Faşizm Yenilecek Direniş Kazanacak! İnşaat, Kentsel Rant, Saadet Zinciri ve Çürüme
FİYAT: 2TL
YIL:6 SAYI:43 MAYIS 2016
WWW.SODAP.ORG /SODAP
/SODAP74
BAKIRKÖY
KADERİMİZİ ELLERİMİZE ALALIM
GÜVENLİK, GÜVENCE VE BARIŞ İÇİN
ÖRGÜTLENELİM
1 Mayıs’la Başlayan Uyanış 28 Nisan, İş Cinayetlerini Anma ve Yas Günü İlan Edilsin Balon Patladı! Asgari Ücret 1100 TL Oluyor Laiklik Neden Tartışılıyor? Dayanışma Ezilenlerin En Büyük Silahıdır Anayasa Tartışmaları Kardeşim, Sesimi Duyuyor musun? Güvenceli Yaşam İçin Kadınlar “Kiralık İşçiliği” Reddediyor
BAKIRKÖY’DEN TAKSİM’E ! ŞİŞLİ
Ahmet Yıldız ve Suratsız Hukuk Üniversitede Diktatörlüğe Son! TAKSİM
İflas Ertelemesi “Nuit Debout” ve “Merci Patron” TTIP Terörü Merhume: Tükenen Ne? Umut Nerede? Marksist Bir Yayınevi: Yordam Kitap
Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2016
Mare Nostrum En uzun koşuysa elbet Türkiye’de de Devrim, O, onun en güzel yüz metresini koştu En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak... En hızlısıydı hepimizin, En önce göğüsledi ipi... Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun! Can YÜCEL
Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 6, Sayı: 43 Mayıs 2016 Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Sezgin KARTAL Adres: Piyalepaşa Mah. Şark Sk. No: 15/A Beyoğlu İstanbul İletişim Tel: 0535 922 82 68 İletişim Mail: info@sodap.org www.sodap.org Basım Yeri: Yön Matbaacılık Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34
2
Mayıs 2016 / Sosyalist Dayanışma
2
FAŞİZM YENİLECEK, DİRENİŞ KAZANACAK!
016 1 Mayıs’ını bu sene olağanüstü koşullarda karşıladık. Rejim krizini savaşla aşmaya çalışan AKP ve arkasında sıralanan devlet güçleri emekçilere, halklara göz açtırmak istemiyor. Kürt halkının kaderini eline alma direnişi katliamlarla bastırılmaya çalışılırken işçiler de güvencesizlik cenderesine mahkûm ediliyor. Kıdem tazminatına el konuyor, özel istihdam büroları ile kölelik koşulları dayatılıyor. Faşizm elimizi, kolumuzu, dilimizi bağlamaya çalışıyor. “Bu suça ortak olmayacağız!” diyen akademisyenler, devletin savaş suçlarını ifşa eden gazeteciler tutuklanıyor; devrimciler infaz ediliyor, milletvekillerinin dokunulmazlığı kaldırılmaya çalışılıyor. AKP ve Saray faşizmi halkların direnişinin buluşma ve demokrasinin inşasının kanallarının açılması ihtimalini bastırmak için bombalar patlattı, yüzlerce insanı katletti. Bir katliamın faili bulunmadan öbür bomba patlatıldı. İnsanlar sokağa çıkamaz hale getirildi. Sokaklar sadece eylemcilere değil tüm halka yasaklı hale geldi. Sadece bombalarla katledilmiyoruz. İş cinayetinde her gün ortalama 4 işçi, kadın cinayetinde 3 kadın katlediliyor. Kapitalizmin ve erkek egemen anlayışın vardığı nokta budur. Neredeyse Ortadoğu’daki savaşta ölen kadar insan ölüyor iş ve kadın cinayetlerinde. Faşizm derinleştikçe çürüme her yanı kaplıyor. Gün geçmiyor ki bir çocuk tacizi-tecavüzü haberi almayalım. Devlet destekli vakıflarda, okullarda çocuklar istismar ediliyor. Bu istismarların üstü örtülmek için kırk takla atılıyor. Üstü örtülmeye çalışıldıkça her yerden pislik sızıyor, çürüme örtbas edilemiyor. Siyasal İslamcı bir faşist rejim inşasında laiklik yeniden tanımlanmak isteniyor. Topluma bir
inancı dikte etmek için laiklik meselesinde İslamcıların istediği yönde dönüşümler gerçekleştirmek istiyorlar. Bu tartışma bir yandan da savaş koalisyonunun iç dengelerini zorlayan bir durum yaratıyor. Sürekli baskının artırıldığı Batı’da Newroz’un aşılamayan bir kuşatılmışlık duygusuyla yaşanması kitlelerde özgüven sorunu ortaya çıkarmıştı. Bu koşullarda 2016 1 Mayıs’ı oldukça özel bir anlam kazanmıştır. Yaşanan tüm zorluklara rağmen İstanbul Bakırköy’de gerçekleştirilen miting, ülke genelinde yapılan diğer mitinglerle birlikte bu özel anlamı karşılayan bir işlev görmüştür. Uzunca bir süredir sokaklara çıkamayan on binler bir yere gitmemiş olduklarını ortaya koydular. Saray’ın savaş konseptinin sınırları bir yandan Nusaybin’de diğer yandan da Bakırköy’de çizilmiş oldu. Bugün yaşanan büyük psikolojik savaşa ve bomba korkusuna rağmen, orta sınıfların eve hapsolma güdüsüne teslim olmayıp alanlara akan onurlu insanlar büyük bir iş başardılar. Bu 1 Mayıs HDP’nin izole edilme çabasının aşılması anlamında da önemli bir rol oynadı. Özellikle İstanbul’da HDP mitinge ciddi anlamda asıldı ve alana önemli bir sayıda insanı taşımayı başardı. Mitinge katılanların ala-
nı erken terk etmesinden dolayı sokağa çıkan kitlenin gerçekten büyük sayısı tam olarak fotoğraflara yansımamış olabilir ama faşizme karşı toplumun “yenilmedik, direneceğiz” mesajı çok açık bir biçimde duyurulmuş oldu. Buradan alınan güçle önümüzdeki dönemde sokak muhalefeti daha etkin işler yapabilecektir. İstanbul’da Bakırköy mitingi yanı sıra çeşitli siyasi yapı ve sendikalar tarafından Taksim’in zorlanması da anlamlıdır. Bu dönemde kitlelerin buluşmasının ve özgüven kazanmasını önemseyen bir yaklaşımın yanı sıra politik olarak Taksim mevzisinden vazgeçilmediğinin ve kitlelerin buluşması kadar faşizme kafa tutan “Sizden Korkmuyoruz!” diyen çizginin ifade bulması da moral verici ve yerinde olmuştur. Bu 1 Mayıs’ta, Saray’ın şiddetli saldırısının ilk hamlesi boşa düşürülmüştür. Şimdi yapılması gereken buradan alınan güçle demokrasi ve barış mücadelesinin ortaklaştırılmasına hız ve içerik kazandırmaktır. HDP’yi düzen güçlerine yedirtmeyen, demokratik laiklik için mücadeleyi büyüten, barışı savunan, güvenceli iş için direnebilen bir demokrasi cephesi oluşturulması artık çok daha olasıdır. Faşist dalgayı mutlaka kıracağız!
İstanbul’da Bakırköy mitingi yanı sıra çeşitli siyasi yapı ve sendikalar tarafından Taksim’in zorlanması da anlamlıdır. Bu dönemde kitlelerin buluşmasının ve özgüven kazanmasını önemseyen bir yaklaşımın yanı sıra politik olarak Taksim mevzisinden vazgeçilmediğinin ve kitlelerin buluşması kadar faşizme kafa tutan “Sizden Korkmuyoruz!” diyen çizginin ifade bulması da moral verici ve yerinde olmuştur.
3
Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2016
İNŞAAT, KENTSEL RANT, SAADET ZİNCİRİ VE ÇÜRÜME M. SİNAN MERT
Ev fiyatlarının artması hem inşaat furyası açısından hem de orta sınıfın AKP’ye ürettiği rıza açısından oldukça belirleyici. Şirketler yüksek borçluluk oranlarını döndürebilmek için konut satışlarını sürdürebilmek durumundalar. Erdoğan’ın Merkez Bankası ile giriştiği meşhur faiz düellosunun arkasında da faizleri düşürerek konut tüketimi çarkının dönmesini sağlamak olduğu biliniyor.
4
T
ürkiye’de siyasi iktidarların inşaat ile kurdukları özel bağın çözümlenebilmesi aslında ülke siyasi tarihi ile ilgili çok önemli sonuçlar çıkarmamızı sağlayabilir. Hiçbir zaman teknoloji üretebilir bir ülke olamayan, sanayileşmesini de büyük oranda emek yoğun sektörlerde gerçekleştiren1 bir ülke olarak Türkiye için siyaset ve sermaye arasında kurulan ilişkinin önemli boyutlarını inşaat sektörü üzerinden takip edebilmek mümkün.
AKP VE İNŞAAT SEKTÖRÜ
1990’ların ikinci yarısından itibaren öncelikle belediyelerde iktidara gelen siyasal İslam, kentsel rant üretiminin parti politikaları açısından ne kadar hayati bir duruma geldiğini çabucak anladılar. Kentsel rantlar hem kendi zenginlerini yaratmak açısından kritik önemdeydi hem de yoksullarla kurulan patronaj ilişkisinin finanse edilebilmesi açısından bunların devamlılığı hayati
önemdeydi. Böylece işçilerin reel ücretlerini yükseltmeden toplumun en güvencesiz kesimlerine aktarılacak fonlar yaratılabildi. Bu fonların aktarımı AKP’li belediyeler ve tarikatlar eliyle gerçekleşince toplumun İslamileştirilmesi açısından da önemli bir rol oynadı. Erdoğan ve partisi, yandaş şirketleri ve belediyeleri aracılığıyla kurdukları mekanizmayla paralel bir vergi sistemi inşa ettiler. Bu paralel vergi sistemi, kent yoksullarının oylarının güvence altına alınması için gerekli fonları güvence altına aldı. 2001 krizi sonrasında bankalara biçilen yeni misyon ise büyük şirketlere borç vererek, kümülatif bir geri ödeme krizine sebep olamamak için daha ziyade bireysel bankacılık hizmetlerine yoğunlaşmak olacaktı. Bankaların bireylere açtıkları krediler sonrasında konut ve araba satışlarının belli bir istikrarda tutulması amaçlanmaktaydı. Türkiye ortalama hane halkı borçluluk oranının görece düşük seviyeler-
de olması bu açıdan kredi piyasasında önemli bir atılıma yol açtı.2
KÜRESEL KRİZ VE 2008
Özellikle 2008 krizi sonrasında dünyada yaşanan krizin çözümü için başta ABD ve Avrupa Merkez Bankalarının hayata geçirdiği miktarsal kolaylaştırma (quantitative easing) politikaları yükselen piyasalardan biri olarak görünen Türkiye’ye düşük maliyetli yabancı fon girişini arttırdı. Yüksek düzeyde döviz girişi Türk parasının değerini görece yüksek seviyede tuttuğu için dışarıdan döviz cinsinden borçlanma maliyetleri düşük bir seviyede kaldı. Türk lirasının yüksek değeri sanayi için ekstra bir yük yarattığı için özellikle ara mal üretiminde büyük bir düşüş yaşandı, aramaları ithalatının artması sonrasında sanayinin milli gelirden aldığı pay da büyük oranda azaldı. Sanayi şirketlerinin önemli bir kısmının inşaat alanında yatırımlarını arttırdığı gözlendi. Bunun en tipik örneği Türkiye’nin
Mayıs 2016 / Sosyalist Dayanışma
“teknoloji devleri”nden Vestel’in sahibi Zorlu’nun İstanbul Zincirlikuyu’da Karayolları arazisi üzerinde gerçekleştirdiği AVM ve rezidans inşaatı verilebilir.
İMALAT ERİYOR, İNŞAAT BÜYÜYOR
Bütün bu gelişmeler sonrasında 2003 yılında GSMH’nin %17,6’sının oluşturan imalat sanayinin payı %15,6’ya geriledi. Aynı dönemde ise inşaat sektörü payını arttırdı. 2014’te %4 olan oran 2015’te %4,4’e çıktı. Gayrimenkul faaliyetlerinin payı ise %8,5’ten %9,7’ye çıktı. İmalat sanayi oranındaki bu düşüşü yatırımlardan takip edebilmek de mümkün. 2012-2015 arasında toplam yatırımlar içinde imalat sanayinin payı %35’den %29’a kadar geriledi. Söz konusu oran 2008 krizi öncesinde zirvesine %46’ya ulaşmış idi. İnşaat sektörüne yapılan yatırımların oranı ise %20’lerde. İnşaat sektöründeki yatırım oranları, 2008 krizi sonrasında iç pazarı canlandırmak için inşaat yatırımlarını arttıran Çin’den bile daha yüksek görünüyor. Bu durum aslında Türkiye sermayesinin yüksek karlılık oranlarının peşinden giderek üretken alanlardan daha fazla uzaklaşarak, inşaat sektörüne yöneldiğini gösteriyor. Özellikle Türk lirasının görece değerli olduğu yıllarda ara malı ithalatının giderek artmış olması da ülke sanayinde ortaya çıkan zafiyetin bir diğer açıklaması olarak okunabilir. Her ne kadar 2015 yılında Türk lirası %20 oranında değer kaybetmiş olsa da bu şimdilik yerli sanayinin ithal ikamesini gerçekleştirebildiğine dair bir işaret ortaya çıkarmış değil. Ancak Türk lirasının değerlenmesi korkusu, uzun süre döviz cinsinden borçlanarak kur farkını üstlenmiş sermayenin artık daha fazla yerli para üzerinden ve ülke içinde bankalardan borç almasını teşvik etmiş görünüyor. Bankaların dağıttığı tüm krediler içinde gayrimenkul şirketlerinin borçlarının payı 2010’larla birlikte astronomik olarak artmış görünüyor. 2000’lerin başında %3’lerde gözüken bu oran geçtiğimiz yıl itibariyle %8 olmuş durumda. Gayrimenkul şirketlerinin borçları bütün şirket borç-
larının %20’si büyüklüğünde. Sektörde geri ödenemeyen borç oranı son 5 yılda 2 katına artmış durumda. 2016’nın ilk 3 ayında iflas eden şirketlerin %20’si inşaat sektöründe. Türkiye’de konut fiyatları son 5 yılda genel olarak 2 kat artmış durumda. Bu oranın İstanbul için 2,5 kat olduğu belirtiliyor. 2015 yılında küresel ev fiyatları endeksinin zirvesinde %18’lik artışla Türkiye bulunuyor (http:// www.bloomberg.com/news/articles/2016-04-25/danger-signsin-world-s-top-housing-marketas-developers-falter). Ev fiyatlarının artması hem inşaat furyası açısından hem de orta sınıfın AKP’ye ürettiği rıza açısından oldukça belirleyici. Şirketler yüksek borçluluk oranlarını döndürebilmek için konut satışlarını sürdürebilmek durumundalar. Erdoğan’ın Merkez Bankası ile giriştiği meşhur faiz düellosunun arkasında da faizleri düşürerek konut tüketimi çarkının dönmesini sağlamak olduğu biliniyor. Gerçekten de bu alanda sıkıntının olduğu görülüyor. TÜİK verilerine göre ipotekli konut satışları 2016 Mart ayında bir önceki yılın aynı dönemine göre %14,3 oranında azalmış vaziyette. Aynı dönemde ipotekli konut satışlarının oranı %33,1’e gerilemiş durumda. 2015 yılında mortgage faizlerinin %11’den %15’e yükselmiş olması da bu sonucun ortaya çıkmasında önemli bir etmen gibi görünüyor.
ÖZEL HARP VE İNŞAAT
Merkez Bankası başkanının Saray’ın isteği doğrultusunda değişmiş olması faizler konusunda ne kadar radikal değişimler ortaya çıkaracak göreceğiz. Yeni başkan Çetinkaya, ilk faiz ayarlamasında faizlerin üst limitinde düşük bir indirim yaptı fakat bunun banka faizlerini radikal bir biçimde etkilemesi beklenmiyor. Merkez Bankası ve hükümet şöylesi bir açmazla karşı karşıya: Türkiye’de finansal göstergelerde büyük alt üst oluşlar yaşanmaması için dışarıdan belli oranda kaynak girişi gerekiyor. Fakat bu kısa vadeli sermaye hareketleri için ekonominin en önemli kriteri yüksek faiz-düşük enflasyon. Dolayısıyla faizleri düşürüp
enflasyonu arttırmak kısa vadeli sermaye hareketlerinin getirisini azaltacağı için mali olarak bir açmaza işaret ediyor, sermaye girişinin azalması bu sefer daha astronomik faiz artışlarını gündeme getirebilir. Dolayısıyla AKP daha agresif politikalarla kentsel rantlar üreterek olası bir başkanlık referandumu öncesinde hem sermaye çevrelerini hem de orta sınıfları tatmin etme basıncı ile karşı karşıya. Bunun için İstanbul’un Kuzey Ormanları’nı ve Silivri bölgesinin rant değerini yükseltecek adımlar atılıyor. 3. Köprü otoyollarının devreye girmesi ve SilivriTrakya bölgesini canlandıracak suni Boğaz projesi hayata geçirilmek isteniyor. Son torba yasada “su yolu” düzenlemesi ile Kanal İstanbul’un inşasına başlanmasını kolaylaştıracak düzenlemeler yapıldı. Ayrıca kamu güvenliği ile yıkım ve zorunlu kamulaştırma arasında bağın güçlendirilmesi de AKP’nin Kürdistan’daki savaşı da kentsel rantlar yaratma amacıyla kullanma azmini gösteriyor. Burada tek amacın kentsel rant yaratma aynı zamanda bir nüfus düzenlemesi yapmak olduğu da sır değil. AB ile yapılan mülteci anlaşması sonrasında Kürt nüfus yoğunluğu olan bölgelerde seyreltme amacıyla “kentsel dönüşüm” bir araç olarak kullanılabilir.
AKP, inşaata dayalı bir kalkınma modeliyle kriz koşullarında rant ekonomisini sürdürmeye çalışıyor. Ancak bu hamleler şimdilik gelecek krizin faturasını büyüterek bir erteleme gerçekleştirmek öteye geçemiyor. Dünyadaki negatif faiz oranları bir biçimde ülke altyapısının sonuna kadar yağmalandığı ve değer üreten sektörlerin zayıflaması pahasına finanse etmeye devam ediyor. Sosyalizmin barınma hakkını esas alan sosyal konut projeleri hem toplum hem de kent için en sağlıklı çözüm olurdu. Konutun bir rant aracı değil de sağlıklı barınma sunacak bir araç olarak görüldüğü, kent ile kırın dengeli büyüdüğü, metropoller yerine orta büyüklükte çok sayıda kentin geliştirildiği, halkın borçlanma gereği duymaksızın vatandaş olmaktan kaynaklanan hakkıyla sağlıklı sosyal konutlara hayatını idame ettirdiği bir yaşam üzerine daha fazla düşünce ve mücadele üretmek zorundayız. Rant politikası kentleri yağmalamakta ve bilinçleri çürütmekte. AKP’nin yarattığı ve giderek içinde boğulduğu çürümenin kentsel rant yaratma mekanizmalarından bağımsız algılanamayacağı çok açık.
RANT DEĞİL BARINMA AMAÇLI KONUT ÜRETİMİ
Engels, Konut Sorunu kitabında yoksulların kent merkezlerinden uzaklaştırılma politikasının nasıl bir kentsel rant yaratma mekanizmasının temeli haline dönüştüğünü vurgularken şöyle demişti: “Bonapartçılık (siz bunun özel olarak AKP, genel olarak Türkiye sağı olarak okuyun) bu eğilimi, Haussman kanalıyla, Paris’te dalavere ve bireysel zenginleşme uğruna büyük ölçüde sömürmüştür.” AKP de kenti ve doğayı sermaye için rant kaynağı haline getirerek iktidarının dayandığı saadet zincirini sürdürmeye çalışıyor. Nüfusunun 25 milyona çekilmesi planlanan her santimetrekaresiyle yağmalanırken ortaya giderek yaşanamaz, nefes alınamaz, caddelerinde ilerlenemez bir heyula çıkıyor.
1) Bu durumun baş sorumlusu TÜSİAD’ın vasıfsız-düşük ücretli işçi profilinden şikayetçi olması ne büyük bir yüzsüzlük: “ Türkiye’de işgücü maliyetlerinin ucuzluğunun önemli bir rekabet aracı olduğu kadar, aslında Türkiye kapitalizminin gelişiminin önündeki en önemli yapısal engellerden biri olduğu…” (TÜSİAD yayınları, Sanayi 4.0, Türkiye’nin Küresel Rekabetçiliği için gereklilik olarak Sanayi 4.0) 2) 2002-2016 döneminde hanehalkı borç stoku, GSYH’nın %2’sinden %19’una yükseldi. Özel kesim dış borç stoku da 2004’te GSYH’nın %18.7’si iken 2014’te %34.4’e yükseldi. (AKP’nin Ekonomide 12 yılı, Mahfi Eğilmez, http:// www.mahfiegilmez.com/2015/04/ akpnin-ekonomide-13-yl.html)
5
Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2016
1 MAYIS’LA BAŞLAYAN UYANIŞ EYLÜL BAYSAL*
Her 1 Mayıs’ta yine alanlarda olacağız. Ben de haklarım için mücadeleye ve direnmeye devam ediyorum. Ve edeceğim. Damla damla akıttığım alın terimi ve son dönem işçi ve emekçilere dayatılan saldırılarda kıdem tazminatı hakkımı gasp ettirmeyeceğim.
6
K
öleci bir toplum, kültüründe başladı benim işçilik hikâyem, “İşim mi bana sahip, ben mi işime sahibim”i sorgularken tanıştım ağa babalarının ateşe üfleyen kuru ağızlarıyla. Gerçekten tatlı dil yılanı deliğinden çıkarıyormuş yoksa başka hangi dil işçileri resmi tatil ve senelik izinlerinden vazgeçirebilir ki. Patronun işçilere “Biz burada aileyiz, evden çok burada zaman geçiriyoruz” demesi işçilerin olaya duygusal bakmasını sağlayarak kendi haklarını sorgulamaktan çekinmelerine neden oluyor. Eee işin ucunda aile olunca akan sel de durur. Evet! Bir neden daha var. O da “Eğer haklarımı ararsam işten kovulurum.”, “Doğalgaz, elektrik, su faturalarını, kirayı ödeyemem.”, “Kendimi değil de en çok çocuklarımı düşünüyorum.” Bu replikler hemen hemen her işçinin dilinde. Yani anlayacağınız işsizlik ve aç kalma korkusu. Şimdi bir fabrika hayal edin, işçilerin 1 Mayıs’ta çalışmamak için dua ettikleri. Gülünç geliyor değil mi? Aslında benim hikâyem tam da bu noktada başladı. Çalışma arkadaşlarımın da benimle aynı sevinci yaşamalarını isterdim ama onlar kaderlerine razı olup çalışmayı seçtiler. Ertesi gün 1 Mayıs’ın sendikalı işçilerin bayramı olduğu saçmalığını duydum patronumdan ve ekledi. Sadece
dini bayramların tatil olduğunu söyledi. Buna karşı olduğumu söyleyince ateistlikle suçlandım. Bir buçuk yıl kadar haklarımı istedim tabi kadın olduğum için de patron nezdinde bir işçi olarak da görmezden geliniyordum. Ama ben yılmıyor her defasında haklarımı istediğimi dile getiriyordum. Bir 1 Mayıs daha gelip çattığında bu defa işe gelmeyenler bir daha gelmesin denildi. Bu cümle benim için söylenmişti. Tabi gitmedim arkadaşlarda elektrik gittiği için altı saat çalışmışlar ve dört saatleri maaştan kesildi. Kurban Bayramı’na yaklaşmak üzereydik. Çok çalıştırılıyorduk. Arife günü geldiğinde kimse çalışmak istemedi yorgunluk isyan ettirmişti insanlara. Patronla konuşmak istediler ama gelmedi. Kapının ardından olan bitenleri dinliyordu. Ailede olur bazen böyle şeyler(?) Ustalar makinalara oturmamızı söyledi. Kimse oturmak istemedi. “Patron gelmeden çalışmayacağız.” dedim ve beni patronun odasına gönderdiler. Beni gören patron hakaretler ve küfürler yağdırmaya başladı. Sonra malum son oldu. İşten kovdu. Haklarımı istedim vermedi. Kadın olduğum için emeğimi ve beni hafife aldı ve hiçe saydı. Dava açtım ve ilk zamanlarda hemen hemen her gün arayıp uzlaşmak istediklerini söylüyorlardı. Sendikamla ve avukatla geleceğimi söylediğimde bir bahane bulup görüşülecek günün tarihi ve saatini değiştiriyorlardı. Bir yıl sonra davayı kazandım ve işime geri döndüğümde patron tekrar bir iş sözleşmesi imzalamam gerektiğini söyledi. Bir dakika sonra sekreter çok kalın bir dosyayla içeri girdi. Bunların hepsini çarçabuk imzalayıp işe hemen başlamamı söylediler. Ben anladım ortada bir kandırmacanın daha döneceğini. Bıkmadan sıkılmadan o kalın dosyayı tek tek okuyup imzaladım. Ben okudukça patronun rengi değişiyordu. Anlam verememiştim ilkin ama orta sayfaya gelince “kendim isteyerek istifa ediyorum” yazısıyla karşı-
laşınca bukalemun gibi renk değiştirmesinin nedenini anladım. Yalandan “Bunu anlamadım? Ne demek istiyor” dedim. O da bana “Her sözleşmede olur. Kesinlikle imzalaman gerekiyor” dedi. Tabi tarih yok üzerinde. Onun canı ne zaman isterse o zaman kovsun diye. Yahu arkadaş ben sendikalıyım, dava açıp kazanmış gelmişim, halen nasıl kandırabileceğini düşünüyor, anlamış değilim! “Sigortamın girişi hangi gün olursa, o zaman gelir çalışırım” dedim. Hemen ertesi gün yaptılar. Hemen ertesi gün gittim ama tanıdığım kimse kalmamış birkaç kişi dışında. Geri kalanı hep göçmen işçi olduğunu gördüm. Daha makineye oturmadan patronun beni çağırdığını söyledi sekreter. Dava açıp işe geldiğimi kimseyle konuşmamamı ve aksi halde işime tekrar son vereceklerini söyledi. Bende ikili diyaloglarımın onu ilgilendirmediğini söyledim ve çıktım odadan. Paydos olunca arkadaşın birine hikâyemi anlattım sonra herkes tek tek yanıma gelip sormaya başladı. Doğru olduğuna inanamıyorlardı. Ertesi gün kimse benimle tek bir kelime dahi konuşmadı sonradan anladım ki benimle konuşmaları yasaklanmış. Her şey yasaklanmıştı bana. Mobbing başladı. Servis vermediler. Bende işten çıktım direk, notere gittim haklı sebeplerle işten ayrıldığımı ve tazminatımı istediğimi belirten bir yazı gönderdim. Tazminatımı vermediler. Şimdi tazminat davası açtım. Her 1 Mayıs’ta yine alanlarda olacağız. Ben de haklarım için mücadeleye ve direnmeye devam ediyorum. Ve edeceğim. Damla damla akıttığım alın terimi ve son dönem işçi ve emekçilere dayatılan saldırılarda kıdem tazminatı hakkımı gasp ettirmeyeceğim. 1 Mayıs’ın coşkusuyla herkesi selamlıyorum. *Esenyurt’tan BATİS Üyesi
Mayıs 2016 / Sosyalist Dayanışma
28 NİSAN, İŞ CİNAYETLERİNİ ANMA VE YAS GÜNÜ İLAN EDİLSİN
D
ünyada her yıl savaşlardakinden daha çok insan çalışırken ölüyor. Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (ILO) göre; her yıl 2 milyon 300 binden fazla kadın ve erkek çalışırken hayatını kaybediyor. Çalışanlar yılda yaklaşık 337 milyon ‘kaza’ya maruz kalıyor ve 160 milyon kere çalışma nedenli hastalıklara yakalanıyor. Her 15 saniyede bir, 1 işçi çalışırken ölüyor, her 15 saniyede bir, 160 işçi “iş kazası” geçiriyor. Her gün 6 bin 300 işçi çalışırken ölüyor. Ülkemizdeyse her gün ortalama 3 ila 8 işçi, iş cinayetlerinde hayatını kaybediyor. Meslek hastalığına yakalandığı için sağlığı kaybeden ve ölüm sebebi genellikle bu hastalık olan çalışanların istatistiği ise bilinmiyor bile. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin sahadan gelen bilgilerle oluşturduğu rapora göre 2016 yılı ilk 3 ayı 2012 yılından bugüne en çok iş cinayetinin yaşandığı ilk üç ay olarak tarihe geçti: “Yazılı, görsel, dijital basından takip edebildiğimiz, emek-meslek örgütlerinden gelen bilgiler ile işçiler, işçi yakınlarının bildirimleri ışığında tespit edebildiğimiz ve her gün güncellenen bilgiler ışığında 2016 yılının ilk üç ayında yaşanan iş cinayetleri şöyle: Ocak ayında en az 115 işçi, Şubat ayında en az 143 işçi, Mart ayında ise en az 157 işçi yaşamını yitirdi. Bu yılın ilk üç ayı itibarıyla ülkemizdeki şiddetlenen savaş ortamı ile birlikte sermayenin işyerlerinde uyguladığı baskı ve zor rejiminin en görünür biçimi olan iş cinayetlerinde artış gözüküyor. 2016 yılının ilk üç ayında iş cinayetleri sonucu en az 415 işçi kardeşimiz aramızdan ayrıldı ve kayıt tutmaya başladığımız 2012 yılından bugüne en çok iş cinayetinin yaşandığı ilk üç ay olarak tarihe geçti” * Kar hırsıyla ağır çalışma koşullarını normalleştirilmesi, haf-
tada 6-7 gün 16 saatlere varan çalışma saatleri, 3 kişinin yapabileceği işlerin 1 kişiye yaptırılması, düşük ücretler, borçluluk ve işsizlik tehdidi ile işçilerin tüm kötü koşullarına razı edilmesi iş cinayetlerini ve meslek hastalıklarını artırıyor. Buna karşı bu olumsuzluklar örgütlenmeyi zorlaştırıyor. “Hayır” diyen, itiraz eden işçiler; susması için bilakis diğer işçiler tarafından baskılanıyor. Ellerindeki erzak gibi son sosyal hakların da kaldırılmasından korkup kötü çalışma koşullarına itiraz eden işçiye daha fazla konuşmaması için ricada bulunuyorlar. Veya onu yalnızlaştırarak cezalandırıyorlar. Sermayenin saldırısı hız kesmiyor. Bu saldırıyı meşrulaştıran ve sürekliliği için tüm aygıtlarını kullanan devlet iş cinayetlerini önlemek için hiçbir çaba harcamıyor. Soma’da 301 maden işçisinin hayatına mal olan cinayet davasında bir arpa boyu yol gidilemezken tek tek yaşanan iş cinayetlerinin ve meslek hastalıklarının istatistikleri tutulmuyor. Patronlar iş cinayetlerine karşı soruşturmalara, davalara dâhil bile edilmiyor. Üstüne durmadığımız, takipçisi olmadığımız davalarda patronlar sanık addedilmiyor. Ya da baştan savma bilirkişi raporlarıyla kusursuz bulunup beraat ettiriliyorlar. İşçiler Ayda sekizer onar ölürken veya karın tokluğuna yarına çıkmaya çalışırken iş yerlerinde
yaşadıkları baskı, hakaret ve tehditler gündem bile olmuyor. İşçilik onuru çok zaman evvel önemli olmaktan çıkmış durumda. İş cinayetlerine karşı uygulanan bu cezasızlık politikası emekçinin kendi gözündeki değerini de yitirmesinde oldukça başarılı olmuş durumda. Zira Çorlu’da bir fabrikada iş cinayetinde ölen işçi arkadaşlarının cenaze töreninde “Bugünü maaştan keserler mi acaba?”, “Pazar günü mesai olsa da çalışsak” diye muhabbet eden ve cenaze törenine başsağlığı dilemeye gelen başka fabrikalardan işçileri provokatörlükle suçlayan bir işçi kitlesi ile karşı karşıyayız ve onurumuzu tekrar kazanmak zorundayız. Daha geçen yaz Edirne’de bir özel madende iş cinayetinde hayatını kaybeden 24 yaşındaki işçi arkadaşımızın geride bıraktığı eşi ve 2 çocuğu için 50 bin Türk lirası tazminatın bin bir hakaret ve zorlama ile verilmesine karşı ölen arkadaşımızın yok sayılan hayatı, emeği ve onuru işin örgütlenmek ve bu davalara sahip çıkmak zorundayız. Bu yüzden iş cinayetlerinin takipçisi olmak ve sorumluların ciddi yaptırımlarla karşılaşması için mücadeleyi yükseltmek zorundayız. İş cinayetlerini unutturmamak, bir daha yaşanmaması için ilk adım olacak. 28 Nisan Uluslararası Çalışma Örgütü tarafından 2001’de “Dünya Çalışma Güvenliği ve
SEVGİ EVRİM
Sağlığı Günü” ilan edildi. 2013 yılı itibariyle bu gün dünyada otuzu aşkın ülkede resmi olarak “Anma ve Yas Günü” kabul edilmiştir. Birçok ülkede de 28 Nisan’ın Anma ve Yas Günü ilan edilmesi için kampanyalar sürdürülmektedir. Bu nedenle biz çalışanlar, 28 Nisan’ın ekmeğini kazanırken hayatını kaybedenler ve geride kalanlar için ANMA VE YAS GÜNÜ ilan edilmesini istiyoruz. İş cinayetlerinde hayatını kaybeden emekçilerin unutulmaması bu cinayetlerin bir daha yaşanmaması için şart. Yine iş cinayetlerinin sorumlularının cezasız bırakılmaması için cezasızlığa karşı mücadele etmek zorundayız. İşçi ailelerin dayanışması, sendika, dernek, vakıf ve diğer tüm işçi örgütlerinin iş cinayetlerine karşı çalışma hattı oluşturması ve çalışma sahalarında örgütlenerek bu mücadelenin yükseltilmesi için örgütlenmek zorundayız. Bu yüzden 28 Nisan’ın ekmeğini kazanırken hayatını kaybedenler ve geride kalanlar için ANMA VE YAS GÜNÜ ilan edilmesini istiyoruz. * İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi
7
Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2016
LAİKLİK NEDEN TARTIŞILIYOR? M. SİNAN MERT
M
eclis Başkanı’nın “Yeni anayasada laiklik ilkesine gerek yok” demeci laiklik eksenindeki tartışmayı alevlendirdi. Alevlendirmesi de çok doğal. Siyasal İslamcı bir faşist rejim inşasında laiklik muhakkak ki yeniden tanımlanmak istenecektir. Yeni bir rejim inşası gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Bu süreçte eski rejimin temel parametrelerinin değiştirilmeyeceğini düşünmek kadar büyük bir saflık olamaz. Özellikle Gezi sonrasında hegemonya kurma kapasitesi azaldıkça daha da İslamcı bir noktaya doğru çekilen Saray/ AKP iktidarının, İslamcılığın temel çelişki odağı olarak gördüğü “Batıcı laikler/dindar millet” ekseninde bir dönüşümü gündeminde tuttuğu çok açık bir gerçek. Kahraman, demeciyle bunu daha da görünür hale getirdi. Soru 1: Kahraman neden böylesi bir zamanlamayı tercih etti? Burada iki değerlendirme var. Birincisi Kahraman’ın bir gaf yaparak böylesi bir demeç verdiği yönünde. Kendisi de zaten son-
8
rasında söylemi yumuşattı, kendi fikirlerini açıkladığını söyledi. Gaf olasılığı çok yüksek görünmüyor. Sonuçta kısa vadede hazırlanması düşünülen bir anayasa taslağı var ve bunun içinde laiklik ve İslam meselelerinin nasıl ele alınacağı AKP ve tarikatlar açısından son derece önemli. AKP içinde son dönemde gruplaşmaların arttığı, gerilimlerin yükseldiği de görülüyor. Davutoğlu kanadı zaman zaman anayasa meselesinin beklemeye alındığına dair sinyaller veriyor. Bu tarz sinyaller Saray açısından hoş karşılanmıyor. Laiklik tartışması aslında sadece başkanlık meselesinden dolayı anayasa meselesine ısınamayan İslamcı tabanı motive etmek için en önemli araç. Anayasada İslam’a dair bir referansın konulması ve laiklik vurgusunun en azından etkisizleştirilmesi İslamcıların zafer hissine ulaşmaları için mecburi. Ayrıca olası bir referandumda AKP’nin sadece başkanlık propagandası ile çoğunluğu elde etmesi hala risk altında görünüyor. Dolayısıyla temel tartışma zeminini din/laiklik eksenine çekmek AKP açısından akıllıca bir tercih olarak görülüyor olabilir. Yani Kahraman’ın bu demeci anayasa çalışmalarını düşük tempoda götürmeye çalışan kanada bir salvo şeklinde okunmalı. Alevlenen laiklik tartışması anayasa taslağının daha çabuk hazırlanması konusunda bir basınç yaratacaktır. Soru 2: Saray/Erdoğan tartışmayı neden düşük profilli bir zeminde tutuyor? Aslında laiklik mevzusu Erdoğan’ın muhtarlar toplantısında üzerinde en çok konuşmak isteyeceği konulardan birisidir. Fakat şu anda kendi konumunu çok rahat ve güvenli olarak algılamıyor. Ordu ile Kürdistan’daki savaş üzerinden geliştirilen ittifak Erdoğan’ın başkanlığa yürüyebilmesi için kritik önemde. Fa-
kat laiklik, ordu ile AKP arasında en netameli konu. Laiklik tartışmasının Kemalizm’in son kalesi olduğunun asker de farkında. Erdoğan laiklik tartışmasının şu aşamada derinleşmesini çok tercih etmeyen bir görüntü verdi. Hatta her yerde Mısır’da Müslüman Kardeşler’e nasıl laiklik tavsiyelerinde bulunduğunu anlatıyor. Erdoğan’ın Kahraman gibi düşündüğünü çok iyi biliyoruz. Fakat kontrolden çıkan bir laiklik tartışmasının “yerli/milli” anti Kürt ittifakını çatlatma olasılığı sahici. Erdoğan’ın tavrından bunu anlayabiliriz. Soru 3: Laiklik tartışması sosyalistlerin tutum alması gereken bir tartışma mıdır? Kesinlikle evet. Laikliğin Türkiye’de şimdiye kadar ne olduğu tartışmasından bağımsız olarak karşımızda dinsel boyutu çok güçlenmiş bir milliyetçiliği temel referans alarak faşist bir başkanlık (Necip Fazıl’ın ‘Başyücelik Devleti’ temel feyz noktalarından biri) rejimi kurmak isteyen bir güç var. İslamcılık bu anlamıyla bir tür ırkçılık halini alma aşamasına gelmiş durumda. Topluma bir inancı dikte noktasında çok önemli eşiklerden bir tanesi de laiklik meselesinde İslamcıları istediği yönde dönüşümlerin gerçekleştirilmesi. Bir inancın devlet tarafından dikte edildiği hiçbir rejim sosyalistler tarafından kabul edilemez. Şovenizme, ırkçılığa karşı nasıl direniliyorsa topluma bir dini kimlik dayatan bu anlayışa karşı da en geniş birlikteliği kurarak mücadele etmek gerekir. Fakat burada nasıl bir karşı hegemonya inşa edilebileceği konusu çok önemli. Geleneksel “Türkiye laiktir, laik kalacak” lakırdısına takılmak bu alanda yenilgiyi baştan kabul etmek anlamına gelecektir. Türkiye’de dinci baskıya karşı özgürlük mü-
cadelesi ancak genel bir demokrasi cephesinin ayrılmaz bileşeni haline gelebilirse başarılı olabilir. Türkiye bu haliyle ne laiktir ne de özgürdür. Var olanı koruma perspektifine sahip bir mücadele yenilmeye mahkûmdur. “İzmirli teyzeler haklıymış” kolaycılığına sığınanlar AKP karşısında yeni bir yenilgiye hazırlanmalıdır. Laiklik tartışması ülkenin genel demokrasi sorunu bir kenara bırakılarak, örneğin savaşa karşı barış mücadelesinden bağımsız ele alınarak başarıya ulaştırılamaz. Kahraman’ın sözlerinin kendilerini haklı çıkardığını düşünen Kemalistler çok yanılıyorlar. 13 yıldır sürekli derinleşerek yeni mevziler elde eden AKP iktidarı onların ısrarlı hatalarından beslenmeye devam ediyor. Sosyalistler ülkedeki tüm ezilenler için özgürlüğün teminatı bir mücadeleyi örgütlemekle mükelleftir. Ülkenin tüm demokrasi sorunlarını çözmeyi hedefleyen bir topyekûn özgürleşme çizgisi mutlaka kazandırır. Farklı düşünceleri ayrışma gerekçesi haline getirmeyen, Saray’ın diktatörlük hevesine karşı en geniş mücadele birliğini kuran ancak bu birliğin içinde de hegemonya mücadelesini asla bırakmayan bir duruşa ihtiyacımız var. 2 sayı önce arka kapağa “Barış, Güvenceli Çalışma ve Demokratik Laiklik mücadelelerini kaderi ortaktır. Ya birlikte kazanacağız ya da birlikte uçuruma yuvarlanacağız” demiştik. Hala bu noktadayız. Soru 4: IŞİD’in Bursa eylemi bu süreçle alakalı mıdır? Kesinlikle. Ülkede laiklik tartışmasının alevlenmesi IŞİD için çok bereketli sonuçlar yaratabilir. Siyasal İslam’ın radikal kanadındaki unsurlar AKP’nin görece reel-politik tavrındansa demokratik laikliği savunan kesimlere saldırıya geçen tutuma daha sıcak bakabilir. IŞİD bu olanaktan yararlanmak isteyecektir.
Mayıs 2016 / Sosyalist Dayanışma
BALON PATLADI, ASGARİ ÜCRET 1100 TL OLUYOR!
2
016 başında hükümetin asgari ücreti 1300 liraya çıkarmasının ardından, Ekim ayında vergi dilimi indirimleri nedeniyle düşmesi gündeme gelmişti. NTV canlı yayınına katılan Bakan Mehmet Şimşek, “Asgari ücret vergisi için bir çalışma yapmıyoruz” dedi. Başka bir deyişle vergi nedeniyle net 1300 lira olan asgari ücret, Ekim 2016’da net 1230 liraya düşecek. Asgari ücret ile çalışan işçilerin eline Ekim, Kasım ve Aralık aylarında 1300 lira değil, 1230 lira 24 kuruş geçecek. Asgari ücretliden kesilecek 70 liralık ilave vergi sayesinde devlet 1 milyar 151 milyon lira kazanç sağlayacak. Asgari ücret seçim vaadi ise daha ilk açıklandığında, asgari geçim indiriminde net ücretin içine alınması ile eleştirilere neden olmuştu. Vergi ve bu indirim dikkate alındığında ise net 1300 lira olan vaadinin, ancak net 1150 lira olarak gerçekleştiği ortaya çıkmakta. Buna ek olarak Ocak 2016 ve Temmuz 2016’da normal olarak asgari ücretin artması gerektiği dikkate alınınca, aslında asgari ücretin normal yollarla bu seviyeye gelmesi söz konusu olacaktı. Öte yandan IMF’nin tavsiyeleri doğrultusunda iç tasarrufun artırılması için Bireysel Emeklilik Sistemi’nde katılımcı sayısını çoğaltmayı hedefleyen hükümet, planlanan ‘otomatik BES’te’ son aşamaya gelindiğini açıkladı. İlk aşamada çalışmaya devam edenler için isteğe bağlı, ancak yeni işe başlayacaklar için zorunlu olması düşünülen bir sistem için çalışanların ücretlerinden her ay en az 50 liranın kesilmesi de gündemde. Bu sistemin devreye girmesi ile asgari ücret yıl sonunda 1100 liraya kadar düşmüş olacak. Öte yandan hükümetin göstermelik seçim vaadi hala işverenlerin sızlanmalarına neden olmakta. Benzer şekilde artık kendini iyice hissettirmeye baş-
layan ekonomik kriz karşısında hükümet işverenlere ardı ardına akla gelmedik kolaylıklar sağlamakta. Bunlardan biride 14 milyarlık kıdem tazminatı kıyağı. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, kıdem tazminatıyla ilgili çalışmalarını sürdürürken, fona dönüşecek bir kıdem tazminatında işveren tarafından şu anda ücretin %8,33 kadar ödenen miktarın %3,5’e indirilmesi gündeme geldi. Bakanı ziyaret eden bir işveren derneğinin “Çalışma Bakanı Soylu, Bireysel Kıdem Tazminatı hesabı açılarak işverenin bu konudaki yükünün hafifleyeceğini işaret ederek, kıdem tazminatıyla ilgili yüzde 8,33 olan rakamın kademeli olarak yüzde 3,75’e indirilmesi için çalışma yaptıklarını belirtti.” şeklinde yaptığı açıklama da konuya açıklık getirdi! Hükümetin kıdem tazminatı ile ilgili ısrarının arkasında ise ülkedeki tasarruf oranının istenen düzeyde olmaması, yeni kurulacak fonlarla bunun arttırılması bulunuyor. IMF’nin son Türkiye raporu da bu kanıyı güçlendirmekte. IMF raporunda sermaye çıkışlarındaki olası hızlanmanın Türk ekonomisi için risk teşkil ettiği belirtilirken, “Ekonominin yapısal nedenlerle düşük seyreden iç tasarruf oranını artırmak
ve dış dengesizlikleri düşürmek suretiyle dengelenmesi önceliğini koruyor.” ifadelerine yer verildi. İddialı bir reform programı açıklayan Türk hükümetine, tasarrufları ve verimliliği artırmayı hedefleyen reformlara öncelik tanınması tavsiyesinde bulunuldu. Kıdem tazminatı önerisinin bu konuda sağlayacağı yararlar ise şunlar olacak: Öncelikle asgari ücretin işverenlere getirdiği yük bu öneri ile ortadan kaldırılmakta, işverene ayrıca daha fazla tasarruf imkânı tanınmakta. SGK tarafından açıklanan Ocak 2016 rakamlarına göre özel sektörde çalışan sigortalı sayısı 14,4 milyondur. Bütün çalışanların asgari ücretten (brüt aylık 1647 lira) sigorta ödedikleri kabul edilirse, işverenlerin hali hazırda kıdem tazminat yükü her işçi için bir aylık brüt ücret olduğundan yılda 23,7 milyar civarındadır. Kıdem tazminatı miktarının yıllık brüt ücretin %8,33 yerine %3,5’i olması halinde bu miktar 9,7 milyara düşecektir. Başka bir deyişle işverenlerin yükü yılda 14,1 milyar azalacaktır. Bu şekilde oluşacak bir fon ise ülkenin yıllık tasarruf oranının yarım puandan fazla artmasını da sağlayacaktır. Kaşıkla verdiğini kepçeyle almak dedikleri bu olsa gerek.
MEHMET AKYOL
Hükümetin kıdem tazminatı ile ilgili ısrarının arkasında ise ülkedeki tasarruf oranının istenen düzeyde olmaması, yeni kurulacak fonlarla bunun arttırılması bulunuyor. IMF’nin son Türkiye raporu da bu kanıyı güçlendirmekte. IMF raporunda sermaye çıkışlarındaki olası hızlanmanın Türk ekonomisi için risk teşkil ettiği belirtilirken, “Ekonominin yapısal nedenlerle düşük seyreden iç tasarruf oranını artırmak ve dış dengesizlikleri düşürmek suretiyle dengelenmesi önceliğini koruyor.” ifadelerine yer verildi.
9
Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2016
“DAYANIŞMA, EZİLENLERİN EN BÜYÜK SİLAHIDIR” Muzaffer Kaya ile Söyleşi
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan hakkımızda hakaret ve tehdit içeren bir konuşma yapmıştı. Ardından bütün havuz medyasında hedef gösterildik ve büyük bir saldırı kampanyası başladı. İşte Barış İçin Herkes bu saldırı dalgası karşısında yanımıza gelip dimdik duranlar tarafından fiilen kuruldu. Fiilen diyorum çünkü hesap edilmiş bir şey değildi. Barış İçin Herkes bir refleks dayanışma sonucunda ortaya çıktı.
10
“B
u Suça Ortak Olmayacağız!” bildirisine imza attığı için 16 Mart’ta tutuklanan ve 22 Nisan’da tahliye olan Barış İçin Akademisyenler İnisiyatifi üyesi Muzaffer Kaya ile Kadıköy’de Edebiyat Atölyesi’nde, “Üniversitelerde Diktatörleşme Süreci ve Ne Yapmalı?” paneli öncesinde buluştuk. Barış İçin Akademisyenler nasıl bir araya geldi? Barış için Akademisyenler 2012 yılının Kasım ayında Kürt siyasi tutsakların açlık grevi sürecinde oluştu. Çok sayıda üniversiteden 264 akademisyenin imzaladığı bu bildiride, söz konusu tutsakların taleplerinin haklı talepler olduğu ve bu talepler yerine getirilene kadar bunları derslerimizde, katıldığımız konferanslarda ve makalelerimizde işleyeceğimizi beyan etmiştik. İlk toplantımızı 2012 yılının Aralık ayında (yani henüz “çözüm süreci” hiç ortada yokken) yaptık. Bu toplantıda en dikkatimizi çeken husus, Türkiye’de akademik anlamda Kürt meselesi ve onun etrafındaki konulara ilişkin (çatışmalar ve müzakere süreçleri, barış ve barışma pratikleri, barışın toplumsallaşmasında kadınların rolü, eğitim sürecinde ana-
dillerinin entegrasyonu, savaşın ekoloji üzerindeki tahribatı gibi) bilgi birikimlerinin az ve yetersiz oluşuydu. Bunun üzerine bu konularda hızlıca bilgi üretimine gidilmesi gerektiğine karar verdik ve 12 aya yayılan bir çalışma programı taslağı geliştirdik. Derken Ocak 2013’de bir “çözüm süreci” başladı, ancak bu sürecin sağlam adımlarla ve kalıcı bir barışa doğru gidecek şekilde yürüyebilmesi için yukarıda söz ettiğimiz akademik bilgi eksikliğinin acilen giderilmesi gerekiyordu. Barış İçin Akademisyenler olarak amacımız; hem çatışmasızlık süreçleri hem barışı inşa ve toplumsallaştırma süreçleri konularında dünya genelindeki örnekleri inceleyerek akademik bilgi üretmek ve bu bilgiyi hızlıca kamuoyunun ve ilgililerin bilgisine sunmaktı. Bu amaçla çeşitli raporlar hazırlandı, zaman zaman bildiri metinleri imzaya açıldı. En son hazırladığımız bildiri metni “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisiydi. Bu sürecin ardından Barış İçin Herkes nasıl oluştu? 11 Ocak 2015’de “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildirimiz 1128 imzayla kamuoyuna açıklandıktan sonra hatırlarsanız Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan
hakkımızda hakaret ve tehdit içeren bir konuşma yapmıştı. Ardından bütün havuz medyasında hedef gösterildik ve büyük bir saldırı kampanyası başladı. İşte Barış İçin Herkes bu saldırı dalgası karşısında yanımıza gelip dimdik duranlar tarafından fiilen kuruldu. Fiilen diyorum çünkü hesap edilmiş bir şey değildi. Barış İçin Herkes bir refleks dayanışma sonucunda ortaya çıktı. Eğer akademisyenler hakikati söyledikleri ve barış işledikleri için suçlanıyorsa aynı “suçu” biz de işliyoruz o zaman, bizi de suçlayın! Bu tavır “sivil itaatsizlik” olarak adlandırılan demokratik mücadelenin en radikal eylem biçimlerinden birisidir. 1128 basit bir bildiri imzalama eylemidir, sonrasındaki bütün imzalar iktidarın açık zorbalığına “sivil itaatsizlik” yoluyla meydan okumadır. Barış İçin Herkes bu meydan okumanın kendisini yatay bir zeminde örgütlemesi ile ortaya çıktı. H a t ı r l a y a l ı m , Cumhurbaşkanı’nın hakaretlerinden sonra edebiyatçılar, sinemacılar, gazeteciler, sağlıkçılar, yayıncılar, mali müşavirler, turizmciler, hukukçular, fotoğrafçılar, müzisyenler, tribünler vs. onlarca liste ortaya çıktı. Daha sonra köklü liselerin mezunları,
Mayıs 2016 / Sosyalist Dayanışma
semt sakinleri gibi başka zeminlerde oluşan listeler de ortaya çıktı. Tüm bu imza listelerinin oluşumuna ön ayak olan insanların bir araya gelip bir koordinasyon oluşturmasıyla Barış İçin Herkes ortaya çıktı. Aynı amaçla hem İstanbul’da hem de Ankara’da toplantılar yapılıyordu birbirinden tamamen bağımsız olarak. Biz İstanbul’da kendimize ne isim koyalım diye tartışırken Ankara’da birilerinin Barış İçin Herkes ismini kullandığını gördük. Toplantıda kabul gördü ve 10 Şubat etkinliği öncesinde Barış için Herkes ismini ve logosunu kesinleştirdik. İlk etkinliğimiz bildiğiniz gibi 10 Şubat günü Şişli Kültür Merkezi’nde geçekleştirdiğimiz büyük buluşmaydı. 700 kişilik salona 1500 kişi sığmak zorunda kalmıştık. Bu etkinlikte tüm barış inisiyatifleri kendi sözlerini söylemişlerdi. Böylece barış sözünün boğulduğu günlerde ne kadar çok olduğumuzu ve birlikte yapabileceğimiz çok şey olduğunu görmüştük. Tutuklu kaldığınız süreçte dışarıda örülen dayanışma, cezaevi önlerinde tutulan nöbetler sizi nasıl etkiledi? Sizce bu tutukluluk süreci barış ve demokrasi mücadelesini nasıl etkiledi? Dayanışma kampanyası bizim için büyük moral kaynağı oldu. Aslında bizim şahsımızda Türkiye’nin batısında ifade özgürlüğü hakkı ve barış talep etme hakkı tutuklanmıştı. Bizim tutukluluğumuz sadece imzacı akademisyenlerin değil tüm demokratik muhalefetin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanacaktı. Hem bu hakikat hem de açık bir haksızlığa uğradığımız gerçeği herkesçe görüldüğünden
güçlü bir dayanışma kampanyası örüldü. Herkes elinden geleni yaptı bu süreçte görebildiğim kadarıyla. Yüzlerce mektup ve kart aldım. Bu arada gönderdiğiniz Sosyalist Dayanışma dergisi ve Edebiyat Atölyesi elime geçti. Dayanışmaevleri’nden gençlerin ve DirenÜniversite’li gençlerin gönderdiği mektuplar ve kartlar da çok çok güzeldi. Kartlardan birisi bizim isimlerimizin olduğu bir duvar yazısıydı ki Kıvanç’la bunu özellikle beğendik. Hep söylendiği gibi dayanışma ezilenlerin en büyük silahıdır. Kim haksızlığa uğruyorsa onun yanında olmak hem büyük bir erdem hem de iktidara karşı politik mücadelenin vazgeçilmezidir. Sorunuzun ikinci kısmına geçecek olursam, bizim ortak bir dayanışma kampanyası sonucunda ve tavrımızı koruyarak tahliye olmamız bence demokrasi ve barış mücadelesi açısından ileri doğru bir atılmış bir adım oldu. Şimdi tutuklanmamız öncesine göre daha güçlü bir konumdayız. Daha yüksek bir sesle barış ve demokrasi talebini dile getirebiliriz. Bence bu süreçte en büyük kazanımlarımızdan biri birbirinden çok farklı siyasi oluşumların ve bireylerin barış ve demokrasi mücadelesinde yan yana gelebilmesi oldu. Bu aslında Gezi’de gördüğümüz tablonun devamıydı. Nöbetlerde akademisyenler, CHP’liler, HDP’liler, LGBTİ bireyler, radika sol gruplardan gençler, sanatçılar, gazeteciler vs. birlikte çay içebildiler, sohbet ettiler ve elbette tartıştılar. Bunun çok anlamlı olduğunu düşünüyorum. Solda sözü çok edilen demokrasi bloku aslında bizim kampanyamızda fiilen kurulmuş oldu. Umarım demokrasi ve barış mücadelesinde önümüzdeki
günlerde de aynı genişlikte ve kapsayıcılıkta platformlar, kampanyalar, eylem birliktelikleri hayata geçirebiliriz. Bundan sonraki süreçte barış ve demokrasi mücadelesini güçlendirmek için neler yapılmalıdır? Öncelikle yaklaşan tehlikenin farkında olmalıyız. Saray kendi projesini hayata geçirebilirse bu başta sol muhalefet olmak üzere tüm ülke için tam bir felaket olur. Mevcut savaş üzerinden totaliter bir rejim inşa etme çabası içindeler. Bunu durdurmanın tek yolu demokratik Türkiye şiarıyla olabilecek en geniş mücadele cephesini kurmaktır. Elbette herkes için demokrasi. Üniversitelerde, mahallelerde (kentsel dönüşüm), köylerde (ekoloji) , Kürt coğrafyasında, fabrikalarda, plazalarda, inanç alanında, cinsel yönelim alanında, anayasada, kanunlarda, tüzüklerde, iş sözleşmelerinde, ailede, kreşte, hastanede, cezaevinde… Her yerde derinlemesine demokrasi, herkese demokrasi. Bu asgari zeminde birlikte yürüyebileceğimiz çok yol var. Umarım ki bizim bir mücadele sonucunda kazandığımız 22 Nisan başarısı, demokrasi ve barış mücadelesinin güçlenmesine bir vesile olsun. Barış içinde bir arada yaşayabileceğimiz, kimsenin ötekileştirilmediği bir Türkiye’yi kurabilecek tarihsel birikime ve toplumsal güçlere sahip olduğumuza inanıyorum. Yaklaşan büyük tehlikeyi bertaraf etmek ve demokratik Türkiye’yi kurmak için daha azimli, daha kararlı, daha dayanışmacı olmalıyız. Şimdi savunma pozisyonundan çıkıp geniş halk kesimlerine barışı, demokrasiyi ve gerçek laikliği anlatmanın zamanıdır. Teşekkür ediyorum.
Öncelikle yaklaşan tehlikenin farkında olmalıyız. Saray kendi projesini hayata geçirebilirse bu başta sol muhalefet olmak üzere tüm ülke için tam bir felaket olur. Mevcut savaş üzerinden totaliter bir rejim inşa etme çabası içindeler. Bunu durdurmanın tek yolu demokratik Türkiye şiarıyla olabilecek en geniş mücadele cephesini kurmaktır.
11
Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2016
ANAYASA MEHMET YILMAZER
1961 Anayasası “siyasal olarak” DP deneyinden hareketle “çoğunluk diktatörlüğü”ne gidişin yolunu kesmek için bazı örgütlenme özgürlükleri tanıyarak kısmi demokratik özelliklere sahip olmuştur. Aslında 1961 Anayasası tek parti döneminin “sınıfsız imtiyazsız” toplumundan sınıflı bir topluma geçişin kaçınılmaz itirafı ve buna göre bir siyasal yapı oluşturma çabasıdır.
12
Önce dokunulmazlıkların kaldırılması, ardından yeni anayasa için tartışmalarla siyasal gündem çok ısınacak! Anayasa tartışmalarının “demlenmeye bırakılmasını” isteyen Başbakan’a rağmen meclis başkanı bombayı patlattı. Başkanlık sistemi üzerine odaklanmış olan tartışmalar birden laiklik konusuna kaydı. Anayasa bir toplumsal sözleşmedir. Düzenin en genel çerçevesini çizer. Ancak hiçbir şekilde tabu veya değişmez değildir. Tam tersine toplumda önemli yapısal değişimler yaşanırsa anayasalar da kaçınılmaz olarak değişir. Biz de olan nedir? Bütün bu gürültüler ne anlama geliyor? Türkiye’de cumhuriyet dönemiyle sınırlı kalırsak başlıca dört anayasadan söz etmek mümkündür. 1921 ve 1924 Anayasalarına kurucu anayasalar olarak bakmak gerekir. İmparatorluk yıkılmış, onun küllerinden yeni bir düzen doğmaktadır. Bu anlamda 1921 ve 1924 Anayasaları kurucu anayasalardır. Bunlar dışında ilk önemli anayasa yenilenmesi 1961’de olmuştur. 1950-60 arasında ülkede önemli değişimler yaşanmıştır. 1950’de tek parti dönemi kapanmış, çok partili yıllara girilmiştir. Ülkede kapitalist gelişme yine bu yıllarda tek partili yıllara göre bü-
yük bir hız kazanmıştır. Ekonomik, sosyal ve siyasal yapı önemli değişimler geçirmiştir. Bütün bu değişimleri “olağan” yollardan yaşayamayan Türkiye, ilk askeri darbeyle tanışmıştır. Bu topraklarda gelenek olarak, bu devlet ve düzenin bir “sahipleri” vardır, bir de bu düzenin içinde yaşayanlar. Ülkenin ve devletin sahipleri gidişi beğenmedikleri için duruma askeri darbe ile müdahale ettiler. 1950’de tek partili dönem kapanmış, Menderes liderliğinde Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle “çok partili” dönem başlamıştır. Çok partili dönem demokrasi anlamına gelmiyordu. DP aldığı çoğunluk oylarına dayanarak hızla diktatörlüğe doğru yol aldı. “Komünist tutuklamaları” yapıldı, sendikalar kapatıldı ve iş gelip cumhuriyetin kurucu partisi CHP’nin kapatılma girişimlerine kadar dayandı. Oy çoğunluğuyla bütün gücü eline aldığını sanan DP, çok partili yıllardan hızla farklı bir tek parti diktatörlüğüne yol almaya başladı. Bu gidişin yolu 27 Mayıs 1961 askeri darbesi ile kesildi. Asker, Osmanlı alışkanlığını sürdürdü, “ulemayı” yani profesörleri toplayıp yeni bir anayasa hazırlattı. Bu anayasanın başlıca iki yönü ilgi çekicidir. 1961 anayasası “çoğunluk diktatörlüğünü
engelleme” kaygısı taşımaktadır. Bunun için ikili meclis yapısı getirilmiş, meclis ve senato oluşturulmuştur. Anayasayı teminat altına almak için Anayasa Mahkemesi kurulmuştur. Öte yandan devletin sahipleri ile “sivil politikacılar” arasındaki güç durumunu korumak için Milli Güvenlik Kurulu diye bir organ oluşturulmuştur. 1961 Anayasası “siyasal olarak” DP deneyinden hareketle “çoğunluk diktatörlüğü”ne gidişin yolunu kesmek için bazı örgütlenme özgürlükleri tanıyarak kısmi demokratik özelliklere sahip olmuştur. Aslında 1961 Anayasası tek parti döneminin “sınıfsız imtiyazsız” toplumundan sınıflı bir topluma geçişin kaçınılmaz itirafı ve buna göre bir siyasal yapı oluşturma çabasıdır. Ancak bütün bunlar 600 yıllık Osmanlı geleneğinin fazlaca dışına çıkılmadan, “seyfiyye ve ilmiyye” sınıflarının, yani ordu ve üniversite hocalarının denetiminde yapılmıştır. 1961 Anayasası’ndan sonra 1971 askeri darbesi ile bazı değişimler yapılsa da dördüncü anayasa 1980 askeri darbesi ile gelmiş; 1982’de 1961 Anayasası tümüyle tasfiye edilerek, bugün hala yönetildiğimiz “ama”larla dolu faşist bir anayasa yapılmıştır. Demirel, 12 Mart darbesi gelmeden “bu anayasa ile ülke yönetilemez” demişti. 27 Mayıs Anayasası 70’li yıllarda siyasetçilerinin söylediği gibi “bol gelen bir elbiseydi”. 12 Mart 1971 darbesi bol gelen anayasayı yeterince daraltamadı; ancak bu görevi 12 Eylül çok iyi yaptı, 82 Anayasası adeta deli gömleği gibi topluma giydirildi. 1961 ve 1980 yılları arasında cumhuriyet tarihindeki en yoğun sınıf mücadeleleri yaşanmıştır. Üstelik 12 Eylül darbesi yaklaşırken buna bir de “son Kürt isyanı” eklendi. Sonuç olarak, yükselen sınıf mücadelesine ve yeni Kürt isyanına karşı düzen sadece faşist zor uygulamaları ile değil, bunu kalıcılaştıracak bir anayasa ile
Mayıs 2016 / Sosyalist Dayanışma
TARTIŞMALARI cevap vermiş oldu. Bu anayasayı da siyasal partileri kapatıp, yine “devletin sahipleri” hazırladı. Kenan Evren cuntası göstermelik bir “danışma kurulu” oluşturarak 82 Anayasası’nı yazdırdı. 12 Eylül faşizminin eseri olan bu anayasadan ülke 34 yıldır hala kurtulamamıştır. Kurucu anayasaları bir kenara bırakırsak 1961 ve 1982 anayasal değişiklikleri ne anlama geliyor? 1961 Anayasası egemen zümreler arasındaki güç değişimini yansıtan bir anayasadır. Kurucu partinin devletçi politikaları ile yaratılan finans kapital, artık tek parti düzenine sığmadığı için olaylar köklü bir değişimi kaçınılmaz hale getirmiştir. Ekonomik dille konuşursak 1930’lu yıllarda sonra düzen içinde devletçilik ve liberalizm hep çekişme içinde olmuştur. Bunun siyasal karşılığı tek parti döneminin kapanması oldu. DP, siyasal arenaya “hürriyet” nutukları atarak çıkıtı. 1961 anayasası iki egemen zümre arasındaki son durumu tanımlama çabası oldu. 1982 anayasası ise, sınıf mücadelesi ve halk hareketlerine karşı faşizmin kurumlaştırılması oldu. Artık dünyadaki gelişmeler nedeniyle de “devletçilik-liberalizm” çekişmesi anlamını yitirmişti. Bir tek yol: neoliberalizm vardı. Neoliberalizmin bir üçüncü dünya ülkesinde uygulanması ise siyasal olarak faşizmi kaçınılmaz kılıyordu. 1982 Anayasası, tüm sermaye düzenini işçi sınıfının ve Kürt halkının kalkışmasına karşı teminat altına alma amacı taşıdı ve bunu büyük ölçüde başardı. Günümüzdeki anayasa tartışmaları bu açıdan bakılınca nasıl görünüyor? Anayasa tartışmaları askeri vesayetin geriletildiği, hatta bol bol iktidar tarafından “ileri demokrasi” laflarının edildiği bir ortamda başladı. 12 Eylül 2010 anayasa referandumu “yetmez ama evet” oylarıyla yüzde 52 çoğunluk sağladı. Sanki ülke daha demokratik bir yola çıkmıştı. An-
cak beş yılda bütün tablo tümüyle değişti ve bugüne gelindi. Anayasa tartışmalarının bazı özelliklerini vurgulamak gerekiyor. Eğer gerçekleşirse bu anayasayı “devletin sahipleri” değil “sivil güçler” hazırlamaktadır. Bu görünüşteki yeniliğin biraz derinine baktığımızda ortaya bir başka gerçek çıkıyor. Yeni anayasa için kolları sıvayan AKP tıpkı devletin önceki sahiplerinin niteliğine bürünmüştür. Ancak gücü onlar kadar tartışmasız değildir. Dolayısıyla süreç askeri darbe zamanlarındaki kadar kolay akmayacaktır. Yeni anayasa yine ortaya çıkan yeni güç durumuna bir çerçeve çizecektir. Siyasal İslam ve onun temsil eden sermaye, yakaladıkları “yüz yıllık fırsatı” kalıcılaştırmak ve teminat altına almak için anayasa hazırlıyor. Dolayısıyla böyle bir anayasa 82 Anayasası gibi toplumun diğer yüzde ellisi için deli gömleğine benzeyebilir. Son olarak, cumhuriyetin ikide bir anayasa hazırlamak zorunda kalması onun kurumları ve yapısıyla oturmamış olduğunun
ve kırılganlığının kanıtıdır. Son yıllarda yaşananlarla keyfiliğin zirve yapması, kurumların aşırı yozlaşması görmek isteyen bütün gözlerin için çok açık hale geldi. Bu bataklık haline gelmiş toprak üzerine bir bina inşa edilme şansı çok zayıftır. Son anayasa hazırlıkları bütün bu olgular içinde yürüyor. Öncekiler “devletin sahiplerinin” arkasında durmasıyla biraz yaşayabildi. Son anayasa hazırlıklarının hem arkası yeterince sağlam değil, hem de bu topluma bir gelecek vadetmiyor. 12 Eylül, askeri güçle faşist bir anayasa yaratabildi, “bol” gelen gömleği iyice daralttı. AKP aynı gömleği daha ne kadar daraltma gücüne sahiptir? Son anayasa hazırlıkları sadece egemen zümrelerin durumlarını tanımlama seviyesinde kalırsa yaşama şansına sahip olamaz. Kürt Özgürlük Hareketi’ni “yendiğini” sanan ve Gezi İsyanı’nın buharlaşıp yok olduğunu düşünen Saray, bu düzene kendi gücünden öteye şekil vermeye kalkışmanın bedelini ödemeye her geçen gün daha fazla yaklaşıyor.
Kurucu anayasaları bir kenara bırakırsak 1961 ve 1982 anayasal değişiklikleri ne anlama geliyor? 1961 Anayasası egemen zümreler arasındaki güç değişimini yansıtan bir anayasadır. Kurucu partinin devletçi politikaları ile yaratılan finans kapital, artık tek parti düzenine sığmadığı için olaylar köklü bir değişimi kaçınılmaz hale getirmiştir. Ekonomik dille konuşursak 1930’lu yıllarda sonra düzen içinde devletçilik ve liberalizm hep çekişme içinde olmuştur.
13
Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2016
KARDEŞİM, SESİMİ DUYUYOR MUSUN? BAHAR EKİNCİ
Cizre yerleşim olarak aslında kent direnişi için zor bir yer. Etrafında hakim tepeler olan bir alana kurulmuş. Bu hakim tepeleri ele geçiren keskin nişancı çeteler insanları buradan katletmişler.
16 Nisan’da Cizre ve İdil’e HDP’nin çağrısıyla pek çok siyasi parti ve kurum ziyarette bulundu. Bunların içinde SODAP adına biz de vardık. Öz yönetim direnişlerinde katliama uğrayan Kürt halkının yanında olduğumuzu beyan etmek için, acılarına ortak olmak için, direnişin havasını solumak ve dayanışmayı büyütmek için katıldık bu ziyarete. Ziyaretimiz Mardin’den yola çıkarak başladı. Yol boyunca 3-4 kez çevrildik ve kimlik kontrolü yapıldı. Bütün kontrol noktaları seyyar karakol görünümündeydi. Beton bloklarla çevrilmiş, üstü muşamba ile örtülmüş yol kenarında izbe “karakol”lar. Bu noktalardaki polislerin büyük bir çoğunluğu sivil giyimli, hırpani ve ağır silahlarla donanmış vaziyetteydi. Tam bir işgalci görüntüsündeydiler. Cizre girişinde önce sert bir şekilde bizi içeri almayacaklarını, içerde basın açıklaması gibi toplu bir eylem yapamayacağımızı söylediler. Temsilcilerimiz diretince bir yerlerle telefon gö-
rüşmesi yaptılar. Sonra da “Ama sizin güvenliğiniz bizim için çok önemli” diyerek tavır değişikliğine girdiler. Bize “eşlik” edeceklerini söyleyerek araç konvoyumuzun önüne ve arkasına ural tipi zırhlı araç yerleştirdiler. Cizre’de ilk olarak DBP’yi ziyaret ettik. Yol boyu yakılıp yıkılmış evleri gördük. Parti binası direniş sırasında devlet güçleri tarafından talan edilmiş, yakılmak istenmiş. Yangın o sırada yağan yağmur sayesinde yayılmadan durmuş. İnsanlar kaybettikleri yoldaşlarının anısıyla mahsun ama gururluydu. Direnişin bir aşamasından başka bir aşamasına geçiş örgütlenmeye çalışılıyordu. Cizre’nin yeniden inşası ve geri gelen halkın ihtiyaçlarının dayanışmayla giderilmesi. Devlet yardım malzemelerinin dağıtımı engelliyormuş. “Sosyal Yardımlaşma’ya bırakın” deniyormuş. Direniş kadar dayanışmayı da tehlikeli buluyorlar. Daha biz oradayken malzemelerin toplandığı deponun basıldığı bilgisi geldi. İlçenin su ve kanalizasyon sisteminde sorunlar var.
Bunları çözmek isteyen belediyenin çalışmaları da engelleniyormuş. 5 tane belediye kepçesine el konmuş. Heyetimiz Cizre’de biri Mehmet ve Orhan Tunç’un evi olmak üzere 3 tane taziye evini ziyaret etti. Bütün taziye evlerinde acılar hala taptazeydi. Gözler yaşlı ama bilinç üst düzeydeydi. Halk bu direnişin neden olduğunu ve neden bu kadar ağır bedel ödediğinin bilincindeydi. Kürt hareketiyle özdeşleşmiş bir halk gerçeği bir kez daha bizleri çok etkiledi. Sokaklarda ciddi sayıda çocuk vardı. Genç yoktu. Anlaşılan gençler gitmesi gereken yerlere gitmişti. Cizre’ye direnişten sonra girebilen ilk heyet bizdik. Bu insanlar tarafından olumlu karşılandı. Yol boyu çocuklar sürekli etrafımızı sardı, zafer işaretleriyle bizi karşıladılar. Cizre’den bize “eşlik” edenler yüzünden canımız epey sıkıldı. Cizre’den konvoy olarak çıkarken bir grup kadın yol kenarından yürüyordu. Biriyle göz göze geldik. Ellerini yüzünde tutarak zafer işareti yaptı ve gülerek göz kırptı. Bence Cizre’deki durumu anlatan önemli bir kareydi bu. Ezil(e)memiş bir halkın gülüşü… Cizre yerleşim olarak aslında kent direnişi için zor bir yer. Etrafında hakim tepeler olan bir alana kurulmuş. Bu hakim tepeleri ele geçiren keskin nişancı çeteler insanları buradan katletmişler. Yakılmış, yıkılmış evler tam bir iç savaş görüntüsü veriyordu. Vahşet bodrumlarında ikisini tamamen yıkmışlardı, sadece biri duruyordu. Kelimelerle anlatılmayacak duygular yaşadık bodrumun girişinde dururken. Orada katledilen insanlar, hala teşhis edilmeyi bekleyen defnedilememiş cenazeler. Bizimle gezen
14
Mayıs 2016 / Sosyalist Dayanışma
MEHMET AKYOL
çocukların bakışı, duruşu… Cizre’den sonra İdil’e gittik. İdil’de belediyeye ait kültür merkezinde karşılandık. Belediye Eş Başkanı Mehdi Aslan bize direniş ve şimdiki durumla ilgili bilgiler verdi. İdil’de direniş 40 günü aşkın sürdü ama çok fazla gündem olmadığını düşünüyorlar. Eş başkan tüm direniş boyunca orada bulunmuş hep halkın yanındaymış. Bombaların sürekli patladığı günler boyu bulundukları yerden çıkamamak hemen yakınlarındaki yerlerdeki arkadaşlarından haber alamamak onların en acı dolu anları olmuş. Burada da halkın yaralarının dayanışmayla sarılması ve ilçenin yeniden inşası çalışmaları sürüyor. Burada da devlet bu dayanışmayı engellemeye çalışıyor. Ama kararlılıkla yeniden inşayı gerçekleştireceklerini söylüyorlar. Burada ölüler cenaze araçları olduğu halde traktörlerin römorklarında taşınmış. Bu durum insanların çok ağrına gitmiş. Belediye binasındaki görüşmemizden sonra dışarı çıktık. İdil ilçe ama bir köy havasında. Evler genellikle bir ya da iki katlı, bahçeli, yollar çok geniş. Kent direnişi açısından oldukça zorlu bir alan. Ama 40 günü aşkın bir direniş sürmüş burada, insan buna inanamıyor. Evler yıkılmış ve yıkamadıklarını içine girip eşyaları tahrip edip yakmışlar. Sokakta yürürken keskin bir yanık kokusu alıyorsunuz. İnsanlar evlerini yeniden inşa etmeye çalışıyor. Bir aileyle karşılaştık, evlerini tamir etmeye çalışıyorlardı. Bizi görünce “Evleri yeniden yaparız ama
insanlar geri gelmez, şehit olan arkadaşlarımızı unutmayacağız.” dediler. İdil’deki yıkım da çok ciddi boyutlardaydı. Bazı sokaklar tamamen yıkılmıştı. Her iki ilçede de “Esedullah Tim” ve “JÖH” ya da “PÖH” imzalı çeşitli yazılamaların örneklerine tanıklık ettik. Cizre’de “Türk adımız/Oğuz boyumuz/Avşar soyumuz”, İdil’de “Allah tektir/ Ordusu Türktür” Mardin-Cizre karayolundaki polis kontrol noktalarında “Osmanlı şehidi ölmez” türü sloganlar veya üç hilalli faşist simgeler gördük, işgalci güçlerin ırkçı motivasyonunun delili olarak. Bütün bunlara rağmen, iktidar, halkı teslim almayı başaramamıştır. Bugün bölgede devletin varlığı, zırhlı araçlardan ibarettir. Yerel halkın ifadesiyle, kaymakamın ya da savcının bile söz geçiremediği bir güç bölge halkının zihninde ve vicdanında derin yaralar açmıştır. Ne var ki, Cizre ve İdil’in ve muhtemelen kuşatma altında kalmış öteki Kürt kentlerinin hakikatinin tek boyutu bu zulüm değildir. Aynı zamanda direniştir. Cizre’de polisin ve askerin işi beklenenden çok daha geç, 80 gün içinde belirli bir aşamaya ulaşmış. Sokağa çıkma yasakları sırasında ve sonrasında halkın gösterdiği direncin en belirgin yönü ise, 1990’lı yılların büyük göçünün tekrarlanmamış ol-
masıdır. Cizre’de nüfusun yüzde 80’inin geri dönmüş olduğu belirtiliyor. İdil’de ise ailelerin çoğunun ya köylerine yakınlarının yanına sığındığı ya da civar il ve ilçe merkezlerinde (Mardin, Midyat vb.) geçici olarak barındığı söyleniyor. Bugün Cizre ve İdil’de halka gıda yardımı yapılıyor, GAP Belediyeler Birliği’nin de katkısıyla su ve kanalizasyon şebekeleri onarılıyor, Rojava Derneği’nin koordine ettiği yardım kampanyasıyla ihtiyaçlar için para toplanıyor, “kardeş aileler” kampanyasıyla çeşitli ihtiyaçlara yanıt aranıyor. Yörenin yaz aylarında iklim özellikleri göz önüne alındığında, kasten tahrip edilen buzdolaplarının ve klimaların temini de yardım kampanyasının önemli bir ayağı olarak karşımıza çıkıyor. Bizler de dayanışma duygularının en ileri ifadesi olarak, Kürt halkının yalnız olmadığını, onun bu zor gününde yanında olduğumuzu, bugün somut ve acil ihtiyaçlarının karşılanması çabasının yanı sıra yüz yıldır ezilmekte olan Kürt halkının mutlaka eşit koşullarda, özgürce yaşayacağı bir düzenin yaratılması mücadelesinde de yanında olduğumuzu beyan ettik. Bu dayanışma, hem zorbalara karşı halkların birliğini geliştirecek, hem de Kürt halkının yaralarını sarma çabasına maddi ve manevi destek verecektir. Devletin tahrip ettiği birlikte yaşam duygusunu, ancak halkların dayanışması onarabilir.
Ne var ki, Cizre ve İdil’in ve muhtemelen kuşatma altında kalmış öteki Kürt kentlerinin hakikatinin tek boyutu bu zulüm değildir. Aynı zamanda direniştir. Cizre’de polisin ve askerin işi beklenenden çok daha geç, 80 gün içinde belirli bir aşamaya ulaşmış. Sokağa çıkma yasakları sırasında ve sonrasında halkın gösterdiği direncin en belirgin yönü ise, 1990’lı yılların büyük göçünün tekrarlanmamış olmasıdır.
15
Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2016
GÜVENCELİ YAŞAM İÇİN KADINLAR “KİRALIK İŞÇİLİĞİ” REDDEDİYOR! ELİF IRMAK
Kiralık işçi yasası ve özel istihdam büroları artık meclisin gündemine kadar geldi. Bu yasalara ilişkin 20 Nisan’da İmece Ev İşçileri Sendikası ve DİSK Genel İş Kadın Komisyonu olarak bir açıklama yaparak itirazımızı dile getirdik, genelde kadınlar özelde ev işçileri bu yasaların geçmesinden nasıl etkileneceklerdir? Aslında bu saldırılar bugün bir anda ortaya çıkmış saldırılar değil. Biliyoruz ki bunlar 10 yıldan fazladır neoliberal politikaların saldırılarının bugün geldiği aşamadır. Ancak bugün öyle bir kritik noktadayız ki güvenceli çalışma, kıdem tazminatı hakkı vb. haklarımızın hepsinin gasp edilmesi yolu ile işçi ve emekçiler tam bir cenderenin içine sokulmak istenmektedir. Sermaye kazanacak, işçiler ve kadınlar kaybedecek Özel istihdam büroları iş güvencesini ve ücret güvencesini ortadan kaldıracaktır. İşçi ile patron arasındaki tüm hukuka son
16
veren bu uygulama işçi sınıfı mücadele tarihinde ödediği bedellerle kazandığı tüm hakları ortadan kaldıracaktır. Söylendiği gibi “güvenceli esneklik” değil güvencesizliğin kalıcı olması ve garanti altına alınması amaçlanmaktadır. Kıdem tazminatı yükümlülüğünden ve sorumluluklarından kurtulacak sermaye için sonsuz yarar, işçi ve emekçiler için ise güvencesiz ve belirsiz bir gelecek dayatılmaktadır. Kadınların kutsal görevleriyle çalışma yaşamları uyumlu hale getiriliyor “Güvencesiz, esnek, eğreti ve angarya işler kadınlar içindir.” anlayışı kalıcılaşacak. Kadın emeği zaten hoyratça sömürülmektedir. Tekstil atölyelerinde, mevsimlik işçiliklerde, ev eksenli çalışmalarda, ev işçiliğinde ve hizmet alanlarında kadınlar zaten en eğreti işleri yapıyorlar. Bu yasayla birlikte kadınların “doğal”, “kalıtsal” görevleri olan annelik, çocuk bakımı, hasta bakımı, yaşlı bakımı, aşçılık gibi toplumsal görevleriyle iş yaşamları uyumlu hale getirilmek isteniyor. Sürekli, güvenceli işler kadınların ücretsiz emek ürettiği bu alanlardan kopması anlamına geliyor ki sermaye için korkunç maliyet anlamına gelen bu yükler kadınların sırtına bir daha bırakmamacasına yüklenmek isteniyor. Güvenceli esneklik kadın istihdamını arttırmıyor, bu yöntemle kadının kalan zamanı da sermayeye bu şekilde sunuluyor.
Kadınlar yarım gün çalışsalar bile bakım emeği ortadan kalkmıyor. Yarı zamanlı çalışma olanağı bulan kadınlar geçim sağlayabilmek için başka işlerde de yarı zamanlı güvencesiz çalışmak zorunda bırakılıyorlar. Bu yasanın uygulanması ile birlikte emzirme ve doğum izni gibi haklarda ortadan kalkacak. Şu anda 150 kadın işçinin bulunan iş yerlerinde sermayenin kreş açma zorunluluğu var iken bu söz konusu olmayacak çünkü işçiler iş yerinin değil büronun işçisi olacaklar. Bakım emeğinin toplumsallaştırılarak, tek başına kadınların omuzlaması gereken işler olmaktan çıkartılması gerekiyor. Bu anlamdaki sorumluluk devlet, ailenin tüm üyeleri ve toplumun kendisi tarafından bölüşülmelidir, kreş sayısı arttırılmalıdır ve kadınlar için insanca çalışma koşulları sağlanmalıdır. Ev işçilerinin güvencesizliği kalıcı hale gelecek Ev işçilerinin can güvenliğinden yoksun, işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirleri olmadan, kayıtsız ve güvencesiz çalışma koşulları bu yasayla birlikte kalıcılaşacak. Ev işçilerinin mücadelesi, görünmeyen emeklerinin görünür hale gelmesi, sigorta ve emeklilik haklarının gündemleşmesi ile birlikte bir aşamaya gelmiştir. Ancak bugün ev işçilerinin istihdamı, sigorta hakları da özel istihdam bürolarına devredilmek isteniyor. Eğer yasa geçerse ev işçilerinin mevcut çalışma koşulları bu haliyle ev işverenleri lehine garanti altına alınmış olacak. Ev işverenlerinin ev işçileri üzerinde hiçbir sorumlulukları ve hukukları kalmayacak. Çalışma ortamı ev işverenin her türlü suiistimaline açık hale gelecektir. Ev işvereni iş güvenliği tedbirleri almak zorunda olmayacak, meslek hastalığı ve iş ka-
zası hallerinde hiçbir yaptırıma uğramayacaktır. Ev işçisinden iş tanımından uzak her işi yapması beklenecektir. Çalışma saatleri daha da belirsizleşecek, uzayacaktır. Tasarıda geçici işçilik tanımlanırken amaç geçici süreyle işçi sağlamak olarak belirlenmişken tarım işçilerinde ve ev işçilerinde süre sınırı olmayacak, yani ev işçisine başka statü tanınmayacak, o hep özel istihdam bürosu işçisi olacak ve bu durum sürekli olacaktır. Bu bakımdan bu yasayı durdurmak zorlu göreviyle karşı karşıyayız. Bununla birlikte ev işçilerinin 4857 sayılı iş kanunu ve İSİG 6331 sayılı yasalardaki “işçi sayılmayanlar” statüsünden derhal çıkarılması, sigorta ve emeklilik haklarının tanımlanması, tanımlı iş, belirli çalışma saati ve insanca iş koşullarının sağlanması gibi taleplerinin de yanında olmalıyız. Erkek egemen cinsiyet rollerini bir kez daha garantiye alan bu yasalara karşıyız! Emeğe yönelik geliştirilmeye çalışılan bu saldırıları ülkemizde ve bölgede yaşanan savaş politikalarından bağımsız düşünemeyiz. Savaş politikalarının yarattığı korku ortamı ile işçiler, kadınlar bu saldırılara karşı bir tepki üretmesin isteniyor olabilir. Ancak bu saldırılardan en çok zarar görecek olan ev işçileri ve tüm kadınlar bu süreçte hem barış talebini en gür şekilde haykırmalı hem de bu saldırılara karşı mücadele etmelidirler. Biz kadınlar; kadınlara sadece doğurmayı teşvik eden, kutsal görevleriyle çatışmadan esnek ve güvencesiz çalışmayı dayatan bu politikalara karşıyız, karşısında olacağız! Erkek egemen cinsiyet rollerini onaylayan, pekiştiren ve bir kez daha devlet tarafından da garanti altına alınan bu uygulamaların karşısındayız. Karşısında olacağız.
Mayıs 2016 / Sosyalist Dayanışma
AHMET YILDIZ VE SURATSIZ HUKUK ”Yalan söyleme, maskeni çıkart ve onur duy”
R
oşin Çiçek, Ahmet Yıldız, Çağla Joker, Çetin Çalık, Hüseyin Çavuş, Engin Temel, Ferhat İlken, Ekrem Yılmaz, Berç Anahtarcı, Selam Demircigöz, Petro Melikşahoğlu, Ozan ve daha niceleri. Ve bunlar sadece medyaya yansıyanlar. Türkiye’de öteki olmak hukukun suratsız yüzü ile siz mutlaka yüzleştiriyor. Hele de nefret cinayeti kurbanının davalarına koşturuyor ya da takip ediyorsanız. Ahmet Yıldız davası LGBTİ davalarının en uzunu olma özelliği ile biraz daha öne çıkıyor. Ahmet Yıldız, 26 yaşındaydı. Marmara Üniversitesi’nde Fizik Bölümü’nde okuyordu. Ahmet Yıldız 2008 yılında ‘kimliği belirsiz kişiler’ tarafından evinin önünde kurşunlanarak öldürülmüştü. Ahmet Yıldız’ın naaşını ailesi almadı, almak isteyen LGBTİ örgütlerine ise verilmedi. Devlet tarafından kimsesizler mezarlığına gömüldü. Devletin aile kavramına sıkıntılı yaklaşımı asıl ailesinin Ahmet’e veda etmesini engelledi. Bunun üzerine “Ahmet Yıldız is my family” kampanyası başlatıldı. Yurt içinden ve yurt dışından birçok LGBTİ örgüt bu kampanyaya destek verdi. Devletin aile kavramının sorgulanması istendi. Aradan 8 yıl geçti lakin olayın ardından kaybolan babası hala ortada yok. Bu cinayet Türkiye’nin ilk eşcinsel namus cinayeti olarak arşivlerdeki yerini aldı. Ahmet Yıldız uluslararası kamuoyunda tanındı, adına birçok etkinlik yapıldı, hayatı Zenne filmiyle beyazperdeye taşındı. Nefret cinayetlerinde medyanın katili gizleyen, maktulü damgalayan haberleri eksik olmadı tabi. Öyle ya da böyle bir şekilde birçok insanın hayatı Ahmet Yıldız’ın katledilmesi ile kesişti.
Çalışmalar ‘titizlikle’ sürerken cinayetin ardından 8 yıl geçmesine, dava süreci 7 yıldır devam etmesine rağmen Ahmet Yıldız’ı eşcinsel olduğu için öldüren katil baba Yahya Yıldız henüz bulunamadı. Katil baba Yahya Yıldız hakkında kırmızı bültenle arama emrinin infazı bekleniyor. Konuyla ilgili mahkeme ile Cumhuriyet Başsavcılığı ve Emniyet Müdürlüğü arasındaki yazışmalar da devam ediyor. LGBTİ’ler 22 duruşmadır neticelenemeyen davanın peşini de bırakma niyetinde değil. Davayı takip eden Hêvî LGBTİ Dayanışma Derneği, sosyal medyadan yaptığı açıklamada katil bulunup yakalanana kadar davanın peşini bırakmayacaklarını duyurdu. Görünen o ki bu davada adaletin acelesi yok. Oysa katil baba kendi adaleti için bu kadar yıl beklemedi ve oğlunu öldürerek hızla kayıplara karıştı. Biz şunu biliyoruz ki, suçluyu bulmayanlar suç ortağıdır. Ahmet Yıldız’ın babası Yahya Yılmaz kadar devletin emniyetinden tutunda hâkimine kadar herkes suçludur. Ahmet tehditler aldığını korunmak istediğini defalarca emniyete başvurmasına rağmen hiçbir önlem alınmamış, vurulduktan sonra da devlet aynı ilgisizliği ve oyalayı-
cılığı adalet birimleri ile ortaya koymuştur. Ahmet öldürülmeden önce yazdığı “Yalan söyleme, maskeni çıkart ve onur duy” başlıklı yazısında süreci şöyle anlatıyordu: “…Görüşmemizden sonra da silahlar doğrultuldu. SMS’ler geldi, aramaların ardı arkası kesilmedi. Ben ailemi kazanmak istiyordum. Dostum olarak yaşamımda olmalarını istiyordum. Ama sanırım vazgeçmek daha doğru. Onların bu konudaki düşüncelerini değiştirmek istemem ne kadar haklı bir istekti ki onlar da aynısını benden isterken? Bir taraf vazgeçmeyecek, vazgeçmemelerimiz ise sadece huzursuz görüşmeler yaşatacak bize. Sanırım yine zamanın gücüne inanmak ve görüştükçe ağlatan iletişimlerimizi azaltmak zorundayım. Evet, inanıyorum zaman halledecek. Bir süre daha AİLESİZ kalmalıyım. Arkadaşlarımdan dinleyerek edindiğim teorik tecrübelerim, doğruyu söyleyip onur duyacağımı söylüyordu. Evet, onur duyuyorum yalandan kurtulduğum için. Ama zor bir savaş içine gireceğinizi bilin ve söylemekten her zaman kaçının derim, ailenizin sizi anlamasının zor olacağını zannediyorsanız.”
SİDAR ARSLAN
Biz şunu biliyoruz ki, suçluyu bulmayanlar suç ortağıdır. Ahmet Yıldız’ın babası Yahya Yılmaz kadar devletin emniyetinden tutunda hâkimine kadar herkes suçludur. Ahmet tehditler aldığını korunmak istediğini defalarca emniyete başvurmasına rağmen hiçbir önlem alınmamış, vurulduktan sonra da devlet aynı ilgisizliği ve oyalayıcılığı adalet birimleri ile ortaya koymuştur.
17
Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2016
ÜNİVERSİTELERDE DİKTATÖRLÜĞE SON
D
Üniversitede tek adam sistemine son verilmelidir. Öğrencisiyle, akademisyeniyle ve tüm çalışanlarıyla üniversite bileşenlerinin üniversite hayatıyla ilgili sözünü söyleyebileceği demokratik katılım mekanizmaları yaratılmalıdır. Üniversitelerde karar yetkisi, üniversite bileşenlerinin oluşturacağı “üniversite meclisleri”nde olmalıdır.
18
eli gömleği giydirilmiş bir ülke! Deli gömleği giydirilmiş üniversite! Her şey tek adamın iki dudağı arasında… Diktatörlük sistemi, kapkara bir bulut gibi yaşamlarımızın üzerine çökmüş durumda. Kendi yaşamlarımızla ilgili ağzımızı açmamız yasak. En ufak farklı sese diktatörün tahammülü yok bu sistemde.
yaptığını üniversitelerde yapıyor, üniversitelerde diktatörlükler kuruyor. Yandaş rektörler, yandaş dekanlar, üniversitelerde kurulan diktatörlüklerin tepesine atanıyor. Büyük diktatörün küçük “diktatörcük”leri onlar. Üniversitelerde de tek adam rejimi giderek hepimizi nefes alamaz hale getiriyor ve bilimin boy verebileceği özgürlük iklimi boğuluyor.
Hele sokak; diktatöre Gezi’yi hatırlatıyor ki o tümden yasak. Gezi, “direniş” demek. Gezi, “özgürlük” demek. Gezi, “dayanışma” demek. Ve Gezi, “gençlik” demek. Tüm bunlar, giderek yalnızlaşan, yalnızlaştıkça daha da hırçınlaşan, çılgınlaşan diktatörün fena asabını bozan şeyler.
Üniversitede tüm kararlar diktatörcüklerin iki dudağı arasında. Var olan akademik kurullar işlemiyor, işletilmiyor. Öğrenci susturuluyor, akademisyen susturuluyor, işçinin memurun zaten hiçbir söz hakkı yok.
Üniversite gençliğine baktıkça Gezi’yi görüyor diktatör. Üniversitelerden yükselen özgürlüğün sesi uykularını kaçırıyor. Bu nedenle üniversiteleri tepeden tırnağa teslim almaya çalışıyor. Yeni Geziler olmasın diye ülkede
Artık yeter! Ülkemize de üniversitemize de giydirilmeye çalışılan bu deli gömleğini reddediyoruz! Üniversiteleri, bilimi yok eden bu deli saçması oyunun figüranları olmak istemiyoruz! Üniversiteyi üniversite yapan bilimsel düşünce, özgürlükler olmazsa olmaz; bunu iyi biliyoruz.
Özgürlüklerimizi savunmak ve büyütmek için ses veriyoruz! Üniversitede tek adam sistemine son verilmelidir. Öğrencisiyle, akademisyeniyle ve tüm çalışanlarıyla üniversite bileşenlerinin üniversite hayatıyla ilgili sözünü söyleyebileceği demokratik katılım mekanizmaları yaratılmalıdır. Üniversitelerde karar yetkisi, üniversite bileşenlerinin oluşturacağı “üniversite meclisleri”nde olmalıdır. Diktatörlerin üniversitelerden kapı dışarı ettiği bilim, ancak bu yoldan tekrar üniversitelere geri dönebilir. Tüm üniversiteliler, üniversitelerdeki diktatörlüklere karşı ses vermelidir! Tüm üniversiteliler, özgürlüğü ve bilimi savunmalıdır! Tüm üniversiteliler, diktatöre ve diktatörcüklere Gezi’yi hatırlatmalıdır!
Mayıs 2016 / Sosyalist Dayanışma
İFLAS ERTELEMESİ
S
on günlerde ekonomi sayfalarında sık sık iflas ertelemesi haberlerine rastlanmaya başladı. 2015 yılında iflas erteleme isteyen firma sayısı 492 olmuştu. Geçen yılın ilk 3 ayında 112 şirket iflas isterken, bu yılın ilk 3 ayında başvuran şirket sayısı şimdiden 184’i bulmuş durumda. Bu yılın sonunda rakamın katlanması bekleniyor. Borçlarını ödeyemeyecek duruma gelen bir şirket normal olarak iflas etmekte. 2004 yılında getirilen bir yasa değişikliği ile bir şirketin belli şartları yerine getirmesi halinde, mahkemeye başvurarak bozulan mali yapısını düzeltmek için zaman kazanması sağlanmıştı. Bu süre içerisinde borç ödemeleri durdurulmakta, yeni bir başlangıç yapma imkânı aranmakta. İflas ertelemesi olarak adlandırılan bu yöntemden, özellikle büyük şirketler yaralanmakta. Bunun ana sebebi bu şirketlerin aşırı borçlanmış olmaları, aşırı yatırım iştahıyla kendi boylarından büyük yatırımlar yapmaları. 2008 krizinden çıkmak için Merkez Bankalarının piyasayı paraya boğmaları, ucuz kredi ile iştahlanan büyük şirketler hesapsızca büyüme yoluna gittiler. Bu sermaye akımları birden kesilip, bankalar da kredi vermede eskisi kadar iştahlı olmayınca zora düştüler. Ancak iflas erteleme kararı alanların sadece %2’sinin gerçekten iflastan kurtuldukları biliniyor. Başka bir deyişle iflas erteleme ile kurtuluş pek mümkün değil. Büyük şirketler esasta bu yolla şirketin içini boşaltma imkânına kavuşmakta. Bundan en çok zarar görenler ise alacaklılar, özellikle de bankalar. Beştepe sakini gibi ülkeye bir şirket gözüyle bakmak istersek durum pek çok açıdan benzerlik göstermekte, ülke ekonomisi adeta iflas ertelemesi isteyen büyük bir şirket gibi. Rakamlara bir bakalım. Bu yılın başında iflas edecek
şirketlerin sayısının %6 artması beklentisi varken, Nisan ayı başında beklentinin %8’e çıkması sıkıcı bir ekonomi haberi olarak medyada yer aldı. Buna göre 2016’da iflas edecek şirketlerin sayısının 14.800 olması beklenmekte. Başka bir haberde ise tüm dünyada iflaslardaki artışın %2 oranında olması beklentisi olduğuna yer verilmekte. Bizdekinin dörtte biri. Başka bir sıkıcı haber ise Ocak-Mart döneminde bankaların tahsili gecikmiş alacak oranının %3,3’e yükselmesi. Geçen yıl bu oran %2,8 civarındaydı. Aynı dönemde protesto edilen senet sayısında %14 artış görülmüş, toplam tutar 2,5 milyar civarında. Yani borçların geri ödenmesinde sıkıntılar artmakta. Peki borçlarımızın tutarı ne kadar? Resmi kanallardan kullanılan kredi miktarı 2015 yılı sonunda 1773 milyara yükselmiş. Piyasada başka bir kredi çeşidi olarak kullanılan çeklerin miktarı ise geçen yıl 673 milyar olarak açıklandı. Gene aynı amaçla kullanılan senet miktarının ise 200 milyar olduğu tahmin edilmekte. Özel sektörün 2015 yılı sonunda ki dış borç miktarı ise 290 milyar dolar, yani 788 milyar. Kısacası toplamda borç miktarının kamu hariç 3.435 milyar olduğu söylenebilir. Kamunun dış borç miktarı 116 milyar dolar veya 316 milyar, iç borç miktarı da 438 milyar. Böylece karşımıza 4189 milyarlık bir borç yükü ortaya çıkmakta. 2015 yılı GSYİH’nin 1963 milyar olduğu dikkate alındığında, borç yükünün GSYİH’nin 2,1 katı olduğu gerçeği ortaya çıkar. Dış borcun GSYİH’ye oranı ise %54 civarında. Ancak çarpık olan özel sektörün dış borcunun neredeyse kamunun üç katına çıkmış olmasıdır. Söz konusu rakamların 2003 sonrası gelişimine baktığımızda borçların hızla artması ekonomide büyümenin motorunu oluşturduğunu söylemek mümkün. Borç ekonomiyi hormon-
luda olsa geliştirmekte, ekonomi büyümeye devam ettikçe borç ödemelerinde sorun yaşanmamaktaydı. 2008 krizi bu gidişte bir sallanma yaşattı, ancak yürüyüş devam etti. Son bir yılda içine girilen ekonomik durgunluğun derinleşmesi, söz konusu saadet zincirinin sona ermeye başladığını gösteriyor. Gerek ülke içinde gerekse de ülke dışında yaşanan savaş durumu bunu ayrıca ateşlemekte. Şimdilik bulunan çare deyim yerinde ise iflas ertelemesi, borcun borçla ödenmeye başlanması ve varlık satışı. Emlak satışları içerisinde yabancıya satışların patlaması bunun sadece ufak bir göstergesi. Asıl sıkıntı ise borçlara ödenecek faiz. Şimdilik faiz oranları politik baskı ile düşük tutuluyor, ama piyasanın görülmez eli eninde sonunda oraya uzanacak, iflas ertelemesi kaçınılmazca iflasa dönüşecek.
MEHMET AKYOL
Başka bir sıkıcı haber ise Ocak-Mart döneminde bankaların tahsili gecikmiş alacak oranının %3,3’e yükselmesi. Geçen yıl bu oran %2,8 civarındaydı. Aynı dönemde protesto edilen senet sayısında %14 artış görülmüş, toplam tutar 2,5 milyar civarında. Yani borçların geri ödenmesinde sıkıntılar artmakta. Peki borçlarımızın tutarı ne kadar?
19
Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2016
“NUIT DEBOUT” VE “MERCI PATRON” AYŞE TANSEVER
F
ransa’da günümüzde en popüler iki kelime “Nuit Debout” ve “Merci Patron”dur. “Nuit Debout” dilimize “tüm gece ayakta” olarak çevrilebilir. Her gece Paris’in ünlü Cumhuriyet Alanında toplanan halkın protestolarının adı. Bu protestoların yeni bir halk hareketinin başlangıcı olabileceği düşünülüyor. Kemer sıkma politikalarına karşı halkın öfkesinin yarattığı bir parti bu kez Fransa’da doğabilir. Biliyoruz birkaç yıl önce Madrid sokaklarını işgal eden ve adlarına İngidnados, “Kararlılar” diyen işgal hareketi sonuçta Podemos’u doğurmuştu. Aynı şekilde protestolar İngiltere’de İşçi Partisinin başına solcu Corbyn’in geçmesinin zeminini oluşturmuştu. 2011 yılında Wall Street, New York’ta başlayan “Biz %99’uz” diye toplanan halklar şimdi ABD Demokrat Parti başkanlık adayı Sanders’ın kampanyasına destek veriyorlar. Yunanistan’da Syriza da kemer sıkmaları protesto edenler tarafından partileşti ve iktidar koltuğuna oturdu. Şimdi de sıra Fransa’da mı? Nuit Debout bir parti haline dönüşebilir mi? Herkesin aklındaki soru bu. Bir şeyler gelişiyor. Hemen partileşmese bile
20
tüm dünyada, Tahriri Meydanından, Gezi Parkı eylemlerine kadar, yada şimdi Mekadonya’da, Prag’da, Zagrep’te, Bosna Hersek’te gelişen halk hareketleri, meydanların işgali olaylarına bir yenisi ekleniyor. Belki yarın bitebilir ama birikim gelecek olaylarla kendini olgunlaştıracaktır. Nuit Debout aslında Hollande Sosyalist iktidarının iş yasasını değiştirip işverenlerin işçi alıp çıkartmasını kolaylaştıran bir yasa tasarısına karşı protestonun adıdır. İktidar bunu işsizliği çözmek için gerekli görüyor. Halklar ise karşı çıkıyorlar. Sayıları bir kaç yüz olan protestocular Mart sonlarında binlere çıktı. Her gece Cumhuruiyet meydanında toplanılıyor. Sürekli tartışmalar yapılıyor. Dileyen söz isteyip düşüncelerini, çözüm önerilerini, gelecek dünya hayallerini oradakilerle paylaşıyor. Gençler gelecek korkularını, işsizliği dile getiriyorlar. İnsancıl, özgürlükçü, eşit, dayanışmacı bir toplumu nasıl kuracaklarını konuşuyorlar. Gelir dağılımındaki bozukluk, finans pazarları, ekolojik koşullar, bireysellik hep tartışılan sorunlar arasında. Dayanışma nasıl sağlanacak, katılımcı demokrasi nasıl kurulacak, birlikte düşünüyorlar. Herkes farklı yönlerden itiraz ediyor, farklı sesler çıkıyor ama bu farklığın güçleri olduğunu iddia ediyorlar. Burada da öne çıkmış bir siya-
si gurup, bir lider yok. Yeni moda şekli ile horizantal bir yapılanma var. Herhangi bir parti amblemi, logosu yok. Herkes şimdiki politikacılardan umudunu kesmiş. Onlardan birşey beklemiyorlar. Kendi kendilerini finanse ediyorlar. Diğer yerlerde yaşanan protestolardan farkları da var. Bunun bir işgal olmadığını alanı sadece gece kullandıklarını söylüyorlar. Birazda öyle çünkü bir kaç tahta parçasından kurulu stand dışında kalıcı bir şey bırakmıyorlar. Geceleri gelip meydanda oturuyor, meclisler kurup tartışıyorlar. Hemen ortalığa yemekler geliyor ve karınlarını doyuruyorlar. Sonra dağılıyorlar. Arada polis ile çatışıyorlar. Polis Paris’teki terör olaylarını bahane ederek güvenlik sorunu olduğunu iddia ediyor, dağılmalarını istiyor. Nuit Debout’cular terör yasasının aslında halk hareketlerini engellemeye gerekçe olarak kullanıldığını iddia ediyorlar. Çatışmalar yaşanıyor. Bir keresinde polis meydana gelen çorbaları yağmur kanallarına dökmüş. İçeri çorba kasesi ile girilmesini yasaklayıp ellerinden almışlar. Yani aç bırakmak istiyorlar. Zorluk çıkarıyorlar. Onlar da polis ve çevredeki araçları yakmışlar. Tutuklamalar olmuş. İş yasasına karşı gurubu örgütleyen “Merci Patron” belgeseli olmuş. Fransızcadan “Sağ ol Patron”, “Mersi Patron” olarak çevirebileceğimiz bu filmi gösterime girdiği şubat sonundan beri 300 bin kişi izlemiş. Sinemalar kapalı gişe oynuyorlar. Küçük bir bütçe ile yapılmış bir film ama büyük beğeni kazanmış. Film Fransanın en zengin milyarderi Bernard Arnoult’ın işçilerin hayatını nasıl mahvettiğini anlatıyor. Arnould çeşitli hileler, yalan dolan ile Dior, Givenchy ve Vuitton gibi ünlü tekstil markalarını ele geçirir. Sonra gene çeşitli hilelerle yurt dışında ucuz işgücü
ile ürettiği malları içerde üretmiş gibi gösterir. Fransa’da vergi yasası değişecek diye vatandaşlıktan çıkmaya kalkar. İşte filmin rejisörü Francois Ruffin yakaladığı bu hileleri Arnould’un işten attığı işçilerin eline koz olarak verir ve onlar da patronu tehdit ederler. Arnould uzlaşmak için bu iki işçi ile pazarlığa başlar ve bunları rejisör gizli olarak kameraya alır. Sonuçta film bir işverenin hilelerinin belgeseli olur. Bu hali ile de iş yasasının değiştirmesine karşı protestoyu örgütler. Şimdi sokaklarda protesto eden, meydanlarda toplananlar bu filmin aynı zamanda müziği olan Mersi Patron melodisini sloganları haline getirmişler. Hareket giderek başka kentlere sıçradı. Paris’ten Toulouse, Lyon , Nantes, Strasbourg, Marseille vs gibi kentlere hatta Brüksel ve Berlin’e yayıldı. Eylemciler bu gerçekten hareketle 15 Mayıs’ta global bir eylem amacı taşıyorlar. 7-8 Mayıs günleri Paris’te hazırlık toplantısı yapılacak ve hareketi tüm dünyaya yaymaya çalışacaklar. Bunun için çağrı yapıyorlar. Bakalım o gün dünyada ne kadar yaygınlaşacaktır. Her ülkenin protestosu farklı farklı kendi kültürel özelliklerinle gelişiyor. İspanya da öfkelerini Akdeniz canlılığı ile kararlı bir şekilde dile getirdiler. Yunanlılar ezilmişliklerini yakarak, yıkarak duyurmaya çalıştılar. Bizler de Halaylar çekip, türküler söylüyoruz. Fransızlar daha yumuşak ve keyifli, sanatsever insanlar. Nuit Debout aktivistleri son hafta büyük bir orkestra kurdular. 350 üzerinde klasik müzik çaları Cumhuriyet Meydanında Dvorak’ın “Yeni Dünya Senfonisi”ni çalarak dileklerini seslendirdi. Evet hangi kültürden gelirlerse gelsin halkların yeşeren özlemi yeni bir dünyadır. Artık bu gerçek kendini her gün biraz daha güçlü dayatıyor.
Mayıs 2016 / Sosyalist Dayanışma
TTIP TERÖRÜ
T
TIP’e bazıları Ekonomik NATO diyorlar. Çünkü o bir ekonomik saldırı anlaşması özellikleri taşıyor. TTIP, ÇUŞ (Çok Uluslu Şirketler) terörü olarak adlandırılabilir. Bu anlaşma tekellerin emekçi halklara, küçük üreticiye, çiftçilere saldırılarıdır. Yalnız ABD, AB ve Kanada halklarına değil tüm dünya yoksul halklarına saldırıdır. Günümüzde moda olan uluslararası terörün arkasına gizlenen asıl bu kapitalist düzenin ekonomik terörüdür. Obama bir teröre karşı cephe alırken diğerini de arkasına gizliyordu. TTIP, gerçekten halklara çok yönlü bir saldırı anlaşması olacağa benziyor. Görüşmeler 2013 yılında başladı. 26 Nisan 2016 günü de New York’ta 13. oturumu açıldı. TTIP imzalanırsa dünyanın en büyük serbest ticaret alanı kurulmuş olacak. Bu alan dünya üretiminin üçte ikisini bir araya getirecek. AB ve Kanada arasındaki CETA Ticaret ve Ekonomi Anlaşması da içine alınacak. Görüşmeler gizli kapalı kapılar arkasında yapılıyor. Yürütenler ÇUŞ (Çok Uluslu Şirketler) temsilcileri. Bir takım rüşvetler vererek bu işi politikacıların güdümünden almışlar. ABD senatörleri ve AB parlamenterlerinin anlaşma maddelerinden pek haberi yok. Anlaşma tamamen ÇUŞ ve yatırımcıların çıkarları doğrultusunda yapılıyor ve ellerine büyük bir güç alıyorlar. Sendikalar içinde yoklar. Emekçilerin hakları hiç konu bile değildir. Asgari ücret, çalışma hakları gibi konular kendi çıkarları doğrultusunda yazılıp çiziliyor. Bunun ötesinde anlaşmanın kendisi var olan Dünya Ticaret Örgütü anlaşmalarını da çiğnemiş oluyor. Kendi içinde kapalı bir pazar örüyor. Böylece 3. Dünya Ülkelerini, BRICS ülkelerini dışarda bırakıyor. Ekolojiyi, halkın sağlığını koruma diye bir düşüncesi yok. Bu durumda sağlığa zararlı olduğu bilinen mutasyon görmüş maddeler AB pazarı-
na girebilecektir. Bu tür anlaşmalarda ÇUŞ, kendilerini koruyucu maddeler koymada çok deney sahibiler. Bir kaç örnek verelim: Sigara tekeli Philip Morris, sigara paketlerini sade basmaya zorladığı için Avusturya devletini, sağlık uyarıları yazdırdığı için Uruguay hükümetini mahkemeye vermiş. Veolia şirketi fabrikalarında işçilere asgari ücret ödenmesini istediği için Mısır devleti ile davalı (Sputnik, 24.04.2016). Daha önce yapılan anlaşmalara uymuyormuş. Şimdi de örneğin AB ülkeleri bu şirketlerin ihraç ettikleri malların sağlık açısından denetimini isterse laboratuvar maliyetlerinin devlete yüklenebileceği ve sonuçta gene hesabın yine tüketiciye çıkarılacağı tahmin ediliyor. Sendikaların dava açması yasaklanıyor. Bu kriterler göz önüne alındığında da TTIP’in halklara nasıl bir terör estireceği ortaya çıkar. Bu nedenle AB halklarının çoğu TTIP’e karşı ve sayıları giderek artıyor. Geçtiğimiz yıl kısa bir sürede bilgisayar üzerinden 3 milyon karşı imza toplandı. Ekim 2015’te Berlin’de yapılan karşı gösteriye 2,5 milyon insanın ka-
tıldığı tahmin ediliyor. Kasım ayında sokaklarda 100 binin üzerinde protestocu vardı. ABD’de halkın %53’ü destek verirken şimdi oran %15’lere düşmüş. Almanya’da ise %55 olan destek %17’ye inmiş. Almanya, Fransa, Avusturya, Birleşik Krallık ve İspanya’daki 1400 üzerinde belediye anlaşmaya karşı olduklarını açıkladılar. Şimdiden bu bölgeler kendilerini TTIP alanı dışında tanımlıyorlar. Obama’nın ziyareti sırasında da birçok AB kentinde gösteriler yaşandı. Sonuçta terör doğru, dünya halklarının hayatını tehdit ediyor. Şimdi halklar iki terör arasında sıkışmışlar gibidir. Biri TTIP ile kurumsallaşacak kapitalizmin ekonomik terörü diğeri ise bildik uluslararası terör denilen şey. Obama ve dünya liderleri bir terörü lanetlerken kapitalizmin terörünü onun arkasına gizleyip destekliyorlar. TTIP, kemer sıkma politikaları, sosyal hakların kesilmesi gibi saldırılara karşı hakkını savunmaya çalışan halkları da bu terör gerekçesi ile bastırmaya çalışıyorlar. Halkların karşısında olan asıl bu ÇUŞ terörüdür.
AYŞE TANSEVER
Sonuçta terör doğru, dünya halklarının hayatını tehdit ediyor. Şimdi halklar iki terör arasında sıkışmışlar gibidir. Biri TTIP ile kurumsallaşacak kapitalizmin ekonomik terörü diğeri ise bildik uluslararası terör denilen şey. Obama ve dünya liderleri bir terörü lanetlerken kapitalizmin terörünü onun arkasına gizleyip destekliyorlar.
21
Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2016
MERHUME: TÜKENEN NE? UMUT NEREDE? M. SİNAN MERT
M
urat Uyurkulak romanlarının en önemli ortak paydası herhalde “parçalanma” ve “çözülme”yi anlatmaktaki ısrarı. Post-modern zamanların, geç kapitalizmin çözdüğü ve çürüttüğü kişiliklerin, yozlaşmış ilişkilerin dipten akan insani bir sıcaklıkla zaman zaman temas ettiği romanlar bunlar. “Merhume”nin çoklu hikâyelerini okuyunca insanın aklına hemen “Kara Kitap” geliyor. Fakat aynı şehri anlattıklarında bile Uyurkulak ile Pamuk o kadar farklılar ki… Pamuk’ta özenli kurulmuş cümleler, çok iyi çalışılmış hikâyeler hep kravatlı, hep Nişantaşı’lı… Oysa
22
Uyurkulak, Hakan Günday ile birlikte 1990 sonrasının varoşlar iklimini en iyi yansıtan yazarı olarak anılmayı hak ediyor. Bütün hikâyelerde varoşun bıçkınlığını, tekinsizliğini, ele avuca gelmezliğini, küfürbazlığını, insani olanı sarmalayan o kalın kabuğu hissetmediğimiz tek bir satır yok. Karanlık bir atmosferde, zaman ve mekânın havada uçuştuğu hikâyeler ardı ardına geliyor. Aslında anlatılanlara bakarsanız umut yok, insanlık yerlerde sürünüyor, soylu şövalyeler, diğerkâm insanlar ortada yok. Ancak yaşananlara öyle bir öfke var ki sayfalarda aslında öyle sert bir eleştiriye tanık oluyoruz ki bu insanı kangren eden hayata ve “aşırı hızdan mustarip çağımızın onulmaz yaralarına”, umutlanmamak da mümkün değil. Zaten en korkuncu yaşanan bütün bu kötülüklerin normalleşmesi değil. Uyurkulak da onları çok normalleştirir gibi yaparak gözümüze sokuyor ama bu normalleştirme tam da anormalliği ve sürdürülemezliği çağrıştırmadan edemiyor. Merhume tam anlamıyla bir çokluk... Karakterler, zaman, mekân, olaylar, hikâyeler sürekli değişiyor. Ama bu kadar çokluğa rağmen aslında hepimizin aynı yerde ve aynı zamanda olduğunu da çok açık hissettiren bir kara roman karşısındayız. Devlet, zenginler ve zalim erkekler tarafından hayatı mahvedilen bir toplumun yaraları açılıyor gözümüzün önünde. Sürekli tecavüze uğrayan kadınlar, herkesin bildiği sırrı bir türlü açıkça yaşayamayan LGBTİ bireyler, mutluluğu sürekli engellenen insanlar, Ermeniler, Kürtler, Aleviler, yoksullar, cezaevlerinde katledilen devrimciler, maço babasının hışmının altında ezilen ve bir türlü yaşayamayan “proje” erkek çocukları… Umudu temsil eden Öfke ile tezatlık içinde bulunan varoluş Orta Sınıf: “Şeytan gibi akıllı,
yılan gibi tahsilli, zehir gibi kültürlü köleler sıfatıyla dizilmişiz masanın etrafına… İnsanlık istifa etmek için hepimizin envai sebebi var, zerre şikâyetçi değiliz”(s.18). Uyurkulak, Yusuf Sertoğlu üzerinden kendisini de masaya yatırıyor otobiyografik öğeleri de orta sınıf eleştirisinin bir ögesi olarak değerlendiriyor. Sinirleri alınmış, saf bir hayatta kalma stratejisi haline gelmiş orta sınıf hayatlar aslında belki de insanlığın en büyük trajedisine dönüşmüş durumda. Kapitalist medeniyetin neredeyse ülküselleştirdiği sınıf aslında olmayan bir hayatı yaşıyor ve tüm dünyayı da kendi zindanına mahkûm ediyor. Orta Sınıf bireyler de aslında zaman zaman farklı bir bilinç durumuna geçer geçmez “adına insan denen dev fiyaskodan fena halde sıkılıyordu”. Fakat sinirleri alınmış olmak, iradesizleşmiş olmak, “hepimiz taviziz” tespitini sürekli ve sürekli doğrulamak, “bir fısıltıya dönüştürmüşlerdi kendilerini” gözleminin içinden çıkamamak Orta Sınıf ’ın lanetlenmesini bir erdem haline getiriyor. Düzenin temel harcı olan bu sınıfın ve kültürünün, “Bütün ömürlerini altlarındakileri aşağılayıp, üstlerindekileri yalamakla geçirmekten sapıtmışlardı”da gizli yaşam bilgeliğinin sürekli olarak sorgulanması ve aşılması, umudun sisler içinden daha görünür hale gelmesinin yegâne koşulu. Uyurkulak romanları gayet içeriden özeleştiri ve kendini lanetleme seansları ile bu işlevi gayet başarılı bir biçimde yerine getiriyor. “Burası senin yaşadığın zengin muhitlerine benzemez. Yoksulun gürültüsü çok olur”. Orta sınıfın sessizliği karşısında yoksulun mahallesinin gürültüsü de öfkesi de umut veriyor. Fakat Uyurkulak’ta yoksulluk da çürümeye bir başka noktadan yaklaşıyor. Bir yoksul ide-
alizasyonu ararsanız eliniz boş kalır anlayacağınız. “Haysiyetle sefalet elmayla armut gibi toplamaya gelmiyor, çıkarmak mümkün, ‘gururlu yoksul’ tatsız pancar türü”. Neoliberalizmin temel işlevinin sınıfsal yarılmaları görünmez kılmasının olduğu 2016 dünyasında kargo emekçisi jokey arasında yapılan şu karşılaştırma da çağdaş insanın imge dünyasında sarsıntılar yaratma gücüne sahip: “bu kargocular jokeyler gibi, ekseri ufak tefek ve kavruk oluyorlar, tek fark bunlar fakir”. Yaralayan, zorlayan, insanı insanlığından utandıran olaylar aynı şiddete sahip bir dille önünüze saçılıyor. Bu yüzden zor bir roman Merhume. Aynı Tol gibi, orada da Yusuf ’un annesi ne diyordu hatırlıyorsunuz değil mi? “Annemin ağzı fazla bozuktu. Herhalde sadece benim korkmadan bakabildiğim, baştan başa izlerle kaplı yüzünün ortasında, buruşuk bir yaraya benzeyen ağzını açar ve her seferinde aynı şeyi söylerdi: ‘Bizi düzdüler. Çocuklarımızı da düzecekler. İçlerinde ne kadar tarih, dua, silah ve dahi şan varsa üzerimize kusacaklar…’” Özellikle Mezaristan başlıklı bölüm de halkıyla savaşmaktan bir saniye geri durmamış bir devleti iliklerinize kadar hissedeceksiniz. “Kasası haki brandayla örtülü askeri bir kamyon, tozu dumana kata kata yaklaştı, geldi, kaç asırdır toprağın üç metre altında yattığını kimsenin bilmediği dokuma ustası Janet Halıcıyan’ın kemiklerinin tam üstünde durdu. Kasaya tırmanan iki asker art arda üç ceset attı aşağı.” Merhume’yi okurken içiniz bulanacak, insandan ve Uyurkulak’tan nefret ettiğiniz anlar olacak ama yılmayın sonuna kadar devam edin. En büyük rezillikle sonunda karşılaşacağınızı da bile bile devam edin. Pişman olmayacaksınız.
Mayıs 2016 / Sosyalist Dayanışma
MARKSİST BİR YAYINEVİ: YORDAM KİTAP Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın öğrencileri olmaya çalışan bizler için “Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” sözü ana perspektifimizdir. Kıvılcımlı’nın neredeyse hiçbir Marksist eserin yayınlanmadığı, çevrilmediği dönemdeki en önemli çabalarından biri de Marksist teorinin bu topraklarda okunması, tartışılması, yayılması gayretinde olması idi. Kapital’i çevirme girişimi ise unutulmaz. 1937 yılında Kapital’i Almanca aslından çevirmeye başlar. Fakat 1938’de, donanma davasında tutuklanır. Kapital’in ancak birinci bölümünü çevirebilir. Ancak hayatı boyunca, hem teorik çalışmaları hem pratiği ile Marksist teorinin bu topraklarda boy vermesini sağlar. Devrimci kadrolar için olmazsa olmaz olan teori silahını kuşanmaktır. Mücadeleye pek çok atılan kişilerin pek çoğu doğru bir düşünsel yöntemi kavrayamadıkları vakit tez elden savrulabiliyorlar. Öyle sinsi bir tehlike ile karşı karşıyayız ki kişinin kendi düşünce dünyasının her daim üretilmesi yenilenmesi gerekir. Zor karmaşık güçlüklerle dolu dönemlerde zihninin karanlığı bir devrimci kadroyu bataklığa sürükler. Düşünce dünyamıza Marksist bir bakış açısı kazandırmak ise öyle kolay bir uğraş değildir. Farklı bakış açıları, farklı yorumlamalar karşısında bilincimizin bulanmaması, karmaşa yaşamaması için ayrı bir çabaya girmemiz gerekmektedir. Örneğin Marksist klasikleri çeviren kişiler, basan yayınevleri bile önemlidir. “Titiz bir çalışmanın eseri mi?”, “Çeviri hakkıyla yerine getirildi mi?”, “Basan kişiler ideolojik bakış açısından dolayı eserin aslına yönelik bir yönlendirme yaptı mı?” gibi soruları sormak önemlidir. Bu açılardan güvenebileceğimiz, hangi kitabı çıkar çıksın hepsi çok önemlidir
dediğimiz bir yayınevini tanıtmak istiyorum, Yordam Kitap yayınevini. 2006 yılında Yordam Kitap, Marksist bir yayınevi olarak kuruldu. Marksizm’in klasik yapıtların yanında, dünyadan ve Türkiye’den sol düşünceye yapılmış özgün katkıları, araştırmaları ve kuramları da yayınlar. Klasik Marksist Kuram, Kuram-Araştırma-Tartışma / Çeviri, KuramAraştırma-Tartışma / Telif, Çizgilerle serisi, Geçmişten Geleceğe Sosyalizm ve Deneme-Mizah kategorileri altında her yıl onlarca kitap basar. Yayıncılık işini çok ciddiye alan, çevirileri sağlam, biçimi ve içeriği ile kaliteli kitap basan, yenilikçi ve farklı basımlarla okumayı kolaylaştıran, güçlendiren bir yayınevi Yordam Kitap. Ne çıkarırsa okunmalı. Onlara sözü bırakırsak… “NEDEN YENİ BİR YAYINEVİ, NEDEN YORDAM KİTAP
soluksuzluğu giderecek bir sanatsal, bilimsel ve kültürel seçeneğin varlığına inandığı için.
FATMA İNCE
YORDAMKİTAP Bu ortamın çok kapsamlı bu seçeneğin çok yönlü olmasından yana
yaşamın getirdiği sorulara soruların taşıdığı sorunlara yanıt için
YORDAM KİTAP’ın düşünsel ve siyasal üretimi yansıtmak için seçtiği yolda Marksist kuramı ve onun tarihsel birikimini gündeme getiren, geliştiren kitaplar Dünyanın geçirdiği son değişimleri, yeni olguları tarihsel maddeci bir perspektifle tartışan bilimsel kitaplar Yeni Dünya Düzeni, küreselleşme, yeni-liberalizm, postmodernizm, post-marksizm, post-fordizm gibi kavramları ve onların ardındaki süreçlerin içyüzünü sergileyen kitaplar İnsanlığa kapitalizmden başka gelecek görmeyen düşünce odaklarını ele alıp gerçekleri savunmaya yönelik kitaplar öncelikli hedefleri olacak
YAŞAM SORUYOR ÇÜNKÜ Neden emperyalist ve gerici ideolojiler hâlâ egemen? İşçi sınıfı kendi tarihsel kalkışmalarında neden yenildi ve geriledi? Kültür ve sanat, neden bu baskı altında hâlâ soluksuz? Bu egemenliğin karşısına dikilecek bir düşünsel ve siyasal üretim, Bu soluksuzluğu giderecek bir sanatsal, bilimsel ve kültürel seçenek yok mu?
Düşünsel ve siyasal üretimin kaynaklarına yönelmek için seçtiği yolda İnsanlığın uygarlık gelişiminde attığı adımları, geçirdiği evreleri, yaşadığı serüvenleri inceleyen yapıtları Tarihin, toplumsal ve sınıfsal mücadelelerin anlaşılmasını sağlayacak, tarihsel kişi ve dönemleri açıklamaya hizmet edecek anı, yaşamöyküsü, mektup vb. türünde yapıtları okurla buluşturacak
YORDAMKİTAP Bu sorulara yanıt aramak, yanıt arayanlara güç katmak, yeni bir ortam hazırlamak için kuruldu. Egemen ideolojilerin karşısına dikilecek bir düşünsel ve siyasal üretimin,
Kültürel ve sanatsal seçeneği oluşturmak için seçtiği yolda Temeline insanî sorunların, toplumsal duyarlığın yerleştiği bir sanata yeniden soluk aldırmayı Kaynağını yaşamda bulan bir edebiyatı çeşitli türlerdeki yerli ve
çeviri yapıtlarla tanıtmayı Günün moda etkileriyle ya da bilinçli olarak unutturulan değerli yazarların yapıtlarını yeniden günışığına çıkarmayı kendine yordam edinecek Yayın dünyasının olumlu mirasına yaraşır bir sonuç almak için seçtiği yolda Yaşamın getirdiği sorulara, soruların getirdiği sorunlara duyarlı her kesime seslenerek Dili güzel ve özenli, içeriği doğru ve nitelikli, görselliği üst düzeyde titiz ve çağdaş kitaplar üreterek okura saygıyı öne çıkaracak”
23