KÜN EDEBİYAT

Page 15

KÜN EDEBİYAT

miz kızmasın diye bunları tekrar toplamaya çalışır, yorulur ve derin derin soluklanırdık. Artık bu tatlı yorgunluktan sonra herkes saplarının bulunduğu harmanlarına dağılırdı. Geceleri havaların giderek soğumaya başladığı zamanlarda yer yatağını açar üzerine uzanırdım. Gökyüzünü seyrederdim uçarcasına. Etraftan daha çok çekirge sesleri gelirdi. Çekirgeler topluca anlaşmışlar gibi öterler, Eylül gecelerinin kucaklayıcılığına büyülü bir hava katarlardı. Belki de bana öyle gelirdi. Gökyüzünde yıldızları, bazen geçen küçük bir bulut kümesini seyreder, kendimi de onların arasında hissettiğim olurdu. Öyle ki yıldızlardan yıldızlara geçer, sonra bir bulut kümesinin üzerine inerdim. Gönlümce bir bulut parçasından diğerine geçerdim. Bulutlar pamuk dağları gibi sarıp sarmalayıcı gelirdi. Sonra… Sonra uykuya dalardım galiba. Sabah erkenden, hatta güneş üzerimize doğmadan kalkardık. Canlıların, bütün mahlûkatın yeni yeni uyanmaya başladığı vakit… Büyüklerimiz “sabah güneş üzerine doğmadan kalkanın nasibi bol olur” derdi. Diğer çocuklar gibi ben de bu “nasibi” kaçırmak istemezdim. Hafif bir nem yorganın üzerinde… Bu hafif nemin karıştığı harman yeri kokusu tertemiz hava içerisinde bir rayiha gibi gelirdi burnuma. Bu kokuyu içime çekerdim. Hatta bu kokuyla kendime geldiğimi, dirildiğimi hissederdim. Yaşamanın bu olduğuna hükmederdim kendi kendime. Çocukluk işte… İlerideki evlerin punarelerinden (baca) ince dumanlar da yavaş yavaş görülmeye başlardı. Yükselerek ilk doğan ışıkların arasına karışan dumanların her biri gökyüzüne ayrı bir resim çizerdi sanki. Bir süre de seyrine doyum olmaz bu manzaralara takılır kalırdım. Evlerden taze çorba kokuları, mis gibi tereyağı kokuları ta burnuma kadar geldiğinde iyice acıktığımı fark ederdim. Benim çocukluğumun Eylülleri sadece harman yeri hatıralarıyla sınırlı değildi. Sanki kışa girmeden tabiattan bir şeyler toplama, onun sona yaklaşmakta olan davetlerini kaçırmama adına da koşar, koşuştururdum. Kırlardaki ahlat ağaçlarının meyveleri artık olgunlaşmaya başladığından arkadaşlarımızla onları dallarından toplamak heyecanımıza heyecan katardı. Ulaşamadığımız dallarda kalan meyveleri indirmek

için küçük taşlar toplar, gelecek yılları hiç düşünmeden o ağaçları taşa tutardık. Yine bir gün böyle bir ağacı taşlarken bize göre büyük sayılabilecek bir dalının yere düştüğünü gördüğümde çok üzüldüğümü hatırlıyorum. O güzelim ağacın sanki bir kolu, bir kanadı kırılmış gibi gelmişti bana. Bir hüzün doldurmuştu yüreğimi, üzülmüştüm. Hatta topladığım ahlatların (yaban armudu) tamamını arkadaşlarıma vermiştim. Çünkü bir daha o günden sonra hiçbir ağaca taş atmamaya karar almıştım. Köyümüzün bakımsız kalmasına rağmen hala üzüm veren bağlarına gitmek de Eylüllerimizin özelliklerinden ve güzelliklerindendi. Bilirdik fazla bir şey bulamayacağımızı. Ancak yine de dallar ve yapraklar arasına saklanmış birkaç cıngıl üzüm bulabilmek umudunu da hep taşırdık. İşte bu umutla bağlardan da nasibimizi almak isterdik hep. Yollardan, cılgalardan yürümezdik. Güle oynaya tarlalardan, anızların aralarından geçer, adeta uçarak bağlara doğru koşardık. Bacaklarımızı anızların çizmesi, ayaklarımıza dikenlerin batması pek de umurumuzda olmazdı. Sıradan şeylercesine batan dikeni çıkarıp atar, kanayan yeri parmağımızla hafifçe siler koşmaya devam ederdik. Önce yeni sararmaya yüz tutmuş yapraklar arasında heyecanla üzüm arardık. Üç beş taneyi üzerinde barındıran bir salkım da olsa onu sevinçle ama dikkatle dalından koparır, topladıklarımızı arkadaşlarımızla üleşirdik. Bağların kenarlarında kalmış yabani erik ağaçları, armut ağaçları da araştırmalarımızdan nasibini alırdı. Bazıları çürümeye başlamış, sararmış tek tük meyveleri de topladığımızı hatırlıyorum. Küçük avuçlarımızda topladığımız birkaç meyveyle tekrar köyün yolunu tutardık. Ama bu defa biraz yorgun, biraz durgun, ağır ağır yürürdük. Yorgunluğumuz hareketlerimizden, konuşmalarımızdan anlaşılırdı. Sanki biraz önceki koşan, şen şakrak türküler söyleyerek coşan çocuklar gitmiş yerine başkaları gelmiş gibi olurdu. Sonra elimde üç beş üzüm tanesinin olduğu bir cıngıl, büzüşmüş, sararmış, kurumaya yüz tutmuş bir iki erik ya da armut ile evimize gelir bunları büyük bir coşku ve sevinçle anneme uzatırdım. Annem bunları almadan önce hemen sorardı: “Nerden topladın onları? Bizim bağlardan değil mi?” derdi. Arkasından da hemen eklerdi:

“Başkalarının bağından bahçesinden almak haramdır oğlum. Ben sana haram yedirmedim hiç, sen de bana haram yedirmezsin değil mi?” O zaman “haram”ın ne olduğunu pek anlamamıştım ama annemin ses tonundan, kaygılı ifadelerinden “iyi” bir şey olmadığını da öğrenmiştim. Onun için annemin sorusu karşısında biraz durur, hangi meyveyi nereden kopardığımın tek tek hesabını yapar ve cevabını verirdim. Daha sonraki yıllara rastlayan Eylüllerde de başka bağ ve bahçelere girmediğimi, giremediğimi çok iyi hatırlıyorum. Hatta ne zaman böyle bir şeye niyetlensem sanki annemin sesi hemen beni uyarırdı. Ben de niyetimden vaz geçerdim. Eylüller romantik değildi bizler için, özellikle de benim için. Havalar soğumaya başlıyordu çünkü. Özellikle geceleri rüzgârların sert estiğini biz çocuklar da hissederdik. Daha küçücük omuzlarımıza yüklenen sorumluluk yükünün ağırlığı ile olacak kışlık yakacak temin etme gailesi beni de alırdı. Dağlardan işe yarayacak bitkiler, sığırkuyruğu, tezek toplama telaşı ile işe başlardık. Köyümüzün hemen üzerinde bulunan yamaçtaki seyrek meşe ağaçlarının arasından kurumuş çalı çırpı ne bulursak sevinçle, bir oyun içerisinde toplardık. Onları sarar, sarmalar küçük kızaklarımıza yüklerdik. Hafif bir ağırlık bile olsa zor çeker, köye gelene kadar kan-ter içinde kalırdık. Eylül ayrılık ayı, hüzün çöreklenirdi yüreğime. Ne ağaçların yapraklarını dökmesinden, ne de etrafın tamamen sarıya bürünmesinden değil elbette. Ayrılıktan, ayrılığın gelip çatmasından sızlamaya başlardı yüreğimin başı. Çünkü köyümüzde bir okul yoktu. Köyümüzden çok uzakta, annemden babamdan ayrı bir köye okula gitmem gerekiyordu. Bunun için hüzün ve heyecanı hep birlikte yaşardım Eylüllerde… Ayrılığın nasıl bir ıstırap olduğunu ta çocuk yaşlarımda öğrendiğimi hatırlıyorum. Hele de bu anneden ayrılıksa gerisini varın siz düşünün… Eylülleri ayrılıkla aynı kefeye o yıllarda koymuştum. O gün bugün “Eylül” bana hep ayrılığı hatırlatır ya da “ayrılık” deyince on iki aydan sadece “Eylül” karşıma dikilir, yüreğime oturur. Eylüllerde “gurbet” olur her yer… O gün bugündür ayların adı değiştirilse “Eylül” ayına herhalde en çok “gurbet” adı yakışır diye düşünmüşümdür hep… İçine “hüzün” yakışan bir gurbet…

15


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.