yirmiyedi
Kasım 2016
dim, “dayalı” demedim. Zira “dayalı” derseniz, bu sözcük laikliğe aykırı bir düşünceyi yansıtır. Yansıtır, zira bu memlekette sadece belli bir dinin mensupları yaşamamaktadır. Ancak “saygılı” ibaresi bambaşka bir ifadedir. Devletin dini esaslara “dayalı” olması nasıl ki laikliğe aykırıdır, devletin dini esaslara “saygılı” olmaması da laikliğe aykırıdır. Bu kafa karışıklığı hem Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’te hem de Atatürk’ün bu yanlış tespitine destek verenlerde mevcuttur. O kadar ki 1925 yılında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılma gerekçesi, tıpkı Abdurrahman Yalçınkaya’nın açtığı davanın gerekçesi gibidir. 91 yılda basit bir cümlenin yorumunda bile “ittihat” (birlik) sağlanamamış, dolayısıyla “terakki” (ilerleme) kaydedilememiştir. TpCF’nin kapatılma gerekçesi malum.. Partinin tüzüğünde yer alan “İtikad-ı diniyeye hürmetkarız” (Dini inançlara saygılıyız) cümlesi kapatma için yeterli görülmüştür. Abdurrahman Yalçınkaya da Ak Parti’yi kapatma davasında Başbakan’ın “Hamdolsun” sözcüğünü kullanmasını kapatma gerekçelerinden biri saymıştı. Ama hamdolsun ki kapatılmadı! Bir şeyi temenni etmek ile o şeyi temin etmek arasında meşe kütüğü ile kürdan arasındaki fark kadar bir fark vardır. Neticede dindarlığın karşıtı dinsizlik değildir; dindarlığın karşıtı, dindar olmamaktır. Tıpkı küfür ile günah; kafir ile günahkar arasındaki fark gibi.. (Ya da küfürbaz ile kafir arasındaki ciddi fark gibi..) Örneğin bir iktidar dindar gençliğin artması için Milli Eğitim’de karar alıp “bütün öğrenciler öğle paydosunda namaz kılacaktır” derse, işte bu, laikliğe aykırı olur. Bu tür zecri tedbirlere şiddetle karşı çıkanlardan biri de ben olurum. Mevcut hükümetin böyle bir uygulamayı gerçekleştirmesini bırakınız, bunu düşünmek bile istemeyeceğine olan inancım tamdır. Keza, dindar gençliğin artmasını istemek dindar olmayanlara bu devletin zehir kusturacağını söylemek demek değildir. Her ne kadar Atatürk’e ait olmasa da Atatürk’e atfedilen Ata’nın bir sözü vardır hani.. (“Atasözü” demiyorum. “Ata’nın sözü” diyorum. Bu da yukarıda bahsettiğim farklardaki gibi, “elmas’ını kaybetti” cümlesi ile “elmasını kaybetti” cümlesi arasındaki fark gibidir.) Evet Atatürk’e atfedilen sözlerden biri ne idi? Örneğin “İstikbal göklerdedir”di. Şimdi Atatürk bu cümleyi söylediği zaman “Söz konusu olan gök ise, deniz, kara ve hava hava civadır” mı demiş oldu?! Gerçi Atatürk’ün “İstikbal göklerdedir” cümlesi ile 1937’de TBMM’nin açılışında söylediği “Bizim prensiplerimiz gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla eş tutulamaz” cümlesi arasında da muhakkak ki bir anlam ve içerik farkı vardır!
Hüsn-i Hat Sanatı - 3 Hat sanatında Ketebe (İmza) ve Târih Koyma Şekilleri: Hattat-Ressam/Mesut Dikel Hattatlar, yazıları altına koydukları imzalarını ekseriya Arabça “Bunu yazdı” demek olan kelimesiyle birlikte yazarlar ki, buna Ketebe koymak, Ketebe yazmak, Ketebe atmak, kısaca = ketebe derler. Her yazı nev’ine göre ketebe koymanın husûsî bir şekli vardır. Sülüs, Muhakkak, Reyhânî, Celî ve Müsennâ yazılarda ekseriya Rıkaa’ kalemiyle yâni (icazet) yazısiyle yazarlar ve nokta koymazlar Ta’lîk’de yine Ta’lîk yazı ile ve asıl kalemin üçte biri kalınlıkta olmasını tercih ederler. — Ketebehû yerinde, nemekahu, yazan ken disinden bir söz katıyorsa — Harrerehu*, harekeli yazmış ise = Rakamehu*, tevazu’ için, yâhud karalama yazmış olduğunu ifâde için = Sevvedehu*, bir meşke baka baka yazdığını, yâhud meşk olmak üzere îtinâ ile yazıldığını ifâde için = Meşşakahu, istinsah (kopya) sûretiyle yazmışsa = Nesehahu, yâhud = Satarehu, aynen taklîd ederek yazıldığını ifâde, için = Kalledehu gibi tâbirler kullanılmıştır. Bir de, murakkaâf, kıt’a, kifâb vâzu’dan, yâhud yazının fevkalâdeliğinden dolayı kendini gurur ve şöhret âfetine tutulmaktan korumak, yâhud bütün bir san’at âlemine meydan okumak, yâni: “Şöyle bir yazı yazılmıştır. Yazan kim olursa olsun, onun ehemmiyeti yoktur. Bir şâh veya bir gedâ olabilir. Mes’ele bunda değildir. Bunun bir benzerini yazacak varsa, işte er meydanı, bu yursun! Bununla beraber, böyle bir eseri meydana koyanın unutulması, şöhret âfetine tutulmasından hayırlıdır. Maksad şöhret değil, güzel bir iş görmek, güzel bir eser bırak maktır. Bunu yazan, notunu halkdan değil, Hâlık’ından almak ümîdiyle yazmış, bu husus ise henüz tahakkuk etmemiş bulunduğu için o eseri kendine izafe etmekten Hakk’a karşı hicâb duymasından dolayı, imza koymağa eli varmamıştır” demek istemiştir. Tuğralar, fermanlar, paralar, beratlar. gibi resmî yazılarda hattatın imza koymaması istenildiği, yâhud imza koymağa henüz izin ve icazet verilmediği için, koymamış olabilir. Târih koymaya gelince, bunda asıl olan koymak ise de, yukarıki sebeblerden başka, yazıda târih koyacak münâsib bir yer bulunmamasından veya yazının estetiği üzerin de menfî durum ihdas edeceği dü şüncesinden, yâhud târih koyması istenmemesinden, târih atmaya değmeyen muhtevayı taşımasından ve ya konduğu takdirde bir karışıklık ve fesadı mûcib olacağından konulmamış olabilir. Bir de, bâzı meşhur hattatlar, yazılarının ekol (mekteb) hâlini almış fevkalâde bir üslûbu ve levhalarda yâhud = Elmüznib, = Elfakîr, = Elhakîr, = Errâcî gibi’ makama ve yazı muhtevasına uygun ve tevâzua delâlet eden bir kelime’ veya cümleden sonra, isim yazmayı âdet edenler de ol-
muştur. İsimden sonra bâzan — Gufire lehu, = Gufire zünûbuhu Ve emsali düâyı taşıyan bîr cümle ilâve edilir. Bâzıları, yalnız kendi ismini yazmazlar, bâzıları isimden önce veya sonra babasının, hocasının, her ikisinin adlarını yazmışlar ve hattâ memleketini ve mesleğini bile tebarüz ettirenler olmuştur. Hâsılı, imza ve ketebe işinde her san’atkâr ken dince münâsib gördüğü şekli kullanmıştır. Bilindiği üzere, imzalı yazılara imzasızlardan ziyâde kıymet verilir. Çünkü imza yazının senedi mahi yetindedir. Bu îtibarla bir hattat, bi le bile güzel bir yazısına imza atmak istemiyeceği gibi, beğenmediği bir yazısına da imza atmaktan çekinir. Dolayısıyle, bir yazının imzalı veya imzasız olmasının mutlaka bir mâ nâsı olmak îcâbederse de, bunu her zaman sezmek mümkün olmaz, im za koymamak hususunda sebeb olarak başlıca şunlar hatıra gelir: Tevâzu’dan, yâhud yazının fevkalâde liğinden dolayı kendini gurur ve şöhret âfetine tutulmaktan korumak, yâhud bütün bir san’at âlemine mey dan okumak, yâni: “Şöyle bir yazı yazılmıştır. Yazan kim olursa olsun, onun ehemmiyeti yoktur. Bir şâh veya bir gedâ olabilir. Mes’ele bun da değildir. Bunun bir benzerini yazacak varsa, işte er meydanı, buyursun! Bununla beraber, böyle bir eseri meydana koyanın unutulması, şöhret âfetine tutulmasından hayır lıdır. Maksad şöhret değil, güzel bir iş görmek, güzel bir eser bırakmaktır. Bunu yazan, notunu halkdan değil, Hâlık’ından almak ümîdiyle yazmış, bu husus ise henüz tahak kuk etmemiş bulunduğu için o eseri kendine izafe etmekten Hakk’a karşı hicâb duymasından dolayı, im za koymağa eli varmamıştır” demek istemiştir. Tuğralar, fermanlar, paralar, beratlar... gibi resmî yazılarda hat tatın imza koymaması istenildiği, yâhud imza koymağa henüz izin ve icazet verilmediği için, koymamış olabilir. Târih koymaya gelince, bunda asıl olan koymak ise de, yukarıki sebeblerden başka, yazıda târih koyacak münâsib bir yer bulunmamasından veya yazının estetiği üzerinde menfî durum ihdas edeceği dü şüncesinden, yâhud târih koyması istenmemesinden, târih atmaya değ meyen muhtevayı taşımasından ve ya konduğu takdirde bir karışıklık ve fesadı mûcib olacağından konul mamış olabilir. Bir de, bâzı meşhur hattatlar, yazılarının ekol (mekteb) hâlini almış fevkalâde bir üslûbu hâiz olması ve şahsiyetine delâlet de vazıh bulunması hasebiyle imza koymaya lüzum görmemişlerdir. yf. 1. Cild 154-155/ Mahmud Bedreddin Yazır