya getirmek muzipliği editörünün bir seçimi miydi? - Evet, editörümün seçimi... Ben çok sevdim. - O iki fotoğrafı bir araya getirdiğinde kendine has üslubuyla gülümseyip, bıyık altından da güldü mü? - Evet... “Bak şimdi ne yapacağım” dedi. Sonra güldük. Bayağı keyif aldık. - Edit sürecine dair aranızdaki ikili süreci paylaşabilir misiniz? Erdem Varol: Burada ben devreye girebilirim biraz. Dinçer için yaptığımız edit sanatçının zihin haritası. Aslında editten kastım her zaman o zihin haritalarını ortaya çıkarmak ve oradan devam etmek oldu. Sonuçta binlerce görsel baktık, bu açıdan Dinçer için yaptığımız edit biraz acılı bir süreçti. Klasörlerce fotoğraf ve resmin ardından, neyi nasıl yapacağımız konusunda aslında ikimiz de sabittik. Bu harita bize dünyanın her yerinde Dinçer’in aradığı ya da gösterdiği bir konuya dair ipuçları veriyor ve aslında yine kendimize dair bilmediğimiz bazı şeyleri gösteriyor. Yani Dinçer'in görselleri önce editi, daha sonra da ismi belirledi. Görsel olarak izdüşümlerse yani fotoğraf ve çizimlerin benzer şekilde yan yana gelişi (çizimler ve fotoğraflar arasında üretim tarihi ve teknik farklılığı düşünürsek) insan algısına dair bir şeyleri görmemizi sağlıyor. Aslında nereden besleniyorsan, oradan dal verirsin. Önemli olan şey tüm o serüven esnasında dal verdiğin yerleri keşfetmek. - Güzel bir özet oldu.


- (gülerek) Bir tür kartviziti andıran mini resimde bir diğer sürpriz... Yoksa hamili kart fotozininiz midir? - (gülerek) Evet. - Bu küçük ama keyifli ayrıntıdan biraz bahsedebilir misin? - Ben daha önce de böyle bir şey yapmıştım. Fuam'da dead end bir kitap yapmıştım. Sonra onun belgesel fotoğraf günlerinde Salt Galata da kitap sohbetleri oldu. Herkesin bir masası ve önünde sandalyeler vardı. Ziyaretçiler oturup, kitap hakkında sohbet ediyorduk. Bende öncesinde benle sohbete gelen kişilere küçük hediyeler vereyim diyerek başlamıştım. Renkli zarflara koyup, ardından hangi zarfı istersiniz şeklinde... Onların da içlerinde çizimler vardı. Ve hoş oldu. Bunun içindekiler farklı ve bu fotozini özel kılmak için... - Kulağa da hoş geldi an itibariyle... - Her birine ayrı çizimler yaptım. Küçük hediyecikler... - Değişik adamsın Dinçer vesselam... Her dileğin gönlünce olsun. Daha ne diyeyim? Var mı senin eklemek istediğin bir şey/ler? - Bu dünyadan olmadığımı düşünüyorum. Çok teşekkür ederim, hepimiz için güzel şeyler olacak. - Eminim... (gülerek) Bu dünyadan olmadığına değil, aman sakın yanlış anlama... Güzel şeyler olacağına... - (gülerek) Yanlış anlamadım. Son olarak bu kitabın oluşum sürecindeki desteklerinden dolayı Suimasen Editions'a teşekkür ediyorum. Ayrıca her daim süren desteği için Erdem'e bir kez daha teşekkür ederim. Çok keyif aldım. - Eyvallah! Kalp kalbe karşı... Görüşmek... Muhabbetleşmek üzere... İbrahim? (ses yok, bir süre sonra tekrar şansımı deniyorum)


İbrahim KARAKÜTÜK – Harbor Bitch

- Harbor Bitch'in bende uyandırdığı hissiyat gibi direkt gireceğim konuya... Liman orospusu bir profesyonel olarak gerçekten mevcut mu? Yoksa metaforik bir gönderme mi? Erdem Varol: İbrahim! - İbrahim has left the building... İbrahim Karakütük (@ibrahimkarakutuk): Geliyor!!! Geldim... - Harbor Bitch'in bende uyandırdığı hissiyat gibi direkt gireceğim konuya dedim. Liman orospusu bir profesyonel olarak gerçekten mevcut mu? Yoksa bu bir tür metafor mu? - (gülerek) Abi, telefonu lazımsa hemen vereyim. - (gülerek) İşlerin bende yaşanmışlığın fotoğrafik bir güncesi ya da yeniden canlandırılması gibi bir his uyandırdı. Sorum bundan ötürüydü. - (gülerek) Abi, liman orospusu benim... - (gülerek) Amanın... Oysa takipteki bir dedektifin araştırmasının görsel delilleri gibiydiler. Ben seni bir ‘voyeur’ olarak değerlendirmiştim. Bu sürpriz oldu! Hemde ciddi bir sürpriz...


- Ben yılda 3 kez bu zine'leri çıkaracağım. Ve bunların ilki “Liman Orospusu”. Ardından "Bahar Mezarı" geliyor. İlk fotozin benim İstanbul'a çok sık gidip geldiğim bir döneme denk geliyor. Orta Anadolu'dan İstanbul'a gelen küçük bir orospuyum yani... - (gülerek) Abooov! Respect! - Bilmukabele - Görsellerdeki her şey gerçek ama bir araya gelişleri izleyici olarak bende ‘tedirginlik’ ve ‘gerçeküstülük’ hissi uyandırdı. Belki biraz Magritte resimleri gibi... Bu senin dolaysız anlatım dilinin vardığı doğaçlama bir sonuç mu? Yoksa her şey kurgu mu? - İkisi birden... Elimde küçük bir makina var. Ve aslında arada cebimden çıkartıp fotoğraf çekiyorum. “Doğaçlama mı, yoksa kurgu mu?” Bilmiyorum. Ama bunları bir araya getirirken, elbette bir kurgu söz konusu. - (gülerek) Beni bu denli şaşırttığın için sana çok teşekkür ediyorum. - Ben teşekkür ederim. Öpüyore...


Okan PULAT - Insight

Cenk Mirat PEKCANATTI: Okan, merhaba... Okan Pulat (@okanpulat_): Merhaba... - Bize ‘Insight’tan bahsedebilir misin? (Insight:

anlayış, bir şeyin iç yüzünü kavrama

)

- Tabi... bu fotozin aslında Erdem'in beni arayıp “Abi, bir fotozin yapmak ister misin?” diye sormasıyla ortaya çıktı. Aslında uzun süredir aklımda bir kitap yapma fikri vardı. Fakat durumlar belli... - Maliyet sıkıntılarını mı kastediyorsun? - Evet. - Fotozinde hiç metin kullanılmamış. Bu senin genel tavrın mı? Yoksa bu fotozine mi mahsus? - Evet, hiç metin yok. Aslında genel tavrım diyebilirim. Metin kullanmayı gerekli görmüyorum. Ama bir daha ki sefere olabilir de... - Seçkin hangi düşünceler etrafında toplandı? Bu fotoğraflar aracılığıyla senin bir fotoğrafçı ya da insan olarak hangi yanınla tanışıyoruz? - Benim için fotozindeki seçki, aslında ‘insight’ kelimesi ile açıklanabilir. Bu sözcüğün İngilizce açıklaması benim hoşuma gitmişti: “the capacity to gain an accurate and deep intuitive understanding of a person or thing.” Benim yaptığım da buna benzer birşey sanırım, hem kendimi, hemde yaşadığım çevre ile bir tür etkileşim.


- ‘Insight’ ile yaşadığım etkileşimi bir izleyici olarak sana şöyle özetlesem... ‘Yanlız’, ‘izole’, ‘şehirden ırak’, ‘terk edimiş’ ve ‘az bir melonkolik’... Ne dersin? Bu türden düşüncelere bir geçit açıyor mu ‘Insight’? - Aslında açıyor. Epey özetliyor diyebilirim. - Diğer işlerle karşılaştırdığımda, senin işlerinde siyah-beyaz tonalite, macro-micro kontrast değerleri gibi etkenlerin hayli önem teşkil ettiğini gözlemliyorum. - Evet, tonlamaya çok dikkat ediyorum. - Fotoğraflarını kare kare mi düşünüyorsun? Yoksa kafanda koca bir resim var ve onları bir araya getirebilmek için tek tek topluyor musun? Yani, her bir fotoğrafın kendi içinde bir bütünüğe sahip görünüyor. - Fotoğraf makinam her zaman yanımda... ve hissetiğim, bana dokunan anları fotoğraflamaya çalışıyorum. Kafamda koca bir resim yok... Fakat bana dokunan, bir bütünlük oluşturan anlar var. Bu insana tanıdık gelen, fakat ne olduğunu tam anlayamadığınız şeyleri toplayıp eve götürmek gibi... Daha sonra, bu fotozin gibi işlerde bir bütünlük sağlanabiliyor. - Senin Suimasen Editions ile ilişkin nasıl başladı? Süreç bu fotozin'in öncesine uzanıyor mu? Yoksa daha yeni mi? - Ben, Erdem ve Can ile 2016 yılında Fotoistanbul Festivali’nde tanıştım. Daha sonra Erdemle ilişkimiz hep devam etti. Canla da öyle... - Suimasen Editions’dan önce “Erdem vardı... Can vardı” diyorsun... - (gülerek) Evet. Hep bir iletişim halindeyiz. İşlerimiz hakkında sürekli aramızda paylaşımlarda bulunuyoruz. (gülerek) Daha sonra ise Suimasen... - İleriye dönük olarak kafanda ne var? - (gülerek) Bir fotozin daha var. - Harika! Fakat ifade etmeden geçemeyeceğim. Yüksek baskı kalitesine sahip bir fotoğraf albümünde fotoğraflarının daha doğru bir ifade bulacağına inanıyorum. Umarım bir gün böyle bir süprizle ortaya çıkar ve bizleri heyecanlandırısın. - Evet... kesinlikle katılıyorum. İleride mutlaka olacak. - Senin eklemek istediğin herhangi bir şey var mı? - Çok teşekkür ediyorum. Buradaki bütün dostlarıma da çok teşekkür ederim. Benim için çok güzel bir tecrübe oldu... - Eyvallah! İyi akşamlar!


Onur GİRİT – Shadow of a Doubt

Cenk Mirat PEKCANATTI: Ve son olarak ta Onur... Onur GİRİT (@giritonur): Selam Cenk! - Can, sabrın için teşekkürler! - Hiç problem değil. Keyifle okuyorum. - Sevindim... Projenin Alfred Hitchcock’un 1943 yılı yapımı ‘Shadow of a Doubt’ filmine bir göndermesi var mı? - Filmi biliyorum ama izlemedim. İlk fırsatta da izleyeceğim. Çalışmamla bir bağlantısı yok. - Çalışman Arles, Fransa - Stüdyo Vortex'te Antoine D'agata eşliğindeki ikamet (recidency) projesinde üretilmiş, burada yaşadığın tecrübeden bahsedebilir misin? - Fransa’nın güneyinde küçük sakin bir şehirde, 12 kişilik bir ekiple, 2 haftalık kısa ama oldukça yoğun bir tecrübeydi. - Merak ettiğim husus şu; oraya gittinizde bir dizi toplantı ya da etüd oluyor da, ardından fotoğraf çekimine mi çıkıyordunuz? Yoksa daha baştan kafanda çalışmaya müsait bir fikirle mi sürece dahil oluyorsun? - Süreç şöyleydi; ilk 3 gün birbirimizi tanıdık. İşlerimizi gösterdik. Aramızda bol bol konuştuk. Sonrasında herkes fotoğraf çekmeye başladı. Her sabah Antoine (D'agata) ile buluşup


çektiklerimizi gösteriyor, sonrasında tekrar fotoğraf çekmeye çıkıyorduk. 10 gün sonunda Voies Off’un mekanında bir açılış yaparak bitirdiğimiz yoğun bir 2 haftaydı. - 'Voies Off' nasıl bir mekandı? - Arles'daki fotoğraf festivaliyle aynı dönemde başlamış. Fotoğraf üzerine üretim yapan, güzel bir bahçesi olan, hoş bir mekan... Tabi biz orasını sadece atölye olarak kullandık. Recidency'nin 'Voies Off' ile doğrudan bir bağlantısı yoktu. - Antoine D'agata kişilere yaklaşımı açısından nasıl bir tip? Senin fotoğrafik serüvenine yeni bir boyut kattı mı? Hoş... adı fotozin'in sonunda teşekkür ettiğin insanlar arasında... Fakat bu konuda senden biraz ayrıntı almak isterim. - Tabii ki... D’agata benim uzun zamandır takip ettiğim bir fotoğrafçı... Oraya gitmeden öncede fotoğrafları üzerinden kendisine dair kafamda bir fikrim vardı. Ama tanıştığımda karşımda tamamen farklı birini buldum. Oldukça mütevazi biri... Öncelikle asla bir şeyi dikte etmeyen, ama hep daha fazlasını (fotoğraf) çekmeye iten birisi... Açıkcası çok kısa bir sürede, hiç bilmediğim bir yerde projeye başlamak farklı bir deneyimdi. - Anladığım kadarıyla yaşadığın deneyimden... orada tanıştığın insanlardan... oldukça keyif almışsın. Bu sürecin bir noktasından sonra kendine de meydan okuduğunu düşünüyor musun? - Kesinlikle! Bir süre sonra içgüdüsel olarak çekmeye başladım. Bir refleks gibi... - Oysa ki ben anlatım dilini sinematografik buldum... Sanki bir sonraki fotoğrafın hangisi olacağını önceden biliyormuşsun gibi hissettim. Sen bambaşka bir şey söylüyorsun. Emprovizeymişsin... - Bir refleks derken... İçgüdüsel olarak çektikçe, hergün bir kare daha eklenmeye başladı. Her kare nasıl olduysa bir sonrakini kendine çekti. Toplamda 1000 kare fotoğraf çektim. Ve sonradan düşündüğümde, fotozindeki bazı fotoğraflarımı çekim esnasından hatırlamadığımı farkettim. Refleksten kastım da biraz buydu. Sanırım ikinci çekim günü, Antoine çektiğim bir kare fotoğrafı gösterip, “sadece bunun aynılarını çek” dedi. Ondan sonrası adeta kendi kendine oldu gibi... - İlginçmiş... Sende ‘Shadow of a Doubt’da metin kullanmayı tercih etmemişsin. Bu senin genel tavrın mıdır? - Aslında öyle bir tavrım yok. Bu benim için kısa bir deneme gibi... - Peki Arles'da başlayan bu sürecin bu fotozinde vücut bulup tamamlandığını mı söylemeliyiz? Yoksa ucu açık bir çalışma mı? - Ucu kapalı... Orada çekildi ve bitti. Açıkcası o süreçten sonra zaten aynı konsantrasyonda da hiç çekemedim. - Çalışmanın ismi hakkındaki tercihini neye bağıl olarak yaptığını sorabilir miyim? - İlk gittiğim günden itibaren Arles çok sakin, güneşli ama bir yandan da karanlık bir yerdi. Belki biraz da tarihi yapısından... Bana ölümü hissettiren, güneşli ve şirin bir kasaba olarak geldi. Fotoğraf çekerken, küçük bir yer olduğu için bir süre sonra doğum-ölüm arasında küçük bir hikayeye döndü. Hem güneşli hemde dar sokakları olduğundan genellikle çok sert gölgeler vardı. O da beni etkiledi diyebilirim.


- Demek ismi de böyle tezahür etti. Senin Suimasen Editions ile olan ilişkin nasıl başladı? - Zaten Erdem ile ibrahim’i önceden tanıyordum. Bir gün aramızda konuşurken, beni de yanlarına kattılar. Fotozin de böyle çıktı. Diğer arkadaşlardan bazılarını daha yeni tanıdım. Halen tanışamadıklarım da var. Ama bütün süreç çok keyifliydi. Erdem Varol: Bizde Onur'a özellikle baskı süreçleri ve lojistik desteği için bir kez daha buradan teşekkür edelim. - Bende Onur’a bizlerle paylaştığı deneyimleri için teşekkür ediyorum. Eklemek istediğin herhangi bir şey var mı? - Çok teşekkürler, Cenk. - Estağfurullah! Peki Erdem... İlgilenenler fotozinleri nasıl temin edinebilirler? Bu işin günahı nedir? Erdem Varol: Fotozinleri doğrudan fotoğrafçıların kendilerinden edinebilirler. (gülerek) Bu işin günahı ortalama iki fincan orta boy filtre kahve... Tabi bu işin şakası... kendi fotozinleri için fiyat belirlemek arkadaşlarımızın işi... İlgin, üretimlerimizi sabırla incelemen ve yeni sayıda bize yer vermen bizi çok mutlu etti. Ayrıca bu uzun röportajı sabırla sürdürdüğün ve yoğun mesai harcadığın için sana ne kadar teşekkür etsek az... - Eyvallah Erdem. Biliyorsun konu fotoğraf olduğunda, olay bizim için ciddileşiyor. Bu bir tür mesuliyet, hatta görevimiz... Esas gecenin sürprizini alalım şimdi senden... Sonra kapanış parçamızla evlere dağılırız. Erdem Varol: Eveeeet! Heyt Be! Fanzin’in eş kurucularıdan Deniz Beşer’le (Onur Girit vesilesiyle) güzel bir karşılaşmamız oldu. Kendisi bu ve gelecek ay yurtdışında fuarları geziyor. Bu yolculukta Suimasen Editions yayınlarını, Heyt Be! Fanzinle birlikte sergileyecek. Mekanlar ve tarihlerse şöyle: 23-25 Kasım - Volumes Independent Art Publishing Fair/Zürih (bu bir zine sergisi, “Mini Zine Archive from Turkey” ve küratörlüğünü Deniz Beşer üstleniyor.) 01-02 Aralık - PhaseBook: Prague Artbook & Zine Fair 2018/CAMP - Centrum architektury a městského plánování/Prag Ve ayrıca Aralık ortasında da İlk lasmanımız Ankara, Kova Art Space’de... - 10 numara! Başarılarınızın devamını dilerken, herkese ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Son olarak kapanış parçamız Paul Simon’dan geliyor... https://www.youtube.com/watch?v=qrRRhoS3KFke – 16.11.2018 ☼ Not: Fotozinleri edinmek isteyen fotoğraf severler, fotoğrafçıların instagram hesapları aracılığıyla kendileriyle iletişime geçerek tedarik edebilirller.

IEKA news/Summer 2017 - @arzuaris, Mortal - @dincerdokumcu_art, Sin – @can_tnrsv, Harbor Bitch - @ibrahimkarakutuk, Insight - @okanpulat_, Shadow of a Doubt - @giritonur


FOTOGRAF; YALAN SÖYLEMENİN BİR BAŞKA YOLU (mu?) Selçuk Kadıoğlu Fotoğraf çeken insanlara sorulan klasik sorudur “ Ne için fotoğraf çekiyorsunuz?” Hepimizin yanıtı farklı olmakla birlikte çoğu zaman da benzerdir. Zamanla sorulan sorunun yanıtını kendimce çözmüştüm. Fotoğraf, yükselen yaşam kalitesiyle birlikte birbirlerine yabancılaşan insanlara bireyselliğini açığa vurma şansı verirken, çalışmalarınızda bireysel özgürlüğünüzü sonuna kadar kullanma lüksü sunuyor. Fotoğraf çekerken neyi, nasıl, ne zaman yapacağınıza kendiniz karar veriyorsunuz. O an tek başınasınızdır. Ama bunu yaparken diğer bütün sanat dallarında olduğu gibi kendini aşmak, daha anlamlı bir dünyaya geçmek için gösterdiğiniz çabalara aracı oluyor. Ve bir anlamda bireyselliğinizin toplumsallaşmaya doğru evrildiğini hissediyorsunuz. Ama tüm bunları yapmanın amacı insanları büyülemek değil aydınlatmak olmalıdır. Fotoğraf aynı zamanda geçen zamana, anın geçiciliğine karşı bir başkaldırıdır, karşı koymadır. Ama en güzel yanıt Koudelka’nın ki “Kaybolan her şey çekiyor beni, ondan bir iz kalsın diye fotoğraf çekiyorum.” Yaygın sanat eğitiminin olmadığı ülkemizde fotoğrafçılık daha çok amatör derneklerin katkılarıyla bu güne gelmiştir. Son yıllarda teknolojik ürünlere ulaşmak kolaylaştığından, bu kolaylık kendini fotoğraf işinde de göstermiştir. Bunun sonucunda dakikada milyonlarca fotoğraf çekildiği varsayılmaktadır. Ülkemizde fotoğrafçılık daha çok hobi amaçlı yapıldığından, çıkan ürünlerde kendini ifade etme, dahası tanıklıklarını belgelemek adına yapılmaktadır. Burada da doğal olarak nitelik ve nicelik sorunu gündeme gelmektedir. Sinema ve fotoğraf yoluyla elde edilen görüntüler ile televizyon aracılığı ile dayatılan görüntü dünyası, çağımızın dili haline gelmiştir. Burada fotoğrafın bir dili var mıdır sorusu akla gelmelidir. John Berger’e göre fotoğrafın kendine ait bir dili yoktur , ama dil sahibi olmadan bilgi sunma gücü vardır. Fotoğraflar, görünümlerden çeviriler yapmazlar. Görünümlerden alıntılar yaparlar. Yine Berger’e göre “fotoğraf yalan söyleyemez, çünkü aldığını doğrudan basar. Sahte fotoğrafların düzenlenmiş ve halen düzenleniyor olması, paradoksal bir şekilde bu saptamanın bir kanıtıdır. Fotoğrafın düpedüz yalan söylemesini ancak üzerinde ince ince oynayarak, kolaj yaparak ya da yeni fotoğraflar çekerek sağlayabilirsiniz. Böyle olunca da aslında artık fotoğrafçılık yapmıyor olursunuz.” Günümüz insanının sahip olduğu bencilliğin fotoğrafa yansıması, fotoğraf yoluyla paylaşım kültürü yerine en iyisi benim, en iyi ben olmalıyım diyen yarışma kültürünün egemen olmasına katkı sağlayan davranışlardır. Fotoğraf yoluyla insanları aydınlatmak, bilgi vermek, gerçeği sunmak yerine ortaya çıkarılan fotoğraflarla insanları büyülemek amaçlanmakta, bunun içinde fotoğraf çekmenin yerini fotoğraf yapmak almakta, yapılan kurgularla fotoğrafın içi boşaltılmakta, fotoğraf çekenin ele aldığı konuya karşı sorumlu olma ilkesi hiçe sayılmakta ve fotoğraf yalan söylemenin bir başka şekli olarak karşımıza çık maktadır. ADANA/20.08.2008 KAYNAKÇA: Ernst FISCHER/Sanatın Gerekliliği/e Yayınları 1980 John BERGER & Jean MOHR/Anlatmanın Başka Bir Biçimi/Agora Kitaplığı 2007














Görüş

‘Fotoğraflarından Hoşlanıyorum. Çünkü Çok Güzeller...’ Orhan Pamuk, İstanbul'u ve insanlarını sevgiyle fotoğraflayan büyük fotoğrafçı arkadaşı Ara Güler'i anıyor.

bir İstanbul imajından hoşlanmıyordu. İlgi alanımın neye dair olduğunu keşfettikten sonra, arşivlerine rahatça erişebilmemi sağladı.

17 Ekim'de ölen Ara Güler, modern İstanbul'un en büyük fotoğrafçısıydı. 1928'de İstanbul'da bir Ermeni ailesinin çocuğu olarak doğdu.

“Onun bilinmeyen” İstanbul'unu ilk gördüğümde. 1950'lerin başlarında gazetelerde çıkan Ara’nın kentsel röportaj fotoğrafçılığının, fakir portreleri, işsizler ve kırsal bölgelerden yeni gelenlerinin fotoğrafları arasındaydı.

İki yıl sonra, 1952'de doğdum ve yaşadığı aynı mahallelerde yaşadım. Ara Güler’in İstanbul’u benim İstanbul’um. Ara'yı, ilk olarak 1960'lı yıllarda fotoğrafçılığa güçlü bir şekilde vurgu yapan, haftalık bir haber ve dedikodu dergisi olan Hayat’ta fotoğraflarını gördüğümde duydum. Amcalarımdan birisi gazetenin editörüydü. Ara’nın, ressam Picasso ve Dali, romancı Ahmet Hamdi Tanpınar gibi Türkiye'nin eski neslinin ünlü edebi ve kültürel figürlerinin portrelerini yayınlardı. Romanım ‘Kara Kitap’ın başarısının ardından ilk kez beni fotoğrafladığında, mutluluk dolu bir biçimde artık bir yazar olduğumu farkettim. Ara, 2000'li yıllara kadar, yarım asırdan fazla bir süre İstanbul'u fotoğrafladı. Fotoğraflarını, şehirdeki gelişmeyi ve dönüşümü görmek için hevesle inceledim. Ara ile olan arkadaşlığım, 2003 yılında kitabım için araştırma yapmak üzere 900.000 fotoğraflık İstanbul arşivine başvurduğum sırada başladı. Şehrin Beyoğlu/Galatasaray semtinde bir eczacı olan babasından miras kalan büyük üç katlı evini bir atölye, ofis ve arşiv haline getirmişti. Kitabım için istediğim fotoğraflar, herkesin bildiği Ara Güler fotoğrafları değildi, benim anlattığım melankolik İstanbul'a, çocukluğumun gri tonlamalı atmosferine daha çok uyum sağlamıştı. Ara'nın beklediğimden daha fazla bu türden fotoğrafı vardı. Steril, arındırılmış, turistik

Ara’nın İstanbul’un arka sokaklarının sakinlerine ilgisi - kahve dükkanlarında oturan ve ağlarını tamir eden balıkçılar, tavernalarda kafayı bulmuş işsizler, kentin çökmekte olan antik duvarlarının gölgesinde araba lastiklerini yamayan çocuklar, ameleler, demiryolu işçileri, Haliç kıyılarının birinden diğerine şehir halkını taşımak için kürek çeken kayıkçılar, el arabalarını itekleyen meyve satıcıları, Şafakta Galata Köprüsü'nün açılmasını beklerken birbirleriyle kaynaşan insanlar, seher vakti minibüs sürücüleri - onun şehre ve içinde yaşayan insanlara bağlılığını her zaman nasıl dile getirdiğinin kanıtıdır. Ara’nın fotoğraflarının sanki bize “Evet, İstanbul’daki güzel şehir manzaralarının bir sonu yok, ama ilk önce âdemoğulları!” diyordu. Ara Güler'in fotoğrafının can alıcı, karakteristik özelliği, kent manzaraları ile bireyler arasındaki duygusal bağıntıdır. Fotoğrafları, kentin anıtsal Osmanlı mimarisi, görkemli camileri ve muhteşem çeşmeleriyle yanyana fotoğraflandıklarında, İstanbul halkının ne kadar da kırılgan ve yoksul olduğunu keşfetmemi sağladı. Zaman zaman bana garip bir şekilde rahatsız olmuşçasına, “Fotoğraflarımı sadece sana çocukluğunun İstanbul'unu hatırlattıkları için beğendin” diyordu.


“Hayır!” diyerek karşı çıkıyordum. “Fotoğraflarını beğendim çünkü güzeller.” Ama zaten güzellik ve hafıza ayrı şeyler mi? Bazı şeyler bize biraz aşina ve anılarımızı hatırlatıyorlar diye güzel değiller mi? Onunla bu tür soruları tartışmaktan zevk aldım. Onun İstanbul fotoğrafları arşivinde çalışırken, sık sık bana bu konuda neyin böylesine kalpten çekici geldiğini merak ettim. Aynı görüntüler başkalarına hitap eder mi? Hayatımı geçirmiş olduğum bakımsız ve şehrin yine de canlı ayrıntılarının görsellerine bakmakta baş döndürücü bir şey var. - sokaklarındaki otomobiller ve satıcılar, trafik polisleri, işçiler, sislerle kaplı köprüleri geçmekte olan başörtülü kadınlar, eski otobüs durakları, ağaçlarının gölgeleri, duvarlarındaki yazılar. Benim gibi, aynı şehirde 65 yıl geçirenler için bazen yıllarca hiç ayrılmadan - şehrin manzaraları sonunda duygusal yaşamımız için bir tür indeks haline dönüşür. Bir sokak bizi işten kovulmanın sızısını hatırlatabilir; Belli bir köprünün görüntüsü gençliğimizin yalnızlığını bize geri getirebilir. Bir şehir meydanı yaşadığımız bir aşk ilişkisinin mutluluğunu hatırlatabilir; karanlık bir geçit politik korkularımızın bir hatırlatıcısı olabilir; eski bir kahvehane, hapse atılan arkadaşlarımızın anısını çağrıştırarabilir. Ve bir çınar ağacı eskiden nasıl da fakir olduğumuzu aklımıza getirebilir. Dostluğumuzun ilk günlerinde, Ara’nın Ermeni mirasını ve Osmanlı Ermenilerini mahfının bastırılmış, acı verici tarihini hiç konuşmamıştık. - Türkiye'de halen gerçek bir tabu olarak kalan bir konu. Onunla bu yürek parçalayıcı konu hakkında konuşmanın zor olacağına hissettim, bu ilişkimizi sıkıntıya sokacaktı. Bunun hakkında konuşmanın Türkiye'de hayatta kalmasını zorlaştıracağını biliyordu. Yıllar geçtikçe bana biraz da olsa güvendi ve ara sıra başkalarına bahsini etmeyeceği politik

konuları gündeme getirdi. Bir gün bana, 1942'de Türk hükümetinin özellikle gayrimüslim vatandaşlarına dayattığı fahiş “Servet Vergisi”nden ve bu vergiyi ödeyemeyen kişileri sürgün ettikleri zorunlu çalışma kampına gönderilmekten kaçınmak için eczacı babasının Galatasaray'daki evini terk ettiğini ve aylar boyunca bir kez olsun dışarı çıkmadan başka bir evde saklandığını söyledi. Benimle 6 Eylül 1955 gecesi hakkında konuştu. Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs'ta yaşanan olayların neden olduğu bir anlık siyasi gerilim anında, Türk hükümeti tarafından seferber edilen çeteler; Yunanlılar, Ermeniler ve Yahudilerin sahip oldukları dükkanları yağmaladılar, kilise ve sinagogların kutsallığını bozdular ve Beyoğlu’nun ortasından, Ara’nın evinin önünden geçen İstiklal Caddesi’ni bir savaş alanına çevirdiler. Ermeni ve Rum aileleri İstiklal Caddesi'ndeki birçok mağazayı işletmekteydiler. 1950'lerde annemle birlikte dükkanlarına alışverişe giderdik. Türkçeyi bir aksanla konuşuyorlardı. Annemle eve döndüğümüzde, onların aksanlı Türkçe'lerini taklit ederdim. 1955'teki amacı kentin gayrimüslim azınlıklarını sindirmek ve sürgün etmek olan etnik temizlikten sonra, çoğu İstiklal Caddesi’ni ve İstanbul'daki evlerini terk ettiler. 1960'ların ortalarındaysa, geride neredeyse hiç kimse kalmamıştı. Ara ve ben, bu ve diğer benzer olayları fotoğraflamak için oralara nasıl gittiğiyle ilgili ayrıntılı olarak konuşmak konusunda rahattık. Ama yine de Osmanlı Ermenilerinden olan Ara'nın atalarının mahfına halen değinmemiştik. 2005 yılında, Türkiye'de düşünce özgürlüğünün olmadığı ve 90 yıl önce Osmanlı Ermenilerine yapılan korkunç şeylerden hala bahsedemediğimizden şikayetçi olduğum bir röportaj verdim. Milliyetçi basın yorumlarımı abarttı. Üç yıl hapis cezasına yol açabilecek bir suçlama olan Türklüğe hakaret etmek suçu gerekçesiyle İstanbul'da mahkemeye çıkarıldım. İki yıl sonra Ermeni gazeteci Hrant Dink, “Ermeni soykırımı” kelimelerini kullandığı için


sokağın ortasında İstanbul'da vurularak öldürüldü. Bazı gazeteler, bundan sonra sıradakinin ben olabileceğimi ima etmeye başladı. Aldığım ölüm tehditleri, bana karşı başlatılan suçlamalar ve milliyetçi basında çıkan saldırgan kampanya nedeniyle, New York'ta yurdumdan uzakta daha fazla zaman geçirmeye başladım. Geri döndüğümden birisine bahsetmemek kaydıyla kısa süreli konaklamalar için İstanbul'daki ofisime dönecektim. İstanbul’u kısa ziyaretlerimden birinde, Hrant Dink’in suikastından sonraki en karanlık günlerde, ofisime girdim ve telefon birdenbire çalmaya başladı. O günlerde ofis telefonumu hiç açmazdım. Telefonun zili ara sıra duraklar, ama ardından da hiç durmadan ard arda çalmaya başlardı. O gün şeytan dürttü, sonunda endişeyle cevap verdim. Ara’nın sesini hemen tanıdım. “Oh, demek geri döndün! Şimdi geliyorum,” dedi ve cevabımı beklemeden telefonu kapadı. On beş dakika sonra Ara ofisime girdi. Nefes nefese kalmıştı ve karakteristik olarak her şeyi ve herkesi lanetliyordu. Sonra beni kocaman bedeniyle kucakladı ve ağlamaya başladı. Ara'yı bilenler, yani onun küfür etmeyi ve güçlü eril ifadeleri ne kadar sevdiğini bilenler onun böyle ağlaması karşısında duyduğum şaşkınlığı anlayacaklardır. Küfür etmeyi sürdürürken bana “O adamlar sana dokunamazlar!” dedi. Gözyaşları dinmek bilmiyordu. O ne kadar çok ağladıysa, ben o kadar tuhaf bir suçluluk duygusuna kapıldım ve felç geçirmiş gibi hissettim. Çok uzun bir süre ağladıktan sonra, Ara sonunda sakinleşti, ve sanki bu benim ofisime yaptığı ziyaretin bütün amacıymış gibi, bir bardak su içti ve gitti. Bundan bir süre sonra tekrar bir araya geldik. Hiçbir şey olmamış gibi sessizce çalışmalarımı arşivlerinde sürdürdüm. Artık, büyük babaları ve büyükanneleri hakkında ona soru sorma dürtüsü hissetmedim. Büyük fotoğrafçı zaten bana herşeyi gözyaşları aracılığıyla anlatmıştı.

Ara, kişilerin öldürülmüş atalarından özgürce bahsedebilecekleri veya en azından özgürce onlar için ağlayabilecekleri bir demokrasi ummuştu. Türkiye’de asla böylesi bir demokrasi olmadı. Son 15 yılın başarısı, borçlanılarak alınan para üzerine inşa edilen bir ekonomik büyüme dönemi, demokrasinin erişimini genişletmek için değil, düşünce özgürlüğünü daha da kısıtlamak için kullanılmıştır. Tüm bu büyümeden ve tüm bu inşaatlardan sonra, Ara Güler’in eski İstanbul'u - kitaplarından birinin ismini kullanarak - artık bir “Kayıp İstanbul” oldu. 2006 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan Orhan Pamuk, son olarak “Kızıl Saçlı Kadın” adlı romanın yazarıdır. Kaynak: https://www.nytimes.com/2018/11/01/opinion/or han-pamuk-ara-guler-istanbul.html Editörün Notu: Ara Güler’i anarken dahi Orhan Pamuk’un asli misyonunun ajandasından kopamaması insanlık adına ne de namütenahi bir gaflettir...



YENİ BAŞLAYANLAR İÇİN FOTOZİN YAPIM KILAVUZU Cenk ‘Mirat’ PEKCANATTI

0. Giriş Hazırlayacağın fotozin, bugüne kadar yayımlanmış en bi’ mikemmel basılı yayın ya da ömür billah kendinle gurur duyacağın bir başyapıt olmak zorunda değil. O yüzden sen bana kulak ver... Az biraz dalgana bak yahu!... Amma velakin izleyiciye karşı muhakkak samimi ol! Sadece ele aldığın konu hakkında nasıl hissettiğini veya o anda ne düşündüğünü takipçilerine yansıtan bir tavırda ol. Gerisini de hiççç... mi hiç... dert edinme... Ayrıca akıllı olup, dünyanın kahrını çekeceğine, deli ol dünya senin kahrını çeksin. Zaten bu devirde... bu kağıt ve mürekkep pahalılığında... fotozin yapmak derdine düşen bir birey az ya da çok delidir. Onun da altını kalın bir çizgi ile çizeyim. Diler delice... diler akıllıca yapın fotozininizi... ama hazırlık aşamasında seninle aşağıda paylaştığım bir takım prensip ve aşamaları takip etmeyi de ihmal etme... Muhakkak işine yararlar. İleride bana çok dua edersin... Şimdiii! Şayet ısındıysak, artık olaya girişek mi? 1. Öncelikle içerik ve tarzı belirleyelim. İnsanlarla paylaşmak istediğin belli bir fotoğraf projen var mı? Onlara senin için çok özel bir hikayeyi sunmak ister misin? Fotozinini oluşturacak görseller, birbiriyle ilintisi olmayan bir fotoğraf seçkisinden mi ibaret? Hangi boyutlarda çalışmak istersin? Hangi malzemeleri kullanacaksın? İçeriği oluşturacak olan fotoğraf seçkin siyah-beyaz mı yoksa renkli mi olacak? Yoksa her iki türden de kullanmayı düşünüyor musun? Genelinde metin kullanacak mısın? Kullanacaksan ne ağırlıkta olacak? Bu sorulara verdiğiniz her bir cevap, fotozininizin düşünsel oluşumunun tamamlanmasını sağlayacak. Böylelikle elinde süreç boyunca kullanacağın bir tür yol haritası olacak.


2. Şimdi hikayenizi fotoğrafçılık yoluyla nasıl anlatacağınıza karar verin. Fotoğraflarını hangi sıralama yöntemiyle izleyiciye sunmak istersin? Kronolojik? Yoksa doğrusal olmayan anlatım tarzını mı tercih edersin? Tekil görüntüler mi, diptikler mi, yoksa çeşitli kolajlar mı kullanacaksın? Görsellere altyazılar eklemeyi düşünüyor musun? Ya da fotozinin sadece görsellerden mi oluşacak? Şimdiii... Gerekli kararları aldıysan, sıra fotoğraflarını seçmeye geldi... 3. Fotoğraflarınızı seçin ve son düzenlemenizi yapın. Bu işlem genellikle edit (düzenleme) olarak bilinir. Önce sayıya hiç takılmadan fotoğraflarının geniş bir seçkisini yapmaya başlayabilir, ardından senin için en iyi sayı ve sıralamayı elde edene kadar bu seçkiyi daraltabilirsin. Bazı fotoğrafçılar, ellerinin altında hazır bulundurabilmek için, küçük boyutlarda birçok fotoğrafı fotozinlerine basmayı tercih ediyorlar. Bu noktada artık karar sana kalmış. FOTOZİNİMİZİ INDESIGN ile mi TASARLASAK, YOKSA EL ile mi TASARLASAK? A5 (210x148.5 mm) boyutunda bir fotozin için yarıya katlayacağın bir A4’ü (210 x 297 mm) kullanabilirsin. Bu şekilde, her bir yaprak 4 sayfa içerecektir. Fotozinin için uygun sayfa sayısını belirlerken, hesaplamanı her zaman 4’ün katsayıları üzerinden yap! 4/8/12/16/20... gibi... gibi... Sayfaları katladığında, ‘ön kapağın’ ilk, ‘arka kapağın’ ise daima düzeninin son sayfası olmalı, ardından 14/3, 12/5, 10/7, 15/2, 13/4, 11/6 , 9/8 sırasıyla takip etmelidir. İşte size 16 sayfalık bir fotozin yapabilmeniz için cillop gibi bir şablon.

InDesign programı aracılığıyla fotozinini hazırlarken toplam sayfa sayısını, ön ve arka kapakları dikkate alman gerekir. Bu süreci tamamladığında, booklet (kitapçık) olarak yazdırma seçeneği kullan. Bu seçenekte, sayfalar düzenleme (layout) penceresinde sırayla görünür, ancak katlanıp zımbalandığı, dikildiği ya da ciltlendiğinde doğru görünmeleri için farklı bir sırayla yazdırılır. Sen o kısma kafanı takma, bırakın teknoloji gereğini yapsın.


BASKI Sayfa düzenlemesini tamamladığında, artık fotozinini basmanın zamanı gelmiştir. InDesign kullanıyorsan, hazırladığın dosyayı PDF olarak (CMYK renk profilinde) kaydet ve bir kitapçık (booklet) olarak yazdır. Bu yazılıma sahip değilsen, fotozinini yukarıdaki şablon aracılığıyla; kağıt, yapıştırıcı, makas ve fotokopi makinesi kullanarak -el emeği göz nuru stilinde de- hazırlayabilirsin. Paşa paşa çıktını aldıktan sonra sayfalarını güzeeelce bir sırala... Emin olmak için bir kere daha kontrol et/ettir ve ardından nazikçe katla... Fotozinin sayfalarını sabitleyebilmek için uzun kollu ya da döner kafa kitapçık zımbalayıcı kullanabilir, olmadı fotozininin ilk kopyasını elde -tüm hünerlerini sergileyerek- dikebilirsin. Milyon tane dikiş yöntemi var. Google et sana hitap edenini bir zahmet bul! Küçük ama bir o kadar da önemli bir hatırlatma; 60 sayfanın üzerindeki fotozinlerin dikilmesi ya da zımbalanması hayli zor... hatta imkansız... Böyle durumlarda devreye ‘ısısal ciltleme’ giriyor. Ya içeriğinizi hafifletin ya da paşa paşa ozalitçinin yolunu tutun, sipalileri dökülün! İllüstrasyonlar: Ambar Del Moral


ahtapot, mülteci ve fotoğraf... Atakan Baykoçak

kurban bayramı tatilimde, kendi ritüelim için, midilli adasına gidip ahtapot yeme planı yaptım... birkaç yıldır ada ada dolaşıyordum ve bu aralar sola meyletmiş yunan halkının biryandan “ab” kıskacında debelenip bir yandan da ahşap sandalyeli tavernalarında deniz ürünl-erini taze taze, bizdeki gibi kuşyemi porsiyonunda olmayan şekilde sunmasına olan aşinalığım beni yine adaya çağırıyordu zaten... bu kez, o bildiğimiz siyasi dünya haberlerinden beslenmiş halimle limana indiğimde, gözlerim esmer insan kalabalığına, burnum yayılan kötü kokuya takıldı... yollara, yolculuklara katlanabilecek gençlikte ve dirilikte, muhtemelen de paralı yüzlerce insandan oluşan bir mülteci ordusu beni karşıladı gümrükte... fotoğraf çekme merakımı bastıracak birkaç kare çekip makineyi kaldırdım çantama... iyi sokak/belgesel fotoğrafları çekebilirim ben aslında; ama bu iş, zamanı olanlar tarafından zaten güzel yapılıyor; ben de bunu onlara bırakma kararı aldım... kendine yeni vatan ararlarken onlar, ben zaten cebimdeki avrolarla ahtapot yemeye gelmişken, bir de fotoğraflarını çekip buralarda pazarlamayayım ya da ödül kovalamayayım dedim... zaten küba'da geçirdiğim günlerin ardından bendeki fotoğraf merakı oldukça azaldı; fotoğrafın, o an orada olmaktan daha değerli bir iş olmadığını düşünmeye başladım!… bizde olan birkaçını sosyetik cemiyet hayatımızın parsellediği, annemin kurabiyesinden güzel olmayan birkaç mamayı camekana dizince bir şey yaptığını sanan tuhaf kazık marka dükkanlarımızın olduğu, gittiğimizde selfi yapamadan dönersek çatladığımız kıyı kasabalarımızdan, bu sola meyletmiş ülkenin kıyılarında onlarca var ve tuhaf şekilde, siz onlara fırça atın, azarlayın diye, acele etmeden, siz istediğinizde taze taze mamalarınızı hazırlamaya girişiyorlar!.. gün onlara da 24 saat bize de… bize yetmiyor, onlara yetiyor!... işte ben bu tuhaflığı tekrar yaşamak için adanın en kuzeyindeki bir köye gidiyorum… otobüs dağları virajları yavaş yavaş aşarken sürekli karşıdan o genç dinamik insanlar yürüyerek güneye, limana ulaşmaya çalışıyorlar… yol boyunca, kıyıdan yola çıkan patikaların kenarlarında turuncu can yelekleri… belli noktalarda avrupalı sarışın yardımseverler… ben ahtapot yemek üzere ters istikamette yoldayım… burnumuzun dibinde, sınırımızda olan şeyleri, siyasallaştırılmış kelimelerle dinlemekten belki de, başka türlü bir bakış açımız var; ne kadar pis insanlar diye düşündüğümü biliyorum az önce!... geceyi geçirdiği çadırın önünde oyun oynamaya çalışan çocuğunun arkasında rujunu sürmeye çalıştığını da gördüm bir kadının… bu kötü anda bile o, kadın olduğundan mı bunu yapıyor, hayata tutunma halinden mi, inanın sormak istiyorum; kadın her yerde kadın işte diye basit düşünerek tebessüm etmekle kalabiliyorum… ahtapot yiyeceğim… şu ritüel tatili süresince bir de güzel bir kitap okudum: fotoğraf yazıları… tuğrul çakar yazmış, kendi deyimiyle, iki kapak arasına almış….kendi ağzından çokça dinleme şansı bulduğum birçok fotoğraf anısıyla harmanlayıp içimde, tebessümle, düşünerek, onaylayarak sayfaları bir solukta erittim… dileğim, şu an oturduğu sandalyede hiç üşenmeden başka cümleler de yazıp paylaşmasıdır. umarım çabuk ve hemen ve şimdi ve düşünmeden ve her seferinde iyi fotoğraf sahibi olma sevdalısı dostlarımın, fotoğraf tarihinde yeri olan bu insanların eserlerini görme ve okuma merakı, zamanın değerini anlama şansı olur… bu arada ben o ahtapotu yedim…. mülteciler hep yollardaydı… şimdi bunlar hep rus olsaydı ve rusyadan kaçsalardı, biz kapıları açsaydık…. botlarla gelen rus kızları kucaklayıp denizden çıkarsaydık, sahilde bir çadırda yatırsaydık, dünya ne derdi, biz ne düşünürdük?... aklımda deli sorular… ahtapot yedim, mülteci gördüm, fotoğraf çektim-göstermiyorum!... Eylül’2015’ Midilli






FOTOĞRAFTA MERTLİK BOZULDU Fadıl Öztürk

Zalimi zalim, masumu masum göstermekten yakılıp kül olmayı göze alarak, asla vazgeçmeyen yine fotoğraflardır. Bir kutuda, bir albümde sararsalar bile, hakkını yememek lazım fotoğrafların. Durdukça sarardıkları, tehlikeli görülüp yakıldıkları, kâğıt üstünde suretlerimizi yüksünmeden taşıdıkları için fotoğraflar canlıdır bana göre. İnsanlar yaşlandıkça beyazlarken, fotoğraflar onların tersine sararırlar. İnsanlar gibi yaşlısı, genci, dünkü çocuk halleri vardır fotoğrafların. Tıpkı insanın Arabı olduğu gibi onların da Arabistanlı olmayan, nerede çekilmişse oralı bir Arabı vardı bir zaman. Siyah-beyaz diye ayrım gördükleri bir geçmiş zamanları, renkliye geçtikleri bir başka zamanları vardır fotoğrafların. Vahşi bir hayvanı ehlileştirip kullandıkları gibi olmasa da, insanlar zamanı geldikçe fotoğrafı nişan, düğün, mezuniyet, okul, askerlik, savaş ve gezi fotoğrafları gibi amaçları için çokça kullanmışlardır. Tarihsel bütün olayların tanıklarıdır fotoğraflar. 1. ve 2. Dünya savaşlarının, Avustralya’da Aborjinlerin, Türkiye’de Kürt, Ermeni ve Rumların, Amerika’da Kızılderili katliamlarının acılarını hafızalarında taşırlar. Suçlu sayılıp yakıldıkları gibi, delil sayılıp arşivlendikleri de az olmamıştır fotoğrafların. İnsan hafızasını görünür kılarak ileriye taşımıştır fotoğraflar. Yeri gelince masumiyeti, yeri gelince suçlu olmaları bu özelliğinden ileri gelir. Var olduğundan beri bütün devrim ve karşı devrimlerde üstüne düşeni yapmış, insanlık tarihinde kendine apayrı bir yer açmıştır fotoğraf. Ho Amca’nın çocuklarına reva görülen Napalm yanıklarını yine o koynunda saklayarak taşımıştır bugüne. 1959'da Havana Meydanı’nı dolduran kalabalık ve coşkusuyla Küba’nın bir fotoğrafı; Başkanlık Sarayı’nda son kurşununa kadar çarpışarak düşen Allende’nin bir fotoğrafı, Bolivya dağlarında Che’nin teslim olmaktansa ölümü seçen bir fotoğrafı; Kızıldere’de Mahir ve yoldaşlarının kırılmış bahar dalları gibi bize acı, hüzün ve umut veren bir fotoğrafı var. Zalimi zalim, masumu masum göstermekten yakılıp kül olmayı göze alarak, asla vazgeçmeyen yine fotoğraflardır. Bir kutuda, bir albümde sararsalar bile, hakkını yememek lazım fotoğrafların. Dünyayı dolaşıp gelerek her birimizin hayatına da girmiştir fotoğraf makineleri ve onların çektiği fotoğraflar. Devlet el atmadığı sürece anlarımızın ruhunu taşırdı her kare fotoğraf. Büyümemizin, neşemizin, gençlik yıllarımızda uçarı hallerimizin. Benim kuşağım, 12 Mart öncesine yetişmemiş ama onun ruhunu giyinen bir kuşaktı ve devlet arşivlerinde tek bir fotoğrafımız yoktu. Ruhumuzu besleyen hayalleri giyindikçe bilinmez ‘suçlular’ olarak her eylemimizle durmadan devletin merakını kamçıladık. Bu nedenle yakalandığımız anda itibaren her türlü kaba dayağa muhatap olanlar olarak ‘Arkadaşların kimdi?’ sorusuna muhatap olmuş bir kuşaktık. Biz jelatinden yeni çıkmış devrimcilerin evleri basılınca ilk önce fotoğraflarımıza el konuluyordu. Bizi kare kare bilmek, arşivlemek istiyorlardı… Ailelerimiz fotoğraflarımız devletin eline geçmesin diye saklamaları için güvendikleri yakınlarına veya komşularına veriyorlardı. Korkunun girmediği ev olmaz böyle zamanda. Devletin ailelerimiz üzerinde baskıları arttıkça, saklamaları için verildikleri o evlerde yakıldılar fotoğraflarımız. Yakılan her fotoğrafla yanıp duman olan geçmişimizdi aslında.


Devletin yaydığı korku gençlik fotoğraflarımızın sarararak bugüne gelmesinin de önüne geçti. Onlar gecenin bir yarısı duman olup bacalardan gökyüzüne yükselen hayal oldular her birimizin hayatında. Evlerimizde el konan o fotoğraflarımız devlet arşivlerinde yaşıyorlardır kendilerince. İşte öyle bir fotoğrafımla yıllarca aranmıştım. Su fotoğrafı tekniğiyle çoğalta çoğalta ben olmaktan çıkmış, pala bıyıklı, iri cüsseli olmuş bir fotoğrafımla aranıyordum. Ben kendimi o fotoğrafla arasaydım bulamazdım, beni benden nasıl çıkardıklarını siz düşünün artık… Çocukluğumuz, gençliğimiz, bıçkınlığımız, favori, uzun saçlarımız ve İspanyol paça pantolonlarımızla bir şehrin ana caddesinde arkadaşlarımızla kol kola akşam gezmelerimiz, tavla partilerimiz, demli çaylarımızla yakılmış ormanlar gibi yakılmıştık. Hatırlıyorum, bir arkadaşımın Rus malı, fotoğraf makinesini alıp pencerenin dibinde kardeşlerimin fotoğraflarını çekmiştim. Şimdi yok hiçbiri. Çocukluğumuz sobalara atılarak yakılmış, ya da sonsuza kadar bir arşive mahkûm edilmişti. Bu hal, benim kuşağın 70'lerden bugünlere nasıl geldiğinin de bir fotoğraf özetidir aslında. Ah kare kare hayatlarımız, oralardaki gülümsemelerimiz, sarılmalarımız, ah... Dünden bugüne hayatımız ve mücadele alanlarımız durmadan genişledi. Dün bir ülkede devrimken kadraja sığdırdığımız, bugün bütün bir Ortadoğu üzerinden bütün bir dünya oldu. Kadraj genişledikçe görüntüler de o oranda küçüldü, mercekle bile görülmeyecek bir hal aldılar. İnsanlar acılarıyla kavrulup yanan küle dönüyor adeta. Objektif olmuyor her fotoğraf, ışık aydınlatmıyor bütün bir coğrafyayı, karanlıkta inleyen objelere dönüyor her şey. Üç boyutlu bütün bir hayat perspektifini yitirmiş gibi. En uzak bir olay, anında evimizin içine girerken, en yakınımızdaki bir olaydan haber bile alamaz hale geldik. Fotoğrafın masumiyetiyle oynadılar, bir savaşın yanıltıcı propaganda aracına dönüştürdüler adeta. Oysa biz eskiden, emperyalizmle başlayıp, birkaç sloganla biten, belki de kimsenin okumaya tahammül edemediği uzun bildiriler yazıp yayarak devletin fotoğraflarını çekiyorduk. Samimiydik o zaman, içtendik, yaptığımıza hayatımızı koyacak kadar içten, devletin peşine düştüğü fotoğraflarımız kadar içten. Fotoğrafçı arkadaşlarım belki katılmayacaklar bana ama şimdi her fotoğraf karesi hayatı boşa çıkarıyor adeta. Belki akıllı telefonların yaygınlaşmasıyla herkes ‘fotoğrafçı’ oldu, meslek sulandı. Belki de devletler her türlü görsel malzemeyi bir silah gibi kullandığı içindir. Velhasıl fotoğrafta mertlik bozuldu… Kaynak: https://www.artigercek.com/yazarlar/fadilozturk/fotografta-mertlik-bozuldu



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.