B Planı Dergisi [ Aralık - Şubat : Sayı 1 ]

Page 1

iki aylık fikir ve sanat dergisi

aralık - şubat 2012

varır eylem köprüsünü geçerler...

01

DÜZYAZI ŞİİR “ŞİİRİN GÜZELLİĞİ ‘ÇIKMAZ’DA MI?” SİVİL GAREZ

EHRAMLI OLMAMA ALDIRARAK

DİLİMKURGU İŞLERİN DIŞLAR ÇARPIMI YAHYA KEMAL ŞİİRİNDE NAZMİ CİHAN TESİRİ BİR ROMALININ MAKAMINI OKŞAYAN KENTAKİLİ BİR KILIÇ KAPİTALİST VAMPİR TEKELCİ DRAKULA BİR HAYAT UYKUSUZ ŞEHİR SİRKÜLASYON GÜNCEL GÜNCE

“ABSÜRT MİZAHIN BABASI: NATUK BAYTAN” “AVRUPANIN İSLAMİYET VE TÜRKLÜK HAKKINDAKİ NAZARI” “EPİK’İN KISA TARİHİ” “ÇEVİRİ ATELYESİ”

SÖYLEŞİ

AVENTÜR BİR FİLMİN İLK YERE SERİLENİ

“CLAUDE LÉVİ-STRAUSS İLE ANTROPOLOJİ ÜZERİNE” S.12

“ALPTUĞ TOPAKTAŞ İLE KONUŞTUK” S.10


B PLANI

MÜDAHALE YAZISI

HA BİSMİLLAH…

iki aylık fikir ve sanat dergisi

Yol ayrımları iyidir. Başkalarının Hayatı ve Edebi Müdahale kuyuya atılan iki taştı. Kuyuya atılmasındaki gerekçe bir yankısı olmasının beklenmesiydi. Her iki derginin de bir yankı bulmadığını söylemek haksızlık olur. Her iki dergi de mutlaka birilerinin aklına dokundu, zihnine yerleşti. Altışar sayı süren kısa serüvenlerinde iki dergi de büyük bir heyecanla ve hepsinden önemlisi iyi ve güzel bir iş yapmanın bilinciyle çıktı. Her iki dergi de edebiyat hayatının millet hayatı ile kesiştiği yerden seslenmeye çalışarak olan bitene, dünyanın gidişatına, ülkenin meselelerine dikkat kesildi, durduğu zemini sağlamlaştırmaya çalıştı, duracak bir zemin arayışında olanları kendi kargaşasına davet etti. Başkalarının Hayatı yüksek sanat fikrini göz ardı etmezken, Edebi Müdahale sanatın toplumcu içeriğini es geçmedi. Nitekim kanaatimize göre her iki eylem de birbirini tamamlayıcı eylemlerdir ve birini ötekine tercih etmenin bir anlamı yoktur. Her iki dergiyi çıkaran zihinler, aynı ideolojik yönelim ve tercihlerle, düşünceyi yorumlamada ve bir fikri edebi eser kalıbına dökmede farklı yöntemler benimsemiş olabilirler. Edebiyat ve dolayısıyla sanat söz konusu olunca bu işin bu şekilde olmasından kaçınmak mümkün değildir. Her iki derginin de kapanmasına neden olan şey herkes için farklı olabilir ama esas neden - üç kişinin bir araya gelerek sadece ticaret yapabildiği şu günün çıkmazında gönüllülük esasına dayanan bir işi becerebilmenin, aynı zihni temrinlerle kuşanarak aynı mücadeleye omuz vermekten daha zor ve karmaşık olduğunun anlaşılmasıdır. Bununla beraber bu durum dostlukların devamını engellemeyecek bir durum. Edebi Müdahale şiir yayımlamıyordu. Bunun gerekçeleri zaman içinde konuşuldu ve yazıldı. Başkalarının Hayatı biraz da bu boşluğu kapatmak için tasarlandı. Yapılan işin salahiyeti bakımından içimizde zerre kadar şüphe yok. Her ikisi de yerini bulan işlerdi. Kim ne umduysa o kadarını almıştır yapılan işten. Sonuçta ortaya çıkan ürünün bir dergi olduğunu ve çapının belirli olduğunu unutmamak gerekir. Dergiyi çıkaranlar yaptıkları işe inanıyorlar ve bu işi sarsılmaz bir imanla yapıyorlarsa, çok az sayıda okuyucu bu dergileri ısrarla takip ediyor ve okudukları ile yaşantıları arasında keşişme noktaları arıyorsa bu işlerin bir anlamı vardır.

B Planı, dergisiz yapamayan, edebiyat, sinema, dünya, hayat ve ülkesi üzerine düşünen birkaç yazar/ çizerin ortak kalkışmasıdır. Şiirin ve Edebiyatın millet hayatında kaybettiği yeri yeniden sabitlemek için popüler ve sığ olana yüz vermez. Vaadlere, büyük imkanlara, kaçırılmayacak fırsatlara ve manifestolara inanmaz. Ne kadar çabalasa da bir süreklilik taahhüt etmez. Bununla beraber herkesten daha duyarlı ve bilinç sahibi değildir. Çünkü bu yalana gönül indirmek kanaati hasıl olduğundan beri, dünyayı anlamlandırma çabasının, dünyayla bir anlam edinme düşüncesinin gerisinde kaldığı görülüyor. Niyetlerin sahihliği belki tartışılmazsa da her duyarlılık biçimi çabucak klişeleşiyor. Şimdilik ‘içimiz’ konusunda daha teferruatlı konuşarak kurtulabilirsek de ’dışımızın’ vaad ettikleri bu konuşma imkanının önünü tıkar vaziyette. Ancak rahatlığın sıkıntısı bizi şehre karışmaktan alıkoymuyor. Nihayete erdirilse insanlığa derin nefes aldıracağını düşündüğümüz firiklerimiz var ama modern alışkanlıklarımız elimizi ayağımızı bağlıyor. Sanat ve Edebiyat bu sığlıktan bizi çıkaracak alanlardır. Saçakları altına sığınmamız, koruyucu gölgesine çekilmemiz bundandır. Bu bize bir sakinliği getirmeyecek. Çünkü bunun tam tersi olsun diye çabalıyoruz. Bu iki alan bizi dünyaya karışmaktan alıkoysun, insana karışmamızı sağlasın diye umut ediyoruz. Çünkü insana karışmaktan alıkoyan bir uğraşın, teferruatı keskinleştirip, hakikatin önünü tıkamaktan başka bir işe yaramayacağı düşüncesindeyiz. Bununla beraber altını ısrarla çizelim: B Planı gündeliğin siyasetine yüz vermeden siyaseti bir imkan olarak anlamaya ve anlatmaya çalışacak. İnşallah bahtı daim olur, bir hedefi olur, bir meselesi olur, geliştirir ve uğraştırır. Not: Kapak resmi Sergio Leone’nun 68 yapımı C’era una volta il West (Once Upon a Time in West) filminden. Filmde Jason Robards’un canlandırdığı ‘Çeyen’ karakterinden duyulan şu sözler önemli: “O zamanlar daha dolar yoktu ama o…. çocukları çoktu.” Kapağa girdiyse nedeni budur. Bir de Çağatay Hakan Gürkan, Mustafa Ökkeş Evren ve bu dergideki düşünce yazılarının ve çevirilerin fikri temelinin oluşmasında büyük emeği geçen Sami Gül gibi teşekkür edilmesi gereken isimler var. Ne diyelim, teşekkürler.

İmtiyaz Sahibi Ahmet Özdemir

S

İVİL GAREZ murat çelik

Allah’ın yarını bit mi yi yor zamanı saçalım bugün değil henüz erkeni var sabah bile kalır. saklanan deriyi siyah ay parlatsın henüz erken henüz erken kıvılcım da geç biz birkaçkolu devinen yüksek sesli adet perçemin yarasına kurtlanan da çürür ay parlansın ay parlansın yüzündeki sivilendişe ancak dirilecektir, bulut nemliye ÜŞÜMEDAHAÖNÜMÜZYAZ kemiklerin mi ısınıyor tatildendir hakk Allah’ın yarını kesin mi yi yor meraklanalım bu ne yordun, memur başı yosunla kravatı şezlonga uzanık, desenle imtihan güneş ayrı güneş ayrı : güneş ayrı şarampol üç kişi eyleşince bir şeye benziyor duymak arasında kaç kişilik insanlar bölmebilmez yeten yetene eril, ham yanık benim etimde benzerin var benzerin var kovuşturma uyur Ü Ş Ü M E D A H A Ö N Ü M Ü Z Y AZ hadi bıkalım hadi bıkalım şarkayak öncesi doğ sesten kabildir yarımağız, akse örtü kim ne yöne sıkacaksa esirgemesin bağaşılamasın kalbi bir dev tabut büyüten ömür içinde ölebilmesi makustur avretin Ü Ş Ü M E D A H A Ö N Ü M Ü Z Y AZ mürekkebin aynası kırılmış ak mı yi yor tek dişi sallantısında şimdi argo krem sürülensin sürülensin, tahvilde sivriterek çek sanat mahyası kandiller, bir uzuvlu akşam yegane mülkü devlet ma’mulü olabilmetre boy uzasın boy uzasın cumurun yeni sayipleri

Y azı İşleri Sorumlusu Salim Nacar

Yayın Kurulu Güven Adıgüzel / Talip Nacar / K. Özkan Dağ / Mustafa Uğurlar / Mehmet Gül / Alkan Kılıç / Abdulkadir Akdemir / İsmail Kemal Durhan / Selçuk Çinar

bplanidergisi@gmail.com

İletişim tel: 05055536847 Sümer Mah. 69008 Sk. Özsay Apt. K.3 D.6 Seyhan / ADANA Baskı Ekrem Ofset Matbaacılık / ekremofset@hotmail.com

“B PLANI fikir ve sanat dergisi” iki aylık dergi olup kâr amacı gütmemektedir. Yazıların sorumluluğu Allah’a havale edilmiştir.

[ 2 ]


E

HRAMLI OLMAMA ALDIRARAK hilal örnek

D

İLİMKURGU ismail kemal durhan

*Dedim, kimsenin böyle sekülerleşmeden önce ve sekülerleştikten sonra güzel şiiri yok. I. -lacivert bisikletiyle babam az evvel geçmişken o esnaf lokantasının oradan, Hani 25 n de,20 m de dava dediğimiz günde, Karşıdan geliyordun. İkimizde durmuştuk kendimize iki İngiliz subayı gibi Hani gibi gibiydim karşında -Gibinin teşbihe ihtiyacı var mı bilmiyorumHerkesin ortasından Esin teyze geldi Senin sakallarına ve bir soylu olmana aldırarak, Kur'an da geçiyor mu? -Ben en çok Rumeysa Firdevs ismini seviyorum sizlerde Erkekte Taha olacakBunun Hilâl Hanımın şiirine katkısını bilemeyeceğinden, Dedi: Savaşlar durmuş HERKES YA YAPAR İSTEDİĞİNİ. DÜNYA PLASTİK. HERKES YA YAPAR İSTEDİĞİNİ. Oturduk. Çiçek pasajlarını atlayarak ve Esin teyzeye aldırmayarak -sohbet arasında demode baharların geçtiği öğrenildi"suçumuz neydi ki ayrıldık böyle" den konuşuyorduk Sonra sade tütün içmiştin kürd aksağıyla hani. Rica ediyorum-çok da değil-hatırlarsın; pazen al diyordum Hatrı olsun ninelerin arada. Bak bana pazen al.II. Ağlayan bir mevlüd yazayım diyorum sana Bidat-ı hasane güruhundan Ağlatan bir şarkı değil. Desinler, hiçbir mevlüd böyle güzel ağlamıyor. Çünkü ben seni en çok şarkılarda aramıyorum islâmi tebaanın verdiği karalılık ve cilbablılıkla. Dünyanın plastik olduğuna da aldırmıyorum. Muhammed dokuz(9)dan bahsetsem, Esin teyzenin parmaklarındaki ruj kalıntılarının bana seni hatırlatmasının bu şiirdeki yerinin hesabını soracaksın. Banal ve ezan hâlimizin Esin teyzenin gözlerine işlemişliğini. Bu arada; Esin teyzenin parmaklarındaki ruj kalıntılarının bana seni hatırlatması; Dediler, kimsenin böyle gâvur anısı yok. Çünkü ben senin işlemediğin hiçbir şey de seni göremem Sen gör, ben göremem Havaya sorarım, MODERN TÜRK ŞİİRİNE sorarım. Ama göremem. Biliyorsun bizim apartmanın adı yerin yedi kat dibidir Güzel birer kedicikken, farecik kovalardım evimizde. Anne çeyizinden arta kalan nakışlardan yaptığım yatak örtüsünden bahsedeyim bir de; Ayy çok havalı diyeyim Sokaktaki elektrik direğine, kasabın önündeki dut ağacına Mutfağımızdaki en keskin pıçağa; Kızlarla oturuyoruz gibidir havamız pıçakla Keseriz çikolatadan adamları Çünkü ben senin bildiğin çilekli sakızdan yapılma kızlardan değilim. PA PA PATLAMAM. III. Derken halkevi sinemasına geçiyoruz Tıpkı seksenlerin başı...................................................................… Hafize'nin saçı kuzgunkenki bağırdığı mavi yeşil sesi var filimde. Fakat Kuş parmağından yaptığın kız şekilleri yok. Rica ediyorum,bu kez onları arama benim parmaklarımda Gelgelelim,Yalnız kalamama anlarındaki kedicik miyavlamamıza-ehven-i zina vakitleriÇünkü telefonda duyduğun sesim, Göremediğin yüzüm, Kalbim duracakkenden yapılma.

Kondisyonum zayıf, motivasyonum iyi Olsun insan kinetiktir bunun özrü Hû ey ulu Manitu! önce ayet söylendi ardından ben iyi, kötü, çirkin bir de bu tekilliğimi bozuyorum ilk kendime mi? esaslı adamlardık zamanında sürmenaj eksiği değil ilahi komedya akabinde tunçtan bir kaybediş ipek bir karşılıkla devrim oyunları gringoları ebelemece bugünün bu sözlerin ağırlığı kalkınca ey ulu Manitu! layığımıza hükmeden angarya bu ılıntı mı hayır düpedüz şair olanların kıyımı egosantri bir sende mi var sandın önünde Ludwig tıngırdar durur eskitir peykesini gırnatanın bizdeki anlayış bu yoktu o zaman Yamaha markası tarakası piyanonun anladığımız tek gırnatanın ...son deliği aslında zurnanın uzak doğunun ötesindeydi kutsal saydığınız ve kendinizi adam saydığınız topraklar toprak başa kuzgun leşe aşk sıfırbeşe düşmüş "Entep"te devrilen bendim içimde ölen üç adam konuşan bir bendim söyleyen bendim ve ağlayan #Sandy* vurmuş iki taş bir şangırtı esasında bana ne ki! vicdanları apışına kaçmış islâm! fukaraları deyip durur yazar durur yürür inceden kasedeki Mickey** gram gram nokta nokta bir hiç misüllü maksat zevk-ü sefa zevzeklik hakeza Ay kalsın ki benim sözümde dâhi anlamında ...ayrı gayrı yok im-di şu olan ve olacaklar ve olmuşlar ibadettir adam ey bu! biz bekarevi aydınlıklarıyla doyurduysak karnımızı ve nikah düşen karımızı bunun borcunu senet sepetle değil küfe küfe kütle kütle ödedik terkedilmişliklerimizle ve/veya akabinde tunçtan bir kaybediş ipek bir karşılıkla devrim oyunları gringoları ebelemece bugünün bu sözlerin ağırlığı kalkınca ey ulu Manitu! layığımıza hükmeden angarya bu ılıntı mı hayır düpedüz şair olanların kıyımı peşindeyim gringoların ———— grav grav grav

yolumun payine tahtınının oturduğudur mukavva ayazlarını kızılderili iç çekişiyle çakılı ey ulu Manitu ! ey dilime doladığım olan kutsal ruh Bering’ten geri göçle evrilmeyen hasletlerle bana gelen oklar ve mızraklar kartal tüyleri saç örgümde dilimin ucunda namlu çığlıklarla hedâiye şamanları öldürdüm yolda camadan ve ruh-i ramazan avret mahalimi saklaya saklaya muhibbimden arda kalan şapkalarını düşürdüm sana söylerken ey kutsal ruh ulu Manitu ! şarkı da söylerim curcuna veya fasıl sana sen gibilere apokalips diyor kimi-leri ileri biz mahşer berisi payine tahtını oturttuğumda kara şehirden geçerken gringoları vuruyorum ————— grav ve grav grev var diyorlar ben vurunca çetelerin adamları hepsi bir matbunun peşine düşmüş yazıyorlar gram ve gram ey ulu Manitu ! oklar ve mızraklar altlarımızda ispanyol işi köpekler gerg-i âdan zırhı gibi cübbemiz ellerimizde kemendler yağı sineğe verdiğimiz ilmekler gringoları vuralım ——- grav grav ve kütle ile imâr edelim payine taht olanı sürgün değil sonu belki bimâr ölüm Allah’ın emri ilk ölen yoluna Ammar dan sonra — düz çizgi bunlar leş olagelir sonuna eklediğimizde grav ve grav ve grav kanım gümbürdüyor şimdi fraksiyonlar arasında leş şanını vere vere bunlara Gesualdo öfkesi mi bu baba varsa eğer şu an sağımda atlama taşları duvara çaldığım alkoller üzerine rutin ve kusursuz dilemma ey ulu Manitu! varıp şehre o köprüden geçem. im-di ettim âmin ettim kundakta uzanırken doğmamışım fark etmişsindir, gözümüze takılmış bu ibadetler mirim. * Hash tag tribi ** Subliminal trip

[ 3 ]


B PLANI

YENİ BİR POETİKAYA DOĞRU

şiirin güzelliği ‘çıkmaz’da mı?

salim nacar

T

“Uyar’ın “Çıkmazın Güzelliği” dediği olguyu Cemal Süreya, Uyar’dan yedi yıl önce o ünlü ‘Folklor Şiire Düşman’4 yazısında “azalan verimler kanunu”ile başlamadan bitirmiyor muydu? Bir dilin olanaklarının kullanıldıkça azalacağı, bir dilin işlendikçe verimin düşeceği kanıtlanabilir olgular olmamakla beraber bizim şiir tarihimiz şiirde ‘azalan verim’lerin ülkenin şairlerinin dili kullanmadaki becerileri ile ilgili değil, siyasal iktidarın şiiri yedeğine alırken onun için belirlediği yaşam alanı ile ilgili olduğunun ispatı gibidir.”

urgut Uyar ‘Çıkmazın Güzelliği’nde1 sorunu, insanın kendi şiirinin çıkmazda olduğunun bilincine varması olarak tanımlarken şiire, sürekliliği için yeni bir imkan yaratmış oluyordu. Uyar bu metni ‘Dönem Dergi’sinde yayımladığında sene 1963’tür; yani bu metnin yayımlandığı günlerde Türkiye’de büyük ihtimalle Yerel Yönetim Seçimlerinin sonuçları tartışılıyordu. Seçimler Adalet Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi arasında çekişmeli geçmişse de hükümeti kurmak CHP’ye nasip olmuştu. Uyar’ın askerlikten ayrılmasından 5, Tütünler Islak’ından 1 yıl sonra… Gerçek ve yerinde bir kararlılıkla söylenmiş fikirler haklı gerekçelere dayanır. Uyar’ın çıkmazı överken gerekcesinin kendi şiirindeki çıkmazın farkına varmış olduğu kolaylıkla anlaşılabilir. Anakroninin Uyar’ın fikrinde bir plan olarak işlemesi de onun siyasaya bakışının İsmet Özel’in çizdiği, millet hayatının niteliğiyle niteliği başat yükselen ya da inen şiirin varlığı bağlamında ve aynı düşünsel angajmanda düşünülmesi ve anlaşılması mümkündür. İsmet Özel boşuna II. Yeni için bir iskelet oluştururken Turgut Uyar’ı onun omurgası yapmıyordu. Bundan on yıl kadar sonra dönemin siyasal havası, içinden çıkılmaz bir kaosa dönüşmek üzereyken İsmet Özel şiirin saçakları altına bu kez hayatınının hiçbir meşru yanı kalmamış olarak sığındı. Turgut Uyar 85’te öldü. SSCB’nin dağılışını görmedi, Berlin Duvarı’nın yıkılışını da. İsmet Özel şiirinin evrimine de şahit olmadı, Soyalizmin çöküşüne ve Siyasal İslam’ın yükselerek ve düşmalarına benzeşerek neredeyse iktidara gelişine de. Yaşasaydı, vicdan sahibi ve yaşadığı çağı -kendi deyimiyle ‘savaşmaya zorunlu olduğu şeylerin budalaca çetinliğini’- bilmek zorunda hisseden bir şair olarak bugün dünyaya bakışı, bugünün şiirini yorumlayışı, birçok şeyin bugünkü keyfiyetine engel olabilirdi. Uyar, şiiri insan ilişkilerinin bir parçası değil insanın kendisi olarak görüyordu. Şiirin çıkmazı onun için insanın çıkmazı idi. İnsanın çıkmazının farkında olmak şiire de bir kapı aralayabilirdi. Uyar, Divan şiirinin yıllarca durağan ve sürekli seyrini nihayet Tanzimatla beraber bir çıkmaza bağlarken buna neden olarak insan ilişkilerinin ve toplumsal yaşantının değişmesine bağlı bir gerekçe sunuyor bize. Hece [Halk Şiiri] içinde aynı gerekçeler dillendirilebilir. Diğer sanat dalları –Uyar’a göre belki Öykü- bu çıkmazı anlayamazken şiir, bu çıkmazı sağaltacak tek unsuru taşıyordu. O da, insan eylemlerinin ve sorunlarının açık/kapalı çözülebilmesinin ya da çözülememesinin şiir aracılığıyla mümkün olmasıydı. Uyar bu konuda çok iyimser. Bugün bir şekilde şiir hayatlarını II. Yeni dolayımında yaşayan ve II. Yeninin imkanları ile kendilerine bir şiir genişliği yaratabilen şairlerin bir çoğu şiirin toplumsal olanla -üstelik II. Yeni şiirinin apolitik bir şiir olduğuna sık sık vurgu yaparak- göbek bağını yadsır durumda. ... Şiirin, toplum hayatının bakiyesi açısından bize sunacağı imkanları okurken ilericilik ve gericilik (!) ya da -daha geniş ve tartışılabilir bir düzlemde anlaşılması bakımından- gelenekselcilik ve modernlik bağlamında düşünülmesi gereken yönleri olduğu açıktır. Oysa şiiri bu tartışmaların dışında bir an olsun tutma gayretiyle onun ne bu

[ 4 ]

tartışmaların zeminine indirilebilecek denli sığ ne de bu tartışmalarla kendisi hakkında bir vuzuha varılabilecek kadar açık bir yapı taşımadığı anlaşılır. Gelenekçi şair sıfatı altına koyduğumuz isimleri bir düşünelim. Yahya Kemal mi? Akif’in - Hakan Arslabenzer’in dediği gibi-2 yeniden Kemal’e taktığı Türk şiirinin fişini tekrardan Fransızlara takan Yahya Kemal mi? -Bu tartışma şairlerin şahsiyetlerinden bağımsız söylersem- İbrahim Tenekeci’den yeni bir Fuzûlî, Zafer Acar’dan yeni bir Şeyh Galib yaratma tartışmasıdır. Geleneksel biçimlerin –düşüncelerin değil- şiir üzerinden bir duyarlılık halinde yeniden işlerlik kazanabileceğinin ispatlanmasına yönelik bir tartışma, bize şiirin biçimbilimini üst perdeden konuşma imkanımız varken içerik evrenini neye rağmen ıskaladığımızı gösterir. Kendini –yalnızca tarihsel olarak- II. Yeni’nin babası sayan İlhan Berk, II. Yeni’nin kaynakları bahsinde Şeyh Galib’i ve Ahmet Haşim’i işaret ediyordu. Şeyh Galib öncelikle divan edebiyatının son büyük şairi ünvanına sahip ve adının önünde Şeyh takısıyla mündemiç bir mütevekkil olduğu için hakkında söylenebilecek her söz şiirinin –etkisinden bahsedebilir miyiz?- yanında cılız kalacaktır. Ancak Ahmet Haşim’in şiirinin niteliği ve Ahmet Haşim’in neliği üzerinde konuşmak mümkündür. Galib’İn ölümünden Haşim’in doğumuna kadar neredeyse bir yüzyıl var. Galib’in şiirinin –aradaki dinin devlet kurumlarından ilgası ve ülkenin metafiziksiz bir biçimde yeniden teşekkülü ile beraber- yaygınlaşması ve anlaşılması için gayet uzun bir dönem. Ancak İlhan Berk’e bakılırsa Ahmet Haşim’i de önceleyen Şeyh Galib olmalı. Şiirin hassasiyetleri ve Sebk-i Hindi’nin dayandığı ölçütler ile Haşim’in ‘Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar’ında mana ve vuzuh hakkındaki beyanları büyük oranda ölçüşebilir. Ama şair poetikalarını aynı medeniyet dairesi içindelerse karşılaştırmak ve anlamak belki bize apaçık bir doğruyu göstermez ama kesinlikle daha insaflı bir bakış açısı yaratacaktır. Galib’in temas ettiği yüksek medeniyet teşekkülü ile Haşim’in acısını çektiği ve çökmekte olan bir medeniyetin belagat biçimleri arasında elbet bir farklılık olacaktır. Şimdi Haşim’in poetikasıyla ondan sadece dört yaş küçük olan T. S. Eliot’u okumak medeniyet algılarının ve dolayısıyla şiire bakışlarının hangi bağlamda ve ne şekillerde farklılaştığını anlamak için yeterlidir. II. Yeni kendine tarihten bir şahsiyet ya da bir kök aramak zorunda değildi. Tevarüs edilmemiş bir asaletin koruyuculuğunu yapabilirdi böylece. Bu geçmişle yamalanma meşguliyetinin şiire kadar uzanan kaynağını, büyük oranda Sosyalist Gerçekciliğin bu topraklar olmayan köklerine delil arayış çabasına bağlamak mümkün görünüyor. İlhan Berk II. Yeni’nin neresindedir. Muhakkak ki tarihsel sıralamada öncesindedir. Ancak ben bunu nitelik belirleyici bir unsur olarak görmüyorum. II. Yeni Şairleri bu adla henüz isimlendirilmemişken İlhan Berk’in bu şiirin içinde bir şekilde varolduğunu biliyoruz. Yalnız ben İlhan Berk’i diğerlerinden ayrı tutma eğilimindeyim. Rimbaud’u ve Ezra Pound’u -modern şiirin bu iki büyük dehasını, Yahya Kemal’e göre tanrısınıdiğerlerinden daha iyi bilmesi İlhan Berk’e şiirinin bu topraklarla bağlantılarının salahiyeti açısından ne getirmiştir? İlhan Berk, Haşim’in şu sözlerine tav olabilirdi, belki olmuştur da: “Bilâ Mübalağa denilebilir ki herkesin anlayabileceği şiir, münhasıran dûn [aşağılık] şairlerin işidir. Büyük şiirlerin medhalleri, tunç kanatlı müstahkem şehir kapıları gibi, sımsıkı kapalıdır, her el o kanatları itemez ve o kapılar bazen asırlarca insanlara kapalı durur.”3 Ben İlhan Berk’teki kapalılığın II. Yeni’deki genel


bir durumdan bahsederek bunu fazlasıyla kişiselleştirme edimi olarak gördüğüm kapalılıktan başka ve şiir adına yanına yaklaşılmaz bir gayriahlakilikle örüldüğünü görüyorum. Edip Cansever ya da en iyi ihtimalle Cemal Süreya’dan edindiğim izlek, İlhan Berk’te temeli atılmamış bir hodbinliğe dönüşüyor. Bu yüzden inanıyorum ki İlhan Berk’in şiiri kısa sürede unutulacaktır. Çünkü diğerleri gibi bize şiir adına açıklık, bir keşif alanı vaad etmiyor. Eğer II. Yeni için bir kök arayışına gireceksek elimizde daha belirgin isimler var: İzzet Molla örneğin. Modern Türk Şiirinde nasıl Uyar-Cansever-Süreya kanadı kendi çıplak gerçeklikleriyle karşılaşan ilk isimlerse basit bir analoji ile Divan Edebiyatında da kendi kendisiyle karşılaşan ilk şairin Keçecizade İzzet Molla olduğu söylenebilir. Mutlaka bir göbek bağı aranıyorsa Zarifoğlu-Karakoç kanadı içinse tanrının boşluğuna adem’i yerleştiren ve yokluğu ilk kez gözle belirgin bir biçimde betimleyen Akif Paşa’yı önerebilirim. Velev ki bir kök arayışımız gerçekten bulunmuş ve elzem olsun. Uyar’ın “Çıkmazın Güzelliği” dediği olguyu Cemal Süreya, Uyar’dan yedi yıl önce o ünlü ‘Folklor Şiire Düşman’4 yazısında “azalan verimler kanunu”ile başlamadan bitirmiyor muydu? Bir dilin olanaklarının kullanıldıkça azalacağı, bir dilin işlendikçe verimin düşeceği kanıtlanabilir olgular olmamakla beraber bizim şiir tarihimiz şiirde ‘azalan verim’lerin ülkenin şairlerinin dili kullanmadaki becerileri ile ilgili değil, siyasal iktidarın şiiri yedeğine alırken onlar için belirlediği yaşam alanı ile ilgili olduğunun ispatı gibidir. Nasıl olmasın ki; bugün iktidarın bize şiir için açtığı alanı düşünelim: meseleleri Ahmet Hakan gibi anlayıp Ah Muhsin Ünlü gibi şiirleştirmek dışında bir alan değildir bu. Cumhuriyetin ilk yıllarında tıpkı, Ziya Gökalp gibi anlayıp Beş Hececiler gibi şiirleştirenlerin yaptığı biçimde. ... Şiirde gelenekçi olmaya ya da gelenekselciliği sadece bir form olarak anlamama hevesindeyim. Gelenekten beslenmek, onu bir gramer marifetiyle bugüne şerh edip yorumlamakta mutlaka bir beis yoktur. Ama esas tahammülsüzlüğü şiirde ilerici olmaya karşı gösteriyor ve besliyorum. Çünkü şiirin bir bakıma onay bekleyen bir vatandaşla onay veren bir memur arasındaki bürokratik gerginliğin malzemesi olabileceğini düşünmüyorum. Şairlik verilebilir bir unvan değildir. Düşünceyle, pratikle, eylemle dönüştürülmüş zihnin hayatı tezyinidir. Bu yüzden düşünceyi, pratiği, eylemi sanatın başka hiçbir dalında görülmeyecek bir tutarlılıkla ve içbütünlükle savunur. Uyar’ın ‘çıkmazın güzelliği’ diyerek şairin edinmesi gerken bir marifet olarak sunduğu bütün bu değerler, ilericilik, gericilik tartışmasıyla değil, ‘şimdinin olağanüstü vuruculuğu, tadılan somut yaşama anının tazeliği ve uyarıcılığı ile doğru çizgiye oturur.’ ‘Şimdi’ şiir için bütün getirdikleri ve götürecekleri ile en olası ve en doğru zamandır. Öncelikle şiir için şu sınıflandırma bahsinde en büyük sıkıntının 2000 sonrasında olduğunu biliyoruz. Henüz 80 ve 90 kuşağının şiirsel biçimleri sabitlenmemiş, o döneme özgü bir şiir manifestosu belirginleşmemişken 2000 sonrasından bahsetmenin dişe dokunur bir yanı olmadığını düşünebiliriz. Bu bahsediş ya da sınıflandırma daha çok şairin kendi konumunu belirleme çabasıdır. Çünkü bir sınıfa ya da döneme ait olmak, üstü kapalı da olsa şaire bir emniyet duygusu verecektir. Poetik metinleri manifest metinlere tercih etmemin altında yatan neden de budur biraz. Manifesto bir sonuçtur. Poetika ise yapısındaki gelişmeye ve iyileştirilmeye açık oluş bakımından daha sürekli ve ahlakidir. O yüzden her poetik duruşun bir manifesto ile taçlandırılmasını, her düşüncenin bir ideoloji ile nihayetlendirilmesi gibi yersiz bulabiliriz. Nitekim Türk Edebiyatında yazılmış manifestolara

bakıldığında bunların daha çok bunlara imza atan şairlerin kendilerinden kurtularak gerçek poetikalarını geliştirdikleri metinler oldukları görülür. Bugün poetik anlamda ortaya bir varlık koymuş bir çok şair bu manifestoların açtığı özgürlük alanından ve emniyet duygusundan sıyrılarak bugünkü konumlarına kavuşmuşlardır. Ahmet Haşim’in kendini poetik gerekçeleri olan bir şair olarak ortaya koymasının Fecr-i Ati’nin kuruluş beyannamesinden sonra olması gibi ya da Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday’ın Garip Önsöz’ünden sonra şiirlerinin sürüklendiği serüven de buna bir örnek olarak okunabilir. Cumhuriyet sonrası Türk Şiirinin çapının genişliğini olumlu anlamda çap genişliği değil, daha geniş konulara düşkün görünürken uğradığı zaafın genişliği- düşünelim. Bu şiir o kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyordu ki bizi şairler arasında bir seçim yapmak durumunda bıraktı. Eski Edebiyatımızın hem halk hem divan kanadında her şairi kendilerine has nitelikleri bakımından okunmaya değer bulabiliriz. Hepsi kendi yapıp etmeleri içinde takdire şayan isimlerdir. Ancak Cumhuriyet sonrasındaki bu çapın – mezhebin mi demeliyim- genişliği bizi niteliklerine göre şairleri ayırt etmeye ve şiir konusunda daha az biçimden ve daha az temayülden haberdar olmaya sevk etti. “Bu dönem Türk siirinde genel olarak, en çok ragbet gören konular, sahsî duygu ve hayallerden, metafizik mes’elelere, çocukluk yıllarına duyulan özlemlere, şuuraltı hayata, Atatürk ve yurt sevgilerine, Türk Yunan ve Lâtin mitolojilerine kadar uzan/ dı.”5 Mesela eviçlerinin şairi Behçet Necatigil’de Atatürk Sevgisini anlatan bir şiire rastlamak şaşırtıcı olmuyordu. Mesela Çocuk ve Allah gibi bir mucizenin sahibi “Anıt Kabrin Kapısı’nı yağlarken, bir diğeri, Çoban Çeşmesi’nin müellifi Faruk Nafiz Çamlıbel “Dünyayı unutsam da unutmam bir Atam var” diyerek şiir sanatının hangi mertebeye irca ettiğinin altını çizmiş oluyordu. Ancak burada gelenekle bir şekilde sağlıklı ilişki kurabilen şairlerin - İsmet Özel, Cahit Zarifoğlu, Sezai Karakoç başta olmak üzere- hiçbir zaman yadırgayacağımız şiirler yazmadıklarını da belirtelim. Bizi şaşırtmış olabilirler ama belirli bir şiir dairesinin –ki şiirde sebâtın ne derece önemli olduğunu gösterir bu- içinden çıkmadı bu şairler. Yükselmek ve farklılışmak yerine - İslam sanatlarının genel yapısı ile uygun olarak- derinleşmeyi tercih ettiler. ... Şiirin hangi zamanlar arasında oluşundan şiirin kimler arasında oluşuna da gelmek mümkün. Görsel şiirin okuyanı var mıdır mesela; şiir görülür mü, söylenir mi, okunur mu? Yakın gelecekte, şiir söyleyeninden şiir yazıcısına, şiir okuyucusundan şiir görenine doğru bir evrimden mi bahsedeceğiz? Gerçekten de şiirin tarafları kimlerdir, diye bir soru şimdiye kadar sorulmadı. Şiirin alımlanma biçimlerinin, bir iletişim aracı olarak tasavurunun altı çizilmedi. Şiirin kimler arasında gidip geldiği onun mahiyeti ve niteliği hakkında da bize bir fikir verebilirdi oysa. Tartışmaya açık bir konu olmakla beraber şunu söyleyebilmek pekala mümkün görünüyor: şiir için en az iki kişi gerekir. İkisinin birbirini anlamasından ziyade yazanın anlaşılmaz, okuyanın anlamaz rollerini hakkıyla oynayabilmeleri için bu elzemdir. Şiir her zaman alıcısını bekler. O görünmez alıcı ile şairi için şiir, kuyuya atılmış bir taş gibidir. Kuyuyla kasıt mutlak bir yankı beklentisidir. O ikinci kişi ister şiirin saf okuyucusu olsun, ister sadece şiir diye bir varlık / biliminin / öngörüsünün farkında olsun olmasın, şiirin yazarı, çizeri için mutlak bir gayedir. Bu ifşa isteği insanın doğasında olmasaydı, büyük ihtimalle şiir sanatı diye bir şeyin varlığından haberdar olmazdık. Şiir temayülleri bakımından manifestolar bana kalırsa

[ 5 ]

başka bir şiir biçimlenmesine bakmamızı sağlamış olabilir. Çünkü bir manifesto ile biz şiirin tamamlanmış haline bakar ve onunla aramıza bir mesafe koyarız. II. Yeni sonrası, öncesinin aksine yazılan manifestolar daha bireysel poetikaların dışa vurumu gibiler. Baki Ayhan T.’nin ‘Soylu Yenilikçi Şiir’i, Ahmet Güntan’ın ‘Parçalı Ham’ı, Enis Akın’ın ‘Kekeme Türk Şiiri’, bugün Fayrap çevresinde somut örnekleri veriliyor olsa da Hakan Arslanbenzer’İn ‘Neo-epik’i, Efe Murad-Cem Kurtuluş’un ‘Madde Akımı Manifestosu’ ve diğerleri gibi. Bu manifestoların şiir adına gerçekten bir etkinliği mi yoksa şairlerine şiirlerinin niteliğinden ziyade manifesto sahibi kimseler olarak konuşulma imkanı mı sağladığını zaman gösterecek. “Çağımızda şiirin hangi safhada olduğunu sizin hükmünüze bırakıyorum. Bence son yirmi yılda yazılan şiirler, bu şiirleri sınıflandırmaya değer bulursak, konuşulan dile uygun bir şiir dilinin arandığı bir devrin şiirleri olarak nitelendirilebilirler.”6 Bunlar bugün söylenmiş sözler değil. T. S. Eliot’un 40’lı yıllarda dile getirdiği düşünceler. Bu düşünceler bugün –özellikle Neo Epik’in- yazılan şiirin bütün gerçekliğini dökmüyor mu önümüze? Manifestolar içinde tek tek böyle bir uğraşın altına girerek, II. Yeni sonrası manifestolara ve daha temelde şair poetikalarının yaslandığı düşünsel kategorilere, bağdaşıklıklara tarafsız arkeolojik çalışmalarla yeniden bakmak gerekecektir. Bugün Servet-i Fünun’u ve Fecr-i Ati’yi oluşturan dinamiklerin Fransız Edebiyatından teşekkül ettiğini sarahaten biliyoruz ancak bugün bizim olan aslında nereli sorusunun cevabını bulmamız elzemdir. Kökü dışarıda olan bir ati telaşına kapılmamıza gerek olmadığı ortada. Çünkü ne yerelliğin sınırlarından bahsedebiliriz burada ne de evrensel bir olgu olarak şiirin ritüellerinden. Ancak sanatlar için de yerel bir sanat kalmışsa bu yine de şiirdir, burası gayet net. Bugün Türk Şiiri –Türkçe yazılan şiir demekten özellikle kaçınmakla beraber- bir çıkmazın içindedir gibi açıklıkla tartışılabilir ve nihayete ermeyecek bir argümana yaslanmamak gerekir. Turgut Uyar bize bu çıkmazın estetik ve düşünsel bir ölçü olabilirliğini ve bunun bir beceriye dönüşmesinin şairin marifetine bağlı olduğunu gösterdi çünkü. Tek tek şiirlerin bir mesele olabileceği fikrine de bu merkezden ulaşmak mümkün. Artık çağımız manifestoların değil tek tek şair poetikalarının - adı her ne konulmuş ya da konulmamış olursa olsun- daha dişe dokunur fikir temrinleri olduğunu gösteriyor. Düşüncenin çoklu bir yapıya ulaşması ve dolayısıyla çeşitlenerek fikri bir tartışma zeminine irca etmesi ancak şairlerin düşüncelerini poetik bir düzleme çekerek, toplumsal olana ve şiirin millet hayatıyla kesişen noktalarına sağlıklı bir şekilde temas etmesiyle mümkün görünüyor. Kendilik bilgisinin kurulumunda ve şiirinin şiirselliği ilgası bakımından Turgut Uyar’ın da pratikte gösterdiği temel düşünce bu değil miydi zaten? ‘Şiirin en azından artık bir avunma, oyalanma değil, bir saptama, belki bir önerme olduğu’ bir dönem anlaşılmaya çalışılan bir temayülken, bugün bizim için apaçık bir gerçeğe ve belki de şiirimizi üzerinde temellendirmemiz gereken bir düşünce zeminine işaret ediyor. 1

Turgut Uyar, Korkulu Ustalık, YKY, 2009 Karayazı Edebiyat Dergisi’nin 2. sayısında ‘Manifestolar Şiirimize Ne Yaptı’ soruşturmasına verdiği yanıttan. 3 Ahmet Haşim, Bütün Şiirleri, Dergah Yayınları, 1999 4 Cemal Süreya, Şapkam Dolu Çiçekle, YKY, 1991 5 Kenan Akyüz, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, İnkılâp Yayınları, 1995 6 T. S. Eliot, Edebiyat Üzerine Düşünceler, Çev: Sevim Kantarcıoğlu, Paradigma Yayınları, 2007 2


İ

epik’in kısa tarihi

D

estanlar uzun yolculuklarla başlar ve her yolculuk bir arayışın ifadesidir. Destan kahramanı, temelinde mutlak hakikati keşfetmek, babasını bulmak gibi archetiplerin yer aldığı bir amaçla yola çıkar. Modern insanın destanı ise kendi içindeki yolculuğun hikâyesidir. Aslında henüz bu tekinsiz yolun başına gelmemiş, gözü bağlı fırlatılmıştır ve ne yönde karar vermesi gerektiği hakkında da bir fikri yoktur. Modern insan mutlak bir güce yaslanmak ve “doğru yol üzerine gerilmiş ipte yürümek” adına pek iyimser düşünmüştür. Çünkü Tanrı acımasızdır ve hakikatte MEHMET GÜL de yoktur. Dolayısıyla bu yolun haritasını da kendi kanından ve ruhundan çıkaracaktır. Daha hazin olan ise bunun bir yol değil de adeta bir labirent olmasıdır. Erdemin ilk basamağı olarak kabul edebileceğimiz ‘Kendini bil’ sözü ile ‘O yoksa her şey mubahtır.’ gibi sayısız düşüncenin arasında bir metronom ibresinden farksız ruhu hiçbir zaman için bir yönde sabit kalamayacaktır. Onu her zaman için yolun başında görebilirsiniz. Bu yönüyle her modern insan bir Hamlet’tir ya da bir Hamlet psikozuna gebedir. Proust’un sayfalar süren yorum krizleri bir eylem doğurmaz. Sartre, ihtimallerin sonsuz eşiğinde, eylemlerinin dalgalar halinde uzanacağı kıyıların hesabıyla ilk adımda kalır. Kafka’nın sinizme varan korkaklığı ise o kadar ürkek ve nahiftir ki bir an için Balzac gibi neredeyse eylem diye bir şey yoktur, diyeceğini zannederiz.

Bu noktada Mutlak hakikatten kopuşun ifadesi olarak Nietzsche’nin meşhur “Tanrı öldü” sözü hem habercisi hem de öncüsü olduğunu kabul ettiği yeni bir hayat görüşünün dolayısıyla yeni bir estetiğin de başlangıcı kabul edilebilir. Bu açıdan bakıldığında her kopuş bir kendi başınalıktır ve yeni bir varoluşla temellenir. Modern insan Syspus gibi kendi hakikatini yüklenir. Modern sanat gücünü bireyden alır ve bireyin etrafında şekillenir. Biricik hakikat insandır ve şüphe ile temellenir. Nihilist düşünce mutlak hakikatin yerine beşeri hakikati koyarken aslında birçok hakikatin olduğu yerde hakikat diye bir şeyin olmadığını söyler gibidir. Kaos, insanın biricik hakikat kabul edildiği modern hayatın vazgeçilmez krizidir. Bu kriz kimi zaman aşkınlık fikrinin bireyden sonsuza sıçrayamadığı dairede kıstırılmışlık duygusundan doğan trajik fikirdir. Hiçbir çıkış kapısı yoktur ve hayat “ebedi döngü”de kendini tekrarlayan bir abes çukuruna yuvarlanmaktan başka bir şey değildir. –Yalnız abes düşüncesi Camus’ta farklı bir çehreye bürünür Camus düştüğü yerden kalkar- Kimi zaman da her şeye rağmen içe dönüşle başlayan bir zenginlikler dünyasıdır-Camus’ta gördüğümüz şekliyle- varlığa ve varoluşa bin bir gözle yeniden bakmaktır. Modern roman baştan sona hayat karşısında farklı bir duruştur, bakış açısıdır. Proust’un bir yerde gerçek seyahati faklı yerleri görmek olarak değil aynı yerleri faklı gözlerle görmek şeklinde tanımlaması bu düşünceyi verir. Bu düşünce W. Voolf’ün “Dalgalar” ında, Faulkner’in “Ses ve Öfke” sinde ve diğer birçok örnekte çoklu bakış açısı olarak kendini gösterir. ~

İsmet Özel’in kitapları artık TİYO’dan çıkıyor! “Bu kitabın adı olsun diye müracaat ettiğim serlevlâ her ne kadar “Desem Öldürürler, Demesem Öldüm” ibaresi ise de, bu kitap dolayısıyla bir nihaî hakikat perdesinden bahsetmemiz mümkün değil. Ne ben burada söylediklerim sebebiyle hayatımı tehlikeye atmış oluyor, ne de hayatta kalışımı burada dile getirdiklerime borçlanıyorum. Altmış sekiz yıla baliğ ömrüm içinde biz Türklere ne yalanlar söylendiği, bize ne dolmalar yutturulduğu hususunda çok şey öğrendim. Yine öğrendim ki, Türkiye’ye kötülük yapanlar Türkiye’ye ne kötülükler yapıldığı konusunda benden daha çok bilgiye ulaşmış durumdadır. Bu yüzden ben konuştukça onlar bıyık altından gülüyor. Mel’unlar melanetin nerelere uzandığını benden iyi biliyor.”

ŞLERİN DIŞLAR ÇARPIMI talip nacar

görünüşü yoktur, uzaktaki zaman geridedir ben böyle düşündüydüm kuş, insan tutsam ağzımla kimseye yaranamam diye düşünür ki bu düşünce benim tabiatı kafamdaki düzenden kurtardığımdan beri vardır taaaaaaa zamanlardan beri yani ilk o yalnızlık hiçbiryerdir sorusuzluk çürütür insanı akşam vakti sorular elmaya kızarması için cevap alamama ilk sahipsizlik bundandır elma çürüktür ya da değildir ne olur ne olmaz diye ısırırım kurtçuk elma var diye mi vardır bitişik ama ayrı babalardan mıdır aynı şeyler aynı şeyler yırtık pabucundan nefret eden insan küçüğü aynı pabuçla karıncalara basmayarak okulun yolu evin yolu dünyaya sağ ayakla girmiş uzaylıları düşünerek kurtuluş savaşını düşünerek mustafa kemal ne zaman kime çiçek vermiştiri düşünerek insan haritadan ülkesine bakarken düşermiyi düşünerek baş parmağı yere düşse kim bulurduyu düşünerek eve kadar okulu yıkılır evde emir büyük yerden yerler sevilir bazen kanun çalan büyük imparatorlukta çelişkiler, vurdumduymazlıklar, uçsuz bucaksız korku yıllar birikmiş ki hepsi durur kapıda hiç bir sivil ce kahkahayla çok sonra olmak istemez sonra her bir hikaye ritm içinde karakutudur imrenmeye çıkılır bir dağın yamacına kaçan sesleri kentin yeşillenir o cıvıldamalar nasıl da büyür hınç geçilemez günlerdir döver büktüğü yerden maaşı yenilen devletin dudaklarını her rüzgar test edilmelidir kaçışırken koşulur dünyanın kaybolmuş anahtarlarına kilit gerçektir dedenin savaş madalyalarını eritip kafes yapan babanın dudaklarında

[ 6 ]


G

ÜNCEL GÜNCE alkan kılıç

Anarşizm narsist olmanın ön şartıdır sanırdım Ve ekmek arası dönerle burger, dövüşken danışıklılar bana kalırsa Subjektif bir buse lif misali çiziverince yüzümü Asimile olmuş fare suratlı bir file dönüşüyorum Hortumumum tek işlevi homurtular yoğurmak artık Ve rugan bir deri üzerimde gururla sırıtır Bakmayın siz hırgüre bu kadar hevesli göründüğüme Yaşamaktan tırstığım belli olmasın diye Kimseye çaktırmadan az kavrulmuş leblebi çıtırdatıyorum

Kuduz köpekler kelepir tankları iyice kanıksamış gibi Yırtık astarından jartiyeri sarkan tasarım harikası bir star gördüm dün Harikulâde rahattı Gıdıklanmaktan usanmış damızlık bir kız Mıknatıs tanıklığında acı bir kımızı zıkkımlanıyor Ve kadın daha dakik artık Tartı aletinde pastörize bir kerize rastladığından beri hastalıklı hastalıklı sırıtmaktan Sürtük diye anılır

Das Kapital’e sadakatle bağlı olan Kaddafi Fidel’in diferansiyel sendromuna tutulmasıyla Deforme olmuş sosyalist dünyaya tutkal niyetiyle sunulan Bedevi ve muasır bir adam değil miydi? Ve debdebeli veda busenizi patlak dudaklarına kondurduğunuzdan beri Dondurucu baharlar yaşanıyor çölün ortasında

Ah yok mu sizin şu Freud pozlarınız Bir türlü öğrenemediniz meselenin mahiyet-i aslını Zirzoplukla insan sarraflığı ayrı zanaatlardır Zulanızda nisyan arzulayan nazenin bir tavır var Zer zevat masrafları tarafından rafa kaldırılmış bütün farzlar Ruhlarınız urlu birer arzu gibi taarruza geçti bu gece

Akvaryumda yavru ve yuvarlak bir kadavra Revü kızları gibi dazlak milislere veraset teslimi yapıyor İpler sarkıyor geceleri aklıma ucunda delik sepetler olan Ve çürük yumurta kokuları geliyor pet şişelerden Çıkınında sarı benizler damıtan o karanlık zindanınız düştü aklıma Rakkaselerin arz-ı endam ettiği ışıltılı kadehi hiç acımadan nasıl kırdığınızı hatırladım birden

Otuzundan sonra tuzluk lüzumu zuhur edince huzursuzluk denen sendrom başlıyor malum Sit davn pilis modern zamanların en dandik repliğidir kanımca Ve permütasyon mermi gibi deler beyni Sümsüklerin ümüğünü sündürmek başarıdır oysa Haşerelerin sıhhati tahriş eden şu gülüşmeleri Hatırı sayılır birer zehir gibi iniyor midemize Demoralize kramplarla vajinismus çağın yeni illetleridir Ve pezevenklerin zevk içinde yedikleri herzeler Rehavetli bir halvetle buz misali erir Besbelli ki tedavülden kalkmayacak kronik yalnızlığımız

Duygularımı karıştıran esrik teslimiyetten bir an sıyrılıp Kendimi bilimin mistisizmine bırakıyorum Laboratuarda turnusol bir dokunuşla palazlanan endoplazmik redikulum Obezite ile libido bilgisini taze zihinlere lapa lapa yağdırıyor Ve suni solunum cihazı can almanın hazzına belli ki varmış Hastanın gırtlağındaki derin yırtık her defasında büyük bir şangırtı koparıyor

Çemberlitaş’ta perşembe günü meşrep perdesini aralamak insanı sersemletiyor Madam Bonapart pardösüsünü parıldayan örtüsüyle sörf yapan sedire kim bilir kaç kere serdi Resmi panayır yeri prosedür hükmünde kararname ile apartman dairesi artık Ve Peter Pan köşedeki raptiye dükkânından kudüm çatırtılarıyla patır patır dökülüyor Ben müdavimi olduğum dizi müziği ile uyumaya yelteniyorum Çatıya sığınan tırtıl yavrusu iç gıcıklayıcı bir ses eşliğinde pisuara sürtünüyor Aklımın almadığı dalavereler vaad eden endamı kayık kız Görüyorsun ki aymazlığın birinciliğini kimseye kaptırmaksızın Avrupa birliğine paldır küldür adayız. Ve hiç libidosu olmayan erekte adamların Dibine kadar ibne sayıldığı tuhaf bir çağdayız Uyandım Ivır zıvır almak için Mahmut Paşa Çarşısı’na teşrif eden feriştah hatırına Tahtakurusu satan bütün çerçiler siyah perçemlerini çepeçevre küçelere serdiler Çürük keresteler testere ve satırla doğranırken Uçkuru gevşek bir erkek keşkül şekline tevdi edildi Ahlak masası iyi çalışıyor bu aralar anlaşılan Mini minnacık gözlerim mağrur bir dokunuşla etraftaki rezilliği kolaçan ederken Saçakları dökülmüş metruk bir kadın Pestili çıkmış sepet sepet yumurtayı hamur yoğurur gibi hızlıca mıncıkladı Difüzyonumuz fizibilite limitini militarist yöntemlerle aştı Sırat-ı müstakim statükocu bir generalin elinde oldukça kısır Dualar Yahya’nın heyulasından fışkıran Yehuda kadar istimlâkçi artık Mistik tekâmüllerle maktülün yüzüne gerdiğimiz o tül perde Derdest edilmiş sedirler misali inim inim inliyor içerde Keşke davet edildiğim resepsiyon mahalline allı pullu bir hamal giysisiyle gidebilseydim Ve çocuklar genç yaşta ölüp gömülmeseydi İkonların kiliseye has olmadığını iyi bilmeniz gerekir Bu terk edişler bildik bir tekerrürden ibaret değil Sizin tarih dediğiniz rağbet edilen pahalı bir terapidir sadece

Siaey asya sahasına sarı hasırını sermiş dilencilik ederken Mariauna ile zir zurna olup sermest edilen testerevari bir avarel gördüm ben Acaba Tevrat’ta zalim gavatlara ana avrat sövmek teşvik ediliyor mudur? Ve zihnimize vantilatörle estirilen tarih dersleri çok da fonksiyonel değil Sözler, ağırdır bazen. Ne cümleler ne de imla kılavuzu kaldırabilir Lakırdıları lıkır lıkır yudumlamayı Harcı mıdır yargıcın asla beceremez. Gıcır gıcır banknotlardan kayarak giden adaleti Darbeli bir matkap gibi duvara çakmayı Ey ahali! Yobazlık zamanı bazı vazolar avazı çıktığı kadar zırvalar Ve içi boş bir avize vaazını zavallı bir yığına gına getirene dek tekrarlar Sırma saçlı mısırlı kızlar, zikir çeken firavun rüyadır Varını yoğunu bir un torbasına dolduran Baskın kişilikli ama asla zorba olmayan Harun gittiğinden beri Deccal gecelerin cebinden acemaşiran maceralar aşırır Ekümenik muhkem bir mahkeme binasıdır artık Kışlanın balkonuna çıkarak mekanize tehditler savurur kasımları Makûs kaderlere dökülen imzalar bugünlerde bir hayli ıslak Birileri hiyerarşik hayatı ihya ededursun Aymaz bir zahmete girişmeyecek kadar dakik düşünür ihaledârlar Efeler efemine defans oyuncularına fedailik edecek değil ya Curcunalık bir durum müdürleri de murdar ederdi eminim Ve mühür kimdeyse Süleyman’ın karıncası odur bu devirde Arayarak yardakçılık adam kayırmanın bir başka versiyonu artık Kasıklara sıkılan kurşunlar kadar acı veriyor bazen hayat Yeni Menatlar, Uzzalar, kâbuslar görüyorum uzun uzadıya Biz hâlâ baltayı taşa vurmakla meşgulüz Beynelmilel eller. Yüzyıllara uzanan acımıza tuz biber ekmekten vazgeçecek gibi görünmüyor pek Ve vahdet yolunda Türkler de en az Kürtler kadar ürkek…

[ 7 ]


B PLANI

SİNEMA

absürt mizahın babası: natuk baytan güven adıgüzel

“Natuk Baytan sinemayı çok başka bir yerinden yakalamış parlak ve ilginç bir zihindi. Özgün bir stile sahip olmak ve belli bir sinema dili yakalamak gibi kavramlar onun sinemasının kimliği sayılırdı. Bir selam göndermek isterseniz eğer; ‘Sakar Şakir’ filminde kahvede nargile içen adama dikkat edin, Usta orda size gülümsüyor olacak.”

B

en Manisa’da orta mektep, yatılı okuyordum. Ben sabahçıydım Natuk da öğlenciydi. Natuk’un bir sinema makinesi vardı bu makinede mahallenin çocuklarına kovboy filmleri oynatırdı. Filmde ses yoktu ama herkes bu filmleri seyrederdi” Amcasının oğlu Ümit Baytan, işte bu sözlerle anlatmıştı farkında olmadan Natuk Baytan’ın hikâyesini. Mahallenin çocuklarına kovboy filmleri oynatan bir adam. Kim bilir, belki de; Karamurat, Kılıçarslan ve Battal Gazi’yi düşünmüştü o atların üstünde ta o zamanlardan… Türk sinemasında yönetmen sineması olarak adlandırılan ve büyük usta Lütfi Ömer Akad ile zirve yapmış -kendine özgü bir dil kurma- çabasından söz edeceksek ‘Natuk Baytan’ı anmamak abesle iştigal etmek anlamına gelir. Özellikle absürt mizah konusunda kendi ekolünü oluşturmuş bir yönetmen olarak karşımıza çıkıyor Natuk Baytan. 1961 yılında ilk filmi “Karanlıkta Yaşayanlar”la adımını attığı sinema dünyasında takip eden 6 yıl içerisinde çektiği dram ağırlıklı filmleriyle parasız ve bol ödüllü günler yaşasa da, 1967 yılında nihayet kamerasına göre bir hareketlilik bulacaktı; ’’Fantomaİstanbul’da Buluşalım’’ ‘’Şaşkın Hafiye’’ “Şeyh Şamil” ve “Hacı Murat” gibi dört adet fiyakalı ve aksiyonlu film çekerek kendini bulma denemelerinin ilk aşamasını başarıyla geçmişti. 1970’li yıllara geldiğimizde ise Natuk Baytan sinemasının birinci bölümünü oluşturan ‘’Battal Gazi-Kara Murat’’serileriyle yine bol aksiyonlu ve tehlikeli sahnelerle bezeli klasik tarihi-avantür filmleriyle seyircisinin karşısına çıkmıştır. 1972’de Battal Gazi’in İntikamı ile Kara Murat-Fatih’in Fedaisi, 1973’de Battal Gazi Geliyor ve Kara Murat-Fatih’in Fermanı, 1974’de Battal Gazi’nin Oğlu, Kara Murat-Kardeş Kanı ve Kara Murat-Ölüm Emri, 1975’de Kılıç Aslan ile Kara Murat-Kara Şövalyeye karşı, filmlerini çekerek 3 yıla sığdırdığı bu 9 tarihi filmle hatırı sayılır bir şöhret elde etmişti Natuk Baytan. Cüneyt Arkın ile iyi bir ikili oluşturan usta yönetmen tarihi filmleriyle olmasa bile yine aynı yıl (1975) çektiği ‘Babacan’ filmiyle İstanbul Uluslararası Film Festivalinde en iyi yönetmen ödülünü alarak Cüneyt Arkın ile olan ortaklığının ilk meyvesini almıştı. Cüneyt Arkın yıllar sonra Natuk Baytan için çekilen belgeselde usta yönetmenin sinema tutkusunu şu sözlerle anlatacaktı;‘ ’Paramız az, negatif az, zaman az. Altı tane çok güzel, sarışın kız gelecek sete. Onların sahnesi var. Sıra onlara geldi Natuk abi, “kızlar hazırsa gelsin” dedi. Set amiri vaziyeti anladığı için ortalıkta yok. Asistanı geldi. “Abi hazırlar”, Natuk Abi, “gelsinler o zaman” dedi. Altı tane fıstık gibi, mavi gözlü, sarışın genç kız yerine, altı tane şişman, çirkin, yaşlı kadın geldi. Natuk abi şöyle bir baktı sonra kameramana döndü “ya kameramanım, bu altı tane çirkin, şişman, yaşlı kadını, altı tane mavi gözlü, sarışın, güzel genç kız haline getirecek lambalar var mı sende?”, kameraman “var abi” dedi.

[ 8 ]

Kameraman ışıkçıya sesleniyor; “abi altı tane şişman, çirkin, yaşlı kadını, altı tane mavi gözlü, sarışın, genç kız yapacak lambalarımız var ya onları getir bakayım” dedi. Hayata müthiş bir zekâyla bakan ve o gücüyle de en mutsuz durumlarda ince zekâsıyla ince espriler yakalayan dünya güzeli bir insandı. Nur içinde yatsın.” Her ne kadar 1977’de Kara Murat-Denizler Hakimi’ni ve 1978’de Kara Murat- Devler Savaşıyor’u çekecekse de, tarihi-avantür filmler dönemi artık kapanmış ve absürt mizah ekolünün de doğacağı yepyeni bir dönem başlamıştır yönetmen için. Bu dönem, Natuk Baytan sinemasının en can alıcı, en incelenmeye değer bölümüdür. 1976 yılı, ‘Sahte Kabadayı’ filmiyle başlayacak 10 yıllık bir Kemal Sunal-Natuk Baytan ortaklığının da resmi miladı sayılacaktır. Bu yeni döneme geçmeden önce Natuk Baytan sinemasının birinci bölümünü oluşturan ‘’Battal Gazi-Kara Murat’’ tarihiavantür serilerini mercek altına alalım. Bu filmlerinde dikkat çeken bir sahneden alıntılarsak; Battal Gazi filminde babasıyla dövüşmek zorunda kalan kahramanımız, babasını tanımadığı için kılıcını kaldırıp tam babasına savuracakken, annesinin küçükken öğütlediği ‘babaya kalkan el taş olur’ sözünü hatırlamasıyla birlikte birden taş kesilir, oldukça fantastik ve güzel bir an olarak hafızalarda yer eden bu sahne, tipik bir Natuk Baytan filmine ait şifreler taşımaktadır. Ayrıca Battal Gazi’nin aslında Arap bir komutan olmasına rağmen bu filmlerde kahraman-Türk figür olarak sahiplenilmesi de ayrı bir yazının konusudur. Natuk Baytan, tarihi filmler serisine başlamadan önce 1966-71 yılları arasında Süreyya Duru- Remzi Jöntürk ortaklığında 6 seri film olarak çekilen ‘Malkoçoğlu’ halk tarafından çok sevilmiş ve hafızalara kazınmıştı. Ayhan Başoğlu’nun Kore Savaşı sırasında şehit olmuş Türklerin anısına ithaf ettiği bir kahraman olan Malkoçoğlu, ‘Cem Sultan’ ve ‘Akıncılar Geliyor’ bölümleriyle oldukça dikkat çekmiş ve izleyiciler tarafından benimsenmişti. Natuk Baytan’ın Malkoçoğlu serisinin bitiminin hemen ardından 1972 yılında hem Battal Gazi hem de Kara Murat serilerinin ilk bölümlerini çekmesi, kendisinden önce çekilen Tarkan ve Malkoçoğlu filmleriyle mukayese edilmesini de kaçınılmaz kılmıştı. Özellikle Malkoçoğlu-Kara Murat filmleri doğal olarak birbirine benzer özellikler taşımaktadır. Natuk Baytan’ın Kara Murat’ını özgün yapan şey ise; elbette ki kamera kullanımı, estetik yakın plan çekimleri ve renk-ışık kullanımı olacaktır. Bunun dışında zaten paralel hikayelerdir. Tarihi film serilerinin genel manada kahramanlık öyküleriyle bezenmiş Türk’ün Türk’e propagandası- olarak adlandırabileceğimiz bir tarzı vardır. Bizans kargalarının kancık kellelerini ödlek bedenlerinden ayırmak niyetiyle yola çıkılır genellikle. Natuk Baytan filmlerinde de doğal olarak bu ‘kahramanlık’ olgusu es geçilmemiştir. Yönetmenin bu dönemdeki tarihiavantür filmlerinin genel havası bu minvaldeki argümanlarla örülmüştür. Kara Murat, Eflak hükümdarı Kazıklı Voyvoda’ya haddini bildirir, Fatih’e âşık olduğu için öldürülen talihsiz Prenses İren’in intikamını alır, Şehzade Mehmet’in öldürülmesini engeller, gözlerinin önünde babasını katleden ve ikiz kardeşi Mehmet’i kaçıran Bizans Prensi Carlos’u öldürür, kendisinin daha güçlü olduğunu söyleyen ve vergi vermeyerek Fatih’e başkaldıran Şeyh Gaffar’a gerekeni yapar, Kaptan-ı Derya Yunus Paşa’nın toplamış olduğu vergilere-ganimetlere el koyan Kara Korsan’ın adamlarını sudan çıkmış balığa döndürür ve son olarak başsız kalan Mora kentinde baş gösteren karışıklığın asıl müsebbibi olan Rum Kani Paşa’nın ihanetini ortaya çıkartarak Devlet-i Aliye Osmanlı’nın bekasını korur… Ağırlıklı olarak Erdoğan Tünaş-Fuat Özlüer senaryoları olan bu avantür -dönem filmlerine Natuk Baytan’ın da senarist olarak katkıları görülür. Yine


bildik yakın plan kamera çekimleri, yerinde duramayan sürekli oynayan dinamik kamera, özgün açılar ve şaryo( kameranın konum değiştirerek yaptığı hareketlere verilen ad) resitali. Cüneyt Arkın’ın trombolin yardımıyla bir o-bir bu kaleye zıpladığı hareketli görüntülerin hakkını fazlasıyla vererek bir açı, plan ve şaryo ustası olduğunu kanıtlar bu sahnelerde usta yönetmen. Tarihi filmler meselesinin başlı başına bir dosya konusu olarak ele alınması gerektiğinden Kara Murat-Battal Gazi filmleri ile ilgili diğer ayrıntıları geçiyorum. Natuk Baytan sineması adına genel olarak başarılı bir dönem olarak hatırlanabilecek bu 10 yıllık süreç sonunda; tanınmış, kendini kabul ettirmiş, stilini-tarzını oturtmuş ve artık olgunluk dönemi başlamış bir yönetmen portresi vardır artık karşımızda. Ustanın dönemsel anlamda ‘’arabesk filmlertarihi filmler-Kemal Sunal’lı filmler’’ olarak üç ana bölümde incelenebilecek olan yönetmenlik hayatı özellikle Kemal Sunal’lı filmler dönemiyle adeta zirve yapmıştır. (Robert Widmark, Tarık Akan ve Öztürk Serengil’in oynadığı ‘Babanın Evlatları’ ile Hala rüyalarımıza giren ‘Toprağın Teri’ filmlerini ayrıca Ermeni Sorunu hakkında söz söyleyen ‘Duvardaki Kan’ dizisini kategori dışından nadide parçalar olarak sayabiliriz.) Kemal Sunal’ın Natuk ustayla çalışmaya başlamadan önceki filmografisi yine -başrol üzerine kurulu- komedi-star sistemi üzerinden hareketle başarılı ve bol gişelidir. Zaten Kemal Sunal’ın 70’li yıllarından başından itibaren özellikle Arzu film bünyesinde çektiği onlarca filmle bir komedi efsanesi haline dönüşmüş olması Natuk Baytan için bulunmaz bir hazinedir. Tosun Paşa, Süt Kardeşler, Hababam Sınıfı gibi yapıtlarla Natuk Baytan’lı dönemi başlamadan önce de sıkı bir takipçi kitlesi oluşmuş ve sinema salonlarını dolup taşırmış star bir oyuncudur Kemal Sunal. 1976 yılında çekilen ‘Sahte Kabadayı’ filmiyle başlayıp 1986 yılında çekilen ‘Tarzan Rıfkı’ filmiyle sona eren 10 yıl-10 filmlik bu dönem; gerek Türk komedi tarihi açısından gerek de Kemal Sunal’ın kişisel oyunculuk macerası açısından büyük bir önem taşır. Kemal Sunal’ın başrolünde oynadığı bu 10 filmi şöyle bir hatırlayacak olursak; Sakar Şakir, Avanak Avni, Korkusuz Korkak, Gerzek Şaban, Üç Kağıtçı, Yedi Bela Hüsnü, Tokatçı ve Atla Gel Şaban filmleridir. Bu filmlerde ilk göze çarpan şey; bir önceki Arzu film döneminde birlikte fırtınalar estirdiği, yanına en çok yakışan rol arkadaşları sayılabilecek Şener Şen-Halit Akçatepe ikilisinin olmayışlarıdır. (Bu durumun Natuk Baytan’ın özel bir tercihi olupolmadığı tartışılır, ben özellikle -başka bir büyük oyuncu daha- istemediği kanısındayım) Kemal Sunal’ın bugün bir komedi oyuncusu olarak hatırlanmasındaki aslan payının daha ziyade bu dönemde oynadığı filmlerdeki başarısına ait olduğunu da söylemeliyiz. Natuk ustanın senaryolarına büyük katkıda bulunduğu (Tarzan Rıfkı, Sakar Şakir ve Üç Kağıtçı filmlerinin hem yönetmeni hem senaristidir) bu filmlerde Kemal Sunal başrol oyuncusu ve büyük star konumunda olsa da, arka plandaki yan rollerin dağılımı ve filme etkisi- yadsınamayacak bir seviyededir. Yan roller demişken; üretkenliğin ve mizahın dibine vurulduğu bu karakterler isimleriyle bile, çok başka bir yerde dururlar; İnfocu Necati, Duba Hüsnü, Sansar Selim, Gaddar Kerim, Gardırop Fuat, Karbonat Erol, Dikiştutmaz Sabri, Limoncu Şükrü, Susta Kazım, Bombacı Niyazi,

Karamürselli Deli Hamdi, Kız İsmet, Ayı Abbas, Amorti Kazım, Gerzek Hamdi, Tango Necla, Düzceli Arif, Sarı Recep, Urfalı Apti, Şişçi Çoşkun, Papağan Ziya, Ustura Kemal, Opel Necati, Marmara Kazım, Kara Erol, Manyak Rıfat, Kerpeten Hüsnü, Ahlaksız Avni, Pilavcı Cengiz, Komodin Bahattin, Vagon Necmi, Bombacı Mülayim, Barut Osman, Palamut Recep ve benim favorim olan Palabıyık Rocky. Şaryo ustası olan Natuk Baytan’ın daha önce tarihi filmler serisinde izlediğimiz ve Cüneyt Arkın’ın kaleden kaleye zıpladığı, iki atın arasında artistik figürler sergilediği hallerinden tanıdığımız hareketli kamera kullanımı özelliğini bahse konu seri komedi filmlerine de ustalıkla taşıdığını görüyoruz. Hiperaktif kamera anlayışı; yürüyen adamların belden yukarısını çekerek göstermesinde, yan karakterlerin şaşırma ya da bir olaya tepki verme hallerindeki abartalı jest-mimiklerini yakın planda ve tek tek vermesinde, bir an bile yerinde duramayan kameranın zumlanmasında ve çeşitli açılardan sürekli hareketli görüntü sağlamasında sık sık karşımıza çıkar. Uzakdoğu sinemasının önemli ismi John Woo bildiğiniz üzere filmlerinde imza olarak beyaz güvercinleri kullanır. Natuk Baytan’ın yönetmen olarak imzası da tartışmasız ‘şaryo’dur. Şaryolu imzayı görünce, ‘bu film klasik bir Natuk Baytan filmidir’ demek hiç zor olmayacaktır. Absürtlük üzerine kurgulanan komedi anlayışının senaryoların iç dinamiğini tetiklediğini ve filmlerin buna paralel olarak temel olay örgülerikurguları itibariyle birbirleriyle benzeştiğini söylemek gerekir. Örnek olarak; filmin ana karakterinin uğraştığı kötü adamların genelde bir zaafları olur, kahramanımız da bu zaaflardan bilerek ya da bilmeyerek istifade ederek zafere ulaşır. Ayı Abbas lakaplı mafya babasının limon görmeye dayanamaması gibi. Bunun dışında ‘’bombalı armut, şiki şiki baba kasedi, yazı-tura’da dik gelen para, geveze papağan ve armutla kadeh kaldırma gibi’’ absürt sahneleri Natuk Baytan filmlerini taşıyan kült mitler olarak değerlendirebiliriz. Küfür yerine orijinal argo kullanılır; -senin ananı laciverte boyarım- denir mesela. Pişmaniye satarken bir anda mafya babası olmanız her zaman ihtimal dahilindedir. Bu filmlerdeki kötü adamların daima madara olmalarını, hep yenilebilir olmalarını ve saf olsalar da kötünün karşısına konumlandırılan iyi karakterlerin mutlaka bir şekilde kazanabilmesini yönetmenin kafasındaki güçlü-kötü, zayıf-iyi eşleştirmesinin nihai bir sonucu olarak görebiliriz. Yeraltı dünyasının sert mizaçlı babalarının efsane olduğu dönemde filmlerinde mafya babalarını karikatürize etmesinin, onları donla koşturarak -dokunulabilir- bir algı oluşturmasının ve ‘kötü’nün daima ‘gülünç, zaafları olan, yenilebilir’ olarak resmedilmesindeki ısrarın, ustanın zihin dünyasında oldukça güçlü karşılığı vardı. Zıtlıklarla beslenen senaryonun, figür, nesne, obje ve absürt olaylarla ilerleyerek karakter parodisine ait betimlemelerle zenginleşmesi ve iyi adam yüceltmesi yapılmadan gösterilen kötü adam çaresizliği… Natuk Baytan, mantıksal olay örgüsünü tamamıyla elinin tersiyle itmeden inşa ettiği kendine özgü absürt mizah algısını incelikli bir çalışmayla kurgulamış sıra dışı bir yönetmedir. Özgün bir komedi anlayışına absürt mizahın çetrefilli yollarından ulaşmak isteyen bir yönetmenin kafasındaki şablonun komedi-star denilebilecek bir oyucunun üzerinde hiç sırıtmaması Natuk

[ 9 ]

Baytan’ın komedi işine neden Kemal Sunal’la birlikte girmek istediğinin de bir cevabı gibidir. Bununla beraber Şener Şen-Halit Akçatepe gibi yakın rol arkadaşlarının bu filmlerde olamayışlarının sebebi de daha net bir şekilde anlaşılıyor aslında. Natuk Baytan komedi-star bir oyuncuyla çalışıyor olmasının kolaycılığından hiç yararlanmamış bilakis tüm yükü onun üzerine bindirmekten ziyade yan karakterlere ağırlık vererek başrol merkezli komedi anlayışına alternatif sunmuştur. Karakter yaratmakta sağladığı üstün başarısının böyle bir ekolün oluşmasındaki en önemli etkenlerden birisi olduğu açıktır. Sinema eleştirmenleri tarafından ciddiye alınmayan, entelektüel kesimin burun kıvırdığı, ne olacak canım altı-üstü bir Kemal Sunal filmi değil mi(!) nidalarıyla es geçilen bu 10 filmlik seriyi, ayrıntıları, genel özellikleri, ilginçlikleri ve absürtlükleriyle değerlendirmek, ayrıca bir rejisörün zihninde parıldayan ışığı en doğru yerinden yakalamak hakkaniyete uygun olması açısından önemlidir. Kemal Sunal efsanesinin zirve yaptığını ve bir anlamda dönemin -komedi kalıplarını zorlayan- senaryoların yazıldığını da rahatlıkla söyleyebiliriz. Natuk Baytan ustayı ‘absürt mizahın babası’ olarak onore edeceksek; bu filmlere yazar olarak olağanüstü katkılar sunan mizah yazarı Suavi Süalp ustayı da anmadan geçmek olmaz. Natuk Baytan’la fırtına gibi estiği 10 yıldan sonra Kemal Sunal için de nispeten daha ciddi roller, daha ciddi yıllar başlamıştır. Kemal Sunal’ın, ustanın ölümünden oldukça etkilendiği söyleniyordu, zaten bu hali Baytan’ın ölümü sonrasında çizdiği oyunculuk rotasından da belliydi. Davacı, İnatçı, Varyemez, Düttürü Dünya ve Öğretmen gibi filmlerle nitelikli komedi-drama ile yoluna devam etmesi belki de bir zorunluluktu. Natuk Baytan’ı bir yönetmen olarak erken denilebilecek bir yaşta kaybettik. Natuk Baytan İmkanlar dahilinde çektiği önemli eserleriyle sinemanın aşk olduğu zamanlara adını altın harflerle yazdırmış berrak zihinli, artistik kadrajlı, ufuk açıcı ve fiyakalı bir adam olarak hatırlanacaktır. Natuk Baytan İstanbul Üniversitesi Arkeoloji Bölümünden mezun olmuştu, sinema adına derinlerde bir şeyler arıyordu. Son filmi ‘Tarzan Rıfkı’yı çekmişti. TRT için yönettiği ‘Duvardaki Kan’ dizisinin çekimleri ve gün geçtikçe ilerleyen kanser hastalığı onu oldukça yoruyordu. Bir aralık ayında, papyonlu yönetmen nam-ı diğer ‘Şaryo Natuk’ bir türlü çare bulunamayan hastalığına yenilerek -oldukça genç sayılabilecek bir yaştahayata gözlerini yumduğunda geride en üretken olabileceği yılların hayıflanmaları kalmıştı ve yüze yakın iyi film bir de. Öğrencilerinden yönetmen İsmail Güneş’in ilk filmini kendisine ithaf ettiğini ölmeden kısa bir süre önce öğrendiğinde çok sevinmiş ve bu vefa karşısında gözyaşlarına engel olamamıştı Usta. Natuk Baytan sinemayı çok başka bir yerinden yakalamış parlak ve ilginç bir zihindi. Özgün bir stile sahip olmak ve belli bir sinema dili yakalamak gibi kavramlar onun sinemasının kimliği sayılırdı. Bir selam göndermek isterseniz eğer; ‘Sakar Şakir’ filminde kahvede nargile içen adama dikkat edin, Usta orda size gülümsüyor olacak. ▪


B PLANI

SÖYLEŞİ: POETİK YÖNELİMLER

alptuğ topaktaş’la olanlar olmaya devam ederken konuştuk konuşturan: salim nacar

S

alim Nacar: William Faulkner bir söyleşisinde ‘iyi bir romancı ahlâk dışı biri olmalıdır.’ diyor. İslamcıların, müslümanların romanı olur mu olmaz mı tartışmalarına bakarak ele alındığında Faulkner’ın söylediği gayet anlaşılabilir ve neredeyse doğru bir şey. Bu meseleyi şiir ekseninde düşünürsek ben şairin tamamen ahlaklı biri olması gerektiğini düşünüyorum. Sonuç itibariyle şiir, kadim bir sanat, roman gibi değil. Bu durumda geleneksel olan herşey bizi bir anlamda ahlâklı olmaya itiyor ya da şöyle söyleyeyim ahlâkı bir mesele olarak öncelememiz gerektiğini bildiriyor bize. Dergi çıkarmadan önce bir arkadaşa ‘aslında bütün bu işler kızlar görsün diye yapılıyor’ demiştim. Bunu aslında göstermenin sorumluluğunu üzerimden atmak için söylemiştim. Çünkü yazı-şiir bir şekilde bizi bir ahlâk alanının içine çekiyordu ve ondan kurtulmamızın imkânı yoktu. Seninle bunları konuşalım ya da şu izlek kelimesinin serencamını. Sen dergilerde yazışiir yayımlayan ve poetik düşünmeye çalışan biri olarak dergilerdeki müfredatı, istidatı nereden ve nereye doğru görme eğilimindesin. Alptuğ Topaktaş: Sorudan önceki açıklamaların çoğuna katılmamakla birlikte şiir-şair-ahlâk üçgenini yazma ediminden bağımsız ve bir o kadar bu edimin içerisinde görme eğilimindeyim. Ahlâkın insan ve toplum üstündeki yaptırım gücü, şiiri önceleyen ya da sonralayan değil bütünüyle reddeden bir formasyona sahip. Bu yüzden esasen her türlü yazma edimi, bireyin ahlâk karşısında kendisinde ve yazdığında açtığı bir yaradır. Şair, bu yaranın bilincinde, devinmesine razı ve ahlâken ilerletici etkisine tabi bir birey olarak varlığını devam ettirmek durumundadır. Dolayısıyla sadece şiir özelinde değil bir im olarak yazının ne kadar bu sorgulamadan uzak gibi görünse de aslında bu soruların ve her türlü ahlâki sorgulama ve sorgulanmanın odağında olduğunu görüyorum. Belki de bir mahkeme zabtını şiirden ayıran da budur.

Fotoğraf: Murat Çelik - Adana / Şadırvan

“Benim meselem her yaptığı deneye müthiş bir değişim beklentisiyle başlayan, böyle bir değişimi göremediği halde bu deneyi yapmaktan vazgeçmeyen bir bilimadamının meselesinden daha farklı değil. Şiirin, kendisinin şiir dışındaki her şeyle bir deney olabileceğini de hesaba katarsak sürekli değişen ama gerçekte hiç değişmeyen bir şeyleri anlamaya çalışıyoruz şiir yazarak.”

[ 10 ]

Salim Nacar: Şiir bu ülkede gerçek anlamda modernleşebilen tek şey olduğu söyleniyor ve bir yanda da bu dünyaya çocuk getirmenin anlamsızlığı var. Yazdıklarımızın ilerlemeci bir zaman içinde okunabilir oluşu onun bir anlamda yarına kalmayacağı anlamına da geliyor. Aklımda şu var: Ursula K. Leguin’in Mülksüzler romanında Fizikçi Shevek, Ardışık Zaman Teorisini çürütecek bir Eşzamanlılık Teorisi üzerinde çalışmalar yapıyor. Bütün mesele zamanın aslında geçmediğini kanıtlamak. Yani zaman geçmiyor ama zamanın içinden geçenler bizleriz. Geçmeyen bir zamanda edebiyat neye karşılık gelebilir, tuğlanın yere düşmesinden değil havada aslılı kalmasından neşet eden şiirin bizi bulmasının anlamı nedir, ben bunu merak ediyorum. Gölgeleri İsraf Etmek adlı yazında, yasağı sınırı belirlemekten öte sınırladığı alanı cazip kılan ve kendini aşılmadıkça yaşatan bir olgu olarak tanımlıyor ve edebiyatı bu yasağın yasaklığına açılmış bir gedik olarak düşünüyorsun. Ben de şiire çok farklı ve belki de bugünkü şiirin kaldıramayacağı anlamlar yüklüyorum. Sence edebiyat bu yükü yüklenmekle mükellef midir? Şöyle sorayım; millet hayatının soyutlanmış hali olan edebiyatla senin sen olarak yapmaya yeltendiğin edebiyat arasında bir bağ kurulması taraftarı mısın ya da toplumcu musun bireyci misin ya da ben anlamam hocadan ben anlamam kocadan bu devir de şahsiyet sahibi olmak zor mu diyorsun? Alptuğ Topaktaş: Soruna karşılık gelen binlerce cevaptan birini seçip cevap olarak sunayım sevgili Salim. Zaman, paralellikler ya da dikeylikler gösterse de yadsınamayacak şey onun geçerliği ve aynı zamanda “şimdi”liğidir. Ben “önce” ya da “sonra” dediğimde bile bunu “şimdi”den söylüyor hatta ileri vardıracak olursak “şimdi”den düşünüyorum. Zaman-Eser arasındaki ilişkiye elbette hiçbir bileşen tek başına cevap olamaz. Dolayısıyla bir tasarım olarak ele alındığında Zaman, belirleme ve belirlenmeyi de beraberinde getiriyor. Bunun bireye yansıması da kabul noktasında ortaya çıkıyor. Ben bunu yukarıda modernleşme olarak ele aldığın şeyin kırılma noktası olarak bakıyor ve şiirin asla modernleşemeyeceğini düşünüyorum. Şiir, her şeyle ilintilenebilecek daimi sürekliliğe sahip bir deneydir ve sürekli deney halinde olan bir şey de modern kalamaz düşüncesindeyim. Şahsiyet konusunda ise sözü poetik duruşa bırakıyorum. Kişilik, yetenek, şiir bilgisi, edebi altyapı vb. bütün bileşenleri ihtiva olarak aldığım poetik duruş, sorduğumuz tüm sorulara cevap olacaktır. Salim Nacar: Sıralayayım diyeceklerimi. 1. Biz Alptuğ Topaktaş’ı niye bilelim. Kendinle başbaşa kaldığında aklında geçen şeyler seni gerçekten önemsememizi gerektiren şeyler mi? 2. Edip Cansever’İn ‘şiirin -eğer varsa- görevi, bir şeyi gündeme getirmekse aynı şeyi gündemden ayıklamaktır da’ lafzının üzerinde sıkça duruyorsun. Nedir bu gündem. Senin gündemin mi; halkın gündemi mi? 3. Halk kelimesine inanıyor musun? Toparlarsam. Bir roman bütünlüğünde kendini bize özetle desem tutuşur musun; yoksa bir an önce yazağın romana bir konu arayışına mı girersin, senin meselen nedir arkadaşım? Alptuğ Topaktaş: Soruya sondan başlayarak cevap vereyim. Benim meselem her yaptığı deneye müthiş bir değişim beklentisiyle başlayan, böyle bir değişimi göremediği halde bu deneyi yapmaktan vazgeçmeyen bir bilimadamının meselesinden daha farklı değil. Şiirin,


Alptuğ Topaktaş kimdir ve eseri nedir! 1987 yılında Kayseri’de doğdu. Erciyes Üniversitesi Türkçe Eğitimi Bölümünden mezun olduktan sonra 2009 yılında Nevşehir Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde Yüksek Lisans’a başladı. Tokat’ta öğretmenlik yapmaktadır. Şiirleri ve Şiir Üzerine yazıları Esrar, Ücra, Başkalarının Hayatı, Yeniyazı, Son İstasyon ve Habis dergilerinde yayımlandı. Halen, Esrar Dergisinin yayın kurulundadır. kendisinin şiir dışındaki her şeyle bir deney olabileceğini de hesaba katarsak sürekli değişen ama gerçekte hiç değişmeyen bir şeyleri anlamaya çalışıyoruz şiir yazarak. Bu noktada halkın belirlediği değil halkı belirleyen bir şiir anlayışını gündeme taşıdığımız da açıktır. Daha da ileri vardıracak olursak halk adına yazdığını söyleyen birçok kişinin klişeyi aşamadığını, ellerindeki argümanla gerçekliği yorumlayamadan “küfret-ulanlı konuş - artistlik yap” formülasyonunu şiir diye sunduklarını görüyoruz. Benim Edip Cansever’in sözünün üstünde bu kadar durmamın nedeni belki de burada yatıyor: Şiirin gündeme getirdiği bir gerçekliğin alelade bir gerçeklikten farklı olması durumuyla. Salim Nacar: “Tekinsiz Bahçeye Çöğdürmek” yazında tasvir ettiğin kendini gizlemeyen ve eser olarak şiiri reddedip kişi olarak şaire dönen şair zevatının sanatın gizleme işleviyle arasında yapay bir bağ kurma hevesinde olduğunu söylüyorsun. Bu yazı önemli bir yazı. Bir paragrafta bugünkü dergi ortamının bütün patalojisini ortaya sermiş görünüyorsun çünkü. Belki katılmayacaksın ama buradan ben senin büyük bir şiir ahlâkına sahip olduğunu çıkarıyorum. Bana böyle şeylerle gelme deme hakkın saklı kalmakla beraber ben de senin gibi artık yaşı 40’ı geçmiş

O

şarilerden bir şey çıkacağını düşünmüyorum. Gene de belirtelim de başımıza bir şey gelmesin: tabii bu durumun istisnaları var. Yani bir şair şiir mülkiyetini iyi şiirle değil de şiir ortamında geliştirdiği yakın ilişkilerle ve isminden kaynaklanan aurasıyla kazanıyorsa orada şiir değil şair zarar görmüştür. O yüzden ben bizim şiir adına çabamızı hepsinden üstün görüyor ve şiirin temellerine ve geleceğine dair görüşümüzle daha akl-ı selim insanlar olduğumuzu biliyorum. Yanılıyor muyum sence? Alptuğ Topaktaş: Söylediklerine katılmakla birlikte şiir üzerine duyduğum en güzel dersi paylaşmak istiyorum. Bir ağabeyimle ne zaman şiir ortamından bahsetsek bana söylediği tek bir cümle vardır: Sen şiirine bak. Başta klişe gibi duran bu söz, benim poetik anlayışım adına belirleyici bir yerdedir. Zira hiçbirimiz olmayabilirdik, bu durumda şiir ve edebiyat ortamı da olmayabilirdi. Ama şiir, hiç şiir yazılmamış olsa bile varlığını en azından hiçliğini devam ettirecekti. Şu halde bizim neslimizin artık edebiyat ortamındaki karizmaları yerine şiirlerini büyütmeleri ve bunun bedelini ödemeye hazır olmaları gerektiğini düşünüyorum. ~

TOPORTRE ümit erdem

1.( Eyvanın altı gir/iç çı/kıç kapalı mekanlara Toplumun en yabancı yanımızdan kestirildiği Dölek kapanır bu merasim öncelenir bir beni …diyesim… -Dilimin söylencesiyle varım o halde varım

Y

AHYA KEMAL ŞİİRİNDE NAZMİ CİHAN TESİRİ nazmi cihan beken

Soruların toplam kızlığı yeryüzüne çıktığımda da sıcak Kellikler ekte praglar saplı ve kulakçıklı Ruhu street fighter esasım o fillerce bir imardır Küçük bir halime küçük sanat sicili Aha doğusu bir gelişmeye deri Eh ya kümeler halinde bulun Deri bozukluklarına gömlek ceplerimse İhracat eti o gece dilime geldi Bir dünya derununda çocukluğumdan beri zencir bent Birtakım cihanlar farz ediniz Bir suretdeki bunlar birtakım revabiti maddiye ile Dünyanın nihayetini teşkil eden tividen başka Bir yeri görmeğe muvaffak olamasınlar Dünya ile cihan arasında tek ayrılık şeker tutacağımın hacmi Mars kendi gücüyle adana’ya gelemez dünyanın düşünebilmesi Genel ahlâka ve devlet bütünlüğüne aykırı arıların barınaklarında [ temel hakkın midesi 1 litre webcam al 0.35 litresini iç şişede 0.65 litre oturum açma isteği gönder kalsın Dünya ile cihan arasında dikkatsizce kullanıldığım zaman [ gün ışığından yararlanamam En önemli ayrılık bu görüntüler kaydedilmektedir ama tek ayrılık bu değil Sonu sıfırla biten sayıları kara parçalarıyla çeviremeyince ısının etkisiyle Yüksek çözünürlüklü biz içerken sen izlicen ha şakalarının en derinlerinde biriktin Ölümün haftalık çalışmasıyla çoraplarımın arası 38 metre Çeklerin kokusu ve güzelliği nedeniyle Kemiklere bağlı ot parçacıklarına karşı sms tarafından kültüre aldırılan müller Yok valla ya köpürür dik dik 128 remden dolayı marifetle Ağır tühis halk dilini yok edeceklermiş Ondalık sayıların çarpımında işlemeyen hukuk ayıracakmış iki bacağı Rönesansın yetiştirdiği gazoz mevzuatını Alt derideki ölü hücreleri istiyoruz Sabaha karşı doğuda ciglipaf şeklinde görülen cibinlik İleri berdan sokağının talaş böreğinde de türlü renkte Görünen ışıklardan kendini veya şahsi menfaatlerini esirgemiyor Bu fazlalık miktarına diye yürekler acısı bilgi Eşyadan birini şalgam yollarım kütüphaneye ince iplikten yapılmış Rahatsız uykularım vücudun bir tarafına habire vurulduktan sonra Denizin bilgisiz olana yakışacak surette kabarmasıyla Misallerin vakko mahiyetini izah farksızdır

-Nereli olduğuma hamasi bir cevaptır sesim Orijinalden marjinale ağzımın kaf/tan çıkması Söylemediklerimin dağı yüklenir yüksekle omuza Dilimin ötesine geçemem

Paranın barındığı ve ürediği durgun suları ve bataklıkları kurutup Şiir satırlarına bundan sonra cihan üniversitesi diyebilirsin Büyük kanamalarda başvurulan soğuk havayla vücuda girmemi önleyerek Yabancılarla ilişkileri azalt da saçların tertemiz olarak adlandırıl

2.( Başat al dirseğimi pazı kanatları alüminyum perdeden Genzimi dünyaya kadar açtım boğazımı gördüm Sesimde beni çeken mezara yattım kalktım kapı mezar Anladım ölüm okkasına göre gelir kelimenin

540 kuruş ödeyecek damarlar ve sinirler burada Şurada gözle görülmeyecek kadar küçük bir bitki basınç Senin başlıca geçim kaynağın bir bayağı kesir Toplam ağırlığımız insanlar arasında Büyük ölçüde kısıtlandı

3.( Ceketimi asılı bulurlar dağağacım katmer rengi İçime ses infilak kıvılcımı bulut çakması gibi Kirpiklerime macun müdavimi şekli basit Bildiğim tek akabe :Herkes diyaframınca çeker göğü

[ 11 ]


B PLANI

BERNADETTE BUCHER ÇEV: K. ÖZKAN DAĞ

ANTROPOLOJİ ÜZERİNE

claude lévi-strauss’la söyleşi

[Claude Levi-Strauss ve Dr. Bernadette Bucher arasındaki bu söyleşi, College de France'ın Sosyal Antropoloji Laboratuvarında yapılmıştır (30 Haziran 1982). Fordham Üniversitesi’nden Dr. Bucher, Levi-Strauss’u, Paris’teki lisans öğreniminden bu yana, söyleşinin yılı itibariyle 20 yıldır tanımaktadır. Levi-Strauss'un, bu tarihten sonra yazılmış birçok eseri olmasına karşın, belki en önemli sayılabilecek yapıtları, -kendisi her ne kadar ilk yapıtlarını ham? olarak nitelendirse de- yine bu tarihten önce yazdıklarıdır (Les Structures élémentaires de la parenté ; Race et histoire Tristes Tropiques ; Anthropologie structurale ; Le Totemisme aujourdhui ; La Pensée sauvage ...)]

B

ernadette Bucher: Niyetim, esasen, çalışmanız hakkında size sorular sormaktı; zira şu an, ondan biraz daha uzak olduğunuza göre, hem geriatrik olarak, hem de ondan umduğunuz beklentiler ve onun kalıtları üzerine, yargılayıcı bir üslupla konuşabilirsiniz. Ama biliyorum ki, bana, birkaç gün öncesinde, tekrar belirttiğiniz üzere- hâlihazırda yazmış olduklarınıza geri dönüşle ilgilenmiyorsunuz. Fakat yine de, tam da bu noktada, bir paradoks barındırıyorsunuz; burası, eğer siz de onaylarsanız, başlamak istediğim yer. Bir tarafta, daima ileriye gitme, katiyen geriye dönmeme arzusu; ama diğer taraftan da, her kitabınız, örneğin Yaban Düşünce (La Pensée sauvage ) ve Günümüzde Totemizm (Le Totemisme aujourdhui) veya Mythologiques'nin farklı sayıları arasında var olan öncelikleri süreklemeye çalışıyor; örneğin, kişi, ortadan kalkmayan, asla yitmeyen, sürek arz eden bir geçmişi; bir mimarın özenle her parçayı tek tek, farklı zaman dilimlerinde inşa ederek, tek bir kompleks yapı ortaya koyması gibi, bütünleşik bir eser inşa etme arzusunun derin ihtiyacını sezinliyor. Bu da, geçmişin daimi varlığını ve de şiddetli bir özeni gerektiriyor. Bu tamamen Proustvari bir manzara çiziyor. Claude Lévi-Strauss: Tam da söyleyeceğim şeydi bu. Bu Kayıp Zamanın İzinde yapılan bir yolculuk, çünkü zaman kaybolmuş. Yeri gelmişken, geçmişe geri dönüş, Çıplak Adam’da (L'Homme nu) daha bir barizdir. Bence, bir karakter özelliği mevcut burada, ve rasyonalizasyon çabası. Gerçek şu, yaptığım şey kendi geçmişimi silmek. Ailemdeki yaşlılar, çocukluğuma, ergenliğime dair hiçbir şey hatırlamayışıma hep şaşar. Aynı şekilde, öğrencilik yıllarımda, aktif olarak, o zamanlar SFIO olarak anılan sosyalist parti bünyesinde, "yapısalcı devrim" denen bir hareketin içinde bulunmuştum. Nasıl olduysa genç doktora adayları, tezleri için, [o zamanlar] olup bitenle ilgilenmeye başladır. Sonra beni görmeye geldiler, çünkü ben bu harekette bulunmuş ve hâlâ hayatta olan pek az kişiden biriydim. Sorularına cevap vermek için elimden gelenin en iyisini yaptım. Ama onlar bana durmadan, "Hayır, bu mümkün değil. Bu doğru değil. İşte bakın, tarihler burada ve her şey bu şekilde cereyan etti." diyordu. İşte öyle, azımsanamayacak kadar fazlaca unutkanlık... Üstelik, kitaplarımda da radikal söylemler vardır; verdiğim konferanslarda, olgular beni aşar, ve deyim yerimdeyse, benden uzaklaştıklarında, bir köşeye itilmiş halde koyuverirler beni. Ben sadece bir koridorum, içimde özenle işlenerek meydana geldiklerini itiraf edebileceğim, bir takım şeyler için geçidim; bir kez dışarı çıktılar mı, beni kof bırakırlar. BB: O halde, belki de içinizdeki, bilinciniz dışında var olan duyuşsal kısmın ve entelektüel kısmın arasındaki bir boşluğa dokunuyoruzdur; çünkü eserinizdeki can alıcı nokta, geçmişle olan bu bağınız. CLS: Buna sebep muhtemelen, geçmişin, bu takıntıya bir merhem bulmak üzere benden kaçmasıdır.

BB: Eserinizdeki bu unutuş, benliğin yitişi sorununa değinmişken, başka bir katmanda, epistemolojik açıdan bakarsak, çağrıştırdığınız effacement du suiet (çn. konunun yokedilişi), bir çeşit "öznellik yanılsamı"... CLS: Bu benim kendi kendimi tecrübe ediş şeklimdir. Kendi kimliğime dair kati surette bir tek hisse sahip değilim. BB: Gerçekten tuhaf. Bu, psikanaliz ile olan ilişkinizi açıklayabilir. Şimdi, fark edilebileceği -ya da edilemeyeceği- üzere, sizin, mitlerle açıkladığınız bilinçaltı ve bireysel olan Fruedyen bilinçaltı arasındaki ilişkiye yönelmekteyim. Bu sorunu birkaç sefer tartıştınız, biliyorum. Fakat hâlâ birçok noktada cevap alınabilmiş değil. Örneğin, Frued'a göre, bireysel bilinçaltını yöneten tamamen heterojen olan kurallar, sizin, belli halkların mitleri veya başka kültürel fenomenler üzerinden keşfettiklerinizle bağdaşmaz mı? Bu kesinlikle büyük bir problem. CLS:Pek tabii. Her şeyden önce, ben Freud'u bertaraf etmiyorum. Freud'un keşfi, erken gençlik yıllarımdan bu yana, benim için temel olmuştur. Okuldan bir arkadaşımın babası, bir psikiyatrdı ve Marie Bonaparte'la pek yakındı. Bu küçük grup beni, kendine özgü dolaylı yöntemleriyle, o zamanların çoğu kişisinden epey önce, Freud ile tanıştırdı. Freud, keşfettiği, tamamen rasyonel formlarla belirlenen mantıksız (irrational) ve anlaşılması mümkün olmayan gizle beliren (her daim yaşamayacak olsa bile, uzunca bir müddet geçerliliğini koruyacak olan) düşünsel işlenim evreleriyle benim için, daima bir temel olmuştur. Bu, beşerî bilimlerde esas kuraldır, düşünsel yöntemlerin bolluğuyla yüzleştiriliriz. Rolümüz, rasyonel davranarak, meselenin altında yatanı keşfetmektir. Bu bence tam bir hazine. Psikanaliz hakkındaki önkoşullarımsa iki katlı: Her şeyden evvel, Freud'un teorik sıralamına göre yapılan bu keşfin, herhangi bir uygulama pratiği sağlayabileceğine; başka bir deyişle, psikanalizin herhangi birine derman olabileceğine ikna olamıyorum. BB: Peki hiç, bu analizasyona tâbi olmayı denediniz mi? CLS:Hiç denemedim, denemedim ama içinde bulunduğumuz toplumda, etrafımız sürekli, analiz edilmiş, edilmekte olan kimselerle çevrilidir ve bu da bize bir gözlem sahası sunar. Bu ilk nokta. Elimde olsa, Freud’un çalışmasıyla, -yani ondan elimizde kalanlauygulamalarla, bu teorik yönü açık seçik ortaya koyabilirdim. Ama böyle bir mevzuun gerçekleşebileceğinden şüpheliyim. Diğer taraftan, metodolojik açıdan bakıldığında, mademki bir disiplin, bir problemle karşılaştığında tökezliyor, boşlukları doldurma uğraşına sığınıyor, ben de, şiddetle, beşerî bilimlerdeki yaygın eğilime karşı davranma ihtiyacını duyumsarım. Antropologlar bunu, psikanalize danıştıkları zamanlarda ve tam tersi durumlarda, sürekli olarak yaparlar. Ayrıca bu diğer disiplinler için de söz konusudur.

[ 12 ]


Söylediğinize karşılık, üçüncü bir yanıt vermek isterim. Psikanalistlerin ve antropologların sunduklarını, belli bir dereceye kadar, bütünleyici olarak, kabullenmeye hazırım; psikanalistler, bireysel psikoloji üzerinde, antropologlarsa ortak fenomenler üzerinde çalışır, belli alanlarda da ikisi birden paralel bir edayla; ama, her ikisi için de, birbirlerinden ödünç almak suretiyle boşlukları doldurmaları felâketvâri olurdu; birbirlerinden katiyen ayrımsandıklarında ise aralarındaki ilişkiden kazanç sağlanabilir. BB: Sorumda, hâlâ cevaplanmamış bir nokta mevcut; izin verirseniz... CLS: Elbette. BB: Örneğin, mitlerde ifade bulan düşünce biçimlerini ele alalım. Mitler de pek tabii müşterektirler. Özgün kültürel gruplara, toplumlara aittirler, ama bu gruplar ya da toplumlar, bireylerden meydana gelmiştir. Sizin fikrinize göre, mekanizma; örneğin, bu mitlerin anlamlı olduğu bireyler arasında, sizin mitlere özgü yasalarını tanımladığınız dönüşümler sistemi, aksi yönde işleyenlerden tamamen farklı olabilir mi? CLS: Örneğin, rüyaları ele alalım. Düşlerin Yorumu’nu ilk defa okuduğumda, daha önce belirttiğim sebeplerden, benim için bir ilham kaynağı olmuştu. Şimdi gözüme ilişense, Freud’un, genel bir vaka değil de, özel bir vaka üzerinde incelemelerde bulunduğu. Rüyalarda genel olan şey, zihnin, uyku esnasında bilinçaltını ele geçiren uyarımlar yığınını öyle ya da böyle düzene sokma uğraşı ve bunu belli bir ölçüde gerçekleştirmesi. Bu uyarımlar, sırf Freud’un farkına vardığı türden, bilinçaltı arzularından kaynaklanıyor olabilir. Ama ben sanıyorum ki, bunlar aynı zamanda tamamen farklı türden de olabilirler. Psikolojik düzensizliklerden doğan müphem algılardan yahut daha basit şekilde, dış dünyadan kaynaklanıyor olabilirler. Daha başka birçok kaynak da olabilir. Ne olursa olsun, zihnin problemi, tüm bunları tutarlı kılmak. Ve tekrar sorunuza dönecek olursak, sanırım zihnin, böylesi bir durumda, bu tabiri pek sevmesem de, "kolektif düşünce" biçiminde işlediğini kabul ederdim; nedenini size az sonra belirteceğim; uyarımlar yığını mevzuunda, onların dışarıdan, yani toplumdan kaynaklı olduklarını söyleyelim: tüm sorunlar evrenden, kozmolojiden, ekonomiden, toplum kurallarından ve benzerlerinden doğar. "Kolektif düşünce" terimini sevmiyorum; çünkü, mitlerin esasen bireyler tarafından yaratıldığına dair hiç kuşku yoktur. Gidebildiğimiz kadar geriye gidersek, şunu umarız ki, hikâyeyi ilk kez anlatan bir bireyin varlığı elzemdir. Ama bu hikâye henüz bir mit değildir; ancak, belli bir kolektif grup tarafından kabul edildiğinde, tabii ki bireylerin zihinlerinde üretilmiş olmak kaydıyla, bir mit olur; ve hikâyenin, belli kısımlarını eleyip, belli kısımlarını tekrar etmek ve yalnızca, aynı sınırlar çerçevesinde kalmak suretiyle bunu gerçekleştirirler. Bu sınırlardan biri, beynin yapısının ve işlevinin, temel olarak tüm insanlarda aynı olduğu gerçeğidir. İşte böylece mezhepçilik doğar. Diğer taraftan, insanlar, özelleşmiş bir toplum içinde yaşar, doğal dünya ile aralarında belli ilişkiler vardır; tüm bu sınırlamalar, aslen bir düşten ya da düşe yakın bir şeyden ibaret olan bir miti, toplum hayatında fayda sağlayan bir araca dönüştürür. BB: Bu nokta, antropolojinin biyolojiyle ilişkilendiği yer değil midir? Bazı

noktalarda antropologlar biyologlara yol vermek zorunda kalmazlar mı? CLS: Bunun, istek barındıran bir düşünce olduğunu söyleyebilirim. Şu anda böyle bir şeyin olması mümkün değildir. Bu iki alan arasında bir uçurum mevcuttur. Böylesi bir belirtiden de çok çok uzaktayız; biyologlar ve nörofizyologlarsa size, entelektüel faaliyete dair, ortaya bir teori atabilecek kadar ilerilere gitmediklerini söyleyeceklerdir. Diyebileceklerimizin hemen hepsi, beyin nörofizyolojisinde gerçekleştirdiğimiz büyük gelişmelerin, uzun vadede, yani onyıllar yahut yüzyıllar içinde, bize, [alanlar arasında] bir yakınlaşma olacağının umudunu verdiğidir. BB: Biyolojiyi ve psikanalizi bir kenara bırakıp, tarihi ele alalım. Biliyorum ki, antropoloji -özellikle de yapısalcı antropoloji- ve tarih arasındaki ilişki üzerine birçok yazınız var. Bunların hepsi, belli başlı boşlukları doldurmaya çalışıyor. CLS: Evet. BB: Görüyoruz ki, antropolojik araştırmalar, şimdilerde, geçmişte sosyologların sahasında olan alanlardan tomurcuklanıyor: önemli tarihî arşivlere sahip kırsal ve kentsel Avrupa toplumları antropolojisinde, zamanda oldukça geriye gidiliyor. Peki bu istisnai durumda, saha çalışmasıyla tarihî bilgi arasındaki ilişkiyi nasıl tasarlıyorsunuz? Başka bir deyişle, sizin bakış açınızla, yapısalcı antropolojinin bir türünü, elde önemli tarihî belgelerin var olduğu durumlarda, saha çalışmalarına uygulamak mümkün müdür? CLS: Bana öyle geliyor ki, son birkaç yılda gerçekleşen önemli gelişmelerden birisi antropologlar ve tarihçiler arasındaki yakınlaşmadır. Uzun zamandır tarihçilerin önemli şeylerle ve antropologların da, tarihçiler için pek önem arz etmeyen ıvır zıvırla uğraştıkları bir hal içerisindeydik. 1952'de New York'taki büyük, "Antropolojinin Bugünü" (Anthropology Today) konferansında tartışma esnasında, antropologların "tarih paçavracıları" gibi olduklarını ve tarihçilerin çöplerini topladıklarını söyleyişimi hep hatırlarım. Bu söylem tartışmayı zehir zembereğe çevirmişti. Sonrasında Margaret Mead bana, "Bazı kelimeler vardır ya hani, telaffuz edilemeyecek kadar duygu yüklüdürler; 'çöp' de bunlardan biridir." demişti. Fena halde haklıydı da. Ama bence, fikrim doğruydu. Son 20-30 yılda tarihçiler, göz ardı ettikleri, hor gördükleri, aldırmadıkları bu ufak detayların, çok önemli olduğunu anladılar ve şimdi bunları araştırmalarına dâhil ediyorlar. Bu önemli bir adım. Diğer açıdan, simetrik olarak bunun tam karşıtı olarak alabileceğimiz şey, eğer tarihçiler sözümona geçmiş toplumların etnografları olmaya can atarsa, bizzat antropologlar olur bu durumdan kâr elde edenler. Önceleri, araştırmaları, derledikleri bilgiler, boşlukta bir arada var olan toplumlara değinirdi. Şimdiyse, şükür ki tarihçiler yeni perspektiflere sahip de, çalışmalarına başka boyutlar, yani toplumların ardışık gelen farklı zamansal dilimlerini katabiliyorlar. Böylece araştırma imkânlarımız, neredeyse geometrik bir oranla artıyor. Sonuç olarak, aralarında birden fazla benzerlik olduğu sanılan, "ilkel toplumlar" olarak adlandırılanla, geniş ölçekli toplumların eski zamanlarının ayrımına varabiliyoruz; ve bu sebeple de her çalışma sahası bir başkasını doğurabiliyor. Örneğin, geçen birkaç yıl boyunca, kökteş toplumlar (cognatic societies) üzerindeki çalışmam esnasında etnografik belgelerde var olan birçok boşluğun ve karmaşıklığın giderilebilir ve açıklığa kavuşturulabilir olduğunun, ve bunun da, kolay olmamakla birlikte, Orta Çağ'ın, Avrupa, Doğu veya Uzak Doğu toplumları incelenerek, belli bir noktaya kadar gerçekleşebileceğinin her daim farkındaydım. Bu sizin esas sorunuza, büyük bir yakınlaşma ve önsöz niteliğinde oldu: Antropologlar, özellikle yapısalcı antropologlar, çağdaş toplumlara nasıl yaklaşır? Hepsinden önce, tarihi parantez [ 13 ]

içinde bırakmaya fırsatları olmaz onların. Unutmamalıyız ki, bugün, ilkel toplumlar denen olgu üzerinde çalışıyorsak, bunun sebebi, eşzamanlanan, doğuştan gelen bir erdemin bulunması değildir; artzamanlı boyutun, yitiyor oluşudur, ya da en azından onun büyük bir bölümünün. Bu artzamanlı boyuttan her daim faydalanabiliriz, tarihi kullanma şansını yakalayabiliriz; her şeyden önce onu incelememiz elzemdir. Benim fikrime göre, AngloSakson işlevciliğiyle ortaya çıkan, kişilerin, araştırmalarında, bir topluluğu, bir köyü, veya entelektüel bekaretini yitirmemiş bir devleti ele almalarının zorunluluğu fikrinden daha tehlikeli bir şey yoktur (ki artık durum böyle değildir); ayrıca bu uğraşın, gözlemcinin tarafsızlığında ve içtenliğinde değişikliğe yol açacak bir bilgi sunması da gerekmez. Tarih ile başla, ilk kural bu. İkinciyse, bir toplulukta, tek bir temel yapı bulunmayacağının ve onun kapsadığı her şeyin yapısal olmayacağının akıldan çıkarılmamasıdır. Yapısal ve yapılandırılabilir adalar veya adacıklar vardır; ve bunlar, yapısal analize yatkın olmayan rastlantısal fenomenler okyanusunda yüzer. Onlar, tarihçilerin sahasına girer, çünkü tarihçinin görevi, bize, olayların nasıl meydana geldiğini anlatmaktır. Yine de, benim bakış açımda, bunu söylememe yer yok, çünkü olaylar belli bir biçimde meydana gelir; içsel, gizli bir sebepten ötürü, o şekilde meydana gelmek zorundadırlar. Tarihçinin sahası, aslen ihtimallerdir. Fakat, bu ihtimaller, dağınık yapılar okyanusunda, Prigogine'in dediği gibi, "adalar vardır kendi kendilerini yapılandırırlar kendiliğinden," yapısalcı antropologun rolü, onları tespit etmek, üzerlerinde çalışmaktır; ama hiçbir şekilde, tarihçilerin kendilerine özgü rolünü de göz ardı edemezler. Aksine, belirsizlik okyanusu ile irtibatında izlediği prosedürün, yalnızca tarihsel metottan yararlanılabildiği durumlarda, gereken tevazuu göstermekten ve imkân sınırlarından haberdar olmalıdır. BB: Söylediklerinizden görülüyor ki, üstü kapalı halde insanın özgürlüğü fikrini onaylıyorsunuz. İçsel bir gereklilik olmaksızın, olaylar meydana gelmişse, deterministik olarak bakılınca, bu bazı alanların olduğuna işaret... CLS: Bakın, öngörülemezlik veya belirsizlik üzerine konuşmak özgürlük demek değildir. "Tarihi gelişmelere göre, ne gibi olaylar meydana geleceğini öngöremiyoruz," dediğimde, bu demek değildir ki her şey, insanın bilinçli kararları sonucu böyle olup bitmiştir. Yeni Dünya'daki, ziraatın kökeni hakkında sıklıkla verdiğim örneği alalım. Biliyoruz ki, tespit edilen en eski, kültürlenmiş bitkilerden birisi, Lagenaria isimli bir kabak türüdür. Amerikan değil, Afrika kökenlidir. Demek oluyor ki ziraatın başlangıcı, başlangıç olmasa bile (ben olayı biraz basitleştirdim) en azından Yeni Dünya'da ziraatın ilk biçimleri- belli türden bitkilerin Afrika'dan Amerika'ya gittiği gerçeğine dayanıyor. Peki oradan oraya nasıl gittiler? Herhangi bir fikrimiz yok. Afrika'dan tedarik taşıyan ağaç kütüğünden kayıklar, Amerikan kıyılarında kayboldu; belki de çok daha basit bir şekilde, kabak Atlantik boyunca yüzdü, akıntılarla sürüklendi. Bilmiyoruz. Her şekilde, bu tesadüfi bir fenomen. Gerçekleşti, ama gerçekleşmeyebilirdi de. İnsanlar bu bitkileri tespit edip kültürledi, ama görmezden de gelebilirlerdi. ~ birinci bölümün sonu ~


B PLANI

GELENEĞİN DİRENİŞİ

avrupanın islamiyet ve türklük hakkındaki nazarı

ve ona mukabil bizim hareketimiz*

sibiryalı şir idrisi

okuyan: mustafa uğurlar

“Bizim için Avrupa’dan alınacak yalnız maarif ve sanayi var. Vakıa bu iki cihetten biz Avrupa’dan çok gerideyiz hatta mukayese olunacak yüzümüz yok. Fakat ahlak cihetine gelince iş büsbütün aksine dönüyor. Bu cihetten onların bize bakacak yüzleri yok. Bizim için yegane çare-i halas Avrupa’dan başka hiçbir şeye do[ku]nmayarak yalnız maarif ve sanayini almak ahlakımızı da tasfiye fakat avrupa ahlakı ile değil ahlak-ı İslamiye ve Kuraniye ile.”

* Yayımlandığı Dergi: İSLAM MECMUASI, Müdürü: Halim Sabit, Yıl: 1 Sayı: 7, 11 Cemaziyelahire 1332 / 24 Nisan 1330 *Kaynak http://ktp.isam.org.tr/? url=makaleosm/findrecords.php

İ

slamiyet ile Türklük Avrupa’da o kadar hata telakki olunmuş o kadar yanlış anlaşılmış ki burada insan dinlerin en sonu ve binaenaleyh en mükemmeli demek olan İslamiyet hakkında söylenen türrehatı işitirken kendisini naçar hurafatı israiliyye yahut nasraniyeden birer şey naklu hikayet eden birinin karşısında zannediyor. Hakeza fezail-i ahlakiyece kürre -i arz üzerinde bir eşi daha bulunmayan Türk kavm-i necibinin ahlak u tabiatları hususunda söylenen saçmaları dinlerken dört yüz bin masumu bi’la-hesap ve la-muhakeme cayır cayır yakan eski İspanyolların, meşru ve gayrımeşru hiçbir sebepsiz Trablusgarp’a akın edip kendi halleriyle meşgul olan yüz binlerce masum Arapları katliam eden İtalyanların, ehl-i salip ordusu teşkil edip Türkiye’ye hücum ile binlerce hanümanı mahv ve yüz binlerce masumların kanlarını heder eden Balkan akvam-ı vahşiyesinin ahlak u etvarından bahsolunduğunu işitiyor gibi oluyor. Bir Avrupalı nazarında Müslüman demek pis ve çirkin derviş kıyafetli tenbel her halde dört kadınlı, şehvet-perest, kadınlara ancak teskin-i şehvet için halk olunmuş bir hayvan nazarıyla bakan her türlü edep ve terbiyeden uzak cahil ve mutaassıp bir mahluk, İslamiyet de bir Müslüman’ın o evsaf-ı mezkure ile muttasıf olmasını emreden bir din, Muhammed (a.s) tarafından tertip olunmuş öte beri kavanin mecmuası demektir. Türk demek de barbar vahşi her nerde her nasıl bir Hıristiyan bulursa onu öldürmekle mükellef terakki ve temeddünü gayrı kabil karnını daima çapulculukla doyurmaya mahkum her türlü kabiliyetden bîbehre bir insan sürüsü demektir. Yukarıdaki evsafın pek çoğu hele pislik şehvet-pereslik yalnız dört değil 14 kadınlılık kadınlara teskin-i şehvet için halk olunmuş bir mahluk nazarıyla bakmak taassub u vahşet avrupalıların hassaları ve yegane sıfat-ı mümeyyizeleri olduğu halde onları müslüman ve türklere nispet vermeleri ne kadar garip ve gülünç ise asıl bizim kendimize bu isnad ve iftiralardan tasfiyeye muktedir olmamaklığımız da ağlanacak bir hal! Evet Avrupalılar pistirler. Hem de kelimenin tam manasıyla pis. Onlarda görülen nezafet ve temizlik hep zahiri, aldatıcı ve göz kamaştırıcı şeylerden ibarettir. Hakiki nezafet ve taharet onlarda yoktur. Mesela onlar yemek yerken çatal ve kaşığın temiz ve parlak olmasına dikkat ve itina ettikleri halde asıl yedikleri yemek nefezatini düşünmezler. Onlar sokaklarını ve duvarlarını yıkadıkları halde kendi uzuvlarının yıkanması ehemm ve elzem olanlarını ihmal ettiklerinden daima pis, sun’i koku isti’mal etmedikleri zamanlar da daima müteaffindirler. Şehvetpereslik ve kadın meselesine gelince bugün her ne kadar zahiri bakışta Avrupa’da kadınlar erkekler ile müsavi ve her erkek resmen bir kadın ile müktefi görünüyor ise de hakikat-i halde iş tamamıyle bunun aksinedir. Avrupa’da erkeklerle kadınlar arasında ne de müsavat var ne de bir erkeğin bir kadınla iktifa etmesi, her iki asıl ve esastan a’ri laf-ı güzaf makulesinden şeyler. Artık bugün herhangi bir Avrupalı erkeğin en az üç beş dane karısı ve her Avrupalı kadının kocası olduğu hiç de inkarı mümkün olmayan hakikatler cümlesindendir. Amma ikinci karısının ismi zevce değil de ‘metres‘ üçüncü kocasının adı zevc değil de ‘amant’ imiş. Bence bunun

[ 14 ]

zerre kadar ehemmiyeti yok ( ‫[ ) العبرة للمقاصد والمعانی ال لاللفاظ والمبانی‬1] teyit için binlerce fiili misaller de irae etmek mümkün ise de adab-ı tahririn gayesinden büsbütün çıkmamak için kavli bir misal iradıyla iktifa edeceğim: Geçen kış Orenburg’da Medrese-i Hüseyniye’de ulum-u diniye muallimliği vazifesini ifa ettiğim sırada bir Rus ailesi nezdinde ikamet ediyordum. Burada benden maada bir muallim ile bir banka memuru da vardı. Muallim riyaziyat hocası olduğu halde son derece mutaasıp bir hiristiyan olduğun o esnada Türkiye ve Balkan muharebesi kemal-i dehşetle aleyhimize hükümran olduğundan biz mezkur muallimle hergün denilecek derecede muharebe hakkında konuşuyor ve muallim Türklük ve İslamiyet aleyhinde bir takım esassız isnadatda bulunmak istediğinden ekseriyetle kavga ediyorduk. Muallim ne derece kavi hristiyan ise öteki banka memuru onun tamamiyle aksine hür ve serbest fikirli açık ve güler yüzlü müessir ve tatlı sözlü idi. Ekseriyetle tatsızlığa müncer olan bizim müsahabemizi tab’an hezl-gu olan bu memur bir takım tuhaf vakalar naklederek güldürür işi tatlılığa bağlar ve şu suretle bizi yaka yakaya kavga etmekten kurtarıyordu. Sene nihayetlerine doğru (galiba nisan ayında idi) Orenburg’da kuşlar sergisi açıldı. Bizim pansiyon sahibesi de tavuk ve horoz meraklısı olduğundan sergiye iştirak edecek tavuk ve horoz götürecek oldu. Bir gün hepimiz toplanıp çay içerken sergiye iştirak etmek istiyorum, iyi tavuk ve horoslarım çok ne yapayım? İki tavuk bir horoz mu yoksa iki horos bir tavuk mu götüreyim diye bize iştişare etti. İşte o zaman öteki banka memuru eğer müslüman usulünü takip etmek istersen bir horos iki tavuk yok kendi usulümüzü yani Hıristiyan usulünü takip etmek istersen bir tavuk iki horos götürürsün diye cevap vermiş ve hepimizi de dakikalarca güldürmüş idi. İşte Avrupalı kadınların ahvalinden bir kısmını gösterecek en kısa ve en doğru bir söz. Hakikat Avrupa kadınlarının ahvali ekseriyet itibariyle acınacak derecededir. Pek az bir ekalliyet müstesna olduğu halde kısm-ı azamında iffet ve namus namına hiçbir şey kalmamıştır. Sokakta ve evlerde tesadüf ettiğimiz herhangi bir kadınla münasebette bulunmaktan sizi men edecek aklınız vicdanınız varsa dininizden başka hiçbir kuvvet ve ma’ni yoktur. En kısa ve doğru bir tabir ile ben bunlara dişi köpek diyeceğim gelir. Hal böyleyken bizim en iyilerimiz hala ale’l-ımıya Avrupa’ya meddahlık etmek ve Avrupa’yı kendimizi her cihetten model ittihaz etmek hastalığından kurtulamıyorlar. Ez cümle meşahir-i nisvanımızdan biri geçenlerde Amerikalardan bir kadının şerefine verilen ziyafette irad buyurdukları nutk-ı vedaide kadınlarımızın her cihetten hatta ahlak cihetinden de Avrupa kadınlarını model ittihaz ederek onlar gibi olmaya çalışmalarını temenni ediyorlardı. Ben buna biraz hayret ettim nutkun ancak Türkçesini okuduğumdan dolayı tercümedeki yanlışlığa haml eyledim zira bu muhterem simayı gıyaben olsa da iyi tanıdığımdan buradaki revişte temenniyatta bulunduğuna inanamadım. Bizim için Avrupa’dan alınacak yalnız maarif ve sanayi var. Vakıa bu iki cihetten biz Avrupa’dan çok gerideyiz hatta mukayese olunacak yüzümüz yok. Fakat ahlak cihetine gelince iş büsbütün aksine dönüyor. Bu cihetten onların bize bakacak yüzleri yok. Bizim için yegane çare-i halas Avrupa’dan başka hiçbir şeye do[ku]nmayarak yalnız maarif ve sanayini almak ahlakımızı da tasfiye fakat avrupa ahlakı ile değil ahlak-ı İslamiye ve Kuraniye ile. Taassup ile vahşete gelince küremiz üzerinde geçmekte olan vakai-i ruz-merre kısmı azamı bu iki hasletin avrupa evsaf-ı mümtazesinden


olduğunun en kuvvetli delilidir. Bu iki vasfın birincisi ki taassuptur. İster milli ve hüsn-ü istimal şartıyla ister dini olsun asrımızda idame-i hayatın şerait-i esasiyesinden olduğu halde mea’l-teessüf bizim Müslümanlar’da yoktur. Avrupalıların dediği gibi eğer bizde taassup fakat lüzumlusu yani kendi dinine tabii olmayanları insandan saymamak olsa idi biz bununla iftihar ederdik. Fakat mea’l -teessüf yok. Bu vasfı Avrupalılar o kadar çok almışlar ki bize hisse kalmamış. Avrupa ve Hıristiyanlığın taassup ve vahşetine her sene hiçbir sebepsiz kurban olan Müslümanların adeti binlere, bazı seneler ise yüzbinlere baliğ olur. Bunların hepsi sırf Hıristiyanlık taassubu vahşeti ile yapıldığı halde güzel ve fakat yalan bir perde “vahşileri medenileştirmek” altında gizletmek isteniliyor güya vahşileri medenileştireceklermiş. Avrupa muharrirlerinin bazıları kendileri de bu hakikati itiraf ediyorlar. Ez-cümle Fransızların meşhur muharrirlerinden Alphonse Daudet kendisinin “Tartarin ve Tarisko” isimli eserinde Fransanın Cezayir ve Tunus’ta medeniyet namına irtikap ettiği zulm u şenaatleri pek beliğ bir surette ispat ediyor. Öyle uzağa gitmeğe ne hacet. Daha dünki müthiş vakalar gözümüzün önünde. Dün olduğu gibi sırf İslam ve Türk olduğumuzdan dolayı Avrupa efkar-ı umumiyesi aleyhimizde. Sırf islam ve türk olduğumuz için üzerimizde bin türlü haksız tazyikler icra olunuyor. Sır ve islam ve türk olduğumuz için aleyhimizde ve ehli salip orduları teşkil olunuyor. Sırf ve islam ve türk olduğumuz için hakk - ı sarihimiz olan atalarımızdan cebren alınıp başkalarına teslim olunuyor. Sırf islam ve türk olduğumuz için memlektimiz dahilinde para kuvveti ile bazen arapları bazen ermenilei bazen kürtleri aleyhimizde kıyam ettirerek kat-ı uzuv ameliyatına hala devam etmek isteniyor. Daha neler, burada saymakla tükenmeyecek derecede çok ve mütenevvi zulm ü i’tisaf bunlar taassub ve vahşet eseri değil de nedir. Romanya kıralı birinci Şarl daha dün “Matin muhbiri” Mösyö İstefan Lozan’a, Arnavutluk’ta kiliseler tesis ve Hıristiyanlığı neşr için pek çok içtihatlar sarf ettiğini kemal -i iftihar ile söylüyor bundan ben “şu suretle Arnavutları Hükümet-i Osmaniye aleyhine tahrik u teşvik ettim” mazmununu iktiza tarikiyle bundan sonrada “vesait-i mümkine”nin kaffesine teşebbüs edip İslamiyet ve Türklük aleyhine çalışmakta devam edeceğim” manasını istishab yoluyla anlıyoruz. Filhakika Kral Hazretleri’nin maksudu da şunu anlatmaktan başka bir şey değil. Mecaz hakikatten daha beliğ olduğundan Kral Hazretleri ifade için bu yolu ihtiyar etmiş olacaklar. Fransa Encümen-i Daniş azasından Ernest Lavissa cenabları da daha bugün “Matin” gazetesine uzun bir başmakale yazıp itilaf-ı müselles azalarını aralarındaki ülfeti takviyeye teşvik ettikten sonra makalenin ahirinde tekmil düvel-i muazzamaya ve Hıristiyanlık’a hitap edip sulh-ı umumiyi muhafazaya yani Hıristiyan devletleri arasında muharebenin vukuunu men’ ve hiç olmazsa tehir etmeye hıristiyanlık namına tavsiye ediyor. Bu zat güya “biz hıristiyanlar birbirimizi yemeyelim daha bizim için yetecek zahire Müslümanlar’da vardır” demek istiyor. Velihaza, temenniyatını insaniyet ile değil de Hıristiyanlık ile terfik ediyor. İşte bunlar ve emsali taassub eseri değil de ne? Bir tarafta Avrupa’nın İslamiyet ve Türklük hakkındaki nazarı bu. Bi-la-istisna kaffesi denilecek derecede aleyhimizde, ama nasıl? Yalnız fikren ve kavlen değil de fi’len aleyhimizde oldukları hiçbir müslüman hakkında hayır-hahlık eseri göstermeleri mümkün

olmadığı halde diğer tarafta bizim içimizden bi-gayr-i istihkak İslam ism-i mukaddesini taşıyanlarımızın mafevka adem-i itaatten ma’da dahi birçok cihetten maznun ve kendi tebası olan bir zabit Hükümet-i Osmaniye tarafından isticvab-u muhakeme olurken Avrupa efkar-ı umumiyesine müracaat edip mezkur zabit lehine onlardan istimdat etmelerine ne demeli? Bu hal şeytandan iman dilenmekten başka neye benzer? Bu hale gülmeli mi ağlamalı mı? Gülünecek hal değil ağlanacak hem de kan ağlanacak bir hal. Bir taraftan aleyhimizde ve zaten müttefik olan tekmil avrupayı tekrar ittifaka ve o ittifakı teyide davet eden baş makaleyi diğer taraftan aynı “Matin”in aynı numarasında bazı Mısırlıların ordu-yu Osmaniye mensup kusurlu bir zabitin taht-ı muhakemeye alınması münasebetiyle Hükümet-i Osmaniye aleyhine ve zabit lehine tekmil avrupadan istimdat güya hak taraftarı olan avrupa efkar-ı umumiyesine müracaatlarını okurken o derece galeyena geldim ki: eğer bu gürültülerin, imanı nakıs olup Hükümet-i Osmaniye ile Mısırlıların arasındaki samimi münasebeti çok görenlerin iğvatına kapılan üç beş namerdin kopardıkları yaygaradan başka bir şey olmadığına inanmamış olsaydım çıldırmak işten değildi. Birçok esbapla beraber ma-fevka adem-i itaatten dolayı taht-ı muhakemeye alınan bir zabitin muhakemesi aleyhine yaygara koparmak hiç görülmüş ve işitilmiş bir cinnet mi? Bu yaygaracı herifler meşhur İngiliz amiralinin ma-fevkinin emrine muhalif hareketi İngiltere’ye koca bir muharebe-i bahriye kazandırdığı ve şanlı bir galabeye sebep olduğu halde mezkur amiralin ba’de’l-muharebe muhakeme olunarak velev galebeye sebep olmuş olsun ma-fevkine muhalefeti için idam olunduğunu ve bu vakanın itaat-ı askeriye nokta-i nazarından bi’l-cümle milel u akvam nezdinde darb-ı mesel olarak tahsinlerle ilâyevminâ heza yad olunduğunu da bilmiyorlar mı? Yarabbim nedir bu bizim alem-i İslam’daki haller? Sırf kendilerine fikren muhalif olan bir fırkayı ahalinin nazarından itibarden iskat için yüzbinlerce evlad-ı vatanı koca Rumeli’yle beraber kasden düşman çizmeleri altına terk ederek güya o fırkanın tazyikinden kurtulmak için Rusya çarına müracaat ve andan istimdad olunuyor. Yine sırf o fırkadan intikam almak ve onu mevki-i iktidardan indirmek maksadıyla Hükümet-i Osmaniye sırf kendisinin emrine itaat etmeyen zabitlerinden birinin muhakemesi ile iştigal ederken böyle, müslümanların arasında nefret ve adavet ilkasından başka hiçbir işe yaramayan saçmalar için her daim açık olan Avrupa matbuat sahifelerinde güya hıfz-ı adalet (!) için kıyametler koparılıyor. Daha neler? İşte bu halleri görürken insan maazallah İslam’ın istikbalinden meyus olacak bir dereceye geliyor ve biz yek-diğerimizin aleyhinde netice-i itibar ile hepimizin mahv u izmihlalimiz için bu kadar hainane bir surette uğraştıktan sonra Avrupalılara hak vermekten başka ne çare. ( ‫اناهلل ال یغیر ما بقوم حتی یغیروا ما‬ ‫[ ) بانفسهم‬2] hayat ondan bıkanlar için değil de onu isteyenler ve sevenler için. İstemeyenler için intihar yahut katl. İntiharın şahsisi olduğu gibi millisi de vardır. Avrupa birincisine biz isek daha müthiş olan ikincisine müptelayız. Cenab-ı Mevla bize azıcık insaf verip basiretlerimizi açsın.▪ [1] Maksat ve manalara itibar edilir, lafız ve kalıplara değil. [2] Bir kavim nefislerinde olanı değiştirmedikçe Allah da onlarda bulunanı değiştirmez. Rad suresi 13. Ayetten…

[ 15 ]

S

İRKÜLASYON abdulkadir akdemir

sabotaj ihtimaliyle uykusuz geçiyor onlarca gece tonlarca kapak kızı üstelik bol rüzgârlı, herkes uykuda atlılar geçiyor saymakla tükenmeyen yatlılar hafifletici sebepleriyle ağır geliyor. böyle konuşmuştuk böyle bu yorgunluğun geçeceğini, serinleyeceğini belki dişini gösteren bu karanlığın dineceğini ıskalayıp duran bu sert cereyanın dineceğini… oysa kıyasıya bekleyiş verebileceğim tek nakit para dolaşımı yüksek koltukların beklediği bir şey olsa da sıfırlayıp baştan sayılırken altın sırmalı bir dokunuş boşunadır sabotaj ihtimali sır gibi gelir, kesmece değildir bilemezsin fular krizlerini de yaşadım evermek telaşesini de geveleyerek evcilleşmek çengeliyle hangi kuyuya indiysen karmaşa seçimlerin ortasında ve hem de sıfır rakımda dağ iklimine tutuldum, dağınıklığım sabit kısa çizgiler çektim kısıldı sesim şu koskoca dünyada kısasa kısas hassas bir meseleydi de benim bu sesim kısıldıkça kısıldı nefesim kısaca muasırlaşamadım. Bundan mustaribim yazayım bunu da aklımın bir kenarına oligarşik dengenin olmazsa olmazı değildi elbet satın almayla sakın alma arasındaki fark ne çok sorun var şu panayırlar dünyasında bu da bir ihtimal olarak kalacaktır ihtimaller arasında

A

VANTÜR BİR FİLMİN İLK YERE SERİLENİ rıfat eroğlu

tanrıyı erkek varsayanlarla parayı tanrıçanın eline sayanlar birdi bildi bir deli kan daha ıstırabın ekonomik fay hattını ayak işleri bakanı çalınan minarelere montblancle karizmatik imzalar atabilir iken dereler mevzuata uygun aka bilmiyorlar idi mühim olmayı doğru sendikada bulunmaya borçlu olduğunu sananlardan öğrendiler sekmeyi basmamak için faka ve yaş tahtaya nefsi çay çeken adamlar kılıf ve sümendi atılan dama pabuçlar italyan marka eşkere beşi ipe dizdi güç çıkan olamadı arka oyun vardı basit olan kuralı ak balık has balığı…


K

APİTALİST VAMPİR TEKELCİ DRAKULA salim nacar

a. bu benim opus magnum’un hey! rehabilitesi cumalara sarkan evladın babasına mihneti çekim derim gülümse _ dünyayı küs gözlerimden it döşeği gökten büyük, düşten de faydalanmama nasıl doluşur gök göğneğin aşkım kolonlarına kanserde bina çatan farzdan tevekkül akıl orda açar hey ya mola kümeler dolu pasak temelinde hem zemin hem fikir hem yasak – ağzı mor piyadeden o gümüş eğer bir dağı susmaya gelip; ritm bozuk, def difteri atak sağlam kuşteri; şakalarım daha prüten. sen ey ey seney! basamakların ödünç tanrısı aksamakla gönenmiyor panzerihi kalbinin yüzleri güz oğulların sülbünün marifeti kasnağı midesinden çıkarıp, ha bakacaksın şakağın yalan ifadesine firmanın afişinde üçüncü ayakta yatan ağız –şarkının ağzı mahkeme önünde ne bir incir ağacı ne de troleyleybüs henüz bilemez dünya hey! nasıl yamulmuş durur siyasetinde bu mektubu gönderme: bana uzun uzun küs! ayaklarım beş köy değerinde sızlıyor gözlerim keman kulvarına girmeden daha gör gör bu nesneyi dünya şaşılacak kadar ince ama inceliğin desteden düşüldüğü ölümün sürekli anladığı bir komşuluk olabilirim - radyomuzu dinleyen herekese günaydın ve lanet olsun birincilere! ! ünlem olmasa mesela dünya biraz daha ıssız kaneviçenin boynuna bir satırla yaklaşılmasa durduk yerde en derin dedektiflerin ayrılmış bıçakları – ağzı kor albayın o gümüş eğer mühendis çıldırtan soruların tekeline sofra seren mutluluk işçilerin içişlerine ------- sonra bazı sorunlarına kürtlerin halkların, tabiatın; kadınların ve önce çocukların kiralarını unuttukları kamulaştırılmış yalılardır bütün kıyamlaşmanın özrüne asıldığı tanyeri. ey sen ey seney! paraları ve kızları aynı küsüratta tarif ederek inciten krizlerin açık topluma etkisi ya her durumda iyi hal nöbetinden geceye sarkan gülbank adlı nefes torunundan bakıyordu içmeye, nane liman düşünüyordu yanaşmaya bazı çok kara lekeler karelendiğin yaradan tekfurun kızının hep leyla olarak inceltilişi seni şaşırtmasın ey! dünya dün ya olarak anlaşılamıyordu ya dün bir türlü. ona bin türlü overlok çektim, gülüşünü desteledim zor günler için orduların ayılmış iki bacağından üçüncüyü kasteddiysem panzerden bir çeşit özlem ürettim gibi durup değil celladımın göğsünü senin canını kasteddim safrasına ot tıkanan sofracıklar, ha şakaklarım hep prüten gülümser barınakta tahıl doğuran bıçağın, ağlamaktan dili açılır hattımız için devlete ödenen ------- çeviremeyince lehine ıslığı şeytanın kalbidir bir asfalt ölünce; bir zengin ölünce, bir yaprak daha - ağzı zor dünyanın, o gümüş meğer hem salondur salamanje kem misafir ağırlamaya

dönüşüverir kapı, birden garsoniyer, ayakkabalık, koridor, ofis, pencere, sırasıyla ve boşluğun yanı sıra pencereyi uzattıkça uzatmam gerekecek ama sen bu mektubu gönderme dursun: yoksa küsmen! boğulmayı açıkladıkça puantiyelere ve fiyonklara lanet olsun, b. epigraf dediğin sahici bir güneşle donanmalıdır ortadox ahlakının kariyer basamaklarına ockham marka bir bıçakla saldırmalıdır kesenin sırtı pek, arması bulutlu pazar yerlerine çaka satmaya yarar ancak, ona da iyi bir müşteri bulmalı ya! göğsündeki acıyı bastıracak bir ecza edinsin uzun geceler kuştuyü yastılara gömerken kalın boynunu karısının maskesine aldırmaz gibi görünüp şefkatle bu imla hatasına bir son versin. caddeye bakan böbreğini, rol aldığı maslak reklamını talim terbiyesinden gemiler biriktiren oğulların ortaklığı itiraflarını, köşeye sıkaşacağı günleri, küresel formlarla izah ederek kafatasından millet encamına +1 o yara buna dahil diyalog içinde yol kesen konstantini yaralayarak bıyıklı bir polis olmanın cezasını bir şarkı sözüne ödetebilir karga kovalarken, at binerken, kılıç ha işte orda dur selanik neden selaniktir mesela bunu kavramanın türk kültürüne doğrudan moral kazandırdığını itiraf etsin. karnından konuşan diplomat, ağzından dahi susamayan büyükelçi özel güvenlikten nasıl tezyinat beklenmiyorsa, çok defansiti arkadaşı kırmızı kart yerken kendi diksiyon derdinde rezil buna kemirgen fakültesi diyebilirsin, hattı sanatında bir remiz yok çünkü çok somut, çok somurt, çok gülümser gibi göründüğün tevekkil nefret söylemine alevi güllerini ekleyen boşnak sevgili senin kalbin bir şehrin nakliyesidir artık kimsenin aka durula yanaşmadığı o büyük ırmaklara. ya senfonik metal yoklarsa hemcinslerin tahtadan yonttuğu dilimi yoksa köprüleri kompresör bunalımına heba edecek taşköprü, kwai köprüsü ya üçüncü köprü, köprücük kemiğinden yontularak dağıtılan ulufeden hep onlara pay düşecek yalnızım, yoksulum ama gitar çalabiliyorum mesela doğuma kamera ile giren koca, sokağı terleyerek geçen dilenci komşusuna sağlık dileyen türbanlı, alışverişi kısa kesen imam ayrılırken bile özlenen emekli şaman, yerli ve işbirlikçi gözetmen haklı ve kibirli şair, baba ahlakına yaslanan marangoz 90 derecelik ivmeyle sesinden camlar boşalarak çocuğuna direnen anne şarkının orta yerinde düğmesi kopan mimar ortaklar yalnızlık karşısında ve mağduriyetlerinin farkındalar dilbilgisinin aydınlığı çözülürken yağmur ayırmıyor kimseyi ve dövüşene daha az kaçana daha katmerli bastırmıyor kar.

[ 16 ]

c. yüzüne yaşlanıyorum mutsuzluktan bir kasketim varsa önce onu eğiyorum iki kelime biliyorum: SEVGİLİM HAYAT, ah evet sevgilim hayat bir olayın anlamını tartılarla kavramak, sonra hepten gökyüzü gitme diyorum, paraların ve ölümlerin birbirine benzemez oluşu uykuların olağan iş günlerinde tatlı gelişine, açılan kapıdan bir gidişin olur diyorum: gitme. ey ben eybeney! devletin ağzına kesemden o sırtlanla bağlanmışım “rahman ve rahim olan kanserin adıyla” babamı sırtlayarak dizimi bulandıran o nesneye çarpmışım ordan nedensiz bir ay paylaşılır; kadınların mucizesi dilinde yani bir yerden selametle çıkmaya ayrılmış iyi tarafıyla tanrının - ağlamamak için dilini ısırabilirsin mesela böyle günlerde– bizi ağırlayan bir zulüm kelimesi, küçük harflere duyarlı karanlık hayatını ve birdenbire dalıvermeni kararlı kılan aydınlığı sonsuz haketmen ve gözlerine yalansız gelmesi dikkatin daha kötüsünden korunarak canevinde asılı çaresizliğin bir insanı yalnız bıraktığını düşün ve küllüğü boşaltma gitme bu ev benim, devlet benim, iktidar benim uzat anlamayışını; bana güneş ömrüyle verilen ödevin bu senin. bu benim seni nasıl anladığımdır hey! kanatlanmış ticaretten kaçarak gölgendeki yoksulluğa sığındığımdır sahaflar dolusu acıdan, gümüşlüklerin orada, tam orada gümüşlüklerin aynı havayı sollayarak eski sevgililerin idamına sıcak bakan iki turnam adlı besteden hep bir ağzın birlikteliğini düşünerek genel kültür seviyesine ve devletin bekasına iman eden spikerlerin dünyanın son müşterileri olduklarını ve hukuktan ayrılmayan minyatürlerin, orta boy burjuvaların, kemalistlerin yani boy boy kemalistlerin cumhuriyette unutulmalı bayağılıklar olduklarını peşinen kabul etmesindeki sarkaçtır. günleri parmaklanmış birer müslüman olarak geçirerek bazı bazı iyi taraflarını görmezden gelmenin sevinci.


Çeviri Atelyesi’ndeki çevirilerin, B Planı’nın diğer sayfalarında yer alan çevirilerden farklı bir amaca hizmet etmesi düşünülmüştür. Bu köşede daha çok deneysel çalışmalara yer verilecektir. Ayrıca, çeviri sorunlarından (çeviride çevirmenlerin ve dillerin karşılaştığı zorluklar, üslup aktarım sorunları, çevirmenlerin sanatsal olmayan sorunları, çeviride uzmanlık...), çeviri edimi ve öz-edimi, dilsel algı, dile özgü imgelenim, deyiş kaydırma, ortak çeviri, çapraz çeviri, dönüşümlü çeviri (...) gibi sorunlar ve konular ele alınacaktır. Atelye her türden çeviri çalışmasına açıktır, bilhassa arzumuz, çeviriye meraklı kişilere faydası dokunacağını sandığımız metinleri yayımlamak, çeviri edimini uygulamalı olarak gerçekleştirmektir. Bu atelye , çevirileri doğru, yanlış, eksik, güzel, madenî, aslına sadık/uzak, şeklinde değerlendirme yeri olmaktan ziyade bir temrin köşesi olarak, çeviriye gönül veren tüm hainlere* açık olacaktır. * Traduttore, traditore, İtalyanca deyiş: Çevirmen, hain.

K. ÖZKAN DAĞ

tanrısal çevirmen

ABDULKADİR AKDEMİR

dil mucizesi olan şiir ve çevirisi lk çevirmen kimdir, sorusuna yanıt ararken, ilk çeviri işini tespit etmek gerektiğini fark ettim. Eğer kişiye ulaşamıyorsak, kişinin yaptığı işte, kişiyi aramalı. O zaman da çeviri uğraşını tanımlama problemi baş gösteriyordu. Yani, bir dilde yaratılmış bir söylemi, yazılı veya sözlü olarak bir başka dile aktarma işine çeviri demek, oldukça basit kaçıyordu; çünkü burada ‘ilk’ten bahsediyorsak, yazı ve sözden de geriye gitmek gerekir, en eski efsanelere, teolojik hikâyelere kadar. İşte o zaman, geçmişte birçok yazınsal eser veren Yunan uygarlığının mitlerinde, çevirinin izini aramak en makul yol. Yunan mitolojisinde "çevirmen" arayışına girişince, tanrıların habercisi, kendisi de aslında bir tanrı olan Hermes ile karşılaşıyoruz. Hermes'in görevi, tanrılardan insanlara, insanlardan -başta Zeus'a olmak üzeretanrılara haber taşımaktır. Hermes, ressamlar ve heykeltıraşlar tarafından, yapılı bir bedene sahip, ayaklarına kanatlı çizmeler giymiş bir figür olarak tasvir edilir. Tanrısal sözü, insana anlatmak, insanın algısında anlam bulacak biçime dönüştürmek, ya da tam tersi, Hermes'in başlıca görevlerindendir. Ama efsanelerde, ona başka özellikler ve görevler de yüklenmiştir. Bunlardan bazıları, tüccarların ve hırsızların koruyucusu, çobanların bekçisi, seyahat edenlerin tanrısı, ölüleri Hades'e götüren kılavuz. Yani Hermes, Yunan mitlerinde geçen ilk çevirmendir diyebiliriz. Tüccar: Eski zaman tüccarlarının, bir şehirden bir başka şehire gidip, mallarını sattıkları düşünülürse, gittikleri her yerin dilini bilmeleri gerekirdi. Ayrıca çevirmen, tıpkı bir tüccar gibi, değiştiren, değiş tokuş yapan kimsedir.

İ

Hırsız: Kendisine ait olmayan bir şeyi almak, hırsızın yaptığı iştir; çevirmen de kendisine ait olmayan bir metni alır, yani bir çeşit hırsızdır. Hatta bu çerçevede, girişte geçen Traduttore, traditore deyişi bile türetilmiştir. Bu tür benzetme, çevirmenin kişiliğini ve yaptığı işi olumsuzlamadır. Aslında, iki farklı kültür arasında köprü kurmak gibi ustalık gerektiren kutsal bir görevi yapan kişi hakkında, neden olumsuz hisler vardır? Bunu şöyle anlamlandırabiliriz: Çevirmen kaynak ve hedef kültürü iyi tanımalıdır. Bu aşinalıkla iki kültüre de hâkim olurken, iki tarafa da mesafeli durması işten bile değil. İşte bu duruş, özellikle çok eski zamanlar düşünüldüğünde, çevirmene iki kültürün de tam olarak güvenememesi sorununu yaratıyor. Öte taraftan da ona mecbur olduklarını bilmeleri, bu olumsuz tavrı doğuruyor olabilir. Çoban: Çevirmen, iki farklı milletin imzaladıkları anlaşmalarda, iki taraf arasındaki iletişim bağını kurar; yani bir bakıma, iki tarafın da sözünü korur, antlaşmalarda yöneticilik yapar. Bu sebeple onun bir çoban gibi olduğu düşünülebilir. Seyahat: Birden çok dil bilen elçiler, birçok ülkeyi gezer, hükümdarların sözlerini taşırlardı. Onlar da aslında birer çevirmendi. Tıpkı Hermes'in kanatlı çizmeleriyle gezerek, tanrıların sözlerini taşıdığı[na inanıldığı] gibi. Kılavuz: Çok sığ bir ayrım yaparsak, iki çeşit çevirmen vardır: Birincisi, sadece kendi kişisel gelişimi için çeviren, kendi algılarını genişletmek ve edebi veya retorik yeteneğini geliştirmek için çeviren; diğeriyse, bir başkasına yazılı veya sözlü şekilde, kılavuzluk etmek üzere çeviriler yapan. Aslında, ikisi de birer kılavuzdur, birincisi kendisine, ikincisiyse okuyuculara / dinleyicilere kılavuzluk etmektedir. ▪

[ 17 ]

Ç

eviri yapmak zordur. Hele ki çevrilen bir şiirse zorluk derecesi katlanacaktır. Şiir farklı kural ve beğeni ölçüleri çerçevesinde diğer türlere göre az ve öz söyleme biçiminde ortaya çıkmasına rağmen yazıldığı dildeki kâğıda dökülme süreci bile başlı başına bir hikâye veya romanın konusu olabilir. Bazen yılların birikimi bir sayfada verilebiliyor. Bu durum da yerine göre imgelerle, çağrışımlarla, alışılmamış bağdaştırmalarla… yani farklı manalar yüklenen kelimeler sayesinde sağlanıyor. Aynı sözcüğün kullanıldığı bir mısrada kazandığı anlam ile bir hikâyede, bir makalede veya konuşma dilinde kullanıldığı zaman kazandığı anlam arasında dahi fark varken tamamen yabancısı olunan bir kültürden çevrilen şiirin, manasını ne kadar yakalayabileceği tartışma konusudur. Şiirin tam manasıyla başka bir dile çevrilemeyeceği görüşünden yola çıkarak ortaya konan “yeni şiir” biraz gerçek sahibinin ve biraz da çevirmenin ürünü olarak düşünülebilir. Çevirmenin yapması gereken olabildiğince orijinal metne uygun bir çeviri için uğraşmaktır. Fakat bunu yaparken de şiiri yazıldığı dönem içinde değerlendirmek, şairini tanımak, dile hâkim olmak gibi durumları göz önünde bulundurması gerekir ve tabiî ki olmazsa olmazımız belli derecede şiir bilgisi veya duyarlığıdır. En azından şiir okumayan kişinin şiir çevirmesi ihtimalini düşünemiyorum. Şiir, başlarken de değindiğimiz gibi belli estetik kaygıları beraberinde taşır. Bu her dilde, kültürde böyleyken çeviri yapan kişinin bunları göz ardı etmesi düşünülemez. Bunun yanında Can Yücel üzerinden dönen “çevirmen” “serbest söyleyen” “Türkçe söyleyen” gibi tabirler de aslında çevirinin, özelde şiir çevirisinin tam olarak ne olduğu veya ne olması gerektiği konusunun bir netlik kazanmadığı düşünülebilir. Benim söylemek istediğim, şiirin kelimesi kelimesine değil de verilmek istenen duygunun çevrilen dilin olanaklarına, duygusal, düşünsel altyapısına göre çevrilmesidir. Çevirmenin, özellikle şiir çevirilerinde şairin duygusunu, söylemek istediğini yansıtma yoluna başvurması ve bunu da şiirdeki organik bozulmayı en aza indirgeyerek yapması önemlidir. Şu mısranın çelik kapılı bir medeniyetin diline çevrildiğini düşünsenize: “Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı”. Doğu kültürünün yansıması olan bu mısranın, çevrildiği dilde bizim anladığımız biçimde anlatılabilmesi için kapı ve rüzgâr sözcükleri yeterli olmayacaktır. Burada yapmaya çalıştığım da anladığım kadarıyla anlatma çabasından başka bir şey değil. Bu, bir çaba olarak da olsa sunulmayı hak eden bir uğraştır. ▪


ÇEVİRİ ATELYESİ

1.‘Ciudad sin sueño’. ‘Düş Görmeyen Şehir’ diye zorlasa mıydık? ‘sueño’, hem uyku hem de düş, anlamlarını karşılıyor; uyku yüzü görmeyen, düş de göremez, ya da uyumayın, ne düşünüz, ne de hayaliniz olsun diye mi düşünmeliyiz? (bkz 2, 3, 8, 9, 38, 39, 44, 46. dizeler.) 2.gökyüzündeki yerine, gökkubbe altındaki denebilirdi; bu haliyle, doğrudan semaî varlıkları çağrıştırıyor ve şiirin sandığımız izleğine aykırı gibi duruyor. 4.ay yaratıkları (‘las criaturas de la luna’) sanırım gece avlanan hayvanlardan bahsediliyor; bu durumda, onun yerine gece mahlûkları ve kulübe (‘cabaña’) yerine yuva mı deseydik? 7. yıldızların nazik gösterisi (‘la tierna protesta de los astros’); los astros, yıldızdan çok ‘göktaşı’na karşılıktır, ama K.ÖZKAN DAĞ ‘göktaşı’ T.de bilimsel literatür tarafından sahiplenilmiş; yine ‘gösteri’ kelimesi yerine ‘protesto’ (‘protesta’) kullanılabilirdi, ama bu kelime, T.de doğrudan eylem, saldırı ya da agresiflik anlamları çağrıştırabilir, oysa İsp.da daha genel anlamları taşıyabilmekte; bu şiirdeyse, edilgen bir hali sergilediğini düşünerek onun yerine gösteri kelimesini uygun buldum. Yıldızların nazik gösterisi altında olan, timsah mı köşebaşları mı? Bana kalırsa, hareketsiz timsah. İguana ve timsah, iki sürüngen (devriye gezen askerler mi ki?) 10.Juan Rulfo’nun, mezarlarında sızlanan, konuşan, dedikodu yapan karakterlerini hatırlatmıyor mu? Ve tabii taş kalpli Pedro Páramo’yu. Bu, üç yıldır sızlanan ölü ve sabah gömülen ağlayan çocuk, canlı mıydı gömüldüklerinde, yoksa büyülü gerçekle mi karşı karşıyayız? Ölünün dizinin üzerinde otların bitmesi, bize onun yüzeye çok yakın, alelacele kazılmış derme çatma bir mezara gömüldüğünü mü düşündürmeli? 15.Burada Lorca, sanıyorum ki gerçekçi olmaya çalışmış. Ama bunu alaycı bir şekilde mi yapıyor, ‘Dikkat!’leriyle? Bu kısımda, hayatın tek gerçeği ölüm, yaşlandıkça hayat merdiveninden düşeriz, en sonunda ıslak toprağı yeriz, ya da o bizi yer, gibi basit bir açımlama yapabilir miyiz, yoksa işler daha mı karışık? Bilemiyorum. Öte yandan, yıldızçiçeği (dahlia, dalya), soğuğa hassasiyeti olan bir çiçek. Sanki bir dağ varmış, bu çiçeklerle kaplıymış da, sonra birden düşen karla, kar sınırının üzerindekiler ölmüş diğerleri canlı kalmış; ve ses çıkarmayan bitkiler, öldüklerinde sesleri duyulabilir mi olmuş? Ya da daha mantıklı bir yorum şöyle

olabilirdi: Dahlianın anavatanı Meksika’dır; burada, ülkenin ulusal çiçeği kabul edilir aynı zamanda. Çiçeğin Meksika İç Savaşı’nda ölenleri temsil ettiği düşünülebilir. 19.çiğ et (‘carne viva’), aslında İsp. bir deyim. Lorca gibi güçlü bir şair, bu deyimi, bana kalırsa, mecaz değil de, gerçek anlamıyla kullanmak istedi, yani birebir çevirirsek, ‘canlı et’ oluyor; ve daha önce -hem Meksika’da, hem İspanya’da- yaşanan acı olayların unutulmamasını söylüyor olabilir. (20-22. satırları geçiyorum.) 24.atlar meyhanede yaşayacak, Lorca devrim gerçekleşeceği kehanetinde mi bulunmuş? Meyhaneye gelen müşteri, atını dışarıda bırakır, içeri girer; buradan anladığıma göre, atlar (halk?) gün gelecek, diğerlerine hizmet etmeyi bırakacak, dertsiz tasasız eğlenebilecek; kızgın karıncalar da, muhtemelen işçiler; onlar da gün gelecek, ineklerin (diktatörlerin?) gözyaşlarında yaşayacak. Meyhane (‘taberna’) yerine -görüldüğü üzere - ‘taverna’ denebilirdi, ama bizdeki taverna kültürü, daha geç bir döneme ait; üstelik çağrışımı da hayli farklı; o yüzden onu bu şekliyle çevirdim. 28.Kurutulmuş kelebeklerin dirilişiyle gerçekleşmesini umduğu şeylerden bahsettiğini sanıyorum, ama buranın devamı için çok fazla yorum yapamıyorum ve topu okuyucuya atıyorum. 42.Tüm buraya kadar yaptığımız siyasi yorumların yanında şunu da belirtmeliyim: Lorca’nın, İspanya’nın o çalkantılı döneminde tarafsız kaldığını, hem sağdan hem de soldan arkadaşlarının olduğunu söyleyenler de, solcular arasında yer aldığını ama apolitik gözüktüğünü söyleyenler de mevcut. Şimdi, burada, gözlerini yuman olursa, onu kırbaçlayın! diye salık veriyor. Yapılanlara seyirci kalmayın mı demek istiyor? Peki seyirci kalınmasını istemiyorsa, o halde, neden Lorca’nın siyasi fikri hakkında elimizde bir kesin bir bilgi yok? 43.Anladığım, ‘her şey tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilse.’ 48.Şakaklarında yosun tutmak aslında, İsp.da bir deyim değil. Muhtemelen şairin yarattığı bir deyiş; anlamı da, gece boyunca düşünmekten baş ağrıları çekmek, sabahlara kadar uyuyamamak olabilir. Buraya kadar her şey aydınlandı desek, bu kez arkadan gelenler işi bozuyor: sahte kadehler (‘las copas falsas’), zehir ( ‘el veneno’), tiyatroların kurukafası (‘la calavera de los teatros’) Öncelikle, sahte kadehlerle kastedilenin, mecaz ya da gerçek anlamıyla, ne olabileceği hakkında fikir yürütmek zor, ama zehir ve kadehin bir arada oluşu yine ölümü çağrıştırıyor; ve ardından yine gotik bir imge, kurukafa, geliyor. Tiyatroların kurukafası (‘la calavera de los teatros’); tiyatroların kurukafaları değil; yani bütün ‘tiyatroların tek bir kurukafası’ndan bahsediliyor. Tiyatrolar ölüm saçan yerler mi, yoksa ölümün baskısının ve şiddetinin tiyatroları da vurduğu mu? Galiba ikinci. Federico García Lorca (1898-1936) kimdir, bilen bilir ama yine de hayatından biraz olsun bahsedelim. İspanyol şair, oyun yazarı, tiyatro yönetmeni Lorca, İspanya İç Savaşı esnasında Franco’cu güçler tarafından General Franco’nun iktidara geldiği yılda kurşuna dizildi. Ama bugün bile şairin cesedine ulaşılamamıştır ve bu konudaki tartışmalar sürmektedir. Lorca’nın, apolitik olduğunu iddia ederler; ama sol kanatta yer aldığını ve bu yüzden öldürüldüğünü söyleyenler de, öte yandan eşcinsel olduğu için öldürüldüğünü söyleyenler de mevcut. ▪ [ 18 ]

1 UYKUSUZ ŞEHİR FEDERICO GARCIA LORCA 2 Uyumasın hiç kimse, gökyüzündeki. Hiç, hiç kimse. 3 Uyumasın hiç kimse. 4 Ay yaratıkları kokluyor, geziniyor kulübeleri etrafında. 5 İguanalar geliyor, dipdiriler, uykusuz adamları ısırmaya 6 ve kırık kalbiyle kaçan karşılacak köşebaşlarında 7 yıldızların nazik gösterisi altında hareketsiz duran muazzam timsahla 8 Uyumasın hiç kimse, dünyadaki. Hiç, hiç kimse. 9 Uyumasın hiç kimse. 10 En uzaktaki mezarda bir ölü var 11 Üç yıldır sızlanan 12 dizindeki kuru kırlardan yakınarak; 13 bu sabah gömdükleri oğlan da çok ağladı 14 köpekleri getirmek gerekmişti onu susturmak için. 15 Hayat bir düş değildir. Dikkat! Dikkat! Dikkat! 16 Merdivenlerden düşüyoruz ıslak toprağı yemek için 17 veya karın sınırlarına dek tırmanıyoruz ölü yıldızçiçekleri korosu eşliğinde. 18 Ama unutmak yok, uyumak da: 19 çiğ et. Öpücüklerle bağlanıyor ağızlarımız 20 taze damarlar ormanında 21 ve yarası acıyor, dinmeksizin acıyacak 22 ve kim ki ölümden korkan, omuzlarında taşıyacak onu. 23 Bir gün 24 atlar meyhanede yaşayacak 25 ve öfkeli karıncalar 26 ineklerin gözlerinde iltica eden sapsarı cennetlere saldıracak. 27 Başka bir gün 28 Kurutulmuş kelebeklerin dirilişini göreceğiz 29 ve ardından gri süngerler ve suskun kayıklar ülkesi boyunda yürüşlerini, 30 yüzüklerimizin parıltısını ve dilimizden fışkıran gülleri göreceğiz. 31 Dikkat! Dikkat! Dikkat! 32 Hâlâ pençenin ve sağanağın izini taşıyanlar 33 o ağlayan çocuk, bilmiyor çünkü köprü yapıldığını, 34 ya da şu ölü, artık bir baş ve ayakkap tekinden ibaret, 35 iguanaların ve yılanların bekleştiği duvarın dibine götürmeli onları, 36 ayı dişlerinin beklediği, 37 oğlanın mumyalanmış elinin beklediği 38 ve deve derisi tüylerinin mavi ürpertiyle kabardığı yere. 39 Uyumasın hiç kimse, gökyüzündeki. Hiç, hiç kimse. 40 Uyumasın hiç kimse. 41 Ama birisi gözlerini yumarsa, 42 kırbaçlayın onu, evlatlarım, kırbaçlayın! 43 Açık gözlerden bir panorama olsa 44 ve tutuşan hazin yaralardan. 45 Uyumasın hiç kimse, dünyadaki. Hiç, hiç kimse. 46 Dediğim gibi daha önce. 47 Uyumasın hiç kimse. 48 Ama birisi şakaklarını yosun tutmuş gibi hissederse tüm gece boyu, 49 açın çatı pencerelerini, görünsün ay ışığıyla 50 sahte kadehler, zehir ve tiyatroların kurukafası.


B

İR ROMALININ MAKAMINI OKŞAYAN KENTAKİLİ BİR KILIÇ osman sifil

tartar ağzın tartar, viyadükleri düşünmenin fransızcasını bir çiçek tasarlanır kızlara geçilmekten, güneş açtı; aç dedim göğsünü kaygılanayım biraz çocukları kanona gönderdim korkma yalnızız ama az biz bile bir yerde argonun latincesidir iki kere olmaya bir zamir beğendim ve taşırdım seni rabbin kıyısından beni bu aşkla atlat, ben nasıl nafileyim, ben nasıl ah! bir tren başlasa şimdi yüzünde, eksiliyor tabiat gözleri görmeyen bir çerkesin arabasını çekiyorum bağışla beni ahmet abi! bir türlü inanamıyorum anadoluya sevgilim sen de bağışla! güzellik katıyor bu dindarlık sana orucum, eksilmiyor ağzımdan ne allah ne de silah

~ Sylvia Plath ~ (1932-1963)

Bir Hayat Dokun hadi: Fırlamayacak yerinden gözküresi gibi, Bu oval saha, gözyaşı kadar temiz. İşte dün, geçen yılBir goblenin dingin işlemelerindeki Palmiye sırığı ve zambak gibi birbirinden farklılar.

parkları diline dolayarak daha neyi ispatlayabilirsin ah! bunları çölde çıra yaktığım ahir zamanlara say bir romalının namlusunu okşuyor kentakili bir kılıç seni çok özlüyorum, kendine iyi bak, öptm by.

Tırnağınla tıklat camı: Çin çanları gibi çınlayacak incecik havada Ama hiç kimse dönüp bakmayacak, umursamayacak. Ahali mantar tıpalar kadar hafif, Her biri daima meşgul. Ayakuçlarında, dalgalar eğilmiş tek sıra halinde. Hiç ihlal etmiyorlar sınırı hırçınlıkla: Havada saplanmış kalmış, Kısa dizginli merasim atları gibi yeri tepiyorlar. Tepede bulutlar, pükülleriyle ihtişam içinde oturuyor. Viktoria devri minderler gibi. Mutlu yüzlü Bu aile, bir koleksiyoncuyu hoşnut edebilir: Hakiki duruyorlar, iyi bir çini işi gibi.

Başka bir yerde manzara daha açık sözlüdür Işık yağar aralıksız, kör eden. Bir kadının gölgesi dönerek sürüklenir ona Yavan bir hastane tabağı hakkında. Aya benzeyen veya boş bir kâğıt parçasına Bir tür mahrem savaşıyla acı çekiyor Yaşarken sessizce Hiçbir bağı olmayan, şişe içindeki bir cenin gibi, Terk edilmiş ev, deniz, bir resim için yerle bir oldu Onu anlamanın birçok yolundan biri Keder ve öfke ayiniyle Onu yalnız bırakmanızdır Gelecek gri bir martıdır Gammazlamanın kedi mırıltılı hareketleri. Yaş ve terör, hemşireler mesela, ona katılıyorum Bu müthiş soğuktan sızlayan ve boğulan adam Denizde ağır ağır ilerlerken

Şiirin İlk Yarısı K. Özkan Dağ İkinci Yarısı İse Abdulkadir Akdemir Tarafından Çevrilmiştir.

Şiiin ilk yarısı ve ikinci yarısı arasındaki, akış ve izlek farkı, bize, çevirinin anlayış ve algı değişkenlerinin etkisinde olduğunu gösteriyor. Bu çalışmanın amacı da zaten, çeviride, çevirmen değişkeninin şiir çevirisindeki etkisini ortaya koymaktı.

[ 19 ]


B PLANI ~ SOMUTUN BİLİMİ ~ Türlerin ve alttürlerin ayrıntılı bir dökümünü yapmak için gerekli olan bütün sözcükleri içerip de ağaç ya da hayvan gibi kavramları belirtecek terimlerden yoksun bulunan şu diller uzun zaman örnek olarak anılıp durmuştur. Ama bu örneklere “ilkeller”in soyut düşünce alanındaki sözde yeteneksizlikleri savını desteklemek üzere başvurulurken, soyut sözcük açısından zenginliğin yalnız uygar dillere vergi olmadığını gösteren başka örnekler öncelikle unutulmuştur. Örneğin Kuzey Amerika’nın kuzey-batı dillerinden Chinook’ça, varlıkların ve nesnelerin pek çok özellik ya da niteliklerini belirtmek için soyut sözcükler kullanır. Boas, “bu dilde bildiğim bütün öteki dillerden daha çok başvurulur bu yola”, der. Örneğin “kötü adam zavallı çocuğu öldürdü” önermesi, Chinook’çada “adamın kötülüğü çocuğun zavallılığını öldürdü” biçiminde verilir; bir kadının fazla küçük bir sepet taşıdığını anlatmak için de “bir istiridye sepetinin küçüklüğüne beşparmak otu kökleri koyuyor”, denilir. CLAUDE LÉVI-STRAUSS

(YABAN DÜŞÜNCE, ÇEV:TAHSİN YÜCEL, YKY)

01 [ 20 ]

EDERİ: 3 TL


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.