Konak Dergisi - 2019 Sayı 4

Page 1

2019 SAYI 4

Akıl Aşiyan-ı Harab: Bağdat Endonezya ve 2016 Depremi Suriye Penceresinden Göç Milli Edebiyat

Organ Bağışı ve Nakli


R

A RA

NK

HSVankara

YAT VA

H ’DA A

Öğrenci gruplarımızın akademik çalışmalarını derlediğimiz Konak Dergisinin internet sayfası hizmetinize açılmıştır:

konakdergisi.hayatvakfi.org.tr

Sakarya Mh Hamamarkası Sk No 7 Altındağ Ankara 0312 287 0210 ankara.hayatvakfi.org.tr ankara@hayatvakfi.org.tr

A


2019 SAYI 4

Sahibi Hayat Sağlık ve Sosyal Hizmetler Vakfı Ankara Şubesi adına Saim Kerman Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Çağrı Emin Şahin Editör Fakih Cihat Eravcı Yayın Kurulu Burhan Sami Benli Çağrı Emin Şahin Enes Karabulut Fakih Cihat Eravcı Şeyda Akbal Zeycan Kübra Cevval Zeynep Balık Yapım Selika Tasarım Uygulama Arif Doğan İletişim Sakarya Mah Hamamarkası Sk No. 7 Altındağ Ankara 0312 287 02 10 ankara@hayatvakfi.org.tr HSVankara ankara.hayatvakfi.org.tr konakdergisi.hayatvakfi.org.tr ISSN 2636-7696 Dergide yer alan yazılardan yazarları mesuldür. © Yayın hakları yayıncıya aittir. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.

Merhabalar değerli okuyucumuz, Zihin ve gönül dünyamıza, hakikat esintilerinin arttığı Ramazan ayında sizlerle buluşmaya başlayan dergimiz, birinci yılını tamamlayıp ikinci yılına girerken sizleri 4. Sayısı ile karşılıyor. Ramazan ile Vakıf iklimi, muhteviyatları itibari ile benzer iki samimi dostun muhabbeti gibidir. Bu ayda insan bir emanet bilincine evriliyor; beden bir emanet, zaman bir emanet, meslek ve aile bir emanet, mekân bir emanet, hâsılı ‘Hayat’ bir emanet. Ramazan’ın kelime anlamındaki “kavurucu sıcak” ile günahlarımızı yakma hedefinde iken pişiyoruz ve olgunlaşıyoruz. Fedakârlığın, diğerkâmlığın, dayanışmanın, sabrın, kendimizden önce kardeşimizi düşünmenin ehemmiyetini daha iyi anlıyoruz. Hayat yolculuğunda bir hakikate vâkıf olabilmek için vakfetmenin gerekliliği ortadadır. Durmak, dinlenmek ve düşünmek gerekiyor. Ramazan bize bu iklimi yaşatır. Daha az dünyevi ihtiyaçlar ile bizim akletmemize olanak sağlar. Durmak, fikr etmek, zikr etmek… ve nihayetinde bize kılavuzluk eden kelâmın anlamları ile hakikat pencerelerinden pencere açılır. Ayrıca hayatın hızlı akışında, bağımlı olunan telakkilerin aslında yalnızca bir yük olduğunu gösterir; üç vakit yemek ve “bunsuz yapamam” dediğimiz nice eylem. Ramazan ile insan, bağımlılık ihtiyacını asıl olana konumlandırır; Yaradan’a bağımlılık, öğretisine, sevgilisine ve bunların müştekil örnekliklerine bağımlı olma hali. Bir diğer yandan, çınar misali altında soluklanılan Vakıf, talep edilerek öğrenilen, pişilen ve olgunlaşılan mekândır. Mekânlara sığmayan anlayıştır, ruhtur, öğretidir, kılavuzdur. Ramazan gibi bir kılavuz ve mübarek bir öğretici olur. Bu çerçevede bu iki dostun (mekan ve zaman buluşmasının) bereketi ile, sizin karşınıza dopdolu bir sayı ile çıkıyoruz. Bu kutlu zamanda bizleri sizlerle buluşturan Allah’a hamd eder, keyifli okumalar dileriz.


içindekiler 06

Akıl

Kuran-ı Kerim’e göre insanı insan yapan, onun her türlü eylemlerine anlam kazandıran ve ilahi emirler karşısında onu yükümlü ve sorumlu tutan meleke -akıl-dır. Ahzab suresinde akıl ve hür irade bir emanet olarak adledilir ve bu emanetin koca dağlara engin denizlere değil insanoğluna verildiğinden çarpıcı şekilde bahsedilir. “Hiç akletmez misiniz?” ayeti ise Kuran’da belki de en çok tekrarlanan en silkeleyici ayetlerdendir. Bu derlemede kul için bu denli vurgulanan, insanı diğer mahluklardan ayıran akıl kavramını idrake çabaladık ve siz değerli okuyucularımıza sunuyoruz.

18

Aşiyan-ı Harab: Bağdat

9. ve 10. yüzyıllarda Müslümanların en önemli bilim şehri olan Bağdat; kendine özgü tasarımı ile de dönemin şehir kavramına farklı bir bakış açısı getirmiştir. Dönemine yön veren ve barış ve refahın hüküm sürmesi ile ün salmış bu şehir; istilalar, savaşlar ve iç karışıklıklar ile tarihi dokusuna ulaşılamaz hale getirilmiştir. Şehrin,ruhunun ve tarihi dokusunun nasıl korunamadığına dair üzücü örnekleri gördüğümüz bu şehri güncel literatür eşliğinde okuyucularımıza sunuyoruz

24

Geçmişten Günümüze Roma

İnsanlığın en eski çağlarından beri var olan bu şehir; dünya tarihine yön veren büyük bir imparatorluğun başkentidir. Kimi dönem barışın hakim olması ile kimi dönem savaşların etkisi ile kimi dönem ise doğal afetlerin tahribatı ile çehresinde değişiklikler olsa da, tarihi dokusu ile yüzyıllar süren bir zaman yolculuğuna imkan tanımaktadır. Tarihin ve yaşayan bir şehrin korunabilmesi konusunda yapmamız gerekenleri bize hatırlatan Roma’yı akademik kaynaklardan edindiğimiz bilgilerle, bu sayımızda sizlere sunuyoruz.

34

Dünya'nın En Kalabalık Müslüman Ülkesi Endonezya ve 2016 Depremi

Her sayısında farklı bir afeti konu alan dergimizin bu sayısında 2016 Endonezya Depremi’ni her yönüyle ele aldık. Ülkemizde de derin yaralara yol açan bir afet olan deprem nedir ve nasıl oluşur? Deprem ölçümü nasıl yapılır? Merkez üssü neye göre adlandırılır? Depremin yol açtığı sağlık sorunları nelerdir? Endonezya depreminde yardım yapan insani yardım kuruluşları nelerdir ve hangi alanlarda çalışmalar yapmışlardır? Tüm bu sorulara cevaplar aradık ve bulduğumuz yanıtları siz değerli okuyucularımızla paylaştık.

42

Boşnaklar

19. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı hâkimiyetinin son bulduğu coğrafyalarda değişen şartlardan en çok etkilenen Balkan coğrafyasında yaşayan Bosna-Hersek’in ve göçlerinin tarihini bulucaksınız bu derlemede. Önceki sayılarımızdan aşina olduğunuz üzere derlemelerimizde Boşnak halkının kültürüne, inancına, edebiyatına değinildi ve elbette Bilge Kral’a da ayrı bir parantezin açıldı.


Suriye Penceresinden Göç

54

Suriye dosyamızın yeni bir yazısı ile karşınızdayız. Bu derlememizde de Suriye meselesine göçler penceresinden baktık ve Suriye’de iç savaşın başlamasıyla evini terk eden 13 milyon kişinin durumunu ve mülteci olarak bulundukları ülkeleri ayrıntılı bir derleme ile ele aldık.

Myanmar-Bangladeş Mülteci Kamplarında Sağlık

62

Doğu Türkistan gibi halen bir kriz bölgesi olmaklığını devam ettiren; eski ismi ile Burma, yeni adı ile Myanmar bölgesinden Bangladeş’e kaçan mültecilerin durumunu tarihsel perspektifi ile birlikte ele aldığımız derlemeyi sizlere sunuyoruz.

Uygur Türkleri

72

Tarih boyunca Rusya ve diğer Avrupalı devletlere karşı bir tampon bölgesi görevi üstlenen Doğu Türkistan, Asya’nın ortasında, tarihte ve günümüzde ticaret yollarının kavşağında bulunan stratejik bir bölgedir. Bu derlememizde bu bölgenin halkının tarihten günümüze kadar gelen sancılı sürecini, bölge halkının göçleri eşliğinde sizlerle buluşturuyoruz.

Milli Edebiyat

86

19. yüzyılda Osmanlı’da giderek yayılmaya başlayan milliyetçi akımlar edebiyat dünyasına da tesir etmiş, Ömer Seyfettin’in kaleme aldığı Yeni Lisan makalesi ile milli bir edebiyatın çerçevesi çizilmeye başlamıştır. Bu derlememizde Milli Edebiyat Dönemi’nin yanı sıra Ömer Seyfettin ve Faruk Nafiz Çamlıbel’i de inceleyeceğiz.19. yüzyılda Osmanlı’da giderek yayılmaya başlayan milliyetçi akımlar edebiyat dünyasına da tesir etmiş, Ömer Seyfettin’in kaleme aldığı Yeni Lisan makalesi ile milli bir edebiyatın çerçevesi çizilmeye başlamıştır. Bu derlememizde Milli Edebiyat Dönemi’nin yanı sıra Ömer Seyfettin ve Faruk Nafiz Çamlıbel’i de inceleyeceğiz.

Tevfik Fikret

92

Tevfik Fikret; kendine özgü kişiliği ve ödün vermeyen karakteriyle, kendi ifadesiyle ‘fikri, irfanı, vicdanı hür bir şair’ olarak Türk edebiyat tarihinde mizaç, karakter, ahlak ve hayat felsefesi üzerine en çok konuşulan şahsiyetlerden biri olmuştur. Hayranlarından birinin dediği gibi ‘kendisine kızılan veya tapılan ama asla kayıtsız kalınamayan’ Fikret’I hayatı ve şiirleri ile daha yakından tanıyacağız.

Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıbba Bakış Hirudoterapi

108

Geleneksel tıbbın izinde bu kez hirudoterapiyi merceğimiz altına aldık. Özellikle Eski Mısır toplumunda kan alma yerine geçen alanlardan birisi olan sülük tedavisi, öyle benimsenmiş bir yöntemdi ki; mezarlarının duvar yazılarında dahi bahsi geçmekteydi. Kültürel kullanımlarını bilimsel bakış açımızla ele aldığımız derlememizi sizlere sunuyoruz.

Gerçek Katil Kim?

116

Grip(Influenza) virüsünün ortaya çıkışından, dünya üzerinde gerçekleştirdiği büyük salgınlara kadar geniş bir perspektifte ele aldığımız yazımızda, son zamanlarda çok popüler olan aşı redleriyle ilgili görüşler ve gerçekleri de geniş ve yoğun bir bilimsel çalışma ile derleyerek sizlere sunuyoruz.

Organ Bağışı ve Nakli

126

Ülkemizde organ ve doku nakli yıllardır tartışmalı alanlardan birisidir. Konuyla ilgili tanımlara, mevzuatlara, Türkiye ve dünyada tarihsel süreçlerine yer verilerek giriş yapılmıştır. Dini ve tıbbi bakış açılarıyla etik yönden mevzu tartışılmış ve Amerika’dan İran’a dünyanın farklı ülkelerindeki uygulamalar kıyaslanarak bilimsel bakış açımızla ele aldığımız derlememizi sizlere sunuyoruz.


6 KONAK


SOSYAL İLİMLER VE İDEOLOJİLER Araştırmaları Koordinatörlüğü Koordinatörlüğümüz, yaşamın ve yaşamanın kılavuzu olan İslam dininin ilk emri olan “İkra!” ayetini düstur edinerek ‘İslami İlimler’ adı altında çeşitli okumalar yapmaktadır. Amacımız, ‘Biz ataların dini üzerineyiz’ diyen putperestler gibi ezbere bir din anlayışını benimsemek yerine okuyarak, araştırarak, anlayarak; kulaktan dolma bilgilerin içini dolduran, meselenin kaynağına, kavramların derinine inen, doğrunun ve doğru tanımların peşinde olan bir Müslümanlığı benimsemektir. Koordinatörlüğümüz ekip çalışması ile her ay bir başlık üzerinde okumalar yapıp çalışmalarını ayın sonunda derlemeler halinde yayımlamaktadır ve çalışılan konular ile ilgili söyleşiler düzenlemektedir.

Etkinlik 1. Çalışma Grubu • Kavram • İslam Düşünce Tarihi 2. Söyleşi • Mahremiyet

SOSYAL İLİMLER VE İDEOLOJİLER

7


Akıl DİLSEL İNCELEME

“Akıl/akletme” kelimesi Arapça “ıQ - T - V” kökünden türemiştir. İsim olarak akıl,“akale”, “ya’kılu” fiilinin mastarıdır. Kelime Kuran’da isim olarak değil fiil olarak geçmektedir. Dilde ve Dinî Metinlerde Akıl Kavramı

KAVRAM ÇALIŞMA GRUBU Zülal Duru* Hatice Hilal Polat 2 Şevval Yiğit 1 1

1 2

Ankara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Gazi Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi3

* İletişim: zlalduru@gmail.com

8 KONAK

Sözlükte “el-akl” kelimesi, “tutmak”, “alıkoymak” (istimsâk) ve “engellemek” (habs) anlamındadır. Bazı dilciler, “el-akl” mastarının Arap dilinde ahmaklığın karşıtı olarak kullanıldığını söylemişlerdir. “el-Akl”ın en bilinen anlamı ise, tedbirli davranmaktır. Bu nedenle çirkin kabul edilen işlere girmeyen, utanç verici durumlardan uzak duran kişilere “âkıl/akıllı” denilmiştir. Zira akıl kişiyi çirkin ve utanç verici durumlara düşmekten alıkoyar. Akıl kelimesinin sözlük anlamının “hayvanın ayağını bağlamak” olduğu düşünülerek, akıl ile bu mâna arasında bir ilgi kurulmuş ve hayvanın ayağındaki bağ, onu tehlikelere düşmekten alıkoyduğu gibi, aklın da insanı tehlikeden koruduğu, bu nedenle tedbirli insanlara akıllı denildiği söylenmiştir. Dinî metinlerde ve Arap dilinin İslâm tarihinin ilk dönemlerindeki kullanımında, akıl teriminin daha ziyade amelî yönü ve akletmenin fiilî neticeleri üzerinde durulduğu görülmektedir. Bu dönemde aklın nazarî anlamının bilinmediği ve kullanılmadığı iddia edilemese bile, en azından böyle bir ayırıma gidilmediği söylenebilir.


Fotoğraf sahibi: Süleyman Gündüz Aklın Tanımı ve Mahiyeti Hakkındaki Tartışmalar Akıl konusunun gündeme gelmesiyle birlikte akıl üzerine düşünme ve aklı açıklama gayretleri de başlamış; bunun sonucunda çeşitli akıl tanımları ortaya çıkmıştır. Akıl konusundaki ilk tanımlar felsefeciler tarafından yapılmıştır. Nitekim Yunan felsefecilerinin akıl hakkındaki görüşlerini büyük ölçüde benimseyen ilk İslâm felsefecilerinden Ya'kûb b. İshâk el-Kindî (ö.252/866) aklı, “varlığın hakikatini kavrayan basit bir cevher” şeklinde tanımlamıştır. Felsefeciler akıl ile ilmi ayırmışlar ve aklın insanda yaratılmış bir cevher olduğunu ve ilimlerin merkezi durumunda bulunduğunu iddia etmişlerdir. İmam Şafii (ö.204/819) aklın, “nesneleri ve zıtlarını ayırıcı (mümeyyiz)” olduğunu söylemiştir. Aklı yaratılışta bulunan bir özellik kabul eden Maturidi, muhtemelen bu ifadeden hareket-

le aklı, “aynı nitelikte olanları biraraya toplayan, ayrılması gerekenleri ayıran” şeklinde tanımlamıştır. Ahmed b. Hanbel (ö.241/855) aklı, insanın yaratılışında bulunan bir tabiat (garîza) şeklinde nitelendirmiştir. Hâris el-Muhâsibî, Ahmed b. Hanbel'i izleyerek aklı, “bilginin (marifet) kaynağı bir tabiattır (garîza)” şeklinde anlatmıştır. Muhâsibî, bilmek, kabul etmek, inkâr etmek ve zannetmenin akıl melekesi ile meydana geldiğini söylemiştir. Bu durumda Gazzâlî, haklı olarak, Muhâsibî'nin aklı, “kendisiyle nazarî ilimlerin bilindiği bir garîza” şeklinde tanımladığını söylemiştir. Ayrıca Gazzâlî, Muhâsibî'nin tanımladığı aklın, insanları hayvanlardan ayıran, nazarî ilim ve sanatların öğrenildiği; nesnelerin idrakini temin eden kalpteki bir nur olduğunu belirtmiştir. Hâris el-Muhâsibî (ö.243/857) kelâmî meseleler hakkında konuşan ilk Sünnî âlimlerdendir. Aklın mahiyeti üzerin-

de durduğu için, akla ontolojik açıdan yaklaşan ilk bilgin olduğu söylenmiştir. O, akıl hakkındaki risalesinde aklın görevinin yalnızca anlama ve açıklama olmadığını, aklın fonksiyonlarından birisinin de Allah'ı bilme (marifet) olduğunu söyler. Ona göre kişinin Allah hakkında “âkıl” olması demek, Allah'a iman etmesi demektir.Nitekim âyet-i kerimelerde akıl kelimesi her iki anlamda da kullanılmıştır: “Onu anladıktan (akalûhu) sonra, bildikleri halde tahrif ettiler” meâlindeki âyette “akletmek” fiili anlamak (fehm) mânasında kullanılmıştır. “Onların kalpleri vardır, akletmezler“ şeklindeki âyette de “akletme”, Allah'ı bilmek yani iman etmek anlamındadır. Bu durumda Muhâsibi’ye göre aklın yerinin kalp olduğu söylenebilir. Zaten İslâm âlimlerinin bir kısmı, aklın, duyguların mahalli olan beyinde bulunduğunu, diğer bir kısmı da hayatın özünün bulunduğu kalpte olduğunu söylemişlerdir. Hatta bazı dilcilere göre, aklın SOSYAL İLİMLER VE İDEOLOJİLER

9


Bu yaratılıştan gelen özelliği “istidlal” veya “nazar” şeklinde adlandırılan akıl yürütmeden ayırmak gerekmektedir. Akıl yürütme, “başka hükümlere ulaşmak için bir takım önermeler düzenleme” şeklinde tanımlanmıştır. Akıl yürütülerek kazanılan bilgi ise “istidlalî bilgi” diye adlandırılmıştır. Muarızları tarafından akıl yürütmeye verdikleri önem sebebiyle zaman zaman “nazzâr” şeklinde adlandırılan Mu'tezile imamları da “nazar” terimi ile akıl yürütmeyi kastetmiştir. Onlar nazarı, “bilgiye ulaşmak için delillerin tetkik edilmesi” şeklinde tanımlamışlardır. Elde edilen bilgi yani sonuç dikkate alınarak akıl yürütme işlemi bazen “tecrübî akıl” şeklinde de adlandırılmıştır. Gazzâlî'nin garîzî(fıtri) akıl ile akıl yürütme arasındaki ilgiyi, güneş ışığı ile göz arasındaki ilgiye benzetmesi de bunu teyit etmektedir. Arap dilinde devenin bağına benzetilerek anlatılan akıl da bu fıtrî akıldır. İnsanlar fıtratlarındaki bu akıl melekesi nedeniyle mükellef olmaktadırlar. Mükellefiyetin kaldırılması ise, fıtrî aklın bulunmaması sebebiyledir. İnsanların ahlâk zayıflığını anlatmak maksadıyla akılsız oldukları söylendiğinde kastedilen de yine fıtrî akıl melekesidir. Bir görüşe göre Kur'an-ı Kerim'de “akıl bulunmadığı” için insanlardan teklifin kaldırıldığının anlatıldığı yerlerde fıtrî akıl yeteneği; “akılsız oldukları için” kâfirlerin kınandığı ayetlerde ise akıl gücü ile kazanılan ilim kastedilmiştir.

anlamlarından birisi de kalptir. Arap dilinde akla kalp, kalbe de akıl denmiştir. Nitekim bir hadiste akletme fiili kalbe nispet edilerek “Kalbin akletsin” buyurulmuştur. Mu'tezile kelâmcıları ise daha ilk temsilcilerinden itibaren, akla büyük önem vermişler; doğru bilginin ancak akıl yoluyla bilineceğini öne sürmüşlerdir.Bu açıdan onların, rasyonalist düşüncenin İslâm dünyasındaki ilk temsilcileri olduğu söylenebilir. Hatta onlara göre akıl, Allah'ın insandaki

10 KONAK

vekilidir. Mu'tezile bilginleri, felsefî fikirlerden de yararlanarak temel yaklaşımlarına uygun bir akıl tanımı yapmışlardır. Buna göre, akıl, iyinin kötünün bilinmesini, kişinin mükellef olmasını sağlayan, bir kuvvedir. Aklî İlkeler Hakkındaki Tartışmalar İnsanların doğuştan “aklın ilkeleri” (mebâdi'u'l-akl) denilen bazı aklî yeteneklere sahip olduğu öne sürülmüştür. İnsanların yaratılışında bulunan akla “garîzî/fıtrî akıl” da denmiştir.

Gazzâlî’nin Akıl Kavramı Hakkındaki Görüşleri Gazzâlî’ ye göre aklın birinci anlamı, insanı diğer canlılardan ayırt eden bir vasıf olmasıdır (garize), bu fıtri akıldır. Bu vasfı sayesinde insan düşünce mahsulü olan ilim ve zanaatları elde etmeye elverişli bir durumda olur. Gazzâlî aklın insanda fıtri bir özellik olduğunu hayat (canlılık) ve ayna örnekleriyle açıklar. Ona göre nasıl ki hayat canlı olan cisme cansız olan cisimden farklı bir şeyler temin ediyorsa akıl da canlıları, düşünülerek elde edilmesi mümkün olan bilgileri elde etmeye uygun


hale getirir. Ayna da nasıl ki bir özelliğinden dolayı diğer cisimlerden ayrılıp başka şeyleri gösterebiliyorsa, insanın akıl özelliği de ona başka şeylerin şekil ve renklerini hikâye edebilme imkânını verip onu diğer varlıklardan ayırır. Aklın ikinci tanımı: Gazzâlî’ye göre insandaki evveli bilgilere de akıl demek mümkündür. Çünkü bu bilgiler sayesinde insan imkânsızı imkânsız olarak, mümkünü de mümkün olarak bilir. Üçüncü tanım: Tecrübeyle elde edilmiş bilgilere de akıl demek mümkündür. Yukarıda ikinci tanımın doğru kabul edilmesi için gerekli olan şart, bu tanım için de geçerlidir. Dördüncü tanım: İnsanda bulunan fıtri kuvve (birinci anlamdaki akıl) öyle bir noktaya ulaşır ki bu aklı elde etmiş kişi, tedbirini işlerin geçici lezzetlerine göre değil sonuçlarına göre alır. Gazzâlî’ye göre bu dört tanımı da akıl için kullanmak mümkündür. Ancak bunlardan birincisiyle, herkeste zorunlu olarak var olan aklın temel ve en genel anlamının, fakat diğer üç anlamla ise daha sonra bir çabayla elde edilenin kastedildiğini söyleyebiliriz. Gazali, insanları iki gruba ayırır. Birinci grup, yaratılışında kendisinde tabiat olarak bulunan bilgileri hatırlayıp Müslüman olurlar. İkinci grup ise bu saklı bilgilerden yüz çevirmek suretiyle unutup kâfir olurlar. Gazzâlî sahip olduğumuz bilgilerin, en azından Allah ile ilgili olanların akıl cevherinde tabiat olarak bulunduğuna “...Umulur ki hatırlasınlar” ve “...Akıl sahipleri hatırlasın diye” gibi ayetleri delil getirir. İbn-i Sina’nın Akıl Kavramı Hakkındaki Görüşleri İbn-i Sina beşeri plandaki akılları dört kategoriye ayırarak inceler. Ona göre "heyülani akıl" bilgi edinmek için nefsin sahip olduğu bir güç ve yetenekten ibarettir. "Meleke halindeki akıl" , bu gücün daha gelişmiş ve olgunlaşmış halidir."Fiil halindeki akıl" sübje-obje ilişkisi sonucu bilgilerin zihinde tam belirmeye ve şekillenmeye başlamasıdır. "Müstefad akıl" varlığa ait formla-

rın maddeden soyutlanarak bilgi şeklinde tam teşekkül etmiş halidir. Görüldüğü gibi insan nefsinin sahip olduğu akıl gücü, faal aklın yardımı olmaksızın hiçbir şekilde kendiliğinden bilgi üretemez. Bilginin meydana gelişini ve aklın soyutlama yapışını İbn-i Sina kendinden önceki filozoflardan farklı olarak şu şekilde yorumlamaktadır: İnsan aklı hayalde bulunan tikellere yönelerek onları faal aklın etkisini kabul edecek bir kıvama getirir. Faal akıl etki eder etmez derhal bunlar soyut birer kavram ve bilgi haline dönüşürler. Şu halde İbn-i Sina 'ya göre düşünmek, beşeri aklı faal aklın etkisine hazırlamaktan başka bir şey değildir. Öğrenimin amacı ve fonksiyonu ise insan aklının faal akılla ittisal yeteneğini daha da geliştirmekten ibarettir. Ne var ki bazı kimselerde bu yetenek çok daha güçlü olduğu için onlar öğrenim görmeden de faal akılla ilişki kurma ve varlığın hakikatini, her şeyin bilgisini doğrudan elde etme imkânına sahiptirler. Böyle bir istidada sahip olan heyülani akla "kudsi akıl" adı verilir. İşte İbn-i Sina peygamberlerin mazhar olduğu vahiy bilgisini bu bağlamda söz konusu etmektedir. KURAN’ DA AKIL KAVRAMI “Biz emaneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik ama onu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zalim, çok bilgisizdir.”(Ahzab suresi:72) Ayette emanetten kastedilen ‘insanın akıl ve hür iradeye dayalı yükümlülü-

ğü’dür. Emanet, ilk bakışta insandan daha büyük, güçlü ve dayanıklı gibi görülen göklerin, yerin ve dağların taşıyamayacağı kadar ağır ve önemlidir. Bu ağırlık ve önemdeki emaneti insan yüklenmiştir. Çünkü o, bir yandan bunu yüklenecek kabiliyet ve yetenektedir ama öte yandan neyi yüklendiğinin farkında değildir (bu manada cahildir); onu hakkıyla taşımakta başarılı olamamaktadır (bu manada zalimdir). Kur'an-ı Kerim'e göre insanı insan yapan, onun her türlü eylemlerine anlam kazandıran ve ilahi emirler karşısında onun yükümlü ve sorumlu tutulmasını gerektiren akıldır. Bu kelimenin fiil halinde geçtiği ayetlerde genellikle "akletme"nin yani aklı kullanarak doğru düşünmenin ve gerçeğe yönelmenin önemi üzerinde durulmuştur. İlgili ayetlere bakıldığında akl{etme}, insan zihninin, sınırları içerisinde eşyayı ve işleri bilmesi; iyiyi, doğruyu ve vahyi belirlediği çerçeve içerisinde uygun olanı seçmede etkinleşmesi şeklinde anahtar bir terim olarak görülür. Kuran’da istenen iman “beyyine” (akıl ve idrakin işletilmesiyle elde edilen açık kanıt) üzerine oturan, akılla kucaklaşan bir imandır. Ve aklın kullanılması, tefekkür etmesi teşvik edilmez, zorunlu görülür.

“Allah’ın izni olmadıkça hiç kimsenin inanması mümkün değildir. O, akıllarını kullanmayanları inkâr bataklığında bırakır.” (Yunus suresi:100) Bu ayet iman etmeyi bir sünnete bağlamaktadır. O sünnet Allah’ın insanların iman etmesini onların akletmesine bağlamasıdır. İman etmek akletmenin

Nitekim âyet-i kerimelerde akıl kelimesi her iki anlamda da kullanılmıştır: “Onu anladıktan (akalûhu) sonra, bildikleri halde tahrif ettiler” meâlindeki âyette “akletmek” fiili anlamak (fehm) mânasında kullanılmıştır. “Onların kalpleri vardır, akletmezler“ şeklindeki âyette de “akletme”, Allah'ı bilmek yani iman etmek anlamındadır. Bu durumda ona göre aklın yerinin kalp olduğu söylenebilir. SOSYAL İLİMLER VE İDEOLOJİLER

11


bir sonraki adımıdır. Yani insanın imanı hak etmesi gerekmektedir. Kuran’da tıpkı Araplarda olduğu gibi akletmeyi kalbe ait bir özellik olarak dile getirilmiştir. Nasıl görmek gözle olan bir eylemse akletmek de kalple olan bir eylemdir.

“Muhakkak ki bunda kalbi olan yahut şahit olarak (zihnini toplayarak dikkatle) kulak veren· kimse için bir öğüt vardır.” (Kaf, 37) Kuran-ı Kerim’i dikkatli incelediğimizde özellikle şu 3 konuda insanın aklını kullanıp araştırması, düşünmesi istenmiştir: 1. İnsanın nefsi: Kur' an, insan nefsini özel bir marifet kaynağı olarak tanıtmıştır. Yine Kuran, bütün yaratılış âlemini hakikatin keşfi için bir takım ayet ve nişaneler olarak göstermiş ve insanın dış âleminden "afak", iç dünyasından da "enfüs" şeklinde söz ederek insan nefsinin önemini hatırlatmıştır.

Fotoğraf sahibi: Robin Hammond 12 KONAK

2. Tabiat: Kuran’ın birçok ayetinde tabiat yer, gök, yıldızlar, güneş, ay, bulut, şimşek, rüzgâr, yağmur, denizler, bitkiler, hayvanlar, mevsimler kısacası insanın etrafında gördüğü her şey üzerinde dikkatle düşünülüp araştırma ve netice alma konusu olarak gösterilmiştir:

“Bakın göklerde ve yerde neler vardır.” (Yunus suresi:101) 3.Tarih: Kuran-ı Kerim'in birçok yerinde, Allah'ın insan hayatı için koyduğu sünnetlere vakıf olmak için, geçmiş toplumların incelenmesi çağrısında bulunulmuştur. Kuran'a göre tarih ile toplumların değişim ve gelişimi bir takım sünnetler ve kanunlara dayanmaktadır. Tarihteki yücelme ve alçalmaların, başarı ve yenilgilerin, mutluluk ve zilletlerin düzenli, ince hesap ve kanunları vardır. İnsanların bu üç alana yönelerek aklını çalıştırması temelde Allah'ın birliğine, O'nun

her şeyin üzerinde yegâne kudret, ihsan, güzellik nedeni olduğu bilincine varmayı (tevhit) ve tefekkür etmeyi hedeflemektedir. Akıl kavramının geçtiği ayetlerin birey ve toplum bazında hangi mesajları içerdiğine bakalım: *Dünyadaki iş ve işleyişten yola çıkarak aklını kullanan bir toplumun Allah'ın mülkünde O'na ortak koşmayacağı

“Allah size kendinizden bir örnek veriyor: Elinizin altında bulunan hizmetçileriniz arasında size verdiğimiz rızıklarda, sizinle eşit haklara sahip ve birbirinizden çekindiğiniz gibi kendilerinden çekindiğiniz ortaklarınız var mı? İşte aklını kullanacak kimseler için ayetlerimizi böyle açıklıyoruz.” (Rum,28) *Yaşamın ve ölümün, gece ve gündüzün değişmesinin; doğunun-batının ve bunlar arasında bulunanların Al-


lah'ın gücünün, iyiliğinin eseri olduğu bilincine varma.

“Yaşatanda öldüren de O’dur. Gece ile gündüzün yer değiştirmesi de O’nun eseridir. Artık aklınızı kullanmayacak mısınız? ” (Mü'minün, 80) “Musa devamla şunu söyledi: ‘Şayet aklınızı kullanırsanız anlarsınız ki O, doğunun, batının ve bu ikisi arasında bulunanların rabbidir.’ ” (Şu'ara, 28) *İnsanın, belli biyolojik gelişimini tamamlayarak büyümesi ve gelişmesini sağlayan Allah’ın bu işteki kudret ve hikmetini düşünme

“Sizi toprak, sonra nutfe, sonra alaka aşamalarından geçirerek yaratan O’dur. Sonra O sizi bir bebek olarak hayat alanına çıkarır, ardından güçlü çağınıza ulaşıncaya, sonra da yaşlılar haline gelinceye kadar sizi yaşatır; içinizden bazıları bundan önce vefat eder. Sonuçta belli bir vakte kadar yaşamaktasınız. Umulur ki bunun üzerine akıl yorarsınız. (Mü'min,67) *Allah'ın gökleri ve yeri yaratması, gece ve gündüzü farklı kılması; rüzgarı, bulutları ve suyu var kılması; arza çeşitli canlıları yayması; komşu kıtalar, çeşit çeşit ürünler var etmesi; geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı insanların hizmetine vermesi;arzı ölümünden sonra diriltmesi b. olay (ayet)lardan; Allah'ın varlığına deliller çıkarma.

“Kuşkusuz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanlara fayda veren yüklerle denizde seyreden gemilerde, Allah’ın gökten indirerek onunla ölü haldeki toprağa can verdiği ve orada her çeşit canlının yetişmesini sağladığı yağmurda, rüzgarları ve gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirip yönlendirmesinde aklını işleten bir topluluk için elbette nice deliller vardır.” (Bakara,164) “Yeryüzünde birbirine komşu parçalar, üzüm bağları, ekinler, sürgünlü-çatallı ve tek gövdeli hurma ağaçları vardır; hepsi bir tek su ile sulanır. Böyle iken

üründe bir kısmını bir kısmına üstün kılarız. İşte bunlarda aklını kullanan insanlar için ibretler vardır.” (Ra’d, 4) “O geceyle gündüzü, ayla güneşi hizmetinize verdi; yıldızlar da O’nun emrine boyun eğmişlerdir. Bunda aklını kullanan bir topluluk için önemli ibretler vardır.” (Nahl,12) “Bilin ki Allah, ölmüş toprağa yeniden hayat verir. Şüphesiz biz düşünesiniz diye delilleri bir bir açıklamışızdır.” (Hadid, 17) *Allah'ın haram kıldığı şeylerin kötü olduğu ve bunlardan uzak durmanın gerekliliğini akıldan çıkarmama.

“De ki: Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anne babaya iyilik edin. Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin; biz sizin de onların da rızkını veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın. Haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın yasakladığı cana kıymayın. İşte bunları Allah size emretti; umulur ki düşünüp anlarsınız.” (En’am, 151) *Şeytanın saptırmalarına karşı uyanık olma.

“Nitekim o şeytan sizden nicelerini saptırdı. Hiç aklınızı kullanmıyor muydunuz?” (Yasin, 62) *Allah'ın Kitabında insanların günlük hayatlarıyla ilgili açıkladığı ve hatırlattığı ilişkileri; düzeni ve adabı düşünüp

ondaki güzelliklere kafa yorma.

“Gözleri görmeyene güçlük yoktur, topala güçlük yoktur, hastaya da güçlük yoktur. Kendi evlerinizde veya babalarınızın evlerinde veya annelerinizin evlerinde veya erkek kardeşlerinizin evlerinde veya kız kardeşlerinizin evlerinde veya amcalarınızın evlerinde veya halalarınızın evlerinde veya dayılarınızın evlerinde veya teyzelerinizin evlerinde veya anahtarlarına sahip olduğunuz evlerde ya da dostlarınızın evlerinde yemek yemenizde de bir sakınca yoktur. Bir arada veya ayrı ayrı olarak yemek yemenizde de bir sakınca yoktur. Evlere girdiğiniz zaman birbirinize, Allah katından mübarek ve hoş bir esenlik dileği olarak, selam verin. İşte Allah, düşünesiniz diye âyetleri size böyle açıklar.” (Nur, 61) *Allah'ın yanında olanın, dünyada insana verilene göre daha hayırlı ve daha kalıcı olduğunun bilincinde olma “(Dünyalık olarak) size verilen her şey, dünya hayatının geçimliği ve süsüdür. Allah'ın katındaki ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Kasas, 60) *Korunanlar için ahiret yurdunun daha hayırlı olduğuna hükmetme.

“Biz senden önce de, memleketler halkından ancak kendilerine vahyettiğimiz birtakım kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik. İnkârcılar yeryüzünde dolaşıp da, kendilerinSOSYAL İLİMLER VE İDEOLOJİLER

13


“Onlara Allah’ın indirdiğine uyun dendiğinde onlar ‘Hayır biz atalarımızın tuttuğu yoldan yürürüz’ dediler. Ya ataları bir şey akledemeyenler ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler?” (Bakara, 170) den önce gelenlerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bakmadılar mı? Elbette ahiret yurdu Allah'a karşı gelmekten sakınanlar için daha iyidir. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Yusuf, 109) *Aklını kullanarak imana ulaşma. “Andolsun ki, size içinde sizin için öğüt bulunan bir kitap indirdik. Hala aklınızı kullanmayacak mısınız?” (Enbiya, 10) *Kuran makul olmayı fert için istediği gibi toplum içinde ister. Kollektif aklın kullanılması üzerinde durur.

“O geceyle gündüzü, ayla güneşi hizmetinize verdi; yıldızlar da onun emrine boyun eğmişlerdir. Bunda aklını kullanan bir topluluk için büyük ibret vardır.” (Nahl, 12 ) *Kuran’da aklımızı kullanmamız emredilirken sağlam delillere dayanmamız istenir. Bu delilleri doğru ve geçerli sonuçlar çıkaracak şekilde tertip ve tahlil etmemiz, kısaca ilmi usullere

uygun yapmamız emredilir. Ayette alimler olarak geçmesinin nedeni bu.

“… işte biz bu örnekleri böylece yerleştiriyoruz. Ne var ki alimlerden başkası bunlar üzerinde aklı kullanmaz. (Ankebut, 43) Mutezile imamlarında olduğu gibi Maturidi imamlarında da akıl imana giden yolun hazırlayıcısı olarak görülür. Yani bir elçi gelmemiş olsaydı da insan aklını kullanarak Allah’ı bulabilirdi. Buna delil şu iki ayettir:

“...(cehenneme atılanlar) şayet (peygambere) kulak vermiş ya da aklımızı kullanmış olsaydık şu çılgın alevli cehennemlikler içinde olmazdık.” (Mülk, 10) “Onlara Allah’ın indirdiğine uyun dendiğinde onlar ‘Hayır biz atalarımızın tuttuğu yoldan yürürüz’ dediler. Ya ataları bir şey akledemeyenler ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler?” (Bakara, 170)

Akıl hem insanın hareketlerini fıtrat istikametinde yönlendiren hem de onu hakikate yani Allah’a bağlayan şeyi gösterir. Bu nedenle Kuran sapıtan kimseleri aklını kullanmayan, duyularını gerçekten işletmeyen, kalplerini gerçeğe kapamış kimselerle özdeşleştirir. Mutlak varlığa, inanca ulaşabilmek için insanın aklını kullanarak bunu hak etmesi gerekir. Kuran'da "akletme" fiilinin kullanıldığı ayetlere, ne kadarının Mekke'de, ne kadarının da Medine'de indiği açısından bakacak olursak, akılla ilgili ayetlerin ilk etapta (Allah'ın varlığı, birliği, kudreti, ihsanı, peygamberlerin çağrısına icabet etmenin gerekliliği, şirke düşenlerin çelişkileri, ölüm-ötesi hayat ve hesap gibi daha ziyade düşündürücü nitelikte olan çarpıcı ayetlerin ağırlıkla nazil olduğu) çoğunlukla Mekke'de indiği akla gelmektedir. Hâlbuki bunlar neredeyse yarı yarıyadır. Yani bu tür ayetlerin yarısının inançsız Mekke toplumuna, ,Yarısının da inançlı Medine toplumuna inmiş olması bizi, aklı kullanmaya çağırma açısından Allah’ın her iki toplumu da eşit tuttuğu fikrine vardırmaktadır. Bu durum, "inanan toplumun artık akla ihtiyacı olmadığı, onu kullanmaya gerek kalmadığı" görüşüne asla geçit vermemektedir. HADİSLERLE AKIL KAVRAMI Akıl Allah’ın insanlara verdiği nimetlerin en büyüğüdür. Hz. Peygamber(sav) bir çok hadisinde bu nimetin ne kadar şerefli olduğunu bizlere açıkça göstermiştir. “Allah akıldan daha şerefli ve üstün bir varlık yaratmamıştır.” buyurarak bizlere verilen bu nimetin sadece müslümanlara değil bütün insanlığa verilmiş olduğunu ve herkesin aklını kullanmakla mükellef olduğunu anlatmak istemiştir. Hz. Ömer’den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Hiç kimse akıl gibi büyük bir fazileti elde etmiş değildir. Akıl sahibini hidayete erdirir, felaketten kurtarır. Kişinin aklı tamam olmadıkça imanı tamam, dini müstakim olmaz.”

14 KONAK


Bu hadisteki ‘hidayet’ kavramıyla kastedilen İslamdır. Çünkü kişi aklını kullanıp doğru ve yanlışı ayırt ettikten sonra anlar ki asıl hakikat Allah’tır. En hak yol ise İslamiyettir. Ancak bu demek değildir ki kişi aklını kullanıp hak yolu bulduktan sonra akletme yükümlülüğü üstünden kalkıyor. Aksine bu aşamadan sonra kendisine yine aklını kullanması ve Allah katında olan derecesini artırmak için uğraşması emredilir. Hz.Peygamber’in Ebu Derda’ya hitaben söylediği şu sözler aklın gerçek amacını göstermektedir: “- Ey Ebu Derda! Aklını geliştir ki Rabbine yaklaşmakta çabuk olasın. -Annem ve babam sana feda olsun ey Allah’ın Resulu! Benim için bu söylediğiniz nasıl mümkün olabilir? -Allah’ın yasaklarından sakın, farzlarını eda et. Bunları yaptığın takdirde geçici dünyada şanın yücelir, şerefin artar. Gelecek ahirette bu yaptıklarından ötürü Rabbinin manevi yakınlığını ve salih kullarına ihsan buyuracağı izzet ve ikramı elde edersin.” İbn Abbas’tan rivayet edilen hadiste müminlerin akledenlerinin dereceleri şöyle anlatılmıştır: “Her şeyin bir aleti ve hazırlığı vardır. Mü’minin aleti ise akıldır. Her şeyin bineği vardır. Kişinin bineği ise akıldır. Her şeyin direği vardır. Dinin direği ise akıldır. Her kavmin bir he-

defi vardır. Abidlerin hedefi ise akıldır. Her kavmin bir davetçisi vardır. İbadet edenlerin davetçisi ise akıldır. Her tüccarın bir sermayesi var, Allah yolunda çalışanların sermayesi ise akıldır. Her hane halkının bir idarecisi var, sıddıkların hanelerinin reisi ise akıldır. Her harabe olan yerin bir tamircisi vardır, ahireti imar eden ise akıldır. Her kişinin bir zürriyeti ve nesli vardır, ona nisbet edilir ve onunla yad edilir, sıddıkların nispet edilen ve yad edilmelerine vesile olan nesilleri ise akıldır. Her kavmin bir çadırı vardır, Müslümanların çadırı ise akıldır.” Akıl aynı zamanda insanların Allah’ın emir ve itaatlerine uymak için bir aracı olarak görülmüştür. Peygamber efendimiz ile Hz. Ayşe arasında geçen şu diyalog bunu göstermektedir: “- Ey Allah’ın Resulü! Dünyada insanlar birbirlerinden ne ile üstün olabilirler? -Akıl ile. -Ahirette ne ile üstünlük sağlanabilir? -Akıl ile. -Peki ahirette herkes yaptıklarıyla mükafat veya ceza görmez mi? -Ey Aişe! Acaba insanlar Allah’ın kendilerine vermiş olduğu akıldan daha mı fazla ibadet ederler? Bu bakımdan herkese ne kadar akıl verilmişse onun nisbetinde hayırlı hareketleri olur ve hayırlı hareketleri nisbetinde de mükafat alır.”

Hz. Enes’ten şöyle rivayet edilir:” Bir topluluk Allah Resulü’nün yanında mübalağa edecek derecede bir kişiyi övdü. Bunun üzerine Allah resulü’ Övdüğünüz kişinin aklı nasıldır?’ diye sordu. Onlar ‘Ey Allah’ın Resulü! Biz sana kişinin yaptığı ibadet ve gösterdiği çeşitli hayırları sana söylüyoruz, sen ise onun aklının soruyorsun., bu nasıl oluyor?’ deyince Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Yarın kıyamet gününde Allah’a en yakın derecelere her abid, aklının miktarı nisbetinde yükselecektir.” Başka bir hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: “Ey insanlar! Rabbinizi biliniz ve anlayınız. Birbirinize aklın kemalini tavsiye ediniz. Çünkü size emredilenler gibi yasak edilenleri de akılla bilirsiniz. Biliniz ki Rabbinizin nezdinde sizi kurtaracak olan aklınızdır. Biliniz ki akıllı insan Allah’a itaat eden insandır. Bu kişinin görünüşü çirkin, zahiri kıymeti düşük, dünya mertebesi düşük ve üstü başı perişan olsa bile. Ve yine biliniz ki cahil Allah’a isyan eden kişidir. Velev ki görünüşü güzel, kıymeti halkça büyük, dünya mertebesi yüksek olsa bile. Allah nezdinde maymunlar ve domuzlar, Allah’a isyan edenden daha akıllıdır. Dünya ehlinin sizi büyütmesine itibar etmeyin ve böyle şeylerden kaçının. Çünkü esas zararda olan ehl-i dünyadır.”

SON TAHLİLDE, CENAB-I HAK BUYURUYOR: "HİÇ AKLETMEZ MİSİNİZ?" KAYNAKÇA 1. Tekineş A. İlk devir İslam dünyasında akıl üzerine tartışmalar, DİVAN Dergisi; Sayı:1; s 199-209; 2001 2. Yıldız M. Gazali’ye Göre Akıl ve Dini Bilgi Kaynağı Olarak Aklın Önemi, Tarih Kültür ve Sanat Araştırmaları Dergisi; Cilt:3; Sayı:4; s 14-27; 2014 3. Bolay S.H. AKIL, İslam Ansiklopedisi,

cilt:2,sayfa:240-242 4. Gazali, İhya-u Ulumuddin, Akit yayınları,1992,cilt:1,s.271-283 5. Feyizli H.T.Tefsirli Kuran-ı Kerim Meali, Server İletişim Yayınları, 2014 6. Paslı C. Akıl Etmez Misiniz, Çimke Yayınları, 2017

D.E.O. İlahiyat Fakültesi Dergisi Sayı XI, İzmir 1998, ss. 69-99 8. Pişgin Y. Kuran’da Kalbin Akledişi:İman, Kelam Araştırmaları 11:2 (2013), SS.112-128. 9. Tayfur H. Kur’an’da Akıl Kavramı, İslami Yorum Dergisi,21.06.2015

7. Emiroğlu İ. Kur’an’da Akıl ve İnsan,

SOSYAL İLİMLER VE İDEOLOJİLER

15



ŞEHİR Araştırmaları Koordinatörlüğü Şehirlerin İslam Medeniyeti’nin simgesi olduğuna, bu yüzden şehirlerin ve ruhunun bizlere emanet olduğuna inanmakta olup, emanetleri korumanın en iyi yolunun onları tanımak ve tanıtmak olduğunu düşünen bir ekipten oluşmaktadır. Bu bağlamda her ay İslam dünyası başta olmak üzere kadim şehirlerden ve kadim eserlerden biri üzerine yapılan akademik okumalar ile, günümüze miras kalan yazılı ve mimari yapıtlar üzerine incelemeler yapmaktadır. Bunun yanı sıra İslam dünyasında iz bırakmış alimleri; hayatlarına dair bilgiler, fikir yolculukları ve eserleriyle inceleyerek bu medeniyetin yapı taşlarını anlamaya çalışmaktadır. Koordinatörlüğümüz İslami düşünceyi, somut simgelerinden biri olan şehir ve şehre soluk katan alimler ile kavramaya çalışmaktadır.

Etkinlik 1. Çalışma Grubu • Şehrin Ruhu • Alimler ve Fikir Akımları • Şifahaneler ve Tıp Okulları • İslam Şehir Estetiği • Şehir Tarihi • Edebiyat Gözüyle Şehir • Seyahatname Okumaları • Sağlıklı Şehir 2. Seminer • Bağdat • Kudüs • San’a • Semerkant-Buhara • Konya • Şam • Kurtuba • Üsküp • Bursa • Tunus • İsfahan • Medine • Kahire 3. Seminer • Konya • Bursa • Amasya


AŞİYAN-I HARAB: BAĞDAT BAĞDAT TARİHİ

ŞEHRİN RUHU ÇALIŞMA GRUBU İlknur AKÇA * Ayşenur YILMAZ 2 Ebru BÜRKÜK 1 Hacer Nur ÇERİ 2 Seher Beyza MAHMUT 1 Sena ALKAZAK 2 Sinemnur TOKDEMİR 2 1

1 2

Gazi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi

* İletişim: ilknurakca58@gmail.com

18 KONAK

Bağdat, Abbasilerin kendileri için uygun bir başkent arayışından doğmuştur. Abbasi halifeleri hem hükümranlıklarını eski çekişmelerin gölgesinden korumak hem de ticaret yollarının üzerinde bulunan bölgeden istifade etmek için bugün Bağdat olarak bildiğimiz şehri seçmişlerdir ve şehir planlarının ikinci halife Mansur’un hilafete geçmesinden sonra 755’ te çizildiği belirtilmiştir. Dicle’nin doğu tarafına kurulan bu topraklar, Antikçağdan beri Mezopotamya’da kurulan birçok şehir gibi daire formunda tasarlanmıştır ve bu plan üzerine şehir gelişmiştir. 9. ve 10. yüzyılda Müslümanların en büyük şehri ve en önemli ilim merkezi haline gelen Bağdat, Modern çağda Avrupa’da ortaya çıkan bilimlerin Antik çağ ile irtibatını sağlayan köprü özelliği görmüştür. Müslümanların fethettikleri bölgelerdeki ilmi ve edebiyatı Arapçaya tercüme etmeleri için Beytü’l-hikme yani Hikmet Evi kurulmuştur ve zamanla büyük bir kütüphaneye dönüşmüştür. Farsça, Yunanca, Süryanice, Latince gibi dillere de tercüme edilmiştir.


İlk iki üç asrını görkemli bir şekilde Abbasi idaresinde yaşayan şehir daha sonra büyük ölçüde Büyük Selçukluların himayesinde kalmıştır. 1258 yılındaki felaketten sonra büyük otorite boşluğu ortaya çıkmıştır. Bağdat şehri önce İlhanlıların daha sonra Moğol hanedanı Celayirlilerin idaresinde kalmıştır. Şehircilik bakımından çok zayıf olan Akkoyunlu ve Karakoyunlu hükümetleri devrinde Bağdat; Dicle taşkınından kaynaklı baskınlar, güvenlik problemleri ve bakımsızlıklarla karşı karşıya kalmıştır. Şehrin nüfusu büyük ölçüde azalmıştır. Kanuni Sultan Süleyman 1534’ de şehre girmiştir. Makbul İbrahim Paşa’nın emriyle, şehir askere yağma yaptırılmadan teslim alınmış vaziyetteydi. Kanuni, İmam-ı Azam’ın mezarını buldurup türbe yaptırdığı; çevresine de cami ve medrese inşa ettirdiği bilinmektedir. Osmanlılar açısından da bütün Müslümanlar gibi kıymeti bilinen mühim bir şehir olmuştur ve Bağdat’a sahip olmak Osmanlılar için yeryüzünün sultanı olmak anlamına gelmektedir. 1623 yılından 1638 yılına kadar yaklaşık on beş yıllık bir süre şehir Osmanlı hakimiyetinden çıkmıştır. Sebebi 17.yüzyıl başı Osmanlı sarayı içi oldukça çalkantılı geçmesidir. 1618’de tahta çıkan Genç Osman, 1622’de yeniçeriler tarafından öldürülmüştü. 1638’de otoriteyi annesinden kendi uhdesine alan 4. Murad, Bağdat’a sefere çıkıp fethederek Bağdat Fatihi unvanını elde etmiştir. Birinci Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı idaresinde kalan Bağdat, 1704’ten itibaren Osmanlı Merkez idaresinin zayıflamasıyla kölemen valiler dönemini yaşamıştır. Bağdat Lozan Antlaşmasına kadar Türkiye’ye bağlı kalsa da 1921’den itibaren İngilizlerin himayesiyle kurulan Irak devletinin başşehri oldu. Tarih boyunca Moğol ve Şii saldırılarıyla büyük felaketler geçiren şehir; en son 2003’te ABD ordusunun gelişi ile

Bağdat Şehir Planı

de aynı felaketleri yaşamıştır. ABD ordusu 2012 yılında çekilmiştir. Geride ise binlerce mülteci ve mezhep çatışmalarına dalmış bir Bağdat kalmıştır. BAĞDAT ŞEHİR PLANI Abbâsî Halifesi Ebu Cafer el-Mansur (754-775) tarafından 762 yılında inşasına başlanılan ve bir yıl sonra hilâfet merkezi ilân edilen Bağdat şehri, 766 yılında Abbâsî Devleti’nin başkenti oldu. Bu devleti sembolize eden, sağlamlığı ve yerleşim planı ile büyük bir kaleyi andıran şehir, Abbâsîlerin yıkılışına kadar hem hilâfet hem de devlet merkezi olarak önemini korudu. Yeni başkent için arayışlara başlayan Halife El-Mansur; küçük köylerin olduğu, ara sıra panayırların kurulduğu, Mezopotamya’nın verimli topraklarında, Dicle’nin hemen kıyısında, Fırat’a ise çok yakın bir konumda bir yer seçmiştir ve inşa edeceği şehir için çalışmalara koyulmuştur. Bizzat kendisinin başını çektiği dört mimardan oluşan bir ekiple şehrin planını çizmeye başlamıştır. Şehir, merkezinin her taraftan eşit uzaklıkta olacağı tam daire üzerine kurgulanacaktır. Böylece diğer şehirlere göre kontrolünün ve korunmasının daha kolay olacağı düşünülür. El-Mansur’un bu kararına, geometrinin kurucusu sayılan Öklid’e hayranlığının et-

kisi de iddia edilmektedir. Plana göre, iç içe üç daireden oluşan şehirde birbirini dik kesen ve şehri dört eşit parçaya bölen iki ana cadde vardır. Caddelerin başlarına ise simgesel 4 kapı yerleştirilmiştir: Güneybatıda Küfe kapısı, Güneydoğuda Basra kapısı, Kuzeybatıda Suriye kapısı ve Kuzeydoğuda Horasan kapısıdır. Çapı 2 km olarak düşünülen şehirde, en dış çepere 30 metre yüksekliğinde ve 44 metre genişliğinde surlar yapılması planlanır. Ayrıca bu surun dışında savunma amaçlı geniş bir hendek kazılması da düşünülür. Şehri boydan boya kesen ana caddeler üzerine çeşitli dükkânlar ve çarşılar kurulması planlanır. Şehirde ekonominin ve sosyal hayatın kalbi burasıdır. Böylece bu dört ana caddeyle kesişen sokaklarla şehirdeki diğer yerleşim alanlarına erişim imkânı sağlanır. Devasa bir kaleyi andıran şehrin merkezine büyük bir camii, onun hemen yanına da Halifenin sarayı yerleştirilmiştir. Halifenin sarayının çevresine, yani plandaki en küçük daireye ise hanedanlığın diğer üyeleri için köşkler ve çeşitli askeri ve idari binalar yerleştirilir. Bu planın inşası için, imparatorluğun her köşesinden binlerce mimar, mühendis, marangoz, demirci, inşaat us-

ŞEHİR

19


Yerliler ‘Tanrı’nın armağanı’ anlamındaki Bağdat ismini kullanırken Halife El Mansur Buraya barış şehri anlamına gelen “Medinetüsselam” demiştir tası ve düz işçi ile inşaatta kullanılacak tonlarca ağırlıkta hammadde Bağdat’a getirilir. Öyle ki, Bağdat’ın inşasında toplamda 100.000 kişinin çalıştığı ve 500.000’den fazla tuğlanın kullanıldığı bildirilir. Bu kadar malzemenin lojistiğinde Dicle’nin fonksiyonu ise haliyle yadsınamaz derecede mühimdir. BAĞDAT ŞEHRİNİN KURULUŞU Müneccimler şehrin kuruluşu için en uğurlu gün olarak 30 Temmuz 762’yi önerdiği ve önerilen günde Halife El-Mansur sembolik ilk tuğlayı koyduğu ve şehrin inşası başladığı rivayet edilir. 755 yılında planı tamamlanan, 762 yılında inşaatı başlayan El-Mansur’un ‘daire şehri’ 766 yılında tamamlanır. Bu koca imparatorluğa başkentlik yapacak şehir tamamlanmış ve sıra şehre bir isim konulmasına gelmiştir ve bu isim sanılanın aksine Bağdat değildir. Evet, panayırların kurulduğu küçük küçük yerleşimlerin olduğu bu yere, yerliler ‘Tanrı’nın armağanı’ anlamına gelen, Hammurabi kanunlarında geçen Bağdat demektedir. Ancak Halife El-Mansur kurduğu bu yeni şehre, bölgenin eski adı olan Bağdat’ı değil, Kuran’da ‘cennet’ manasında kullanılan ‘dârüsselâm’ kelimesinden esinlenerek “Medînetüsselâm” adını vermiştir; (huzur, barış) şehri). Zaman içerisinde imparatorlukla beraber başkent Medînetüsselâm, bilinen adıyla Bağdat ekonomik, bilimsel ve kültürel olarak da gelişmiştir. Şehir bölgenin en önemli çekim merkezi olurken dünyanın farklı yerlerinden tüccarların, bilim insanlarının, sanatçıların uğrak yeri haline gelmiştir. Dönemin Bağdat’ında her türlü ticaret ve zanaat kolu için müstakil pazar yerleri, çarşılar ve çok çeşitli medrese, ibadet yeri, kütüphane ve hamamlar bulunmaktaydı. İçinden geçen Dicle ve

20 KONAK

onun kanallarında yüzlerce tekneyle mal taşınan ve bu kanallara kurulu köprüleriyle şehir adeta yaşayan bir organizma olmuştur. Ayrıca şehirde, her türlü etnik ve dini grup için dini ve sosyal mekânlar tasarlandığı bildirilmektedir. Örneğin, şehirde 40 bin Yahudi’nin yaşadığı ve Yahudilere ait 10 okulun olduğu aktarılır. Abbâsî halifesi Harun Reşid’in kurdurduğu kütüphane, antik çağdaki İskenderiye kütüphanesinden sonra kurulan en büyük kütüphane olarak öne çıkarken, ilerleyen yıllarda kurulan dünyadaki en eski üniversitelerden biri olan el-Mustansiriye de dikkat çeken diğer bir eser olmuştur. Yine bir diğer önemli gelişme de içinde Hint felsefesinin, Ortadoğu ve Yunan felsefesiyle buluşturulduğu “Bilgelik Evi”nin kuruluşudur. Bu üç dildeki eserlerin tercümeleri bu ‘Ev’de yapılmış ve buradan Endülüs İspanya’sına oradan da Avrupa’ya ulaştırılmıştır. Ayrıca bu dönemde kurulan medreseleri, Martin Luther’in Avrupa’daki Ortaçağ üniversitelerinin öncülü olarak gördüğü iddia edilmektedir. Ancak; Abbasilerin ilk büyük mimari eseri olan ve Bağdat adıyla bilinen "yuvarlak şehir''den geriye hiçbir şey kalmamıştır. Bir merkezin çevresinde oluşturulmuş ve etrafı kapalı bir plana göre yapılmış bu şehrin büyüme olanağı olamamıştır. Bu yüzden halifeler kısa bir süre sonra Samarra'ya göç etmişlerdir ve orayı devasa bir yerleşim yeri haline getirmişlerdir (şehir Dicle boyunca 25 km uzanıyordu), ama yaklaşık yirmi yıl sonra orayı da terk etmişlerdir. ABBASİLER DÖNEMİNDE BAĞDAT Abbasi Hanedanlığının liderleri, günümüzde Irak'ın başkenti olan Bağdat'ı kurmuştur. Bağdat, imparator-

luğun başkenti olarak Şam'ı gölgede bırakacak ve yerine geçecekti. Hem Dicle hem de Fırat nehirlerine yakın olduğundan, büyük bir nüfusu besleyecek besin üretimi için ideal bir bölgeydi. Abbasi halifeliğinin yükseliş devrinde Mezopotamya'da muhteşem şehirler kurulmuştur. İkinci halife Mansur'un planını bizzat çizerek kurdurduğu Bağdat şehrinden bugüne, geçmişinin parlak devrini hatırlatan hiçbir şey kalmamıştır. Moğol istilası sırasında şehrin tamamen harap olması, sonra da üstüne yeni Bağdat'ın inşa edilmesi, ilk Bağdat şehrini efsane diyarı haline getirmiştir. Kaynaklardan öğrenildiğine göre Bağdat savunmaya çok elverişli olduğu için Eski Çağ'dan beri Mezopotamya, Anadolu ve İran'da uygulanan dairevi planda kurulmuş ve etrafı çift surla çevrilmiştir. Yuvarlak kulelerle takviye edilen surların tuğladan örüldüğü, şehrin kuvvetle tahkim edilmiş dört büyük kapısının bulunduğu ve bu kapıların yakınında muhafızları için binalar yapıldığı bilinmektedir. Şehrin ortasında Kubbetül-hadra adıyla anılan Halife Mansur'un sarayı ile bitişiğine inşa ettirdiği cami bulunuyordu. Abbasiler Bağdat'ı, Emevi Hanedanı hakimiyeti ele geçirmeden önce Perslerin kurduğu yol ağlarını ve ticaret yollarını koruyarak sıfırdan inşa etmiştir. Bağdat, stratejik olarak Asya ve Avrupa arasında yer alıyordu. Bu sayede, iki kıta arasında karayoluyla yapılan ticaret için başlıca bölge olmuştu. Bağdat aracılığıyla ticareti yapılan ürünlerden bazıları fildişi, sabun, bal ve elmastı. Bağdat'taki insanlar ipek, cam, çini ve kağıt üretiyor ve ihraç ediyordu. Şehrin merkezi konumu ve canlı ticaret kültürü, fikir alışverişini de mümkün kılıyordu. Bağdat, bilginler de dahil olmak üzere birçok insanı sınırlarında yaşamaya çekiyordu. Bu yeni inşa edimiş şehirde yaşamanın nasıl bir his olduğunu anlamak için, Arap tarihçi ve biyografi yazarı Yakut


el Hamevî'nin onuncu yüzyıl Bağdat'ını anlattığı şu alıntıyı okuyabilirsiniz: ‘’Bağdat şehri, Dicle'nin sağ ve sol kıyılarında on dokuz kilometre çapında iki geniş yarım daire çizmişti. Parklar, bahçeler, villalar, güzel gezi alanları, zengin pazarlar, iyi inşa edilmiş camiiler ve hamamlarla bezeli banliyöler; nehrin iki tarafında geniş bir alana uzanıyordu. Zenginlik zamanlarında, Bağdat'ın nüfusu iki [milyon]u geçmişti! Halifenin sarayı, geniş bir parkın ortasındaydı; yanında, vahşi hayvanların barındırıldığı bir hayvanat bahçesi ve kuşhane bulunuyordu. Saray, bahçelerle donatılmıştı ve muhteşem bitkiler, çiçekler, ağaçlar ve heykellerle çevrelenmiş su depoları ve çeşmelerle süslenmişti. Nehrin bu tarafında büyük soyluların sarayları yer alıyordu. En az yirmi metre genişliğinde devasa caddeler, şehrin bir ucundan diğer ucuna uzanıyor; şehri her birinin bir yönetici ya da denetleyici tarafından kontrol edildiği bloklara ya da çeyreklere bölüyordu. Bu yönetici ve denetleyiciler; şehrin temizliğiyle, sağlıkla ve halkın rahatıyla ilgileniyordu. ‘’ (Hamevi; Bağdat’ta Bilgi Arayışı: Beyt’ül Hikme) Abbasi Halifeleri Harun Reşid ve kendisinden sonra gelen oğlu Memun, Bağdat'ta bilime adanmış bir merkez olan Beyt'ül Hikme’yi (Bilgelik Evi) kurmuştur. 813 ile 833 yılları arasında Memun'un hakimiyeti altında Beyt'ül Hikme daha fazla kullanılmaya başlanmış ve saygınlığı artmıştır. Memun; ünlü bilginleri Beyt'ül Hikme'ye getirmek için oldukça çaba sarf etmiştir. Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahudiler burada barış içinde işbirliği yapmıştı ve birlikte çalışmıştır. Burada kitapların korunduğu hücreler, müellif, mütercim, kâtip, müstensih ve mücellitler için ayrılan odalar ve bir de okuma salonu bulunuyordu. Buna göre Beytülhikme’nin kadrosu, “sâhibü Beytülhikme” unvanıyla anılan bir müdür, müellifler ve mütercimler, bunların emrinde çalışan kâtipler, yazılan kitapları çoğaltan müstensihler1, Bir yapıtın kopyasını el yazısıyla hazırlayan kimse İslam Dünyasında kitap yazımıyla ilgili malzemeler satan meslek gruplarına verilen ad 3 Ciltleyen kimse 1 2

verrâklar2 ve mücellitlerden3 oluşmaktaydı. 500 yıldan fazla İslâm ilim dünyasına kaynak teşkil eden bu merkez 1258’de Hülâgû tarafından yakılıp yıkılmıştır. ABBASİLER DÖNEMİNDE MİMARİYE BİR ÖRNEK: UHAYDİR SARAYI (KASRÜ'I-UHAYDİR) Abbasiler'in inşa ettirdikleri eski Bağdat ve Rakka şehirlerinde bulunan yapılar hakkındaki bilgilerimiz daha çok edebi ve tarihi kaynaklara dayanmaktadır. Fakat ayakta kalabilen yapılar onların muhteşem mimarilerini tanıtacak durumdadır. Bağdat'ın 120 km. güneybatısında yer alan Uhaydir Sarayı bu devrin saray mimarisini tanıtabilecek ilk eserdir. Halife Mansur'un amcası İsa b. Musa tarafından 161 (778) yılında yaptırılmış olduğu kabul edilmektedir. OSMANLI DÖNEMİ BAĞDAT Kanuni Sultan Süleyman lrakeyn Seferinde Tebriz’i fethedip Irak’a yürümüş, 24 Cemaziyülevvel 941’de (1 Aralık 1534) şehre girmiştir. Bağdat’ta kaldığı dört ay içinde Safeviler tarafından yapımına başlanan ve yarım kalmış olan camiyi tamamlattığı gibi Abdülkadir-i Geylani’nin cami ve türbesi için zengin vakıflar kurdurmuş; İmam-ı Azam’ın mezarını buldurup burada türbe, cami ve medrese inşa ettirmiştir.

Ayrıca Azamiye Kalesi’ni yaptırmıştır. Bağdat’ta Türk Devrine ait diğer bazı camiler ise şöyledir: Zümrüt Hatun Cami: Bağdat’ta 12.yy sonlarında yaptırılmış, Selçuklulardan kalan en eski minareye sahiptir. Kumrulu Mescidi: 1228 yılında yaptırılan cami Abbasiler zamanında Dicle taşkını sebebiyle harap olmuş sonraki yüzyıllarda pek çok defa tamir edilmiştir. İlk yapıdan yalnız minaresi günümüze gelebilmiştir. Akuli Cami: 1327 yılında yapılan ve adını bitişiğindeki türbede yatan İmam Akuli’den alan cami 1683’te Mehmet Paşa, 1760’ta Süleyman Paşa, 1763’te Vali Ömer Paşa, 1902’de Sultan II. Abdulhamit, 1928 de Irak Vakıflarınca onarım görmüştür. Sultan Ali Cami: Bağdat’ın önemli yapılarından biri olan Sultan Ali Cami’nin ne zaman yapıldığı kesin olarak bilinmemektedir. 1965’te Osmanlılar zamanında avlunun etrafına Rufai tekkesi hücreleri eklenmiştir. Murat Paşa (Muradiye) Cami: Bağdat Valisi Murat Paşa tarafından 1567– 1570 yıllarında yaptırılmıştır. BAĞDAT’IN TAHRİBATI Bağdat; kuruluşundan itibaren birçok istilaya, iç savaşa ve tahribata şahitlik ettiği için zamanla mimari yapısında

Müstansırriye Medresesi

ŞEHİR

21


değişiklikler görülmüş, sık sık yeni baştan inşa edilmiştir. Bağdat’ın yapısında önemli değişiklikler yapan olaylardan birisi Halife Emin ile Me’mun arasındaki iktidar mücadelesi olmuştur. Bu mücadeleden ötürü şehir büyük zarar görmüştür. Tarihçi Taberi bu mücadelelerden ötürü Bağdat’ın eski ihtişamlı yapısının kaybolduğunu, şehrin büyük bir harabeye dönüştüğünü söylemiştir. 9. yüzyılın son çeyreğinden itibaren görülen seller, yangınlar ve kıtlık Bağdat’ın yapısında olumsuz etkiler meydana getirmiştir. Bu afetlerden ötürü şehirdeki ticari ve kültürel hava bozulmuştur. Bağdat’ın gerek kültürel havasını gerek mimari yapısını köklü tahribata uğratan en mühim olay Moğol istilasıdır. Moğol İstilası Bağdat, Moğolların istilasından en fazla etkilenen şehirlerden birisidir. Cengiz Han’ın torunlarından olan Hülagu öncülüğündeki Moğol güçleri, 1258 yılında Bağdat’ı kuşatmıştır. Barış görüşmelerinden olumlu netice çıkmayınca Abbasi halifesi Müsta’sım devlet erkanıyla birlikte Moğollara teslim olmak zorunda kalmıştır. Bağdat’ı işgal eden Moğollar, yaklaşık 500 yıllık kültürel birikimi tahrip etmişlerdir. Kütüphaneler, medreseler, saraylar tahrip edilmiş, binlerce cilt kitap yakılmış, yüzlerce siyaset ve bilim adamı idam edilmiştir. Bu istila sırasında

Bismiyah Konut Projesi

22 KONAK

yüzlerce yıldan beri ilim adamlarının yetişmesine hizmet eden Beytü’l-hikme Hülagu tarafından yaktırılmıştır. Moğolların Bağdat’ı istila edip buradaki kültürel eserleri yağmalamaları, yüz binlerce Müslüman’ı öldürmeleri yalnızca Bağdat’ta oluşan kültür ve medeniyeti tahrip etmekle kalmamış, neticeleri itibariyle bütün İslâm dünyasını etkilemiştir. Zira hilafetin merkezi olan Bağdat talan edilmiş, halife öldürülmüş, yüz binlerce ilmi eser yakılmış ve Dicle nehrine atılmıştır. Bu olaylar zinciri İslâm kültür ve medeniyetinde durağanlığın ortaya çıkmasını ve siyasi istikrarsızlığı doğurmuştur. Timur İstilası ve İstiladan Sonra Bağdat Bağdat’ta önemli yıkıma neden olan diğer bir olay Timur istilasıdır. 1393 yılında Timur Bağdat’ı işgal etmiş ve şehirdeki yüzlerce binayı tahrip ettirmiştir. Bu olay Bağdat’ın kültürel yapısına indirilen ikinci darbedir. Timur’un tahribatından sonra Bağdat buraya kısa süreli hakim olan Ahmed Celayir tarafından yeni baştan inşa edilmeye çalışılmışsa da eski görünümüne ve önemine kavuşturulamamıştır. Bağdat 1410-1467 yılları arasında Karakoyunlular’ın eline geçmiş, daha sonra Akkoyunlular tarafından kont-

rol altına alınmıştır. Bu dönemde Bağ-

dat kötü yönetim yüzünden zarar görmüş, birçok Bağdatlı şehri terk etmiştir. Bağdat’ın mimari yapısında büyük hasar meydana gelmiştir. Bağdat 1508 yılında Safevi hükümdarı Şah İsmail tarafından ele geçirilmiştir. Şehir Safevilerin hakimiyetinde iken Şah İsmail’in emriyle Ebu Hanife, Abdülkadir-i Geylani gibi İslâm büyüklerinin türbeleri harap edilmiş, Sünnilere ait birçok mimari yapı zarar görmüştür. Bağdat Osmanlılar ile İranlılar arasında uzun süren mücadelelere sahne olmuştur. Bu mücadelenin nedeni Bağdat’ın ticaret yolları üzerinde bulunması, elverişli iklim şartları ve önemli jeopolitik konumuydu. Osmanlılar Bağdat’ı ele geçirerek Basra’ya kadar olan toprakları kontrol altında tutmak, böylece ekonomisini güçlendirmek istiyordu. Tarihte Irakeyn Seferi olarak bilinen sefer sonucunda Bağdat Osmanlı Devleti’nin topraklarına dahil olmuştur (1534). 1555 yılında Amasya Muahedesi ile Bağdat’ın Osmanlı devletine ait olduğu hukuken onaylanmıştır. Bu tarihten itibaren Birinci Dünya Savaşı sırasında İngilizler işgal edinceye kadar Osmanlı egemenliğinde kalmış; 1921 yılında Irak’ın krallık haline gelmesiyle başkent olmuştur. Son Yüzyılda Bağdat Bağdat, 20. yüzyılın başlarından itibaren hızlı bir şekilde gelişmiştir. 1921’de Bağımsız Irak Devleti’nin başkenti olan Bağdat, 1950’li yıllardan sonra artan petrol gelirleri sayesinde yeniden inşa edilmiş, şehre birçok yatırım yapılmış, sanayi tesisleri kurulmuştur. Bağdat’ın önemli özelliklerinden birisi yüzlerce savaşa sahne olması ve bu savaşlar sonucunda şehrin tahrip edilmesidir. Şehirde savaşın yaptığı tahribata 20. yüzyılın son dönemlerinde de rastlanır. 2 Ağustos 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesi üzerine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin verdiği karar uyarınca; Amerika Birleşik Devletleri önderliğinde oluşturulan güç Bağdat’ın yollarını, köprülerini, sanayi tesislerini, su ve elektrik şebekelerini tahrip etmiş, binlerce Bağdatlının ölü-


müne neden olmuştur. BAĞDAT’TA YERLEŞİM VE KONUT TİPOLOJİSİ Bağdat’ta konut yerleşiminin şekillenmesinde farklı dini grupların etkili olduğu net bir şekilde görülmektedir. Şii Müslümanlar, El-Kazimiyah Türbesi; Sünni Müslümanlar, El-Azimiyah Türbesi çevresindeki konutlarda daha yoğun bir şekilde oturmaktadır. Rusafah Türbesi civarı da sadece Sünniler için değil Hristiyanlar ve Yahudilerin de yaşadığı bir yerdir. İlerleyen zamanla birlikte büyüyen ve savaş sonrasında da büyük yıkımlara uğrayan kentte bazı kentsel problemler de net bir şekilde görülmeye başlanmıştır. Ulaşım ağlarının yetersizliği, kentsel arazi kıtlığı, hizmetlerdeki eksiklikler başlıca problemlerdendir. Bu durum konut tercihlerinin dini unsurlar gözetilerek seçilmesinin yanı sıra; kamu hizmetlerine, servislere ve istihdama kolay ulaşımın da kolaylıkla sağlanacağı alanların tercih edilmesine sebep olmuştur. Bağdat’taki geleneksel konutlar genelde 2 katlı ve müstakil olarak bilinmektedir. Hem İslam şehirciliği hem de Iraklılar için mahremiyet önemli bir unsurdur. Bu sebeple inşa edilen evler genellikle, bahçeli olmaktaydı. Bölgenin iklim koşulları sebebiyle de geleneksel konutların çatıları gece uyumaya müsaade edecek şekilde düz olmaktaydı. Betonarme inşaatlar

başlamadan önce yumuşak tuğla ile yapılmakta ve bu materyal de yüksek katlı binaların yapılmasına müsaade etmemekteydi. Fakat gelişen teknikler ve malzemelerle birlikte farklı konut tipolojileri ortaya çıkmıştır. Gulick’in araştırmasına göre, Bağdat genelindeki konutlar için 4 farklı konut tipolojisi sayılabilir: 1)Geleneksel Konutlar: Bağdat şehir merkezinde çoğunlukla görülen konut tipidir. Toplam nüfusun yaklaşık % 5i bu tür yapılarda yaşamaktadır ve çoğunlukla düşük gelir grubudur. 2)Geçici Konutlar: Şehir merkezinden dışarıya doğru 5 km’lik bir alanda görülürler. Devletin, ihtiyaç durumlarında sağladığı geçici konutlardır. 3)Bitişik ve Ayrık Nizam Konutlar: Şehir merkezinin çeperinde bulunan ve kent nüfusunun %40’ını barındıran konutlardır. Orta ve üst gelir grubu yaşamaktadır. 4)Apartmanlar: Şehrin konut politikası apartmanları sağlamak üzere evrilmiştir. Sosyal konutlar da apartmanlarla sağlanmaktadır. Merkezin dışında olup orta ve üst gelir grubunun yaşadığı konutlardır. Apartmanların kentte giderek artması, kentin gelenekleriyle uyuşmasa da tercih edilen konut politikası bu yöndedir. Tıpkı ülkemizdeki çok katlı apartmanlardan oluşan konut siteleri gibi, Bağdat’ta da bu durum yaygınlaşmaktadır. Şehir-

deki ilginç politikalardan birine örnek olarak “Bismayah Şehir Projesi” verilebilir. Proje, Irak tarihinin ilk ve en büyük projesi olarak tanımlanmaktadır. 1830 hektarlık bir alan üzerine inşa edilmesi, 600,000 kişilik bir yerleşim alanı açması ve konutla birlikte başka kullanımları da barındırmasıyla yepyeni bir şehir vadetmektedir. Mimari tasarım, sosyal ayrışma açısından oldukça eleştirilebilecek bir proje olmasına rağmen savaş sonrasında insanlara şehirden uzak bir yaşam alanı sunduğu için tercih edilmektedir. Sonuç olarak, Bağdat, kuruluşundan itibaren şahit olduğu olaylar ile bir anlamda İslâm tarihinin, kültür ve medeniyetinin özetini sunar. Bu talihsiz şehre önceleri barış, bilim, hikmet egemen iken zamanla siyasi mücadelelerden, kabile çatışmalarından, istilalardan, mezhep savaşlarından kaynaklanan kaos ve anarşi ortamı hakim olmuş ve Bağdat’ı neredeyse her yüzyılda bir savaş görülen bir şehir haline sokmuştur. Medinetüsselam (barış kenti) adıyla kurulan Bağdat, ismi ile müsemma olamamış, yüzlerce savaşa sahne olmuş, güzelliklerle beraber çirkinlikleri de bünyesinde barındırmıştır. Bağdat’ın makus talihi günümüzde de devam etmektedir. Bugün Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere tarafından işgal edilen ve doğal kaynaklarıyla sömürgeci devletlerin ilgisini çeken Bağdat tarihte belirtilen güzel günlerini aramaktadır.

KAYNAKÇA 1. Al-Hasani, M. K. Urban Space Transformation in Old City of Baghdad, 2012 2. Bismayah New City, http://www.bismayah.org 3. Gulick, J. Baghdad: Portrait of a City IIM Physical and Cultural Change: Journal of the American Institute of Planners; 1967 4. Küçükkürtül; M.R. Kubbelerin Gölgesinde İslam Şehirleri: Mostar Yayınları, s.204-209, 2013

5. Abbâsî Hâkimiyeti Döneminde Bağdat’ın Sosyal Ve Ekonomik Hayatından Görünümler: Irak’ta gelenekselle modernin karışımı, http://www.mimdap. org/?p=45286 6. Şen, A., Bağdat Şehri Üzerine Bir İnceleme

9. http://www.islamansiklopedisi.info/ dia/pdf/c01/c010051.pdf 10. http://www.bbc.co.uk/turkish/indepth/story/2004/03/printable/040319_ iraq_aniversary_0810nisan.shtml

7. https://tr.khanacademy.org/humanities/world-history/medieval-times/ cross-cultural-diffusion-of-knowledge/a/the-golden-age-of-islam 8. http://www.islamansiklopedisi.info/ dia/ayrmetin.php/idno

ŞEHİR

23


GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ROMA

KURULUŞ SÜRECİ VE KISA TARİHİ

ŞEHRİN RUHU ÇALIŞMA GRUBU İlknur AKÇA * Ayşenur YILMAZ 2 Ebru BÜRKÜK 1 Hacer Nur ÇERİ 2 Seher Beyza MAHMUT 1 Sena ALKAZAK 2 Sinemnur TOKDEMİR 2 1

1 2

Gazi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi

* İletişim: ilknurakca58@gmail.com

24 KONAK

Roma, dünya tarihine yön vermiş büyük bir imparatorluğun başkentidir. Farklı zamanlarda, farklı hayatlar yaşayan; inişleri, çıkışları olan, yaşayan bir şehirdir. Tarihi dokusuyla gündelik yaşantısı bir arada bulunması sebebiyle dünyanın her yerinden büyük ilgi gören turistik bir kenttir. Roma İmparatorluğu, İtalyan devletleri dönemi ve Modern İtalya’nın önemli kentlerinden olan Roma, bu üç dönemin de izlerini taşımaktadır. Çoğu tarihi Avrupa kentinin aksine, Roma’da tarihin yaşandığı alanlar hâlâ gündelik yaşamın bir parçasıdır. Roma’nın kuruluşu bir efsaneyle açıklanmaktadır. Efsaneye göre Roma kentini Romulus ve Remus adlı ikiz kardeşler kurmuşlardır. Bu kardeşler savaş tanrısı Mars’ın ve Rhea Silvia’nın çocuklarıdır. Silvia, kardeşi tarafından tahttan indirilen Albologna kralının kardeşidir. Çocuğu olmasın diye bir tapınağa kapatılmıştır. Ancak Silvia, savaş tanrısı Mars’tan hamile kalmış, bunun üzerine doğan çocuklar nehre bırakılmıştır. Bu çocukları dişi bir kurt kurtarmış ve onları emzirmiştir. Sonrasında ise Romulus, kardeşi Remus’u öldürerek tahta tek başına sahip olmuş ve böylece Roma şehri kurulmuştur. Kentin dört bir yanında görülen kurt amblemleri ve heykelleri bu efsanedeki kurttur. Efsaneler dışında, kentin M.Ö. 8. yüzyılda kurulduğu bilinmekte olup kent altın dönemlerini M.Ö. 5. yüzyıl – M.S. 5. yüzyıl arası dönemde, yani Roma İmparatorluğu döneminde yaşamıştır. Roma’daki birçok önemli tarihi yapı da bu dönemde inşa edilmiştir.


MÖ 27 yılında, Augustus yönetimi ele almış ve bu süreçten itibaren yaklaşık üç asır süren Pax Romana (Roma Barışı), Roma’nın bütün unsurlarıyla Akdeniz havzasına nüfuz edişini simgelemiştir. Roma barışıyla gelen refahla birlikte imar faaliyetleri ivme kazanmış ve tüm imparatorluk topraklarında hızlı bir kentsel dönüşüm süreci yaşanmıştır. Kent tarihinin gidişatı, Roma İmparatorluğu’nun gidişatıyla paraleldir. Roma İmparatorluğu, kavimler göçü sonunda Batı Roma ve Bizans olarak ikiye bölünmesiyle birlikte kentte de gerileme dönemi başlamıştır. Dış baskılara bir de veba salgınları ve depremler gibi doğal felaketler eklenince, kent karanlık bir sürece girmiştir. Roma, neredeyse 11. yüzyıla kadar koca bir harabe olarak kalmıştır. Kentin tekrar canlanması ise, Rönesans ile mümkün olmuştur. Bu canlanmada, giderek güçlenmeye başlayan Papalık makamının da rolü vardır. Bu dönem içinde Rönesans’ın birçok önemli sanatçısının yolu Roma’dan geçmiş, haliyle kente birçok yeni yapı eklenmiş, restorasyonlar yapılmıştır. 15. yüzyıldan sonra kentin savaş dönemine geçtiği bilinmektedir. Hem İtal-

yan devletleri arasındaki savaşlar hem de Napolyon ve Hapsburg işgalleri, kentin sürekli bir savaş ortamı yaşamasına neden olmuştur. En sonunda İtalyan birliği kurulmuş ve 1871’de Roma, İtalya’nın başkenti seçilmiştir. Mimari Değerleri İtalya’da Roma’da, Rönesans’ın katı kurallarına bir tepki olarak ortaya çıkan ve 17. yüzyılda ülkenin gözde üslubu olan Barok mimari (Karşı-Reform hareketi) şehrin genelinde hala etkisini sürdürmektedir. Rönesans’a oranla yapıların hem planları hem de bezeme programı değişmiştir. Barok; insanı şaşırtan geniş meydanlar ve ışınsal kent planlarını mimariye kazandırmıştır. Barok mimarlık abartılı hacim ve dekorları kullanarak görkem ve güç etkisi yaratmaya çalışmıştır. Tanrı ve kral, dönemin iki mutlak hükümdarıdır. Tanrı için kiliseler, kral için saraylar yapılmaktadır. Kilise iç mekanları Cennet’in küçük bir örneğini vermeyi amaçlamaktadır. Resim, heykel ve mimarlık bezemesi bu amacın gerçekleşmesine yardımcı olmaktadır. Yapıların iç mekanları ışıklıdır. Kubbe içleri ve tavanlar, abartılı ve karmaşık perspektif sistemlerinin kullanımıyla gerçekleştirilmiş resimlerle sonsuza açılmaktadır.

Barok dönemde, dünyevi gerçeklerin sınırsız sonsuzlukta olduğu inancıyla, hareket ve sonsuzluk esas alınmıştır. Organiklik ve doğacılık eğilimi dikkat çekmektedir. Yapı cephelerinde Rönesans’ın objektif ve akılcı düzenleri terk edilmis, sübjektivizm yani kisisel heyecanlara uygun keyfi hareketlilik egemen olmustur. Rönesans’ın ve hatta Maniyerist dönemin düz ve statik çizgileri, Barok’ta cephelerde girinti ve çıkıntıya, dalgalanmalara dönüsmektedir. Mimarlık öğeleri, işlevleri düşünülmeden, sistemli olarak kırılıp bükülmektedir. Cephelerde, dinamik ve savrulan hareketler denenmekte, böylece mimari, hareketin sonsuzluğuna kendini kaptırmaktadır. Işık gölge oyunları üzerinde durulmuştur. Barok mimarlık örneklerinde, eğri çizgi ve alanlar, değişen ışık altında, ışığa bağlı bir hareketin yaratılmasına olanak sağlamakta ve yapıya ritim katmaktadır. Sade cepheler heykelsi bir hal almakta, bezeme strüktürü tümüyle örtmektedir. Roma’da bulunan; Kolezyum (Amphitheatrum Flavium), Aziz Petrus Bazilikası, Vatikan (Basilica Di San Pietro), Aziz Petrus Meydanı, Vatikan (Piazza San Pietro), Roma Forumu Ve Palatino Tepesi, Sant Angelo Kalesi (Castel S. ŞEHİR

25


Angelo), Santa Maria Maggiore, Circus Maximus, Piazza del Popolo, Campo de' Fiori, Piazza Repubblica, Piazza San Pietro, Panteon gibi tarihi yapılar Roma’yı Roma yapan başlıca yapılardır. Bu yapılardan bazıları aşağıda örneklenmiştir: KOLEZYUM Kolezyumun yapımına komutan Vespasyan’ın emri ile M.S. 72 yılında başlanmış ve oğlu Titus döneminde bitirilmiştir. Kolezyum aslında bir arena olmasına rağmen bu özel adını İmparator Neron’un ‘Colossus’ isimli heykelinden almıştır. 30 metre yüksekliğindeki dev heykel Kolezyum’a çok yakın bir konumda bunduğu için adı ‘Flavius Amfi Tiyatrosu’ olan yapı zamanla ‘Colosseum- Kolezyum’ olarak anılmaya başlamış ve bu isim bugüne kadar gelmiştir. Kolezyum’un mimarı hala bilinmemektedir. İddiaya göre Titus, kendisinden sonra bir daha böyle ihtişamlı yapı yapmasın diye mimarı hayvanlara yem olarak vermiştir.

malzemeleri sökülerek Rönesans Dönemi’nde başka yapıların inşaatında kullanılmıştır. Bu durum Kolezyum’da görülen deformasyonun en önemli sebebi olmuştur. Güneyindeki duvar tamamen deforme olmuş; hatta buradan alınan taşlar Rönesans Dönemi’nde, şehirdeki pek çok köprü, saray ve San Pietro Bazilikası’nın yapımında kullanılmıştır. Ancak kuzey duvarları hala dört katlı kemerlerle yükselmektedir. Günümüzde, Papa her yıl Paskalya öncesi Cuma günü amfi tiyatroda fener alayı düzenlemektedir PANTHEON Antik Roma döneminden kalan, en iyi şekilde korunmuş tapınaktır. Pantheon, M.S. 118-225 yılları arasında inşa edilmiştir. Günümüzde İtalya’nın Roma şehrinde, en çok ziyaret edilen turistik eserlerin başında gelmektedir. Tüm tanrıların tapınağı anlamına gelen Pantheon; antik dönemde inşa edilmiş

İmparatorlar burada Roma halkını eğlendirmek için ve biraz da kendi eğlenceleri için gladyatör dövüşleri düzenlettirmiştir. Bunlardan başka pek çok halk gösterileri, taklit deniz savaşları, hayvan avcılığı, infazlar, meşhur savaşların yeniden canlandırılması, klasik mitolojiye dayanan dramalar olmuştur. Kolezyum daha sonra barınma yeri, iş dükkanları, dini kışlalar, istiham, taş ocağı, Hristiyan türbesi olarak çeşitli amaçlarla kullanılmıştır. Roma dönemindeki belirgin sınıf ayrımı kolezyumun inşasına da yansımıştır. Yapı oturma sıralamasında sınıf ayrımına göre inşa edilmiştir. İşçi sınıfı ve halk arenaya en uzak yer olan en tepelerde otururken önemli insanlar en yakın yerlerde oturmuştur. 13. YY’da kale olarak kullanılmasının dışında aslında 18. YY’a kadar Kolezyum herhangi önemli bir olaya tanıklık etmemiştir. Bu dönemde Kolezyum bir taş ocağı olarak kullanılmış ve yapı Panteon

26 KONAK

bir Pagan tapınağı olsa da, sonradan kiliseye çevrilmiştir. Pantheon’un bugünkü yerine dikilmiş ilk tapınak, M.Ö. 27 yılında, Roma senatosunun Konsüllerinden Agrippa tarafından inşa edilmiştir. Agrippa Roma İmparatorluğu’nu kuran ve ilk Roma İmparatoru olarak tahta geçen Caesar Divi Filius Augustus’un en önemli kurmaylarından biridir. Ancak Agrippa tarafından inşa edilen ilk tapınak, zamana yenik düşmüş ve yıkılmıştır. Günümüzde ayakta olan ‘Yeni Pantheon’ ise Roma İmpratorluğu’nun en parlak çağındaki Nerva-Antonious hanedanından Hadrianus tarafından M.S. 118 yılında tasarlanmış ve hayata geçirilmiştir. Tapınağın dış görüntüsüne sütunlar büyük bir estetik ve güzellik katsalar da, boyutları ve yüceliği dışarıdan bakışta tam olarak anlaşılamamaktadır. İçeri girildiğinde dev boyutlarının tam olarak farkına varılabilmektedir. Tava-


nındaki açıklığa ‘Oculus’ ismi verilmiş ve mekanı aydınlatan ışık yalnızca bu kısımdan içeri süzülmektedir. Ayrıca Pantheon yerden 44 metre yükseklikteki kubbesi sayesinde, Ayasofya inşa edilene kadar (532-537) dünyanın en yüksek kubbeli yapısı olarak bilinmektedir. M.S. 7. Yüzyılda Hristiyan halk, şehirdeki veba salgınını bu tapınağın şeytanların bulaştırdığına inanmış ve böyle bir söylenti yayılınca tapınağın kiliseye çevrilmesine karar vermişlerdir. Tapınağa da “Basilica of St. Mary and the Martyrs” yani Azize Meryem ve Şehitler Kilisesi ismini vermişlerdir. Çeşmelerinde doğa formları ilk defa ortaya çıkmakta, Rönesans’ın düz formlu malzemeler ile tasarlanan çeşmelerinin yerini almaktadır. Özellikle Bernini, çeşmelerini doğadan çıkarıldığı gibi kullandığı doğal çatlak kayalarla tasarlamıştır. Trevi Çeşmesi, bu anlayışın en güzel örneği olup, Barok’un uğultuyu, gürültüyü ve doğayı ne kadar sevdiğinin somut bir göstergesidir. Birbirlerine girmiş doğal kayaların zirvelediği bir kompozisyonda, sular kademeli havuzcuklardan taşarak aşağıya doğru akmakta ve büyük bir havuz içine dökülmektedir.

TREVİ ÇEŞMESİ Trevi Çeşmesi (Fontana di Trevi) ya da bilinen adıyla “Aşk Çeşmesi” Roma’nın en ünlü yapılarından biridir. Çeşme, Papa XII. Clement tarafından Heykeltıraş Nicola Salvi’ye yaptırılmıştır. Roma’daki diğer ünlü yapılara nazaran daha yeni sayılan çeşmenin yapımına 1732 yılında başlamış ama toplam 30 yılda, pek çok sanatçının yardımı ile tamamlanabilmiştir. Yapımı 30 yılda tamamlanmış olan çeşmenin üzerinde birçok heykel bulunmaktadır. Trevi Çeşmesi, adını çevresindeki üç sokağın birleşimi olduğu ve aynı zamanda üç yeraltı su kaynağının bu noktada toplandığı düşünüldüğü için aldığı söylenmektedir. Roma’nın en ünlü simgelerinden olan Trevi Çeşmesi üzerinde yer alan heykellerin her biri bir olayı veya bir kişiyi nitelendirmektedir. Çeşmenin orta kısmında 2 Deniz Ulağının (Triton’un)

çevrelediği bir Neptün figürü bulunmaktadır. Yunan mitolojisindeki Kronos ile Rheia’nın oğlu, Zeus ve Hades’in kardeşi Poseidon; Roma mitolojisinde ise Neptün (Neptunus) olarak bilinmektedir. Tritonlardan biri huysuz bir denizaltını dizginlerken diğeri ise daha sakin olan hayvanı sürmektedir. Bunlar denizin 2 zıt halini simgelemektedir. Çeşmenin sağındaki rölyefte Acqua Vergine su kemerini yaptırarak suyunu kente getirdiği kaynağı keşfeden genç ve güzel kız betimlenmiştir. Çeşmenin üzerinde bulunan figürler sırasıyla ‘Meyve Bolluğu’ , ’Tarlaların Verimliliği’ , ’Sonbaharın Zenginliği’ ve ‘Bahçelerin Zengiliği’ heykelleridir. Trevi Çeşmesi her ne kadar muhteşem bir görünüme sahip olsa da çeşmenin bu kadar ünlü olmasının bir nedeni de çeşmeye dilek dileyip bozuk para atılmasıdır. İnanışa göre kim dilek diler ve sağ eli ile sol omzunun üzerinden çeşmeye bozuk para atarsa o kişinin dileği

Roma'nın en ünlü yapılarından biri olan Trevni Çeşmesi ya da bilinen adıyla "Aşk Çeşmesi" Papa XII. Clement tarafından Heykeltıraş Nicola Salvi'ye yaptırılmıştır. ŞEHİR

27


turistin dikkatini çekmektedir. Dünyanın en küçük ülkesi olmasına rağmen tarihten gelen değerlerini korumaları ve ülke içerisinde düzeni sağlamaları bu zamana kadar bozulmayan bir yapı oluşturmalarını sağlamıştır. Katolikliğin imgeleri ülkenin simgesi haline gelmiş ve kent surlarının içinde mekansallaşmıştır. Tüm mimari unsurları başka bir çalışmada ayrıntılı olarak incelediğinde toplumsal hafıza ve mekan ilişkisi daha net bir şekilde ortaya konulabilecektir. KENTSEL KORUMA TARİHİ ve KORUMA POLİTİKALARI St. Peter Meydanı

gerçekleşmekte ve Roma’ya tekrar gelmektedir. Havuza atılan bu paralar her akşam toplanarak yardım kuruluşlarına bağışlanmaktadır. Trevi Çeşmesi günümüze kadar birçok filme konu olmuştur. “When in Rome”, “To Rome with Love”, “Roman Holiday”, “La Dolce Vita”, “Eat Pray Love”, “La Grande Bellezza”, “Ladri Di Biciclette” ve “Angels And Demons” burada çekilen filmlerden sadece birkaçıdır. KENT İÇİNDEKİ ÜLKE: VATİKAN Vatikan, Roma sınırları içinde fakat Roma’dan ayrı, kendi yönetimi ve kendi yasaları olan; dünyanın en küçük ama en etkili ülkelerinden biridir. Müslümanlar için Mekke ve Kudüs’ün kutsal beldeler kabul edilmesi gibi; tüm dünyadaki Hristiyanların Roma Katolik Kilisesi’nden dolayı kutsal olarak addettiği bir yerdir. 1929 yılında bağımsızlığını ilan etmiştir. Vatikan sosyalist bir şekilde yönetilmektedir. Gördükleri işe göre dünyada en az maaş alan insanlar buradadır. Papa’dan alacakları Şükran Duası onlar için çok daha önemlidir. Hristiyanların Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olarak gördükleri Papa, Va-

28 KONAK

tikan’da bulunmaktadır. Günümüzde Papalık makamında Franciscus bulunmaktadır ve 2013 yılında seçilmiştir. Vatikan siyasi ilişkilerde Kutsal Makam, Papa da Kutsal Peder olarak tanınmaktadır. Vatikan yerleşik nüfusu günümüzde 900-1000 arasındadır. 100 kişiyi geçmeyen İsviçreli paralı askerlerle korunmaktadır. İsviçreli askerlerce korunmaları zaman zaman tartışma konusu olsa da Vatikan’ın filmlere ve romanlara konu olan gizli sırlarını, söylentiye göre, hiçbir şekilde açıklamamaktadırlar. Şehrin çevresi surlarla çevrilidir. St. Peter Bazilikası en baskın yapıdır. Önünde bulunan St.Peter Meydanı da ülkenin en önemli meydanıdır. Meydan, bugünlerde ülkemizde boşluklarla oluşturulmaya çalışan meydanların aksine kütlelerle çevrelenmiş ve sınırları belirlenmiştir. Böylece mekan daha tanımlı bir hale gelmiş ve bu zamana kadar kullanılarak işlevini kaybetmeden günümüze kadar gelmiştir. Meydan içerisine araçla girilmesine izin verilmemektedir bu yüzden sadece yayalar tarafından kullanılabilen bir mekan olmuştur. Kentin simgelerinin, tarihinin ve sanat ürünlerinin sergilendiği Vatikan Müzesi, yerli ve yabancı pek çok

Tarihi yapıları koruma davranışlarına farklı yönelimler ve değer yargıları şekil verirken, onarım yöntemleri konusunda da farklı anlayışlar her çağda görülmüştür. Helenistik dönemde, güce sahip kişilerin korumaya yönelik tutum ve davranışlarında, kendi ün ve itibarlarını geleceğe aktarma kaygıları ağır basarken, Romalılarda bu kaygı doruk noktasına ulaşmıştır. Roma’ya eski ihtişamını kazandırma gayretiyle bazı papalar da korumacı politikalar izlemiştir. Korumaya yönelik çabaların güçlendiği asıl dönem ise 18. yüzyıl olarak görülmektedir. M.S. 410 yılında şanlı Roma İmparatorluğunu üç günde çökerten Vizigot istilası ile başlayan kültürel, sanatsal ve anıtsal yapıların yağma edilmesi Romalıları harekete geçirmiştir. 14. yüzyılda, hayalindeki Roma özlemiyle kente gelen ozan Petrark, büyük bir düş kırıklığıyla yıkıntıları gezmiş ve Romalıların tarihlerine karşı saygısız davranışlarına ve cehaletlerine karşı isyanını haykırmadan edememiştir. Roma’yı Roma yapan kültürün kalıntıları olan tarihi eserlerin bir listesinin çıkarılması çalışmaları da bu dönemde başlamıştır. 15. yüzyılın güçlü yöneticisi Papa Nicolaus V. Roma’ya geldiğinde kenti güzelleştirmek için kolları sıvamıştır. 17. yüzyıl sonlarına gelindiğinde, Röne-


sans döneminin de etkisiyle, kültür ve koruma bilinci Avrupa’ya da sıçramıştır. Roma’dan diğer Avrupa ülkelerine doğru yoğun bir tarihi eser kaçakçılığı başlamış, Avrupa müzeleri Roma eserleriyle zenginleşme yolunu tutmuştur. 18. yüzyılda koruma yerini soğukkanlı ve akılcı yaklaşımlara bırakmıştır. Koruma uygulamalarına karşı eleştiriler yükselmekte, tarih ve kültür, tarafsız ve insancıl bir yaklaşımla inceleme altına alınmaktadır. 19. yüzyıl bilimsel bakış açısının egemenliğini ilan ettiği dönem olmuştur. Üniversitelerde tarihi eserlerin korunması ile ilgili kürsüler kurulmuş, belgeler didik didik taranmış, önyargısız değerlendirmeler yapılmıştır. Colosseum, Titus Zafer Anıtı gibi tarihi anıtların onarımında da artık çok titiz ve hassas uygulama ilkeleri gözetilmiştir, kopya ve taklit azalmıştır. 1936’dan sonra, Mussolini kente görkemli bir çehre kazandırmak için yenileme çalışmalarına hız vermek istemiş, ancak plancıların arasındaki sanat tarihçi, arkeolog ve şehir plancıları buna karşı direnmişlerdir. Giderek güç kazanan bilinçlenme sayesinde, Roma eski karakterini çok fazla kaybetmeden bugünlere gelmiştir. 20. yüzyıl başında Giovannoni, eski eserin çevresindeki tarihi dokuyla birlikte, bütünlüğünün ve mimari düzeninin bozulmadan korunması anlayışını getirmiştir. Giovannoni’nin görüşleri, 1931 yılında Uluslararası Müzeler Örgütü tarafından Atina’da düzenlenen toplantıda kabul edilen ve “Carta del Restauro Italiana” olarak bilinen onarım esasları ve kuralların şekillenmesinde etkili olmuş ve bu isim altında kurumsallaşmıştır. 1883’te 3. Roma Mimarlar ve Mühendisler Konferansı’nda sunulan Boito’nun ilkeleri, konferans bildirgesinin temelini oluşturmuş ve sonraki yıllarda “Primera Carta del Restauro” (Birinci

Restorasyon Şartı) olarak tanınmıştır. Bunlardan birkaçı şu şekildedir: •

Yapının eski ve yeni öğeleri arasındaki üslup farkı algılanabilir olmalıdır.

Yeni sıva ve dekoratif öğelerden olabildiğince kaçınılmalıdır.

Restorasyon sırasında yapıdan sökülmek zorunda kalınan parçalar, yapının yakınında sergilenmelidir

Uygulanan restorasyonun özelliklerini açıklayan bir pano yerleştirilmelidir.

Restorasyonun değişik evrelerinin aşamaları fotoğraflarla belgelenmelidir.

1964 yılında ise Venedik Tüzüğü, kültür varlıklarının korunması ve restorasyonuna ilişkin uluslararası nitelikte temel bir belge olarak kabul görmüştür. Venedik Tüzüğü, çağdaş restorasyon prensiplerinin evrensel düzeyde geliştirilmesi bakımından değerli bir belge olarak, tarihi çevrenin korunması ve yaşatılmasında bir dönüm noktası olmuştur. Kültürel Miras Değerlendirmesi Roma tarih boyunca güçlü bir kültürel mirasa ev sahipliği yapmıştır. Özellikle mimari eserleri kentin karakterini oluşturmuş, içlerinden birçok yapı şehrin

simgesi haline gelmiştir. Şehrin ruhunu oluşturan mimari eserleri ve bu eserlerin kentle bütünlüğü günümüze kadar etkisini ve görkemini korumayı başarabilmiştir. Her biri ayrı ayrı tarihi, mimari, sosyal özellikler gibi çeşitli nitelikleri barındırarak geçmişten günümüze ulaşan birer miras olmakla birlikte; birbirleriyle, yenilenmeleriyle, yenileriyle de bir bütünlük içinde kentsel açık hava müzesi olarak herkesi etkilemeyi başarmış ve başarmaya devam etmektedir. Böylelikle bu şehir, hem Roma tarihine hem de dünya tarihine önemli bir kültürel miras olarak kalmıştır. Genel olarak baktığımızda ise “kültürel miras”, geçmişten bugüne ulaşmış, insanların sahiplik bağı içinde olmaksızın sürekli değişim halinde olan değerlerinin, inançlarının, bilgilerinin ve geleneklerinin bir yansıması olarak betimlenen somut ve somut olmayan tüm varlıklar olarak tanımlanmaktadır. Ayrıca insanlar ve mekânlar arasında zaman içinde meydana gelen etkileşimden kaynaklanan çevrenin tüm özelliklerini de içermektedir. Bu insan-mekan-zaman bağlamında ise özgünlük, bütünlük, tarihsel değer, belgesel değer, estetik ve sanatsal değer, teknik ve teknolojik değer, enderlik - teklik değeri, grup değeri, kullanım değeri, folklorik değer gibi değerler de kültürel miras değerlendirmesinde ölçüt olarak alına-

Kolezyum

ŞEHİR

29


Roma din-tarih-sanat kavram üçlüsünün buluştuğu, köklü bir medeniyet/uygarlık oluşturmuş olan, dünya çapında önemli bir kültürel “güç” sahibidir. Tarihi Roma kenti bu gücü din-tarih-sanat kavram üçlüsünün yansımalarının hala görüldüğü değerlerden almaktadır ve aynı zamanda bu değerler de Tarihi Roma kentini güçlü yapmaktadır. bilecek değerler arasındadır. Günümüzde kültürel mirasa yaklaşım çok farklı şekillerde olmakla birlikte, Birleşmiş Milletler’in bir kurumu olan UNESCO (United Nations Educational, Scientific and Cultural Organization / Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu) dünya üzerinde, kültürel miras olarak görülen değerler için koruma çalışmaları da yapmaktadır; bu amaçlarla en bilinen ve temel olarak yaptıkları eylem, belirledikleri eserleri, alanları “Dünya Miras Listesi”ne dahil etmeleridir. Bu listeye dahil olan eser ya da alanlar hem yerel olarak hem de ulusal olarak birer miras sayılmakta ve ona göre düzenlemeler, müdahaleler yapılmaktadır. Roma tarihi kent merkezi ise yukarıda bahsedilen değerlerin neredeyse hepsini içeren bir bütünlüğe sahip olduğu için ilk olarak 1980’de Dünya Miras Listesi’ne alınmıştır; 1990’da ise belirlenen alanda genişletilme yapılmıştır. Roma tarihi kenti içinde ayrı bir şehir devleti olarak bulunan Vatikan’ın tamamı ise 1984’te Dünya Miras Listesi’ne alınmıştır. UNESCO’nun Roma tarihi kenti ve neredeyse benzer şekilde Vatikan için yapmış olduğu “neredeyse 3000 yıllık tarih boyunca üretilen eşsiz sanatsal değerlere sahip olması; yüzyıllar boyunca, Roma'da bulunan sanat eserlerinin, dünya çapında kentsel planlama, mimarlık, teknoloji ve sanatın gelişimi üzerinde belirleyici bir etkisinin olması; evrensel olarak Roma’nın arkeolojik alan değerinin kabul edilmiş olması; antik çağdan

30 KONAK

kalma olağanüstü sayıda eserin hala iyi bir şekilde korunup, görülebiliyor olması; bir bütün olarak Roma'nın tarihi merkezi ve binaları, üç bin yıllık tarihin kesintisiz dizisine tanıklık ediyor olması; alanın kendine has özelliklerinin, çok çeşitli bina tipolojilerinin kentin karmaşık morfolojisine uyumlu bir şekilde entegre edilmiş olması; Roma’nın iki bin yıldan uzun bir süredir hem laik hem de dini bir başkent olması; hukuk, dil ve edebiyatta en yüksek ifadesini bulan ve Batı kültürünün temeli olan yaygın bir uygarlığın kalbi olması; aynı zamanda kökenlerinden beri doğrudan Hristiyan inancının tarihi ile ilişkilendirilmesi” gibi açıklamaları Roma’nın ve Vatikan’ın korunması gerekliliğine dair sebeplerdir. Bu sebeplerden yola çıkarak söyleyebiliriz ki Roma din-tarih-sanat kavram üçlüsünün buluştuğu, köklü bir medeniyet/uygarlık oluşturmuş olan, dünya çapında önemli bir kültürel “güç” sahibidir. Tarihi Roma kenti bu gücü din-tarih-sanat kavram üçlüsünün yansımalarının hala görüldüğü değerlerden almaktadır ve aynı zamanda bu değerler de Tarihi Roma kentini güçlü yapmaktadır. Genel olarak baktığımızda Roma’nın UNESCO Dünya Miras Listesi’ne dahil edilmesi; Roma’nın ve Vatikan’ın kültürel değerlerinin saptanması ve o değerlerin daha nitelikli korunması açısından koruma yaklaşımı olarak bir esere ya da alana yapılabilecek dünya çapında en önemli uygulamalardan bi-

ridir. Bir diğeri ise yerelde kent insanın, yetkililerin yapmış olduğu şehre, şehrin ruhunu korumaya dair yaklaşımlarıdır. Bu konuda gazetlerde çıkan haberlere bakacak olursak: -“ Kararnameyle, tarihi çeşmelere dalmak, ayaklarını sokmak, mermer çerçevelerine oturup yemek ya da içecek tüketmek, hayvanlara bu çeşmelerden su içirmek ya da hayvanları, çamaşırları vs buralarda yıkamak yasaklandı. Çeşmelere bozuk para dışında herhangi bir şey atmak da cezaya tabi olacak şekilde belirlendi.” -“ABD merkezli fast-food devi McDonald's, İtalya'nın Roma ve Floransa kentlerinde simgesel yapıların yakınına şube açma girişiminde bulununca İtalyanların tepkisiyle karşılaştı. Fast-food restoranının mahallenin sanatsal, kültürel ve sosyal kimliğini altüst edeceği ve insan yoğunluğu zaten yüksek olan bölgede hem trafik ve ulaşım sıkıntısına hem de güvenlik sorunlarına yol açabileceği öne sürüldü. Küreselleşmeye karşı İtalyan mutfağını savunmak amacıyla konu mahkemeye taşındı”. -“Roma sokaklarında tarihi mekanlara yakın yerlerde yemek- içmek yasaklandı. Kolezyum'u ziyaret ederken ağza atılmış bir lokmanın cezası 32 dolardan başlıyor, 646 dolara kadar çıkıyor. Tarihi bölgelerde kamp kurmak, konaklamak da Roma Kent Konseyi'nin getirdiği yasaklardan.” Bu haber örnekleri ile Roma’da yerel yönetimler ile halkın şehri sahiplenip korumadaki yaklaşımlarını görebilmekteyiz. Roma gibi çok fazla kültürden insanların gelip geçtiği bir şehirde muhakkak hatalar, yanlışlıklar vardır ama bu müdahalelerin hepsi bize uluslararası ilkeler ve yasaların, yerel yönetimlerin tedbirlerinin, yerel halkın sahiplenmesinin ve turistlerin duyarlılığının bir şehrin ve o şehrin ruhunun korunması için neler yapılabileceğine dair örnekler sunmaktadır.


KAYNAKÇA 1. Akçay T. Cumhuriyet Döneminde Roma'nın Siyasal ve Sosyal Durumu. Arkeoloji Dergisi; 2007. 2. Akşit O. Roma İmparatorluk Tarihi. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları. 3. Eccardt T. Secrets of the Seven Smallest States of Europe. New York: Hippocrene Books; 2005. 4. Hasdemir G. Roma Cumhuriyet Dönemi Portre Sanatı “Gelenekler Ve Stiller”. Diyarbakır: Dicle Üniversitesi; 2014.

8. UNESCO, Historic Centre of Rome, the Properties of the Holy See in that City Enjoying Extraterritorial Rights and San Paolo Fuori le Mur. alındığı yer: https://whc.unesco.org/en/list/91 9. Roma’nın Tarihçesi. alındığı yer: https://www.bavul.com/sehir-rehberi/ roma/tarihce; 2017. 10. Timetürk. Jül Sezar Biyografisi. alındığı yer: https://www.timeturk.com/ jul-sezar/biyografi-805220

19. https://tr.khanacademy.org/humaniti 20. https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-40261091 21. https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-37889346 22. http://t24.com.tr/haber/romada-tarihi-yerlerde-yeme-icmeyasagi,214372

11. Kaya K. Roma Gezisi: https://yoldaolmak.com/; 2016.

5. Kuloğlu N. Boşluğun Devinimi: Mimari Mekandan Kentsel Mekana,Trabzon.

12. https://serhatengul.com/roma-pantheon-tapinagi-tarihi-mimarisi/

6. Teraman Ö. Kent Mekanı Tasarımında İdeolojik Bir Temsil Aracı: Küçük Asya’da Roma İmparatorlar Kültü’nün Mimari Yoluyla Temsili. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları; 2014.

13. http://www.italyaonline.net/

7. Yerelden Ulusala Ulusaldan Evrensele Koruma Bilincinin Gelişim Süreci, Çekül Vakfı Yayınları; 2010.

18. http://www.icomos.org.tr/

14. https://gezimanya.com/vatikan/ 15. http://www.tarihikentlerbirligi.org/ wp-content/uploads/KorumaBilinci-Ekitap.pdf 16. http://www.icomositalia.com/ 17. https://whc.unesco.org/en/list/91

ŞEHİR

31


32 KONAK


AFET TIBBI Araştırmaları Koordinatörlüğü Koordinatörlüğümüzün amacı; her ay farklı bir afeti konu edinerek, farklı alt çalışma gruplarının araştırmaları ile tıbbi insani yardım kavramının daha iyi anlaşılmasıdır. Çalışma gruplarımız; konuları ile ilgili literatür taramaları sonucu ulaşılan kitap, makale ve rapor gibi referans kabul edilebilir kaynaklardan faydalanmaktadır. Her afet sonrasında afeti daha geniş gruplarla irdelemek için atölye çalışmaları düzenlemekteyiz.

Etkinlik 1. Çalışma Grubu • Afete Bağlı Sağlık Sorunları • Tıbbi İnsani Yardım Kuruluşları • Akademide Afet Tıbbı • Acil Afet Yönetimi • Afet Tıbbı Etiği 2. Atölye • Yemen İç Karışıklığı 2015 • Pakistan Sel Felaketi 2010 • Japonya Fukuşima Nükleer Kazası 2011 • Filipinler Haiyan Tayfunu 2013 • Van Depremi 2011 • Haiti Kolera Salgını 2010 • Tayland Sel Felaketi 2011 • Somali Kıtlık Felaketi 2011 • Bangladeş Sidr Siklon Felaketi 2007

AFET TIBBI

33


Dünyanın En Kalabalık Müslüman Ülkesi: Endonezya ve 2016 Depremi DEPREM VE ÜLKENİN GENEL GÖRÜNÜMÜ Deprem Nedir ve Nasıl Oluşmaktadır?

Yerkürenin Katmanları

TIBBİ İNSANİ YARDIM ÇALIŞMA GRUBU Merve KARACA* Awab ALNEAMY 2 Merve ATEŞ 3 Zeynep Merve AYDAR 3 1

Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi 3 Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi 1

2

* İletişim: karacamerve652@gmail.com

34 KONAK

Yerküre dört temel katmandan oluşmaktadır. Bunlar katı kabuk; nerdeyse katı olan ve oldukça sıcak manto tabakası; sıvı dış çekirdek ve katı iç çekirdektir. Katı kabuk ve üst, sert manto tabakası litosfer adı verilen bir bölgeyi oluşturmaktadır. Litosfer tektonik plakalar adı verilen dev parçalardan oluşmakta olup bu plakalar, altındaki manto tabakası yavaşça akarken sürekli yer değiştirmektedir. Bu kesintisiz hareket, Dünya'nın kabuğunda strese neden olmaktadır. Stres çok şiddetlendiğinde yer kabuğunda fay adı verilen çatlakların oluşmasına yol açmaktadır. Yer kabuğunun fay hattındaki hareketi nedeniyle ani olarak ortaya çıkan titreşimlerin dalgalar halinde yayılarak geçtikleri ortamları ve yer yüzeyini sarsmasına ‘DEPREM’ adı verilmektedir. Bir depremin başladığı yer merkez üssü olarak adlandırılmakta olup en yoğun sarsıntılar bu bölgede hissedilmektedir. Depremler oluş nedenlerine göre farklı gruplara ayrılmaktadır. Depremlerin çoğu tektonik levha hareketleri sonucu oluşmakta olup bu tür depremlere tektonik depremler adı verilmektedir. İkinci tip depremler volkanik depremlerdir. Bunlar volkanların püskürmesi sonucu oluşmaktadırlar. Üçüncü tip depremler de çöküntü depremleridir. Bunlar yer altındaki boşlukların (mağara), kömür ocaklarında galerilerin, tuz ve jipsli arazilerde erime sonucu oluşan boşluklara tavan blokunun çökmesi ile oluşmaktadırlar.


Sismograf

Bir diğer tip olarak ise odağı deniz dibinde olan derin deniz depremleridir. Bu tip depremlerden sonra, denizlerden kıyılara kadar oluşan ve bazen kıyılarda büyük hasarlara neden olan dalgalar oluşur ki bunlara tsunami adı verilir. Bir depremin enerjisi, sismik dalgalar denilen titreşimlerle Dünya’yı dolaşmaktadır. Bu sismik dalgalar ‘sismograf ’ adı verilen cihazlarla ölçebilmektedirler. Bir sismograf, cihazın altındaki sismik dalgaları algılayıp bunları kaydetmektedir. Depremin nasıl oluştuğunu, deprem dalgalarının yer kabuğunda ne şekilde yayıldığını, ölçü aletlerini ve yöntemlerini, kayıtların değerlendirilmesini ve deprem ile ilgili diğer konuları inceleyen bilim dalına da ‘sismoloji’ denmektedir.

krallıklara ve sultanlıklara ev sahipliği yapan, son 200 yılda sömürgecilerin elinde kalan bu adalar topluluğu, 1949’da Hollanda’dan bağımsızlığını kazanmıştır. Bundan sonraki 60 yıllık Endonezya siyasal hayatı üç döneme ayrılmaktadır (20 yıllık Sukarno Dönemi, 32 yıllık Suharto Dönemi ve halen devam eden Reform Dönemi). Günümüzde ise ülke Endonezya anayasasına göre Cumhuriyet rejimi ile yönetilmektedir. 2016 Endonezya Depremi 7 Aralık 2016 Çarşamba günü, saat yaklaşık 05:00'te Endonezya'nın Sumatra Adası’ndaki Aceh eyaletinin Pidie Jaya bölgesinde 6,5 büyüklüğünde yaklaşık 10 km derinliğe sahip bir deprem meydana gelmiştir. Deprem en fazla Aceh eyaletinde Pidie Jaya, Bireuen ve Pidie bölgelerini etkilemiştir. Deprem sonucunda çoğu Pidie Jaya bölgesinden olmak üzere 104 kişi hayatını kaybetmiştir; 397 kişi ağır, 616 kişi hafif yaralanmıştır; 18.752 ev, 139

Endonezya Takımadaları adı verilen ve yüzyıllarca birbirinden bağımsız

DEPREME BAĞLI ORTAYA ÇIKAN SAĞLIK SORUNLARI Endonezya depreminde 104 kişi hayatını kaybetmiş; 397 kişi ağır, 616 kişi hafif yaralanmıştır. Yaralanan kişilerin büyük çoğunluğu deprem sonucu oluşan göçük vb. nedeni ile ortopedik sorunlar (ampütasyon, kırık vb.) yaşamıştır. Bu kapsamda depremden etkilenen bölgelere ortopedi uzmanı, anestezist ve paramediklerden oluşan ekipler yollanmış; yaralılara tekerlekli sandalye, koltuk değneği yardımları yapılmıştır. Depremde 83.235 kişi evini kaybetmiş başka yerlere yerleşmek zorunda kalmıştır. Binaların, köprülerin yıkılmasına bağlı olarak özellikle evsiz kalan depremzedelerin temiz suya ve gıdaya ulaşımı zorlaşmıştır. Buna bağlı olarak ishal, cilt hastalıkları

DEPREM İLE İLİŞKİLİ DEPREMZEDELERDE OLUŞABİLECEK YARALANMALAR

Dünyanın En Büyük Ada Ülkesi: Endonezya Resmi adı Endonezya Cumhuriyeti olan bu ülke 264 milyon nüfusu ile Dünyanın en kalabalık dördüncü ülkesidir. 17.508 adaya sahip olan Endonezya Güney Doğu Asya’da, Hint ve Pasifik Okyanusları arasında yer almaktadır. Kuzeyde Malezya, doğuda Doğu Timor ve Papua Yeni Gine ve güneyde Avustralya ile komşudur. Başkenti Cava Adasının kuzey kıyısında yer alan Cakarta şehridir. Dünyanın en büyük Müslüman nüfusuna sahip olan Endonezya etnik ve kültürel açıdan çeşitli bir ülkedir. İslam dışında Hristiyanlık, Hindu, Budizm gibi inançlara mensup insanlar da yaşamaktadır.

dükkân, 139 ibadethane, 1 okul ve 1 hastane hasar görmüştür. Endonezya Meteoroloji, Klimatoloji ve Jeofizik Ajansı (BMKG), tsunami riski olmadığını belirtmiştir.

Yaralanma tipi

• • • • • •

Kırılma Yumuşak Doku Hasarı Enfeksiyon Yanık Ezilme Ampütasyon

Yaralanma lokalizasyonu

• • • • • • • •

Çoklu Yaralanma İç Organlar Baş/ Yüz/ Boyun Gövde Ekstremiteler Göğüs Karın Omurga

Ezilme/ Göçük Altında Kalma Kaymak/ Düşmek Obje Çarpması

Yaralanma Nedeni

• •

AFET TIBBI

35


oldukça yaygınlaşmış, toplu yaşamın artmasına bağlı olarak üst solunum yolu ve akciğer enfeksiyonları artmıştır. Depremzedelere temiz su ve gıda yardımı yapılarak, hijyen kitleri dağıtılarak bu salgınların önüne geçilmeye çalışılmıştır.

sağlık kurumları bölgede psikososyal destek amaçlı çalışmalar yürütmüştür.

Endonezya hükümetini afete müdahele aşamasında desteklemiştir.

DEPREME ULUSLARASI YANIT

Etkilenen kişilere acil yardım ve durum değerlendirme amacı ile deprem bölgesine personel göndermiştir.

Psikososyal Sorunlar

Dünya Gıda Programı (WFP)

Depremler can kayıplarının ve fiziksel travmaların yanında yadsınamayacak ölçüde psikososyal travmalara neden olmaktadır. Depremden sağ kurtulanlar aile bireylerini, komşularını, arkadaşlarını kaybetmiş olmanın travmasını aynı zamanda da evlerini, maddi birikimlerini kaybetmenin üzüntüsünü yaşamaktadırlar. Devam eden artçı sarsıntılar depremzedelerin korkularını tetiklemekte, kişiler evlerine girmeye çekinmektedir. Ayrıca afetten direkt etkilenen ve oraya sağlık hizmeti götüren sağlık çalışanlarında da travma sonucu stres belirtileri görülmüştür. Tüm bunlara bağlı olarak yerel sağlık kurumları, uluslararası organizasyonlar, IFRC, STK’lar ve diğer

Dünya Sağlık Örgütü (WHO)

Mutfak setleri, çadırlar, barınak tamir kitleri, hijyen kitleri ve aile kitleri dağıtmıştır.

Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF)

Birleşmiş Milletler İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi (OCHA)

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR)

Güneydoğu Asya Uluslar Birliği (ASEAN)

ASEAN Afet Yönetiminde İnsani Yardım Koordinasyon Merkezi (AHA Centre)

Uluslararası Göç Örgütü (IOM)

Lojistik alanında çalışmalar yapmıştır. Özellikle OCHA, UNHCR, UNICEF ve WFP’nin bir arada yürüttüğü ve Birleşik Krallık Uluslararası Kalkınma Ajansı (DFID)’nın finansal açıdan desteklediği ‘‘Yanıt vermeye Hazır (Ready to Respond)’’ adlı proje etkili olmuştur. Bu proje afetlere hazırlık yaparak; daha ucuz, daha iyi ve daha hızlı yardım çalışmalarının yapılmasını amaçlamaktadır. Bu amaç doğrultusunda afet riski olan bölgelere ve yakındaki bölgelere daha afet olmadan gerekli malzemeleri (sağlık kitleri vb.)

36 KONAK

Endonezya 2016 depremine yardım götüren uluslararası organizasyonlar başlıca şunlardır:

Bu organizasyonlar;


Endonezya 23 Mayıs 1950'de WHO'ya katılmıştır. WHO Endonezya Ofisi; WHO Güney-Doğu Asya Bölgesel Ofisi’ne bağlıdır. WHO Endonezya’da, tüberküloz, HIV / AIDS, sıtma, aşı önlenebilir hastalıklar, ruh sağlığı, yaralanmaların önlenmesi, bulaşıcı olmayan hastalıkların önlenmesi alanlarında çalışmaktadır. depolamışlardır. Afet sırasında bu malzemelerin dağıtımını ulusal ve özel lojistik şirketleri ile sağlamışlardır. WFP ve UNICEF bu malzemelerin nasıl kullanılacağı, ne işe yarayacağı gibi konularda eğitimler düzenlemiştir. Ayrıca Endonezya’da WFP’nin katkıları ile Ulusal Lojistik Kümesi oluşturulmuştur. WHO’nun Afete Yaptığı Yardımlar WHO Endonezya Ofisi; Sağlık Krizi Merkezi (CHC/MOH) ve Endonezya Afet Yönetimi Ulusal Kurulu (BNBP) ile afet boyunca izleme çalışmalarında birlikte hareket etmiştir. Ayrıca OCHA ve diğer Birleşmiş Milletler (UN) ajansları ile koordinasyon halinde çalışmıştır. Afetzedelere tıbbi yardım, arama-kurtarma çalışmaları sırasında Endonezya Sağlık Bakanlığı’na sahada ve data toplama, sürveyans alanlarında yardım etmiştir.

alanlarında çalışmaktadır. WHO ve Endonezya’ nın diğer iş birliği alanları arasında anne ve çocuk bakımı, sağlıklı yaşlanma, gıda güvenliği, insan kaynakları, ilaçlar, sağlık sistemleri bilgisi, uluslararası sağlık düzenlemeleri, salgın hastalıklar ile salgın hastalık ve acil durum müdahaleleri yer almaktadır. ULUSLARARASI KIZILAY VE KIZILHAÇ DERNEKLERİ FEDERASYONU (IFRC) VE DEPREME YANITI IFRC 2016 Endonezya depremine yönelik müdahalelerini Endonezya Kızılhaçı (PMI) aracılığı ile planlamış ve yürütmüştür. Müdahale Stratejisi 1. Temel ev ve gıda dışı eşyalar, nakit bağış dağıtımı dâhil olmak üzere acil ev ihtiyaçları yardımı yapılmıştır. 2. Psikososyal destek, ilk yardım, acil

sağlık biriminin konuşlandırılması; koltuk değneklerinin ve tekerlekli sandalyelerin tedarik edilmesine odaklanan sağlık müdahaleleri yapılmıştır. 3. Su, sağlık ve hijyen çalışmaları, güvenli suya erişimin sağlanmasına, enkazların temizlenmesi ve hastalık riskinin azaltılmasına odaklanılmıştır. 4. Daha güvenli yaşam koşullarına erişimi desteklemek için barınma ve yerleşim desteği sağlanmıştır. Müdahalenin Uygulanması Sağlık: Sağlık alanındaki müdahalelerin yönetilmesi için PMI çalışanlarından; 29 sağlık personeli, 13 uzman doktor, 5 pratisyen, 7 hemşire, bir ebe, bir eczacı ve iki gönüllüden oluşan bir ekip görevlendirilmiştir. Tıbbi yardım, üç tıbbi ekip tarafından desteklenen kurtarma çalışmaları ile devam etmiştir. Mevcut hastaneler, ilçe sağlık ofisi ve sağlık grubu ekipleri ile yakın koordinasyon içinde çalışılmıştır. Şubat ayının sonunda sağlık hizmetleri, PMI ile yürütülen çalışmalar ile birlikte ilk yardım, genel kontrol, sağlık tesislerinde ağır yaralanmalar için tedavi ve sevk dâhil olmak üzere genel tıbbi destek verilmiş ve 5.749 hastaya (3.633 kadın ve 2.16 erkek) ulaşılmıştır. Tedavi edilen başlıca sağlık sorunları olan üst solunum yolu

Aşılama, psikolojik destek, hijyen ve sanitasyon, kronik hastalık ve vektör kaynaklı hastalık alanlarında çalışmalar yürütmüştür. WHO Endonezya Ofisi Endonezya 23 Mayıs 1950'de WHO'ya katılmıştır. WHO Endonezya Ofisi; WHO Güney-Doğu Asya Bölgesel Ofisi’ne bağlıdır. WHO Endonezya’da, tüberküloz, HIV / AIDS, sıtma, aşı önlenebilir hastalıklar, ruh sağlığı, yaralanmaların önlenmesi, bulaşıcı olmayan hastalıkların önlenmesi

AFET TIBBI

37


yardım çalışmaları ve çocuklar için oyun terapileri uygulanmıştır. Su, sanitasyon ve hijyen: Teniz suya erişim, salgınların önlenmesi amaçlı sanitasyon sistemleri tamir edilmiş, tuveletler oluşturulmuş, ailelere maddi yardımlar yapılmıştır. Barınak:

hastalığı, dermatit ve diyare olarak belirlenmiştir. Sağlık Kümesi talebine yanıt olarak, PMI uzak bölgelerden gelen başvurular için yedi ambulans görevlendirilmiştir. Nisan 2017'de ilk yardım eğitimi gerçekleştirilmiştir. Başlangıçta Pidie Jaya'dan on gönüllü (6 kadın ve 4 erkek) bölgesel PMI tarafından eğitimci olarak eğitilmiştir. Topluluklardaki ilk yardım eğitimi dört gün boyunca, beş köyden eğitim almış 150 kişi (129 kadın ve 21 erkek)

Psikososyal destek faaliyetleri iki grup halinde yapılmıştır. Bir grup depremden etkilenen toplum üyeleri için bir diğer grup ise PMI çalışanları ve gönüllüleri için psikososyal destek sağlamıştır. Depremden etkilenen toplumda psikososyal destek, hem depremin yaşandığı ilk anlarda acil olarak, hem de iyileştirme aşamalarında uygulanmıştır. Yetişkinler için psikososyal ilk

Depremin ilk anından itibaren acil olarak, etkilenen bölgelerin yakınındaki depolardan yardım malzemeleri gönderilmiştir. Değerlendirmeler ve yardım operasyonları için etkilenen bölgelerdekinin yanı sıra komşu bölgelerdeki personel de dâhil olmak üzere 200'den fazla personel görevlendirilmiştir. Acil durum aşamasında 3.700 branda, 2.400 aile seti, 500 bebek seti, 9.000 minder, 100 aile çadırı, 5 acil çadırı ve 1000 battaniye dağıtılmıştır. Kurtarma aşamasında, Avustralya Dış İlişkiler ve Ticaret Dairesi Başkanlığı (DFAT) desteğiyle, nakit transfer programı ile barınak sektörüne yönelik müdahale gerçekleştirilmiştir. Pidie Jaya Bölgesi'ndeki beş alt bölgedeki 26 köyden 500 aileye, çöken

Mimari Yoluyla Temsili. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları; 2014.

12. https://serhatengul.com/roma-pantheon-tapinagi-tarihi-mimarisi/

ile gerçekleştirilmiştir.

KAYNAKÇA 1. Akçay T. Cumhuriyet Döneminde Roma'nın Siyasal ve Sosyal Durumu. Arkeoloji Dergisi; 2007. 2. Akşit O. Roma İmparatorluk Tarihi. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları. 3. Eccardt T. Secrets of the Seven Smallest States of Europe. New York: Hippocrene Books; 2005. 4. Hasdemir G. Roma Cumhuriyet Dönemi Portre Sanatı “Gelenekler Ve Stiller”. Diyarbakır: Dicle Üniversitesi; 2014. 5. Kuloğlu N. Boşluğun Devinimi: Mimari Mekandan Kentsel Mekana,Trabzon. 6. Teraman Ö. Kent Mekanı Tasarımında İdeolojik Bir Temsil Aracı: Küçük Asya’da Roma İmparatorlar Kültü’nün

38 KONAK

7. Yerelden Ulusala Ulusaldan Evrensele Koruma Bilincinin Gelişim Süreci, Çekül Vakfı Yayınları; 2010. 8. UNESCO, Historic Centre of Rome, the Properties of the Holy See in that City Enjoying Extraterritorial Rights and San Paolo Fuori le Mur. alındığı yer: https://whc.unesco.org/en/list/91 9. Roma’nın Tarihçesi. alındığı yer: https://www.bavul.com/sehir-rehberi/ roma/tarihce; 2017. 10. Timetürk. Jül Sezar Biyografisi. alındığı yer: https://www.timeturk.com/ jul-sezar/biyografi-805220 11. Kaya K. Roma Gezisi: https://yoldaolmak.com/; 2016.

13. http://www.italyaonline.net/ 14. https://gezimanya.com/vatikan/ 15. http://www.tarihikentlerbirligi.org/ wp-content/uploads/KorumaBilinci-Ekitap.pdf 16. http://www.icomositalia.com/ 17. https://whc.unesco.org/en/list/91 18. http://www.icomos.org.tr/ 19. https://tr.khanacademy.org/humaniti 20. https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-40261091 21. https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-37889346 22. http://t24.com.tr/haber/romada-tarihi-yerlerde-yeme-icmeyasagi,214372


CİNSEL SAĞLIK VE ÜREME SAĞLIĞI

CİNSİYET EĞİTİMİ

Prof Dr Ali İhsan Taşçı

Prof Dr Ali İhsan Taşçı

Cinsellik; birey kadar toplumu ve kamu otoritelerini ilgilendiren, tıbbî, sosyal, ahlakî, hukukî ve dinî boyutları olan kapsamlı bir konudur.

Eğitim, bireyin toplumsal hayatta yerini alabilmesi için gerekli bilgi, beceri ve anlayışları edinebilmesini ve kişiliğini geliştirmesini sağlar. Sadece planlı eğitim faaliyetleri değil, görme, duyma, tatma, deneme gibi hayat tecrübeleri de eğitimin bütünleyici parçalarıdır.

Cinsel eğitim, cinselliğin sağlıklı olması için şarttır. Ancak cinsel eğitimin içeriği, zamanı ve sorumluları konusunda tartışmalar devam etmektedir ve yeni sorunlar ortaya çıktıkça edecektir. Medya ağırlıklı mevcut cinsel eğitim kaynakları cinselliği ve kamu düzenini olumsuz etkileyen görüntü ve yazılarla kirlenmiş durumdadır. Ayrıca eğitim ilke ve usulleri yurt dışı kaynakların tercümeleri şeklindedir. Bu kitap, ebeveynlere, çocuk ve gençlerin eğitiminden sorumlu eğitimcilere, sağlık konusunda danışmanlık yapmak durumunda olan sağlıkçılara, aile danışmanlarına ve gençlere kaynak olması amacıyla, tıbbî terminolojiden mümkün olduğunca arındırılarak, kolay okunabilecek ve anlaşılabilecek şekilde yazılmıştır.

Karşılaştığı her tutum ve davranış çocukta iyi veya kötü bir iz bırakacaktır. Özellikle ilk yıllardaki olumsuz örnekler etkisini hayat boyu sürdüreceğinden, erişkinler her alanda sorumluluklarının farkında olmalıdır. Yeni nesillerin başarısı öncekilerin başarı ve tecrübelerinden faydalanmalarına bağlıdır. Her ebeveyn ve erişkin, sonraki neslin gözünde birer model olacağını düşünmeli, ‘hayat boyu eğitim’ ile kendini geliştirmelidir. Bu kitap, ebeveynlere, çocuk ve gençlerin eğitiminden sorumlu eğitimcilere, sağlık konusunda danışmanlık yapmak durumunda olan sağlıkçılara, aile danışmanlarına ve gençlere kaynak olması amacıyla, tıbbî terminolojiden mümkün olduğunca arındırılarak, kolay okunabilecek ve anlaşılabilecek şekilde yazılmıştır.

AFET TIBBI

39


40 KONAK


GÖÇ HAREKETLERİ Araştırmaları Koordinatörlüğü Koordinatörlüğümüz; Ensar ve Muhacir kardeşliği çerçevesinde yeni bir medeniyetin temellerinin atıldığı Hicret’i kendisine yol gösterici bilen, göç kavramına bu pencereden bakmanın yanı sıra yüzyıllardır karşı karşıya kaldığımız ve insanların yurtlarından ayrılmak zorunda kalmaları neticesinde ortaya çıkan kitlesel göç hareketlerini tüm yönleriyle araştırmayı, öğrenmeyi, bu alanlarda etkinlikler düzenleyerek toplumsal duyarlılığı arttırmayı, projeler oluşturarak saha çalışmaları yapmayı amaç edinen ve bu alanda düzenli okumalar yapan ekip çalışmasıdır.

Etkinlik 1. Çalışma Grubu • Tarihi Göç Hareketleri • Yakın Tarih Anadolu’ya Göç Hareketleri • Suriye’den Anadolu’ya Göç • Göç Politikaları • Yakın Tarih İslam Dünyası Göç Hareketleri • Göçe Dair Organizasyonlar • Göç ve Sağlık 2. Konferans • Hicret Hareketi • Endülüs’ten Mağrip’e Tehcir Meselesi • Yahudilerin Babil Sürgünü • 1864 Büyük Çerkes Sürgünü • Biladü’ş Şam (661-1918) • Kırım Tatar Sürgünü • 93 Harbi Sürgünleri GÖÇ HAREKETLERİ

41


BOŞNAKLAR ZAMAN, MEKAN VE KİŞİ AÇISINDAN GÖÇ 19. yüzyılın son çeyreğinde, Osmanlı hâkimiyetinin son bulduğu coğrafyalarda şartlar Türkler ve Müslümanlar aleyhine değişmiştir. Değişen bu şartlardan en çok etkilenenler, şüphesiz Balkan coğrafyasında yaşayan Türkler ve Müslümanlar olmuştur. 93 Harbi’nin Osmanlı Devleti tarafından kaybedilmesi neticesinde bir yandan Rusya’nın Panslavist politikaları diğer yandan Avrupa’nın kendine bir savunma duvarı oluşturma çabaları, Balkanları tam bir ateş hattına çevirmiştir. Ateş hattında kalan ülkelerden biri de Bosna-Hersek’tir. Bosna-Hersek Coğrafyası

YAKIN TARİH ANADOLU'YA GÖÇLER ÇALIŞMA GRUBU Busenur AKBAY* Elif Tayyibe POLAT 1 Enes Taha BAŞER 1 Ömer Ali ÖZDAŞ 1

2

1 2

Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi

* İletişim: busenurakbay@gmail.com

42 KONAK

Avrupa kıtasının Güneybatı, Balkan yarımadasının ise Kuzeybatısında yer alan Bosna; kuzey, batı ve güneyden Hırvatistan, doğudan Sırbistan, yine güneyden Karadağ ile çevrili olup Adriyatik Denizi’ne kıyısı bulunmaktadır. Ülkenin coğrafyası merkez ve güneyde dağlık, kuzeybatıda tepelik, kuzeydoğuda düzlük bir karakter sergiler. Bosna ve Hersek Bölgeleri, fiziki özellikler açısından farklılıklar göstermektedir. Bosna; dağlık ve ormanlık bir yapıda, karasal iklim özelliğine sahip bir bölgedir. Ülkenin güney kıyılarındaki Hersek bölgesinde ise Akdeniz iklimi görülür. Bosna bölgesinde Sava ve Drina Nehirleri geçerken; Hersek bölgesinden Neretva Nehri geçmektedir. Bosna; sık ve gür ormanlara sahipken, Hersek bölgesi kireçtaşının varlığına bağlı olarak beyaz kayalıklardan meydana gelen derin kanyonlardan oluşmaktadır. Bir Balkan ülkesi olan Bosna-Hersek’te Sırp, Hırvat ve Boşnaklar bir arada yaşamaktadır. Devletin hâkim unsuru Müslüman Boşnaklardır.


Bosna-Hersek Tarihi Balkan araştırmalarının birçoğunda, Boşnaklar, bölgeye milattan sonra 7. ve 8. yüzyılda yerleşen Slavlar olarak belirtilmektedir. 11. yüzyılda Bosna Krallığı’nı kuran Boşnaklar günümüz Bosna ulusunun da tarihi arka planını bu krallıkla oluşturmuştur. Boşnakların Sırp veya Hırvat olmadığına en büyük kanıt aynı dönemde kurulan Sırp ve Hırvat Krallıklarının yanında bugünkü topraklarında Bosna Krallığının kurulmasıdır. Tarihi Bosna Krallığı, Boşnaklara Sırp ve Hırvatlardan ayrı bir tarihi köken sunmaktadır. Bosna-Hersek tarihi ile ilgili çalışmalarda, Boşnakların İslam öncesi dönemleri dini inançlarından Bogomilizm şeklinde bahsedilmektedir. 1463’te Fatih Sultan Mehmed’in Bosna’yı fethetmesinden sonra İslamiyet ile tanışan Bosna ahalisi, 1878 Berlin Antlaşması’na kadar Osmanlı hâkimiyetinde kalmışlardır. Önce Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, ardından Yugoslavya topraklarının parçası olan Bosna-Hersek, 1992 yılında Aliya İzzetbegoviç önderli-

ğinde bağımsızlığını ilan etmiştir. Boşnakların Anadolu’ya Göçleri Bosna 1878 yılında Berlin Kongresiyle Avusturya-Macaristan himayesine bırakılmıştır. Bunun üzerine Avusturya-Macaristan, Bosna’yı işgale başlamıştır. Bosnalı Müslümanlar vatanlarının “gavur” tarafından işgalini hazmedemedikleri için işgale karşı ayaklanmış, bu halk ayaklanması 1878 yazı ve sonbaharı boyunca sürmüştür. Bosna-Hersek halkı ellerindeki basit silahlarla her ne kadar işgale karşı dursalar da bunu engelleyememişlerdir. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Bosna’yı işgal ettikten sonra 1918 yılına kadar Bosna’dan Türkiye’ye beş büyük göç dalgası olmuştur. İlk göç dalgası 1878 yılında Avusturya-Macaristan’ın Bosna’yı işgalinden hemen sonradır. İkinci göç 1882 yılında Avusturya-Macaristan’ın Boşnaklara askerlik mecburiyeti getirmesinden dolayı olmuştur. Üçüncü göç “Dzabic Hareketiyle” 1900 yılında olmuştur. Dördüncü dalga 1908 yılında Avusturya-Macaristan’ın ilhakı neticesinde gerçekleşmiştir. Beşinci göç dalgası

ise 1918 yılında gerçekleşmiştir. Bu beş büyük dalga haricinde de Boşnakların Anadolu’ya küçük kitleler halinde göçleri olmuştur. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu askerlerinin 1878 yılında Bosna’ya girmesiyle bir tedirginlik yaşanmıştır. Müslümanlar dinlerini, adetlerini ve kültürlerini kaybedecekler diye endişeye kapılmışladır. Bunun yanı sıra Boşnaklara ait olan arazilere el konulup, bu topraklar daha sonra oraya yerleşecek olan Hristiyan ahaliye dağıtılmıştır. Yaşanan olaylar sonucunda Bosna halkı Avusturya-Macaristan’a karşı ayaklanmıştır. Bu isyanları bastıran yeni iktidar isyanlardan dolayı Boşnaklara karşı olumsuz bir tavır alıp çeşitli zulümler yapmaya başlamıştır. Bunun üzerine Boşnak ahalisi daha rahat bir yaşam sürebilmek için göç etmiştir. İkinci göç dalgası 1882 yılında Avusturya-Macaristan’ın Boşnaklara zorunlu askerlik getirmesi sonucunda gerçekleşmiştir. O yıllarda göç için müracaatların sayısı artmış ve göçmenlerin sayısı da

GÖÇ HAREKETLERİ

43


fusuyla kalkınma çalışmalarına başlamış olan Türkiye Cumhuriyeti, Balkan Türkleri olarak sınıflandırdıkları Boşnakların durumunu yakından takip etmiştir. Yeni devletin iktisadi ve askeri olarak kuvvetlenmesi için Anadolu’ya muhacirlerin getirilmesi düşünülmüş ve uygun olarak Balkan Türkleri için çalışmalar başlatılmıştır.

yükselmiştir. Avusturya-Macaristan göç edenlerin dönüşünü engellemek için gidenlerin mülklerini Hristiyan özellikle Katolik köylülere vermiştir. Üçüncü göç dalgası 1900’de Mostar Müftüsü Ali Fehmi Dzabic’in isyanıyla başlamıştır. O dönemde iktidar, Müslüman halkı Hristiyanlaştırmaya çalışmış, iktidarın bu çalışmalarına karşılık Boşnaklar da Dzabic önderliğinde bir mücadeleye girişmiştir. Bütün bu olumsuzluklar Boşnakları göçe zorlamıştır. Avusturya-Macaristan, 30 Ekim 1901’de, Boşnaklar için göç emrini vermiş, Boşnakların göçlerini Avusturya-Macaristan’ın yanı sıra Sırp ve Hırvatlar da desteklemiştir. Dördüncü göç dalgası, 1908 yılında Avusturya-Macaristan’ın Bosna-Hersek’i ilhakıyla başlamıştır. 7 Ekim 1908’de Osmanlı'nın Bosna’daki hâkimiyeti bitmiştir. Osmanlı kaynaklarına göre Mart 1909’dan Mart 1910’a kadar Bosna-Hersek’ten Osmanlı’ya 5.672 kişi gelir. 1910 yılının sonuna doğru sayı 17.044 kişi olmuştur. Boşnakların Osmanlı’ya göçü aynı zamanda yeni iktidara bir tepkidir. Avusturya-Macaristan’ın Bosna-Hersek’i ilhak etmesine karşı Osmanlı’ya önceden gelen Boşnaklar, toplantılar ve mitingler düzenlemiştir. Bosna-Hersek’ten Osmanlı’ya 18781918 yılları arasında göç edenlerin sayısı hakkında farklı bilgiler vardır. Avusturya-Macaristan’ın resmî bilgilerine göre

44 KONAK

Bosna-Hersek’ten Osmanlı’ya 63.000 kişi göç etmiştir. Bazı tarihçilere göre bu sayı yanlıştır ve çeşitli görüşlerde sayı 260.000’e kadar çıkmıştır. Göçmenlerin sayısı konusunda farklı bilgiler olması, bu konuda doğru bilgi vermeyi zorlaştırır. Sonuçta Bosna-Hersek’in demografik haritası büyük ölçüde değişmiş ve bu durum olumsuz sonuçlara yol açmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Dönemi Sırp Hırvat Sloven Krallığı ve devamı olarak Sırpların daha güçlü olarak kendilerini temsil etmeye başladıkları Yugoslavya Krallığı döneminde Bosna coğrafyasında hedef yine Türkleşmiş bir unsur sayılan Müslüman Boşnaklar olmuştur. Sırp Hırvat Sloven Krallığı’nın ilk başbakanı Sırp Stojan Protiç 1917’de bir konuşmasında ‘‘Bosna’yı bize bırakın. Bizim Bosna ile ilgili çözümümüz vardır. Ordumuz Drina Nehri’ni geçince Türklere 24 saat, en çok da 48 saat süre verilecek. Daha önce Sırbistan’da yaptığımız gibi verilen süre içinde dedelerinin dinine geri dönmeyen Boşnakların hepsi kesilecektir.’’ cümleleriyle Boşnakları yine zulüm dolu günlerin beklediğini gözler önüne sermiştir. Hiçbir sebep olmaksızın katledilmeye, malları yağmalanmaya başlanan Boşnaklar can ve mal güvenliklerini sağlamak için gözlerini tekrar Anadolu’ya çevirmiştir. Kurtuluş Savaşı’nın ardından azalan nü-

Gazi Mustafa Kemal Paşa da muhacirler ile ilgili olarak ‘‘Rusya’dan da getirmek mümkün olursa oradan da getireceğiz fakat bence Garbi Trakya’dan Türkleri kâmilen nakletmek lazımdır.’’ demiştir. 1929 yılına kadar Balkan devletleri ile ilişkilerini düzeltmiş olan Türkiye, göç ile ilgili işbirliği sağlanması için gerekli ortamı hazırlamıştır. Boşnakların göçlerinden 1923-1934 serbest göçmen ve 1934-1938 iskânlı göçmen olarak iki dönemde bahsedilebilir. 1924 döneminde Türkiye; tüm olanaklarını Yunanistan’dan gelen mübadillerin göçü ve iskânı için seferber etmiş durumdaydı ve diğer mübadeleye tabi bölgeler dışında Balkan ülkelerinden gelecek Boşnakların iskân işlemlerinin devlet eliyle yürütülmesi pek de imkân dâhilinde değildi. Bu yüzden, Balkanlardan gelecek muhacirler için “serbest göçmen” olma, diğer bir ifadeyle iskân hakkı talep etmeme şartı konulmuştur. Bu dönemde Türkiye Boşnakların göç için Anadolu’ya gelirken yanlarında hayatlarını devam ettirebilecek miktarda para bulundurmalarını da şart koşmuştur. Bu şartı sağlayan ve Türkiye sınırına giren Boşnaklar ise bir vatandaşlık beyannamesi imzalayarak mıntıka doktorları tarafından muayene edilip daha sonra iskân etmeleri üzere serbest bırakılmıştır. Boşnakların ülkemize iskânlı göçmen olarak kabul edilmeye başlanıldığı 19341938 sürecinde Türkiye Cumhuriyeti İskân Kanunu’nun 7. maddesi, muhacirlerin iskânında esas alınacak noktaları belirlemekteydi. Maddeye göre, Türk ırkından olup hükûmetten iskân yardımı istememeyi yazı ile bildiren muhacirler ve mülteciler, Türkiye içinde istedikleri yerde yerleşmeye serbest bırakılırlar.


Hükûmetten iskân yardımı isteyenler, hükûmetin göstereceği yerlere gitmeye mecburdurlar. Balkan Türkleri olarak anılan Boşnaklar da Türk ırkına mensup olan göçmenlere yönelik kararlar altında iskân edilmişlerdir. Yerleştirilen Boşnaklara zirai üretime geçmeleri konusunda tohum ve tarım aracı yardımında bulunulmuştur. 1938 sonrasında da Bosna-Hersek coğrafyasında zaman zaman meydana gelen sıkıntılarla ülkemize göçler görülse de bu göçmenlerin çoğunluğu vatanlarına dönmüştür. GÖÇMENLERİN YAŞADIĞI SIKINTILAR VE ENTEGRASYON SÜRECİ Vatandaşlık ve Yardımlar Boşnakların Osmanlı’ya göçü ve vatandaşlıkları üzerine 11 Ekim 1910’da bir tezkere yayınlanmıştır. Tezkereye göre muhacir pasaportuyla gelenlere usulüne uygun olarak vatandaşlık verileceği; pasaportu olmayanlardan askerlik hizmetini yapanların ise bir vilâyeti mesken tutarak göçlerinin mümkün olabileceği hükme bağlanmıştı. Avusturya Macaristan hem Müslümanlara zulmedip hem de onların Osmanlı topraklarına göçünü engellemeye çalışırken 1909 yılında yapılan bu anlaşmaya kaçak yollardan Osmanlı’ya başvuran göçmenlerin akıbetini de eklemek istemiştir. Kaçak yollardan başvuran Boşnakların Osmanlı’dan iade edilmesini istemeyeceğini fakat bu göçmenlerin geride kalan tüm mal varlıklarına dair hakkın Avusturya Macaristan hükümetine geçeceğini bildirmiştir. Balkan Savaşları esnasında ve sonrasında Boşnakların da aralarında bulunduğu göçmen sayısı 800.000leri gördüğünde göçmenlere dair daha büyük bir düzenleme yapılması, yapılacak yardımların bir standart oluşturması şart olmuştur. Böylece aşağıdaki maddelere sahip İskân-ı Muhâcîrîn Nizâmnâmesi 13 Mayıs 1913’te kabul edilmiştir: 1. Muhacirler ile ilgili bilgileri içeren bir defter, iskân bölgelerindeki İskân Komis-

yonları ve Şubeleri tarafından hazırlanacaktı.

Bunların bedeli ise, daha sonra taksitler halinde geri alınacaktı.

2. Sevk bölgelerine gelen muhacirler, iskân edilecekleri kazalara arabalarla veya hayvanlarla gönderileceklerdi.

10. Yeni bir köy ya da mahalle oluşturulduğunda ise cami, mektep, çeşme gibi işler için yapılan masraflar, oraya yerleştirilenlerin hissesine bölünerek, hazinece daha sonra geri alınacaktı.

3. Kazalara giden muhacirler, iskân yerleri tespit edilip meskenlerinin inşası bitinceye kadar, beher on haneye bir muhacir ailesi düşecek şekilde merkez köylere dağıtılacaklardı. 4. Kış mevsimine kadar, köy ve kasabaların çevresindeki boş, mirî, metruk ve mevkuf arazilerden, muhacirlere toprak verilecek ve meskenleri inşa edilecekti. 5. Muhacirlerin toplu halde, aynı yerde ve akrabaları ile birlikte iskân edilmesine dikkat edilecekti. 6. Yerleşim bölgesinde muhacir için bir iş bulunmasına çalışılacaktı. Sanat erbabı ustalar, kalfalar, çıraklar ve hocaların şehir ve kasabalarda iş ve güç sahibi olması sağlanacaktı. 7. Hazineden parasız arazi almış olanlar, arazinin kendilerine tesliminin üzerinden on sene geçmedikçe bu araziyi satamayacaklardı. Kendilerine mesken ve diğer malzeme verilerek hazineye borçlananların bu borçları ödemedikçe mesken, hayvan ve diğer malzemelerini satamayacaklardı. 8. Hasta olanlar, hekimler tarafından muayene edildikten sonra, gerekirse en yakın hastaneye sevk edilerek tedavilerinin yapılması sağlanacaktı. 9. Yerleştirilen muhacirlere, plân dâhilinde bir mesken, iki baş çift hayvanı, tarım âletleri ve tohumluk zahire dağıtılacaktı.

11. Muhacirler, göç tarihlerinden itibaren, altı sene askerlikten ve iskân edildikleri günden itibaren de iki sene malî vergilerden muaf tutulacaktı. Ulaşım Muhacirin Komisyonu tarafından Avusturya Macaristan’ın zulmünden kaçan, topraklarına Katolikler tarafından el konulmuş Boşnak göçmenlerin, geçici toplanma yerlerine ulaşabilmeleri için tren ve gemilerle indirim anlaşması sağlanmıştır. Boşnaklar kendi imkanları ile kara, deniz ya da demiryolunu kullanarak, Anadolu’ya geçişte önemli bir konumda olan Üsküp, Prizren, Priştine gibi yerlere göçmüştür. Rumeli’ye yerleştirilemeyenler deniz ve kara yolu ile İstanbul’a gelmiştir. Kısaca göçmenler önce bulundukları yerlere yakın iskele ve istasyonlara at arabasıyla veya yaya olarak ulaşmışlar, daha sonra gemi veya trenle Anadolu’ya nakledilmiştir. Olumsuz hava koşulları gibi etkenler göçleri zorlaştırmıştır. Örneğin beş parasız ve perişan bir hâlde 30 kişilik 6 aile, aralık ayı boyunca yürüyerek, Osmanlı’ya göç edebilmişti: ‘‘Onların arasında yirmiden fazla çıplak, yalınayak küçük çocuk’’ vardı. Bir diğer örnek ise 1904’de, Krayina’nın ileri gelenleri toplanarak, Osmanlı’ya göç

Boşnakların Osmanlı’ya göçü ve vatandaşlıkları üzerine 11 Ekim 1910’da yayınlanan bir tezkereye göre muhacir pasaportuyla gelenlere usulüne uygun olarak vatandaşlık verilmesi; pasaportu olmayanlardan askerlik hizmetini yapanların ise bir vilâyeti mesken tutarak göçlerinin mümkün olabilmesi hükme bağlanmıştır. GÖÇ HAREKETLERİ

45


etme kararı almıştır. En ağır şartlarda gerçekleşen bu göç aylar sürmüştür. Krayinalılar yolda açlık, sefalet ve hastalıklarla mücadele ederek Bosna, Sancak, Kosova, Makedonya güzergâhını kullanarak Selânik’e varmıştır. Bu kafilenin bir kısmı gemilerle Selânik’ten İzmir’e geçerken, yaklaşık 1000 hane Krayinalı yaya olarak Edirne’ye varmıştır. İskân Muhacirlerin toplandıkları ilk durak Edirne ve İstanbul olmuştur. İskân yerlerinin hazırlanması, köylerin inşası, mevcut konutların onarılmasına kadar geçen sürede bu iki merkez ve bunları takip eden Çanakkale, Samsun, İzmir gibi şehirlerde göçmen sayısı katlanarak artmıştır. Bu geçici konaklamaları noktasında göçmenler camilere, boş okullara, boş çiftliklere, askeri kışlalara ve hatta saraya dahi yerleştirilmiştir. Geçici iskân için kullanılabilecek her yerden faydalanan Osmanlı, bu göçmenleri belirlemiş olduğu iskân bölgelerine dağıtmadan Rumeli’den gelen yeni göçmenleri kabul etmeme kararı almıştır öyle ki İstanbul’a gelen göçmenlerden bazıları gavur toprağında kalmasınlar, burada yatsınlar diyerek ölülerini bile yanlarında getirmişlerdir. Daha sonra Edirne, Karamürsel, Sakarya, Bursa, Balıkesir, Manisa, Amasya, Samsun, Sivas, Eskişehir, Adana, Ankara, İzmir, İstanbul gibi şehirlere, mahallî iskân komisyonları aracılığıyla, yeni köyler, mahalleler kurulmuş ve Boşnaklar hayatlarını bu şekilde sürdürmeye çalışmıştır. Göç süreciyle yakından ilgilenilmesi, yaşanan sıkıntıları çözmek için İdare-i Umumiyye-i Muhâcirin Komisyonu kurulmuştur. Bu komisyonu yeterli göremeyen II. Abdülhamid, kendi başkanlığında Umum Muhâcirin Komisyonu’nu teşkil etmiştir. Göçmenlerin hem yolculuk hem de iskân sırasında ihtiyaçları karşılanmıştır. Buna rağmen yine de göçmenlerin iskânı sırasında bazı sıkıntılarla karşılaşılmıştır. Muhacirlerin iskân bölgelerindeki yerliler ile yaşadıkları arazi sıkıntıları yaşadığı

46 KONAK

da görülmüştür. Bunun bir örneği Karamürsel’in Semtler köyünde yaşanmıştır. Semtler köyüne 17 sene önce Bosna’dan gelmiş 31 hâne muhacir iskân edilmiş ve kullanımlarına verilen araziye Cedid köyü ahalisi tarafından yapılan tecavüz ile muhacirler ziraattan mahrum bırakılmıştır. Bu olaya hükûmetin göz yumduğu anlatılırken, mesele Dâhiliye Nezareti’nin nazar-ı dikkatlerine sunulmuştu. Sağlık Muhacirler olumsuz hava koşulları ve farklı bir iklime göç ettikleri için sağlık sorunları yaşamışlardır. Göç esnasında baş gösteren salgın hastalıklar da kayıtlara geçmiştir. Muhacirlerin sağlık durumuyla Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti ilgilenmiştir. İlk olarak, iki seyyar tabip tayin edilmiş ve daha sonra da muhacir hastaneleri kurulmuştur. Milli Kimlik Göçmenler, hem kendi geldikleri ülkenin kültürünü korumaya çalışırken, aynı zamanda gittikleri ülkenin değer yargılarına alışmaya çalışmaktadırlar. Bu süreçte karşılaştıkları en büyük sorunun dil olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’ye ilk göç ettikleri dönemde dil bilmemelerinden, yerli halk tarafından “gâvur” olarak etiketlendirilmiştir. Türkçe bilmemeleri yerli halkla etkileşimlerini sınırlandırmış; kız alıp-verme, arkadaşlık-komşuluk ilişkileri kurulamamıştır.

olarak gördükleri Türkiye’ye geçici veya kalıcı olarak göç etmişlerdir. BOŞNAKLARIN ETNİK KÖKENİ VE KÜLTÜRÜ Eski zamanlardan beri aynı toprak üzerinde yetişmiş insanların; toplum için düzenleyici ve birleştirici bir kültürün oluşmasına katkıda bulundukları, kültürlerin nesiller boyu aktarıldığı ve en temel miras olduğu bilinmektedir. Bu devamlılığı beraber sağlamış insanlar göç etmek zorunda kaldıklarında sırtladıkları ilk şey kültürleri olmuştur. Bosna’dan Anadolu’ya göçler olarak bu kültür akışını incelememiz gerekirse Bosna’ya hangi topraklardan gelindiği ve hangi kültürlerin birbirlerini etkilediğinden de bahsetmemiz gerekmektedir. 550 ve sonrasında Slavların Balkanlara ulaştığı bilinmekte ve günümüz Kafkas, Karadeniz ve İran bölgesinden göç ettikleri tahmin edilmektedir. Bu dönemde bölgede hâkimiyet sahibi olan Bizans’ın gücü Türk boyu Bulgarlar tarafından kırılmıştır. Tuna Nehri ve Kocabalkan dağları arasında Tuna Bulgar Hanlığı kurulmuştur ve 864 yılında Hristiyanlığı kabul etmişlerdir, Slavlar ve Bulgarlar bir arada yaşamaya başlamış ve Osmanlı’ya kadar bu birliktelik devam etmiştir.

Göçmenlerin diğer sıkıntısı da kimlik arayışıdır. Göç eden birinci kuşak kültürel kimliklerinden vazgeçmezken sonraki kuşaklarda göç edilen toplumun kültürel özellikleri daha kolay benimsenmiştir. Bu nedenle ilk kuşakta Boşnak ya da göçmen kimliği ön plana çıkarken; ikinci kuşak kimlik arayışı içindedir. Sonraki kuşaklar içinse Boşnak kökenli Türk vatandaşı ya da Türk kimliği tanımlamaları öne çıkmıştır.

Bosna dediğimizde aklımıza gelen ve birbirleriyle akraba olan Sırp, Hırvat ve Boşnak milletlerinin birbirinden ayrılması din sebebiyle gerçekleşmiştir. Sırplar Ortodoksluğu, Hırvatlar Katolikliği, Boşnaklar ise Bogomilizmi kabul etmiştir. Seçtikleri mezhepler ile dillerine farklı kelimeler almaya başlayan ve yaşantıları bu mezheplere göre değişen Sırp, Hırvat ve Boşnaklar birbirlerinden farklılaşmaya başlamıştır ve bu farklılaşma üç millet arasında gerçekleşen savaşların asıl sebebi olmuştur.

Bugün, Anadolu’nun hemen her yerinde Boşnak göçmenlere rastlamak mümkündür. Türkiye Cumhuriyeti döneminde her zaman Bosna’dan göçmen gelmeye devam etmiş, hatta 1990’lı yıllarda bile, Bosna Müslümanları, bir kurtuluş yeri

Boşnakların dünyaya mâl etmiş olduğu değerlerden biri Aliya İzzetbegoviç Boşnaklığın tanımı ile ilgili şunları söylemiştir: ‘’Boşnak kime deniliyor? Sırplara ve onları himaye eden Avrupalılara sorarsanız, Avrupa'ya İslâm'ı yaymaya çalışan


550 ve sonrasında Slvalar Doğudan gelerek Balkanlara ulaşmıştır. Bu dönemde bölgede hakimiyet sahibi olan Bizans'ın gücü Türk boyu Bulgarlar tarafından kırılmıştır. Sonrasında kurulan Tuna Bulgar Hanlığı Hristiyanlığı kabul etmiştir. Türklere deniyor. Peki, Türklere sorsanız nasıl bir cevap alacaksınız? Çoğu, Boşnakları Müslüman olmuş Slav bir ırk diye tanımlıyor. Benim için ırk zaten önemli değil. Hele 1992-1995 arasında yaşadıklarımızdan sonra Boşnak isminin anlamı çok değişti. Ben size Boşnak’ı “Kültürünü, dinini, kimliğini sömürmeye çalışan güçlere karşı canı pahasına direnen millet” diye tanımlasam ne dersiniz, bilmiyorum. Benim gözümde, Türkiye'den bize destek olmak için gelen savaşçılar da Boşnak'tır. Bosna ismini duyduğu an, kalbinin bir köşesinde küçük bir sızı hisseden başka milletlerin insanları da…’’ Boşnakların Dili ve İnançları Boşnaklar, Hint-Avrupa grubundan güney Slav dili olan Boşnakçayı konuşmaktadırlar. Boşnakça, Sırpça ve Hırvatçadan Osmanlı etkisiyle dillerine giren kelimelerle farklılaşmıştır. Anadolu’ya göçen Boşnaklar dillerini kullanmaya devam etmişler fakat yeni nesillere aktarılırken dillerine daha fazla Türkçe kelime karışmış ve Bosna’da kullanılan Boşnakçadan da farklılaşmıştır.

1382’de Osmanlı’nın günümüz Bulgaristan, Arnavutluk ve Sırbistan ülkeleri sınırlarında topraklar kazanmaya başlamasıyla birlikte Balkanlar İslâm’la tanışmıştır. İslâm’ı ve Osmanlıyı gözlemleyen Boşnaklar, dinleri yüzünden kendilerine uygulanan zulümden Osmanlı’nın adaletine sığınmak için harekete geçmiş ve Osmanlı’ya mektuplar yazmaya başlamışlardır. 1463’te Fatih Bosna’yı fethetmiş ve halka Boşnakça hitap etmiştir. Bu hitapla beraber 50.000 Boşnak’ın İslâmiyet’i kabul ettiği tahmin edilmektedir. Fetih sonrası bölgede yaşamakta olan Sırplar ve Hırvatların özgürlüğünü güvenceye almış ve Bosna Hersek’te bulunan en büyük Ortodoks Kilisesi’nde sergilenmekte olan ünlü Bosna Fermanı’nı yayınlamıştır. Kısa bir süre içerisinde Boşnaklar kitleler hâlinde Bogomilizmin temel esaslarıyla uyduğunu gördükleri hoşgörü dini İslâm’ı kabul etmiştir. İslâm’ı hızla ve kuvvetle benimsemiş olan Boşnaklar Osmanlı’nın Balkanlarda gücünü kaybetmesi ile yine inançları uğruna canlarıyla tehdit edil-

meye başlanmıştır. Bu anlamda bizler Boşnakları yaklaşık 700 yıldır inançları uğruna mücadele eden millet olarak tanımlayabiliriz. Son olarak bölgede yaşamakta olan ve inançlarına göre birbirlerinden ayrılmış Sırp, Hırvat ve Boşnaklar ev mimarilerinde de bunu kesin çizgilerle belli etmiştir. İki eşit çizgiyle birleşen dik, uzun çatı evin Hırvatlara ait olduğunu belli ederken; iki eşit dik uzun çatının çizgileri, evin tabanına paralel bir çizgiyle birleşiyorsa bu evin Sırplara ait olduğunu göstermekteydi. Boşnakların çatıları ise dörtgen şeklinde eşit parçalardan oluşmaktaydı. Bu bilgi, Bosna Savaşı döneminde Sırpların Boşnakların evini seçerek bombalamasında dahi kullanılmıştır. Boşnaklarda Evlilik ve Aile Göçmen toplumlarda, iskân bölgelerinde kültürel olarak yitip gitme korkusu görülür. Göçün bir sonucu olan bu korku topluluklara bir arada kalma, dillerini yaşatma, kültürlerini koruma anlamında sorumluluk yüklemektedir. Bu korkunun bir sonucu olarak göçmenler yerleştikleri bölge halkından ayrı dayanışma içinde, kendi dil ve kültürlerini yaşatarak, ‘dışarı’ olarak tanımladıkları farklı milletten insanlarla evliliklere karşı çıkan bir yaşayışı benimserler ve kapalı bir toplum oluştururlar. Aile kurmanın ilk aşaması olan kız isteme merasiminde oğlan tarafının tepsiden

Önceleri putperest olan Bosna halkı, Bizans’ın etkisiyle 9. yüzyıldan itibaren Hristiyanlık ile tanışmıştır. Hristiyanlığın Bogomilizm mezhebini benimseyen Boşnaklar, teslise inanmamış, Hz. İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğuna değil de bir peygamber olduğuna iman etmiştir. Papalığın tepkisini çeken bu durum yüzünden bir arada yaşadıkları Ortodokslar ve Katoliklerle karşı karşıya gelmiştir. Dolayısıyla Aliya’nın ‘‘Kültürünü, dinini, kimliğini sömürmeye çalışan güçlere karşı canı pahasına direnen millet’’ olarak tanımladığı Boşnakların inançları uğruna mücadele etmeleri 13. yüzyılda Bogomilizmi yaşamak üzere başlamıştır.

GÖÇ HAREKETLERİ

47


kahvelerini aldıkça tepsiye para bırakması Türklerden farklı bir adettir. Düğünlerde, gelinle damadın hazırlanmasına yardımcı olan ‘cever ve yenceler’ bulunur, bunlar sağdıç ve nedime kavramlarına karşılık gibidir. Düğün gününe 5 gün kala, ‘Şednitza’ denilen çalgılı eğlenceler yapılır. ‘Kolo’ denilen halayı çekmek, hep bir ağızdan Türklerdeki manilere benzer olarak bahsedebileceğimiz sevdalinkaları söylemek önemli düğün eğlencelerindendir. Çağın yaygın bir getirisi olarak kalabalık aile yaşamından söz etmek mümkün değildir fakat o dönemden bu yana yumuşamış olmakla birlikte evde babaların sözünün geçtiği bilinmektedir. Müslüman bir toplum olmanın getirisi olarak akrabalık ilişkileri kuvvetlidir. Her aileye verilen bir lakap vardır. Bu lakap soy isimlerinin ya da ailenin büyüğünün isminin kısaltılması ve yuvarlanması, aile mensuplarının mesleğine göre kullanılmıştır. Boşnakların Beslenme Alışkanlıkları Boşnaklar, Slavlığın getirdiği kuvvetli beden yapısı gibi fiziksel özelliklere doğuştan bir yatkınlığa sahip olmakla beraber beslenme alışkanlıkları ile de bu yatkınlıklarını desteklemektedir. Etsiz ve böreksiz yaşayamayan bir toplum olduklarına da değinmek gerekir. Çocukların uzun boylu, sağlam ve iri kemikli olması için kesilmiş süt suyunun tekrar süzülmesiyle elde edilen ‘surutka’yı hamile kadınlara tükettirirler. Bebeği doğduktan sonra anneye sütten kesilinceye kadar kalsiyum deposu olan bu gıdanın tüketimi devam ettirilir ve çocuk sütten kesildikten sonra 5 yaşına kadar surutka içerek büyütülür. Anadolu halkının aklına gelen ilk şey ise Boşnak böreğidir. Bosna’da hâlâ önemli bir gelir kapısı olan Boşnak böreği fırınları ise hem turistler hem yerli halk tarafından rağbet görmeye devam etmektedir. Düğünlerinde misafirlere etli ikramlar sunulması önemlidir. Boşnak mantısı, börekler, içinde kurutulmuş bamya ve

48 KONAK

tavuk bulunan begova çorbası bir düğün sofrası örneği olarak sunulabilir. Boşnaklarda kahvenin yeri Türklerdeki gibi özeldir, hatta kültürlerinde kahvenin kırk yıl değil bir ömür hatırı olduğu söylenir. Kahve fincanlarının kulpu yoktur ve bu yüzden kahve ellerle hilal şeklinde tutulur. Fincanların dibinde ise ay ve yıldız görülür. Bu tutuş şekli ve fincanlar Boşnaklar için Osmanlı’yı, Anadolu’yu, geçmişi temsil etmektedir. BOŞNAK EDEBİYATI İlk çağlarda yaşamış bir insanın dikkatle izlediği hayvan sürülerini, açlıktan kıvranan arkadaşlarına anlatabilmek için çırpınıp durduğunu hayal etmek çok zor değildir. Bütün sosyal canlılarda ortak olan bu çırpınma davranışının zaman içinde mükemmelleşerek şu an sahip olduğumuz dil becerilerini geliştirdiği su götürmez bir gerçektir. Bu çırpınış, son birkaç bin yıl içinde öyle bir tarife dönüşmüştür ki Euclid’in aksiyomlarından Schrodinger’in dalga denklemine varıncaya kadar çok sayıda meşale onun ateşiyle gerçekliğin yolunu aydınlatmıştır. Boşnaklar nesiller boyunca aşklarını, hüzünlerini, savaşlarını kendine has bir dille baladlar yazıp sevdalinkalar söyleyerek aktara gelmiştir. İçinde sevda kelimesi geçince bahsettiğimiz dönemin Osmanlı dönemi olduğunu ayrıca söylemeye gerek yoktur. Zaten Boşnak denilince de anlaşılan budur: Fatih’in Bosna’yı fethinden sonra, Bogomilizm mezhebini bırakıp Müslüman olan halk. Haliyle bu insanlar Osmanlının dilini de bir ölçüde özümsemiş ve kendi dillerine katmışlardır. Şimdi sorulsa Boşnaklar hangi dili konuşur diye, hiç kuşkusuz hepimiz Boşnakça deriz fakat bu cevaba Belgrad’daki dil uzmanları Boşnakçanın bazı özelliklere sahip olmasına rağmen başlı başına bir dil olmadığını söyleyerek itiraz etmiştir.

Buna rağmen günümüzde Bosna-Hersek yönetimi dil olarak Sırpça, Hırvatça ve Boşnakçanın; alfabe olarak da Kiril ve Latin alfabelerinin eşit olduğunu yasalaştırmıştır. Osmanlı döneminde Boşnak edebiyatının doğu edebiyatından etkilendiğini ve Boşnak şair ve yazarlarının bu edebiyatı kendi dillerine uyarlamaya çalıştıklarını söylemek yanlış olmaz. Birçok Boşnak hikayesinin Türkçedeki ‘‘Bir varmış…’’ kalıbının karşılığı olan ‘‘Bio jednom jedan…’’ ile başlaması ve Boşnaklar arasında Nasrettin Hoca’nın fıkralarının anlatılması bu etkilenmenin örnekleridir. Boşnakların Hırvat-Sırp dillerinde Arap harflerini kullanarak oluşturdukları, uyarlamaların da etkisiyle gelişen halk edebiyatı Alhamiyado adıyla bilinmektedir. Ayrıca Boşnakların doğu dillerinde eserler vererek divan edebiyatını geliştiren ve bazıları devletin yüksek kademelerinde görev almış Adni, Derviş Paşa ve Arif Hikmet gibi birçok şairi de vardır ve bunlar apayrı bir edebiyatı temsil etmiştir. Boşnakların halk edebiyatında Hasanaginica (Hasan Ağa’nın Karısı) adlı bir eser vardır ki büyük Alman şairi Goethe’yi kendine hayran bırakmış; Bayron, Walter Scott ve Puşkin gibi çok sayıda ünlü şairin de ilgisini çekmeyi başarmıştır. Ayrıca günümüze kadar pek çok dile defalarca tercüme edilmiştir. Bu eser bile tek başına Boşnak edebiyatının dünya edebiyatında ne kadar önemli bir yeri olduğunu ispatlamaya yeterlidir. Bosna-Hersek’in, Avusturya Macaristan egemenliğine girmesi hayatın her alanında olduğu gibi edebiyatı da derinden etkilemiştir. Boşnakların istemeyerek de olsa bu değişimi kabullenmesinde gazete ve dergilerin etkisi yadsınamaz. O sıralar Mehmet Bey Kapetanoviç Lyubişka’nın

Birçok Boşnak hikayesinin Türkçedeki ‘‘Bir varmış…’’ kalıbının karşılığı olan ‘‘Bio jednom jedan…’’ ile başlaması ve Boşnaklar arasında Nasrettin Hoca’nın fıkralarının anlatılması Boşnak Edebiyatının doğudan etkilendiğini gösterir.


öncülüğünde, Latin harfleriyle ve Boşnakça yazılan, edebiyatın yeni bir dönemi başlamıştır. Boşnak ve Behar gibi dergilerin etrafında toplanan yazarlar Çağdaş Boşnak Edebiyatı’nın temellerini atmışlardır. Bu dönem edebiyatında her ne kadar öze dönme çabası olsa da şair ve yazarlar Osmanlı mirasından bir türlü feragat edememişlerdir. Bu dönem yazarları batı kültürünü kavrayabilmek için ilk başta Hırvat ve Sırp yazarları örnek alsalar da sonradan kendi rotalarını çizmiş ve modernleşmeye giden yolu kendi başlarına bulmuşlardır, zaten Boşnak edebiyatı aslında Hırvat ve Sırp edebiyatına göre çok daha zengindir. Bu dönem eserlerinde başta daha çok, Bosna-Hersek’e yeni yerleşen Alman ve Macarların zenginleşmesi ve eskiden zengin olan Müslüman halkın fakirleşmesi gibi konular işlense de daha sonraları II. Meşrutiyet ve bununla beraber başlayan göçler edebiyatın konusu olmuştur. Çağdaş edebiyat döneminde Hırvat ve

Sırp tarihçiler Boşnak edebiyatını tanımamış ve edebiyat kitaplarında Boşnak yazarların adı dahi anılmamıştır. Gerçi Krallık Yugoslavyası döneminde kimi Boşnak yazarlar aslında Sırp veya Hırvat olduğu söylenerek bir şekilde kitaplara alınsa da bu, tarihin tozlu sayfalarında kaybolmaktan korkan bazı yazarların kendilerini Sırp veya Hırvat olarak göstermesine ve milli benliklerinden uzaklaşmasına sebep olmuştur. Boşnakların yayın yapmasını istemeyen Sırp ve Hırvat milliyetçileri bu dönemde yazarlara çeşitli baskılar yapmış ve bazılarının Türkiye’ye göç etmek dışında fazla şansı olmamıştır. Bazıları ise Belgrad ve Zagreb’e taşınmış, yazı hayatına buralarda devam etmiştir. Osman Nuri Haciç gibileri ise maalesef yazmayı bırakmak zorunda kalmıştır. İkinci dünya savaşı döneminde Boşnak edebiyatını etkileyen en önemli isim hiç kuşkusuz büyük şair ve romancı Hamza Humo’dur. Musa Çazim Çatiç ve Safvet

Bey Başagiç’in şiir anlayışını sürdüren Humo ekspresyonizmin etkisi altında Grozdanin Kikot (Grozda’nın kahkahası) gibi modern ve temel taşı niteliğinde bir romanı ortaya koymuştur. Yine bu dönemde yaşamış olan Ahmet Muratbegoviç halkını psikolojik ve kültürel yönden analiz etmiş, bulgularını hikayelerine yansıtmış ve ekspresyonizmin etkisi altında Haremseke Novele (Harem Hikayeleri) isimli özgün bir eser kaleme almıştır. Bu bahsettiğimiz yazarlar Boşnak edebiyatı için sadece birkaç örnektir. Bundan önce ve sonra ismini sayamayacağım kadar çok, önemli şair ve yazar Boşnak edebiyatına katkı da bulunmuş, Modern Boşnak edebiyatı bu devlerin omuzlarında yükselmiştir. BOŞNAK ŞAİRLERDEN ÇEVİRİLER “…Gerçek bir çeviri bir yeniden yaratış olabilir ancak” diyen ünlü şair Octavio Paz’a katılarak şunu belirtmek isterim ki bu yaptığım birebir çeviri değildir, zaten

ADNI GAZEL 5'TEN BIR PARÇA Kaddüň hırāmı tūbiye hayret virüp-durur Haddüň gül-i cināna hacālet virup-durur Meh gün yüzüňle da‘vī-yi hüsn itse vechi yok Çün hatt yazup ‘izāruňa hüccet virüp-durur Güm kılsa cānı şehd lebüňden diler gönül Şīrīn degül mi sanki emānet virüp-durur

Endamın mı tubayı bu hayrete düşürdü Yanağın mı soldurdu söyle, cennet gülünü Şu ay senin yanında asla güzelim demez Yüzüne yazdı bunu, görüp okudu herkes Senin dudağından bal almayan gönül kurur Şirin değil midir o, emanet verir durur

DERVIŞ PAŞA GAZELINDEN BIR PARÇA Ah kim nigâra irmez elim Nidem ol şivekâra irmez elim. Bir hazân-dide andelibim ben Gülşen-i nev-bahâra irmez elim. Yeridir nâleyi hezâr itsem Bir dem ol gül-‘izâra irmez elim Fülk-i dil bahr-i gam miyânında Ah kim bir kenâra irmez elim Yâr bir pâdişâh ü ben Dervîş Dâmenîne ne çâre irmez elim.

Ah, güzel aşkıma yetişmez elim Ne yapsam kalbine erişmez elim Bir seher kuşuyum hazan ayında Çiçekli baharla buluşmaz elim Yeridir feryadı bin parça etsem Bir kez gülizarla tutuşmaz elim Dil gemim gidiyor gam denizinde Düşersem kıyıya ulaşmaz elim O büyük padişah, bense bir Derviş Ayağına bile yetişmez elim. GÖÇ HAREKETLERİ

49


HAMZA HUMO'DAN ŞIIR ÇEVIRISI Ja, Hamza Humo, kovač vjetrova sanja I sijač u vječnost proćerdanih dana, Jurišam na stvarnost, Prelazim bojišta, Iskrivih koplja, izlomih štite. Srce mi raste k'o mesnat cvijet, K'o rana iz koje krv teče. Ja ne znam gdje će me ostavit’ dan, A gdje zateći veče. bu da beklenmemelidir. BEN ALİYA… ALİYA İZZETBEGOVİÇ Aliya İzzetbegoviç 8 Ağustos 1925’te Bosna-Hersek’in Samaç kasabasında, itibarlı bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Osmanlı ordusunda subay olan ismini aldığı dedesi Belgrat’tan, Bosanski Samaç’a tayin edilmiş ve oranın belediye başkanlığını yapmıştır. Adaletiyle yöre halkı arasında saygın bir yerinin olduğu söylenmiştir. Sonrasında Sırpların baskısından kaçan dedesi İstanbul’da askerlik yaparken Sıdıka Hanım’la evlenmiş ve 5 çocukları olmuştur. Bu çocuklardan biri Aliya’nın babası Mustafa’dır. Aliya’nın doğumunun ikinci yılında Aziziye bölgesinin Hırvat milliyetçileri tarafından işgal edilmesi ve Aliya’nın babasının işlerinin kötüye gitmesi sebebiyle birçok Müslüman aile gibi Aliya ve ailesi de Saraybosna’ya taşınmıştır. Annesi dindar bir kadındır, öyle ki Aliya dini bilinç ve hassasiyetinin erken dönemlerde olgunlaşmaya başlamasını tamamen annesine borçlu olduğunu şöyle vurgulamıştır: ‘‘Cahil bırakılmış bir anne geleceğin yüz akı, göz aydınlığı nesilleri yetiştiremez.’’ Aliya, gençlik döneminde birçok batılı ve doğulu yazarları okuyarak düşünce dünyasını zenginleştirmiştir. O dönemde komünistliğin etkisiyle din yönünden ikileme düşmüştür. Ancak genç Aliya için

50 KONAK

Ben Hamza Humo Rüzgarlı düşlerin yel değirmeni Sonsuz günahların günahkarı Merak ediyorum gerçeği… Savaş meydanında koştuğum zaman Mızraklar vardı, kaçışı tutan Çiçek kadar güzel büyüyen kalbim Bir yara oldu, kanar durmadan… Nerde bırakacak beni bilmem, bu gece nerede uyuyacak…

komünist propagandanın Tanrı’yı kötücül ve dini alet ederek ne denirse onu yaptıran bir şekle büründürmeye çalışması kırmızı çizgilerini aşmıştır. Çeşitli şekillerde ve tanımlamalarda, dinin ana mesajı Aliya’ya her zaman etik bir yaşam şekli gibi gelmiştir ki şu sözü hatırlanmalıdır: ‘’İslam benim için güzel ve asil olan her şeyin adıdır. ‘’ Aliya bir iki yıllık ruhsal-düşünsel bir bocalama sonrası yeni bir güç ve yaklaşımla nihayet dini özüne dönmüştür. Bu dönüş belki de birçok kitap yazmasına ve düşünce dünyasının İslam çerçevesi etrafında şekillenmesine sebep olmuştur. Çok sonraları Hatıralar kitabında “Tanrısız bir hayat benim için tahayyül edilemezdi.” diyecektir. Aliya 1943’te, II. Dünya Savaşı sürerken dönemin iyi liselerinin birinden mezun olmuş, yine o dönemde liseyi bitiren tüm gençlerin askerlik yapma zorunluluğu bulunmasına rağmen askerlikten kaçmıştır.

Aliya’nın bu kararında lise yıllarında dahil olduğu Genç Müslümanlar örgütünün antifaşist, anti komünist düşünce yaklaşımı etkilidir. Cemiyet, savaşla birlikte aktif bir hüviyete bürünmüş ve faaliyetleri II. Dünya Savaşı boyunca devam etmiştir. Aliya cemiyetle ilk defa 1944 yılında, imamların mesleki birliğiyle, birleştikleri zaman karşı karşıya gelmiştir. Kendisinin de sık sık ifade ettiği gibi Aliya “hiçbir zaman imamlarla tam bir fikir birliği içinde değildi” ve onların bazı konulara bağnazca yaklaşmaları ve dini çok katı bir şekilde yorumlamalarından hoşnut değildir ki bu tavır İslam’ın özünün anlaşılmasını zorlaştıran etkenlerden biri olarak görmüştür. Bu konu hakkında İslam Deklarasyonu Kitabı’nda şu cümleleri yazmıştır: ‘‘Kur’an-ı Kerim kanun otoritesini kaybedip, buna karşın eşyaların ‘kutsalı’ oldu. Kur’an-ı Kerim’in araştırılmasında ve yorumlanmasında bilgeliğin yerini

Yugoslavya’yı seviyorum, yönetimini sevmiyorum. Tüm sevgimi özgürlüğe verdim, yöneticilere bir şey kalmadı. Bu itibarla beyan ederim ki ben bir Müslümanım ve öyle kalacağım. Kendimi dünyadaki İslâm davasının bir neferi olarak telakki ediyorum ve son nefesime kadar da böyle hissedeceğim. İslam benim için güzel ve asil olan her şeyin diğer adıdır.


kılı kırk yaran yorumlar, büyük fikirlerin yerini okuma becerileri aldı. Devamlı surette İlahiyat, formalizmin tesiri altında Kur’an-ı Kerim hep daha az (anlayarak ve manası düşünülerek) ve daha çok güzel sesle okundu ve mücadele, doğruluk, şahsi ve maddi fedakarlıklar hakkındaki emirleri, tembelliğimize aykırı ve sevimsiz olarak, güzel sesle okunan Kur’an-ı Kerim metninin zevk veren (rahatlatan) sesi içinde eriyip gitti.’’ II. Dünya Savaşı’nın bitimiyle Samaç’tan Saraybosna’ya dönen Aliya, yönetime gelen Tito tarafından Genç Müslümanlar örgütüne üye olması sebebiyle tutuklanıp 3 yıl hapis yatmıştır. Tutukluluk süresi Mart 1949 yılında sona ermiştir. Hapishaneden çıktıktan sonra Halida Hanım ile evlenmiştir. Aliya, idama mahkûm edilecek olan arkadaşlarından Hasan Biber’in mektupları vesilesi ile Genç Müslümanlar örgütünde tekrar görev almaya başlamıştır. Bir süre Ziraat fakültesinde okuduktan sonra 1954 yılında Saraybosna Hukuk Fakültesine girmiş, 1956 yılında aynı fa-

külteden mezun olmuştur. 1983 yılında Saraybosna davasında yargılanmasına sebep olacak İslam Deklarasyonu eserini, 1970’te yayınlamıştır. Sadece bir ulusun ya da bir ülkenin problemlerinden ziyade, İslam dünyasının temel problemlerini ele alan eserin hiçbir yerinde Yugoslavya kelimesi dahi geçmemektedir. Gençken yazmaya başladığı ve zor şartlar altında saklanan Doğu ve Batı Arasında İslam Aliya’nın yazmaya başladığı tarih olan 1946’dan çok sonra bir arkadaşının yardımıyla Amerikalı bir yayıncı tarafından yayınlanmıştır. Eser 20. yüzyıl düşünce dünyasında İslam’ın bulunduğu konumu değerlendirmeye çalışmıştır. Aliya eseri yayınlandığında hükümet tarafından tekrar tutuklanarak ağır iş cezasına mahkûm edilmiştir. 1970’li yılların başında görece müsamahakâr atmosfer sayesinde kitap basabileceği ümitleri artan ve bu durumdan faydalanan Aliya’nın, buna karşın 70’lerin sonlarına doğru değişmeye başlayan bu ılıman hava

Tito’nun “Panislamizm” fikirleri ile mümkün olduğunca sert bir şekilde mücadele etmesi daha da zorlaşmıştır. Çalışmalarına devam eden Aliya, Hüseyin Dozo vesilesi ile Takvim dergisinde İslam Rönesansı’nın Sorunları başlıklı bir makale dizisi kaleme almıştır. 1980’de Tito’nun ölümüyle ülkede gri rengin baskınlığı artarken özellikle Müslümanlar ile Arnavutlara yönelik tutuklamalar yoğunluk kazanmıştır. Bosna’nın dört bir yanında başlayan ve Aliya’nın arkadaşlarının da bulunduğu yüzlerce kişinin tutuklanması ile sonuçlanan bu süreçte, bir 1983 sabahında Aliya da tutuklanmıştır. Düşünce suçu işlediği iddiasıyla yürütülen davada Aliya ve arkadaşları Yugoslavya’nın birlik ve bütünlüğüne karşı İslam Devleti kurmaya çalışmak iddialarıyla suçlanmıştır. Aliya’nın yazmış olduğu İslam Deklarasyonu’ndan birçok bölüm okunup Yugoslavya’da bir İslam Devleti kurmaya çalıştığı yönünde iddiaları kabul ettirmek için arkadaşlarına ve kendisine

GÖÇ HAREKETLERİ

51


baskı yapılmasına rağmen hiçbiri bunu kabul etmemiştir. Şu sözleri biraz daha fikir edinmemizi sağlayacaktır: ‘‘Yugoslavya’yı seviyorum, yönetimini sevmiyorum. Tüm sevgimi özgürlüğe verdim, yöneticilere bir şey kalmadı. Bu itibarla beyan ederim ki ben bir Müslümanım ve öyle kalacağım. Kendimi dünyadaki İslâm davasının bir neferi olarak telakki ediyorum ve son nefesime kadar da böyle hissedeceğim. İslam benim için güzel ve asil olan her şeyin diğer adıdır. Müslüman halklar için daha iyi bir gelecek vaadinin ya da umudunun onlar için daha özgür, onurlu bir yaşamın kısacası uğrunda yaşamaya değer her şeyin adıdır İslam.’’

rumu hiç iyi değildir. Özellikle Faşist ve Sosyalist düzenin yıkılmaya yüz tutması ülkedeki devamlılığı tehdit etmiş ve Sırp hegemonyası üzerine kurulan Yugoslavya’nın diğer etnik kökenleri baskılayan bir devlet kıvamında olması yaşanan çözülme ve etnik gerilimleri ivmelendirmişti. Tüm bu belirsizliklerin ve kargaşanın içerisinde Müslümanların temsil makamının bulunmaması ve çözülme içerisinde savrulduğunu gören Aliya bir parti kurmaya karar vermiştir. Yakın arkadaşları ile yaptığı görüşmeler sonrasında birçok sözüyle de göstereceği Yugoslavya’nın dağılmasından ziyade demokratik bir sisteme geçişini destekleyecek olan Demokratik Eylem Partisi’ni (SDA) Kasım 1989’da kurmuştur. Çalışmalarına hızla başlayan parti ku-

Aliya 25 Ağustos 1990'da bir mitingde şu cümleleri kurmuştur: "Kur’an diyor ki: ‘Eğer bağışlarsanız sizin için daha iyidir’, yani eğer yapabilirseniz, affedin. Her şeye rağmen, bizim sadece Müslüman değil Sırp kurbanlarına da çiçek koymamızı teklif ediyorum. Aliya’nın burada bahsettiği özgürlük daha ileride kuracağı şu cümlelerle belki daha güzel aydınlanacaktır: ‘‘Farklı dinler, milletler ve kültürlerin birbiriyle etkilenmesi, yaşamasının sağlanması ve korunması gereken bir çeşit Bosna kozmopolitizmi inşa etti. İstediğin isme sahip olabilir, istediğin dine inanabilirsin ancak insan olmak gerekir. Yaşamalı, diğerlerinin de yaşamalarına izin vermelisin.’’ 14 yıl hapis cezasına çarptırılan Aliya İzzetbegoviç, ilerleyen dönemlerde aydınların mektuplar ve itiraz dilekçeleri vesilesiyle 5 yıl 8 ay hapiste kaldıktan sonra ‘‘özgürlüğüne’’ kaçmıştır. Hapishaneden çıktığında ülkenin du-

52 KONAK

ruluşundan tam bir yıl sonra Kasım 1990’da seçimlerden zaferle çıkmıştır. Bu süre zarfında Sırpların başına aşırı milliyetçi Miloseviç’in gelmesi, Milosoviç’in Yugoslavya’yı Büyük Sırbistan’a dönüştürme projesi uzlaşmayı imkânsız hale getirmiştir. 25 Haziran 1991 yılında Slovenya ve Hırvatistan bağımsızlıklarını ilan etmiş ve 15 Ocak 1992’de Avrupa devletleri tarafından bağımsızlıkları tanınmıştır. Bosna-Hersek’in bağımsızlığı ise referanduma bırakılmıştır. Sırpların boykot ettiği referandumda halkın %99’u bağımsız bir devlet olma yönünde oy kullanmış ve böylelikle Bosna-Hersek özellikle Avrupa Ülkeleri tarafından

bağımsız bir devlet olarak tanınmıştır. Akabinde Sırpların Boşnaklara karşı açmış olduğu savaşta Boşnak savunmasının liderliğini, Aliya üstlenmiştir. Dünyanın o dönemdeki en büyük 4. ordusuna karşı, halkını silahlandırarak düzenli bir ordu oluşturmaya çalışan Aliya, 1992-1995 arasında süren Bosna-Hersek savaşını hem cephede hem de diplomatik görüşmelerde yer alarak başarıyla yönetmiştir. Savaşta Boşnaklar başta Srebrenica olmak üzere birçok katliama ve tehcire maruz kalmıştır. Saraybosna ve birçok bölgede kentkırım uygulayan Sırplara karşı Boşnaklar ve Bosna-Hersek’in de bölünmesini istemeyen diğer milletlerin insanları da ellerinden geleni yapmışlardır. 1995 yılına gelindiğinde Boşnaklar askeri anlamda toparlanmış ve Sırpları geri püskürtmeye başlamıştır. Aynı yılın kasım ayında Aliya, ‘‘Bu adil bir barış olmayabilir fakat süren bir savaştan daha iyidir.’’ diyerek Dayton Antlaşması’nı meclisten de geçirerek imzalamıştır. Savaştan sonra insanları birleştirici cümleler kuran Aliya barışa ve özgürlüğe ne kadar bağlı olduğunu yine göstermiştir. 25 Ağustos 1990’da SDA’nın Foça mitinginde kurduğu şu cümleler bize örnek teşkil edecektir: ‘‘Bugünü biz, halkımızın Drina köprülerinde kurban edilen masum insanlar için adadık. Fakat yargılamak ve hüküm vermek için gelmedik. Hem cellatlar hem de onların kurbanları Allah önündedir ve O yargılayacaktır. Biz, zulümlerin sadece ve sadece zalimlerin fiili olduğuna inananlardanız ve ilan ediyoruz ki biz bu zulümler için Sırp halkını suçlamıyoruz. Zulüm için zalimden başkası hesap verecek değildir. Yani buraya yargılamak ve mahkûm etmek için gelmedik ancak bağışlamak için de gelmedik. Biz kimiz ki bağışlayalım? Babalarını, kar-


deşlerini ve oğullarını kaybedenler adına benim affetme hakkım yoktur. Bunu ancak kurban olan ve kaybetmiş olanlar yapabilir. Eğer yapabilirlerse affetsinler, Kur’an bunu tavsiye eder. Kur’an diyor ki: ‘Eğer bağışlarsanız sizin için daha iyidir’, yani eğer yapabilirseniz, affedin.’’

ve konuşmasının devamında: ‘‘Her şeye rağmen, bizim sadece Müslüman değil Sırp kurbanlarına da çiçek koymamızı teklif ediyorum.’’. 1998 yılında yapılan seçimlerde tekrar başkan seçilen İzzetbegoviç, görevini 2000 yılına kadar sürdürmüştür. 2000

yılında sağlık sorunlarını sebep göstererek başkanlık görevinden ayrılmıştır. 2003 yılına kadar ailesiyle birlikte mütevazı bir hayat süren İzzetbegoviç, 9 Ekim 2003 tarihinde ebedi hayata intikal etmiştir. Vefatından sonra naaşı yüz binler eşliğinde Saraybosna’da bulunan Kovaçi Şehitler Mezarlığı’na defnedilmiştir.

KAYNAKÇA 1. Pırlanta, İ. ‘‘Balkanlardan Bozok Bölgesine Göç Eden Boşnaklar’’; 2016. 2. İyiyol F, Ćatovic A. ‘‘Sevdalinkalarda Türk-Boşnak Halk Kültürünün Ortak Unsurları’’; 2012.

10. Geçer, G. ‘‘İşgal Sonrası Bosna-Hersek’te Göç Olgusunun Vatan GazetesineYansımaları’’; 2010.

21. Kaya, F. ‘‘Boşnak Edebiyatı’’; 1996.

11. Demirel, M. ‘‘Türkiye’de Bosna Göçmenleri’’; 2008.

23. Çetin, M. ‘‘Saf Şiirin Peşinde Üç Poetika: Ahmet Haşim, Ahmet Hamdi Tanpınar, Octavio Paz’’; 2017.

3. Emgili, F. ‘‘Bosna-Hersek’ten Türkiye’ye Göç (1878-1934)’’; 2011.

12. Demir, Y. ‘‘Cemaatten Ulusa Boşnaklar’’; 2011.

4. PoyrazTacoğlu T, Arıkan G, Sağır A. ‘‘Boşnak Göçmenlerde Göç ve Kültürel Kimlik İlişkisi: Fevziye Köyü Örneği’’; 2012.

13. Şahin, İ. ‘‘Avusturya’nın Bosna-Hersek’i İşgalinden Sonra Anadolu’ya Yapılan Boşnak Göçleri’’; 2014.

5. Kırbaç, A. ‘‘Tarih ve Gelenek Bağlamında Türkiye’de Boşnaklar’’; 2012. 6. Bayraktar, Z. ‘‘Geleneğin Aktarımında ve Yaşatılmasında Göçmen Sivil Toplum Kuruluşlarının Rolü: İzmir Bosna Sancak Kültür ve Yardımlaşma Derneği Örneği’’; 2014. 7. Bayraktar, Z. ‘‘Boşnak Halk Kültüründe Evlilik Geçiş Merasimi: İzmir Çamdibi Örneği.’’ 8. TRT Avaz. ‘‘Türk Düğünleri’’; Boşnak Düğünü. 9. Özder, A. ‘‘Bosna-Hersek Cumhuriyetinde Coğrafyanın Halk Kültürüne Etkisi’’; 2013.

14. Taşbaş, E. ‘‘Bosna Muhacirlerinin Anadolu’da İskanları’’; 2017. 15. Karaarslan, F. ‘‘Entelektüel Üzerine Eleştirel Bir Çalışma: Aliya İzzetbegoviç Örneği’’; 2010.

22. Kufacı, O. ‘‘Adni Divanı ve Adni Divanında Benzetmeler’’; 2006.

24. TRT Avaz. ‘‘İstikamet Bosna-Hersek’’. 25. Toputut, A. Yazarla gerçekleştirilen röportaj. İstanbul, 13 Mayıs 2010. 26. Aldemir, T. Röportaj, İlahiyat Akademi Dergisi (Gaziantep Üniversitesi İlahiyat Fakültesi), Cilt 3, Sayı 4, 2016.

16. Hacımeyliç, K. ‘‘Aliya İzzetbegoviç’in Hayatı ve İslam Dünyasına Bakış’’; 2013. 17. İzzetbegoviç, A. ‘‘İslam Deklarasyonu’’; Fide Yayınları, Ekim 2017. 18. İzzetbegoviç, A. ‘‘Köle Olmayacağız’’; Fide Yayınları, Ekim 2017. 19. Karasu, M. ‘‘Bir Kentin Ölümü: Kentkırım (Bosna-Hersek Örneği)’’; 2008. 20. 20. Bozbeyik, B. ‘‘Meşhurların Son Anları’’; TÜRDAV yayın grubu, 2009.

GÖÇ HAREKETLERİ

53


SURİYE PENCERESİNDEN GÖÇ SURİYE’DEN GÖÇÜN NEDENLERİ 2011 yılından itibaren Suriye’den çeşitli ülkelere çok kısa sürede milyonlarca insanın yapmış olduğu göç, büyüklük ve zaman açısından tarihte eşine az rastlanılan göç dalgılarından birisidir. Esed rejiminin, muhaliflere yönelik acımasız saldırıları sonucu zorunlu bir göç dalgası meydana gelmiştir. Göçün nedenleri arasında:

SURİYE DOSYASI ÇALIŞMA GRUBU Emine Beyza Nur KAYNAR* 2 Awab ALNEAMY 1 Beyza BEKDİK 1 Busenur KELOĞLU 1 Mine BAŞ 1

1 2

Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi

* İletişim: beyzahp301@gmail.com

54 KONAK

Suriye halkının isteklerini karşılayacak herhangi bir siyasi çözüm ümidinin olmaması ve aşırı İslamcı örgütler tarafından gerçekleştirilen şiddet olaylarının artması. Bu gerginlikler sonucunda Suriye yaşanmaz hale gelmiş ve halk göç etmek zorunda kalmıştır.

Çoğu göçmenin ve ailelerinin ülkelerinde çıkan bu savaşa katılmayı reddetmeleri ve zorla askere alınmaktan korkmaları. Suriyeliler bu devrimin silahla gerçekleşmesini değil, halkın barışçıl bir şekilde iktidara ulaşmasını sağlamak istiyordu.

Ölümden kaçıp, ülkelerinde kaybettikleri veya çok azalan geçim ve eğitim imkanlarının daha iyisini aramaları.

2012 yılının ilk yarısından itibaren savaşın iyice alevlenmesi ve Suriye’nin kuzey bölgesine özellikle de İdlip’e bağlı Cisr eş-Şuğûr şehrine yönelik bombardımanların artması vardır.


SURİYELİ MÜLTECİLERİN GÖÇ ETTİKLERİ ÜLKELER VE KABUL ŞARTLARI Suriye’de iç savaşın başlamasıyla 13 milyon kişi evini terk etmiştir. 2,98 milyon kişi ulaşması zor ya da kuşatılmış yerlerde hayatını sürdürmektedir. 6,6 milyonu Suriye içinde farklı yerlere göç etmiştir. PEW araştırma şirketinin yayınladığı rakamlara göre, 3 milyon 400 bin kişi Türkiye’ye, 1 milyon kişi Lübnan’a, 660 bin kişi Ürdün’e, 250 bin kişi Irak’a, 150 binden fazla kişi Kuzey Afrika’ya, 530 bin kişi Almanya’ya, 110 bin kişi İsveç’e, 50 bin kişi Avusturya’ya, 100 bin kişi Kuzey Amerika’ya, 52 bin kişi Kanada’ya ve 21 bin kişi de Amerika’ya gitmiştir. Ayrıca Amerika’da 8 bin kişi geçici koruma statüsünde bulunmaktadır. Mısır’da UNHCR’nin yayınladığı rakamlara göre 117.000’den fazla Suriyeliye koruma ve yardım sağlamaktadır. 2015 ile 2016 yıllarında Avrupa’da sığınmaya başvuran hemen hemen tüm Suriyelilerin sığınma başvurular kabul edilmiştir. Avrupa’ya giden kişilerin ilk olarak gittikleri ülkelerde kayıtları alınmakta

ve kişiler iltica talebinde bulunmaktadır. Kayıt sırasında kişiye adı, geldiği ülke, doğum tarihi, dini, dili ve etnik kökeni sorulmaktadır. Daha sonra kişinin fotoğrafı çekilmekte ve parmak izi alınmaktadır. 14 yaşın altındaki çocukların parmak izleri alınmamaktadır. Kayıt olduktan sonra kişi bir varış belgesi almakta ve doğrudan varış merkezinde iltica başvurusunda bulunmaktadır. İltica başvurusu yapılırken kişiden nüfus cüzdanı, pasaport, vize, ehliyet, öğrenci belgesi, ikametgâh belgesi, ülkeden kaçış nedenleriyle ilgili fotoğraf, rapor gibi belgeler istenmektedir. Ayrıca ailesinin olup olmadığı ve nerede bulundukları, başvuru yaptığınız ülkeye nasıl geldiği, eğitim durumu gibi kişisel bilgiler sorulmaktadır. Burada kişiden tamamıyla dürüst olması istenmektedir. Başvurulan Avrupa ülkesi başvuruyu incelemeden önce başvurudan sorumlu olup olmadığını değerlendirmek için Dublin Sözleşmesine bakmaktadır. Dublin Sözleşmesi’ni Danimarka dışındaki AB ülkeleri, İngiltere ve İrlanda kabul etmişlerdir. Dublin Sözleşmesi’ne göre, iltica eden kişinin başvurusundan sadece bir ülke sorumludur. Bu

yüzden bir mültecinin ilk olarak parmak izinin alınıp kaydının yapıldığı ülke başvurusunu incelemekten sorumlu olan ülke olacaktır. Ama bunun bazı istisnai durumları vardır. Parmak izlerinin karşılaştırılması amacıyla ise Eurodac denen parmak izlerinin kaydedildiği veri tabanı oluşturulmuştur. Bunlara istisna kabul edilen durumlar: İltica talebinde bulunan kişinin reşit olmaması durumunda başvuruyu incelemekten sorumlu olan ülke, reşit olmayan bu kişinin ailesinin bulunduğu ülke olacaktır. Eğer bu kişinin ailesi bulunmuyorsa başvurusunu inceleyecek olan ülke başvuru yaptığı ülke olacaktır. İltica talebinde bulunan kişinin geçerli bir ikametgâh belgesinin veya vizesinin olması halinde başvuruyu inceleyecek olan ülke, bu ikametgâh belgesini veya vizeyi veren ülke olacaktır. Eğer kişinin birden fazla ikametgâh belgesi varsa en uzun süre ikametgâh hakkını vermiş olan ülke, geçerlilik sürelerinin aynı olması durumunda ise geçerlilik süresi en son biten ikametgah belgesini vermiş olan ülke sorumlu olan ülke olacaktır. Kişinin birden

GÖÇ HAREKETLERİ

55


fazla aynı türden vizesinin bulunması halinde ise geçerlilik süresi en son biten ülke sorumlu olan ülke olacaktır. Bir ailenin fertleri yakın zamanlı olarak farklı ülkelere iltica talebinde bulunduysa aile fertlerinden en çok sayıda kişinin başvurduğu ülke başvuruyu incelemekten sorumlu olan ülke olacaktır. Bunun mümkün olmaması halinde ise ailenin en yaşlı ferdinin başvurduğu ülke başvuruyu incelemekten sorumlu olan ülke olacaktır. İltica talebinde bulunduğunuz ülke Dublin Sözleşmesi’ne göre başvuruyu incelemekten sorumlu olmadığını tespit etmesi durumunda, başvurunuzu incelemekten sorumlu olan ülkeye, başvurunun yapıldığı tarihten itibaren 3 ay içerisinde sorumluluğunuzu üstlenmesini isteyecektir. Eğer başvuru yapılan ülke 3 ay içerisinde diğer ülkeden sorumluluğunuzun üstlenmesini istemezse, başvuruyu inceleyecek olan ülke başvurunun yapıldığı ülke olacaktır. Dublin Sözleşmesine bakılması sonucunda başvurunuzu incelemekten sorumlu olan ülkenin belirlenmesinden sonra, başvurunuzun incelenme süreci ülkelere göre değişebilmektedir. Genel olarak başvuru yapan kişiyle yüz yüze görüşmeler yapılarak daha ayrıntılı bilgiler edinildikten sonra başvuru talebi olumlu ya da olumsuz sonuçlandırılmaktadır. ULUSLARARASI ALANDA MÜLTECİ HAKLARI

56 KONAK

1951 Cenevre Sözleşmesi’ne göre mülteci; ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle, yararlanmak istemeyen yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen kişidir. 1951 Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi ve 1967 Protokolü, mültecilerin uluslararası düzeyde yasal haklara sahip olmasını sağlayan önemli tarihsel gelişmelerin sonucudur. Sözleşme; mülteci tanımını, mültecilerin hakları ve sorumluluklarını belirleyen en temel hukuki belgedir. Uluslararası alanda mültecilere tanınan hakların Cenevre Sözleşmesi’nde ne olduğuna geçmeden önce, bu sözleşmenin tarihini bakmak gerekir. Bu belge, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da savaş nedeniyle yerinden edilmiş insanların mağduriyeti karşılamak amacıyla oluşturulmuştur. Bu sebeple maddelerde sıklıkla II. Dünya Savaşından söz edilmekte ve Avrupa Vatandaşları için geçerli olduğu ifade edilmektedir. Ancak ilk kez mülteci tanımı bu sözleşmede yapıldığı için, ülkeler arasında mültecileri tanımlamaları farklı olsa da, uluslararası alanda Cenevre Sözleşmesi hala önemini korumaktadır.

Aralık 2017 verilerine göre dünyada toplamda 65,6 milyon insan evini terk etmek zorunda bırakılmıştır. Bu sayının yaklaşık 22,5 milyonu 18 yaşından küçüktür. Her bir dakikada ortalama 20 kişi, çatışma veya zulüm sebebiyle yerinden edilmektedir. Aynı zamanda, uyruk edinme talebi, çalışma ve hareket etme özgürlüğü reddedilmiş 10 milyon vatansız insan bulunmaktadır. Suriye’deki 7 yıllık iç savaşın sonucu, 13 milyon insan yerinden edilmiş olsa da bunların çok azı mülteci statüsündedir. Savaş sonrası ülkelerini terk eden 6,5 milyon insan mülteciliğini ispatlayana ve mülteci statüsüne erişine kadar geçici koruma kapsamındadır. Ülkelerin kişileri yukarıdaki mülteci tanımına uysa bile Cenevre’ye göre bazı durumlarda kabul etmeme durumları vardır; •

Barışa karşı suç, savaş suçu veya insanlığa karşı suç benzeri suçlar işlediğine,

Mülteci sıfatıyla kabul edildiği ülkeye sığınmadan önce, sığındığı ülkenin dışında ağır, siyasi olmayan suç işlediğine,

Birleşmiş Milletler'in amaç ve ilkelerine aykırı fiillerden suçlu olduğuna dair hakkında ciddi kanaat mevcut olması.

Mülteci statüsünü kazandıktan sonra da bazı hallerde mülteci statüsünden çıkarılabilmektedir; •

Vatandaşı olduğu ülkenin korumasından kendi isteği ile tekrar yararlanırsa,

Vatandaşlığını kaybettikten sonra kendi arzusu ile tekrar kazanırsa,

Yeni bir vatandaşlık kazanmışsa ve vatandaşlığını yeni kazandığı ülkenin himayesinden yararlanıyorsa,

Kendi arzusu ile terk ettiği veya zulüm korkusu ile dışında bulunduğu ülkeye kendi arzusu ile tekrar yerleşmek üzere dönmüşse,

Mülteci tanınmasını sağlayan koşullar ortadan kalktığı için vatandaşı olduğu ülkenin korumasından yararlanmaktan sakınmaya artık de-


vam edemezse, ( bu fıkra, vatandaşı olduğu, ülkenin himayesinden yararlanmayı reddetmek için önceden geçerli zulme ait haklı sebepler ileri sürebilen bir mülteciye tatbik olunmayacaktır) •

Tabiiyetsiz olup da, mülteci tanınmasına yol açan koşullar ortadan kalktığı için, normal ikametgahının bulunduğu ülkeye dönebilecek durumda ise, (ancak bu fıkra, normal ikametgahının bulunduğu ülkeye dönmeyi reddetmek için önceden maruz kaldığı zulme bağlı haklı sebepler ileri sürebilen bir mülteciye uygulanmayacaktır).

Mültecilerin korunması Devletler’in birincil sorumluluğudur. 1951 Sözleşmesi’ni imzalayan bütün ülkeler kendi sınırları içerisinde mültecileri korumak zorundadır. BMMYK (Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği) uluslararası koruma sağlarken ki asıl görevi, Devletler’in farkındalığını sağlamak, mültecileri ve sığınma arayışındaki kişileri korumak için kendi yükümlülükleri doğrultusunda hareket etmektir. Fakat BMMYK uluslar üstü bir kuruluş değildir ve hükümet sorumlulukları için vekil olarak kabul edilemez. Bu sebeple, BMMYK’nin işlevi, devletlere tamamlayıcı olmak şeklindedir ve bu bağlamda aşağıdaki görevleri yerine getirerek mültecilerin korunmasına katkıda bulunmaktır: •

Mülteci sözleşmeleri ve yasalarına erişimi kolaylaştırmak ve bunların etkin bir şekilde uygulanmasını teşvik etmek,

Mültecilere, uluslararası kabul görmüş hukuki standartlara uygun bir şekilde davranılmasını güvence altına almak,

Mültecilere sığınma hakkı verilmesini ve zorla hayatlarının ve özgürlüklerinin tehlikede olacağı ülkelere gönderilmemelerini güvence altına almak, 1951 Sözleşmesi’ndeki ve/veya diğer bölgesel belgelerde bulunan mülteci tanımına göre, bireylerin mülteci

olup olmadıklarını belirlemek için uygun prosedürler kullanılmasını teşvik etmek,

karar verince, söz konusu yardım kuruluşları yardım için bağımsız bir sistem geliştirmişlerdir.

Mültecilerin içinde bulunduğu zor durumlara kalıcı çözümler aramak.

STK’lar Lübnan’da hizmet sunumunda önemli bir rol oynamaktadırlar. Devlet, 1990’lardan bu yana; tarım, konut ve sanayi sektörlerinden çekilmiştir. Birkaç istisna dışında, hizmet sağlayıcılar büyük oranda özelleştirilmiş ve genelde sosyal kalkınma ile yerel ve uluslararası STK’lar meşgul olmaya başlamışlardır. Özellikle de savaş sonrasında (1990'larda ve 2006 Lübnan-İsrail savaşı sonrasında), STK’lar toplumların ihtiyaçlarını tedarik etmişlerdir. Fakat hem uluslararası hem yerel insani aktörler, belediyeleri büyük ölçüde devre dışı bırakmışlardır. O günkü koşullarda, yaşanan acil durum, temel yardımların hızlı bir şekilde ulaştırılmasını gerektirmiştir. Kanunlar, uzun ve karmaşık bir sürecin ardından, özel sektör ve belediyelerin hizmet tedariğinde ortaklık kurmasına olanak sağlamıştır.

SURİYELİLERİN GÖÇ ETTİĞİ ÜLKELER Lübnan Lübnan, (Türkiye ve Ürdün’ün aksine) resmi olarak kamplar kurmadığından ve kapsamlı bir ulusal politika geliştiremediğinden, ortaya çıkan yeni zorluklarla başa çıkma görevi tamamıyla belediyelere verilmiştir. Dünyada hiçbir ülke, Lübnan’daki kadar yüksek bir mülteci oranına sahip değildir. Lübnan, 60 yıl önce Filistinli mülteciler için yaptığı gibi, 2011’de Suriye’den kaçanlara da kapılarını açmıştır. İç politikadaki karışıklıklar ve bölgesel jeopolitik problemler sebebiyle, Lübnan Hükümeti, Suriyeli mülteciler için kapsamlı politikalar yahut kamplar oluşturamamıştır. Lübnan, 1951 Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin Uluslararası Sözleşmeyi imzalamamıştır. Yalnızca “Suriye’de yerinden edilmiş kişiler” i tanımaktadır. Suriye - Lübnan sınırı, Ocak 2015’ten bu yana kapalı tutulmakta, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR) yeni mülteci almasına izin verilmemektedir. Bölgesel Müdahale Planı kapsamında 2014-2015 dönemi için Lübnan’a ayrılan 3.33 milyar Doların yalnızca %1.24’ü doğrudan Lübnanlı yetkililere gönderilmiştir. Lübnan İç Savaşı’nın bitiminden bu yana Lübnan hizmet tedariğini büyük ölçüde özelleştirmiştir. Bugün, özel aktörler ve yerel birlikler toplumun konut, eğitim, su ve elektrik gibi temel hizmetlere erişim gibi ihtiyaçlarının çoğunu temin etmektedir. Bu bağlamda, Birleşmiş Milletler kurumları ve uluslararası STK’lar, Suriye krizine ulusal kurumlarla irtibat kurmadan müdahalede bulunmuşlardır. Lübnan kısa süre önce insani müdahale konusunda devreye girmeye ve kontrolü ele almaya

Ulusal yetkililer, mültecilerin Lübnan’a kalıcı olarak yerleşmelerinden endişe duyup, yaşanan durumu uzun vadeli bir çözüm olmaksızın ele almışlardır. Ekim 2014’te Hükümet, Lübnan’daki mevcut Suriyeli sayısını azaltmak için çalışmalar yaptığını duyurmuştur. Mültecilerin yerleşimleri veya yasal statüsü hakkında bakanların yaptığı kafa karıştırıcı ve çelişkili açıklamalar, “politikasızlık” politikasının bir parçasıdır. Lübnanlı yetkililer sadece uluslararası fonun Lübnan’a akışını korumaya odaklanıp, yerel otoritelere finansal kaynak veya lojistik rehberlik sağlamaktadırlar. Aşağıdaki maddeler bu “politikasızlık” politikasını açıklamaktadır: •

Merkezi otoritelerin harcamaları

Belediyelere dağıtılan yetki

Suriyeli mültecilerin yasal statüsünün tanımlanmasındaki belirsizlik

Lübnan'ın uygulamakta olduğu "politikasızlık" politikası, Suriyeli mültecilerin yasal statülerinin belirlenmesini de etkilemektedir. Lübnan, 1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Sözleşme'yi ve 1967 tarihli Protokol'ü imzalamamıştır. Dolayısıyla, 2011 yılında Suriye'den

GÖÇ HAREKETLERİ

57


meyecekleri uyarısında bulunmuştur. Bütçenin yüzde 25'i mültecilere ayrılmıştır. Amman yönetimi, ülkede 635 bin Suriyeli dışında, aralarında 2011'de çatışmaların başlamasından önce ülkeye gelen Suriyelilerin de yer aldığı 1 milyon Suriyelinin daha bulunduğunu söylemiştir. Kral Abdullah BBC röportajında mülteci akışı nedeniyle büyük zorluk çektiklerini, ülke bütçesinin yaklaşık yüzde 25'inin mültecilere yardıma ayrıldığını, kamu hizmetlerinin zor bir durumda olduğunu ve birçok kişinin iş bulmakta zorlandığı belirtilmiştir. Mısır kaçanlar, Lübnan kanunlarına göre mülteci olarak kabul edilmemektedir. Suriyeli otoriteler, "mülteci" yerine "Suriye'de yerinden edilmiş kişiler", "UNHCR tarafından kayıt altına alınan kişiler" gibi ifadeler kullanmakta, Ekim 2014'ten bu yana ise muğlak bir ifade olan "fiili mülteciler" tercih edilmektedir. Krizin ilk yıllarında, Lübnan'a giriş yapan Suriyelilere otomatik olarak 6 aylık bir oturma izni sağlanmakta, Suriyeliler bu izni her yıl 200 Dolar karşılığında yenilemekle yükümlüydüler. Fakat, o günden şimdiye koşullar ağırlaşmıştır. Aralık 2014'te tarihinde ilk kez Lübnan, sınırlarını Suriyelilere kapatmış ve mülteci akını durmuştur. Suriyelilerin giriş yapabilmek için artık vize başvurusu yapması gerekmekte, UNHCR'in ise artık yeni mültecileri kayıt altına alma yetkisi bulunmamaktadır. 2015 yılı, Suriyeliler için daha sıkılaşmış bir giriş ve ikamet koşullarının başlangıç yılıdır; kendilerine iki haftadan bir aya kadar oturma izni sağlayan yedi vize çeşidinden biri için başvuru yapmaları gerekmektedir. Ülkede bulunan Suriyeliler için ise, oturma izinlerini yenileme süreci değişmiştir. Artık birçok resmi evrak teslim etmeleri gerekmektedir. UNHCR tarafından kayıt altına alınmışlarsa, ikametgâh belgesi de sunmaları beklenmiştir. Eğer kayıtlı değiller ise, resmi bir "çalışmama taahhütü" sunmaları ve yine belirlenen kriterlere

58 KONAK

uyan Lübnanlı bir kefil bulmaları gerekmiştir. Lübnan'da giderek artan sayıda yasadışı olarak var olan bir Suriyeli nüfus vardır. Mülteciler, tutuklama, taciz, gözaltı koşullarına maruz kalmış, hatta bazen zorla ülkeyi terk ettirilmiştir. 2011 yılından beri Suriye İç Savaşı'ndan kaçanların arasında Suriye'deki Filistinli mülteciler de bulunmuştur (PRS). Filistinli mültecilerle, BM Filistinli Mültecilere Yardım Ajansı (UNRWA) ilgilenmiştir. Bu mülteci grubu da 1948'den sonra Lübnan'a yerleşen anne babaları ve büyükbaba büyükanneleri gibi oraya yerleşip 270,000 nüfuslu Filistinli mülteci grubunun parçası haline gelmişlerdir. Lübnan'daki Filistinliler çok kısıtlı bir yasal statüye sahiptirler. Pek çok mesleği yapmaları yasak, kentlerde Lübnan askerleriyle çevrili kamplarına hapsolmuş durumda ve kısıtlı hareket etme koşulları altında yaşamışlardır. Oraya varışlarından altmış yıl sonra, Filistinliler, ancak yasal statüsü çok kısıtlı haklara sahip yabancıların yasal statülerine sahip olabilmişlerdir. Ürdün Ürdün'de 635.000'den fazla yerinden edilmiş Suriyeli erkek, kadın ve çocuk vardır. Bunların yaklaşık yüzde 80'i kamp dışında yaşamaktadır. Ürdün Kralı Abdullah, ülkesinin Suriyeli mülteci kabul kapasitesinin doyum noktasına ulaştığını belirtmiştir ve kendilerine yardım edilmemesi durumunda daha fazla mülteci kabul ede-

Ordunun Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'yi devirmesi ile Mısır'daki tüm Suriyelilerin hayatı aniden değişmiştir. Bölgedeki STK çalışanları, bölgede insanların davranışlarının tamamen tersine döndüğünü ifade etmiştir. 1958'den 1961'e kadar Suriye ve Mısır, Birleşik Arap Cumhuriyeti olarak bilinen tek bir ülkeydi. Her ne kadar birlik kısa sürse ve sonunda başarısız olsa da, hem Suriyeliler hem de Mısırlılar bu duruma ithafen aralarında tarihi bir ilişki olduğuna işaret etmektedir. Suriyeli mülteciler iki sene önce ülkeye gelmeye başladıklarında; Mısırlılar evlerinde ağırlanmış, boş daireler verilmiş, nakit yardımı yapılmış ve Mısırlılar her şeylerini paylaşmışlardır. Şimdi ise durum tam tersine dönmüştür. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) Ofisi ile ortaklık içinde çalışan ve Damietta'daki Suriyelilere yardım eden Resala örgütü yönetim kurulu başkanı Nesrin Farkusa'ya göre çoğu Suriyeli mülteci, işten çıkarılmıştır. Filistinliler ve diğer yabancıların yanı sıra Suriyeliler de Mursi'nin devrilmesi ve Müslüman Kardeşler'e yapılan baskılar sonrasında yabancı düşmanlığı ve öldürücü Mısır milliyetçiliğine hedef olmuşlardır. Düşman ve istikrarsız bir ortamdan kaçan bu insanlar şimdi kendilerini bir başka düşman ve istikrarsız ortamda bulmuşlardır. Yerli halktan gelen saldırılar ve artan bürokratik engellerle devlet tarafından verilen sıkıntılar arasında


çoğu Suriyeli, Mısır'dan ayrılma yolunu seçmiş, çok daha fazlası da bunları takip etmiştir. 30 Haziran'dan önce Suriyelilere yardımların çoğu İslami hayır kuruluşlarından ve İslami cemaatlerle bağlantılı fertlerden gelmiştir. 15 Haziran'da Mursi, hükümetinin "Suriye halkının kurtarılmasına" olan taahhüdünü vermiştir ancak 18 gün sonra görevden alındığı için uygulayamamıştır. 30 Haziran'dan bu yana Mısır medyası, Müslüman Kardeşler'le birlikte çalıştıkları ve devrik cumhurbaşkanı Mursi'ye destek mahiyetinde oturma eylemi yaptıkları suçlamasıyla Suriyelileri hedef haline getirmiştir. Oturma eylemi sebebiyle tutuklanan Suriyeli ya da Filistinli olmamıştır. Kahire dışında bir yer, "Küçük Şam" olarak adlandırılmaktadır. Mısır'daki tahmini 300.000 Suriyeliden 33.000'i orada yaşamaktadır. Bu yerin merkezinde, yedi katlı iki binanın arasında tamamen Suriye restoranlarıyla dolu bir alan bulunmaktadır. Yeni Mısır hükümeti, Suriyelileri Mısır'da kalmaktan vazgeçirmek için kurallar koymaktadır. 30 Haziran'dan önce Suriyeliler vizesiz olarak Mısır'a girebilmiştir. Ama hükümet, 8 Temmuz'da politikasını değiştirmiştir. Artık Suriyeliler, gelmelerinden önce geçmişleriyle ilgili olarak bir ayı bulabilecek güvenlik kontrolleriyle birlikte vize almak zorundalardır. Suriyeli mültecileri kaydeden ve onlara hizmet sunan UNHCR, 8 Temmuz'dan beri Suriyelilerden ofislerine yeni gelişler olmadığını bildirmektedir.

içinde yerlerinden edilmiş durumdadır. Suriyelilerin vizesiz uçabileceği sayılı ülkelerden biri olan Sudan, aynı zamanda büyük bir Suriyeli mülteci nüfusa da ev sahipliği yapmaktadır. 2011 ve 2016 arasında en az 100.000 Suriyeli Sudan'a gelmiştir. Vizesiz politikayla BMMYK'ya kayıtlı Suriyeliler, eğitim ve sağlık hizmetleri de dahil olmak üzere aynı hak ve hizmetlere sahip olmuştur. Sudan'daki Suriyeli mültecilerin çoğunluğu, genel olarak hoş karşılanabilecekleri bölge olarak Hartum'a yerleştirilmiştir. Başkentte iyi kurulmuş ve önceden var olan bir Suriyeli topluluğun varlığı, gelenlerin entegrasyonunu kolaylaştırmaya yardımcı olmuştur. Brezilya Eylül 2013'te Brezilya Ulusal Mülteciler Komitesi (CONARE), Suriyeli ve Suriye krizinden etkilenen diğer uyrukların Brezilya'da sığınma talep etmek için insani vizelere başvurabileceğini açıklanmıştır. 2015 yılında Brezilya hükümeti ve BMMYK arasındaki ortaklık güçlendirildi ve Brezilya bu konuda Suriyelilere yönelik insani vizelerin daha verimli ve güvenli hale getirilmesini taahhüt etmiştir. 2016 yılının sonuna kadar 8,450 kişiye vize verilmiştir. Malezya Ekim 2015'in başlarında Malezya Başbakanı BM Genel Kuruluna üç yıl boyunca Malezya'nın 3000 Suriyeli mülteciyi ala-

cağını duyurmuştur. Nisan 2017'den itibaren 1966’ı Suriyeli mülteci, Malezya’da BMMYK’ya kayıtlı olarak kalmaya devam etmiştir. Malezya; 1951 Mülteci Sözleşmesi'nin imzacılarından biri olmadığından ve turist olarak gelen Suriyeliler BMMYK'ya kayıtlı olmak zorunda olmamışlardır. GÖÇ ESNASINDA KULLANILAN YOLLAR Deniz yoluyla Avrupa'ya gelen mülteci ve göçmen sayısı 2015'ten 2016’ya kadar önemli ölçüde azalmıştır. 2017’de de düşüş devam etmiştir. 2016 Mart’tan itibaren gerçekleşen bu düşüşün nedeni, doğu akdeniz yolunun kullanıma kapatılmasıydı. Mültecilerin çoğu Avrupa’ya girişte üç temel yolu kullanmışlardır: Doğu Akdeniz Yolu (Türkiye’den Yunanistan ve Bulgaristana), Orta Akdeniz Yolu (Kuzey Afrika’dan İtalya) ve Batı Akdeniz (Kuzey Afrika’dan İspanya). 18 Mart 2016’da Türkiye ile AB arasında yapılan anlaşma gereğince Doğu Akdeniz yolu geçişe kapatıldığı için Orta Akdeniz yolu yeni anayol haline geldi. Buna rağmen İtalya’ya deniz yolu ile varan göçmen ve mültecilerin milletlerinde büyük oranda değişiklik olmadı. İtalya’ya gelen göçmenlerin sadece %23’ü en çok mülteci üreten on ülkeden (Suriye, Afganistan, Somali, Sudan, South Sudan, Kongo, Orta Afrika, Irak, Erteria, Pakistan) gerçekleşmiştir. %77’lik dilimin içinde ise mülteci, insan ticareti mağdurları ve refakatsiz ço-

Mısır ayrıca yaz başında Suriyeli çocukların artık Mısırlı çocuklarla aynı şartlarda okula gidemeyeceklerini duyurmuştur. Eğitim Bakanlığı okulların başlamasından kısa bir süre önce bu kararı değiştirse de çoğu aile zaten ülkeyi terk etmiştir. Sudan Ülke şu anda Güney Sudan, Eritre, Etiyopya, Çad ve Orta Afrika Cumhuriyeti’nden olmak üzere, yarım milyondan fazla mülteciye ev sahipliği yapmaktadır ve ülkede yaklaşık 2,3 milyon kişi, ülke

GÖÇ HAREKETLERİ

59


cuklar bulunuyordu. Yunanistan’a varanların ise %87’si en çok mülteci üreten on ülkendendi. 2016’da toplam 362.376 kişi deniz yoluyla Akdeniz’e geçti; bunların 173,450’si Yunanistan’a, 181,436’sı İtalya’ya ve 7.490’ı İspanya’yaydı. Bu rakam 2015’e göre %64 azaldı. ( 2015’tebu rakam 1.015.078) 2017’de 171.635 göçmen ve mülteci Avrupa’ya deniz yoluyla ulaşmıştır. Onların %70’i Orta Akdeniz yoluyla geçmişti. Kalanları ise Yunanistan ve İspanya’ya geçmiştir. 2017 rakamları 2016’ya göre %53 azalmıştır. 2016, 2017(3.139) ve 2015(3.771) yılı ile karşılaştırıldığında deniz yolunu kullanan göçmenler için 5.096 ölenle en ölümcül yıl olmuştur. Doğu Akdeniz Yolu 2016 yılında, 2015’e kıyasla Türkiye’den Avrupa Birliği’ne deniz yolu ile geçen göçmen sayısı 173.450 ile büyük ölçüde azalmıştır. Kara yolu ile Yunanistan’a geçen göçmen sayısı ise 3.282’dir. 2017’de ise Yunanistan’a varan toplam mülteci sayısı 30.000’e dahi ulaşmamıştır. 2016 Mart’tan sonra, Türkiye’den Yunanistan’a varan göçmen sayısı dramatik bir şekilde düşmüştür, Ekim 2015’e göre Ekim 2016’daki mülteci sayısı %99 azal-

mıştır. 2016’nın ilk üç ayında geçiş yapan mültecilerin %60’ını kadın ve çocuklar oluştururken, anlaşmayı takiben kadın ve çocuk oranı %46’ya düşmüştür. Ege Denizi’nden gerçekleşen geçişlerde 2015’te ölüm oranları 1072 kişide 1 iken, bu oran 2016’da 393 kişiden 1 kişiye yükselmiştir. 2016’da ölenlerin çoğunluğu hava şartları yüzünden vefat etmiştir. Yunanistan'dan en yaygın olarak kullanılan yol, genel olarak eski Yugoslav Makedonya Cumhuriyeti aracılığıyla Sırbistan'a olan yoldur. Fakat ülkeler sınır kontrollerini sıkılaştırdıkça yollar giderek çeşitlenmiştir. Temmuz ayında Macaristan’da yeni bir sınır sisteminin uygulamaya konulmuş, sınırın 8 km yakınında tutuklananlar sınırın diğer tarafına dönmek benzeri hükümler yer almıştır. Sırbistan'dan Macaristan'a giriş, haftada 100 kişiye kadar sığınma talebinde bulunulan ve bazılarının giriş hakkı elde etmek için altı buçuk ay bekledikleri bildirilen “transit bölge” ile sınırlandırılmıştır. Orta Akdeniz Yolu Nisan ayından itibaren Orta Akdeniz, mülteciler ve göçmenler için Avrupa'ya ana giriş noktası olmuştur. 2016 Eylülüne kadar her ay gelenlerin sayısı genel olarak 2015’te gelenlerle benzer olmuştur. İtalya’da yapılan araştırmalara göre 2016’nın

KAYNAKÇA 1. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Türkiye Temsilciliği. ‘‘Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Sözleşme’’ 2. Uluslararası Af Örgütü. ‘‘Uluslararası Af Örgütü Bilgilendirme Raporu’’, 2013. 3. UNHCR. ‘‘Desperate Journeys’’; 2017

60 KONAK

4. UNHCR, ‘‘Refugees & Migrants Sea Arrivals In Europe’’; 2016. 5. NECCAR, M. Ş. M. ‘‘Suriye’den Türkiye’ye Göç: Nedenler, Sonuçlar ve Umutlar’’. 6. http://www.bamf.de/EN/Startseite/ startseite-node.html 7. https://www.unhcr.org/germany.html

ekim ayında gelenlerin rekor sayıya ulaşmıştır ve 2015'te 153.000'e ulaşan sayı 170.000'e yükselmiştir. 2016 yılında ise İtalya'ya ulaşan 181.436 mülteci ve göçmenin %90'ı Libya'dan gelmiştir. Orta Akdeniz'deki mülteci ve göçmenlerin Avrupa'ya ulaşmaya çalıştıkları sırada ölüm sayıları 2015 yılı genelinde 2.913 iken, 2016 yılında 4,578 ölüm ile en yüksek seviyeye çıkmıştır. 2016 yılında Orta Akdeniz'i geçmeye çalışırken ölen mülteci ve göçmenlerin oranı, her 40 da 1 olmuştur. Bu oran, 2015 yılında kaydedilen 53'te 1 ölümden daha yüksektir. Batı Akdeniz Yolu 2016’da mülteciler ve göçmenler tarafından yaygın olarak kullanılan üçüncü bir yoldur. Batı Akdeniz yolu olarak bilinen yol, Kuzey Afrika’dan İspanya’yadır. İspanya üzerinden Avrupa'ya giren mülteci ve göçmen sayısı 2015'te 16.263 iken, 2016'da 13% düşerek 14.094'e gerilemiş, 2017'de tekrar 21.666'ya yükselmiştir. 2016 yılında İspanya'ya en başta gelen uyruklar Gine’liler (%19), Cezayirliler (%17), Suriyeliler (%14) ve Fildişililer (%14) idi. 2015 yılında 59 kişi ölmüş ya da kayıp olarak bildirilmiştir, 2016 da 77 kişi denizde hayatını kaybetmiş ve daha sonra 2017 yılında sayı 223'e yükselmiştir.


GÖÇ HAREKETLERİ

61


MYANMAR-BANGLADEŞ MÜLTECİ KAMPLARINDA SAĞLIK Genel Bilgiler

MÜLTECİ KAMPLARINDA SAĞLIK ÇALIŞMA GRUBU Arif DOĞAN* Fulya İrem TAŞAN 1 Nil İrem ALAKUŞ 1 1

1

Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi

* İletişim: mariff.dogan@gmail.com

62 KONAK

Burma (Myanmar) devletini oluşturan etnik gruplardan biri olan Arakanlılar; uzun yıllardır Burma’nın batı kıyısında yer alan Rakhine eyaletinde yaşamaktadır (1962 yılında yapılan darbe sonrası ismi değişerek Myanmar olmuştur ancak BM darbe yönetimini tanımadığını göstermek için ülkenin ismini hala Burma olarak kabul etmektedir). Bu eyaletin kuzeyinde Chin eyaleti, doğusunda Magway ve Bago gölgeleri, güneyinde Ayeyarwady bölgesi, batısında Bengal Körfezi ve kuzeybatısında Bangladeş’in Chittagong şehri bulunmaktadır. 2. Dünya savaşına kadar kardeş geçinen Rakhine topluluğu ve Arakanlılar, savaşta karşı cephelerde yer almalarından sonra hep çatışma içinde kalmışlardır. Burma hükümeti o zamandan bu yana Arakanlı Müslümanlara her türlü işkenceyi yapmış, onları göçe zorlamıştır. Akşam saatlerinde sokağa çıkma yasakları, evlenme işlemlerinde çıkarılan zorluklar, çocuk sayısına getirilen kısıtlama, yaşadıkları bölgeden dışarı seyahat engeli, vatandaşlıktan red, sürekli yapılan katliamlar yapılan zulümlerden birkaçıdır. Bu şartlar altında topraklarında yaşama şansı kalmayan Arakanlı Müslümanlar yıllardır komşu ülkelere göç etmeye çalışmaktadır. Rakhine Eyaletine en yakın ülke olan Bangladeş, göç dalgasının en yoğun olduğu yerdir. Kara yoluyla bu ülkeye geçmesi sınır kontrolleri yüzünden mümkün olmayan Arakanlılar genelde Bengal Körfezinden Naf Nehrine geçiş yaparak Bangladeş’e kaçak yollarla girmeye çalışmakta ve birçok göçmen bu sularda hayatını kaybetmekedir.


Sıkıntılar bu suları geçmeyi başaran mülteciler için de bitmez. Çünkü Bangladeş 1951 Cenevre Sözleşmesine (1951 yılında BM öncülüğünde dünyadaki mültecileri korumak için bir anlaşma hazırlanmış ve 145 ülke bu anlaşmayı imzalamıştır) taraf değildir ve anayasasında mülteci kavramı yer almamaktadır. Devletin mülteci politikasına resmi bir standart konulmaması insani yardımlarda sıkıntılar çıkarabilmektedir. Günümüzde 1,000,000 kadar Arakanlı mülteci Cox’s Bazaar’da kurulmuş olan 50’ye yakın kampta yaşamaktadır. Bu kamplarda yaşayan mültecilerin ihtiyaçları çoğunlukla yerel ve uluslararası organizasyonlar tarafından karşılanmaktadır. GÖÇ TARİHİ Myanmar çok uluslu bir toplumdur. Bu uluslardan olan 2 kardeş grup, Rohingya ve Rakhineler, 2. Dünya savaşına kadar barış içinde yaşamıştır. 2. Dünya savaşında Müslüman Arakanlılar İngilizlerin desteğini alarak, Budist Rakhineler ise Japonların desteğini alarak savaşa girmiştir. Japonya ve İngiltere barış anlaşması imzaladığında birbirine düşman olan eski kardeş iki toplum, barış bir yana çatışmaları şiddetlendirerek sürdürmüştür. İlk katliam 28 Mart 1942’de gerçekleşmiştir. Rakhinelerin yaklaşık 40 gün süren saldırılarında Arakanlıların yerleşim yerleri hedef alınmış ve 150.000 Arakanlı katledilmiştir. Bu olay sonrasında Myanmar’dan Bangladeş’e ilk göçler başlamış, eskiden kardeş olan Rakhineliler ve Arakanlılar bir arada yaşayamaz hale gelmiştir.

deki ormanlara çekilmiştir. Burma hükümeti, bu bölgede huzursuzluğun devam etmemesi için 1951-1954 yılları arasında operasyonları devam ettirmiştir. 1954 yılında yapılan “Muson Operasyonu” ile Müslüman liderlerin çoğu ya yakalanmış ya da öldürülmüştür. Aynı sene binlerce Müslüman, mücahit gruplara yardım ettiği gerekçesiyle ülkeden sürülmüştür. Diğer yandan, Pakistan ve Burma arasındaki görüşmelerden sonra Doğu Pakistan sınırındaki isyancıların yakalanıp Burma hükümetine teslim edileceğine dair anlaşma imzalanmış, Pakistan hükümetinden de umudunu kesen Müslümanların mücadeleyi başarıya ulaştırma ihtimali kalmamıştır. Bununla birlikte 1959 yılında Müslümanların yaşadığı bölgelere gelen başbakanın eşit haklar vadetmesi mücahitlerin çoğunun 1961 yılına kadar teslim olmasını sağlamıştır. 1961-1962 arasında Arakanlılar mecliste temsil bile edilmiştir. 1962 yılında yapılan darbeyle Burma’nın ismi Myanmar olarak değiştirilmiştir. Darbeyle yönetime gelen cunta, bütün özel işletmeleri ve bankaları devletleştirmiş, çok önemli işletmelere sahip olan Arakanlılar iktisadi güçlerini kaybetmiştir. Darbeden 1978 yılına kadar uygulanan “Göçmen Soruşturma Operasyonu” Arakanlıları Bangladeş’e göçe zorlamış, Arakanlıların bulunduğu bölgelere Burmalılar ve Rakhineler yerleştirilerek asimilasyon çalışması yapılmıştır. Göçü hızlandırmak maksadıyla 1978 yı-

lında “Kral Dragon Operasyonu” başlatılmıştır. Yıllardır devam eden şiddet iyice artmış ve yüzlerce insan Nagamin Timi tarafından işkence edilerek öldürülmüştür. Bunun üzerine 300.000 i aşkın Arakanlı Bangladeş’e göç etmiştir. Saldırılar sonucunda kendine yönelen göç dalgası yüzünden Bangladeş BM’den yardım talep etmiş ve olaylar ilk defa uluslararası bir boyut kazanmıştır. 1979’da devam eden baskılar yüzünden yılın sonlarına doğru 180.000 Arakanlı daha göç etmek zorunda kalmıştır. 1982 yılında Yeni Vatandaşlık Yasası çıkarılmış ve Arakanlılara üzerinde “yabancılara aittir” yazan beyaz kimlik kartları dağıtılmıştır. 1991-92 yılları arasında, Myanmar’da rejimin başlattığı “Pyi Tbaya Operasyonları”, yeni bir göç dalgasının doğmasına neden olmuştur. Bu göç dalgası ile 250,000 Arakanlı daha Bangladeş’e yasa dışı yollarla geçmek zorunda kalmıştır. Bangladeş karşı karşıya kaldığı bu büyük mülteci dalgaları nedeniyle ekonomik, siyasi ve sosyal pek çok problemle yüz yüze gelmiş ve mülteci sorununun güvenli bir hale getirilmesi için girişimlerde bulunmuştur. Myanmar ve Bangladeş hükümetleri, BM arabuluculuğunda başlayan görüşmelerde mülteci sorununa çözüm bulmaya çalışmışlardır. İki ülke arasında 1992’de imzalanan anlaşma ile mültecilerin güvenli bir şekilde ülkelerine iade edilmesi kararlaştırılmıştır. 2003 yılına kadar 20 mülteci kampından 18’i kapatılmıştır. 2003-05 arasında kalan 2 kamptaki 250.000 mül-

1946’da Arakanlı Müslümanlar Pakistan lideri Muhammed Ali Cinnah’tan bölgelerinin Pakistan’a bağlanması için yardım istemiştir. İki ay sonra Kuzey Arakan Müslüman Birliği kurulmuş ve Burma hükümetinden bağımsız bir yönetim talep edilmiştir. Burma yönetiminin bu isteği reddetmesi üzerine Arakanlı Müslümanlar Burma Devletine savaş ilan etmiştir. Ancak Burma ordusu bölgeye yeni askeri birlikler sevk etmiş ve Müslümanların ayaklanması bastırılmıştır. Bunun üzerine Mücahidler, Arakan’nın kuzeyin-

GÖÇ HAREKETLERİ

63


teci zorla geri gönderilmiştir. 22.000 mülteci BM gözetiminde 2 kampta kalmaya devam etmiştir. 2012’de 3 Müslüman erkeğin 1 Budist kadına tecavüz ettiğini öne süren Budistler, “Rakhine İsyanı” olarak bilinen bir isyan başlatmış; Müslümanların yaşadığı şehirler yağmalanmış ve çok sayıda insan öldürülmüştür. Bunun üzerine 90.000 Arakanlı bölgeden göç etmiştir. 2015 yılında da binlerce insan kaçak yollarla Malezya, Endonezya ve Tayland gibi ülkelere kaçmış ve bu durum göçmen krizine yol açmıştır. 9 Ekim 2016’da 400 Arakanlı militan bıçak ve sapanlarla 3 sınır polis noktasına saldırmış ve 9 polisi öldürmüştür. Ayrıca 10-12 Ekim arasında 4 Myanmar askeri öldürülmüştür. Saldırılar üzerine 10 Ekim 2016’dan itibaren Arakanlılara insani yardım geçişine engel konulmuştur. 12 Kasım 2016’da yine Arakanlı militanların 60 silahlı üyesinin saldırısında bir albay öldürülmüş ve beraberindeki diğer askerler yaralanmıştır. Bu olaydan sonra güvenlik güçleri Arakanlıların kullandığı

64 KONAK

1500 binayı yıkmış, helikopterler Arakan köylerine gelişigüzel ateş açmıştır.

nusunda anlaşmış fakat bu süre zarfında hiçbir geri dönüş hareketi yapılmamıştır.

Olaylar sonucunda 100’den fazla Arakanlı öldürülmüş ve 90.000 Arakanlı da Bangladeş’e kaçmıştır. 25 Ağustos 2017’de ARSA (Arakan Rohingya Salvation Army-Arakan Rohingya Kurtuluş Ordusu) Bangladeş-Myanmar sınırında bulunan 30 güvenlik noktasına saldırmıştır. Bir düzineden fazla polis memuru ve bir Tatmadaw askeri öldürülmüş ve bu olaylar sonucunda ARSA terör örgütü ilan edilmiştir. 70 tabur Tatmadaw askeri (30,00035,000 asker) Rakhine eyaletine konuşlandırılmıştır. 620,000 den fazla Arakanlı Bangladeş’e kaçmış ve Cox’s Bazaar mülteci kamplarında barınaklarda yaşamaya başlamıştır.

2018 başında, 2017 Ağustosundan beri yakılan binaların yıkımına başlanmıştır. Hükümet buraları yeniden inşa edeceğini ve Arakanlıları Bangladeş’ten tekrar alarak buralara yerleştireceğini söylemiştir. Ama değişimin hızı ve ölçeğiyle birlikte değişim yapılan alanlara ulaşımın kısıtlandırılması kafalarda soru işareti oluşturmuştur.

2017’de bebekler ve çocuklarla birlikte en az 1000 Arakanlı öldürülmüştür. Düzinelerce Arakanlı da ülkeden kaçmaya çalışırken kullandıkları aşırı yüklü botların alabora olmasıyla boğularak hayatını kaybetmiştir. 2017 Kasım ayında Bangladeş ve Myanmar hükümetleri 2018 Ocak ayına kadar geri dönüşü başlatmak ko-

Uluslararası Af Örgütü Arakanlı Müslümanların nesiller boyu yaşadığı ve çiftçilik yaptığı arazilere daha fazla güvenlik gücü ve daha fazla Arakanlı olmayan köylü yerleştirilecek olmasından derin endişe duyduğunu açıklamıştır. Bu yıkım sürecinde de geride kalan Arakanlıların evlerine kanunen el konulmuş ve evleri yıkılarak yerlerine güvenlik noktaları inşa edilmiştir. 2018 ortalarında geri dönüş çalışmaları başlatılmış fakat yine başarılı olmamıştır. 2019 başlarında da şiddet olayları devam etmiştir.


2012 temmuzunun sonlarına doğru Bangladeş hükümeti, mültecilerin kaldığı bölgelerdeki yardım kuruluşlarının Myanmar’daki insanları bu topraklara çektiğini ve daha fazla mülteciyi almak istemediğini belirterek içinde Sınır Tanımayan Doktorların da bulunduğu 3 organizasyonun (Action Contre La Faim, Muslim Aid) faaliyetlerine engel koymuştur. ULUSLARARASI TEMEL HAKLAR VE GÖÇ POLİTİKALARI Bangladeş, 1951 Cenevre sözleşmesi ve 1967 protokolüne taraf değildir. Ayrıca anayasasında mültecilerle ilgili herhangi bir kavram yoktur. 1972 anayasasının sahip olduğu 2 madde, Bangladeş hükümetinin mültecilere karşı davranışına standart getirebilecek tek hukuki dayanaktır. Bu maddelere göre “Irkçılığa karşı adil bir mücadele yürütmek için dünyadaki ezilen halklara destek vermek” ve “yasaya uygun durumlar dışında hiçbir kimsenin yaşamına, özgürlüğüne, bedenine, itibarına veya mülküne zarar verecek hiçbir işlem yapmamak” hükümetin görevleri arasındadır. 2004 Doğum Kayıt Yasası, 1920 Pasaport Yasası, 1946 Yabancı Yasası ve 1952 Giriş Yasası mültecileri de içine alarak ülkedeki bütün yabancılara uygulanır. Herhangi bir yasa bulunmamasına rağmen Bangladeş hükümeti kendi inisiyatifiyle 1991 yılında ülkeye gelen Arakanlıları mülteci olarak tanımış ve BMMYK ile birlikte onlara insani yardım yapmıştır.

terek içinde Sınır Tanımayan Doktorların da bulunduğu 3 organizasyonun (Action Contre La Faim- Açlığa Karşı Eylem, Muslim Aid) faaliyetlerine engel koymuştur. Bu durum İnsan Hakları İzleme Örgütü tarafından kınanmıştır. Ayrıca Bangladeş hükümeti Haziran-Temmuz 2012 arasında ülkeye giriş yapmak isteyen 1300 mültecinin tekrar denize itildiğini itiraf etmiş, İnsan Hakları İzleme Örgütü sayının açıklandığından daha çok olduğunu söylemiştir. Bu tür problemlerin önüne geçmek ve insani yardımda sürekliliği sağlamak maksadıyla BMMYK Bangladeş hükümetiyle devamlı müzakerelerde bulunmakta ve lobi faaliyetleri yürütmektedir. Kamplardaki sağlık problemleri, eğitim, barınma vb konularda BMMYK ve Bangladeş hükümeti şartları uluslararası standartlara çıkarmak için birçok sözleşme imzalamıştır ancak bunların da hukuki gücü bulunmamaktadır.

Bangladeş’te mültecilere çalışma izni verilmemekte ve mülteciler de yasa dışı yollarla ucuz işçi olarak çalışmak zorunda kalmaktadır. Bu hem devlet politikalarına, hem ülke ekonomisine hem de mültecilere zarar vermektedir. Ayrıca Bangladeş hükümeti yeni gelen Arakanlıların iltica başvurularını reddetmekte ve onları “yasadışı ekonomik göçmen” olarak sınıflandırmaktadır. Hükümet organizasyonlar arasındaki koordinasyona karışmamakta ve koordinasyon yine özel kuruluşlar tarafından sağlanmaktadır. Cox Bazar’da koordinasyon Senior Coordinator (Kıdemli Koordinatör) tarafından sağlanmakta ve inter-sector coordination group (sektörler arası koordinasyon grubu) tarafından desteklenmektedir. Hükümetle irtibat ve stratejik rehberlik Strategic Executive Group (Stratejik Yönetim Grubu) tarafından sağlanmaktadır. SEG in yönetimi yerleşik koordinatörle birlikte IOM (international organization for migration) misyon şefi ve UNHCR (BMMYK) temsilcisinin eşbaşkanlığıyla yürütülmektedir. IOM topluluklarla iletişim (communication with community-CwC) Çalışma Grubunu, Site yönetimi ve barınak sektörlerini koordine eder. Bangladeş Hükümeti, mültecilere geçici süreyle ev sahipliği yapmayı kabul etmiş olmakla birlikte, uygun şartları oluşturarak mültecilerin geri dönüşünü sağlamak istemektedir. Bu konuda defalarca adım

Mültecilerin durumunu düzenleyen bir yasa bulunmadığında, mültecilerin durumu geçici keyif ve isteğe bağlı bir sisteme dayanır ve bu da koruma standartlarında uyumluluk ve sürdürülebilirliğin sağlanmasında problemler ortaya çıkarır. Çünkü bir gün Bangladeş yardımdan vazgeçmek isterse onları durduracak hiçbir hukuk kuralı yoktur. Nitekim 2012 temmuzunun sonlarına doğru Bangladeş hükümeti, mültecilerin kaldığı bölgelerdeki yardım kuruluşlarının Myanmar’daki insanları bu topraklara çektiğini ve daha fazla mülteciyi almak istemediğini belir-

GÖÇ HAREKETLERİ

65


Bangladeş'te her yıl 5000 çocuk yarık dudak hastalığıyla dünyaya gelmektedir. Ebevynlerin çoğu deformitenin tedavi olduğunu bilmemekte ve basit bir ameliyatla düzeltilmesine rağmen birçok çocuk bununla yaşamak zorunda kalmaktadır. atılmıştır. Zaman zaman başarılı olunsa da hala şiddetin devam etmesi yakın bir zamanda kapsamlı bir geri dönüş hareketinin mümkün olmadığını göstermektedir. GÖÇMEN SAĞLIK PROFİLİ VE SAĞLIK SORUNLARI Bangladeş Sağlık Profili

leşmeleri açıklamaktadır. Anne-çocuk sağlığı üzerinde daha sıkı çalışmalar yapılmıştır. Çocuk ölümlerinin başlıca nedenleri ishal, pnömoni, sıtma, kızamık ve yetersiz beslenmedir. Sağlık göstergeleri; •

CDR - 5.35 / 1000

Bangladeş’te son dönemlerde A vitamini takviyesi amaçlı aşılama faaliyetleri artmış, ishal ve pnömoniye oral rehidrasyon tedavisi ile savaş açılmıştır. Bu hamleler ölüm oranlarını ciddi anlamda azaltmıştır. Kişi başına düşen toplam sağlık harcamaları 1995'te $24 iken 2011’de $67’a yükselmiştir.

Anne ölümleri - 176/100000

IMR - 31/1000 canlı doğum

5 MR altında - 38/1000 canlı doğum

Toplam Verimlilik Oranı - 2.1

Doğumda beklenen yaşam süresi 71 (m) ve 73 (f)

Bangladeş Hükümeti geçmişte bazı önemli sağlık müdahalelerine öncelik vermiştir. Aşılamaya odaklanarak ishal ve zatürre ile mücadele edilmiş, bu hastalıkların azaltılması için aile planlaması yoluyla doğurganlık kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. Bu programlar ve stratejiler ülke çapında ölçeklendirilmiştir. Hükümet, yaptığı müdahalelerin kullanılabilirliğini ve fiyat uygunluğunu artırmıştır. Sonuç olarak, müdahalelerle birlikte eşitsizlikler azalmıştır. Bu en dezavantajlı popülasyonlar arasında bile görülen iyi-

Tamamen aşılanmış çocuklar - 52%

Bulaşıcı olmayan hastalıklar: Diyabet, Kardiyovasküler hastalıklar, Hipertansiyon, İnme, Kronik solunum yolu hastalıkları, Kanser

Bulaşıcı hastalıklar: Tüberküloz, HIV, Tetanoz, Sıtma, Kızamık, Kızamıkçık, Cüzzam ve bunun gibi hastalıklar

66 KONAK

Bulaşıcı hastalıkların Bangladeş gibi gelişmekte olan tropikal ülkelerde toplam hastalıkların büyük bir bölümünü

oluşturduğu bilinmektedir. 2015 yılına kadar bulaşıcı hastalıkların hedef alındığı çalışmalar, Bangladeş’teki bulaşıcı hastalıklar üzerinde önemli bir kontrol sağlamıştır. Uygulama için dokuz ana hastalığa (TB, Tetanus, Dipteria, Boğmaca, Çocuk felci, Hepatit B, Haemophilus influenza tip B, Kızamık, Kızamıkçık) karşı genişletilmiş bir bağışıklık kazandırma programı yürütülmüştür. Bulaşıcı hastalıklar Bangladeş'te önemli bir ölüm ve sakatlık nedenidir. Tüberküloz prevalansı (TB) büyük ölçüde azalmış olsa da, Bangladeş hala TB yükü en yüksek olan ilk on ülke arasında yer almaktadır. Hastalık genellikle fakir ve az eğitimli nüfus arasında bulunur. Zatürre ve su kaynaklı hastalıklar da yaygın olarak görülmektedir. Zatürre ve diğer enfeksiyonlar, küçük çocuklar arasında başlıca ölüm nedenleridir. Bangladeş’te bulaşıcı olmayan hastalıkların (kronik hastalıklar, kanser, diyabet, kardiyovasküler hastalıklar ve kronik solunum yolu hastalıkları) geçişi, nüfus kentleştikçe artmaktadır. Kan basıncını ve kan şekerini ölçen ilk ulusal ankette, yaklaşık üç kadından birinin ve yaklaşık 35 yaş üstü beş erkekten birinin kan basıncının arttığı görülmüş ve kabaca on kişiden birinde diyabet belirtisi olan yüksek kan şekeri tespit edilmiştir. Kanser, Bangladeş'te yıllık 150.000'den fazla ölümle sonuçlanan altıncı ölüm nedenidir. Banglaeş’te sağlık problemlerine yol açan etkenler şunlardır: •

İshal, dizanteri, enterik ateş, hepatit, kanca solucan istilası gibi pislik ve su kaynaklı hastalıkla sonuçlanan ayrımsız dışkılama.

Düzgün havalandırma, aydınlatma vb. için düzenleme bulunmayan yoksul kırsal konut .

Halka açık yemek ve pazar yerlerinin zayıf sanitasyonu.

Yetersiz drenaj, çöp ve hayvan atıklarının imhası

Yeterli MCH bakım hizmetinin olmaması.


Kırsal alanlarda yetersiz sağlık eğitimi.

Halk sağlığı çalışanları için yetersiz iletişim ve ulaşım olanakları.

Bunlara ilave olarak yarık dudak/damak Bangladeş'te çok yaygındır. Her yıl 5000 çocuk bu hastalıkla dünyaya gelmektedir. Çoğu ülkede bu yalnızca genetik bir mesele olmasına rağmen, Bangladeş'te hamile iken annenin yetersiz beslenmesinin bir sonucu olarak görülmektedir. Bir bebek yarıkla doğduğunda, anne hamilelik sırasında yaptığı ve bebeğinin deformitesine neden olan yanlış bir şey yapmaktan sorumlu tutulur. Cerrahi müdahale çok pahalı olduğundan fakir aileler için bir seçenek değildir. Ebeveynlerin çoğu, deformitenin tedavi edilebilir olduğunu bile bilmemektedir. Dudak yarığıyla doğan pek çok çocuk doğumda ebeveynleri tarafından terk edilmektedir. Halbuki basit bir ameliyat bir çocuğun hayatını sonsuza dek değiştirebilir. HOPE, yıl boyunca ihtiyacı olan çocuklara yarık ameliyatları yapmak için Smile Train ile birlikte çalışır. Asya'da yarıkların görülme sıklığı çok yüksektir. 300.000 insanın yarıklarının düzeltilmesi için beklediği tahmin edilmektedir. Kamplarda Sağlık Profili STK'lar ateşe bağlı kırılganlığı, solunum yolu enfeksiyonlarını, cilt hastalıklarını ve ishali azaltmak için çalışmaktadır. MSF (Sınır Tanımayan Doktorlar), çocukları Sıtma ve ateşten korumak için yataklı koğuş kurmuştur. Yeni doğanlar kampta BCG, çocuk felci, DPT ve kızamığa karşı aşılanmıştır. A ve B vitamini yönünden özellikle çocuklarda ciddi eksiklikler belirlenmiştir. Kamplardaki altyapı yetersizliği nedeniyle kanalizasyonlar yağış durumunda taşmaktadır. Standart altı sanitasyon sistemleri özellikle kadınlar ve kız çocukları

için önemli sorun teşkil etmektedir. Hamamlar veya tuvaletler cinsiyet farkı gözetmeden inşa edildiği için kadınların ve kız çocuklarının idrar yolları diğer gruba göre daha çok sorun oluşturur. Çocukların çoğu günde en fazla bir öğün yemek alabildiği için çok düşük ağırlığa sahiptir. Akut malnütrisyon sıkça görülür. Yapılan araştırmalar akut malnütrisyonun kız çocuklarında daha sık olduğunu göstermiştir. Bu sağlık sorunlarının kız çocuklarında daha sık görülmesinin sebeplerinden biri de erken yaşta evlilik ve genç gebeliktir. Bangladeş vatandaşlığı almak ve para kazanmak için aileler kız çocuklarını erken yaşta evlendirmektedir. Gebelik yaş aralığının 12-18 olması bu genç annelerin ve çocukların sağlığını olumsuz yönde etkilemektedir. Erken yaşta evlenmeleri eşleriyle ve eşlerinin

Kamplarda kanalizasyon akımları açık olduğu için sıtmaya sebep olan böcekler sayıca çoktur ve çocuklar bu böceklerle oynamaktadır. Bu da onlarda ciddi cilt sıkıntıları oluşturmaktadır.

aileleriyle olan sorunlardan ötürü bu çocuklarda fiziksel sorunların yanı sıra ciddi psikolojik sorunlar da oluşturmaktadır. Çocukların %65’inde anemi görülmüştür. Halkta Hepatit B ve C’ye de rastlandığı için o bölgeye giden sağlık çalışanlarından aşılarının gözden geçirilmesi istenir. Strongyloidiazis, sistiserkoz, trematod mültecilerde rastlanan enfeksiyon türleridir. MSF (Sınır Tanımayan Doktorlar) gerçekleştirdiği 1 milyon 50 bin muayenenin yaklaşık yüzde 9'unda (92 bin 766) akut sulu ishal rahatsızlığıyla karşılaşmıştır. Bu vakaların çok büyük bir kısmı beş yaş altı çocuklarda görülmüştür. Akut sulu ishal, tedavi edilmediği takdirde çocuklarda ölüme neden olabilmektedir. Ağır hastaların yatarak tedavi görmesi gerekirken, hastalığı daha hafif geçirenler çoğu zaman vücuttaki sıvı ve tuz kaybı tamamen giderildikten sonra (rehidrasyon) evlerine dönebilmektedirler. İshal aşırı kalabalık kamplardaki olumsuz yaşam koşullarıyla doğrudan bağlantılı bir

GÖÇ HAREKETLERİ

67


11.960 kişi ruh sağlığı ve psikolojik destek faaliyetlerinden yararlanmıştır. Nitelikli doğum görevlileri tarafından IOM tesislerinde 3103 doğum gerçekleşmiştir. Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu (United Nations Population Fund - UNFPA)

rahatsızlıktır. Mültecilerin çoğu, bambu dallarından yapılmış ve plastik örtüyle kaplanmış derme çatma barınma yerlerinde diğer aile üyeleriyle birlikte yaşamak zorunda kalmaktadır. Üst solunum yolu enfesiyonları ve deri hastalıkları gibi tedavi edilen diğer hastalıkların temelinde de olumsuz yaşam koşulları yatmaktadır. Laboratuvar hizmetlerinin yetersiz olduğu bir ortamda kaynağını tespit etmenin güç olduğu yüksek ateş de aynı sebepten yaygın olarak görülmektedir. Diyabet (şeker) ve yüksek tansiyon rahatsızlığı olan hastaların sayısı, özellikle de yaşlılar arasında oldukça yüksek olmasına rağmen tedaviye yönelik imkanlar halen çok kısıtlı durumdadır. Kronik hastalığı olan acil bir vaka MSF’ye ulaştığında ekipler hastanın sağlık durumunu stabil hale getirip uzun süreli tıbbi destek için başka bir sağlık tesisine yönlendirmek zorunda kalmaktadır. Çocuklar arasında ise talaseminin (Akdeniz anemisi) görülme sıklığı oldukça fazladır. Kalıtsal bir hastalık olan talasemi, kan nakli gerektiren, tedavisi zor olan bir hastalıktır. Doğum için hastaneye gelen kadınlar genellikle çok geç kalmaktadır. Bu kadınların çoğu hiçbir şekilde doğum öncesi sağlık hizmetlerinden faydalanamamaktadır. Bunun sonucu olarak da pek çok preeklampsi, eklampsi, doğumun uzaması ve plasentanın içeride kalması gibi vakalarla karşılaşılmaktadır. Bu süreçte doğum öncesi

68 KONAK

sağlık hizmetleri, MSF'nin muayenelerinin yüzde 3,36'sını (35 bin 392) oluşturmuştur. Viral enfeksiyonların yayılmasını önlemek için kamplarda çok daha geniş alanlara ihtiyaç vardır. Tedavi edilen uyuz ve mantar gibi pek çok deri hastalığı, su ve sabunla el yıkama gibi basit yöntemlerle önlenebilmektedir. Ancak temiz suyun yetersiz olduğu kamplarda el yıkamak da problem oluşturmaktadır. ULUSLARARASI VE YEREL ORGANİZASYONLAR Uluslararası Göç Örgütü (International Organization for Migration - IOM) IOM Bangladeş’te resmi olarak 1998 yılında kurulmuştur. IOM, güvenli ve düzenli göç sağlamak için göç yönetimini çevreleyen sayısız konuda, Bangladeş hükümetine teknik yardım sağlamaktadır. En büyük yardımı, zorla yerinden edilmiş Myanmar halkını desteklemek için Cox Bazar'da olmuştur. Halen IOM, barınak, site yönetimi ve geliştirme, WASH, sağlık, cinsiyete dayalı şiddet, alternatif enerji ve topluluklarla iletişim alanlarında destek vermektedir. 680.917 kişi 2017 Ağustosundan beri ayakta muayene olmuştur. Bunların 167.106’sını beş yaş altı çocuklar oluşturmaktadır. 805 kişi Mobil Sağlık Ekipleri aracılığıyla desteklenmiştir. Ortalama 154,320 kişiye bir aylık sağlık eğitimi programıyla ulaşılmıştır.

UNFPA, 1974'ten bu yana Bangladeş hükümeti ile ortaklaşa çalışmakta, Bangladeş hükümetine teknik ve danışmanlık hizmetleri ve destek sağlamaktadır. UNFPA, ergenlerin cinsel sağlık ve üreme sağlığı konusunda bilgi almasını sağlamak için ortakları ile girişimlerde bulunmaktadır. UNFPA okullar, medreseler, teknik ve mesleki eğitim merkezleri ve ergen kulüpleri aracılığıyla ergenlerle çalışır. Aile planlaması, doğumlara yetenekli doğum görevlilerinin katılması, doğum öncesi - doğum sonrası ve acil obstetrik bakımlar; doğurganlığı, maternal mortalite ve morbiditeyi etkileyen kritik hayat kurtarıcı servislerdir. Bu şartların geliştirilmesini de üstlenen UNFPA, Bangladeş'te çocuk evliliğini sonlandıracak bir Ulusal Eylem Planı geliştirmek için ortaklarla birlikte çalışmıştır ve kızların çok genç yaşta evlenmesini engellemek için ulusal ortaklarla birlikte hala çalışmaya devam etmektedir. UNFPA, Ulusal İstatistik Ofisi ile birlikte, beklenmedik bir şekilde yüksek düzeyde çıkan ilk Kadına Karşı Şiddet Anketi'ni (VAW Anketi) üstlenmiştir. Evli kadınların %87'si yaşamlarında şiddet yaşadığını bildirmiştir. Vakaların yeterince tanınmasını ve ele alınmasını sağlamak için ulusal ortaklarla birlikte çalışmaktadır. UNFPA üreme sağlığının acil durum müdahalelerine entegre edilebilmesini sağlamak için hükümetler, BM kurumları, toplum temelli kuruluşlar ve diğer ortaklarla yakın işbirliği içinde çalışmaktadır. UNFPA, hijyen malzemeleri, obstetrik ve aile planlaması malzemeleri, eğitimli personelin ihtiyacı olan malzemeleri dağıtmakta, kadınlara ve gençlere yönelik ihtiyaçların hem acil durum hem de yeniden yapılanma aşamalarında karşılanmasını sağlayacak


çalışmalar yapmaktadır. Ayrıca UNFPA çok sayıda vaka bildirilmediğinden HIV testini teşvik etmek ve özellikle göçmen işçilerde güvenli cinsel uygulamalar hakkında daha fazla farkındalık yaratmak için çalışmaktadır. Uluslarası Kurtarma Komitesi (International Rescue Committee - IRC) 13 Kasım 2017’den bu yana, IRC ortaklarla iş birliği içinde 22.500 kişiye birinci basamak sağlık hizmetinde yardımcı olmuştur. IRC ekipleri, üreme, doğum hizmetleri ve şiddete maruz kalanlara destek dahil olmak üzere kadınlar ve kızlara kapsamlı bakım sağlamak için bir dizi “one-stop shop” kurmuştur. Kutupalong-Balukhali mega kampında ulaşılması zor popülasyonlara hizmet etmek için iki mobil sağlık ekibi kurmuştur. İnsanlık & Katılım (Humanity & Inclusion – HI) HI, 1997’den beri Bangladeş’te çalışmaktadır. HI, engelli insanlar da dahil olmak üzere en savunmasız kişileri desteklemek için çalışan 200’den fazla personele sahiptir. Nayapara ve Kutupalong kamplarında ve çevresinde yaşayan yaklaşık 2.400 yetişkine, engelli çocuklara ve diğer hassas gruplara rehabilitasyon hizmeti vermektedir. HI, 4.000’den fazla engelli birey bulunan hanenin kendilerini yoksulluktan kurtarması için güç vermektedir. Böylece temel sağlık ve sosyal hizmetlere erişim için engelli kişilere destek sağlamaktadır. Sınır Tanımayan Doktorlar (Médecins Sans Frontières - MSF) Sağlık Tesisi Sayısı: 10 sağlık ocağı; 3 birinci basamak sağlık merkezi (7/24 açık); yatarak tedavi imkanı bulunan 5 sağlık merkezi (24 saat ikinci basamak sağlık hizmeti)

Çalışan Sayısı: MSF’nin Cox’s Bazar’daki çalışanlarının sayısı 2000’in üzerindedir. Bölgedeki ekiplerin büyük bölümünü Bangladeş vatandaşları oluşturuyor. Hasta Sayısı: MSF ekipleri 2017 Ağustosundan 2018 Nisan sonuna kadar 506.324 ayakta tedavi, 10.655 yatarak tedavi gerçekleştirmiştir. En Yaygın Hastalıklar: Olumsuz şartlarda yaşamakla ilgili olan; solunum yolu enfeksiyonu, ishalli hastalıklar, cilt hastalıkları ve kronik hastalıklar. Su ve Sanitasyon: Bu alandaki faaliyetleri kuyu ve tüp kuyu kazılması, yer çekimine dayalı yeni bir su tedarik sisteminin kurulması, tankerle su taşıma, eski tuvaletlerin sökülmesi, yeni ve sürdürülebilir tuvalet kurulumu, klorlama ve meskenlerde kullanılabilecek su filtresi dağıtımı. Topluluk İçi Çalışmaları: Ekipler insanları sağlık hakkında bilgilendirmeye ve salgınların önlenmesi, tespiti ve durdurulmasına odaklanırken, takip grubu da mültecilerin yerleşim alanının %80’ ini kapsayan verilerden nüfus, beslenme, ölüm oranı, doğum oranı göstergelerini takip etmektedir. Ekipler ayrıca aktif olarak vaka aramakta ve tespit ettikleri hastaları teşhis ve tedavi için sağlık tesislerine yönlendirmekte, aşıları eksik olanları bularak aşı olmaya teşvik etmektedir. Sadece kadınlardan oluşan bir ekip de topluluk içinde çalışarak insanları cinsel sağlık ve üreme sağlığı konusunda bilgilendirmektedir. MSF; Sadar Hastanesi, Rubber Garden, Kutupalong bölgesi (MSF’nin Cox’s Bazar’daki en büyük sağlık tesisi Kutupalong Yatarak Tedavi Kliniği 2009’dan beri hizmet vermektedir.), Balukhali bölgesi (Kamp 9, Kamp 11, Kamp 18), Kamp 8, Kamp 13, Hakimpara, Jamtoli, Moynarghona, Goyalmara Hastanesi, Nayapara, Unchiprang, Sabrang giriş noktası alanlarında çalışmaktadır. Sınır Tanımayan Doktorlar şu anda Cox’s Bazar bölgesinde astım, diyabet, yüksek tansiyon ve kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) gibi hastalıkların hayatı tehdit eder noktaya geldiği akut durum-

larda tıbbi müdahalede bulunmakta ve hastaların klinik stabilizasyonunu sağlamaktadır. Bangladeş Sağlık ve Aile Bakanlığı, başka kuruluşların da desteğiyle kızamık ve difteri (beşli karma aşı içinde) aşı kampanyaları yürütmektedir. MSF, sağlık ocaklarında sabit aşılama noktaları oluşturmak, gezici ekiplerin insan kaynağına katkıda bulunmak ve topluluk içi çalışma ekibiyle aşılamaya katılmak yoluyla bu kampanyaya destek vermektedir. MSF kendi tesislerinde çocukların ve hamile kadınların aşılanmasını başlatarak Bangladeş hükümetinin kamplarda yürüttüğü düzenli aşılama kampanyasına destek olmaktadır. Kliniklerinde kadınlara ruh sağlığı desteği ve psikolojik danışmanlık da dahil olmak üzere kapsamlı sağlık hizmeti sunulmaktadır. MSF, 25 Ağustos 2017-30 Nisan 2018 tarihleri arasında, cinsel şiddet ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddete maruz bırakılmış 9 ila 50 yaş arası 377 kişiye tedavi sunmuştur. Tecavüz sonucu oluşan gebeliklerden bazıları epey ilerlemiş olduğundan bu kadınlar ait oldukları topluluğa geri dönememektedir. MSF bu durumdaki kadın ve kız çocuklarını bu alanda çalışan bir kuruluşun tesisine teslim etmektedir. Ancak bu tesisin kapasitesi de sınırlıdır. MSF şimdiye kadar 10 tane derin kuyu (200 metre derinliğe kadar) kurarak temiz su sağlamıştır. Toplam 296 adet tüplü kuyu kazmıştır ve mültecilere temiz su sağlanabilmesi için elle çalışan tulumbalar kurmuştur. MSF, dolu veya taşmakta olan 438 tuvaleti açmıştır. MSF’nin şimdiye kadar kullanıma soktuğu tuvalet sayısı 1.050’dir. Bu her gün yaklaşık 50.000 kişinin uygun bir tuvalet kullanabilmesi demektir. Bangladeş Kızılay Derneği (Bangladesh Red Crescent Society – BDRCS) Bangladeş Kızılayı’nın da katkı sağladığı Sahra Hastanesi Ekim 2017'den itibaren Bangladeş halkına

GÖÇ HAREKETLERİ

69


ve mültecilere çeşitli acil sağlık durumlarında sağlık hizmetleri sağlamaktadır. Birçok hayati riski olan hastalara, yol ve trafik kazasında yaralanan hastalara, hamile ve emziren annelere, patolojik durumlarda gerekli ilaçlar ile ilaç hizmeti vermiştir. Çoğu hamile ve emzikli anne, ergen kızlar ve 5-15 yaşları arasındaki çocuklar sağlık sorunları ve tıbbi sorunların daha az farkındalar. Özellikle kadınlar ve kızlar, sağlık ocağı ve kliniklere erişimde sosyal engellerle ve güvenlik engelleriyle karşı karşıya kalmaktadır. Bu nedenle BDRCS, sağlık tesisleri aracılığıyla tıbbi ve psikososyal destek ve bakım hizmeti vermektedir. Katar Kızılayı Cerrahi Kampanyası ile Bagladeş halkı ve Rohingyalı mülteciler için cerrahi yardım sağlamayı amaçlayan Teknaf Upazila Sağlık Kompleksi'nde altı günlük bir cerrahi kamp yapılmıştır. Etkilenen toplum halkının akut ihtiyaçlarını karşılamak için yenilemenin yanı sıra WASH, barınma, sağlık desteğini arttırmak için altyapıyı geliştirmektedir. BDRCS ekibi kişisel hijyen, el yıkama, yemek saklama, suyu temiz tutma, adet hijyeni konularında farkında olmalarını sağlamak için 3907 haneye ilgili kitleri dağıtmıştır. Alternatif yakıt için tüp ve ocak dağıtmaktadır. Aralık 2018’de Türk Kızılayı tarafından desteklenen okuma yazma kampanyası ile 1128 kıza ve erkeğe ulaşılmıştır. Ergen sağlığı, hak temelli konular ve çocuk güvenliği koruma politikaları hakkında farkındalık arttırıcı oturum ve kampanyalar yürütülmektedir. Kamp alanında aydınlatma için güneş enerjili lambalar dağıtılmaktadır. HOPE (Umut Vakfı) HOPE tarafından yeni açılan HOPE Kadın Saha Hastanesi, mülteci kamplarında 7/24 faaliyet gösteren Bangladeş’teki ilk saha hastanesi ve güneş enerjisini ana kaynak olarak kullanan tek tesis. Ayrıca Kutupalong/Balukhali mülteci kamplarında 10 mobil sağlık kliniği işletmekte ve 24 saat çalışan en büyük acil durum araç filosunu yönetmektedir. HOPE Hastanesi, Bangladeş'in Cox's Bazar bölgesinde, 40 yataklı, 24 saat çalışan

70 KONAK

bir hastanedir. Hastane şu bölümlere sahiptir; ayakta tedavi servisi, çocuk poliklinikliği, doğumhane, laboratuvar, röntgen, acil servis, patoloji, fizyoterapi, ameliyathane, eczane, rehabilitasyon ünitesi ve tıp ünitesi. HOPE, annelere beslenme danışmanlığı sağlayarak ve beslenme yetersizliği olan çocukları tedavi ederek bebek ve çocuk ölümlerini azaltmayı amaçlamaktadır. HOPE Tıp Merkezleri, kırsal köylerde kurulan küçük sağlık klinikleri olup ulaşılması zor alanlarda sağlık hizmetlerine erişimi arttırmaktadır. HOPE daha uzaklara ulaşmak için Bangladeş'in farklı bölgelerinde 8 kırsal tıp merkezi kurmuştur. Aile planlaması alanında danışmanlık ve eğitim vermek, HOPE'un anne ölümlerini azaltma hedefi için çok önemlidir. Aile planlaması programları sayesinde kadınlar hamile iken hekimin hamile bakımını üstlenmesinin önemini, hamileliği sürdürmek için gerekli vitaminleri ve yeterli beslenmeyi, hamileliğin erken yaşta başlamasına karşı geciktirmenin önemini, doğum aralığını ve doğum kontrol seçeneklerini sundu. Yarık dudak/damak Bangladeş'te çok yaygındır (her yıl 5000 çocuk). HOPE, yıl boyunca ihtiyacı olan çocuklara yarık damak/dudak ameliyatları sağlamak için çalışır. Bangladeş’te açık ocakların kullanılması nedeniyle yüksek miktarda yanık kurbanı vardır. HOPE Vakfı, ortağı ReSurge International ile koordineli olarak yanık tedavisi sağlamaktadır. Adventist Gelişim ve Yardım Ajansı (Adventist Development and Relief Agency – ADRA) ADRA, Bangladeş’te halkın ihtiyaçlarını karşılamak için Bangladeş genelinde 5 farklı bölgede 45 yıldan fazla süredir çalışmaktadır. Şu anda ekonomik kalkınma, eğitim, gıda güvenliği, sağlık ve acil müdahale konulu 11 aktif projesi var. ADRA Bangladeş’te üç farklı bölgede çocuk projeleri yürütmekte: Mymensingh, Dhaka ve Gazipur. Bu projelerde ebeveynler sürekli çocuklarının gelişimine katılır, çocuk hakları ve sosyal konular hakkında farkındalık ka-

zanır ve mesleki becerilerini keşfetmeye teşvik edilir. Projede annelere temel okuryazarlık dersleri de verilmektedir. ADRA, finans desteği, eğitim ve artan gelirle 7.000’ den fazla kadının sosyal ve ekonomik durumunu güçlendirmektedir. Okuma, dikiş yapma ve yemek pişirme, sağlık eğitimi gibi pratik becerileri geliştirmeleri öğretilir. ADRA, erkeklerle de çalışmakta, atölye çalışmaları ve farklı projelerde eğitim yoluyla gelir getirici becerilerini geliştirmektedir. Malteser International Malteser International, özellikle anne ve bebek sağlığı, hijyen, beslenme ve psikososyal destek alanlarında çalışılan mülteci kamplarında aktiftir. Kamp içinde yaklaşık 20.000 kişiye hizmet veren iki sağlık merkezinde temel tıbbi bakım sağlamaktadır. Bangladeş’teki sağlık otoriteleri ile yakın temas halinde ve zor vakaları yakındaki kliniklere transfer edebilmektedir. Hastalıkların yayılmasını önlemek için sağlık ve hijyen konularında eğitimler vermektedir. Mülteci kampındaki faaliyetlerinin bir kısmı, yaklaşık 10.800 anne ve çocuğa ulaşmıştır. Dünya Doktorları (Medecins du Monde – MM) Medecins du Monde 2017’den beri Bangladeş’te çalışmaktadır. Amacı temel sağlık hizmetleri sunmak ve cinsiyete dayalı şiddet ve bu kişilerin psikolojik sıkıntılarını ele almaktır. Sağlık hizmetlerinden 37.693 kişi yararlanmıştır. 2.244 kişiye ruh sağlığı ve psikososyal destek danışmanlığı yapılmıştır. Kamplarda 760 sağlık eğitimi oturumu düzenlenmiştir.


KAYNAKÇA 1. İHH; “Arakan Raporu”; Eylül 2012 2. TDV; ‘‘Arakan Raporu’’; Aralık 2017. 3. Ateş, A. “Burma’dan Myanmar’a Arakan’da Rohingya Müslümanları”, İstem; Sayı:29, Sayfa 173-216; 2017 4. Fuad, A. R. “Tarihi Açıdan Arakan’daki Müslüman ve Budistler Arasındaki Bölgesel Çatışmaların Arka Planı”; ASSAM-UHAD, Cilt:5, Sayı:12, Sayfa: 56-64; 2018 5. Al Imran, H. F. “The Rohingya Refugees in Bangladesh: A Vulnerable Group in Law and Policy”; Journal of Studies

in Social Sciences, Volume 8, Number 2, Pages 226-253; 2014 6. Prodip, M. A. “Health and Educational Status of Rohingya Refugee Children in Bangladesh”; Journal of Population and Social Studies, Volume 25, Number 2, Pages 135-146; April, 2017 7. Al Masud A, Ahmed S, Sultana R, Alam I, Kabir R, Yasir A. ve ark. “Health Problems and Health Care Seeking Behaviour of Rohingya Refugees”; Journal of Medical Research and Innovation, Volume 1, Number 1, Pages 21-29; 2017

8. Islam M, Ibrahım, Ira I. J, Torab A, Hossen Z, Hossain Z. ”A Review on Health and Nutrition Status in Bangladesh: Issues and Challenges”; International Journal of Biomedical Engineering and Clinical Science, Volume 4, Number 2, Pages 48-53; 2018 9. Paul A. C, Spronk C. A, Spauwen P. H. M, Niemeijer R. P. E. “Cleft Lip and Palate Treatment in Bangladesh”; European Journal of Plastic Surgery, Volume 29, Number 6, Pages 267-270; February, 2007

GÖÇ HAREKETLERİ

71


UYGUR TÜRKLERİ ZAMAN MEKAN KİŞİ AÇISINDAN GÖÇ Doğu Türkistan Coğrafyası Türkistan adını ilk defa eski İranlıların ve daha sonra Arapların, Orta Asya’da Türklerin yaşadığı bölgeleri tanımlamak için kullandıkları bilinmektedir. Türkistan coğrafyası da farklı devletlerin işgal tehditleri altında dış güçlerce Batı Türkistan, Doğu Türkistan ve bazı kaynaklarda Güney Türkistan da geçmek üzere bölünmüştür. Kâşgar, Turfan, Urumçi ve Hoten önemli yerleşim yerlerindendir. Bir ziraat memleketi olan ve karasal iklimin hüküm sürdüğü Doğu Türkistan’ın etrafı dağlarla çevrilidir. Kuzeyde Sibirya ve Moğolistan ile sınırlarını Altay Dağları kapatırken; güneyinde Hindistan, Pakistan ve Tibet ile sınırlarında Himalaya ve Karakurum dağları görülmektedir. Batısında Kırgızistan, Kazakistan gibi Türk Cumhuriyetleri ile komşudur ve doğusunda işgali altında bulunduğu Çin yer almaktadır.

YAKIN TARİH ANADOLU'YA GÖÇLER ÇALIŞMA GRUBU Busenur AKBAY* Elif Tayyibe POLAT 1 Enes Taha BAŞER 1 Ömer Ali ÖZDAŞ 1

2

Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi 2 Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi 1

* İletişim: busenurakbay@gmail.com

72 KONAK

Araştırmalar Doğu Türkistan’ın; 1 trilyon 50 milyar ton kömür rezervi, 66 altın yatağı ve güneyinde 60 milyar ton civarında petrol rezervi bulunduğunu ortaya koymuştur. Zengin yeraltı kaynaklarına sahip olduğu kadar 195 milyon hektar ziraat arazisiyle üzerinde yaşayan insanlara büyük bir tarım potansiyeli de sunmaktadır. Asya’nın geri kalanı için tarih boyunca Rusya ve diğer Avrupalı devletlere karşı bir tampon bölgesi görevi üstlenen Doğu Türkistan, Asya’nın ortasında, tarihte ve günümüzde ticaret yollarının kavşağında bulunması sebebiyle stratejik bir öneme sahiptir. Çin ağır harp sanayiini bu bölgeye kurarak batıdan gelebilecek tehlikeleri önlemeyi planlamıştır. Çin hükümeti atom denemelerini Doğu Türkistan toprakları üzerinde gerçekleştirmektedir. 1964’ten bu yana devam eden nükleer denemelerle beraber 200 binden fazla Türkün öldüğü belirtilmiş, bundan katbekat fazla sayıda da sağlıksız bebek dünyaya gelmiştir.


anlamına gelen Xinjiang (Sincan) adıyla doğrudan Çin’e bağlanmıştır. 1910 itibariyle Çin’de Mançu hanedanlığının yıkılıp milli bir devlet kurulması üzerine ayaklanmalar çıkmış ve bu karışıklıktan yararlanmak isteyen Uygur Türkleri bağımsızlıklarını tekrar kazanabilmek için harekete geçmiştir fakat aynı dönemde harekete geçen Ruslar Urumçi’yi işgal etmiştir. 1932’de Niyaz Hacı ve Sâlih Darga liderliğindeki ayaklanma Musul Maksut, Mahmud Muhiti, Hâfız Beg, Mehmed Emin Buğra, Sabit Damolla, Osman Beg ve Şeref Han Töre gibi liderlerin de katılımıyla bütün Doğu Türkistan’a yayılmış, başarılı olmuş ve Kasım 1933’te Kâşgar’da Şarkî Türkistan İslam Cumhuriyeti ilân edilmiştir. Doğu Türkistan Tarihi

öldürülmüştür.

Doğu Türkistan, Türk tarihi açısından önemli olduğu kadar ticaret yollarının üzerinde olması sebebiyle dünya tarihi için de önemli bir yerdir. Hun ve Göktürk İmparatorluğu gibi büyük devletlere yuva olan bu topraklar, günümüzde uygarlık kelimesinin kendilerinden türemesine sebep olacak kadar gelişmiş Uygurlar ile sıkça anılmaktadır. Çin kaynaklarına göre Hunların neslinden olan Uygurlar, Göktürklerden farklı bir Türk boyu olan Tokuz Oğuzlardan türemiştir.

1863 yılında Yakup Beg, Kırgız Kumandan Sadık Bey’in Kâşgar’ı kurtarıp teslim etmesinin ardından sırayla Turfan, Hoten gibi şehirleri kontrolü altına almaya başlamış ve 1864’te Kâşgar’da bir devlet kurmuştur. Hokand Hanlığı ismiyle bilinen bu devlet Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid’e Yakub Han Kâşgari adında bir diplomat göndererek hem Osmanlı İmparatorluğu’na bağlılığını bildirmiş hem de 1870 itibariyle artan Çin ve Rus tehlikesine karşı Osmanlı’dan yardım istemiştir. Sultan Abdülaziz 2000 tüfek, 6 top ve kendilerinin silah hazırlayabilmesi üzere barut ve kapsül malzemelerini Hokand Hanlığı’na ulaştırmıştır. Bunun üzerine Yakup Beg, Sultan Abdülaziz adına hutbe okutup para bastırmıştır.

Satuk Buğra Han’ın efsanelere konu olan İslamiyet’i kabul edişi ile tarihte bilinen ilk Türk İslam devleti olan Karahanlılar (840-1212), Doğu Türkistan topraklarında İslamiyet’in hızla yayılmasını sağlamıştır. Aynı zamanda tarihimizde büyük bir öneme sahip olan Dîvânu Lugâti’t-Türk, Karahanlılar döneminde Kâşgarlı Mahmud tarafından oluşturulmuştur. Karahanlılar’dan sonra Cengizliler, Çağataylar gibi devletlerin de Doğu Türkistan üzerinde etkili olduğu anılmakla beraber 1600lü yıllara gelindiğinde Doğu Türkistan’da artık hocalar yönetimindeki şehir devletleri ortaya çıkmıştır ve bu dönem Hocalar Dönemi olarak adlandırılmıştır. 1755’te Çin işgali ile Hocalar Döneminin sonu gelmiş ve yaklaşık 1.200.000 Türk

16 Mayıs 1878’te Osmanlı’dan 93 Harbi sebebiyle beklediği yardımı alamayan Hokand Hanlığı Çin tarafından işgal edilmiştir. 18 Kasım 1884’te Çin İmparatoru emriyle 19.Eyalet olarak yeni sömürge

Çin tekrar, Doğu Türkistan üzerine yürüyünce Sovyetler Birliği müdahale etmiş, Sovyetlerle çarpışmalarda yenik düşen Çinli General Ma 21 Mart 1934’te Kâşgar’a girmiş, Doğu Türkistan hükümeti Kâşgar’dan çekilmek zorunda kalmıştır. 1937 yılına kadar hiçbir yerden yardım alamayan Şarkî Türkistan İslam Cumhuriyeti, Sovyetler Birliği tarafından yıkılmış, başta Hoca Niyaz Hacı olmak üzere bağımsızlık taraftarları öldürülmüştür. Bağımsızlıkları için mücadele etmekten pes etmeyen Uygur Türkleri 7 Ağustos 1944’te Şarkî Türkistan Cumhuriyeti ismiyle yeni bir devlet kurmuş, kurulan bu yeni devletin mücadelesi Uygur Türkleri ile beraber Çin’e karşı mücadele eden Osman Batur idaresi altındaki Kazaklardan da destek görmüştür. Fakat yeni ümitlerle kurulan bu devletin de ömrü uzun olmamıştır. 1945 yılında Altay ve Tarbagatay bölgelerini ele geçiren Kazaklar, 20.000 kişilik bir orduyla, mevcut 25.000 kişilik orduya destek vermiştir. 1947’de İsa Yusuf Alptekin’in genel sekreterliğini yaptığı

Satuk Buğra Han’ın efsanelere konu olan İslamiyet’i kabul edişi ile tarihte bilinen ilk Türk İslam devleti olan Karahanlılar (840-1212), Doğu Türkistan topraklarında İslamiyet’in hızla yayılmasını sağlamıştır. GÖÇ HAREKETLERİ

73


Çin Komünist Partisi, Doğu Türkistan’ı ilhak amacıyla Teng Li-k’un’u görüşme için yollamış, 27 Ağustos 1949 tarihinde Almatı’dan Pekin’e yola çıkan ve cumhuriyetin önderlerini taşıyan uçak ortadan kaybolmuştur. mahallî bir hükümet ilân edilmiş, fakat bu hükümete de hemen müdahalede bulunulmuştur. Çin Komünist Partisi, Doğu Türkistan’ı ilhak amacıyla Teng Li-k’un’u görüşme için yollamış, 27 Ağustos 1949 tarihinde Almatı’dan Pekin’e yola çıkan ve cumhuriyetin önderlerini taşıyan uçak ortadan kaybolmuştur. 1949 Aralık ayında Komünist Çin devrimini yapan Çin Kızılordusu tarafından son defa işgal edilen Doğu Türkistan 1 Ekim 1955’ten beri Çin Halk Cumhuriyeti’ne bağlı olarak Xinjiang Otonom Cumhuriyeti (Xinjiang/Sincan Uygur Özerk Bölgesi) adıyla anılmaktadır. Doğu Türkistan’dan Türkiye’ye Göçler İsa Yusuf Alptekin ve Mehmet Emin Buğra önderliğinde siyasetçiler Çin zulmü altında ezilen halkı yok olmaktan kurtarmak için çeşitli ülkelerle konuşmalar yapmış, Doğu Türkistan’ı Dünya gündemi haline getirmek için çabalamıştır. 1953 yılında Uygur Türkleri ve Kazaklar, Türkiye Cumhuriyeti bakanlar kurulunca kabul edilen kanunla iskânlı göçmen olarak Türkiye’ye yerleşmeye başlamıştır. Türkiye’ye ulaşan ilk kafile zorlu kış şartları altında Çin sınırlarından Hindistan’a, oradan Tibet’e geçmiş; yolculuk esnasında atları ve develeri çatlamış, maalesef pek çoğu ya soğuktan ya da hastalıktan yakınlarını kaybetmiş olarak 2 yılın ardından ancak Türkiye’ye varabilmiştir. Konya, Niğde, Nevşehir, Kayseri, Manisa ve İstanbul, göçmenlerin yoğun olarak yerleşmiş bulunduğu şehirlerdir. 1960’larda yaklaşık 600 Uygur Türkü Pakistan ve Afganistan’da vatandaşlık elde edemeyince Çin’e iade tehlikesiyle karşı karşıya kalmış ve Türkiye’ye göçlerin 2. dalgası başlamıştır. Türk hükümeti ve Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği tarafından Türkiye topraklarına

74 KONAK

ulaşımları sağlanmıştır. Göçmenlerden 22 yaşına ulaşmış Uygur gençleri askerlik vazifelerini yerine getirmek üzere orduya alınmışlardır. 3. kitlesel göç dalgası Mao’nun ölümünden sonra 1970’lerin ikinci yarısında yaşanmıştır. Ticaret, eğitim ya da hacca gitme gibi amaçlarla pasaport alan Uygur Türkleri Orta Asya ülkelerine göç edip oradan da Türkiye’ye geçmiştir. En az 50.000 civarında Uygur Türkünün ülkemize yerleştiği belirtilmiştir. Türkiye dışında Avrupa ülkeleri, ABD, Sovyetlerin dağılmasından sonra Kazakistan’a da göç etmişlerdir. Uygurlar ile beraber ülkemize gelen Kazak Türkleri, Kazakistan bağımsızlığını elde ettikten sonra büyük kitleler halinde Kazakistan’a dönmüştür. ETNİK KÖKEN Türk kültür ve uygarlığının beşiği olan Doğu Türkistan’da tarihin en eski zamanlarından beri çeşitli devletler kurulup yıkılmıştır. Ama kuşkusuz bunların en unutulmazı ve en önemlisi devlet yönetimi, tarım, ekonomi, mimari, bilim, sanat ve özellikle edebiyat alanında önemli ilerlemeler kat eden Uygur Türkleridir. Uygurlar geliştirdikleri bu medeniyetle ilk dönem Türk devletlerinden farklıdır. Uygurların, kendi alfabeleriyle ve başka dillerle kaleme aldığı pek çok eser bulunmaktadır. Yerleşik hayata geçen ilk Türk devleti olan Uygurlar şehircilikte ve mimaride de çok ileri gitmişlerdir. Uygurların ulaştığı bu medeniyet düzeyinden etkilenilerek Cumhuriyet döneminde medeniyet kelimesinin Türkçe karşılığı olan “uygarlık” kelimesi türetilerek dilimize girmiştir. Uygurlar başta Gök Tanrı dini olmak üzere Manihaizm, Budizm, Nasturilik ve son olarak da İslamiyet’i benimsemişlerdir. Manihaizm ve Budizm’e dair zengin bir

dini edebiyat geliştirmişlerdir. İnançlarına bağlı olarak pek çok mabet, tapınak ve ibadethaneler inşa etmişlerdir. İslamiyet’i kabullerinden sonra Orta Asya topraklarında Türk-İslam medeniyetinin temellerini atmışlardır. Çeşitli vakıf ve medreseler inşa etmişlerdir. Sosyal Yaşam, Gelenek ve Görenekler Uygurların gelenek ve göreneklerinde eski Türk inanışlarından olan Şamanizm ve İslamiyet’in etkisi bir arada görülmektedir. Uygurlar ile Anadolu Türklerinin aynı dini inancın mensupları olması, aynı dil grubunda, aynı tarihe yaslanan milli kültüre sahip olması bugünkü gelenek ve göreneklerindeki birçok benzerlikleri ortaya çıkarmaktadır. Gelenek eğitimi temelde ailede verilmektedir. Aileden başka gelenek eğitiminin en önemli ortamı, toplu törenlerdir. Uygurlarda Meşrep dedikleri toplu tören bunun en canlı örneği olabilir. Uygurlar arasında kullanılan “evladını mektebe ver, mektep olmazsa meşrebe” ifadesi, meşrebin Uygur gelenek göreneğini benimsetme ve genç kuşakları eğitmede çok önemli yeri olduğunu göstermektedir. Doğum Adetleri Sosyal adetlerin içinde en fazla konu olan adetlerden biri de doğum adetleridir. Doğum öncesi adetlerden, çocuğu olmayanların sebebi daha çok kadında olduğu görüşü yer almaktadır. Batıl bir inanış olan kutsal bildikleri dede mezarlarına gidip onlardan medet dilemek bizdekiyle benzerlik göstermektedir. Hamilelik sırasında hamile kadın ekşi yerse erkek, tatlı yerse kız olacağı; hamile kadının göbeği öne doğru büyüdüyse erkek, iki yana doğru büyüdüyse kız çocuğu olacağı gibi görüşler de vardır. Çocuk doğduktan sonra çocuğun babasına çocuğunun doğduğu ve cinsiyeti hakkında haber yetiştirenin çocuk babasından müjde istemesi günümüze kadar devam etmektedir. Böylece yeni bir hayatın dünyaya gelmesine sadece anne babası değil, tüm yakınlar sevinir. Günümüzde şehirleşme ve teknolojinin geliş-


mesiyle, artık çocuk doğmadan cinsiyeti öğrenilebildiği için bu müjde geleneği zayıflamıştır. Uygurlarda kız çocuğu tilkiye, erkek çocuğu kurda benzetilmiştir. Yeni doğan çocuğun kız ya da erkek olduğunu sormak için “Tilki mi? Börü (kurt) mü?” ifadesi kullanılmaktadır. Doğumdan sonra, çocuğun ağzına bal sürülerek tatlı dilli olması arzusu ifade edilmektedir. Uygurlarda yaygın görüşe göre çocuğun ağzına ilk lokmayı koyan kişi kimse çocuğun karakteri, kişiliği de ona çeker. Çocuğa ad verme âdeti de aile üyeleri, akraba ve komşuların katılımıyla küçük bir tören şeklinde yapılır. Doğumdan kırk gün geçtikten sonra kırklama âdeti de bulunmaktadır. Çocuk törende yıkanır, gelen misafirler çocuğa hayırlı dileklerini bildirirler. Ölüm Adetleri Ölüm ve defin adetleri İslam inancına göre yapılmaktadır. Ölen kimseyi erkekse erkek biri, kadınsa kadın biri yıkar. Ölü kefenlenir ve ardından yakınları tarafından mezara konulur. Ondan sonra ölünün mezarına toprak atmak en kutsal hareketlerden biri sayılır. Ölüme gelemeyen yakınların “mezarına bir avuç toprak bile atamadım” diye üzülmesi bundan kaynaklanır.

tanışarak evlenmektedir. Burada eklemeye değer yine bir gelenek şu ki seven kızın sevgilisine ya da evleneceği yiğide mendil hediye etme âdeti vardır. Eski dönemlerden beri devam eden bu adet günümüzde kaybolmuştur. Hediye edilen mendil kız tarafından incelikle hazırlanmış olur, bazıları dantel ile süslenmiş olur, hatta bazıları üzerinde el yapımı çiçekler, kuş resmi ya da isminin baş harfi bulunur. Kâşgar yöresinde eskilerde var olan akraba evlilikleri günümüze geldikçe yok olmuştur. Bunlardan başka yöreye ait olan bir adet olarak, bir ailede kardeşler sırayla evlenirler, normal koşullar altında, büyük çocuk evlenmeden küçüğünün evlenmesi büyüğüne saygısızlık olarak bilinir ve büyük çocuğun kısmetini kapatır gibi algılar da vardır. Aile yapılarına bakarsak, aile reisi babadır, ardından büyük erkek çocuktur. Geleneksel ailelerde baba daha çok dışarının işleriyle meşgul olurken, anne daha çok

ev içi işleriyle meşgul olur, çocuklarına bakar. Günümüz modernleşmiş toplumunda kadınların da dışarıya çıkıp çalışma durumunun çoğalmasıyla bu düzen biraz değişime uğramış gibidir ama esas gövde halen korunmaktadır. Ailelerde büyüklere saygı duyulur, genel Türk geleneğinin bir parçası olan bu adet canlı bir şekilde devam etmektedir. Evin babasına, erkeklerine saygı duyularak onların reislik yeri korunurken, evin kadını ve kız çocuklarının her zaman aile namusu olarak sevilmesi ve korunması gibi bir gelenek yaşanmaktadır. Ailede erkek çocuk daha çok babanın, kız çocuk daha çok annenin yardımcısıdır. Mutfak Kültürleri Bir toplumun mutfağı o toplumun yaşam biçimiyle yakından ilgilidir. Doğu Türkistanlılar ikinci bir vatan olarak gördükleri Türkiye’de sosyal özelliklerine, gelenek ve göreneklerine sahip çıkmışlardır. Doğal olarak da bu gelenek ve göreneklerinin

Ölüm sonrası Kur’an okutulması, evde yas ve duaların devam etmesi, ziyaretçiler toplanarak yemek verilmesi gibi adetler bize benzeyen adetleri arasındadır. Dini bayramlarda, bayram namazından sonra, cemaat toplanarak ilk önce mahalledeki taziye evi ziyaret edilir ve ölü yakınlarına yalnızlık, üzüntü hissettirilmemeye çalışılır. Ölü yakınları da bayram arifesi ya da bayram günü sabah namazından sonra mezara gider. Düğün Adetleri ve Aile yapısı Bir araya gelen gençler evlenebileceklerini düşündüğü anda, önce kız isteme (Uygurlarda elçi göndermek diye ifade edilir), sonra nişan, daha sonra düğün yapılır. Türkiye’de evlenecek kız için çeyiz hazırlandığı gibi Kâşgar’da evlenecek kız için sandık hazırlanır. Kâşgar’da da evlenecek gençler görücü usulü ile ya da kendileri

GÖÇ HAREKETLERİ

75


temel ögelerinden biri olan yemek kültürlerini de devam ettiriyorlar. Uygur mutfağı diğer birçok Türk boyunda olduğu gibi hamur işleri açısından inanılmaz zengindir. Uygurların ilk gıdaları buğday unu, süt ve süt ürünleri, koyun ve at eti; içecekleri ise kısrak sütünden yapılan kımızdır. Uygur yemeklerine kısaca değinecek olursak Uygur pilavı dedikleri aslında Özbek pilavına çok benzeyen yemekleri en meşhurudur. Çüçüre çorbası, lagman ve Uygur mantısı da yemeklerine örnek verilebilir. Uygurlar yemeklerinin zenginliği kadar düğünlerde ve davetlerde kurdukları sofralarla da çok ünlülerdir. Koyunun akciğerinden ve bağırsaklarından yaptıkları “Öpke ve Yesip” denilen çok ünlü bir yemekleri vardır. Bu yemek günümüzde hala yapılmaktadır. Uygur mutfağına bakıldığında tatlı kültürlerinin pek olmadığı göze çarpar. Çünkü Turfan şehrinde lezzetli sebze ve meyveler yetişmektedir (Dilimize yerleşen Turfanda sebze ve meyve deyimi oradan gelmektedir). Bu lezzetli meyvelerle tatlı ihtiyaçlarını karşılamaktadırlar. UYGUR SANATI ÜZERİNE 1.Modern Uygur Edebiyatı Modern Uygur Edebiyatı’na kısaca bir giriş yapacaksak öncelikle konuya yabancı olan okurlarımıza Uygurların dilinin de Türkçe – ancak farklı bir lehçesi- olduğunu hatırlatmakta fayda vardır. 5.-17. yüzyıllar arasında kullanılan Uygur yazısının Soğd el yazısından türetildiği bilinmektedir. Bu yazı 13.-15. yüzyıllar arasında Kore’den Litvanya’ya kadar geniş bir bölgeye nüfuz etmiş, öyle ki Kore sarayında gayri resmi bir dil olmuş ve Türk kültürünün bu coğrafyada yayılmasına büyük bir katkı sağlamıştır. Ayrıca bu yazı Moğollara da kuvvetlice tesir etmiş ve Timur’un mektuplarına kadar sızmıştır. Yakup Beg’in ölümünden sonra Uygur halkı tam otuz üç yıl boyunca Çin’in esareti altında yaşamıştır. Bir yandan Çin milli partisi Gomindan, bir yandan hocaların yönetimi ve zengin derebeylerinin zulmü derken, buna kayıtsız kalamayan

76 KONAK

mazlum halk, sesini şiirler ile duyurmuş ve Modern Uygur Edebiyatı’nın temellerini atmıştır. Seyit Noçi ve Tümür Helpe gibi halkının kurtulacağına inanan Uygurlar çok sayıda ayaklanma çıkarmış ve özgürlüğünü isteyen halk modern edebiyatı bu ayaklanmalar esnasında oluşturmuştur. Halkın, yöneticilerin zulmüne karşı isyanını anlatan Abdurrahman Han Hoca şiirinin çevirisinden naçizane bir kesit;

“Hoca dolmuş gazapla, ateş çakar gözleri Hançer idi ok idi söylediği sözleri Kaymakamın dini yok, kumaşıdır hıyanet Tüm vatanı kaplamış veba gibi cinayet Bizde kalmadı artık ne birlik ne bereket Başımıza düştü hep; dehşet, kızıl kıyamet” Rusya, Mısır ve Türkiye gibi ülkelerde eğitim alarak vatanına dönen Uygur gençlerinin öncülüğünde 1885 ve 1907 yıllarında Kaşgar’da modern eğitim veren okullar açılmıştır. Bu okulların açılmasındaki itici güç Gaspıralı İsmail Hakkı Bey’in “Dilde, işte, fikirde birlik” söylemi ve buna müteakiben gelişen Ceditçilik hareketidir. Bu sıralarda bazı aydın zenginlerin girişimleriyle Doğu Türkistan’ın çeşitli yerlerinde matbaalar kurulmuş, ardından gazete ve dergiler yayın hayatına başlamıştır. Fakat birçoğu ilerleyen zamanlarda Çin yönetiminin baskısıyla kapanmaya mecbur bırakılmıştır. 1930’dan sonra Şinşisey yönetiminin Stalin ile işbirliği yapması sonucunda Ceditçilik hareketi büyük kayıplar vermiştir. İşte tam da bu sırada genç ve parlak bir şair, Doğu Türkistan topraklarında tozu dumana katmıştır. Abdulhaluk Uygur, 1901 yılında Turfan şehrinde doğmuştur. Küçük yaşta Arapçayı, Farsçayı ve dini ilimleri öğrenmiştir.

Okulda Çince öğrenmiş ve Çin edebiyatının klasiklerini okumuştur. 1923 yılında birkaç arkadaşıyla beraber Sovyetler Birliği’ne gitmiş ve orada üç yıl öğrenim görmüştür. Vatanına döndüğünde ülkesini cehalet, sefalet ve baskı içinde bulmuştur. Bu duruma dayanamayıp hemen bir okul açarak mücadeleye başlamıştır. Halkını Çin milli partisi Gomindan’a karşı direnişe çağırmış, sonunda 1933 yılında Şinşisey tarafından tutuklanmış, aynı yıl idam edilmiştir. Son sözlerinin ise “Yaşasın özgürlük!” olduğu söylenir. Abdulhaluk Uygur’un Gezep ve Zar (Öfke ve Çığlık) şiirinin çevirisinden naçizane bir kesit;

Bilime gelin desem üstüme yağar taşlar Taş devrinin ateşi bende yanmaya başlar Öyle bir sahradayım, derdime yoktur derman Bekledim, bekliyorum ne zaman geçer kervan? Suya hasret bu çölün verimliymiş toprağı Nehir oldum kaynadım, bulamadım yatağı Uyandı bütün dünya doğudan batıya dek. Benim hayatımsa sütten rüyalar mı görmek? Bir de Lutpulla Muttelip vardır ki 1945 yılında Gomindan yönetimi tarafından henüz yirmi üç yaşında idam edildiğinde arkasında pek çok şiir, makale ve sahne eseri bırakmıştır. Tek davası halkını cehaletten ve sefaletten kurtarmaktır. Mao’nun ölümüyle Uygur yazarların üstündeki baskı azalmış ve bu Modern Uygur Edebiyatı için 1990 yılında gerçekleşen silahlı ayaklanmaya kadar altın bir çağın müjdecisi olmuştur. O gün bu gündür Uygur Edebiyatı Çin yönetiminin sansür politikasından bir türlü kurtulamamıştır.

Kâşgar’dan Yukarı Çin’e dek, çepeçevre bütün Türk ülkelerinde hakanların ve sultanların yarlıkları, mektupları eskiden beri bu yazı ile yazıla gelmiştir. Bütün Türk dillerinde kullanılan harfler on sekizdir. Türk yazısı bu harflerle yazılır. - Kaşgarlı Mahmut


2.Uygur Müziği Eski Çin kaynaklarından Suiname’de Uygurların henüz 5.-6. yüzyıllarda yirmi kişilik orkestraları olduğundan bahsedilmiştir. Eski duvar resimlerinde ve minyatürlerde rastlanan Uygurların kullandıkları çalgılar ve müzik kültürlerine ait tasvirler de bu konuda araştırmacılara ışık tutmaktadır. Ama bence en ilginci, büyük gezgin Marco Polo’nun Türk dünyasına yaptığı bir seyahatte gözlemlerini anlattığı şu cümlelerdir: “Kumullar çok neşeli insanlar doğrusu. Gülüp oynamasını çok seviyorlar. Öyle düşünceye dalan insanlar değil, başlıca uğraşları müzik. Zaten varsa müzik, yoksa müzik. Çalsınlar, dans etsinler, eğlensinler.” 13. Yüzyılda Doğu Türkistan Cengiz Han’ın hakimiyetine girince bazı Uygur

müzisyenler Delhi Sultanlığı’na sığınmış ve sanatlarını burada icra etmişlerdir. Günümüzde Hint Müziği taşıdığı Uygur esintilerini bu müzisyenlere borçludur. Molla İsmetullah, Tevarihi Musikiyyun adlı eserinde, 16. yüzyılda, dünyanın çeşitli yerlerinden öğrencilerin müzik öğrenmek için Yarkent Hanlığı’na geldiğini yazmıştır. Uygur kültüründe müziğin kökeniyle ilgili anlatılagelen çeşitli efsaneler vardır: “Tanrı, Hz. Adem’in önce tenini sonra da ruhunu yaratmış ve ruhtan tene girmesini istemiş. Ancak ruh, kendisinin nurdan, tenin ise topraktan yaratıldığını, dolayısıyla tenin günah işlemeye meyilli olduğunu belirterek tene girmek istememiş ve Tanrıya bu konuda yalvarmış. Bunun üzerine Tanrı, gökyüzünde insanoğlunun

can sıkıntısını giderecek ve onu mutlu edecek müziği yaratmış ve meleklerden onu yeryüzüne indirerek çalmalarını istemiş. Melekler gökyüzüne çıkıp müziğin bütün melodilerini yeryüzüne indirerek ahenk içerisinde çalmışlar. Müziğe mest olan ruh Hz. Adem’in tenine girmiş ve ilk İnsan bu şekilde yaratılmış” Neyin yaratılışı ile ilgili bir efsane ise şöyledir: “Hz. dem yaratıldıktan sonra, bir süre çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşmış. Bir gün yorulmuş ve dinlenirken uyuyakalmış. Rüyasında bir melek gelip, Hz. Adem’in ağzından iki karış uzunluğunda kan damlayan bir şey çekip çıkarmış ve bu nesneyi çamur ile sıvayarak Hz. Adem’in eline tutuşturmuş. Hz. dem eline alınca bu nesnenin içinin oyuk olduğunu görmüş ve meleğe bunu ne yapacağını sormuş. O da, onu üfleyerek can sıkıntısını gidereceğini söylemiş. Melek, bu nesneye önce burgu ile dört delik açmış. Hz. dem üfleyince korkunç bir ses çıkmış. Melek bunun üzerine dört delik daha açmış ve ondan güzel bir ses çıkmış. Hz. dem, meleğe bu nesnenin sırrını sormuş. O da, ilk açılan dört deliğin cehennem azabından, sonraki dört deliğin ise cennetten haber verdiğini söylemiş ve fani dünyada bunu çalmasını söyleyerek gözden kaybolmuş. Hz. dem uyanınca, o nesnenin kucağında olduğunu görmüş ve bir süre onu çalmış. Ancak onu çalmak için ibadeti bıraktığından Hz. Adem’e onu çalması yasaklanmış. Hz. dem ney çalarken diğer bitkiler uyumuş; ama kamış onu can kulağıyla dinlediği için neyin sesi ona sinmiş. Bu yüzden kamışın içi kovuk kalmış. Davut peygamber zamanına gelindiğinde, neyin bu sırrı ortaya çıkmış.” Uygur Müziği ve çalgılarının Çin müzik kültürüne -özellikle Tang Hanedanlığı döneminde- büyük bir etkisi olmuş ve günümüzde Çinliler tarafından yaygın olarak kullanılan ney, surnay, burğa gibi çalgılar Çinlilere Uygurlardan geçmiştir. İSA YUSUF ALPTEKİN Mehmet Emin Buğra’nın tabiriyle ‘‘Vatan için vatandan hicret’’ etmek zorunda kalacak olan İsa Yusuf Alptekin, 1901 yı-

GÖÇ HAREKETLERİ

77


kent’te olmak üzere memuriyet görevini yerine getirirken o dönemlerde komünizmin etkin olduğu Sovyetlerin egemenliği altında bulunan Batı Türkistan’daki Sovyet faaliyetlerini gören Alptekin komünizmin ne kadar zararlı olduğunu anlamış ve bunun ülkesine sıçramasından büyük bir endişe duymuştur. Türk milliyetçileriyle görüşen Alptekin’de Süleyman Çolpan’ın şu sözleri büyük bir tesir bırakmıştır: ‘‘İsa Bey gerek biz gerek siz için yapılacak şey, adam yetiştirmek; her şeyden anlayacak adam yetiştirmek; ne çektiysek adamsızlıktan çektik. Türkiye'ye, Almanya’ya çok miktarda talebe göndermek lazım.’’

İsa Yusuf Alptekin, Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu ile birlikte.

lında o dönem Mançuların egemenliği altında bulunan Doğu Türkistan’ın Kâşgar ilinin Yengisar kazasında dünyaya gözlerini açmıştır. 1911’de Mançu egemenliğini Kıta Çini alacak ve bu yönetim Alptekin’in tam yetişme dönemlerine denk gelmesi hasebiyle onda önemli tesirler bırakacaktır. 1949 yılına kadar çok büyük bir oranda Çinli valilerin yönetimi altında kalacak olan Doğu Türkistan, Çin’in o dönemde Doğu Türkistan’a uzak olması, Çin’i etkileyecek siyasi olayların gerçekleşmesi (Sovyet İhtilali, II. Dünya Savaşı) ve bugünkü kadar güçlü olmaması sebebiyle atadığı valilerin keyfi ve despot yönetimleriyle halka yaşattıkları zulme ses çıkaramamıştır. Bu zulmü çıplak gözlerle gören Alptekin aynı zamanda Çinlilerin Uygur halkının eğitimsiz bırakmak gayesinde olduğunu

78 KONAK

anlamıştır. Bu eğitimsizliği dert edinecek ve 1947 yılında göreve geldiklerinde bu konuda birçok icraatta bulunacak olan Alptekin, halkın standardı düşünüldüğünde ilmi ve maddi açıdan iyi denilebilecek bir ailede doğmuştur. Oğlunu okutmak derdinde olan babası medresede öğrenim görmesinde ve Çinceyi öğrenmesinde birçok fedakarlıkta bulunacaktır. Kendisinin olgunlaşmasında gençlerin ve halkın önde gelenlerinin toplanıp önemli meselelerin ele alındığı aynı zamanda birçok sanatsal faaliyetlerin de buna eşlik ettiği meşrep meclislerinin önemi büyüktür. 1923’te Çinli bir kaymakamın yanında çalışırken Çinli memurların Türklere uyguladığı gayri insani davranışları bire bir deneyimlemiştir. Ardından Alptekin, Batı Türkistan’da; 3 yılı Andican, 3 yılı da Taş-

Bu gaye ile Kâşgar’a geri dönmüş lakin gayesini gerçekleştirecek bir ortam bulamadığından 1932 yılında rotasını Çin’e çevirmiştir. Hem Çin’i mahalli yönetimlerin kötü tutumu konusunda uyarmış hem de bu durumun Sovyetlerin Doğu Türkistan üzerindeki nüfuzunu arttıracağı yönünde uyarılarda bulunmuştur. Bunları yaparken Türk gençlerinin eğitimi konusunda da yardımlarda bulunacaktır. 1933’te Doğu Türkistanlı Vatandaşlar Cemiyeti’ni kurmuş ve Çin Türkistan’ının Avazı mecmuasını çıkartmıştır. 1933 yılındaki istiklalle kurulacak ve yaklaşık olarak 6 aylık bir ömre sahip olacak olan ‘Şarkî Türkistan İslam Cumhuriyeti’ döneminde Çin’deki milliyetçi faaliyetlerine devam edecektir. 1936-1945 yılları arasında Çin Parlamentosunda görev alıp Doğu Türkistan ile alakalı birçok meseleyi meclisin gündemine taşımaya çalışan Alptekin 1939’da Çin’in istikrarsızlığından faydalanmak isteyen Japonlarla Çinlilerin anlaşmazlığı konusunda BM’nin görevlendirmesiyle Çin’e destek bulması amacıyla Türkiye’nin de içinde bulunduğu birçok ülkeyle görüşmesi konusunda görevlendirilmiştir. Türkiye’den dönerken Afganistan’da 1932’de Hoten’de başlattığı ayaklanma bastırılınca Afganistan’a geçmek zorunda kalan Mehmet Emin Buğra’yla görüşmüş ve çeşitli fikir alışverişlerinde bulunmuşlardır. Çin’e dönen Alptekin faaliyetlerine devam ederken 1926 yılında ülkesini terk etmesi karşılığında hayatı bağışlanan Mesut Sabri Baykozi ve 1942 yılında ise Mehmet


Emin Buğra’nın Çin’e gelmesiyle ileride Doğu Türkistan’da kendilerine ‘3 Efendim’ diye seslenilecek ve siyasetleri; şiddet uygulamadan, önce barışla, eğitimle meselelerini halletme gayesi olan bu ekip toplanmıştır. Alptekin’in Çin anayasasında Doğu Türkistan lehine bazı değişikliklerin yapılmasını istemesi, Çinlilerin öfkelenmesine sebep olmuştur. II. Dünya Harbi’nin son yılında Çan Kay Şek, Alptekin ve Buğra ile görüşmeyi kabul etmiş ama bu görüşmeden de bir netice çıkmamıştır. 1944 yılında Çinlilerin halk üzerinde kurduğu baskıcı yönetim sebebiyle Sovyetlerin desteklediği Ali Han Töre önderliğinde İli’de bir ayaklanma meydana gelmiş, Doğu Türkistan Cumhuriyeti kurulmuştur. Çin; İli’den gelen bir heyetle görüşmeleri için Baykozi, Buğra ve Alptekin’in Urumçi’ye gitmelerine izin vermiştir. Görüşmeler sonucunda 1946’da Buğra ve Alptekin’in de aralarında bulunduğu bir karma hükümet kurulmuştur. Alptekin seyahatlerinde topladığı kitaplarla Altay Neşriyat Evi’ni kurmuş ve Erk (bağımsızlık) adıyla bir gazete çıkarmaya başlamıştır. Ayrıca halkın da katıldığı haftalık toplantılarla ve 1947’de kurulan hükümetin icraatlarıyla milli bilinci yükseltmeye çalışmışlardır. Bu hükümette genel sekreterlik görevini üstlenen Alptekin, görevi esnasında milliyetçi ve antikomünist politikaları sebebiyle Rusya ve Çin’in tepkisini çekmiştir. 1949 yılında Kıta Çin’ini bozguna uğratan Kızıl Çin’in önünde Doğu Türkistan’a ilerlemesinde herhangi bir engel kalmamıştır. Uzun süre durumu değerlendiren Alptekin ve arkadaşları, Çin’e karşı koyamayacaklarını düşünmeleriyle birlikte ülkeden göç kararı almışlardır. 1949’da Urumçi’den başlayıp çeşitli ülkelerle yapılan görüşmelerden bir sonuç alamayınca 1954’te Türkiye’nin kendilerini kabul etmesiyle son bulacak olan bu çileli yolculuğu Buğra’nın şu cümleleri çok güzel yansıtacaktır: ‘’Ben, 17 Eylül ve Alptekin 20 Eylül’de Urumçi’yi terk edip 100’e yakın meslektaşımızla beraber Kaşgar’a geldik ve Hint topraklarına sığınmaya karar verdik. Komünistler

mahallî hükûmet makamlarına bizi yakalamaları için emirler göndermiş, tehlike bizi çevirmişti. Ekim ayının ortalarında Kargalık’tan yola çıkarak 1.000’e yakın göçmenle birlikte yürümeye başladık. 31 Ekim’de hudut muhafız askerlerinin kışlasının önüne geldik. Bu istihkâmdaki Çin askeri bizi yakalamak için emir almış ve ciddi tertibat kurmuş bulunuyordu. 1 Kasım’da Alptekin’i ve bir gün sonra da beni yakaladılar. Ellerimizi bağlayarak çok soğuk bir ambara hapsettiler. Sancu’da bizi bir başka bölük teslim aldı. Bu bölüğün kumandanı olan subay bize karşı çok yumuşak davranıyordu. Subayla anlaştık. Alptekin, ben ve üç adamımız 15 Kasım gecesi Sancu’dan kaçarak iki gün yürüdükten sonra ailelerimizi bekledik. Bir gün sonra onlar geldiler. Ailelerimizle birlikte büyük bir kafile olarak yola çıkmamızı tehlikeli gördük. Zavallı aileleri Allah’a bırakıp yola çıktık. Beş günlük tehlikeli yol önümüzdeydi. O müthiş yolları gece gündüz yürüyerek üç günde geçtik. Açlık, soğuk ve sefalet içinde yürüdük. Yakasını kurtarıp kaçabilen diğer muhacirlere yetiştik. Ekserisinin atları ölmüş ve aç kalmış bulduk. Birçoklarının elleri ayakları donmuş veya bozulmuş bir hâldeydi. Bu hâller içinde 11 Aralık’ta Hindistan’ın hudut şehri Lardak’a vasıl olduk. Bu yolda açlık ve soğuktan 65 kişi ölmüş, 55 kişinin el ve ayakları donarak kopmuştu. Ayakları donmuş hâlde bulunanların içinde Alptekin’in bir oğlu ve bir küçük kızı da vardı. Zavallı kız, derdiyle

sonradan vefat etti.’’ 1954’ten sonra Doğu Türkistan davasını Türkiye’de devam ettirecek olan Alptekin, dernekler kuracak aynı zamanda dergi ve gazeteler çıkaracaktır. Türkiye’nin birçok yerinde konferanslar da veren Alptekin, davasını sürekli dünya kamuoyuna anlatmaya çalışmış ve 94 yıllık hayatını dava adamlığına adamıştır. Milli bilinci ve Uygurların tarihinin, dilinin önemini Çinle herhangi bir ortaklıkları bulunmadığını belirtmesi açısından ve bu vesileyle Çinlilerin Doğu Türkistan’ı kendi vatanları olarak görmesine cevaben Muhtıralar, ‘‘Doğu Türkistan İnsanlıktan Yardım Bekliyor, Doğu Türkistan Davası ve Esir Doğu Türkistan’’ adlı eserleri kaleme almıştır. ‘‘Gönül arzu eder ki Türkistan meselesinin halledilmesi davasında öncülük şerefi Türkiye’nin hakkı olsun.’’ diyen Alptekin 17 Aralık 1995 yılında İstanbul’da hayata gözlerini yummuştur. UYGUR TÜRKLERİNİN ENTEGRASYON SÜRECİ Türkiye’nin Uygur Türkleri ve Çin Üzerine Polit ikaları Çin tarafından bağımsızlıklarına sürekli müdahale edilen Uygur Türkleri 1953 itibariyle Türkiye Cumhuriyeti topraklarına ulaşabilmişlerdir. İskânlı göçmen statüsünde uygun topraklara yerleşimleri sağlanmış, geçimleri konusunda destek-

Zulme Son Mitingi, Sıhhiye/Ankara, Aralık 2018.

GÖÇ HAREKETLERİ

79


lenmişler ve vatandaşlık hakkına sahip olabilmişlerdir. Nitekim 1990’da Kâşgar Barın Ayaklanması üzerine Türk topraklarındaki Uygur toplumunun propaganda faaliyetlerinin görünürlüğünün artması; İsa Yusuf Alptekin’in Uygur toplumunun lideri olarak 1991 yılında dönemin başbakanı Süleyman Demirel ve 1992’de de Cumhurbaşkanı Turgut Özal tarafından kabul edilerek taltif edilmesi, 1995’te Sultanahmet’te İsa Yusuf Alptekin adına cumhurbaşkanı, başbakan ve meclis başkanının katılımıyla düzenlenen devlet töreniyle bir park ve anıt açılması gibi gelişmeler ve Türkiye’nin Uygur toplumuna hamilik eden tutumu, Çin nezdinde ciddi bir hoşnutsuzluk yaratmıştır. Fakat Çin’in BM Güvenlik Konseyi’ndeki daimî üyelik pozisyonu, ekonomisinde yakaladığı istikrarlı iki haneli büyüme

BM Irkçı Ayrımcılığı Önleme Komitesi’nin Ağustos 2018’de açıkladığı üzere, Uygur bölgesinde azınlık durumunda bulunan Uygur, Kazak ve diğer unsurlara yönelik baskılar 2016’da bölge parti sekreterliğine atanan Chen Quanguo’dan sonra olağanüstü boyutlara ulaşmış durumdadır. Chen, BM Irkçı Ayrımcılığı Önleme Komitesi’nin raporuna göre 1 milyon civarında Uygur’un tutulduğu tahmin edilen yeniden eğitim kamplarının mimarı olarak bilinmektedir. Türkiye’de Uygur Türkleri Organizasyonları ve Geleneğin Devamı Doğu Türkistanlıların en yoğun yaşadıkları şehir İstanbul; en toplu halde bulundukları şehir de Kayseridir. Adana, Ankara, Manisa, İzmir ve Bursa’da da yerleşik olanlar vardır. İstanbul’dakiler daha çok deri tekstili ve ticaretle meşgulken Ankara’dakilerin tamamına yakını devlet

İsa Yusuf Alptekin’in Uygur toplumunun lideri olarak 1991 yılında dönemin başbakanı Süleyman Demirel ve 1992’de de Cumhurbaşkanı Turgut Özal tarafından kabul edilerek taltif edilmesi ve Türkiye’nin Uygur toplumuna hamilik eden tutumu, Çin nezdinde ciddi bir hoşnutsuzluk yaratmıştır. trendi Türkiye’nin Çin ile diplomatik ve ekonomik ilişkilerine ivme kazandırma yönündeki gayretlerini arttırmasını zorunlu kılmıştır.

memuru, Kayseri’dekilerse işçi, memur ve esnaftır. Türkiye’deki Doğu Türkistanlıların tamamına yakını şehirlerde yaşamaktadır.

Çin’in Uygur meselesi ile Kürt meselesini ilişkilendirmesi, Türkiye’nin kendi kaderini tayin hakkını Kürt halkına tanımadan aynı tutumu Uygurlar nezdinde talep edemeyeceğine dair net mesajları, Çin’i ticari bir partner olarak görmek isteyen Türkiye’yi bir tercihte bulunmak zorunda bırakmıştır. 1998 yılında TBMM’de kabul edilen bir yasa tasarısı ile Çin’den gelen Uygurlara vatandaşlık statüsü yerine, sadece çalışma ve ikamet hakkı tanıyan ama ordu mensubu ya da devlet memuru olmalarını engelleyen ‘‘kalıcı ikamet izni’’ verilmesine karar verilmiştir.

Uygur Türkleri, daha Doğu Türkistan’dan yola çıkarken kendi içinde teşkilatlanmaya ve organize olarak hareket etmeye özen göstermiştir. Ancak Kayseri’ye yerleşen Doğu Türkistanlılar göçten sekiz yıl sonra 1973 yılında bir dernek çatısı altında toplanmaya karar vermiştir. 1980 ihtilalinde diğer dernekler gibi Doğu Türkistan Kültür ve Dayanışma Derneği de kapatılmış, yeniden faaliyete geçmesi 1989 yılında mümkün olmuştur.

80 KONAK

Bu derneğin ilk başkanı Mehmet Cantürk’tür. Daha sonra sırasıyla Mehmet Emin Batur, Emrullah Efendigil, Ebube-

kir Türksoy başkanlık yapmıştır. Bugün de Hoca Ahmet Yesevi Mahallesi’nde faaliyetlerini sürdüren derneğin son beş dönemdir başkanı Seyit Tümtürk’tür. Dernek 2002 yılında Ankara’da bir şube açmıştır, bu şubenin başkanı Hayrullah Efendigil’dir. Bu şube resmî kurumlarla ilişkileri yürütmektedir. 1992 yılında İstanbul’da kurulan Doğu Türkistan Milli Merkezi, Doğu Türkistan ile ilgili tüm sivil toplum kuruluşları arasında koordinasyon sağlamak üzere faaliyet yürütmüştür. Merkezin kuruluşuna Kayseri’deki Doğu Türkistanlılar fiilen katılmış ve yönetiminde önemli görevler üstlenmiştir. Doğu Türkistan Milli Merkezi, 2004 yılında Erkin Alptekin’in öncülüğünde 20 ülkeden 50 Doğu Türkistan sivil toplum kuruluşunun katılımı ile Dünya Uygur Kurultayı’na dönüşmüştür. Merkezi Almanya’da bulunan bu kuruluşun başkanı Amerika’da yaşayan Rabia Kadir’dir. Kayseri’deki derneğin başkanı Seyit Tümtürk, Rabia Kadir’in birinci yardımcılığına seçilmiştir. Ayrıca Kayseri doğumlu Uygur Türk gençleri İstanbul’da Doğu Türkistan Gençlik Derneği’ni kurmuştur. Kayseri’deki Doğu Türkistanlılar İstanbul’da faaliyet yürüten Doğu Türkistan Maarif ve Dayanışma Derneği’nin kuruluşuna ve faaliyetlerine de katkıda bulunmuştur. Türkiye’de karşı karşıya kalınan sorunlar ve geleneklerini devam ettirip ettiremedikleri hakkında ise Dünya Uygur Kurultayı genel başkan yardımcısı Seyit Tümtürk 2012 yılında vermiş olduğu bir röportajda şunları belirtmiştir: Türkiye’de adet ve gelenekleriyle, dillerini yaşatabilmektedirler çünkü kendileriyle aynı kültürü ve inancı taşıdıkları demokratik, hür bir ülkede yaşadıklarını düşünmektedirler. Bir mukayese ile açıklanacak olursa maalesef Orta Asya Türk cumhuriyetlerine sığınan Uygurlar, Çin Önderliğinde kurulan Şangay İşbirliği Örgütü anlaşmaları çerçevesinde kardeş ülkeler olan Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan tarafından sınır dışı edilerek Çin Halk Cumhuriyeti’ne iade edilmektedir. Bunların bazıları yargısız infazlarla idam edilmekte veya


çok ağır cezalara çarptırılmaktadır. Bu bölgelerde Uygur olmak negatif ayrımcılığa maruz kalmak için yeterli sebeptir. Orta Asya ülkeleriyle kıyaslanamayacak ölçüde olsa da Avrupa ülkelerine siyasi sığınma talebinde bulunan Uygurların da Çin’e iade edilmesi gibi durumlar yaşanabilmektedir. Rahmetli İsa Yusuf Alptekin ve Mehmet Emin Buğra beyler tüm maddi ve fiziki imkansızlıklarına rağmen bir başlangıç yapmışlardır ve bugün Türki-

ye’de Doğu Türkistan’la ilgili bir farkındalık varsa bunu onlara borçlu olduğumuzu hatırlamak gerekir. Aradan geçen zaman içerisinde şu anda 5 vakıf ve 10’a yakın dernek Türkiye’de faaliyet yürütmektedir. Doğu Türkistan Kültür ve Dayanışma Derneği başkanı Seyit Tümtürk’ün ve ailelerinin göçleri sebebiyle Türkiye’de doğmuş ve Doğu Türkistan’ın sesini duyurmak adına çalışmalar yürütmekte

olan Uygur Türklerinin Doğu Türkistan’a gitme şansı ya hiç olmamıştır ya da ziyaretleri zorlu şartlar altında gerçekleşmiştir. Doğu Türkistan’daki akrabalarıyla ancak telefonla görüşebilmekte olduklarını ve bu görüşmeler de birkaç dakikalık hal hatır sormadan öteye gidemediğini aksi takdirde akrabalarının zarar görmesinden çekindiklerini pek çok Uygur Türkü basın yoluyla dile getirmiştir.

KAYNAKÇA 1. Dağ, A. E. ‘‘Doğu Türkistan Sorununun Çözümünde Türkiye ve İslam Dünyası’’; 2010. 2. Tuna, A. ‘‘Doğu Türkistan'da Asimilasyon ve Ayrımcılık’’; 2012. 3. Alptekin, İ. Y. ‘‘Doğu Türkistan İnsanlıktan Yardım Bekliyor’’; Otağ Matbaası; 1974. 4. Alptekin, İ. Y. ‘‘Doğu Türkistan Davası’’, Marifet Yayınları; 1981. 5. Alptekin, İ. Y. ‘‘Unutulan Vatan Doğu Türkistan’’, Seha Yayınları; 1992. 6. Tanay, Y. ‘‘17. Ölüm Yılında İsa Yusuf Alptekin’’; 2012. 7. Kul, Ö. ‘‘İsa Yusuf Alptekin’’; TDV İslâm Ansiklopedisi; s.89-90. 8. Tuncer, T. ‘‘Türkiye’de Yaşayan Doğu Türkistanlıların Kurduğu Sivil Toplum Örgütleri ve Bunların Faaliyetleri: Doğu Türkistan Göçmenler Cemiyeti Örneği’’; 2018. 9. TRT Avaz. ‘‘Türkistan Gündemi’’; İsa Yusuf Alptekin'in Doğu Türkistan Mü-

cadelesi. 10. Yasin, Y. ‘‘Uygur Yazısının Tarihi Dönemleri ve Yayıldığı Bölgelere Bir Bakış’’; 2011. 11. Arslan M., Öger A. ‘‘Uygur Türklerinde Bazı Çalgılar ve Çin Kültürüne Etkisi’’; 2008. 12. Baran, L. ‘‘Çağdaş Uygur Edebiyatının Oluşması ve Gelişmesi’’; 2007. 13. Bakır, A. ‘‘Doğu Türkistan Tarihinin Türk Kültür Tarihi Açısından Önemi’’; Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi; Cilt: VIII, Sayı 1, Sayfa: 35-39; 2008. 14. Karımova, R. ‘‘HISTORY OF EASTERN TURKESTAN CULTURE WITHIN THE CONTEXT OF TURKIC CIVILIZATION’’; Uluslararası Uygur Araştırmaları Dergisi; Sayı: 3, Sayfa: 221-228; 2014. 15. Duranlı, M. ‘‘Mihail Vasilyeviç Pentsov ve Doğu Türkistan Araştırmalarına Katkısı’’; Uluslararası Uygur Araştırmaları Dergisi; Sayı: 3, Sayfa: 203-214; 2014.

16. Doğan, C. ‘‘Eski Türk Ailesinin Yapısı ve Fonksiyonları’’; M. Ü. Atatürk Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Dergisi; Sayı: 8 Sayfa: 73 – 81; 1996. 17. Talas, M. ‘‘Tarihi Süreçte Türk Beslenme Kültürü ve Mehmet Eröz’e Göre Türk Yemekleri’’; Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi; Sayı 18, Sayfa 273-283; 2005. 18. Öger, A. ‘‘Uygur Türklerinin Doğum Adetleri, Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic’’; Sayı:7, Sayfa:1679-1694; 2012. 19. Tevekkül, M. ‘‘Kaşgar ile Konya Yöresi Gelenek ve Görenek Benzerlikleri’’ Uluslararası sempozyum: Geçmişten Günümüze Bozkır; 2016. 20. TRT Avaz. ‘‘Mutfak, Uygur Mutfağı’’; 2015. 21. Gömeç, S. ‘‘Uygur Türkleri Tarihi’’; 2015. 22. Emet, E. ‘‘5 Temmuz Urumçi Olayları’’; 2009.

GÖÇ HAREKETLERİ

81


H Göç Konferansları

BOSNA-HERSEK BOŞNAK GÖÇLERİ Değerlendiren Enes Taha Başer Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi

Mutlu göç yoktur, her göç kişisel bir trajedidir. Aynı zamanda göç, sonu iyi de bitse kötü de bitse geride bırakmanın, eksilmenin, kaybetmenin öyküsüdür.

82 KONAK

ayat Vakfı Ankara şubesi Göç Hareketleri Araştırmaları Koordinatörlüğü’nün, yakın tarih Anadolu’ya göç hareketleri ile ilgili çalışmaları doğrultusunda düzenlenen “Boşnak Göçleri’’ konulu konferansımızda Mersin Üniversitesi Fen - Edebiyat Fakültesi öğretim görevlisi Doç. Dr. Fahriye Emgili’yi vakfımızda ağırladık. Doç. Dr. Emgili “ ” diyerek sözlerine başladı ve hepimizi Bosna’dan Anadolu’ya uzun bir göç yolculuğuna çıkardı. Ne yazık ki birbiri ardına devam eden göçler ilk olarak 1878 Berlin Barış Kongresi’nde alınan kararlar ile Bosna-Hersek topraklarının Avusturya-Macaristan’ın yönetim idaresine verilmesi ve ardından Avusturya-Macaristan’ın işgaliyle başlayan dönemde görülmüştür. Bu işgal sırasında Avusturya-Macaristan hiç beklemediği bir halk direnişiyle karşı karşıya kalmış ve üstesinden gelemeyince halka zulüm uygulamıştır. İkinci dönem göç dalgası 1881 ve 1882’de çıkarılan askerlik kanunuyla birlikte oluşmuştur. 1882’den 1889’a kadar göçler durulurken 1889’ların sonu ve 1890’ların başında tekrar bir göç dalgası başlamış ve 1908’de Avusturya Macaristan’ın Bosna-Hersek’i ilhak etmesinin ardından göçler devam etmiştir. Emgili, 2. dönem ve ardından 3. dönem göçlerini şöyle detaylandırdı: “1881 yılında askerlik savunma yasasıyla 15 yaşından büyük çocukların askere gitme zorunluluğu getirilmiş ve çocuklar ile ailenin göçmesine izin verilmemiştir. Halk ‘gâvur’ ordusunda askerlik yapmak istememiş ve bu durum çok zorlarına gitmiştir. Aynı zamanda iş gücü açısından da Boşnaklara darbe neden olmuştur. Bir halkın en çok eğitimine müdahale edilerek işgal eden ülkenin


Bosna’dan göçlerin sebeplerini 3 ana başlıkta toplayabiliriz. Bunlardan birincisi ve en önemlisi, siyasi sebeplerdir. Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı ve 1918’de Avusturya’nın yıkılmasının ardından kurulan Sırp Sloven Hırvat Krallığı’nın Boşnaklara yaptığı zulümler, yağmalamalar, çete faaliyetleri nedeniyle gerek Bosna’dan gerek Sancak bölgesinden yola çıkarak Türkiye’ye doğru bir göç yolculuğuna başlamasına sebep olmuştur.

bepler olarak da inançlarını özgür bir şekilde yaşamak ve ekonomik anlamda ferah bir hayat sürmek olduğunu söyleyebiliriz. Boşnakların Türkiye’de yoğunlukla Marmara Bölgesi’ne, iç Anadolu’da daha çok Eskişehir’e, Ankara’ya ve Ege Bölgesi’ne olmak üzere birçok bölgeye yerleştirildiğinden bahseden Emgili en çok tüccar, esnaf, köylü halkın göç ettiğini söyledi ve bu durumun ekonomik kaynaklı olup bunun Avusturya-Macaristan’ın ürünlerinin fiyatlarını aşırı derecede arttırmasının etken olduğunu ekledi.

Göç eden Boşnakların geleneklerine, göreneklerine, düğünlerine, yemeklerine sahip çıktıklarını belirtip belki de muhacirlerin o dönem en büyük sorunlarının dil konusunda yaşandığını söyledi. Konuşmasının sonlarında Boşnak göçmenlerle yaptığı röportajlardan örnekler anlatan Emgili, ‘’Ve nihayet uzun göç yolculuğunun sonuna geldik.’’ diyerek konuşmasını noktalarken konferans katılımcıların sorularıyla son buldu. 11 Ocak 2019 Cuma

istediği kıvamda yeni nesiller yetiştirmeyi hedefleyen hükümet 1891’de din değiştirme kanunu yayınlamıştır. Boşnak kızlarının kaçırılması üzerine son sabır noktasına gelen Boşnaklar yönetime birçok dilekçe, memorandumlar verirken bunun etkili olmadığını gören halk, göçü çare olarak görmüşlerdir.”

O dönemin göçmen muhacirleri kefen yırtarak hayata tutundular ve birbiri ardına gelen savaşlar, yıkımlar, aile üyelerinin kaybedilmesine rağmen yeniden hayatlarını kurmaya çalışmışlardır. İlk kuşak muhacirleri hep bir ekmek kavgasında, başlarını sokacak bir ev derdinde olmuşlardır. Bu bağlamda yaptığı saha çalışmalarından bizlere örnekler anlatan Emgili: “Dini kaynaklarda da belirtildiği gibi insan topraktan yaratılmıştır, insanın hamurunun mayası topraktır ve insanın toprağına özlem duyması çok doğal bir durumdur” diyerek göçmenlerin her ne kadar hayata tutunsalar da geçmişle her zaman bağlı olduklarını belirtti.

Boşnaklar kendilerine hem medeniyet hem siyaset açısından Osmanlı’ya yakın hissetmiş ve Osmanlı’nın bu bölgeyi idare ettiği dönemlerde (550 yıl) Boşnaklar edebiyat, zanaat, musiki ve eğitim geleneği oluşturmuştur. Avusturya-Macaristan’ın hüküm sürdüğü bu 30 yıllık dönemde ise Boşnakların kuruduğu bu kültürel durum birdenbire yerle yeksan olmuştur. Diğer seGÖÇ HAREKETLERİ

83


84 KONAK


EDEBİYAT Araştırmaları Koordinatörlüğü Edebiyatın bugününü anlamak için dününü tanımaya çalışan; bu amaç doğrultusunda geçmişteki ve günümüzdeki şair ve yazarları araştıran; bu şair ve yazarların eserleri üzerine okumalar yapan; yaptığı okumalar ışığında onların engin ve aşkın bilgilerinden faydalanarak kendi yüce manevi çizgisini bulmak için çabalayan; aynı zamanda bize miras kalan değerleri yaşatmak için çalışmalar yapan grupların yer aldığı bir koordinatörlüktür.

Etkinlik 1. Çalışma Grubu • Berceste Edebi Dönemler ve Şairleri • Lügaz Şiir Tahlili • Yolcu Yazarlık Atölyesi • Alegori • Lügat Çalışması • Masal Anlatıcılığı 2. Edebiyat Söyleşileri • Nuri Pakdil Ziyareti

EDEBİYAT

85


MİLLİ EDEBİYAT DERLEMESİ

MİLLİ EDEBİYAT DÖNEMİ

BERCESTE ÇALIŞMA GRUBU Zeynep ÖNDER * Damla Nur ERGENOĞLU 2 Zeynep GÜNEY 1 1

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hacettepe Üniversitesi Beslenme ve Diyetetik Fakültesi 1

2

*İletişim: zeyneponder1997@gmail.com

86 KONAK

XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu durum toplumu çok derinden etkilemişti. Bu dönemde eski ihtişamlı günlerini tamamen geride bırakan devlet, bağımsızlığını kaybetme tehlikesiyle burun buruna gelmişti. Milliyetçilik akımının etkileri gün geçtikçe artıyordu. Bu durum edebiyatta yaşanacak köklü bir değişimin de habercisiydi. Milli bir edebiyat oluşturma hevesi dönemin edebiyat çevrelerinde hızla yayılıyordu. Tanzimat’tan beri Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi ve daha pek çok sanatçı tarafından tohumları atılan bu düşünce, Servet-i Fünun döneminde etkisini kaybediyormuş gibi görünse de bu devrede yayınlanan Biz Nasıl Şiir İsteriz? başlıklı şiir milli edebiyatın ilk poetikası olarak kabul edilebilir. Mehmet Emin Yurdakul bu şiirde Köroğlu destanı üzerinden halk edebiyatının, Abdülhak Hamit Tarhan’ın Merkad-ı Fatih’i Ziyaret manzumesi üzerinden de aydın kesime hitap eden edebiyatın bizi tam anlamıyla yansıtmadığını söylemiştir. Anadolu insanına seslenen, onu tanıyan ve onun derdini anlayan bir şiir istemiştir. Ayrıca bu şiirde hece vezninin kullanılması da dikkate değerdir.


Biz Nasıl Şiir İsteriz “Köroğlu” ne? Anadolu dağlarında görünen, Hep evleri, yapıları çamurlara bürünen, Köycüklerde, rencberlerin yurtlarında okunur:

Bir kitap ki ya bir yetim keçisini çaldırtır, Ya bir çiftçi çocuğunu ıssız dağa kaldırtır, Öyle şeyler belletir ki akıllara dokunur.

“Fâtih” nedir? İstanbul’un surlarının altında, Karadeniz Boğazı’nda, Hisar’ların sırtında,

sundaki dilekleri de yine Ömer Seyfettin'in kaleminden çıkmıştır. Aslında yazarın öncelikle dilden hareket etmesi tesadüfi değildir. Edebiyatın temel malzemesinin dil olduğunu iyi bilen Ömer Seyfettin, milli edebiyatın yaratılmasında elbette öncelikle millî bir dilin sağlanması anlayışından yola çıkacaktı." şeklinde değerlendirmiştir. Ömer Seyfettin öncelikle Türkçe’ ye Arapça ve Farsça’dan giren kuralları reddetmiştir. Dilin sadeleştirilmesinde tasfiyeciliğe karşı çıkmıştır, bu dillerden aldığımız kelimelerin tamamen atılmasını doğru bulmamıştır. Dilimize yerleşmiş

bu kelimeler bizim için bir zenginliktir ancak lüzumsuz olanlar atılabilir. Hece vezninin, aruzun yerini almasını istememiş fakat daha sonraları aruzla birlikte kullanılmasını kabul etmiştir. Yeni Lisan makalesinde lisanımız ve edebiyatımızla ilgili durum tespiti yapılarak milli edebiyatın oluşturulması için gerekenler belirtilmiştir. “Eskiler" denilen divan şairlerinin ve “dünküler" denilen Servet-i Fünuncuların taklit ve takip edilmemesi, bunun yerine insanımızın rahatlıkla anlayabileceği bir söz dağarcığı ve üslup tercihiyle kendimizi ve toplumsal hayatımızı, ahlak ölçüle-

Gayet güzel düşünülmüş, gayet iyi duyulmuş.

Bir şiir ki şehitlerin al kanıyla yazılmış; Bir kılıç ki kitabının alt yanına asılmış; Bir altından heykeldir ki bir odaya konulmuş.

Biz o şiiri isteriz ki çifte giden babalar, Ekin biçen genç kızlarla, odun kesen analar, Yanık sesin dinlerlerken gözyaşların silsinler.

Başlarını açık, beyaz sinesine koysunlar; Yüreğinin, özleriçün çarpındığın duysunlar; Bu çarpıntı, bu ses nedir? Neler diyor? Bilsinler.

M. Emin Yurdakul

Milli edebiyatın asıl başlangıcı olarak Ömer Seyfettin’in Genç Kalemler dergisinde yayınlanan Yeni Lisan makalesi kabul edilir. Genç Kalemler dergisinin ikinci cildinin ilk sayısından itibaren Yeni Lisan makaleleri yayımlanmaya başlamıştır. Bunların ilk on birinde yazar olarak herhangi bir kişinin adı yoktur. Fakat ilk makalenin yazarının ve dolayısıyla bu hareketi başlatan kişinin Ömer Seyfettin olduğu düşünülmektedir. Milli edebiyatta Türkçe’nin sadeleştirilmesine çok önem verilmiştir ve bu konu Yeni Lisan makalelerinde de sıkça yer almıştır. Parlatır bu konuyu, “Genç Kalemler hareketinin edebiyat konu-

Yeni Lisan Makalesi EDEBİYAT

87


yılında Balıkesir Gönen’de dünyaya gelmiştir. Eğitim hayatına da yine doğup büyüdüğü yer olan Gönen’de başlamıştır. Ancak yüzbaşı olan babasının görev yerinin sık sık değişmesi sebebiyle birçok yerde bulunan Ömer Seyfettin, son olarak eğitim hayatının büyük bir kısmını geçireceği İstanbul’a annesiyle birlikte taşınma kararı almıştır. İstanbul’da Mekteb-i Osmani ve ardından Eyüp Baytar Rüştiyesi’nde eğitim görmüş, 12- 16 yaşları arasında da Edirne Askeri İdadisi’ne devam etmiştir. 1903 yılında Mekteb-i Harbiye’den mezun olan Ömer Seyfettin mülazım (teğmen) rütbesiyle orduda göreve başlamıştır. Bir yandan Osmanlı’nın birçok cephede verdiği Hatt-ı Müdafaa’da yer almış, bir yandan da belli bir süre İzmir Zabitan ve Efrat Mektebi’nde öğretmenlik görevinde bulunmuştur.

rimiz içinde ve değer yargılarımıza ters düşmeden anlatan eserlerden meydana gelen bir edebiyat oluşturulması gerektiği belirtilmiş, bunu Hükümet ve Maarif Nezareti’nin yapamayacağı, bunlar için yeniliklere açık kişilere ihtiyaç olduğu ve milli bir edebiyat oluşturmanın ancak gençlerin çalışmasıyla başarılabileceğine değinilmiştir. Mehmet Akif ’in şu yazısı ise milli edebiyatın nasıl olması gerektiğini açıkça göstermektedir: “Edebiyatı nasıl telakki ettiğimizi, nasıl bir meslek tutmak istediğimizi şimdiye kadar çıkan yazılarımız elbette göstermiştir. Şiir için, edebiyat için “süs”,”çerez” diyenler var. Karnı tok, sırtı pek milletlere göre bu söz belki doğrudur. Lâkin bizim gibi aç, çıplak milletlere süsten, çerezden evvel giyecek, yiyecek lâzım. Onun için ne kadar süslü ne kadar tatlı olursa olsun, libas hizmetini, gıdâ vazifesini görmeyen edebiyat bize hiç söylemez.” Akif Batı’nın edebiyatından, sanat yönünden yararlanılabileceğini ama

88 KONAK

taklitten sakınmak gerektiğini söylemiş, bizim edebiyatımızın bize özgü olması, bizim hislerimiz ve yaşantımızı içermesi gerektiğini söylemiştir. Milliyetçilik ve Türkçülük dendiğinde ilk akla gelen isimlerden olan Ziya Gökalp ise Sanat manzumesinde Milli edebiyatın asıl unsurlarını tekrar ortaya koymuştur. Bu şiirde eski ozan ve yeni şair arasında karşılaştırma yapmış, yeni şaire yani Serveti Fünunculara kendi benliklerine dönmeyi öğütlemiştir. Çerçevesini çizdiğimiz bu Milli Edebiyat Dönemi’nin 1911-1923 yılları arasında yaşadığı kabul edilse de, sesleri çok öncelerden duyulmaya başlanan bu akımın örneklerini günümüzde hâlen görebiliriz. Derlemenin devamında, Milli Edebiyat Dönemi’nin öne çıkan yazarlarından Ömer Seyfettin ve Faruk Nafiz Çamlıbel’i tanıtacağız. ÖMER SEYFETTİN Türk hikayeciliğinin başlıca isimlerinden biri olan Ömer Seyfettin, 1884

Balkan Savaşı’nın başlamasıyla tekrar askere alınarak, Sırp ve Yunan cephelerinde savaşmış, Yanya Kalesi’nin savunması sırasında da Yunanlılara bir yıl boyunca esir düşmüştür. Bütün bu yaşananlar Ömer Seyfettin’in öykülerinde sıklıkla rastladığımız gerçekçi savaş ve askeri betimlemelerin kaynağını bizlere sunmaktadır. Bir yıl süren esirliğin ardından Ömer Seyfettin 1914 yılında Kabataş Lisesi’ne öğretmen olarak atanmıştır. Ve vefatına kadar bu kutsal mesleği sürdürmüştür. Ömer Seyfettin yaşamı boyunca birçok yazı kaleme almış, geriye birbirinden şahane öyküler bırakmış ve yeni bir akıma öncülük etmiştir. İstanbul’un siyasi ve askeri açıdan sallantılı olduğu dönemlerde Ömer Seyfettin, İttihat ve Terakki’nin maddi desteğiyle çıkan Genç Kalemler dergisinde “Yeni Lisan” hareketini başlatmıştır. O bütün zamanını kültürel konulara ayırmak istediyse de içinde bulunduğu çalkantılı dönem buna pek müsaade etmemiştir. Tekrar askere alınmalar ve çıkan savaşlar sağlığını olumsuz yönde etkilemiş, özel hayatında da yaşadığı birtakım zorluklar kendini iyice


yalnız hissetmesine neden olmuştur. Bu yalnızlık onu daha derin manalara sürüklüyerek, daha çok yazmasına ve okumasına neden olmuştur. Ayrıca benimsediği Türkçülük düşüncesini de duyurmak için kendine bir zemin hazırlayan yazar, Genç Kalemler dergisinde başlattığı Yeni Lisan hareketindeki milli edebiyat anlayışıyla düşüncelerine bağlılığını gözler önüne sermiştir. Hece veznini kullanmayı, konuşma diliyle yazmayı, İran ve Yunan mitolojileri yerine Türk destanlarından ilham almayı tercih etmiş ve bu görüşü savunmuştur. İlk hikayesi henüz 18 yaşında çıkardığı, Sabah gazetesinde yayımlanan Tenezzüh’tür. Maupassant tarzı olarak bilinen; vakayı ön plana çıkaran, karakter tahlili ve mekan tasvirini geri planda tutan bir anlatımı benimsemiştir. Bazı hikayelerini, hayatının belli dönemlerinin yansıması olarak gördüğünü dile getirmiştir. Mesela hikayelerinin belli bir kısmının 1. Dünya Savaşı sırasında cephedeki askerin ve halkın moralini yükseltecek edebi metinler olması milli bir edebiyat meydana getirme arzusunun bir tezahürüdür.

başlatınca Ziya Gökalp’in dikkatini çekmiştir. Gökalp,‘Görgüsüyle idealist, kabiliyetiyle realist’ olarak bahsettiği Ömer Seyfettin’de aradığı yazar tipini bulmuştur. Ziya Gökalp de tıpkı Ömer Seyfettin gibi fikri yazılarında Türkçülük ve Turancılık düşünceleriyle ön plana çıkmıştır. FARUK NAFİZ ÇAMLIBEL Önemli Türk şair ve yazarlarından olan Faruk Nafiz Çamlıbel 18 Mayıs 1898’de İstanbul’da doğmuştur. Babası hazine-i hassa başmüfettişi Süleyman Nafiz Bey, annesi Fatma Ruhiye Hanım'dır. İlk ve orta öğrenimini Bakırköy Rüşdiyesi ile Hadika-i Meşveret İdadisi’nde almıştır. Eğitimin bir sonraki adımına Tıp Fakültesi’nde devam etmiş ancak dördüncü sınıfta iken okuldan ayrılmıştır. 1918’ de İleri gazetesinin yazı heyetinde çalışmaya başlamış ve 1922’de gazetenin temsilcisi olarak Ankara’ya gitmiştir. 1922-1946 yılları arasında Kayseri Lisesi, Ankara Muallim Mektebi, Kabataş Lisesi gibi okullar

başta olmak üzere farklı şehirlerde edebiyat öğretmenliği yapmıştır. 1946 yılında politikaya atılarak 1960 İhtilali’ne kadar milletvekilliği yapmış, İhtilal’den sonra tutuklanarak Yassıada’ya gönderilmiştir. 1960-1961 yıllarında tutuklu kalmış ve sonunda suçsuz bulunarak salıverilmiştir. Yaşadığı olaylar üzerine bir daha politikaya girmemiştir. Eşi Azize Hanım’ın 1967’de vefatından sonra her sonbahar yakın dostları ile uzun vapur gezilerine çıkmaya başlamıştır. Yine bir vapur gezisi sırasında 8 Mayıs 1973’te Fethiye açıklarında hayata gözlerini yummuştur. Faruk Nafiz genç yaşlarda şiire başlamıştır. 1913-1917 yılları arasında yazdığı, Peyam ve Servet-i Fünun’da neşredilen şiirlerinde Cenap Şahabeddin, Tevfik Fikret ve Ahmet Haşim’in etkileri açıkça görülmektedir. Bu dönemde yazdığı şiirlerinde ferdi aşk ve ıstıraplar ana konudur. O sıralarda edebiyat cemiyetlerini derinden sarsan I. Dünya Savaşı bile onun

Hikayelerinde yaşadığı topluma ayna tutmuş, bazı karakterlerle hem toplumu hem de kişileri eleştirmiş ve ince bir alayla yaşadığı zamana serzenişte bulunmuştur. Bunun bir örneğini Efruz Bey tiplemesiyle, II. Meşrutiyet sonrası fikri ve siyasi yönelişlerdeki olumsuzlukları gözler önüne sermek isterken görürüz. Topluma yönelik eleştirilerinin yanında, edebiyat yazarlarının dille ilgili sorunları olduğunu da düşünmüştür. Yeni Lisan yazısıyla Türk dili ve edebiyatına yeni bir rota çizmiştir. Ona göre ‘Türk edebiyatının şarka ve garba yönelen iki devresi de birer taklitten ibaret olup’ milli bir edebiyata ihtiyaç vardır. Onun gibi düşünen Ali Canip Yöntem ve Ziya Gökalp ile birlikte Milli edebiyat akımının öncüsü olarak kabul edilmiştir. Ömer Seyfettin dilin millileştirilmesi üzerine geniş bir tartışma zemini EDEBİYAT

89


şiirlerinde fazla yer bulamamıştır. 1918’de ilk şiir kitabı olan Şarkın Sultanları’nı neşreder. Bu dönemde şiirleri farklı dergilerde yayımlanmaya başlamış ve edebi kişiliğinin yerine oturması ve aruzu kullanmada ustalaşması da bu dönemde gerçekleşmiştir. 1919'da sadece iki sayı çıkan Edebi Mecmua'nın müdürlüğünü yapmıştır. Yakın dönemde Büyük Mecmua, Nedim ve Ümid dergilerinde I. Dünya Savaşı’ndan sonra işgal edilen ülkemize dair Bozgun, Hisar, Yaralı Arslan, Münacaat ve İzmir gibi şiirleri yayımlanmıştır. 1922 senesi Faruk Nafiz’in sanat hayatında bir dönüm noktasıdır. Anadolu gerçekliği ile karşılaşan Nafiz tamamen Milli edebiyata yönelerek şiirlerini hece vezni ile yazmaya başlamıştır. O dönemde hızla yayılan dilde sadeleşme akımını desteklemiştir. 1926’ da

Hayat Dergi’sinde yayımlanan Sanat şiiri yeni sanat anlayışını benimsediğini göstermiştir. O dönemde ayrıca ‘İstanbullu aydın’ ile ‘Anadolu’da yaşayan halk’ arasında olumlu bir iletişim kurulması gerektiği ısrarla belirtmiş ve en meşhur şiiri olan Han Duvarları’nı bu görüşü ışığında kaleme almıştır. Faruk Nafiz; Anadolu'yu, coğrafyasını, tabiatını, Anadolu insanının meselelerini anlatan ve halk edebiyatı kaynaklarıyla da bezediği şiirlerini müdürlüğünü yaptığı Hayat Dergisi’nde yayımlamıştır. Sanat hayatına aruz ile başlayan Nafiz, aruzda yakaladığı başarı ve ahengi hece vezninde de büyük ölçüde yakalamıştır. Ayrıca o dönem kendisi gibi hece vezni ile yazan Enis Behiç, Yusuf Ziya, Halit Fahri ve Orhan Seyfi ile birlikte "Beş Hececiler” adı verilen grup ile birlikte anılmaktadır.

rinde 800’den fazla mizahi şiiri yayımlanan Faruk Nafiz'in bir de mizah yazarlığı yönü vardır. Bu eserlerinde de memleket meseleleri, siyasi çekişmeler ve dil konularını ele almıştır. Ayrıca, Faruk Nafiz şiirleri kadar tiyatro eserleri ile de tanınmıştır. Köy hayatındaki sorunlardan bahsettiği Canavar; kurgusu devletin o dönemdeki tarih tezini desteklemek üzerine kurulu olan Akın, Özyurt ve Kahraman en ünlü tiyatro eserlerindendir.

Akbaba, Karikatür, Mizah dergile-

KAYNAKÇA 1. 1.Yetiş, K. Milli Edebiyat Anlayışı, İlmi Araştırmalar 8, İstanbul, 1999, 267-284 2. 2.Bozdoğan, A. Birinci Yeni Lisan Makalesini Milli Edebiyat Akımının Bildirgesi Olarak Okumak, C. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, XI/2-2007, 251-266 3. 3.Polat, N. TDV İslam Ansiklopedisi,

90 KONAK

2007, 34.cilt, sayfa 80-82 4. 4.Bayur, H, Türk İnkılap Tarihi, Ankara 1991, TTK yayınları, sayfa 420-421 5. 5.Kafalı, M. Ömer Seyfettin Hikayelerinde Tarih, Türk Edebiyatı Dergisi, 86, 1980 6. 6.Bulut, H. TDV İslam Ansiklopedi-

si,1993,8. cilt, sayfa 195-196 7. 7.Özyürek, D. Modern Türk Şiirinde Hecenin Yükselişi ve Beş Hececiler, Fraktal Edebiyat Düşünce Dergisi, 2014, 2.sayı, sayfa 15-17 8. 8.Çamlıbel, F. Han Duvarları,1969, 1.baskı


EDEBÄ°YAT

91


TEVFİK FİKRET TEVFİK FİKRET: DEVİR-ŞAHSİYET-ESER

LÜGAZ ÇALIŞMA GRUBU Esma SAYIN * Betül Şeyma KARAKÖSE 1 Cihat AKYAZI 1 Fatih Recai KABLAN 1 Özlem KOCA 3 Rümeysanur DEMİR 1 Rüveydanur DEMİR 3 Sena Nur UYANIK 4 Yusuf YILDIZ 1

2

Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Gazi Üniversitesi Diş Fakültesi 3 Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi 4 Hacettepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi 1

2

*İletişim: esmasayin98@gmail.com

92 KONAK

Ortak bir duyuş tarzı ve üsluba sahip olması dolayısıyla genellikle edebi bir mektep olarak görülen Servet-i Fünun edebiyatı veya Edebiyat-ı Cedide’nin çeşitli sebeplerin zamanla birleşmesiyle meydana geldiği söylenebilir. Servet-i Fünun edebiyatının içinde bulunduğu politik ve sosyal durumu inceleyecek olursak; bu edebiyat özetle II. Abdülhamid idaresi altında doğmuş, büyümüş ve ölmüş bir edebiyat olarak tanımlanabilir. Bu sebeple bu devrin kuvvetle tesiri altında kalmıştır. Osmanlı toplumunda bu asra mahsus olarak Avrupalı siyasiler tarafından konulan ‘hasta adam’ tabiri tüm imparatorluğa yayılmış olarak vaziyeti gayet iyi özetler. Bu asrı baştan başa dolduran yıkılış, çöküş, hastalık fikri eserlere şüphesiz daha yoğun bir şekilde yansıyordu. Bu dönemde sosyal sorunların serbest şekilde konuşulmasına engel olan sansür politikası meslekleri söz söylemek olan edebiyatçıların başka konulara yönelmesine neden olmuş, kendi derdine ve keyfine düşen yazarlar arasında sosyal sorumluluk duygusu kaybolmaya yüz tutmuştu. Bütün kalemlerin üzerinde oyalandığı saha ‘ferdi ıstıraplar ve saadetler’ ile şuuru gerçeklerden uzaklara götüren ‘hayaller’den ibaret hale gelmişti. Özetle Tanzimat’ın başından beri politik ve sosyal konuları işleyerek gelişen edebiyat, Servet-i Fünun devrinde bu yolun dışına çıkarak ferdiyetçi ve sanatçı bir istikamete yöneldi.


ganlarını dış aleme açmak ve böylelikle dış alemi cansız bir madde yığınından ziyade kendisine has bir ruha sahip şekilde tasavvur ederek tabiatı, ruh-ı kainat’ın maddi tezahürü olarak algılamak edebiyatımıza Servet-i Fünun döneminde gelmiş yepyeni bir soluktur. Bu dönem yazarları tabiatı gerçekçi bir ressam gibi tespite çalışmış, fakat bu sınırda kalmayarak tabiatı kendi ruhunun aynası ve hayallerinin gerçekleştiği bir periler ülkesi olarak tasavvur etmiştir. Kimseden ümmîd-i feyz etmem, dilenmem perr-ü bâl Kendi cevvim, kendi eflâkimde kendim tâirim, İnhinâ tavk-ı esâretten girandır boynuma; Fikri hür, irfanı hür, vicdânı hür bir şâirim.

Tevfik Fikret; kendine özgü kişiliği ve ödün vermeyen karakteriyle, kendi ifadesiyle ‘fikri, irfanı, vicdanı hür bir şair’ olarak Türk edebiyat tarihinde mizaç, karakter, ahlak ve hayat felsefesi üzerine en çok konuşulan şahsiyetlerden biri olmuştur. Fikret, hayranlarından birinin dediği gibi ‘kendisine kızılan veya tapılan ama asla kayıtsız kalınamayan’ şahsiyeti ve hayatı boyunca atlattığı merhaleler sebebiyle birbirine zıt noktalarda bulunmuş bu sebeple hep bir tezatlar silsilesinin içinde yer almıştır. Servet-i Fünun edebiyatı üsluptan önce yeni bir hissediş tarzının ifadesidir. Bu dönemdeki yazarlar yeni duygular altında kaldıkları için yeni bir ifadenin peşinde koşmuşlardır. Servet-i Fünun yazar ve şairleri için duyguları olduğu gibi ifade edebilmek azami derecede önem arz etmiş ve bu duyuş tarzının en önemli özelliği ‘hastalık derecesinde aşırı duyarlılık’ olarak kendini göstermiştir. Bu aşırı duyarlılık ise esas olarak neredeyse tüm Servet-i Fünun edebiyatının etrafında şekillendiği ‘hayal ve hakikat teması’na yönelmiştir. Servet-i Fünun edebiyatının içinde geliştiği halet-i ruhiyeye bağlı olarak

temsilcilerinin hisleri çoğunlukla karanlık bir melankoli olmuş ve bunun tabii sonuçları olan intihar fikri, kaçmak, yalnızlık arzusu, hakikatten kaçıp sığınacakları mekanların hayali kalemlerinin eksilmeyen konuları olmuştur. Her ne kadar Servet-i Fünun yeni bir hissin ifadesi olarak tanımlansa da tabiata yani dış aleme verilen önem iç aleme, duygu ve hayal dünyasına verilenden az olmamıştır. Bu dönemde tabiata bakış zengin, açık ve canlı bir dış alem idraki şeklinde olmuş; yazarlar duygularını renkli manzaralar şeklinde ortaya koymaya çalışmıştır. Mümkün olduğu ölçüde tüm duyu or-

Modern Türk edebiyatının kurucularından olan Mehmet Tevfik Fikret, Hüseyin Efendi ve Hatice Refia Hanım’ın oğlu olarak 24 Aralık 1867’de İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Baba tarafından Çankırı’nın Çerkeş köyünden, anne tarafından ise sonradan Müslüman olmuş Sakızlı bir Rum ailesinden gelir. Fikret’in karakterinde ilk göze çarpan unsur olan faziletli oluşuna ailesinin etkisi konusunda Mehmet Kaplan ‘Fikret’in şahsiyetine hakim olan ve davranışlarına tesir eden büyük ahlak duygusunun (…) baba tarafından gelmiş olması muhtemeldir.’ şeklinde yaklaşmıştır; nitekim Hüseyin Efendi çeşitli yerlerde mutasarrıflık EDEBİYAT

93


miş; 1892’de Mekteb-i Sultânî’ye Türkçe hocası olmuştur. Ancak hükümetin memur maaşlarında kesintiye gitmesi üzerine istifa etmiş, ardından 1896’da hayatının sonuna kadar sürdüreceği Robert Koleji’nde Türkçe hocalığına başlamıştır. Fikret’in hayatı boyunca işlerinden sık sık istifa etmesinde neredeyse hiçbir zaman para sıkıntısı çekmemesinin rolü olduğu söylenebilir.

görevi yürütmüş ve çevresi tarafından temiz bir insan olarak anılmıştır. Hatice Refia Hanım dayısı Nuri Bey ile hacca gittiğinde 1879 yılında koleradan vefat etmiş ve Fikret 12 yaşındayken yetim kalarak bu yaştan sonra anneannesinin yanında büyümüştür. Kaplan’a göre ‘anne tarafının mühtedi olması şairin hayatının bir kısmında çok dindar iken sonradan dinsiz oluşuna ve oğlunun din değiştirmesine etkili olmuş vakalar’ olarak ele alınabilir. Aynı şekilde 1896-1897’li yıllara kadar iyimserlik içinde olan şairin bir anda dünyayı tam tersi bir kötümserlikle görmesindeki ruhi trajedi de Kaplan’ın fikrine göre anne tarafından gelmiş olabilir. Rübab şairi 21 yaşına kadar olan hayatında aile ve okul çevresinin kuvvetle tesiri altında olsa da kendi mizaç ve karakterini belli eden bazı özellikleri bulundurmaktadır. Özellikle aşırı duyarlılık, içine kapanma ve şekil ve görünüşe önem verme özellikleri Fikret’te çocukluk döneminden itibaren gözlenen huylar olmuştur. Örneğin Fikret’te içine kapanma eğilimi küçüklükten beri var olan bir huy olarak şair için bir nişane olan Aşiyan’a giden yolu oluşturmuştur. Şekil ve görünüşe karşı oldukça hassas olan şair hayatı boyunca hat ve

94 KONAK

resim sanatlarına büyük bir ilgi duymuş; hatta Kaplan’ın ifadesine göre Fikret için ‘saadetin yarısından fazlası güzel şekil ve dekor’ olmuştur. Tevfik Fikret şiire Galatasaray Sultanisi’nde iken 15-16 yaşlarında başlamış, ilk başta yazdığı şiirler ise eski şiirin kopyası mahiyette nazireler şeklinde olmuştur. Fikret bu dönemde kendisini eski şiir tarzından yenisine götüren kişinin hocası Recaizade olduğunu belirtmiştir. Şairin gençlik yılları yani 21-24 yaş arası hayatının en hareketli, canlı ve mutlu zamanı olarak ele alınabilir. Galatasaray Sultanisi’nden 1888 yılında birincilikle mezun olmuş ve hemen Hariciye İstişare Kalemi’ne katip olmuştur. Fakat bir seneye kalmadan maaşların vaktinde ödenmemesi sebebiyle istifa etmiş, birikmiş maaşları kendisine verildiği zaman sonraları da kendine has bir hareket olarak çok defa tekrarlayacağı bir şekilde parayı almaya tenezzül etmemiştir. Buradaki görevinden istifa ettikten sonra Sadâret Mektubî Kalemi’ne geçmiş; ancak bir yıla kalmadan eski memuriyetine geri dönmüştür. 1892 yılına kadar devam eden memuriyeti sırasında Gedikpaşa’daki Ticaret Mektebi’nde Fransızca ve hüsn-i hat dersleri de ver-

Fikret Galatasaray’dan mezun olduktan kısa bir süre sonra 1890’da dayısı Mustafa Bey’in kızı Nazıma Hanım’la evlendi. 1895 yılında ise adına bir şiir kitabı yayınlayacağı oğlu Haluk dünyaya geldi. Mizaç olarak kötümser olan ve istibdat devrinin atmosferiyle kötümserliği katlanan Fikret’i hayata bağlayan en önemli sebep Haluk olmuştur. Yuvasına çok bağlı ve oğluna çok düşkün olan Tevfik Fikret’in hayatına başka bir kadın girmemiş, hatta ahlak duyguları çok sağlam bir şahsiyet olarak nerdeyse kendini aşk şiirleri yazmamaya da mecbur bırakmıştır. Şairin aşk ile ahlakilik arasında bunalımlarını gösteren ‘Tesadüf, İkinci Tesadüf, Son Tesadüf ’ şiirleri haricinde aşk temasının işlendiği fazla şiiri olmamıştır. Gençlik döneminde yazdığı şiirleri Mirsad ve Malumat dergilerinde neşretmiştir. Fikret’in Mirsad’da yazdığı şiirlerin atmosferi umumiyetle iyimserdir. Birkaç yıl sonra koyu bir kötümserlik havasına girecek olan şair bu dönemde henüz hayatının acı taraflarını hissetmemiş ve sosyal ıstırabın şuuruna ermemiştir. Hatta hayatının olgunluk döneminde lanetlerle anacağı II. Abdülhamid’e 1891’de sitayişnameler bile yazmıştır. Ayrıca şairin hayatındaki keskin dönüşlere bir başka örnek olarak ileriki yaşantısında dinle olan ilişkisi oldukça zayıf olan Fikret’in bu yıllarda tevhidler yazması verilebilir. Mirsad dergisinde yazdığı şiirler çoğunlukla Hamid ve Recaizade etkisi altında olmuş, uslüp olarak ise divan etkisinden kurtulup kendine ait sesi


henüz bulabilmiş değildir. Malumat dergisinde yazdığı 1894-1896 yılları arasındaki en önemli olay Fikret’in Batı edebiyatı ile yakın temas kurması ve Avrupalı şiir görüşünü idrak etmesi olmuştur. Bu dönemde dış alem yani tabiat etkisi Fikret’te hissedilmeye başlanmış; şiiri, fikir ve hissin soyut ifadesi yerine gözle görülür bir şekil almıştır. Ayrıca bu dönemde Fikret’in yabancı şairlerden yaptığı okumaları Türkçeleştirmesi de üslubunun ortaya çıkmasında oldukça etkili olmuştur. Fikret Malumat’ta neşrolan bazı manzumelerini Rübab’ın Eski Şeyler kısmına almıştır. 1896 yılından sonra Tevfik Fikret’in hayata bakış tarzında derin bir değişme olmuş; bu tarihe kadar şiirlerinde hayata, aşka ve Allah’a inanan iyimser bir atmosfer hakimken; bu tarihten sonra yavaş yavaş kötümser olmaya, hayattan şikayet etmeye ve dine karşı kayıtsız olmaya başlamıştır. Bu yıllarda başlayan hüzün, melankoli ve hayattan memnun olmama gittikçe koyulaşarak hayatının sonuna kadar sürmüştür. Bu duyuş tarzının ortaya çıkmasında irsiyet, beden yapısı, hastalıklar, dönemin siyasi durumu oldukça etkili olmuştur. Ayrıca çocukluğundan beri içinde bulunan hayal kurma zevki bu yıllarda artarak devam etmiş, özellikle uzak ve mutlu diyarlara göç etme hayali en çok Fikret’te yer bulmuş fakat bu hayali gerçekleşmeyince en derin hayal kırıklığını yaşayan da yine Fikret olmuştur. 1896 yılı başlarında edebiyatta yenilik yapmaya hevesli gençlerle yeni bir edebî topluluk kurmayı arzu eden Recâizâde, öğrencisi Ahmed İhsan’ı (Tokgöz) yayımlamakta olduğu Servet dergisini Servet-i Fünûn adıyla edebî bir dergi haline getirmeye ve ardından Fikret’i bu derginin başına geçmeye ikna etmiştir. Servet-i Fünûn böylece Tevfik Fikret’in yönetiminde Şubat 1896 tarihli 256. Sayısından itibaren edebiyatta yenilik yapmak isteyen gençlerin toplanma noktası olmuş; Türk edebiya-

tı tarihinde Tanzimat neslinden sonra edebiyatta Batılı anlamda asıl yenilikleri gerçekleştiren Servet-i Fünûn topluluğunun bütün faaliyeti büyük ölçüde bu dergi etrafında gerçekleşmiştir. Fikret 1896-1900 yılları arasında Servet-i Fünun dergisinde neşrettiği şiirlerin büyük bir kısmını 1899 yılında Rübab-ı Şikeste adı altında toplamıştır. Tanpınar Rübab-ı Şikeste’deki manzumeler için ‘günlerin birer birer ve kendi hava ve renklerine bürünerek getirdiği şeyler’ olduğunu söylemiştir. Gerçekten de Fikret bu dönemde bir fikir şairi değil, bir his ve hayal şairidir. Giderek kötümser bir ruh hali içine girdiği dönemde bunu yansıtan en dikkate değer şiirleri ‘Gayyâ-yı Vücûd, Perde-i Tesellî, İktirab’ tır. Servet-i Fünun dergisinin kapatılması, sahip olduğu yüksek ahlak duygusu ve istibdat devrinin atmosferi etkisiyle 1900-1908 yılları arası ruh buhranlarıyla baş başa yaşadığı inziva hayatı kendisine dünyayı başka gösteren bazı hakikatlerin keşfini sağlamıştır. 1900 yılından itibaren daha çok siyasal ve sosyal içerikli manzumeler yazmış, “Târîh-i Kadîm” dışında bunları Rübâb-ı Şikeste’nin 1908’den sonra yapılan baskısına dahil etmiştir. Bu dönemin şiirleri arasında en çok dikkat çeken ise hiç şüphesiz “Sis”tir. Tanpınar, Sis şiirini ‘II. Abdülhamid devrinin bir hasta odasını andıran vehimli İstanbul’unun geniş bir vision’da toplanmış bütün bir romanıdır.’ şeklinde tanımlar. 1905 yılında yazılan Tarih-i Kadim manzumesinde Fikret, insanlık tarihinin akışına odaklanır fakat her ne

kadar şiir tüm insanlık tarihini kapsayabilecek bir mahiyette olsa da esasen Osmanlı tarihi ve İslamiyet ön plandadır. Târîh-i Kadîm’de tarihi baştan başa kanlı sahnelerden ve savaşlardan ibaret gören Tevfik Fikret burada dine ve Tanrı’ya karşı isyankâr bir tavır takınmıştır. Bu manzume; edebiyat tarihimizde köklü bir yere sahip olan, Fikret ile Akif arasındaki ünlü kalem münakaşasının doğmasına yol açmıştır. Bu yılların en çok yankı uyandıran başka bir şiiri de “Bir Lahza-i Teahhur”dur. 21 Temmuz 1905 günü Cuma namazının ardından Ermeni komitelerinin II. Abdülhamid’e karşı giriştiği suikastın başarısızlıkla sonuçlanması üzerine bu şiiri yazan Fikret bu şiir dolayısıyla birçok kesim tarafından eleştirilmiştir. 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet’in ilânı üzerine büyük bir sevinçle inzivadan çıkan Fikret “Millet Şarkısı” adlı manzumeyi kaleme aldı. Halûk’u İskoçya’ya gönderdikten sonra onun için yazdığı manzumeleri bir araya getirdiği 1911 yılında neşrolunan ‘Haluk’un Defteri’ ise birbirinden farklı şiirleri ihtiva eden Rübab-ı Şikeste’ye göre bir bütünlük arz eder: bu şiirlerde gençliğe yol gösterme fikri hakimdir. Haluk, Fikret için hayatı boyunca dünyaya bakış tarzına en çok etki eden unsur olarak bu kitapta açıkça memlekette inkılap yapacak gençliğin sembolü olarak zikredilmiştir. Rübab şairi bu eserle beraber varlığın kendisini boğan taraflarından kurtulmuş, dünyaya bakışı değişerek toplumun en dinamik tabakası olan gençlikle bir bütün olmuştur. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra gele-

1896 yılı başlarında edebiyatta yenilik yapmaya hevesli gençlerle yeni bir edebî topluluk kurmayı arzu eden Recâizâde, öğrencisi Ahmed İhsan’ı yayımlamakta olduğu Servet dergisini Servet-i Fünûn adıyla edebî bir dergi haline getirmeye ve ardından Fikret’i bu derginin başına geçmeye ikna etmiştir. EDEBİYAT

95


cek yeni günlerden ümitvar olan Fikret yeni bir fikir hamlesine girişti. Hüseyin Cahid ve Hüseyin Kâzım’la birlikte Tanin gazetesini yayımlamaya başladı. İttihat ve Terakkî Cemiyeti, Tevfik Fikret’i maarif nâzırı yapmak istediyse de o bunu kabul etmedi. Öğrencileri ve yakın çevresinin ısrarı ile 1908’de Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’ne müdür oldu. Aynı zamanda Dârülfünun ve Dârülmuallimîn’de ders verdi. Mekteb-i Sultânî eğitim sisteminde yaptığı yenilikler dolayısıyla hakkındaki dedikoduların artması yüzünden dört ay sonra müdürlükten istifa etti ve Robert College’daki hocalığına döndü. Tanin’in İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin yayın organı haline gelmesi üzerine 1910’da gazete ile bütün ilişkisini kesti. Aynı yıl Dârülfünun ve Dârülmuallimîn’deki görevlerini de bıraktı. Aleyhinde söylemlerin arttığı bu dönemde kendisine sert eleştiriler yönelten bazı çevrelere karşı kendisini müdafaa eden eski arkadaşlarına hitaben Rübâb’ın Cevabı’nı neşretti. Haluk’un Defteri’nde gelecek güzel günlere ve inkılaba olan inancını gördüğümüz Fikret için hayata ümitle baktığı bu günler uzun sürmedi; kendisini ölüme götürecek olan hastalığının başlaması ve İttihat ve Terakki’nin uğruna savaştıkları prensiplere ihanet etmesi üzerine yeniden çok daha koyu bir melankoliye düştü. Tevfik Fikret’in istibdat rejiminin ardından İttihatçılar’la gelen hürriyet havasının kısa bir süre sonra zorbalığa dönüştüğü, kanun, hürriyet, adalet gibi kavramların ayaklar altına alındığı II. Meşrutiyet döneminin ağır bir hicvi olan “Hân-ı Yağmâ” ile “Doksan Beşe Doğru” bu dönemin en dikkate değer örnekleridir. Mehmed Akif ’in, 1914’te yayımladığı Süleymaniye Kürsüsü’nde “Târîh-i Kadîm” manzumesi dolayısıyla Tevfik Fikret için “zangoç” tabirini kullanması üzerine Fikret, dinsizliğini ve genel anlamda bütün semavî dinlerin karşısında olduğunu ilân ettiği

96 KONAK

‘Târîh-i Kadîm’e Zeyl’i kaleme aldı. Hayatının son yıllarında hece vezni ile çocuklar için yazdığı şiirlerden oluşan ‘Şermin’ ise şairin özlediği yeni insan tipi ile yakından ilgilidir. Uzun süredir şeker hastası olduğu anlaşılan Fikret, hastalığı zamanında tedavi edilmediğinden 1915 yılı başlarında âniden yatağa düştü ve 19 Ağustos 1915’te hayatını kaybetti. Cenazesi Eyüpsultan’a defnedildi, vasiyeti gereği mezarı daha sonra Edebiyât-ı Cedîde Müzesi haline getirilen Rumelihisarı’ndaki planını kendisinin çizdiği ve hayatının son 10 yılını geçirdiği şiyan’ın bahçesine 1962 yılında nakledildi.

İktirab kelimesi korkulu, gamlı, kederli bulunma anlamlarına gelir. Şiir altı beşlikten oluşmuştur. ‘Müdhiş, memattan bile müdhiş bu iktirab’ dizesi her bölümün sonunda tekrar edilerek şiirin karamsar atmosferi pekiştirilmiş ve bu dize ile şair bütün ıstırabını ortaya koymuştur. Tevfik Fikret, daha ilk dizesinde melankolisi nedeniyle gerçeklerden uzaklaştığını fark eder. İlk dizede tekin olmayan yerlerin habercisi olarak serap ve girdap kelimeleri birlikte kullanılarak şairin her yerde bir karamsarlık, kötülük betimlediği görülür. İkinci dizesinde ‘ruhunun toprak kokusunu

İKTİRAB

‘Müdhiş, memattan bile müdhiş bu iktirab’

Tevfik Fikret, İktirab şiirini, Maarif dergisinde 1895 yılında yayımlamıştır. Bu şiir şairin 1896’dan sonra ortaya çıkan psikolojik durumunu açıklayıp sonraki şiirleri için de bir temel oluşturması açısından önem arz eder. İktirab, iyimserlikten kötümserliğe geçişin şiiri olarak okunabilir.

bulutlardan aldığı’ betimlenirken ‘şemme-i turab’ tamlaması göklerden, bulutlardan gelecek bir felaketi tasvir eder. Hemen sonrasında ‘nevha-i gurab’ tamlamasında mezarlıktaki kargalarla ölülerin arkasından ağlamak anlamlarına gelen bu iki kelime birleştirilerek ölüme vurgu yapılır. Hemen sonraki dizeyle bu vurgu daha da belirginleşir.


Bu dizede kullanılan ‘nihani bir ızdırab’ kelime grubu, doğuştan gelen melankoliyi ifade eder. Hemen ardındaki dizede ise bu ıstırabın kişinin ruhunu ve bedenini zayıflatmış olduğu anlatılmaktadır.

mini gayya kuyusuna benzetirken, ruhundaki hiçbir kurtuluş ümidi bırakmayan düşünceleri onu büyük bir dilemmaya ve acze sürüklemiştir.

İkinci bölümde, hayatını cehennem çölüne benzetir ve bölümün başında geçen ‘bad-ı semum’ cehennem çölünden esen zehirli rüzgar olup kişinin enerjisini zayıflatıp eyleme geçememesine neden olmuştur. Bölümün dördüncü dizesinde ise bütün bir hayatı belaya batmış olarak tasvir eder.

Bir çukur yerde birikmiş mütekeddir bir su

Üçüncü bölümde ise iktirab kelimesinin yakın anlamında olan ‘gam’ kelimesini kullanarak gam veren gecedeyken ölüm sabahını beklemekte ve istemektedir. Dördüncü dizede şairin yıldızlarda mezar karanlığı araması da etrafındaki varlıklara karşı karamsar gözlemine örnektir. Dördüncü bölümünde etrafındaki varlıklar arasından hep ölümü hatırlatanları görmesi devam eder. Şair, dış dünyayı ve tabiatı adeta bir mezarlık olarak görmektedir. Seçtiği kelimeler olan ‘servi, soğuk taşlar ve kargalar’ onun ölümü arzu eden ruhunun yansımalarıdır adeta. Beşinci bölümde ruhunu ve vicdanını teselli eden ve göz nuru anlamına gelen bir ‘nur-i dide’ bulunduğunu ancak onun da üzüntü içinde olduğundan artık onun tesellisini de bulamadığını ifade eder. Altıncı bölümde ruhunun tasvirine devam eder. İktirab ile yakın anlamlı olan ‘kelal’ ve ’melal’ kelimeleriyle birlikte ‘hayal’ ve ‘hakikat’ sözcüklerini birlikte kullanarak gerçekle bağını sorgulaması dikkat çekicidir. GAYYA-YI VÜCUD 1899 yılında yayınlanmış altı bölümden oluşan bir şiirdir. ‘Gayya’ cehennemdeki kuyu demektir. Vücud kelimesiyle birleştiğinde varlık ale-

Bazı kırlarda gezilirken görülür nefretle: Solucanlarla, sülüklerle, yılanlarla dolu. Adacıklar gibi sathında yüzen ehr-i hevâm, Sazların zıll-i kesifinde o bi-had, bi-nam kaynaşan mahşer-i müntin, acı bir haşyetle titretir kalbi, fakat kurtulamaz gözleriniz nazar etmekten o mir'at-i sem-alude yine sizi bir cazibe almış gibidir pençesine ruhunuzdan ne kadar gelse nida-yı nefret oradan ayrılamaz dikkatiniz bir müddet, oradan dönmeye kuvvet bulamaz gözleriniz... işte gayyâ-yı vücud, işte o zulmet, o bataak, beşerin işte, pür ümmid ü heves, kıvranarak ka'r-ı târında şinâh ettiği girdâb-ı uful! ruh-ı sâfı şeb-i a'mâkına ettikçe nüzul çırpınır gayz u teneffürle; fakat bi-aram

ümit ve hevesle kıvranarak karanlık dibine doğru yüzdüğü bir kaybolma, ölüm girdabı anlamını taşır. Son bölümde geçen saf ruh, gecenin derinliğine indikçe çırpınmakta fakat durmaksızın inmeye devam edecektir. SİS

"Sis, bir infial anının, herhangi bir istiare ile ifadesi değildir. Belki Abdülhamid devrinin bir hasta odasını andıran vehimli İstanbul'unun geniş bir vizyonda toplanmış bütün bir romanıdır…’’ Servet-i Fünûn şiirinde tasvirler önemli bir yer tutar ve isim verilmemekle birlikte tasvir edilen mekân çoğu kez İstanbul'dur. Bu dönemin önemli şairlerinden birisi olan Tevfik Fikret'in şiirlerinde de İstanbul'un tabiat manzaralarına sıklıkla yer verilmiştir. Fakat Fikret, İstanbul'un ‘içtimaî hayatından ve tefessüh etmiş bir medeniyetin kalıntısı olan dekoru’ndan nefret eder. Bunu en iyi yansıtan ve İstanbul'un şiirin tamamına hâkim bir tema olduğu şiiri ‘Sis’tir. Edebiyatımızda hiçbir şair İstanbul’a Tevfik Fikret kadar kötü bakmamış; onun kadar İstanbul’u lanetlememiştir. İstanbul’a kızanlar bile onu öfkeyle

edecektir bu nüzulünde ebedlerle devam

Öyle ki şair, birinci bölümde kırlarda gezinirken gördüğü bir su birikintisinin içinde solucan, sülük ve yılanların görüldüğünü betimlemiştir. Devam eden bölümlerde bunun insanın kalbini korkuyla titretse de insanın yüzeyindeki böcek bulutu, sazların kesif karanlığında o isimsiz, sayısız kokuşmuş kalabalığa bakmaktan gözlerini alamadığını ifade eder. Üçüncü bölümde geçen ve zehirli ayna anlamına gelen ‘mirat’i sem alude’ insanı çekim gücüyle pençesine alır. Dördüncü bölümde ruhtan ne kadar nefret nidası gelse de gözlerimizin oradan dönmeye kuvvet bulamadığını söyler. Devam eden bölümlerde ‘gayya-yı vücud’ insanın

Tevfik Fikret ve Şermin EDEBİYAT

97


Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar

met' diyen mezar taşları; ‘çamurlu ve tozlu eski’ sokaklar, ‘uykulu, her deliği bir vak'a saklayan, şerir yatağı’ viraneler, ‘kapkara damlarıyla matemi temsil eden eski ve ölü’ evler, ‘her biri bir leyleğe, bir çaylağa vatan olmuş, yıllarca zamandan beri tütmek bilmeyen’ ocaklar… Bütün bu tasvirler Fikret'in kötümser ruh halini yansıtmakta ve aynı zamanda onun nazarında II. Abdülhamid devri İstanbul'unun çökmüş cemiyet hayatını temsil etmektedir.

Dikkatle nüfüz eyleyemez gavrine, korkar!

Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;

Lâkin sana lâyık bu derin sürte-i muzlim,

Kaatil kuleler, kal'alı zindanlı saraylar;

Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim!

Ey gırre sütunlar ki birer div-i mukayyed,

Ey sahn-ı mezâlim... Evet, ey sahne-i garrâ,

Mâzileri âtilere nakletmeye me'mur;

Ey sahne-i zi-şâ'şaa-i hâile-pirâ!

Ey dişleri düşmüş, sırıtan kaafile-i sur;

Ey şa'şaanın, kevkebenin mehdi, mezârı

Ey kubbeler, ey şanlı mebâni-i münâcât;

Şarkın ezeli hâkime-i câzibedârı;

Ey doğruluğun mahmil-i ezkârı minârat;

Ey kanlı muhabbetleri bi-lerziş-i nefret

Ey sakfı çökük medreseler, mahkemecikler;

Perverde eden sine-i meshuf-ı sefâhet;

Ey servilerin zıll-ı siyâhında birer yer

Ey Maramar'nın mâi der-âguuşu içinde

Te'min edebilmiş nice bin sâil-i sâbir;

Ölmüş gibi dalgın uyuyan tude-i zinde;

"Geçmişlere rahmet!" diyen elvâh-ı mekaabir;

de olsa sevmişlerdir. ‘Sis’, Türk şiirinde kendinden sonra bir çığır açmış; İstanbul için kötümser, eleştirel şiirlerin yazılmasına öncülük etmiş olması yönüyle edebiyatımızda oldukça önemli bir konuma sahip olmuştur.

Şair, çirkin manzara karşısında duyduğu nefreti en net biçimde ifade etmek için şiir boyunca iki defa; ‘Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr; Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!’ beytini tekrarlar.

3 Mart 1902 tarihini taşıyan Sis şiirinde Fikret, günlük hayata ait olaylardan hareket ederek derin bir manaya ulaşma niyetindedir. Ruşen Eşref 'e göre "Sis" şiiri şu olaydan hareketle yazılmıştır: ‘O sıralarda bir polis her gün evini gözaltında bulundururmuş. Rutubetli bir şubat günü sis denize olanca kesafeti ile çökmüş. Akşama kadar suların üstünden sıyrılamamış. Polisin duvarı ile sisin duvarı arasında kalan şair, o gün bütün bir devri bütün dertleriyle duymuş.’

Sarmış yine âfâkını bir dud-ı munannid,

Türk edebiyatında İstanbul'un ilk defa menfur ve mel'un bir şehir olarak ele alındığı Sis’te anlatılanlarla Tevfik Fikret’in karakteri ve yaşamı arasında da bir uyum gözlenir. Sis’te, Tevfik Fikret’in derin bir ümitsizlik ve yalnızlık ruh hali içerisinde olduğu görülür. Bu şiirde şairin kötümser ve melankolik yapısı, İstanbul'un maddi, manevi bütün varlığına yansıtılmıştır. Fikret’in bu kente nefretle bakmasının perde arkasında şairin mizacının yanı sıra devrin siyasi yapısının da rolü vardır. Fikret, Sis’e İstanbul'un sisler arasındaki durumunu anlatarak başlar. Şehrin olumsuz manzarası şairde herhangi bir acıma hissi uyandırmaz. Aksine İstanbul'un bu tesettüre layık olduğu ifade edilir. Fakat tüm bu olumsuz görüntüye rağmen şehir ‘ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde’dir. Çünkü o, ‘şarkın ezelî hâkime-i câzibedârı’dır. En kanlı muhabbetleri sefahata doymayan sinesinde besler. Bin kocadan arta kalan yaşlı bir kadın gibi olsa da hâlâ taze ve güzeldir. Uzaktan bakanlara munis görünür: ‘Mûnis, fakat en kirli kadınlar gibi mûnis; Üstünde coşan giryelerin hepsine bî-his.’

98 KONAK

Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid. Tazyıkının altında silinmiş gibi eşbâh, Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh;

(...)

(...)

Hâriçten, uzaktan açılan gözlere süzgün

Ey her biri leyleğe, bir çaylağa mavtın

Çeşmân-ı kebudunla ne munis görünürsün!

Gam-dide ocaklar ki merâretle somurtmuş,

Munis, fakat en kirli kadınlar gibi munis;

Yıllarca zamandan beri, tütmek ne... unutmuş;

Üstünde coşan giryelerin hepsine bi-his.

Şiirin devamında şair İstanbul'un bu manevî çöküşünün sebeplerini belirtir.

(...) Örtün, evet, ey hâile... Örtün, evet, ey şehr; Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!..

Bunun ilkinden sonra Fikret, İstanbul'un teferruatlı bir panoramasını çizer. Saray ve etrafında yaşanılan hayatı ‘Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;’ şeklinde canlandırdıktan sonra şehrin mimarisini vücuda getiren unsurları ele alır. Başka şairler tarafından övgüler düzülen İstanbul'un mimarî yapıları da Fikret'in nefret ve lanetinden payını alır. Ona göre ‘kuleler ‘kanlı’, saraylar ‘kal'alı, zindanlı’, sütunlar ‘bir dîv-i mukayyed’, surlar ‘dişleri düşmüş sırıtan kafile'dir. 'Sakfı sökük' medreseler, mahkemecikler; 'servilerin karanlık gölgelerine sığınmış, geçmişlere rah-


Ona göre insanların ahlakı bozulmuş, namus masallardan bir hatıra durumuna düşmüş, ikbalin yolu ayak öpme haline gelmiştir. Bütün bu çökmüşlüğün asıl sebebi ise insanların ‘her şeyi gökten dilenen tevekkülleridir’. Fikret'e göre insan kaderine boyun eğmek yerine çalışıp gayret etmeli, kendisine verilen değerleri zayi etmemelidir. Şiirin sonlarına doğru şair ‘havf-i müsellâ’ı ve onun tesirlerini ele alır. II. Abdülhamid korktuğu için baskıyı artırmış, Kanun-ı Esasî'yi ortadan kaldırmıştır. Yüksek tabaka korku yüzünden onun etrafında iki büklüm olmuştur. Baskı altındaki ordu ve memur sınıfı (seyf ü kalem) siyasî mahkûm derecesine düşmüştür. Memleket meselelerine karşı kayıtsız olan gençlik kadın peşindedir. Baştan sona nefret hissi ile dolu olan şiirin sonunda Fikret, hicranlı annelerle, kimsesiz ve avare çocuklara karşı merhamet hissini ifade eder. Ümitsizlik içinde, ‘Ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde’ dediği İstanbul'un sonsuza dek uyumasının arzusuyla şiirini ikinci defa tekrarladığı şu beyitle sonlandırır:

‘Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr; Örtün ve müebbed uyu, ey fâcirei dehr!...’ ÖMR-Ü MUHAYYEL Ömr-ü Muhayyel 1898 yılında Tevfik Fikret’in hayallerini dizelere döktüğü şiirdir. Dönemin karamsar ve baskıcı halinden bir anlık da olsa sıyrılıp olmak istediği yerin, birlikte olmak istediği kişilerin hayalini kurmuştur. Kurduğu hayalde kendisi özgürlüğün sembolü olan bir kuştur. İleride yaptıracağı evinin adının kuş yuvası anlamına gelen ‘aşiyan’ olması da kuş figürünün Tevfik Fikret’in hayallerinin merkezi noktalarından biri olduğunu göstermektedir. Bir ömr-i muhayyel... Hani gülbünler içinde Bir kuşcağızın ömr-i bahârisi ne kadar hoş; Bir ömr-i muhayyel... Hani göllerde, yeşil, boş Göllerde, o sâfiyet-i vecd-âver içinde

Bir dalgacığın ömrü kadar zail ü muğfel Bir ömr-i muhayyel!

Eserin ilk bendinde öne çıkan düşünce tabiata sığınma duygusudur. Fikret, içinde kuşların öttüğü, güllerin açtığı, tenha yeşil göllerde bir kuşçağız kadar da olsa ömür sürmek ister. Kısa da olsa kuş gibi hür bir ömür ister. Yalnız ikimiz, bir de o : Ma'bude-i şi'rim; Yalnız ikimiz, bir de onun zıll-ı cenâhı; Hâkilere bahş eyleyerek hâk-i siyâhı Duşunda beyaz bir bulutun göklere âzim. Her sahn-ı hakikatten uzak, herkese meçhul; Bir safvet-i masumenin âguş-ı terinde, Bir leyle-i aşkın müteeni seherinde Yalnız ikimiz ssayd-ı hayâlât ile meşgul.

Sonraki kıtada bu hayali sevgilisi ve şiir perisi ile yaşamak istediğini söyler. Fikret gerçeklikten ve herkesten uzak bir masumluğun taze ve narin kucağında bir aşk gecesinin sabahına uyanmak ister. Bu meçhul yerde meşgul olmak istediği iş sevgilisi ile birlikte hayal avcılığı yapmaktır. Şiir, şairin hayalinde vazgeçilmez unsurlardan biridir. Öyle ki şiirlerindeki sevgi nameleriyle şarkı söyleyerek göklere uçmak ve orada avare bir yuvada hayali bir ömür sürmeyi arzular. Toprağa bağlı değildir artık hayalleri, uçmak gökleri mesken tutmak özgürlüğün en uç noktasına ulaşmak istemektedir. Son bentte dizginler kendini ve tekrar yeryüzünde gerçekleştirmek istediği özgürlüğün resmini çizer. YAĞMUR Yağmur şiiri 1897 yılında yazılmıştır. Mehmet Kaplan; Fikret’in kendi tarzında en başarılı olduğu manzumelerden biri olarak nitelediği ve bizdeki ilk yağmur şiiri olduğunu belirttiği bu şiiri, şâirin “tabiat şiirleri” kategorisinde zikretmiştir. Bir ‘yağmur mûsıkîsi’ olarak da değerlendirilebilecek olan bu tasvirî anlatıma dayalı şiiri bu zamana kadar tahlil edenler, şiire hep bu söylenenler çerçevesinde yaklaşarak onun bir tabiat hadisesini kendi ruh

hâliyle birleştirerek okurun gözüne ve kulağına başarılı bir şekilde nasıl duyurduğu üzerinde durmuştur. Fakat en son yapılan tahlillerde Sis şiiri kadar açık bir şekilde olmasa da Yağmur şiirinin de dönemi eleştiren siyasi bir şiir olduğu ortaya konmuştur. Tevfik Fikret’in II. Abdülhamid yönetiminden duyduğu rahatsızlık, tabiata ve nesnelere olan bakışında karamsar bir tavır takınmasının sebeplerinden biri olmuştur. Farklı bir ruh hâliyle çok daha farklı bir şekilde algılanabilecek olay ve durumlar, şairin karamsar, yalnız ve kendini köşeye sıkışmış gibi hisseden ruh hâliyle alabildiğine olumsuz bir şekilde algılanmış ve esere de bu şekilde yansıtılmıştır. Sis’ten daha önce kaleme alınmış ve muhtemelen Fikret’in Servet-i Fünûn dönemi şiirleri içinde düşünüldüğü için barındırdığı siyasî boyut gözden kaçırılmış olan Yağmur şiirinin de benzer duyguları yağmur olayı üzerinden anlattığı açıkça görülür. Yağmur’un alt metnindeki çağrışım ve yoruma açık uçları bir kenarda tutarsak, ilk bakışta şiirin yalnızca yağmurun yağışını -muhtemelen evinin penceresindenseyreden şairin gözlemlerini ve bu durumun kendisinde yarattığı anlık duygulanışları tasvir ettiğini görürüz. Fakat şairin, şiir boyunca kullandığı bazı anahtar kelimeler ve benzetmeler, daha sonra Sis şiirinde çok daha görünür bir hâl alacak olan bir siyasî baskıyı imler. Tevfik Fikret’in bu şiirindeki atmosferi anlamak ve ortaya koymak için, kullandığı kelimelere yakından bakmak gerekir. Bu şiirdeki “darbe, bulutların kararması ve bundan dolayı eşyanın içinde bulunduğu hâl (eşyanın dalgalanması), hiçbir pencere ya da yüzün açılmaması, saçakların altına sığınan kuşlar susarken sokaktaki köpeğin uluması, yağmur tanelerinin ürkekliği, etrafı kaplayan soğuk gölge ve günün geceye dönmesi, yerlere vahşet çökmesi, sokaktan hayalet gibi geçen başı örtük sabi, yorgun argın kara çarşafını EDEBİYAT

99


sürükleyen bir kadın hayali, inilti ve suskunluk” gibi ifadeler, o dönemdeki siyasî baskıyı ve Servet-i Fünûncuların genelinde var olan bedbinlik felsefesini göstermesi açısından önemlidir. Şiirin hemen başında ‘Küçük, muttarid, muhteriz darbeler’in kafeslerde ve camlarda yarattığı titreşimin ‘dem-bedem nevha-ger, nağme-sâz’ olduğu, yani yağmur tanelerinin çıkardığı sesin zaman zaman bir ağıtçının çığlığına dönüştüğü dile getirilir. Daha şiirin başında kurulan bu karamsar ses imgesi, şiirin sonuna kadar şiddetini arttırarak devam eder. Şiirin başında ‘dem-bedem’ duyulan bu ağıt sesi, şiirin sonuna gelindiğinde ‘muttasıl’ bir hâl alır. Şiirdeki yağmur hadisesi, bizatihi baskı unsuru olarak düşünülebileceği gibi yağmur öncesinde ve esnasında oluşan kötü havanın -Fikret’in bakış açısıyla devrin yöneticilerinin sebep olduğu karanlık ortamın- etkisiyle ağlayan insanların gözyaşları ve sesleri ola-

Aşiyan Müzesi 100 KONAK


Tevfik Fikret yaşadığı dönemde ülkesinin içinde bulunduğu kötü, karamsar havanın etkisiyle gelecek için gençlere büyük önem vermiştir. Tevfik Fikret özellikle bu nedenden oğluna, Haluk’a çok düşkündür. rak da yorumlanabilir. Bu ağlaşmalar devam ederken bir yandan da sürekli olarak artan ve sokakları karartmaya çalışan bir baskı varlığını hissettirir. Ayrıca, şiirin birinci dizesinin ilk kelimesi 2 heceli, diğer üç kelimesi ise 3 hecelidir. İlk kelimeden itibaren hece sayısının arttığı görülmektedir. Bu da yağmurun yani baskının hızlandığına, arttığına işarettir. Önce ağır ağır yağan yağmur, gittikçe çoğalmış ve sokaklarda sel hâline gelmiştir. Burada hissedilen, şüphesiz, cansız varlıkların (“zerrât”ın) değil; Fikret’in kendi ruhunun hissettiği baskıdır. Fikret’e göre, yağmurun yağmasıyla oluşan sel suları da, tıpkı yağmur damlaları gibi ağlaşmaktadır. Bunun yanında ufuklar yaklaşmakta; âdeta etrafa sıkıcı, bunaltıcı ve baskıcı bir atmosfer hâkim olmaktadır. Bulutlar gitgide kararmakta ve bunun neticesinde zerrelere can çekişmeye benzer bir dalgalanma gelmektedir. Artık ağır ve kasvetli bir hava, her şeye hâkim olmaya başlamıştır. Nitekim çevreyi bürüyen “soğuk gölge”, gün ortasında gecenin yaşanmasına sebep olmaktadır. Artık her şey sönmüştür; görüntüler kaybolmaya başlamıştır. Hatta biraz önce görmüş olduğu manzara, artık görünmez olmuştur. Bir tabiat olayı olan yağmur da sağanak hâlinde yağarken bu sırada gökyüzünü de kara bulutlar kaplayınca gündüz bile olsa etraf, doğal olarak “gece yarısı” gibi kararır ve ufuk yavaş yavaş yaklaşarak görüş mesafesi iyice düşer; etraftaki varlık ve nesneleri de bu “tazyîk” altında net bir şekilde görülemez. O sağanak yağmurun etkisiyle ne bir yüz ne de bir pencere açılır. Bu sırada sokaklarda

“seylâbeler ağlaşır” ve etrafa bir “vahşet çöker”. Hayalet gibi bir çocuk “boş” sokaktan koşarak geçer. Özgürlüğün sembolü olan kuşlar saçakların altına sığınıp susarken boş kalan sokaklarda uzaktan uluyan bir köpeğin sesi duyulur ki bu durum pek hüzün vericidir. Bu sırada şâir; siyah elbiseli, solgun ve bitkin bir kadını hatırlayıp “ruhunun kulağında” boş ve boğuk bir inleme duyar. BİR GENÇLİK KURGUSU: HALUK’UN DEFTERİ Tevfik Fikret yaşadığı dönemde ülkesinin içinde bulunduğu kötü, karamsar havanın etkisiyle gelecek için gençlere büyük önem vermiştir. Tevfik Fikret özellikle bu nedenden oğluna, Haluk’a çok düşkündür. Haluk onun için bir kurtuluş yolu olarak girdiği bunalımlarda onu hayata bağlayan kişi olmuştur. Gençliğe verdiği önemi ve oğluna olan sevgisini ikinci şiir kitabına verdiği isimden de anlayabiliriz: ‘Haluk’un Defteri’. Tevfik Fikret oğluna ülkeyi karanlıktan aydınlığa çıkaracak vasıflar yüklemiştir. Fikret, Haluk ismini: ‘Bize bol bol ziya kucaklayıp getirecek olan ve İnkılap ordusuyla çarpışacak kahraman’ olarak tanımlamıştır. Öyle ki Fikret çok sevdiği oğlunun hasretini göze alıp onu İskoçya’ya eğitim alması için gönderir. Fikret’in isteği Haluk üzerinden bütün Türk gençliğini eğitmektir. Oğlunu Türk gençliğinin önderi olarak görmektedir. Ülkenin kurtuluşu için bir reçete olarak gördüğü şiirlerini bu kitapta toplamıştır. Bu kitap ‘Haluk’un Defteri’, ‘Hayata Karşı Beşer’ ve ‘Hitabetler’ başlıkları altında üç bölümden oluşmaktadır. ‘Haluk’un Defteri’ bölümünde; Haluk’un Defteri, Ümit Ölmez, Bir Tasvir Önün-

de, Zelzele, Hayavata, Şehrâyîn, Devenin Başı, Haluk’un Amentüsü, Promete ve Haluk’un Vedâ’î şiirleri vardır. ‘Hayata Karşı Beşer’ bölümünde; Hayata Karşı Beşer, Resminin Karşısında, Doğan Güneşe, Hakikatin Yıldızı, Cezâ-yı Mensiyyet ve Sultânî’ye şiirleri vardır. Son bölüm olan ‘Hitabetler’de ise; Ferda, Bir Kız Mektebi İçin, Hilâl-i Ahmer ve Gökten Yere şiirlerinden oluşur. Bu kitaptaki yirmi şiirin ortak noktası Fikret tarafından oluşturulan geleceğin temellerini barındırıyor olmasıdır. Haluk’un Defteri Fikret 1909’da İskoçya’ya gönderdiği oğluna olan özlemini oğlunun eşyalarıyla dindirmektedir. Bir gün Haluk’un bir defterini bulmuştur. Bu defterde Türk bayrağının altında Haluk’un kaleminden dökülen ‘Ölmek ve yaşatmak seni!’ sözü Fikret’i çok etkilemiştir. Böylece Fikret bu şiiri yazmıştır. Defter bile denmez, sekiz on parça kâğıttır; Üstünde Halûk'un mütereddit kalemiyle Saf Saf karalanmış yazılar, şüpheli hatlar; Bir yanda vatan bayrağı, altında şu cümle: <<Ölmek ve yaşatmak seni!>> – Artık bunu attır! Mümkün mü? Bu kıymetli kûğıtlar bana bir yûr. Bir yûar-ı samimi; benim efsürde leyûlim Onlarla hararetlenecek; onları kalben İntaak ederim ûn ı füturumda ve nevmid Pürsislerim onlardaki cevval ü mülevvem Sûfiyet-i ümmid ile titrer... Bu ne mün'im Bir lûhza-i nisyûn u segaftır! Bunu teb'id İmkûnını bulsaydı hayûlim ne olurdu? (...) Heyhat! İnsûn melek olsaydı, cihan cennet olurdu. <<Ölmek ve yaşatmak seni!>> Ey pembe Haluk'un Al sözleri... Ey Fecr-i hilûl-ûvere karşı Bir ebr-i bahûride çakan berk-ı-serer-hiz, Bilmem ki bu his hangi donuk hislere karşı Kalbinde uyanmıs; bu müheyyiç kısa nutkun Etmekte derin sadmesi tûa ruhunu tehziz. Ey şanlı vatan bayrağı, bir gün seni oğlum Ber mevkib-i zi-heybet-i hürriyet önünde Çekmiş görebilseydim... O pür-hande ölürken Etmesem eğer şevkini takdis ile secde,

EDEBİYAT

101


Dünyada en alçak baba elbet ben olurdum. Oğlum, onu gönlünce yaşat... Ölme fakat sen.

Ümîd Ölmez! Fikret gençliği geleceğin mimarı ve ülkenin ümidi olarak görüyordu. Haluk’un İskoçya’dan getirdikleriyle birlikte Osmanlı toplumunu tekrar huzura, refaha kavuşturacağına inanıyordu. Bu şiirinde Haluk üzerinden tüm gençliğe seslenerek Türk gençliğine ümidin sonsuz olduğunu ve onlara ülkenin geleceği olduklarını anlatmıştır. Ölmek nedir şebâb için? Ümmîd ölür mü hiç? Haîn sümmûma karşı nasıl, hangi kuvvetin Nûşâbe-çîn-î feyzi olur?... Bir Tasvir Önünde

Devenin Başı Bu şiir aslında şiirden çok bir masal gibi yazılmıştır. Toplumdaki unsurlara yeni anlamlar yüklenerek büyük bir eleştiri yapılmıştır. Şiirde; Büyük Deve → Osmanlı Devleti Devenin çürük başı → Devletin başındaki yöneticiler Devenin gövdesi → Osmanlı halkı Karga → Kadere katlanılması gerektiğini düşünen kesim şeklinde kullanılmıştır. Vaktiyle büyük bir devenin bir başı varmış... Başsız deve olmaz ya. Masal, neyse; bütün gün Yaz kış, bu beyinsiz, bu çürük baş Çöl, kır, tepe, dağ, taş,

Tevfik Fikret çoğu şiirinde olduğu gibi bu şiirinde de tabloyu tasvir etme sanatını kullanmıştır. Fikret’in bu şiiri yazma nedeni hem oğlunun hasretini biraz olsun dindirmek hem de Türk gençliğinin profilini oluşturduğuna inandığı oğlunu daha iyi anlatmaktır. Hayavata Fikret bu şiirinde oğlu Haluk’a aldığı ve şiire adını veren sandalla çıktıkları gezintiyi anlatır. Amerikalı şair Henry Wadsworth Hiawatha (Hayavata) adında bir kahraman yaratmış ve onunla ilgili çokça şiir yazmıştır. Fikret de bu şairden etkilenmiş sandalın dolayısıyla da şiirin adını bu şekilde belirlemiştir. Şehrâyîn 2. Abdülhamit’in tahta çıkışının yirmi üçüncü yılında İstanbul Boğazı’nda bayram havasında geçen bir cülus töreni düzenlenmiştir. Herkes çok eğlenirken Tevfik Fikret bu gösteriden dönemin yöneticilerine duyduğu nefretten dolayı rahatsız olmuş ve gösteriyi evinde karanlıklar içinde izlemiştir. Şiirde asıl anlatmak istediği ise dışarıda geçici ışıklar vardır ama Fikret’in evinde geçici olmayan bir ışık, ülkenin geleceği olarak gördüğü oğlu Haluk vardır.

102 KONAK

Bi-çâreyi beyhude sürükler ve yayarmış... Biçâre ağır gövde ne yapsın, kime küssün? Kara bulup derdini dökmüş, o demiş: - Vâh! Baştan büyük Allah... Başa gelmiş, çekeceksin. Artık işe hörgüç bile şaşmış Kuyruksa dolaşmış

mak için öncelikle Prometheus’un kim olduğunu bilmek gerekir. Prometheus mitolojik bir varlıktır. Antik Yunan mitolojisindeki tanrılar için ateş çok kıymetlidir ve tanrılar ateşi insanlara vermeyip kendilerine saklarlar. Prometheus ise ateşi tanrılardan çalıp insanlara verir. Buna sinirlenen tanrılar Prometheus’u Kafkas dağlarının tepesine zincirlerler ve bir kartalı her gün Prometheus’un ciğerini yemesi için görevlendirirler. Tevfik’in Prometheus’u da oğlu Haluk’tur. Oğlunu bu şiirinde ‘Vatanın meçhul elektrikçisi’ olarak anlatır. Resmin Karşısında Fikret bu şiirini Mekteb-i Sultani’den hocası olan Recaizade Mahmut Ekrem’in ölmüş oğlu Nijad için yazmıştır. Fikret için oğlu Haluk neyse Recaizade için de oğlu Nijad aynıdır. Nijad’ın ölümüyle hüzünlenen Fikret şiirinde ‘Ey intikam alan yaratıcı’ gibi sözlerle isyanını dile getirmiştir. Yaşanan tüm kötü olaylardan, bütün acılardan yaratıcıyı sorumlu tutarak Nijad’ın babasının ilerde bunun hesabını soracağını söyler.

Baştan başa enhâyı; fakat kimseyi Allah

Doğan Güneş’e

Baştan düşürüp kuyruğa baktırmasın; ilkin

Tevfik Fikret Meşrutiyet’in ilanından 16 gün önce ‘Millet Şarkısı’ isimli şiirini yazmıştır. Fikret Millet Şarkısı şiirinde bir güneşten bahsetmektedir. Doğan Güneş’e adlı şiiriyle de Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte bahsedilen güneşin doğmasını kutlar.

Bir parça durup dinleyen olmuşsa da, git git; Âlem bu uzun derdi işitmekten usanmış; Artık kimse dinletmeğe gitse, Kim duysa, işitse Yüz vermediğinden, devecik sâkin ü sâkit Bir hendeğe inmiş, başı sokmuş ve uzanmış. Birden çekilip: "Haydi -demiş- duzaha, murdar!"

Ferda

Haksızlık eden başları bir gün... koparırlarç

Yapısı itibariyle bir Gençliğe Hitabe sayılabilecek bir şiirdir. Oğlu Haluk doğduktan sonra gençliğe daha

Prometheus Fikret’in oğlunda tasvir ettiklerini anla-

Fikret gençliği geleceğin mimarı ve ülkenin ümidi olarak görüyordu. "Ümîd Ölmez!" şiirinde Haluk üzerinden tüm gençliğe seslenerek Türk gençliğine ümidin sonsuz olduğunu ve onlara ülkenin geleceği olduklarını anlatmıştır.


ayrı bir ilgi gösteren Fikret bu şiirinde geleceğin umudu olan gençlere seslenmektedir. Şiirin özellikle ilk mısralarında Meşrutiyet’in Fikret’te yarattığı olumlu hava sezilmektedir. Şiirin son kısımlarında Fikret gençlere taşıdıkları umutları hatırlatarak nasıl özveriyle çalışmaları gerektiğini anlatır. Bu şiir duygu yönünden Fikret’in en heyecanlı şiirlerinden biridir. Bu şiir kitabındaki tüm şiirleri genel bir başlıkta değerlendirmek gerekirse, bu kitap Fikret’in vatanın geleceği için yazdığı şiirleri topladığı bir kitaptır. Vatanın kurtuluşunu oğlu Haluk’un önderliğinde tüm Türk gençliğinde bulmaktadır. Türk gençliğinin yapması gerekenleri bir bir sıralamış umutlarını kaybetmemelerini öğütlemiştir. Fakat Haluk ülkesine geri dönmemiştir. İskoçya’dan sonra ilerleyen yıllarda Amerika’ya gidip Hristiyan olmuş, hayatını Amerika’da tamamlamıştır. ŞERMİN Servet-i Fünun şairlerinden Tevfik Fikret Aksaray’da Mahmudiye Rüştiyesi’nde öğrenime başlamış daha sonra Galatasaray Lisesi‘nde öğrenimine devam etmiştir ve mezun olduktan sonra Galatasaray Lisesi‘nde Türkçe öğretmenliği yapmaya başlamıştır. (1895) Bu sıralarda Fikret‘in hayatının dönüm noktası olan oğlu Haluk dünyaya gelmiştir. Oğlunu ve gelecek nesli bir kurtarıcı olarak gören aynı zamanda da Haluk ‘u gelecek nesle bir önder olarak görüp ‘Prometheus’ olarak adlandıran Tevfik, öğretim hayatı boyunca öğrencilerinin gelişimlerini yakından takip edip onlara ilim anlamında olabildiğince destek çıkmıştır. Öğrencilerini gezilere götürmesiyle öğretim hayatında tanınan ve öğrencileri arasında böyle tasvir edilen Fikret, pek çok genç şaire yol göstermiştir, onlara ilham olmuştur. Galatasaray Lisesi’ndeki öğretim hayatının ardından Robert Koleji‘nde çalışmaya başlamıştır. Bu sıralar döneminin Arşimet ‘i olarak tanınan arkadaşı Satı

Bey ‘Yeni Mektebi’ kurmuştur. Tevfik‘in öğrencileri üzerindeki etkisinden haberdar olan Satı Bey kurduğu mektebin miniminileri adına şiir yazması için Tevfik Fikret’i çağırmıştır. Tevfik arkadaşının nazik teklifine karşılık Galatasaray ‘da yarım bıraktığı emelini de tamamlamak adına Şermin kitabının şiirlerini kaleme almaya başlamıştır. Tevfik Fikret’in, ‘Fikri hür, bilgisi hür, vicdanı hür bir ozanım.’ sözü dönemin aydın anlayışını da özetler niteliktedir. Fikret, bu tanıma uygun bir aydın kitlesi yaratmanın yolunun eğitimden geçtiğinin farkındadır. Kitabın adının Şermin olması ve kitapta, bir kız çocuğunun etrafında gelişen olaylara ve özellikle okulla ilgili şiirlere yer verilmesi; Fikret’in kız çocuklarının eğitimine verdiği önemin göstergesi olarak kabul edilebilir.

ler Hediye, Siyah Bacı, Rüya, Öksüz, Arı Sokar ve Ezan adlı şiirlerdir. Bacımı çok seviyorum; Amber bacı! Dilber bacı! Bana şimdi rahat haram, Bacımın koynunda akşam: Ama rahatça uyurum. Adı Leyla, Gözü şehla... Yatayım, akşam olsun da, Siyah bacımın koyununda.

3) Çevre ve Hayvan Sevgisi Konulu Şiirler Şermin kitabında çevre ve hayvan sevgisi konulu şiirler, Papatya, Kuşlarla, Rengîn, Yaz Nine, Kış Baba, Arslan, Yazın, Kışın, Ağustos Böceği İle Karınca ve Veli Baba adlarını taşımaktadır.

1) Eğitim Konulu Şiirler

"Papatya

Kitapta eğitim konusunu işleyen şiirler İthaf, Şermin’in Elifbası, Mahallebim ve Mektebim, Hasbihâl ve İş Salonunda adlı şiirlerdir. Şermin’in Elifbası’nda şair, Şermin’e ve onun şahsında tüm çocuklara Arap harflerinin yazımıyla ilgili akılda kalıcı bilgiler vermekte ve bu dilin alfabesini harekeleriyle birlikte bir oyun misali açıklamaktadır.

Nasıl süsler bayırları,

-Alfabeni oku yavrum, -İşte hemen başlıyorum: a, b, c, ç, d, e, f, g, yumuşak g, h, ı, i, j, k, l, m, n, o, ö, p, r, s, ş, t, u, ü, v, y, z.

(...) -Çalıştım öğrendim hepsini, Sor şimdi istediğini. (...) -Anne artık bana izin. -Peki yavrum, haydi oyna; Koca bir aferim sana!...

Bahar olsun daa seyredin Zümrüt gibi çayırları Yüze gülen o pek nazlı Geşin yüzlü papatyalar Altın gözlü papatyalar

4) Şiirlerdeki Varlık Anlayışı Şermin kitabındaki şiirlerde yer alan somut varlıklara örnek olarak: Sütlaç, şeker, şekerleme, piyano, keman, oyuncak, bebek, kedi, köpek, kuş, papatya, kitap verilebilir. Görülmektedir ki somut varlıklar hep çocuklar için eğlenceli olan şeylerdir. Dehşet verici, korkutucu hiçbir somut varlığa şiirlerde yer verilmemiştir. Çoğunlukla çocuğu oyuna sevk edecek varlıklar tercih edilmiştir. Kitaptaki soyut varlıklara örnek olarak ise umacı, cadı, hafıza ve canavar gibi ifadeler söylenebilir. Bir iki şiir dışında soyut varlık kullanımına gidilmemiştir. 5)Doğa ve insan ilişkisini anlatan şiirler

2)Aile konulu şiirleri

Kuşlarla

Kitapta aile konusunu işleyen şiir-

Ben koşarım;

Kuşlar uçar,

EDEBİYAT

103


Onların kanatları var,

Başımdan buzlu su döküldü;

Benim kanadım kollarım

Bana babam her ne zaman

Kuşlar kanadını çırpar,

Böyle şeyler sorarsa çok,

Ben de kolumu sallarım...

İçerimde bir soğukluk

Uçun kuşlar, uçun kuşlar;

Hissederim, bütün kanım

Hepinizle yarışım var!

Damarımda donar birden.

6)Dini terimlere yer veren şiirleri

Soruyordu o: -A canım, Hiç ezan duymadın mı sen"

çocukluk devrinden itibaren eğitim ve yönlendirme gereklidir. Bir öğretmen bu yönlendirmeyi, çocuklara okullarında öğretmenlik yaparak kazandırabilir. Bir sanat ve edebiyat adamı ise öğrencilere bizzat ulaşma şansına sahip değildir. Onun yönlendirmesi, eserleri ve fikirleri yoluyla olabilecektir.

Tevfik Fikret’e göre geleceğin Türkiye’sini kuracak olan Türk gençliği, batılı bilgi, görgü ve fikirlerle donanmış olan bir kişiliğe sahip olmalıdır. Oğlu Haluk, yol gösterdiği ve ülkede batılı anlamda bir dönüşümü gerçekleştirecek gençliğin sembolüdür. Gençliği mevcut hâle getirebilmek için daha

Fikret her iki yönlendirmeyi yapmayı başarmış bir şahsiyettir. Hem öğretmenlik yoluyla hem de verdiği eserlerle çocukları ve gençleri eğitmiş, onları arzulanan şahsiyetler yapabilmek için uğraşmıştır. Gerek Şermin eseri, gerekse önceki eserleri, Fikret’in çocukları ve gençleri geleceğe hazırlamak için yazdığı eserler olmuştur. Çeşitli yollarla onlara hayat dersi vermeye gayret etmiştir.

1. Andı M. Saray Karşısında Tevfik Fikret. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 2012 Ağustos;37(37):1-21.

8. Gülendam R. Yağmur’u Bir Siyasi Şiir Olarak Okuma Denemesi. Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi Tevfik Fikret Özel Sayısı, 2015 Nisan;11:13-31.

Yansıması. Turkish Studies International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 2013 Yaz;8(9):2093-2110.

2. Aydın, E. Tevfik Fikret’in Gençlik Dönemi Aşk Şiirleri. Doğu Akdeniz Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Yüksek Lisans Tezi, 2010 Temmuz.

9. Kanat Soysal Ö. Çağdaş Türk Çocuk Edebiyatının Gelişimi: Tevfik Fikret’ten Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya (1914-2008). Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Eğitimin Kültürel Temelleri Anabilim Dalı Güzel Sanatlar Eğitimi Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, 2012 Temmuz.

15. Sağlam N. Tevfik Fikret’in Aşkı ve Tesadüfleri. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 2012 Ağustos;34(34):157-170.

"Ezan Babacığım geçen sabah Beni çağırdı, dedi ki: -Nedir "Hayye-al-el-felah?" -Ezan, dedim. -Ezan, peki; Ezan nedir bilir misin? Bakıyordum hazin hazin, Babam, niçin bilmem, güldü, Tekrar etti: -Nedir ezan?

KAYNAKÇA

3. Bulut Y. Tevfik Fikret’in Çocuk Şiirleri ve Şermin Kitabındaki Şiirlerinin Tahlili. Şimşek T, Yıldız BC (editörler), II. Uluslararası Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Sempozyumu, 103-108. 4. Çetin N. Serveti Fünun Topluluğu Şair ve Yazarlarında Tarih Konusu. Turkish Studies International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 2009 Kış;4(1-II):1721-1737. 5. Çetin N. Yeni Türk Edebiyatında Han-ı Yağma Motifi. 6. Dönmez E. Süleymaniye Kürsüsünde’n Muhalefet. Kayar N, Güneş Ü (editörler), III. Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi, 15-18 Mayıs 2014, Sakarya, 13-29. 7. Erdoğan M. Tevfik Fikret’in Tarih-i Kadim’ine Mehmed Fazlullah’ın Reddiyesi:Şihabü’l-Kudret fi Recmi’l- Fikret. Turkish Studies International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 2010 Kış;5(1):974-1006.

104 KONAK

10. Kaplan M. Bir Gençlik Kurgusu Olarak Haluk’un Defteri. Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi Tevfik Fikret Özel Sayısı, 2015 Nisan;11:186-212. 11. Kaplan M. Tevfik Fikret Devir-Şahsiyet-Eser. 22. baskı. İstanbul: Dergah Yayınları; 2017. 12. Karabulut M. Tevfik Fikret ve Cenap Şahabettin Şiirlerinde Melankoli. Turkish Studies International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 2015 Kış;10(2):507-520. 13. Özdemir, F. Cehennem Çölünde Kıyameti Beklemek Tevfik Fikret’in İktirab Şiirinde Melankolinin Tasviri. Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi Tevfik Fikret Özel Sayısı, 2015 Nisan,11:79-94. 14. Özlük N. Psikanalitik Edebiyat Eleştirisi Açısından Gayya Mefhumunun Şiire

16. Solak Ö. Tarih-i Kadim ve Süleymaniye Kürsüsünde Şiirleri Üzerine Bir Mukayese. Sakarya Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 2014 Nisan;0(9). 17. Tat M. Sis ve Canım İstanbul Şiirleri Çerçevesinde Tevfik Fikret ve Necip Fazıl’ın İstanbul Tasavvurları. Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi Tevfik Fikret Özel Sayısı, 2015 Nisan;11:213-223. 18. Uçman A. Tevfik Fikret. TDV İslam Ansiklopedisi, s.9-13. 19. Uludağ ME. Düş Kırıklığı Bağlamında Tevfik Fikret ve Vatan. Turkish Studies International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 2013 Kış;8(1):2685-2695. 20. Zariç M. Recaizade Mahmut Ekrem’in “Nefrin” ve Tevfik Fikret’in “Sis” adlı Şiirleri Üzerine Karşılaştırmalı Bir İnceleme. Ankyra Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2012,3(1):39-59.


BATI’DAKİ BİYOMEDİKAL ETİK TARTIŞMALARINDA

ÖZERKLİK VE İNSANLIK ONURU Heike Baranzke İngilizce orijinalinden çeviren

M. Kemal Temel

Kök hücre araştırmaları, reprodüktif insan klonlama tasarıları, kimerizm ve transgenez ürünü canlıların yaratımı vb. hususların tartışıldığı ve böylece kimin (ya da neyin) bir “insan” olduğunun biyolojik bakımından dahi sorgulandığı günümüzde, “insanlık onuru” içeriği her zamankinden de tartışmalı ve muğlak, geçmişteki sağlam yeri artık oynak bir nosyon haline gelmiştir. Dr. Baranzke, esaslara dair bu eserinde, bir süredir yerli yersiz bir biçimde kullanılmakta oluşundan ötürü halihazırda anlamı bulanıklaşmış olan bu esasi kavrama açıklık getirmeye girişmekte, bunu yaparken de kavramın antikiteden moderniteye dek tarihi süreçte beslenmiş olduğu eklektik kaynaklara ve dolayısıyla geçirdiği girift gelişime etraflıca değinmektedir. Alman biyoetiği ile Amerikan biyoetiği arasındaki yaklaşım farkına dikkat çekmekte, çeşitli etik perspektifleri ve bunların sonuçlarını kıyaslamaktadır: özne-odaklılık, muhatap-odaklılık, eylem-odaklılık. Dr. Baranzke’nin bu çok yönlü çalışması, “insanlık onuru”nun gerek tarihini, gerekse bugünkü etik rol, anlam ve yerini inceleyenler için Türkçe literatürde yararlı bir kaynak olacaktır.

EDEBİYAT

105


106 KONAK


HALK SAĞLIĞI Araştırmaları Koordinatörlüğü Gün geçtikçe artan bireyselleşme, yaşam sürelerinin uzaması ve kent hayatı; kaygıların artışına, yaşam biçimi değişikliklerine ve akut-kronik birçok sağlık sorununa mahal vermektedir. Hastanelerin artan yükü ile birlikte hastaların tedavi doyumsuzluğunun önüne geçilememekte ve tedavi edici sağlık hizmetlerinde makineleşme hızla artmaktadır. Tıp, aşı gibi bazı alanlarda olağanüstü başarılar gösterirken bir o kadar alanda da danışanlarını tatmin edememektedir. Tıpta bütüncül yaklaşımın geçtiğimiz her gün daha istismara açık hale gelmesi de bu sürecin sonuçlarındandır. Sağlık hizmetlerinde gelişmeleri takip eden etik tartışmaların normalleşmesinde gecikme yaşanması, her gün yeni kişilerin mağduriyetine yol açmaktadır. Halk Sağlığı Araştırmaları Koordinatörlüğü olarak; halkın sağlığına olan bakışımızı çok paydaşlı bir yaklaşımla destekleyerek; aşı, biyoetik ikilemler ve şifa (geleneksel ve tamamlayıcı tıp) çalışma grupları ile bütüncül kavrayışı yakalamaya çalışıyoruz.

Etkinlik Çalışma Grubu • Aşı • Biyoetik İkilemler • Şifa (Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp) • Epidemiyoloji ve İstatistik • Sağlığın Sosyal Boyutu • Sağlık 4.0

HALK SAĞLIĞI

107


Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıbba Bakış

Hirudoterapi

HİRUDOTERAPİNİN TARİHÇESİ Geçmişin en köklü toplum ve medeniyetlerinden olan Mısır medeniyeti sağlık alanında her zaman başı çeken uygarlıklardan olmuştur. Geleneksel tıbbın uygulama alanlarından biri olan hirudoterapi de bunlardan biridir. Kan alma yerine geçen hirudoterapi Mısır toplumunun o kadar benimsediği bir yöntemdi ki mezarlarının duvar yazılarında bile bahsediliyordu.

ŞİFA (GELENEKSEL VE TAMAMLAYICI TIP) ÇALIŞMA GRUBU Ulviye Esra Erbaş* Aişe Gül Güneş 1 Kübra Yılmaz 1 Nihan Elif Tekin 2 Songül Gökşin 1

3

Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi 3 Hacettepe Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi 1

2

İletişim: ueserbas9816@gmail.com

108 KONAK

Mısır’dan köken alan hirudoterapi neredeyse tüm Mezopotamya toplumlarına yayılmıştır. Ancak sonrasında Yunan ve Roma toplumlarına geçmiştir. Bu toplumlarda özellikle vücudun dengesini ve kanın sirkülasyonunu sağlayan yöntem olarak kullanılmıştır. Yunan kökenli Kolofonlu Nicander sülükleri terapötik amaçla kullanan ilk tıp hekimidir. Nicander Alexipharmaca adlı tıbbi metninde sülüklerden ve uygulamalarından bahsetmiştir. Sadece Nicander değil Asclepiades’in öğrencilerinden olan Laodicea da bu konuda uygulamalara değinmiştir. İnsan vücudundan aşırı kanın alınmasının insanı rahatlatacağını düşünmüşlerdir. Roma da ise hirudoterapinin öncüsü Galen’dir. Galen kan, balgam, sarı safra, kara safranın işleyişinin düzenli olabilmesi için sülükleri kullanıyordu. Sülüklerin sadece uygulama yöntemleriyle değil aynı zamanda vücuttan çıkarılması, sonrasında yarada oluşabilecek komplikasyonları gibi başka kullanım alanlarıyla da ilgilenmiştir. Tarihte sülük tedavisi sadece fiziksel belirti gösteren hastalıkların kullanımında değil melankoli diye adlandırılan beyinsel ve ruhsal durumların tedavisinde de tercih edilmiştir. Melankoli tedavisinde kullanılmasının sebebi, bu hastalığın beyinde siyah birikim olarak adlandırılan kan işleyişinin ve safra akışının bozulmasına yol açmasıdır. Bunun tedavisi de sülükleri kullanarak, buradaki toksik maddelerin geri emilimi ve kanın düzenli akışının tekrar sağlanabileceği düşünülmüştür.


Fiziksel hastalıklarda da birçok yerde kullanılmaktadır. MS 6.yy’da Amida Ametius adlı hekim onchia olarak adlandırdığı gözün iris yapısının ülserasyona uğrayıp etrafında dairesel katmanların oluştuğu bu hastalıkta sülük tedavisinin uygulanabilirliğinden ve uygulamalarından bahsetmiştir. Gözde sadece bu hastalıkta değil katarakt tedavisinde de kullanılmıştır. Hirudoterapiye değinen önemli bilim insanlarından biri de İbni Sina’dır. İbni Sina El Kanun Fi’t Tıbb adlı eserinde sülüklere ve uygulama yöntemlerine, hastalıklardaki etkilerine değinmiştir. Batı bilim dünyasında Avicenna olarak bilinen bu önemli bilim insanının kitapları tıp eğitiminde kullanılmakta ve kitaplarında bu konuyla ilgili kısımlar hala mevcut eğitimde tercih edilmektedir. Ebu’l Kasım el Zehravi adlı bilim insanı da Kitabül Tasrif isimli eserinde göz, dudak, burun, diş eti gibi alanlarda sülüklerin kullanılabileceğinden bahsetmiştir. Avrupa’da ise 17.ve 18. yy’da sülük kullanımı tavan yapmıştır. Özellikle Fransa ve Rusya’da sülük uygulamaları çok popülerleşmiştir. Bunu bir terapi yöntemi olarak benimseyen fransız doktorlar neredeyse tüm hastalara sülük tedavisi uygulamaktaydı. Bu dönemde sülükler beyin dokusunun inflamatuar hastalıklarında, karaciğer ve böbrek hastalıklarında, bu-

run kanamasında, romatizmada, tüberkülozda, epilepside ve cinsel yolla bulaşan hastalıklarda kullanılmıştır. Osmanlı’daysa özellikle basur tedavisinde sülük kullanılmıştır. Makata sülük yapıştırmanın oradaki fazla kanı emip temizleyeceği düşüncesi baskındır. Sadece basur tedavisinde değil deri hastalıklarında özellikle egzemanın tedavisinde de kullanılmıştır. Osmanlı’da sülüklerin diğer bir kullanım alanı saç köklerinin gelişmesi için saçsız deriye uygulanmasıdır. Ayrıca göz ağrılarında, diş ağrılarında, diş etlerinin şişmesi durumunda da tercih edilen tedavi yöntemlerinden biri olmuştur. Osmanlı’nın önemli bilim insanlarından biri olan Şerafeddin Sabuncuoğlu Cerrahiyetül Haniyye adlı eserinde sülük tedavisini ayrıntılı bir biçimde tarif etmiştir. Şânîzâ-

de Mehmet Atâullah Efendi Mi’yârü’l-Etibbâ adlı eserinde sülüklerin yüksek ateş durumunda kulağın arkasına yerleştirilerek ateşin düşürülmesi için kullanıldığına değinmiştir. Günümüzde ise özellikle plastik cerrahideki yaraların tam ve kısa süreli iyileşmesi için kullanılan sülükler tıbbi anlamda 1884 yılında John Haycraft’ın sülüklerin tükürüğünde bulduğu hirudin adlı maddenin tanımlanmasıyla hirudoterapi etkin kullanıma geçmiştir. Son zamanlarda mikro cerrahide, venöz tıkanıklık gibi durumlarda aktif olarak kullanılmaktadır. HİRUDOTERAPİDE UYGULAMA Hirudoterapi tıbbi sülükler kullanılarak uygulanan, kanın akışını sağlayan bir tedavi şeklidir. Sözü geçen sülük ise yüz-

Hirudoterapiye değinen önemli bilim insanlarından biri de İbni Sina’dır. İbni Sina El Kanun Fi’t Tıbb adlı eserinde sülüklere ve uygulama yöntemlerine, hastalıklardaki etkilerine değinmiştir. Batı bilim dünyasında Avicenna olarak bilinen bu önemli bilim insanının kitapları tıp eğitiminde kullanılmakta ve kitaplarında bu konuyla ilgili kısımlar hala mevcut eğitimde tercih edilmektedir. HALK SAĞLIĞI

109


ka kadar sürer.

lerce farklı üyesi bulunan suda yaşayan segmentli solucanlar grubundan Hirudo Medicinalistir. Tedavi için bu sülüğün seçilmesinin sebebi ise özel yapıya sahip ağzı ve salyasında bulunan bahsettiğimiz maddelerdir.

edilmelidir ve tıbbi atık olarak atılmalıdır. Kesinlikle aynı ya da farklı hasta olması fark etmeksizin tekrar kullanılmamalıdır. Sülük tedavisi uygulanırken; uygulanacak bölgedeki kanın arteryel değil de venöz tıkanıklık olduğundan emin olunmalıdır.

Hirudo medicinalisin üç çenesi ve yaklaşık 100 dişi bulunur. Sülük salgısı güçlü antikoagülanlar içermektedir. Sülük bu salgıları farinksinin yanlarında bulunan bir çift bezden (tükrük bezi) üreterek dişleri arasında bulunan boşaltma kanalları ile dışarıya salgılamaktadır. Sülük kan emerken zorla kaldırılmamalıdır çünkü çeneleri yarada kalabilir ve bu da enfeksiyon, ekimoz ve skar gibi durumlara sebep olabilir.

Sülük tedavisi esnasında, ilk ısırıkta hafif ağrı hissedilir ve daha sonra sülük salgısı anestezik içerdiğinden uygulama boyunca ağrı hissedilmez. Yetişkin bir sülük tek bir beslenmede kendi vücut ağırlığının yaklaşık on katı kadar (ortalama 5-15 ml) kan emer. Tedavi ortalama 20 ile 60 daki-

Sülükleri etkili kullanabilmek için uygun koşullarda saklamak gerekir. Sülüklerin temiz cam ya da plastik kapta distile edilmiş ve klorlanmamış şişe suyu kullanılarak 4-5 derecede saklanması gerekir. Su asla musluk suyu olmamalıdır. Bazı satıcılar suyun içine tuz da ekler. Su yerine jel içinde de saklanabilir ancak bu saklanma ve taşıma süresi kısa olduğu zaman kullanılır. Sülükler kullanılmadan önce buzdolabında ya da soğuk ve karanlık bir yerde saklanmalı ve direkt gün ışığından kaçınılmalıdır. Ayrıca oksijen için kapakta bırakılan delikler profesyonelce hazırlanmış olmalıdır, çünkü sülüklerin vücudu aşırı derecede esneklik gösterdiğinden kaçmasına yol açabilir. Kullanımdan hemen sonra sülükler önce %7 etanol çözeltisine beş dakika, sonra ise %70 etanol çözeltisine bırakılarak imha

110 KONAK

Sülükler, kimyasal madde içeren (parfüm, kolonya, cilt kremi, makyaj malzemesi vb.) yüzeylere tutunmazlar. Bu sebeple, sülük tutturulacak bölge ılık bir su ve pamuk yardımı ile silinmelidir. Bölge belirlendikten sonra bir tüp veya pistonu çıkarılmış bir şırınga ile sülükler o bölgede tutturulabilir. Bir spanç yardımı ile de sülüklerin istenilen bölgeye tutturulması sağlanabilir. Hasta, çeşitli klinik parametreler, enfeksiyonlar veya allerjik durumlar için tedavi süresince düzenli olarak izlenmelidir. Sülük yapıştığı yerden kendiliğinden bırakmazsa, sülüğün ağzının bulunduğu bölgeye hafifçe zerdeçal tozu veya alkol uygulamasıyla bıraktırılabilir, ancak dikkat edilmesi gereken husus, sülüğün bıraktırılırken kusturulmamasıdır. Sülük tutunduğu bölgeden ayrıldıktan sonra salgısında bulunan biyoaktif maddelerin etkisinden dolayı kanama 4-48 saat devam edebilir. Onuncu saatte akan kan ortalama 120 ml’ye ulaşır. Yani sülük yalnızca bağlanmışken değil, düştükten sonra da kanın akmasını sağlar. Isırık alanı, fizyolojik su batırılmış gazlı bez ile temizlenir, ka-

BUNU BİLİYOR MUYDUNUZ

1817’de Thomas Bell yüz şişmesi gözlenen bir oroantral fistula va-

kasını yüze uygulanan 6 sülük ile tedavi etmiştir. 1839’da Chapin A. Harris abse yapan dişin boşaltılması için diş etine sülük uygulanabileceğini öne sürmüştür. Diş etlerine sülük uygulanması için tüpler geliştirilmiştir. Sülükler odontalgia, periodontitis ve alveolar abcess için kullanılmış ve hastaya anında rahatlama sağlamıştır. 1854’te C. Spencer Bate maxilar central insizördekş büyük bir kavitenin tedavisini, diş etine sülük uygulayarak başarıyla gerçekleştirmiştir. Ancak bir vakada ise diş hekimi dişağrısı ile gelen hastasına eczaneden alınmış bir sülüğü diş etine tutturmasını söylemiştir. Hasta iki saat sonra daha kötü hissetmeye başlamış, dudakları, yanakları, boynu ve göğsünde şişme gözlenmiştir. Ertesi sabah hekim muayene ettiğinde başında inflamasyon, nefes alış-verişinde zorlanma, sanrı görme gözlemlemiş ve hasta 24 saat içinde kaybedilmiştir. Postmortem kan zehirlenmesi olduğunu göstermiş ve sülüğün zehri taşıdığı anlaşılmıştır.


namanın önlenebilmesi için de sıkı bir tamponla kapatılır. Her bir sülük tek kullanımlıktır. Aynı hastada bile, kullanılan sülükler tekrar kullanılmamalıdır. Kan ile bulaşan hastalıklar riskine karşı tedavide kullanılmış olan sülük, vücuttan ayrıldıktan sonra tıbbi atık olarak çamaşır suyu veya alkol ile imha edilir. Sülük ısırıkları bazen bazı kişilerde ekimoz ve keloid oluşturmaktadır. Bu lekelerin çoğu 2-3 hafta içinde kaybolmaktadır. Sülük tedavisi uygulanmasında kişinin kullandığı ilaçlara dikkat edilmelidir, zira kan akışını artıracak ilaçlar tedaviyi tehlikeye atabilir. Kişinin vücudunun immün cevabı mutlaka izlenmelidir. Tedavi uygulanacak kişi kafein kullanımını bir süre önceden kesmiş olmalıdır. Sigara kullanımı ve nikotin içeren maddeler vazokonstriksiyona sebep olacağı için kesilmiş olmalıdır. HİRUDOTERAPİDE ENDİKASYONLAR, KONTRENDİKASYONLAR VE KOMPLİKASYONLAR A. Endikasyonlar Eski çağlarda özellikle flebotomide (damara girme işlemi), yara ve savaş tedavilerinde kullanılan sülükler tıbbın gelişmesiyle konvansiyonel ağrı tedavisinin bir parçası olmuştur. Tedavinin etkinliği, sülüğün emdiği kandan ziyade salgıladığı biyoaktif madde miktarı ile ilişkilidir. Salgıladıkları biyoaktif maddelerin etkisiyle klinikte birçok kullanım alanı bulmuştur. Sülük tedavisi uygulamalarında görülen endikasyonlar aşağıdaki gibidir: •

İnflamatuar reaksiyonlar

Pasif konjesyon

Variköz venler

Hemoroid

Artoz, osteoartrit, periartrit ve romatoid artrit

Katarakt, glokom, travmatik yaralanma ve inflamatuar göz hastalıkları

Gingivit, paradontit ve gingival ödem gibi diş hastalıkları

Dermatit, psöriasis ve kronik ülser gibi cilt hastalıkları

Hematom

Bu kullanım alanlarından birkaçını açıklayacak olursak; Orta ve ileri yaşlarda görülen diz ağrısının en önemli nedenlerinden biri olan osteoartrit, en sık görülen eklem hastalığıdır. Bu durum bireyin yaşamını önemli ölçüde etkiler ve yürümede güçlüğe sebep olur. Osteoartrit tedavisi için geleneksel ve tamamlayıcı tıbbın bir parçası olan sülüklere önemli ölçüde rağbet vardır. Az sayıda yan etki nedeniyle diz osteoartriti için güvenli bir seçenek olarak görülebilir. Osteoartrit üzerinde yapılan bir çalışma sonunda sülük tedavisinin topikal diklofenaka (artritten kaynaklı diz ağrılarında yüzeysel olarak kullanılan non-steoridal antiinflamatuar ilaç) fonksiyon, tutukluk ve total semptomlar yönünden üstün olduğu gösterilmiştir. Diğer bir çalışmada ise hirudoterapi transkutanöz elektriksel sinir stimülasyonu (TENS, elektrik akımı veren, fizik tedavide kullanılan bir alet) ile karşılaştırılmış olup tek seans sülük tedavisinin anlamlı ve sürekli bir etki gösterdiği bildirilmiştir. Cerrahi replantasyon (kopan bir uzvun yeniden işlev kazanması için yapılan onarım), flap rekonstrüksiyon (derinin kan damarlarıyla beraber ihtiyaç duyulan yere taşınması) ve yumuşak doku yaralanmasında kullanımına gelirsek, tıbbi sülük tedavisinin ameliyat sonrası uygulanma-

sı mikrorevaskülarizasyonun oluşmasını hızlandırır. Sirkülasyon sağlanana kadar dokuya oksijenden zengin taze kan gelmesini sağlamak ve dokuda meydana gelen şişliği gidermek amacı ile sülükler kullanılır. Hasarlı doku, taze kanla gelen oksijen ve diğer gıdalarla desteklenir. Akut ve cerrahi rekonstrüksiyonun zor olduğu kulak, burun, dudak ve göz kapağı gibi bölgelerde yeterli arteryel akımın olduğu ancak venöz akımın yetersiz olduğu vakalarda tıbbi sülüklerin tedavide önemli rol oynadığı da görülmüştür. Bu durumlar çeşitli vakalarla gösterilmiştir. B. Kontrendikasyonlar Hirudoterapi geçmişten günümüze kadar birçok hastalığın tedavisinde kullanılmış ve olumlu sonuçlar vermiştir. Ancak her hastalık veya hastada faydalı olacağı düşüncesi yanlıştır. Nitekim tedavi yönteminin etkinliği hastalara göre değişmektedir. Hastalar öncelikle sağlık durumu için detaylı bir muayeneden geçirilmelidir. Mutlak hemofili, immün yetersizlik, anemi, lösemi, hipotoni, arteryel yetersizlik, gebelik durumlarında ve sülük salgısındakilere alerjisi olanlara uygulanmamalıdır. C. Komplikasyonlar Uygulama ile en sık izlenen yan etki ve komplikasyonlar lokal cilt lezyonları, kanama, anemi, alerjiler ve enfeksiyondur.

HALK SAĞLIĞI

111


Sülüğün kan emmediği dönemde, enfeksiyon yapan ajanlar geliştiğinde ve tekrarlayan kullanımlarda tipik bulgular görülmektedir. Bunlar ağrı, ciltte yanma hissi, kaşıntı, uygulama alanında geniş eritematöz (kılcal damarların çeşitli nedenlerle genişlemesi sonucu ciltte veya mukusta kanın birikerek kırmızılık oluşması) ve ödemli alanların olduğu, lokal ağrılı lenfadenopatinin (lenf nodlarının çeşitli nedenlerle şişmesi) izlendiği ve bazı durumlarda ateşin eşlik ettiği komplikasyonlardır. Dolayısıyla tıbbi sülük tedavisinin uygulamasında gerekli durumlarda antibiyotik profilaksisi önerilmektedir.

siyon sonucu geliştiği düşünülmüştür.

Enfeksiyon hirudoterapinin en sık görülen komplikasyonu olmasına karşın, sülük tedavisi uygulanan hastalarda her cilt lezyonu enfeksiyona işaret değildir. Bunların sülük kullanımına bağlı alerjik reak-

HİRUDOTERAPİDE MEKANİZMA

Etki yolu

Analjezik ve Antiinflamatuar Etki

Sülükler insanlık tarihinde yoğun olarak kullanılmış bir biyolojik tedavi grubudur. Özellikle doğada yaygın olarak bulunmaları, hastalar tarafından kolaylıkla ulaşılabilmeleri ve sağlık profesyonellerinin gözetimi olmaksızın hastalar tarafından kendi kendilerine uygulanması bu tedavinin istenmeyen etki ve komplikasyonlarını gündeme getirmektedir. Bu istenmeyen etkileri önlemek için tedavi mutlaka uygun hastada, bir hekimin uygun klinik değerlendirmesi sonrası, yetkili bir sağlık profesyoneli tarafından uygulanmalı ve izlenmelidir. Sülüklerin etki mekanizması salgıladıkları biyoaktif bileşenlerle şekillenir. Sülükler 100’den fazla biyoaktif madde içeriyor

Biyoaktif Maddeler antistasin, hirustasin, ghilantenler, eglin C, triptaz inhibitörü, komplement C1 inhibitörü, guamerin ve piguamerin, karboksipeptidaz inhibitörü, bdellinler ve bdellastasin

Ekstrasellüler Matriks Degredasyonu

hyaluronidaz ve kollajenaz

Kan Akışını Artırma

asetilkolin, histamin benzeri moleküller

Platelet Fonksiyonunun Engellenmesi

saratin, calin, apiraz, decorsin

Antikoagülan Etki

hirudin, gelin, faktör 10a inhibitörü, destabilaz, new leech protein-1, whitide, ve whitmanin

Antimikrobiyal Etki

destabilaz, kloromisetin, theromacin, theromyzin, and peptit B

112 KONAK

olup bunlardan 20’den fazlası tanımlanmıştır ve birkaçı aktif rol alır. Ayrıca salgı maddeleri türlere göre değişmektedir. Bu yüzden sülüğün etkisi içeriğindeki maddelere ve tedavi amacına göre yorumlanmalıdır. Zira hirudoterapi, salgılanan birçok maddeden dolayı multidisipliner tedavinin bir parçasıdır. Sülüğün etki mekanizmasını anlamak için içeriğine göre; analjezik ve antiinflamatuar etkisi, ekstrasellüler matriks degradasyonu, kan akışını artırması, platelet agregasyonunu engellemesi, antikoagülan ve antimikrobiyal etkisi olarak analiz edilebilir. Ancak bu mekanizmalar birbirleriyle yakından ilişkilidir ve bir bütün olarak incelenmelidir. Yukarıdan da anlaşılacağı üzere, aslında sülük kendi yaşamı için gerekli olanları salgılar. Mesela ısırmaya takiben salgılanan hyaluronidaz ve kollajenaz enzimleri, sülüğün biyoaktif maddelerinin dokuya işlemesini ve yayılmasını sağlamak için biyokimyasal tepkimelerle konnektif dokuyu modifiye eder. Bu durum ekstrasellüler matriks degradasyonu olarak görülebilir. odaklanılmıştır. Örneğin, salgılanan kinazların ve antistasinin, nosiseptif yolda büyük rol oynayan kinin-kallikrein mekanizmalarını inhibe ettiği düşünülmektedir. Kinin-kallikrein mekanizması koagülasyon ve inflamatuar yanıtta önemlidir. Bunun yanında antistasin koagülasyon kaskadında bulunan faktör 10a inhibitörü olduğundan, antistasinin antiinflamatuar etkisinin yanında antikoagülan etkisi de görülmektedir ve yapılan çalışmalar antikoagülan etkisinde durmuştur. Üç izoformu olan triptaz inhibitörü özellikle, mast hücrelerinin proteolitik enzimlerini inhibe ederek etki gösterir. Mast hücre triptazlarının salınımı inflamatuar etkiye sebep olur. Bu etkilerin kinin-kallikrein sistemi, kemotaksis, lökosit aktivasyonu, vazoaktif olaylar ve devamında gelen ağrı üreten etkileşimlerle ilişkili olduğu görülmektedir. Eglin C, nötrofil granüllerinde bulunan, inflamatuar yanıtın bir parçası olarak salınan nötrofil elastazı ve katepsin G’yi


lir. Bazı çalışmalar destabilazın antimikrobiyal etkisinin nonenzimatik içeriklere de bağlı olduğunu göstermiştir. Genel olarak hirudoterapi salgıladığı biyoaktif bileşenlerden ötürü analjezik(ağrı kesici), antikoagülan(pıhtılaşma önleyici), antiinflamatuar(iltihap önleyici), miyorelaksan(kas gevşetici), immün modülatör(bağışıklığı hareketlendirici), vasküler sirkülasyon düzenleyici(kan dolaşımını düzenleyici), hipoksi(kanda oksijen azlığı) giderici, bakteriostatik(bakteri büyümesini ve üremesini engelleyen), lokal anestetik(bölgesel uyuşturucu), fibrinolitik(pıhtı gideren), vazodilatör(damar genişleten), antimikrobiyal ve ödem çözücü etkileri taşır. Taşıdığı bu etkiler hirudoterapinin endikasyonlarını, kontrendikasyonlarını ve komplikasyonlarını belirler. inhibe eder. Ayrıca nötrofil elastazı ve katepsin G koagülasyon kaskadındaki faktör 10, 12 ve doku faktörünü aktive ettiğinden, eglin C’nin antikoagülan etkisi olduğu da düşünülebilir. Lakin bu alanın daha fazla araştırılmaya ihtiyacı vardır.

Kollajenaz enzimi ise kollajeni yıkarak, adezyon ve agregasyon tepkimelerini başlatır. Bir döngü ile biyoaktif bileşenlerin inhibitör etkisine katkı sağlar.

B. Kan Akışını Artırması

Yüksek antikoagülan etkisi ve az yan etki ile heparinin alternatifi olarak düşünülen hirudin ilk izole edilen biyoaktif maddedir. Hirudin, trombine bağlanarak aktif trombinin tüketilmesine sebep olur.

Sülüğün beslenmesi ve terapötik etki için kan akışının artırılması gerekir. Bu durumda histamin benzeri moleküller vazodilatasyona sebep olur ve bölgesel geçirgenliği artırırlar. Bunun yanında asetilkolin salgısı da endotel kas gevşemesini ve vazodilatasyonunu sağlar. C. Plateletlerin Engelleme

Agregasyonunu

Normalde sülük dokuya zarar verdiğinden koagülasyon kaskadı aktifleşir. Ama bu durum sülük için zararlı olduğundan sülük bunu engelleyici maddeler salgılar. Bu maddeler koagülasyan kaskadını farklı yerlerden etkilerler. Örneğin saratin, plateletlerin adezyonunu sağlayıp tıkaç oluşturmada görevli vonWillebrand faktörünün(vWF) kollajene bağlanmasını inhibe eder. Apiraz ise, plateletlerde bulunan gpllb ve gpllla reseptörlerini aktifleştirip plateletlerin vWF’ye bağlanma afinitesini artıran platelet agregasyonunda önemli rolü olan ADP’yi AMP’ye çevirerek dolaylı olarak agregasyonu önler.

D. Antikoagülan Etkisi

Faktör 10a inhibitörü ise koagülasyon kaskatını kırarak etki eder. E. Antimikrobiyal Etkisi Farklı türlerde farklı izoformları bulunan destabilaz enzimi, glikozidaz aktivitesi ile antibakteriyel ve fibrinolitik özellik gösterir. Destabilaz enzimi glikozidaz aktivitesi ile bakterinin peptidoglikan tabakasına etki ederek antimikrobiyal etki gösterebi-

Ayrıca hirudoterapi kan dolaşımıyla alakadar olduğundan sistemik etkiye sahiptir. Bu durum, salgılanan maddelerin çokluğu ve etkilerinin birbirleriyle ilişik olması, bu konuda yapılan ve yapılması gereken araştırmaların genişliğini gösterir. HİRUDOTERAPİDE EĞİTİM Sülük tedavisi ile ilgili eğitim almak isteyen hekimler ve diş tabipleri sağlık bakanlığının vermiş olduğu sertifikalı eğitimlere katılabilirler. Bu eğitimler, bünyesinde uygulama merkezi bulunduran Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Cumhuriyet Üniversitesi, Gazi Üniversitesi de olmak üzere çeşitli kurum/kuruluşlar tarafından düzenlenir. Eğitim, uygulama ve teorik olmak üzere iki kısımdan oluşur. Teorik 35 ve uygulama 25 ders saati olacak şekilde toplam 60

Hirudoterapi salgıladığı biyoaktif bileşenlerden ötürü analjezik, antikoagülan, antiinflamatuar, miyorelaksan, immün modülatör, vasküler sirkülasyon düzenleyici, hipoksi giderici, bakteriostatik, lokal anestetik, fibrinolitik, vazodilatör, antimikrobiyal ve ödem çözücü etkileri taşır. Taşıdığı bu etkiler hirudoterapinin endikasyonlarını, kontrendikasyonlarını ve komplikasyonlarını belirler.

HALK SAĞLIĞI

113


da aktif çalışmış tabipler veya diş tabipleri, •

Sülük uygulaması sertifikasına sahip uzman tabipler-uzman diş tabipleri,

Sülük uygulaması sertifikasına sahip, sülükle ilgili en az iki tane ulusal/uluslararası bilimsel yayını bulunan tabipler ve diş tabipleri

Yabancı uyruklu olup, uluslararası platformda kupa uygulaması eğitimi aldığını, ilgili alanda aktif olarak çalıştığını belgeleyen ve ilgili birimce kurulan komisyon tarafından yeterliliği uygun görülen kişiler

eğitimci olabilir. Ülkelere Göre Kullanımı ders saati sürer, bir ders saati 45 dakikadır. Bir günde en fazla 8 ders saati alınabilir. Ayrıca bu eğitimler uzaktan da verilebilir. Konularına bakarsak genel olarak sülük, sülüğün kullanılabileceği hastalıklar, sülüğün yan etkileri, sülük tedavisinin etikliği ve yasal sorunlar anlatılır. Bu eğitimler sonunda sınavlara girilir. Sınav uygulama ve teorik için ayrı ayrı yapılır. Önce teorik sınav yapılır. Teorik sınavda 70 i geçen kişi uygulama sınavına girmeye hak kazanır. Uygulama sınavından da 70 üstünde alan kişi sertifikayı alır. Bu sertifikayı aldıktan sonra, özel açılmış uygulama yerlerinde veya hastanelerin alternatif tıp ile ilgili ünitelerinde çalışılabilinir. Eğitime katılabilecek kişi sayısı da sınırlıdır. Bakanlıkça görevlendirilecek 2 katılımcı dışında, uzaktan eğitimlerde en fazla 50, yüz yüze eğitimlerde en fazla 25 katılımcı eğitime alınabilir. Bakanlıkça görevlendirilecek katılımcı devlet hizmet yükümlülüğü bulunmayan, çalıştığı kurumda vereceği hizmet gereği bu programda alacağı eğitim önem arz eden tabip veya diş tabibidir ve bu katılımcılardan eğitim ücreti alınmamaktadır. Ayrıca katılımcılar eğitim programı sırasında başka bir merkezde veya başka bir işte çalıştırılamazlar. •

Bu eğitimi verebilecek kişilerden bahsedecek olursak;

114 KONAK

Sülük uygulaması sertifikasına sahip ve en az 3 yıl ilgili uygulama alanın-

Hirudoterapinin

Dünyanın en gelişmiş ekonomilerine sahip ve aynı zamanda tıbbi bilimlerin


uygulamalarında da ileri olan Almanya, Fransa, İngiltere ve ABD de olmak üzere çeşitli ülkeler bu tedavi metodundan büyük ölçüde yararlanırlar. Aynı zamanda Çin’de hastanelerin %95’inde geleneksel ve modern tıbbın iç içe olduğu görülmektedir ve bu uygulamalar içinde de akupunktur ön plandadır. Geleneksel tıpla ilgilenen 2500’den fazla hastane, 350000’den fazla sağlık çalışanı vardır. Sağlık sigortası hem modern hem de geleneksel tıp uygulamalarını kapsar. Ayrıca 170 geleneksel tıp araştırma enstitüsü de bulunur.

Japonya’da altı yıllık eğitim veren seksen modern tıp okulunun on sekizinde elektif veya zorunlu olarak tamamlayıcı ve geleneksel tıp okutulur. 46 fakültede de dört yıllık bir alternatif tıp programı açılmıştır.

lık programı entegrasyonun öncelendiği; nüfusun %60’ının geleneksel tıbbı kullandığı ve hekimlerin %60’ının geleneksel tıp eğitimi de aldığı belirtilmektedir.

Küba’da 1959 devriminden sonra geleneksel-tamamlayıcı tıp uygulamaları ve uygulayıcıları (doğum yardımcıları hariç) yasaklanmıştır. Ancak 1992’de homeopati ve akupunktur uygulamalarına başlanmış, 1995’te geleneksel tıp enstitüsü kurularak eğitime de girilmiştir. Enstitüde tıbbi bitki yetiştirme, uygulayıcı eğitimi ve araştırma programları verilir. Ulusal sağ-

Amerika Birleşik Devletleri de, 1991’de Ulusal Sağlık Enstitüsünün araştırma yürütmesi için Alternatif Tıp Ofisini kurmuştur. ABD’de 1997 yılında hastaların tamamlayıcı tıp uygulamalarına başvurma oranı %46,3, harcanan tahmini bütçe 21,2 milyar dolardır ve %12,2’ si cepten ödemelerle karşılanır. Eğitim ise çoğu modern tıp okulunda dört yıllık programlar halinde verilmektedir.

8. Arusan S, Bayar B, Gödekmerdan A, Sağlam N. “Olgu Sunumu: Mikro Cerrahiye Yardımcı Bir Metot, Hirudoterapi”; 2013.

14. Yıldız S, Eriş S, Yücel Polat N, Ürper S, Kurt Y, Kurt BB, Yıldız ÜG. “Sülük Tedavisi”; 2014.

KAYNAKÇA 1. Altıntaş A. “Osmanlı Tıp Kitaplarına Göre Sülükle Tedavi ”; 2014. 2. Oka B. “Hirudotherapy from Past to Present”; 2013. 3. Leeching Medical Pracedure; https:// www.britannica.com/science/leeching 4. Munshi Y, Ara I, Rafique H, Ahmad Z. “Leeching in the history-A Review”; 2008. 5. Valauri FA. “The Use of Medicinal Leeches in Microsurgery”; 1991. 6. Yantis MA, O’Toole KN, Ring P. “Leech Theraphy”; 2009. 7. Yıldız S, Eriş S, Polat NY, Ürper S, Kurt Y, Kurt BB, Yıldız ÜG. “Diz Osteoartritinde Sülük Tedavisinin Etkinliği”; 2015.

9. Duruhan S, Biçer B, Tuncay MS, Uyar M, Güzel S. “Travma ve Plastik Cerrahi Operasyonları Sonrası Sülük Uygulamaları”; 2014. 10. Duruhan S, Biçer B, Tuncay MS, Uyar M, Güzel S. “Sülük Uygulamasının Komplikasyonları”; 2015 . 11. Sig AK, Güney M, Üsküdar Güçlü A, Özmen E. “Medicinal leech therapy— an overall perspective”; 2017. 12. Ayhan H, Mollahaliloğlu S. “Tıbbi Sülük Tedavisi: Hirudoterapi”; 2018. 13. Gödekmerdan A, Arusan S, Bayar B, Sağlam N. “Tıbbi Sülükler ve Hirudo-

terapi”; 2011.

15. Sülük Uygulaması; http://dosyasb.saglik.gov.tr/Eklenti/3977,suluk-uygulamasi-sep-standartlaripdf.pdf 16. Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Uygulamaları Yönetmeliği Ekleri; http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2014/10/20141027-3-1.pdf 17. Karahancı ON, Öztoprak ÜY, Ersoy M, Zeybek Ünsal Ç, Hayırlıdağ M, Örnek Büken N. “Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Uygulamaları Yönetmeliği ile Yönetmelik Taslağı’nın Karşılaştırılması”; 2015.

HALK SAĞLIĞI

115


Grip Salgınının Sorumlusu

Gerçek Katil Kim?

AŞI ÇALIŞMA GRUBU 1 Çağrı Emin Şahin* 2 Beyza Nur İlhan 3 Şule Karaköse 4 Tuba Yıldız 4 Tolga Özkalay İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı 2 Hacettepe Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi 3 Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi 4 Ankara Üniversitesi Ecazcılık Fakültesi 1

İletişim: drceminsahin@gmail.com

116 KONAK

İnsanlık tarihinde bulaşıcı hastalıklar; zaman zaman salgınlarla kendini göstermiş ve toplu ölümlere yol açmıştır. Günümüzde sterilizasyon, dezenfeksiyon ve antibiyotiklerin keşfi ile kontrol altına alınmış olsa da hijyen şartlarının yeterli olmadığı durumlarda, örneğin az gelişmiş ülkelerde, halen bir tehdittir. Kan ve vücut sıvıları gibi çeşitli yollarla insandan insana aktarılan bu hastalıklar yalnızca hasta olan kişi için değil tüm toplum için bir tehdittir. Artık dünyanın giderek küçüldüğünü düşündükçe uzak diyarlara ulaşması hiç de zor değildir. Günümüzde antibiyotiklerle bakteriyel enfeksiyonlar kısmen de olsa kontrol altındadır. Öte yandan eradike edilen çiçek hastalığı dışında viral enfeksiyonlar bizim için tehdit oluşturmaya devam etmektedir. Ebola, kuduz, hepatitler ve HIV bu enfeksiyonlara örnektir. Bunlara ek olarak zaman zaman hafif atlatılan ancak ciddi enfeksiyona sebep olduğunda çok daha ölümcül olan önemsemediğimiz bir katil var, influenza !


insan olduğundan genomunun hayvansal kaynağı yoktur. Bu yüzden antijenik kayma görülmez ve influenza B pandemilere neden olmaz. Ancak antijenik sapma sıkça görüldüğünden beliren her yeni suş her yıl aşıya eklenmelidir. İnfluenza A virüs suşları 4 tipik özelliğine göre isimlendirilir.

İnfluenza A, B ve C ortomiksovirüs ailesinin üyeleridir. İnfluenza A, B ve C insanlarda hafif semptomlarla giden enfeksiyonlara sebep olabildiği gibi; influenza A ve B insanlarda ciddi enfeksiyonlara neden olmaktadır. Genel olarak akut ve ateşli solunum sistemi hastalığıdır. Baş, kas ve boğaz ağrısı; yüksek ateş; halsizlik ve kuru öksürüğe sebep olurlar. Ortomiksovirüsler segmentli(parçalı) RNA genomu, sarmal nükleokapsid ve lipoprotein zarftan oluşur. Virüs RNA'ya bağlı RNA polimeraz enzimi taşır, yani genomu enfektif değildir. İnfluenza A ve B'nin genomu 8 segmentli yapıya sahipken influenza C'nin genomu 7 segmentli yapıdadır. Zarf, Hemaglütinin (HA) ve Nöraminidaz (NA) adında iki glikoprotein ve bir membran proteini (M2) içerir ve internal matriks proteinine (M1) bağlıdır. Hemaglütinin ve nöraminidaz tipe özgül antijenlerdir. Hemaglütinin, hücrenin yüzeyine bağlanarak enfeksiyonun başlangıcını oluşturur. Hemaglütinindeki minör değişiklikler antijenik drifte (kayma), majör değişiklikler ise antijenik şifte (sapma) neden olmaktadır. Şiftler sadece influenza A’da görüldüğü için pandemilerin nedeni her zaman influenza A olmaktadır. Nöraminidaz ise enfekte olan hücreden virüsun yayılması için enzim aktivitesine sahiptir. İnfluenza A ve B'nin nöraminidazını inhibe eden ilaçlar, oseltamivir ve zanamivirdir. İnfluenza A’nın nöraminidazı da antije-

nik değişime uğrar ve major farklılıklar oluşturur. M1 ve M2 proteinleri tip spesifiktir, influenza tiplerini ayırt etmede kullanılmaktadır. İnfluenza A’nın M2’si amantadine ve rimantadine’nin hedefi olmaktadır. Su kuşları, tavuk, domuz, at gibi hayvanların kendi influenza A virüsleri bulunmaktadır. Bu hayvanlardaki influenza A virüsleri insanlarda epidemiye sebep olan antijenik kayma varyantlarını kodlayan genomun kaynağıdır. Aynı hücre iki farklı suşla enfekte olduğunda, suşların segmentli genomları arasındaki reassortment ve mutasyon genetik farklılaşmayı tetiklemektedir. Segmentli genomik yapıya bağlı oluşan bu genetik farklılaşma pandemilere (dünya çapında salgınlara) ve epidemilere (geniş bölgesel salgınlara) neden olmaktadır. Bu durum influenzanın eradike edilemeyecek bir enfeksiyon olduğunun göstergesidir. Genomik yapısındaki değişimlerle salgınlara neden olan influenza için günümüzde profilaktik aşı ve ilaçlar bulunmaktadır. İnfluenza B’nin kaynağı yalnızca

Tip (A,B,C)

İlk izole edildiği yer

İlk izole edildiği tarih

Antijen (HA, NA)

İnfluenza B ise tip, ilk izole edildiği yer, ilk izole edildiği tarihe göre isimlendirilir. İnfluenza B pandemilere yol açmadığı için HA ve NA antijenlerinin önemi yoktur. İnfluenza; sık görülen ancak zaman zaman hafif seyretmesi nedeniyle yeterince önemsenmeyen viral bir enfeksiyondur. Genellikle kış aylarında görülür. Başlıca solunum sistemini tutar; ancak diğer sistemleri de etkileyerek miyokardit, miyopati ve merkezi sinir sistemi bozukluklarına sebep olmaktadır. İnfluenza insanlık tarihinde milattan önce Hipokrat tarafından tanımlanmıştır. Tarihi kaynaklarda dünya genelinde salgınlardan bahsedilmektedir. Tarihte bilinen en önemli influenza pandemisi 1918’deki İspanyol gribidir ve bir yıl kadar kısa bir sürede I. Dünya savaşındaki ölümlerden daha fazla ölüme neden olmuştur. Tüm dünyayı etkileyerek salgınlara neden olduğu için hastalığa Orta Çağ’da İtalyanca etki(influenza) denmiştir. İleriki dönemlerde diğer dillere geçmiştir. Grip(grippe) ise Fransızcadan geçmiş olup Türkçedeki bir diğer karşılığı

İnfluenza; sık görülen ancak zaman zaman hafif seyretmesi nedeniyle yeterince önemsenmeyen viral bir enfeksiyondur. Genellikle kış aylarında görülür. Başlıca solunum sistemini tutar; ancak diğer sistemleri de etkileyerek miyokardit, miyopati ve merkezi sinir sistemi bozukluklarına sebep olmaktadır. HALK SAĞLIĞI

117


olan “soğuk algınlığına” tekabül etmektedir. 20. Yüzyıla kadar hastalığın sebebinin bakteri olduğu düşünülmüştür. Hatta “Haemophilus İnfluenzae”(Hib) adı verilmiştir ancak ileri dönemlerde hastalardan influenza virüsü izole edilmiştir. Hib’in önemli bir sekonder bakteriyel enfeksiyon sebebi olup farklı bir bakteri olduğu ifade edilmiştir.

niye sebep olabilir. Bunun yanında doğal bariyeri bozarak ve hücre yıkımına sebep olarak sekonder bakteriyel enfeksiyon ile de pnömoni görülebilir. bakteriyel enfeksiyonların sebebi genellikle pnömokoklar, H. influenza ve s. aureus'tur. Bakteriyel pnömonide öksürüğe mükopürülan balgam eklenir. İnfluenza üst solunum yolu enfeksiyonu olarak başlar.

Semptom benzerliği nedeniyle grip ve nezle eş anlamlı olarak kullanıldığı halde farklı hastalıklardır. Parainfluenza, RSV, koronavirüs, rhinovirüs gibi solunum yolu virüslerinin sebep olduğu enfeksiyon nezle, soğuk algınlığı olarak adlandırılmaktadır. Ancak influenza yani grip yalnızca influenza A,B,C virüslerinden kaynaklanır.

Hücreden hücreye yayılarak alt solunum yoluna yayılabilir. İnfluenza geçici ya da düşük düzeyli viremi yapabilir ancak solunum sistemi dışına yayılımı nadirdir. Yayılım yaptığında çocuklarda miyozite neden olabilir ayrıca Reye Sendromuna neden olabilir ve aspirin kullanımı olan

çocuklarda daha ölümcüldür. Grip tablosuna ensefalopati eşlik edebilir ve genellikle öldürücüdür. İyileştikten 2-3 hafta sonra ensefalit görülebilir ancak öldürücü değildir. İnfluenza semptomlarını kontrol altına almak için asetaminofenler, antihistaminikler ve benzerleri ilaçlar kullanılmıştır, ancak etkili olmamıştır. Hedefi M2 proteinleri olan antiviral ajanlar amantadin ve rimantadin virüsün zarftan çıkmasını inhibe eder, ancak yalnızca influenza A'ya etkilidir. Amantadin hem koruyucu hem de tedavi edicidir. Özellikle aşısız ve yaşlı kişilerin bir arada bulunduğu kapalı gruplarda korunma için kullanılmakta-

İnfluenza öksürük, burun akıntısı gibi soğuk algınlığı semptomlarına sebep olmakla birlikte daha şiddetlidir. Bunun yanında halsizlik, kas ağrısı, baş ağrısı ve ateş gibi semptomlara da neden olmaktadır. Hastalığın klinik seyri asemptomatikten çok şiddetli semptomlara hatta ölüme kadar geniş bir yelpazededir. Bu durum kişinin virüse karşı immun cevabına bağlıdır. Bağışıklık özellikle üst solunum yolundaki sekretuar IgA’ya bağlıdır, IgG daha az koruyucudur. Hücresel bağışıklık da koruyucu rol oynar. İmmün sistemi etkileyen kronik hastalığı olanlar, immün yetmezlikli kişiler, gebeler, yaşlılar, çocuklar ve sigara kullanan kişiler şiddetli semptom göstermeye yatkındır. İnfluenza semptomları 1-4 gün süren inkübasyon döneminin sonunda halsizlik ve baş ağrısıyla başlar. Devamında yüksek ateş, titreme, iştah kaybı, güçsüzlük, boğazda yanma ve kuru öksürük eşlik eder. Bu semptomlara ilave olarak yaygın ve şiddetli kas ağrıları influenza için tipiktir. Ateş 3-8 gün yüksek kalır, herhangi bir komplikasyon gelişmeden 7-10 içerisinde normale döner. 3 yaş altı çocuklarda bronşiyolit, krup, otitis media, kusma ve karın ağırısı ile seyreden febril konfüzyonun nadiren eşlik ettiği şiddetli solunum yolu enfeksiyonlarına benzer. Pnömoni, miyozit, miyopati gibi komplikasyonlar görülebilir, merkezi sinir sistemi tutulumu da yapabilir. İnfluenzanın kendisi pnömo-

118 KONAK

İnfluenza Antijen testi. Oluşan bantlara göre yalnız kontrol bandı varsa test negatif, A ya da B bandı oluşursa pozitiftir şeklinde yorumlanmaktadır.


hücrelerdir. İnfluenza tanısında kullanılan immunfloresan antikor boyama yöntemi %50 - 90 arasında duyarlılık göstermektedir. Bu testlerde çok sayıda örnekle bir arada çalışmak mümkündür ve sonuçlar hızlı elde edilebilmektedir. Bu metot mikroskop varlığında uygulanabilir. Ticari hızlı tanı testlerinde ise duyarlılık % 40- 100 arasında değişmekle beraber, bu testlerin 15-20 dk içinde sonuç veriyor olması kullanılabilirliklerini arttırmaktadır. Böylece tedavi süreci çok daha hızlı başlayabilmektedir.

İnfluenza virüsü döngüsü

dır. Rimantadinin yan etkileri amantadinden daha azdır ve aynı şekilde koruyucudur. Ancak bu ilaçlara karşı dirençli suşlar elde edilmiştir ve aşı ile korunma ön plandadır. Nöraminidazın enzim inhibitörü olan zanamivir ve oseltamivir hem influenza A'ya hem de influenza B'ye etkilidir ve yalnızca tedavide kullanılır. Enfeksiyonu sınırlandıran etkiye sahiptirler. Virüsün salınımını inhibe eder. Zanamivir inhalasyon yoluyla kullanılırken, oseltamivir oral olarak kullanılır. İlaçlar semptomların başladığı dönem itibariyle ilk 48 saatte etkili ve tedavi edicidir. İnfluenzanın Laboratuvar Serüveni İnfluenza enfeksiyonlarında, en uygun tedavi yönteminin sağlanması, yardımcı test istemlerinin azaltılması, gereksiz antibiyotik kullanımının önlenmesi, antiviral tedaviye zamanında başlanması, benzer bulgularla seyreden diğer solunum yolu enfeksiyonlarından ayrılması, enfeksiyon kontrol önlemlerinin alınması gibi amaçlarla erken tanı büyük önem taşımaktadır. Memelilerde ve insanda virus izolasyonu için nazofaringial yıkantı sıvısı yahut aspirasyon sıvısı tercih edilmektedir. Numuneler hastalığın başlangıcında ateşli dönemde alınmaktadır. En fazla tercih edilen numune, alırken hastaya sıkıntı vermemesi ve kolay alınabilmesi açısın-

dan bronkoalveoler lavaj sıvısıdır. Hücre kültürü için nazofarengeal sürüntü, ucuna pamuk sarılmış rayon, dakron veya alüminyum eküvyon ile alınmaktadır. Yapılan testler için ilk 48 saat önem taşımaktadır. Hızlı test gibi antijen tanı yöntemleri, ilaç ve enfeksiyon kontrolünün söz konusu olduğu birinci basamak sağlık kurumlarında sıklıkla uygulanmaktadır. İnfluenza virüslerinin antijenik özelliklerini incelemek için memeli doku hücreleri veya embriyonlu tavuk yumurtaları tercih edilmektedir. İnfluenza tanısında kullanılmakta olan test çeşitleri : •

Viral Kültür

Hızlı Testler

EIA (ELISA)

PCR (Viral nükleik asitler saptanır.)

Bu testlerin hepsi influenza A ve B tiplerinin teşhisinde kullanılmaktadır. (Genç erişkinliğe kadar bireylerin %96‘sında influenza C ‘ ye karşı bağışıklık oluşur. )Testlerle çalışma süresi sırasıyla ; 5-10 gün \ <30 dakika \ 2 saat \ 1-2 gün şeklindedir. İnfluenza virüslerini üretmek için en uygun hücre kültürü sistemi memeli epitel hücreleridir. Bunların arasında en yaygın kullanımı olan Madin-Darby Köpek Böbrek Hücresi olarak adlandırılan diploit

İnfluenza tanısı moleküler yöntemler kullanılarak da yapılabilmektedir. En çok tercih edilen yöntem PCR (Polimeraz Zincir Reaksiyonu) yöntemidir. Multipleks PCR, PCR- enzym immuno assey, NASBA , real time PCR,microarray DNA ; bu yöntemin çeşitleridir. Real time PCR metodunda ürünün çoğaltılması ve gösterilmesi aynı anda olmaktadır. Ayrıca PCR sonrası başka işlem gerekmediğinden kontaminasyon riski göstermemesi, PCR’nin diğer testlere üstünlüğüdür. Örneğin tanı için hızlı antijen testi olarak SD İnfluenza Antijen testini incelersek: Toplanan örnekler laboratuvara gönderilirken soğuk zincir koşulları sağlanmaktadır. Örnekler çalışma öncesi oda sıcaklığına getirilmektedir. Reagent tüpünden ekstraksiyon solüsyonunu boşaltıp, karıştırılıp hastadan alınan örnek bu solüsyonun içine batırılmalıdır. Test stribi ekstraksiyon tüpüne ok yönünde yerleştirilip sonuçlar okunmalıdır. Hücre kültürü yönteminde ise; solunum örnekleri vorteks cihazıyla karıştırılıp santrifüjlenmektedir. Hücre kültürü ekim ve moleküler yöntemler olarak ikiye ayrılmaktadır. Uygun koşullarda yapılan ekim sonrası örnekler mikroskopta incelenerek tanıya gidilmektedir. Multipleks PCR işlemindeyse RNA izolasyonunun ardından cDNA sentezi yapılmaktadır. İnfluenza A virüsünün 206 baz çiftinde, B’nin de 455 baz çiftinde ışıma yapmasına dayanılarak agaroz jel elektroforezinde virüslerin pozitif sonuç verip vermediklerinin kontrolü sağlanmaktadır. Kullanılan eküvyonların doğru seçilmiş olması, kullanılan besiyerinin özellikleri, saklama koşulları

HALK SAĞLIĞI

119


İnfluenza virüsü ilk olarak doğada yabani su ve kıyı kuşlarında bulunmaktadır. Ardından virüsü yabani kuşlardan kapan evcil su ve kümes kuşları da influenza virüsünün taşıyıcısı olabilmektedir. Kuş ve memeli kökenli grip virüsleri bir araya gelip karışarak domuzlara da bulaşabilmekte ve son olarak da bu genetik karışım sebebiyle insanlar da virüs ile enfekte olabilmektedir. İnfluenza virüsleri köpek ve atları ayrıca fok ve balina gibi deniz memelilerini de enfekte edebilmektedir.

doğru sonuç elde etmede önemli parametrelerdir. Özetle hızlı tanı testleri, ekonomik olması, hızlı sonuç vermesi, kolay uygulanması ve ileri teknoloji gerektirmemesi yönlerinden sıklıkla tercih edilmektedir. Yapılan bir çalışma sonucunda, influenzanın sık görüldüğü mevsimde, teşhiste çocuk hastalarda hızlı influenza testlerini kullanmanın; acil serviste istenen laboratuvar test sayısını ve hastaların acil serviste kalış sürelerini azalttığı saptanmıştır. Dünya Sağlık Örgütü tarafınan laboratuvarlarda her yıl, o sene görülen antijenik değişikliklerin testi için hemaglütinasyon inhibisyon deneyi (HAI) uygulanmaktadır. İnfluenzanın Epidemiyolojisi Grip insandan insana kolaylıkla bulaştığı bilinen bir hastalık olmasına rağmen grip etkeni olan influenza virüsünün esasında bu özelliği kazanana kadar pek çok değişime uğraması gerekmektedir. Bu değişimler ise tıp literatüründe antijenik shift ve antijenik drift olarak adlandırılmaktadır.

Grip toplum tarafından ölümcül bir hastalık olarak değerlendirilmediği halde bahsedilen bariyerleri aşan yeni suşların ortaya çıkmasının tüm dünya için ciddi tehlike oluşturduğuna dikkat çekmek ve bu konuda alınması gereken önlemlere dahil olmak gerekmektedir. İnfluenza virüsleri yapısal özelliklerine bağlı olarak sürekli antijenik ve genetik değişimlere uğramaktadır. Bunun sonucunda epidemilere yani bölgesel salgınlara veya pandemilere yani küresel salgınlara sebep olabilmektedir. Bu risk nedeniyle virüslerin sürekli izlenmesi ve virüs suşlarının tanımlanması gerekmektedir. Bu takibin sağlanması ve farkındalığın artması için Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ‘’Küresel İnfluenza Sürveyans Ağı ‘’ (GISN) ile influenza sürveyansını yürütmektedir. GISN influenza virüs suşlarının belirlemesine ek olarak bu suşların takibi ile mutasyona uğramış yeni virüs suşlarının tespitinden sorumludur. Bu takip olası pandemilere karşı hazırlıklı olunması konusunda önem arz etmektedir. Bölgesel ve küresel salgınlar oluşturabilme yeteneği ile diğer virüslerden ayrılan influenza virüsü son 200 yıl içinde sebep

Son 2 yüzyıl içerisinde görülen pandemilerin ilki 50 milyon insanın ölümüyle sonuçlanan 1918 ispanyol grip pandemisidir. Ardından 1957 Asya gribi pandemisi 1968 Hong Kong gribi pandemisi kayıtlara geçmiştir. Son olarak 2009 A(H1N1) grip pademisi yine milyonlarca insanın ölümü ile sonuçlanmıştır. 120 KONAK

olduğu pandemiler ile milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuştur. Mevsimsel grip tablolarının ötesinde hiç kimsenin bağışık olmadığı yeni bir influenza alt tipinin ortaya çıkması durumunda influenza pandemisi (veya global epidemi) görülebilmektedir. Epidemiyolojik sınırlar dahilinde aynı anda dünyada geniş bir alanda görülen salgın hastalıklar pandemi olarak kabul edilmektedir. Fakat grip salgınlarının pandemi olarak kabul edilmesi için hem epidemiyolojik hem virolojik açıdan değerlendirilmesi gerekmektedir. Grip salgınının pandemi olarak değerlendirimesi için dünya genelinde görülmesinin yanı sıra insandan insana kolaylıkla bulaşabilen, enfeksiyon oluşturan ve etken antijenik yapısı farklı yeni bir virüs tespit edilmiş olmalıdır. Bu yeni virüs bilinen bir İnfluenza A alt tipinin yüzey proteinlerinin bir ya da ikisinde birden önemli bir değişiklik oluştuğunda görülmektedir. Bu yeni virüse karşı kimse bağışık değildir ve bu virüsün kişiler arasında bulaşma kapasitesi varsa, pandemi gelişebilir demektir. Son 2 yüzyıl içerisinde görülen pandemilerin ilki 50 milyon insanın ölümüyle sonuçlanan 1918 ispanyol grip pandemisidir. Ardından 1957 Asya gribi pandemisi 1968 Hong Kong gribi pandemisi kayıtlara geçmiştir. Son olarak 2009 A(H1N1) grip pademisi yine milyonlarca insanın ölümü ile sonuçlanmıştır. 30 - 40 yıl aralıklar ile ortaya çıkan ve meydana geldiğinde ölüm sayısı milyonları bulan bu pandemilerin yeniden tekrar edebileceği ve gerekli önlemlerin alınması gerektiği unutulmamalıdır. Yakın gelecekte influenza pandemisi görüldüğü takdirde yeterli hazırlık yapılmamış ise karşılaşılabilecek zorluklar şu şekilde olacaktır; •

Teknolojinin gelişmesi ile artan seyahat sayıları ve ulaşım kolaylığı virüsün hızla yayılmasına da zemin hazırlayacak ve yeterli hazırlık için vakit bulunamayacaktır.

Ülkelerin sınırlarını kapatması ve giriş çıkışları engellemesi virüsün yayılımını durdurmak için yeterli


olmayacaktır. •

Geçmiş pandemilerden anlaşıldığı üzere, sağlıklı olan çok sayıda genç erişkinin ölümüne sebep olacaktır.

Aşının koruyuculuğu zamanla azalır ve bu nedenle influenzaya karşı korunmak için yıllık aşılama önerilmektedir.

Bu maddeleri sayısal verilerle desteklemek gerekirse DSÖ’nün hazırladığı en iyimser senaryolara göre olası influenza pandemisi durumunda çok kısa bir zaman dilimi içerisinde dünya çapında;

Enjekte edilen inaktif influenza aşıları dünya genelinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Sağlıklı yetişkinler arasında, dolaşımdaki virüsler aşı virüsleriyle tam olarak eşleşmediğinde bile influenza aşısı koruma sağlar. Bununla birlikte, 65 yaşından büyükler için, grip aşısı hastalıkların önlenmesinde daha az etkili olabilir, ancak hastalık şiddetini, komplikasyonları ve ölümleri azaltır. Aşılama, özellikle influenza komplikasyonlarının görülme ihtimali yüksek olan kişiler için ve yüksek risk altındaki bu insanlarla yaşayan veya bu insanların bakımını yapan kişiler için önemlidir. DSÖ özellikle aşağıdaki gruplar için yıllık aşılama önerisinde bulunmaktadır:

233 milyon hasta polikliniklere başvuracak,

Hamileliğin herhangi bir aşamasında hamile kadınlar

5.2 milyon hasta hastaneye yatacak,

6 ay ila 5 yaş arası çocuklar

7.4 milyon ölüm gerçekleşecektir.

Yaşlı bireyler (65 yaşından büyükler)

Kronik tıbbi şartlara sahip bireyler

Sağlık kurumları ve sağlık çalışanlarının sayısı yetersiz kalacaktır.

Aşılar ve antiviral ilaçlar ve sekonder enfeksiyonları önlemek için yeterli ilaç bulunamayacak ve düzensiz dağılım görülecektir.

İşe devamızlık oranı %40 ları bulabilecektir.

Ölüm sayısı hızla artacaktır.

Gribi önlemenin en etkili yolu aşılamadır.

Sağlık çalışanları

Çocuğunuz risk grubunda değilse bile grip olma riskini azaltır! İnfluenza çocuklar için tehlikelidir. Her yıl milyonlarca çocuk mevsimsel grip hastalığına yakalanmaktadır. Binlerce çocuk hastaneye yatırılmakta ve bir çok çocuk gripten ölmektedir. Özellikle 5 yaşından küçük çocuklar tıbbi bakıma ihtiyaç duyarlar. Yaşlı insanlar grip aşısı için daha zayıf bağışıklık yanıtlarına sahipler olsalar bile aşılanmak grip olma riskini azaltır! Bazı yaşlı erişkinlerin grip aşısı A (H3N2) bileşenine karşı daha zayıf bağışıklık yanıtlarına sahip olmasına rağmen, bu yaş grubundaki insanların her yıl aşılanmasının bir çok nedeni vardır. 65 yaş ve üstü kişiler, ciddi hastalık, hastaneye yatma ve gripten ölüm riski daha yüksektir. Grip aşılarının etkinliği, bazı yaşlı insanlar arasında (özellikle influenza A (H3N2) virüslere karşı) daha düşük olabilirken, önemli yararların görüldüğü mevsimler vardır. Bu özellikle influenza A (H1N1) ve influenza B virüslerine karşı doğru-

HALK SAĞLIĞI

121


dur. Grip aşısı hastaneye yatış ve ölüm gibi daha ciddi sonuçlara karşı koruma sağlamaktadır. Aşılanan, ancak yine de hasta olan insanlarda, hastalığın şiddetini azalttığı çeşitli çalışmalarda gösterilmiştir. 65 yaş ve üstü kişilerin farklı fizyolojik özellikleri olduklarını ve sağlık, aktivite, hareketlilik düzeyleri ve tıbbi bakım ararken davranışları açısından farklı olduklarını hatırlamak önemlidir. Bu grup, sağlıklı ve aktif olan ve duyarlı bağışıklık sistemine sahip olan kişilerin yanı sıra bağışıklık sistemini zayıflatacak temel sağlık koşullarına sahip olan ve vücutlarının aşılamaya cevap verme kabiliyetine sahip olanları içerir. Bu nedenle, grip aşısının yararlarını değerlendirirken, bir çalışmanın bulgularının sunabileceğinden daha geniş bir resme bakmak önemlidir. Grip Aşısı İle İlgili Yanlış Bilinenler TÜİK 2017 sağlık verilerine göre; Türkiye’de son 12 ayda grip aşısı olan bireyler %2,6’dır. Bu oran 2015 verilerinde %3,3’tür. Oysa dünya üzerinde 2016- 2017 sezonunda aşılama çalışmaları 5.3 milyon vakayı, 2.6 milyon hastaneye başvuruyu ve bir kısmı yoğun bakımda olmak üzere 85.000 hastane yatışını önlemiştir. 2018’de sonuçlanan bir çalışmaya göre ise, 2012 - 2015 yılları arasında yapılan grip aşılamaları, yetişkinlerde influen-

za yüzünden yoğun bakıma yatış riskini %82 oranında azaltmıştır. Ayrıca gebe ve lohusa kadınların influenzadan hastaneye yatışlarını %40 oranında azalttığı, influenzadan yatışı olan yetişkinlerin yoğun bakıma yatış oranını %59 oranında azalttığı ve yoğun bakıma yatırılan kişiler arasında aşı olanların ortalama 4 gün daha az yatış sürelerinin saptandığı bilgileri de mevcuttur. Eğer o sene aşının içerisindeki suşlar dolaşımda olan baskın suşlara karşı immün cevap geliştirebilirse; hastalığa karşı %4060 arası daha iyi bir koruma sağlamaktadır. 2011 yılında, Amerika’da yapılan bir çalışmaya göre aşılanmamış sağlık çalışanlarının %18,7’si hastalanırken; aşılanmış olan sağlık çalışanlarında hastalık oranı %6,5’tir. Tüm veriler aşılanmanın avantajlı olduğunu gösteriyorken özellikle grip aşısına karşı toplumda bulunan önyargılar sebebiyle aşılanma oranları gün geçtikçe daha da düşmektedir. Grip aşısı olmanın gribe yol açtığı düşüncesi , toplumda inanılan yanlış bilgilerin başında gelmektedir. Bu durumun gerçekliği çift kör bir klinik araştırma yapılarak incelenmiştir.Bir gruba grip aşısı, diğerine salin uygulanarak çalışılmıştır. Sonuç olarak uygulama alanında ağrı ve kızarıklık dışında gruplar arasında anlamlı bir farklılık görülmemiştir. Diğer

iddialara tablo X’te değinilmiştir. Aşı uygulaması sonrası grip benzeri semptomların 4 sebebi olabilir: 1- Kişiler Rhinovirüs gibi Influenzadan farklı bir etkenle soğuk algınlığına yakalanmış olabilir. 2- Kişiler, aşının immün yanıtı tam olarak geliştirmesi için gerekli olan iki haftalık süreç esnasında veya aşının uygulanmasından önce Influenza virüsü ile enfekte olmuş olabilir. 3- Kişiler aşıda bulunmayan bir Influenza virüs suşu tarafından enfekte olmuş olabilir. 4- Kişilere yapılan grip aşısı tutmamış olabilir (Grip aşısının içindeki tüm suşlar dikkate alındığında, son yıllarda yapılan etkililik çalışmaları %20 ile %50 arasında değişmektedir.) Olası aşı ve ilaç yan etkilerinin raporlanması ruhsatlandırma sonrası büyük önem taşımaktadır. Raporlama yapılması, aşının ve ilacın kar-zarar dengesinin sürekli olarak izlenmesine olanak sağlamaktadır. Aşı Sonrası İstenmeyen Etki İzleme Sistemi, Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü tarafından yürütülmektedir. Ayrıca gözlemlenen olası ilaç yan etkileri herkes tarafından Türkiye Farmakovijilans Merkezi (TÜFAM)’ne bildirilebilmektedir.

AŞI KARŞITI İDDİALAR, İDDİALARIN DOĞRUSU VE SONUÇ

Sıra No.

İddia

Doğrusu

Bugüne kadar influenza veya bir başka etkenle karşılaşıp hasta olunmamış veya sadece hafif belirtilerle Bugüne kadar influenza veya bir başka grip atlatılmış olabilir. etkenle karşılaşıp hasta olunmamış Çoğu insan hayatı boyunca trafik kazası geçirmemiştir. veya sadece hafif belirtilerle grip Yine de emniyet kemerinin olası bir kazada hayat atlatılmış olabilir. kurtaracağı bariz bir bilgidir.

1.

Ben hiçbir zaman grip olmam.

2.

Grip aşısı işe Grip aşısının koruyuculuğu bir seneyarasaydı, her yıl dir. Bunun sebebi influenza virüsünün aşı olmamız gerek- çok hızlı mutasyona uğraması ve yeni mezdi virüs suşlarının oluşmasıdır.

122 KONAK

Sonuç

Uygulandığı yıl dolaşımda olan alt tiplere karşı aşılanıldığında %70-90 arası bir koruyuculuğa sahiptir. İmmün yanıtı istenilen düzeyde oluşturamasa ve hastalığı önleyemese bile komplikasyonlarından ve hastaneye/yoğun bakıma yatışlardan korumaktadır.


3.

4.

5.

Ellerimi yıkıyorum, hijyenime dikkat ediyorum, kalabalık/riskli ortamlarda maske bile kullanıyorum. O halde ben zaten hasta olmam. Ben zaten sağlıkçıyım, hasta olursam kendime nasıl iyi bakacağımı biliyorum. Grip, soğuk algınlığının biraz daha ağır formudur. İlaçsız yedi günde, ilaçla 1 haftada geçer.

Influenza virüsü semptomlarını enfekte olduktan en az 1 gün sonra göstermektedir. Bu süreçte hastanın bulaştırıcılığı mevcuttur. Hastaların yaklaşık %50'si asemptomatik olarak seyreder

Aşı olmak; sizi ve çevrenizdekileri(özellikle bebek, çocuk, yaşlı, kronik hastalığı olan) korumanın en etkili yoludur.

Hasta olan sağlık çalışanları bunu toplumun diğer bireylerine yaymakta en etkili meslek grubudur. Asemptomatik kuluçka dönemi ve damlacık yoluyla bulaşması nedeniyle ateşli solunum yolu hastalıkları salgınlarına yol açabilirler.

Yapılan çalışmalar sağlık çalışanlarının hastalığın bulaşında önemli konak merkezleri olabileceğini ve bu gruba yapılan aşılamanın mortaliteyi ve morbiditeyi azalttığını ayrıca maliyet-etkili olduğunu göstermektedir.

Grip, boğaz ağrısı, burun akıntısı, hapşırma, ses kısıklığı ve öksürük gibi semptomlara yol açabilir. Amerika'da geçen yıl 900.000 insan hastaneye yatmış ve 80.000 insan grip nedeniyle ölmüştür

Influenza olarak isimlendirdiğimiz gribin tedavisinde Oseltamivir-Zanamivir denilen ilaçlar kullanılır. Aşı olmak, yan etki ve komplikasyonlar açısından tedaviden daha avantajlıdır.

6.

Ekim ayında aşı olmayı unuttum. Artık aşı olmamın bana bir faydası olmaz.

Grip aşısını, influenza virüsünün dolaşımda olduğu Ekim - Mayıs ayları arasında herhangi bir zaman olabilirsiniz.

Grip aşısı olmanın zamanı yoktur. İlk 6 ay daha iyi koruduğu için Ekim başında önerilmektedir.

7.

Grip hastalığına yakalanmak için Influenza virüsüyle enfekte olunması gerekmeRüzgarda kaldığım ktedir. Influenza virüsünün genellikle kış zaman beni cereyaylarında dolaşımda olmasının esas sebebi, an çarpar, hemen sıcaklık düşüşünün havadaki nem miktarını grip olurum. azaltmasına bağlı olarak virüsün sağkalımını ve yayılımını arttırmasındandır.

Rüzgarda kalmak, grip olunmasına sebep olmaz.

8.

Ben bir kere aşı oldum o sene bile grip oldum.

Grip ve soğuk algınlığı iki farklı hastalık olarak Soğuk algınlığının çoğunluğu(yaklaşık görülmelidir. Belirtileri benzer olsa da neden %50'si) rhinovirüs olmak üzere 200'den olan etkenler farklıdır. Ayrıca soğuk algınlığı fazla virüs yol açabilirken; grip dediğimizde genellikle daha hafif geçerken; grip ciddi influenza virüsünün etkeni olduğu hastalıklar komplikasyonlara(pnömoni, bakteriyel enfekkabul edilmektedir. siyon, hastane yatışı) yol açabilmektedir.

HALK SAĞLIĞI

123


9.

Müslümanları günaha sokmak için, grip aşısının içine kasıtlı olarak domuz ürünleri konuluyor.

10.

Grip aşısı içeriğindeki tiyomersal/timerosal civa içeriği nedeniyle çocuklarımızı otizm yapıyor.

11.

Dünya Sağlık Örgütü vb. uluslararası kuruluşlar bizlere zarar vermek için aşıları kullanmaktadır

12.

Aşı bireysel tercihtir, yaptırıp yaptırmama kararı sadece beni bağlar.

124 KONAK

Aşı içerikleri hem üretici hem de kullanıcı bir çok kuruluş tarafından kamu veya özel laboratuvarlarda test edilmektedir. Ayrıca aşı içeriğinde kullanılan kimyasal işleme tabi tutulmuş domuz ürünlerinin haramlığı İslam alimleri tarafından halen tartışılmaktadır. Tiyomersal, çoklu flakonlu aşılarda hem adjuvan hem de antibakteriyel ve antifungal olarak kullanılmaktadır. Yapılan birçok çalışmada otizm dahil olmak üzere diğer hastalıklarla bir ilişkisi gösterilmemiştir. Sağlık otoritelerince içeriğinde tiyomersal bulunan aşıları kullanmanın diğerlerine göre ekstra bir sağlık riski içermediği 2010 yılından itibaren defalarca deklare edilmiştir. Aşıların üretildiği tesislerde hangi yöntemlerin kullanıldığından, içeriklerinde en az miktarda kullanılan maddelerin listesine kadar tüm bilgiler şeffaf olarak tüm dünyaca takip edilebilir şekilde yayınlanmaktadır. Konuyla ilgili otoriteler ve bilim insanları ise bu değerleri çalışmalarıyla desteklemekte veya eleştirmektedir. Aşılarla ilgili tartışılan konuların olması bir yana, insan sağlığının herhangi bir ülkede hedef alınması uluslararası normlar içerisinde yasal görülmemektedir. Aşı sadece kişiyi hastalıktan ve komplikasyonlarından korumak amaçlı değildir. Aynı zamanda toplumdaki hastalığa karşı duyarlı kişilerin virüs ile karşılaşmasını engellemek için de her bireyin diğer bireyler üzerindeki hakkıdır. Toplumsal bağışıklık kavramı, toplumun belirli bir kısmını aşıladığımızda virüsün dolaşımını engellediğimiz için başta immün yetmezliği olan kişiler olmak üzere aşı olamayan hassas grupların da korunması durumudur.

Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumunca açıklanan aşı içeriğinde küçük miktarlarda yumurta (ovalbumin, tavuk proteinleri), neomisin, formaldehit veya oktoksinol-9; tampon çözeltisi olarak ise sodyum klorür, potasyum klorür, disodyum fosfat dihidrat, potasyum dihidrojen fosfat ve enjeksiyonluk su bulunmaktadır. Türkiye'de kullanılan 2017-2018 sezonu grip aşısı içeriğinde domuz ürünü bulunmamaktadır. Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumunca açıklanan aşı içeriğinde küçük miktarlarda yumurta (ovalbumin, tavuk proteinleri), neomisin, formaldehit veya oktoksinol-9; tampon çözeltisi olarak ise sodyum klorür, potasyum klorür, disodyum fosfat dihidrat, potasyum dihidrojen fosfat ve enjeksiyonluk su bulunmaktadır. Türkiye'de kullanılan 2017-2018 sezonu grip aşısı içeriğinde tiyomersal bulunmamaktadır.

Aşı olmak; sizi ve çevrenizdekileri(özellikle bebek, çocuk, yaşlı, kronik hastalığı olan) korumanın en etkili yoludur.

Aşı, toplumsal yaşamın sürdürülebilmesinde bireylerin birbirleri üzerindeki haklarından bir tanesi olarak görülmektedir.


KAYNAKÇA 1. Thompson MG ve ark. (2018) Prevent Workgroup; Influenza Vaccine Effectiveness in Preventing Influenza-associated Hospitalizations During Pregnancy: A Multi-country Retrospective Test Negative Design Study, 2010–2016, Clinical Infectious Diseases, https:// doi.org/10.1093/cid/ciy737 2. Meşe S. ve ark. (2016), İnfluenza Tanısında ‘’BD Verior’’ Hızlı Antijen Testi RT-PCR Yöntemine Göre Performans analizi, BMC Infectious Diseases 16:481. 3. Houser, K., & Subbarao, K. (2015). Influenza vaccines: challenges and solutions. Cell host & microbe, 17(3), 295-300. 4. Kuster SP, Shah PS, Coleman BL, Lam PP, Tong A, et al. (2011) Incidence of Influenza in Healthy Adults and Healthcare Workers: A Systematic Review and Meta-Analysis. PLOS ONE 6(10): e26239. https://doi.org/10.1371/jour-

nal.pone.0026239 5. ÖZDEMİR M. (2011), Konya Bölgesinde Grip Hastalığı Etkeni İnfluenza Virüslerinin Farklı Yöntemlerle Araştırılması, Doktora Tezi, Selçuk Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü 6. ÖZKAYA E. ve ark. (2010), Efficacy of Rapid Diagnostic Testing for Influenza in Reducing Laboratory Tests and Improving Patient Managament in the Pediatric Emergency Department, Çocuk Enf Derg 4: 60-4. 7. Shaman J, Pitzer VE, Viboud C, Grenfell BT, Lipsitch M (2010) Correction: Absolute Humidity and the Seasonal Onset of Influenza in the Continental United States. PLoS Biol 8(3) 8. Willis B.C. Wortley P. (2007) Nurses’ attitudes and beliefs about influenza and the influenza vaccine: A summary of focus groups in Alabama and Michigan. Am J Infect Control 35:20–24, Feb. 2007.

9. Burls A. et al. (May 2006) Vaccinating healthcare workers against influenza to protect the vulnerable. Is it a good use of healthcare resources? A systematic review of the evidence and an economic evaluation. Vaccine 24:4212–4221. 10. Cunney R.J. et al. (July 2000) An outbreak of influenza A in a neonatal intensive care unit. Infect Control Hosp Epidemiol 21:449–454. 11. https://www.jointcommission.org/assets/1/6/JC_influenza_myths.pdf [Son Erişim Tarihi: 01.02.2019] 12. https://www.cdc.gov/flu/consumer/ prevention.htm [Son Erişim Tarihi: 06.12.2018] 13. https://www.who.int/influenza/spotlight [Son Erişim Tarihi: 06.12.2018] 14. https://www.cdc.gov/flu/about/qa/ misconceptions.htm [Son Erişim Tarihi: 06.12.2018]

HALK SAĞLIĞI

125


Organ Bağışı ve Nakli ORGAN ve DOKU NAKLİ Tanımlar ve Mevzuat Tokalak ve arkadaşlarına göre organ nakli 'kronik doku ya da organ yetmezliği olan ve yaşamı tehdit eden durumlarda canlı ya da kadavradan ilgili doku veya organların hastaya nakledilmesi sürecine verilen isimdir'. Nakli yapılan organ ve dokular arasında kalp, akciğer, karaciğer, böbrek, pankreas, ince bağırsak, kornea, tendon, yüz ve saçlı deri, kol, bacak, kas dokusu, üst solunum, üst sindirim yolları, kemik iliği, kalp kapağı, uterus, kıkırdak ve kemik yer alır.

BİYOETİK İKİLEMLER ÇALIŞMA GRUBU 1 Kübra Nur Altıntaş* 3 Ayşenur Erdal 3 Burçin Akbulut 3 Büşra Fırat 1 Hatice Nur Özgüç 2 Sena Nur Kekeç Ufuk Üniversitesi Ankara Üniversitesi 3 Hacettepe Üniversitesi 1

2

İletişim: sokakcocuguu@gmail.com

126 KONAK

Gerekli olan organ veya doku bir kadavradan sağlanabileceği gibi verici genetik yapısı uyan ve organ bağışında bulunan sağlıklı bir insan da olabilir. Ölüden; beyin ölümü denilen geriye dönüşümsüz beyin hasarı gelişmiş hastaların organ veya dokuları hastanın yakınları tarafından bağışlandığı takdirde verici olarak tanımlanır ve transplantasyon gerçekleşir. Canlıdan; yaşayan bir insan böbreklerinden birini veya karaciğerinin bir kısmını ihtiyacı olan bir hastaya vermesi durumunda verici olarak tanımlanır ve transplantasyon gerçekleşir. Beyin ölümü; tüm beyin, beyincik ve hayati merkezlerin yer aldığı beyin sapı denilen özel beyin bölgesinin fonksiyonlarının geri dönüşümsüz bir şekilde sonlandığı ve sonrasında da mutlak ölümle sonuçlanan durumdur. Beyin ölümü gerçekleşmiş kişi solunum yeteneğini kaybetmiş olup solunum ancak mekanik bir cihaz yardımıyla sağlanmaktadır. Kalp atımı, nabız, solunum makine yardımıyla takip edilmekte ayrıca makineye bağlı olarak çalışan kalp literatürdeki ortalamaya göre 2-4 gün içinde durmaktadır. Beyin ölümü dört kişilik bir uzman heyeti tarafından tüm tetkik taramalar yapıldıktan sonra belirlenir.


dır. Hristiyanlık efsanelerinde de organ nakline rastlanılmaktadır. Örneğin Aztek, Maya ve İnka uygarlıklarında cilt hastalıklarının tedavisi için henüz derisi yüzülmüş bir kurbanın sağlıklı derisini kendi üzerine geçirmek ve 20 gün boyunca bu deriyle dolaşmak bir tedavi yöntemiydi. Eski Hint Uygarlığında ise burunları kesilen suçlular için uygulanan tedavi doku nakline örnek sayılabilirdi. Hastanın kendi derisinden alınan parçalar burnuna nakledilirdi ve bu M.Ö. 600’lere dayanan bir tedavi yöntemiydi.

Bitkisel hayatta ise hastanın solunumu makine olmaksızın hasta tarafından gerçekleştirilir. Bitkisel hayat yıllarca sürebilir fakat hastanın normal yaşantısına geri dönme şansı vardır. Çünkü bitkisel hayatta beyin korteksi zarar görmüş ve işlem görmüyor ancak beyin sapı çalışır durumdadır.

nundur. Kanun 1982 ve 2014 yıllarında olmak üzere iki kere değiştirilmiştir. Organ ve doku nakli bütün yönleriyle 2004 yılına kadar sadece Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanun 'da düzenlenmiştir.

Beyin ölümü halinin tespiti önceleri bir beyin cerrahi uzmanı, bir kardiyoloji uzmanı, bir anesteziyoloji uzmanı ve bir nöroloji uzmanından oluşan dört kişilik bir heyet tarafından belirlenmekteydi ancak daha sonra alınan bir karara göre; 'tıbbi ölümün gerçekleştiğine, biri nörolog veya nöroşirürjiden, biri de anesteziyoloji ve reanimasyon veya yoğun bakım uzmanından oluşan iki hekim tarafından kanıta dayalı tıp kurallarına uygun olarak oy birliğiyle karar verilecek ' şeklinde yeni bir karar alınmıştır.

Organ ve Doku Alınması, Saklanması, Aşılanması ve Nakli Hakkında Kanun

Ulusal Organ ve Doku Nakli Koordinasyon Sistemi Yönergesi

Organ ve Doku Nakli Hizmetleri Yönetmeliği

Organ Nakli Merkezleri Yönergesi

Organ alımı bakımından ölünün yaşı önemli değildir. Ancak kanunda canlılardan organ nakli hususunda 18 yaşını doldurmuş ve aklı başında olma şartı yer almaktadır. Ölülerden organ alımı konusunda herhangi bir sınırlama yoktur. Ayrıca embriyonel veya cenine ait organ ve dokular kanun kapsamı dışında bulunmaktadır. Ülkemizde organ ve doku nakli kanunu 1979 tarihlidir ve alanında eski bir ka-

Türkiye'deki Organ Nakli ile İlgili Mevzuatlar sıralanmıştır:

Dünyada Organ ve Doku Naklinin Tarihçesi Organ ve doku naklinin tarihçesi çok eskilere dayanmaktadır. Avlanan güçlü bir hayvanın veya öldürülen bir düşmanın önemli organlarını yiyerek öldürülen insanın güçlerinin yiyen kişiye geçeceği düşüncesi ilk çağlarda oldukça kabul görmüştür. Aztek, Maya ve İnka uygarlıklarında da rahiplerin kurban edilen esirlerin kalplerini yemeleri için hükümdarlara sundukları bilinmektedir. Ayrıca Yunan mitolojisinde Mede isimli sihirbazın Anchise isimli ihtiyara kan nakli yaparak ona gençlik ve kuvvet aşıladığı anlatılmakta-

M.Ö. 500’lü yıllarda ise Çinli bir doktor olan Pien Ch’ioa’nun iki askerin kalbini karşılıklı değiştirme girişiminde bulunduğu ve yine Çinli bir doktor olan HuaTu’nun hasta organları sağlıklı organlarla yer değiştirdiğine dair yazılı kayıtlar bulunmaktadır. 16. yüzyılda da İtalyan cerrah Gaspare Tagliocazzi ve diğer öncü cerrahlar başarılı deri otogreftleri (canlının yine kendi dokusundan yapılan nakil) gerçekleştirmişlerdir. Organ nakli ile ilgili ilk bilimsel çalışmaları yapan kişi ise 18. yüzyılın ünlü cerrahı John Hunter’dır. Organ naklini hayvanlar üzerinde denemiştir. Bu denemeler genellikle otogrefttir. 1818 yılında İngiliz bir kadın doğum uzmanı olan James Blundell tarafından doğum sonrası kanaması fazla olan bir anneye kocasından alınan kan başarılı bir şekilde nakledilmiştir. Bu olay, tıp tarihinde insandan insana ilk başarılı doku nakli olarak kayıtlara geçmiştir. Damar bağlama tekniği 1902’de Aleksis Carrel tarafından geliştirilmiştir. Bu sayede modern anlamda ilk ciddi organ nakli denemesi Viyana’da 1902’de hayvanlar üzerinde gerçekleştirilmiştir. 20. yüzyılın ilk yıllarında cerrah Emerich Ulmann önemli denemeler yapmıştır. Ulmann 1902’de de dünyanın ilk başarılı deneysel organ naklini gerçekleştirmiştir. Bu nakilde bir köpeğin böbreğini normal yerinden alıp boyun damarlarına nak-

HALK SAĞLIĞI

127


sonra eskisi gibi görmeye başlamıştır. Operasyonun o tarihte başarılı olmasında kornea nakillerinde doku uyumunun aranmamasının da payı büyüktür. 1906’da Mathieu Jaboulay domuzlardan ve keçilerden aldığı böbrekleri insanlara nakletmeyi denemiş, ancak başarısız olmuştur(ksenotransplantasyon). Doku uyuşmazlığı konusunda 1911’de Karl Landsteiner tarafından önce kan gruplarının, sonra da Rhesus (Rh) faktörünün keşfedilmesi organ nakillerinin başarı oranının artmasında etkili olmuştur. 1936 yılında Sovyetler Birliği’nde Yu Yu Boronoy 26 yaşındaki bir kadın hastaya ölmüş bir erkeğin böbreğini nakletmiş, ancak böbreğin damarlarını kadının bacak damarlarına bağladığı için hasta nakilden iki gün sonra hayatını kaybetmiştir. 1940’larda tavşanlar üzerinde deneyler yürüten bir biyolog olan Peter Medawar, nakil denemelerini başarısız kılan doku reddinin bir bağışıklık tepkisi olduğunu, ancak bunun aşılabileceğini öne sürmüştür. Bu bulgu üzerine de alıcının bağışıklık sistemini baskılayan ilaçlar kullanıma girmiştir. Dünyada ilk akrabalar arası (tek yumurta ikizleri) başarılı böbrek nakli 1953’te Murray tarafından gerçekleştirilmiştir. Kendisi bundan dolayı 1990’da Nobel Ödülü almıştır. Nakil yapılan hasta 20 yıl yaşamıştır. İlk başarılı karaciğer nakli ise 1963’te Thomas Starzl tarafından yapılmıştır. letmiş(ototransplantasyon) ve naklettiği böbrekten idrar akımı gözlemlemiştir. Bir köpekten diğerine yaptığı böbrek nakillerinde ise verici canlı ve alıcı canlı arasındaki genetik yakınlığın artmasıyla nakledilen organın işlevselliğini koruma süresi arasında bir ilişki olduğunu ileri sürmüştür. 1920’lerin sonunda insanda deri nakillerine girişilmiş ve tek yumurta ikizlerinde doku reddi yaşanmadığı görülmüştür. İlk kornea nakli 1905 yılında, Çek Cum-

128 KONAK

huriyeti’nin doğusundaki Olomouc’ta, Doktor Eduard Zirm tarafından yapılmıştır. Kornea nakli yapılan kişi bir iş kazasında görme yetisini kaybetmiş olan bir işçi, donör de gözünde onarılamaz yaralar oluşmuş olan 11 yaşındaki bir erkek çocuktur. Korneayı göze dikebilmek için yeterli malzemeye sahip olmayan Zirm, bu işlemde göz küresini göz kapaklarıyla birleştiren ince zarı kullanmıştır. Gözle korneanın kaynaşabilmesi içinse hastanın göz kapaklarını dikerek 10 gün boyunca kapalı tutmuştur. Hasta operasyondan

Yine 1960’lı yıllarda ABD’de ve Sovyetler Birliği’nde köpekler üzerinde yoğun çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmalardan en dikkat çekeni ise Sovyet bilim insanı Vladimir Demikhov’un yapmış olduğu çift başlı köpek deneyidir. 1967’de Güney Afrika’da Dr. Christian Barnard tarafından ilk kalp nakli yapılmış, ancak alıcı sadece 19 gün yaşayabilmiştir. 1968’de yapılan ameliyatta ise alıcı 594 gün yaşamış ve bir rekor kırmıştır. 1970 yılında, Demikhov’un yaptığı çalışmalardan esinlenen Robert White tara-


fından maymunlarda kafa nakli gerçekleştirilmiştir. Maymun başta ikinci kafayı kabul etmiş görünse de yalnızca 9 gün yaşayabilmiştir. 1900’lerin sonlarında çalışmalar iyice hızlanmıştır. 1983’te ilk tüm akciğer (Joel Cooper), 1995’te ilk laparoskopik canlı donör nefrektomisi (Lloyd Ratner ve Louis Kavoussi) gerçekleştirilmiştir. 2005’te ilk başarılı kısmi yüz nakli, 2006’da ilk başarılı penis nakli, 2010’da ise ilk başarılı tam yüz nakli gerçekleştirilmiştir. Türkiye’de Organ ve Doku Naklinin Tarihçesi Türkiye’de ilk organ nakli girişimi 1962’de Dr. Kemal Beyazıt tarafından yapılan kalp naklidir, ancak nakilden sonra hasta ölmüş ve nakil başarısız sayılmıştır. 1970’lerin başında Hacettepe Üniversitesi’nde hayvanlar üzerinde nakil çalışmaları yapılmıştır. 1975’te Dr. Mehmet Haberal tarafından bir anneden oğluna böbrek nakledilmesi ile ilk başarılı organ nakli gerçekleştirilmiştir. Ölüden ilk böbrek nakli 1978’de, ölüden ilk karaciğer nakli 1988’de, ilk başarılı kalp nakli 1989’da gerçekleştirilmiştir. 1980’de insanların organ nakillerini desteklemesi ve nakillerin kolaylaştırılması amacıyla “Türkiye Or-

gan Nakli ve Yanık Tedavi Vakfı” kurulmuştur. 1990’da Dr. Haberal tarafından kurulan “Türkiye Organ Nakli Derneği” 1997’de Avrupa’daki “Transplantasyon Derneği” ne üye olmuştur. 2001’de zamanın sağlık bakanı olan Osman Durmuş’un girişimleriyle “Ulusal Koordinasyon Merkezi” sağlık bakanlığı bünyesinde faaliyete başlamıştır. Günümüz itibariyle de ülkemizde birçok organ ve doku nakli merkezi mevcuttur ve istatiksel olarak yapılan nakillerin sayısı her yıl artmaktadır. Organ Bağışının Hayatımızdaki Psikolojik Ve Sosyal Etkileri Organ bağışını etkileyen iki önemli faktör vardır: demografik faktörler ve organ bağışı çalışmalarında yararlanılan psikoloji kuramları. Din, bilgi düzeyi, aile ve bireysel farklılıklar organ bağışını etkileyen demografik faktörler arasında yer almaktadır. Organ bağışı çalışmalarında faydalanılan sosyal psikoloji kuramlarının ise, Planlı Davranış Kuramı, Akla Dayalı Davranış Kuramı, Transteoretik Model ve Organ Bağışı Gönüllük Modeli olduğu gözlenmiştir. Organ bağışına katılımı arttırmayı hedefleyen kampanyaların başarılı olması için, yetişkinlerin tutum, değer, bilgi ve gerçek davranışları arasındaki ilişkiler hakkında daha fazla bilgiye ihti-

yaç duyulduğunu söylemek mümkündür. Organ Bağışı ve Sosyal Psikoloji Kuramları Hem psikoloji hem de sağlık alanında yapılan çalışmalar organ bağışını etkileyen faktörler açısından önemli şeyler ortaya koymuştur. Dinsel açıdan bedenin bir bütün halinde olmasının önemli olduğu etkenler oldukça fazladır. Diğer yandan ise insanların sevdiklerinin organlarının alınması fikri ya da kadavra olarak kullanılacak olması fikri onları oldukça rahatsız etmektedir. Organ bağışından sonra donörün psikolojik durumu oldukça karmaşık dönemlerden geçmektedir. Bazı hastalar kendilerine ikinci şans verilmişçesine hayata mutlulukla bakıp yaşamlarını sürdürürlerken, bazı hastalarda aynı şeyler söz konusu olmamakta ve tamamen depresyon gözlemlenmektedir. Özellikle aile içi ya da akraba donörlerde bu durumlar gözlemlenir, bu gibi dönemlerde her iki tarafında psikolojik destek almaları gerekebilmektedir. Organ nakli açısından toplumlarda farkındalığın oluşturulması için birçok çarpıcı örnek bulunmaktadır. Bunlardan biri de Brezilyalı bir iş adamının milyon dolarlık arabasını toprağa gömerek onun bu konu hakkında açıklama yapmasıdır:

HALK SAĞLIĞI

129


“İnsanlar sağlıklı organlarını toprağa gömüyor oysa yüzlerce hayat kurtarılabilir” açıklaması sonucu ülkede organ bağışı %30 artmıştır. İslam’da Organ Bağışı İslam Dünyasında organ bağışının uygulanabilirliği konusunda birbirine zıt iki görüş bulunmaktadır. Bir kısım din alimi organ bağışına sıcak bakmazken bir kısmı ise aksine yaygınlaştırılması yönünde fikir belirtmektedir. Fakat organ bağışına sıcak bakan alimlerin görüşleri daha yaygın olarak kabul görmektedir. Ülkemizde de dini fetvalar vermekle yükümlü kurum olan Diyanet, organ bağışının yapılmasına “bazı şartlara uymak kaydıyla” cevaz vermiştir. İslam alimlerinden organ bağışına sıcak bakmayanlar, bu transplantasyon işleminin verici açısından zararlı olacağını; alan kişi içinse başkasının hayat hakkını ihlal etme, kendi yaratılışını bozma (müsle), haram maddeyle tedavi olma olarak değerlendirmişlerdir. Ayrıca bu fikri savunanlar, bu uygulama sonucunda ileride insan vücudundan meşru bir şekilde yararlanmanın mümkün olacağını ve bu durumun insanın saygınlığını zedeleyeceğini belirtmişlerdir. İnsan bedeni diriyken ne kadar saygınsa öldüğü zaman da o kadar saygındır. Efendimiz (sav) bir hadisinde bu durumu çok güzel ifade etmektedir. “Ölünün kemiğini kırmak diri iken kemiğini kırmak gibidir.” Bu hadisten yola çıkarak bazı alimler ölüden nakil yapmanın doğru olmadığını söyleseler de birçoğu ihtiyaç durumundaki bir insanın sıkıntısını gidermenin insanın saygınlığından daha önemli olduğunu söylemektedirler. Organ bağışı konusunda olumlu yönde fikir beyan eden alimlerin temel çıkış noktaları Kur’an-ı Kerim’de Maide suresi

32. ayette geçen “Her kim bir hayatı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibidir.” cümlesidir. Bu ayete dayanarak organ bağışının bir fazilet olarak değerlendirileceğini ve teşvik edilmesi gereken bir unsur olduğunu belirtmişlerdir.

Ayrıca kadavradan nakil konusunda bazı alimler tarafından belirtilen ilginç bir durum vardır. Ölümden sonra sağlam olan organların toprakta çürümeye bırakılıp hasta insanlara nakledilmemesini israf olarak nitelendirilmektedirler.

Organ bağışı uygulamasının yapılabilirliği düşüncesini kabul edecek olursak karşımıza iki kavram çıkacaktır: Kadavradan nakil veya diriden nakil. Diriden nakil, vericinin hayatının tehlikeye atılmaması ve verici kişinin rızasının alınması kaydıyla yapılabilmektedir. Çünkü kişi (yaygın görüşe göre) kendi organları üzerinde tasarruf yetkisine sahiptir. Diriden nakil konusunda Dünya İslam Birliği Fıkıh Akademisi’nin verdiği fetvaya göre bazı şartlar vardır. Bu şartlar şunlardır:

Kadavradan nakil konusunda Dünya İslam Birliği Fıkıh Akademisi’nin verdiği fetvaya göre bazı şartlar vardır. Bu şartlar şu şekildedir:

Organ naklinde zaruretin bulunması,

Konunun uzmanlarında hastanın bu tedaviyle iyileşeceğine dair güçlü bir kanaatin oluşmuş bulunması,

Ölümünden önce kendisinin veya ölümünden sonra mirasçılarının onayının alınmış olması,

Tıbbî ve hukukî ölümün kesinleşmiş olması,

Organın bir ücret ve menfaat karşılığında verilmemiş olması,

Alıcının da buna razı olması.

Kadavradan nakil konusunda ise iki görüş bulunmaktadır. Bir görüş, kişinin ölmesiyle birlikte organları üzerindeki intifa hakkının sona ereceğini ve o kişiden alınacak organın kul hakkını değil Allah hakkını ihlal etmek olacağını belirtmektedir. Diğer bir görüş ise kişinin hayattayken bağışlayabileceği bir şeyi vasiyet yoluyla da bağışlayabilmesini caiz görmüştür.

İnsan bedeni diriyken ne kadar saygınsa öldüğü zaman da o kadar saygındır. Efendimiz (sav): "Ölünün kemiğini kırmak diri iken kemiğini kırmak gibidir" demiştir. 130 KONAK

Organ naklinde zaruretin bulunması.

Konunun uzmanlarında hastanın bu tedaviyle iyileşeceğine dair güçlü bir kanaatin oluşmuş bulunması.

Ölümünden önce kendisinin veya ölümünden sonra mirasçılarının onayının alınmış olması.

Tıbbî ve hukukî ölümün kesinleşmiş olması.

Organın bir ücret ve menfaat karşılığında verilmemiş olması.

Alıcının da buna razı olması.

Dünya’da Organ Nakli Koordinasyon Modelleri Amerikan Modeli Amerika’da organ sağlama organizasyonları (OPO, organ procurement organization) bağımsız olarak çalışmaktadırlar. Bu organizasyonların sayısı 60’ın üzerindedir. Bu kuruluşlarda çalışanlar genellikle doktor ya da hemşire dışı sağlık personelleridir. Bu kuruluşların beşte biri hastaneye yerleşik çalışıyor iken geri kalanları hastane dışında çalışmaktadır. Organizasyonların her birinin sorumlu olduğu yerel bir bölge vardır. Ayrıca bağlı oldukları bir transplant merkezi ve Birleşik Organ Bağışı Ağı vardır. Kâr amacı gütmeyen bu kuruluşların finansal kaynaklarını sigorta şirketleri sağlamaktadır. Amerika’da neredeyse bütün eyaletlerde kanunlar organ bağışını desteklemektedir. Amerika’daki hastanelerde ölüm kayıtları düzenli olarak tutulduğu için donör belirleme oranları yüksektir. Transplant koordinatörleri bu kayıtları inceleyerek bulundukları böl-


genin özelliklerine göre donör protokolü hazırlayarak çalışanlara bu konuda eğitim vermektedir. Eğer uygun bir donör adayı gözden kaçırılırsa hazırlanan prosedürün neresinde hata yapıldığını bulmak için analiz yapılarak, çalışanlara ekstra eğitim sağlanmaktadır. Amerika’da 1996’da 20 donör pmp (per million population) (her bir milyon nüfus başına düşen organ bağışı sayısı) oranına ulaşılmıştır. Orta Avrupa Modeli Avrupa’da organ bağışını düzenleyen ulusal organizasyonlar bulunmaktadır. Kâr amacı gütmeyen bu kuruluşların finansal kaynağı sağlık sigorta sistemleridir. Avrupa’daki koordinasyon ekipleri nakil yapan hastane ile sıkı ilişkilidir. Avrupa’da organ naklini koordine eden nakil büroları bulunmaktadır. Hastaneler de bu nakil büroları ile birlikte çalışmaktadırlar. Yine de beyin ölümü bildirilmesi ve aileden izin alınması transplant koordinatörü hastanede yok iken yapılmaktadır. Koordinatörlerin çoğunluğu tıp doktorudur ancak özel bir eğitim almamaktadırlar. Tecrübeyi çalışarak kazanmaktadırlar. Avrupa’da koordinatörlerin görevi, çalışma standartları ve eğitim gereksinimleri belli değildir. Avrupa ülkelerinin yasaları farklı oldu-

ğu için organ bağış oranları da farklılık göstermektedir. Belçika ve Avusturya gibi varsayılan onamın kabul edildiği ülkelerde pmp donör oranı 22-24 iken Almanya ve Hollanda gibi nakil için yakınlarından izin alınması gerekilen ülkelerde pmp donör oranı ancak 12-14’e ulaşabilmektedir.

min getirdiği dezavantaj koordinatörlerin ulusal bazda yeterince iletişim kuramamalarından dolayı nakillerin kendi bölgelerinde sınırlı kalmasıdır. İngiltere ve Amerika’da böbrek nakillerinde gençlere ileri yaştaki hastalara göre öncelik verilmektedir.

İngiltere Modeli

Belçika Modeli

İngiltere’de bölgesel uygulama farklılıkları olsa da özel personelin çalıştığı ulusal bir ağ bulunmaktadır. 1993’te transplantasyon koordinatörlerinin standartları ve denetleme sistemleri belirtilmiştir. Transplantasyon koordinatörünün sorumluluğunda hastanelerle iletişim kurulması, donör ailesi ve sağlık ekibine destek verilmesi, organların sevk, kayıt ve temin işlemleri ile yasal gerekliliklerin ayarlanması vardır.

Belçika’da organ bağışında öncelik isteklilere aittir. Kişiler ilgili yerlerde organları bağışlamak istediğine dair bağış formu doldurmaktadır. Bağış formunu dolduranların bilgileri ulusal kayıt merkezine iletilmekte ve bu bilgilere yalnızca transplantasyon takımı çalışanları ulaşabilmektedir. Kişi bağış formunu doldurduysa ölümünden sonra ailesi istemese bile organları alınabilmektedir.

İngiltere’de koordinasyon sistemi hemşireler üzerine kurulmuştur. Bölgesel organ çıkarım ekipleri kurulmuştur ve her ekip kendi bölgesindeki organ çıkarımından sorumludur. Bölgesel ekip çıkardığı her organı eğer organ böbrek değilse, acil hasta bildirimi yoksa ve donör pediatrik değilse öncelikli kullanma hakkına sahiptir. Bölgesel ekip çıkardığı organı kullanmaz ise organ ulusal ağa yönlendirilir. Bu bölgesel uygulama sayesinde yolculuk masraf ve süreleri azalmış ayrıca çıkarılan organların kalitesi de artmıştır. Bu siste-

Eğer kişi yaşarken bağış formu doldurmadıysa bağış için gönüllü olduğu varsayılmakta ve organları alınmaktadır. Organları alınırken aileye bilgi verilme zorunluluğu yoktur ancak aile kişinin organlarının alınmasını reddederse organlar alınamaz. Belçika’daki bu varsayılan onam uygulaması organ bağışının askerlik gibi vatani bir görev olduğu görüşüyle savunulmaktadır. Ancak kişi yaşarken fikir belirtmediyse bile böyle bir isteğinin olmayabileceği düşünüldüğünde bu uygulamanın kişinin kendi bedeni üzerindeki tasarruf özgürlüğüne ve tıbbi

HALK SAĞLIĞI

131


etiğin özerklik ilkesine aykırı olduğu söylenebilir. İspanya Modeli İspanya’da donör bulunmadaki yetersizlikten, halkı eğitmek için yapılan kampanyaların maliyetli olmasından ve de kampanyaların istenen etkiyi oluşturamamasından dolayı organ bağışını arttırmada hedef kitle olarak tıp doktorları seçilmiştir. Bu düşünce temel alınarak 1989’da Ulusal Transplantasyon Kurumu kurulmuştur. 1979’da onaylanan yasa ile bağışlanmış organlar için tazminat ödenmeyeceği belirtilmektedir. Organ bağışı sürecini yürütmesi için özel eğitimli takımlar oluşturulmuştur. Takımların süreci iyi idare edebilen, güven veren kişilerden oluşmasına, bağış talebinde bulunmadan önce aile ile iyi ilişki kurmasına ve talepte bulunmak için uygun zamanı seçebilen kişilerden oluşmasına önem vermişlerdir. Ayrıca talepte bulunmadan önce ailenin ölümün gerçekleştiğini anlaması sağlanmaktadır. Organlar ancak ailenin bilgilendirilmiş onamı alındıktan sonra alınabilmektedir. Bu süreçte koordinatörlerin etkili olabilmesi için transplantasyon koordinatörlerine özel iletişim yeteneği kazandıran kurslar düzenlenmektedir. Transplantasyon takımında nefrolog ve yoğun bakım uzmanı olan uzman doktorlar ve hemşireler çalışmaktadır. Beyin ölümü transplantas-

yon takımında olmayan üç doktor tarafından belirlenir. Koordinatörler donör belirlenmesi ve bakımı, ailelerden bağış için izin alınması konusunda hastane personeline yardımcı olurlar. Sistem öncelikle yoğun bakımdaki potansiyel vericileri tespit etmeyi amaçlar. Hastaneye ciddi kafa travması ile yatırılan her hastada beyin fonksiyon testleri başlatılır ve beyin ölümlerinin kaçırılmadan rapor edilmesi sağlanır. Koordinatörler için transplantasyonun tüm yönlerini içeren kurslar düzenlenerek sürekli eğitim sağlanmaktadır. Böylece koordinatörler organ nakli ile ilgili yeni gelişmelerden sürekli olarak haberdar olabilmektedirler. İspanya’da organ çıkartımı, donörler ve organ nakli ile ilgili sorular için 7/24 hizmet veren telefon yardım hattı bulunmaktadır. Koordinatörlerin iyi bir şekilde eğitilmesi, transplantasyon hakkındaki soruların açık şekilde yanıtlanabilmesi İspanya’da organ bağışı için olumlu bir ortam oluşturabilmiştir. 1989’da 14,3 olan donör pmp oranı 1999’da 33,6’ya çıkarak %142’lik bir artış gözlenmiştir. 1989’da 25 transplantasyon koordinasyon takımı varken şimdilerde 139 takım bulunmaktadır. Koordinatör sayısının artışıyla donör sayısında da artış olduğu gözlenmiştir. Koordinatörlere göre asıl sorun uygun bağışçı olmaması değil uygun vericilerin bulunması ve onam alınmasında yaşanan sıkıntılardır. Çalışmalar ile ai-

Tıp etiğince en uygun organ bağışı modeli İspanya'nınkidir. Ayrıca bu model gönüllülük ve azimle organize olunduğunda organ bağışlarının artırılabileceğine en iyi örnektir

132 KONAK

lelerin ret oranı %21,5’e indirilmiştir. İspanya modeli göstermektedir ki gönüllülük ve azimle organize olunduğunda organ bağışları artabilmektedir. Prof. Dr. Hakan Ertin transplantasyon koordinatörlerinin donör yakınlarını organ bağışı için ikna etme yeteneğine dayanan İspanya modelinin, ticari amaçlı pazarlama ve ikna tekniklerine benzediği ancak tüketimi körükleyen pazarlama tekniklerinin ahlaki bir dönüşüme uğramış hali olduğunun söylenebileceğini ifade etmiştir. Çin’de Organ Bağışı 2005 yılında DSÖ tarafından Batı Pasifik Bölgesi’nde Ulusal Sağlık Otoriteleri ile yapılan toplantıda Çin’de idam mahkumlarından yapılan organ nakli uygulaması ve Çin’deki bu sistemi reform etmek amaçlanmıştır. 2010 yılında Çin Sağlık Bakanlığı ve Kızılhaç Derneği ortaklaşa olarak gönüllü organ bağışını artırmak için pilot bir uygulama başlatmıştır. Organ bağışı için otuzdan fazla düzenlemeyi adım adım yayınlanmış ve Çin’deki organ nakli için beş kademeli sistem kurulmuştur: organ bağışı sistemi, organ tedarik ve dağıtım sistemi, organ nakli klinik servis sistemi, organ nakli sonrası bilimsel kayıt sistemi, organ nakli denetim ve düzenleme sistemi. Çin’deki organ nakli sistemiyle ilgili girişimle beraber vatandaşların ölümünden sonra gönüllü olarak yapılan bağışların egemen olduğu yeni bir tarihsel gelişim çağı başlamıştır. Çin’de organ nakli hizmetini sağlamak için 164 hastane akredite edilmiş ve başarılı bir şekilde çalışmaları için uzmanlık kazanmalarına yönelik ulusal bir eğitim programı hazırlanmıştır. Tıbbi aciliyet ve hastaların bekleme sürelerine dayanan şifreli ulusal bir ağ kurulmuştur. Çin’de beyin ölümü kavramı ve uygulanması için özel bir mevzuat yok-


İran ve Belçika’daki modellerin sakıncalarından dolayı tıp etiğince en kabul edilebilir uygulama İspanya modelidir. Bu modelde amaç toplumu duyarlı hale getirmek ve ikna etmektir. tur. Ölüm beyanı tedavi eden doktorun sorumluluğundadır. Ölüm beyanı bağış ve nakil ekibinin sorumluluğundan ayrılmaktadır. Organ bağışı için aileden gelen bilgilendirilmiş onam ancak ailenin yaşam desteğini geri çekme kararından sonra elde edilebilmektedir. İran Modeli İran’da 1967’de yapılan böbrek nakli ülkedeki ilk organ naklidir. Beyin ölümü ve kadavradan organ nakli ile ilgili yasa 2000 yılında kabul edilmiştir. 1989’da beyin ölümünü tanıyan ve kadavradan organ nakline izin veren fetva geçerli olmuştur. Fetvadan sonra nakil merkezleri kadavradan böbrek, karaciğer ve kalp nakli yapmaya başlamıştır. Bu nakiller beyin ölümü ve organ nakliyle ilgili yasa olmamasına rağmen yapılmıştır. Yasadan önceki tüm nakiller (1989-2000) sadece dini liderlerin fetvasından dolayı yapılabilmiştir. 1967’den 1985’e kadar İran’da yaklaşık 100 böbrek nakli yapılmıştır. 1979’dan önce İran’da Eurotransplant ile 12 böbrek nakli yapılmıştır. 1979-1985 yılları arasında 400’den fazla hasta böbrek nakli için hükümetin sermayesini kullanarak yurtdışına gitmiş ve organ nakli yaptırmıştır. Bu nakillerin büyük çoğunluğu İngiltere’de canlı donörlerden yapılmıştır. 1985 yılına gelindiğinde yurtdışındaki nakillerin maliyeti arttığı için yetkililer İran’da organ naklini artırmak istemişlerdir. 1985-1987 yılları arasında iki tane organ nakli takımı kurulmuş ve canlı donörlerden 274 böbrek nakli yapılmıştır. 1967-1989 yılları arasında organ nakli canlı donörlerle sınırlı tutulmuştur

(Eurotransplant ile yapılan 12 nakil hariç). 1988’de uzun organ nakli bekleme listesinden dolayı Sağlık Bakanlığı böbrek nakli için kadavradan organ nakli yapımını benimsemiştir. Sonuçta organ nakli takımları sayısında ve organ nakli performansında hızlı bir artış olmuştur. 1999’da akraba olmayan sağ kişilerden böbrek bağışının kabulüyle ilgili düzenlemeyle İran’da böbrek nakli bekleme listesi elimine edilmiştir. 2000 yılındaki yasanın kabulünden sonra Sağlık Bakanlığı “Beyin Ölümü Teşhis Birimleri ve Organ Tedarik Merkezleri” kurmuştur. Yasa bütün organ nakillerinin sadece üniversite hastanelerinde yapılmasını onaylamıştır. Yasa gereğince birinci derece akrabalardan yazılı onay istenmiştir. Sağlık Bakanlığı tarafından beyin ölümünü teşhis için görevlendirilen takımda 5 uzman çalışmaktadır; nörolog, beyin cerrahı, dahiliye uzmanı, anestezi uzmanı ve adli tıp uzmanı. Ve nakil takımından kimse bu grup içerisinde bulunmamaktadır. 2011’de İran dünya genelinde böbrek nakillerinde en aktif 30 ülke arasına, karaciğer nakillerinde ise en aktif 40 ülke arasına girmiştir. Ertin’in ifade ettiği üzere İran modelini diğer ülkelerin organ bağışı modelinden ayıran en önemli özellik vericiye bağış için maddi bir bedel verilmesidir. İran’daki organ bağışı modeliyle ilgili üç görüş bulunmaktadır. Bazıları organlar satılmasa da maddi bedelin vericiye ödüllendirici bir hediye olduğunu söylemişlerdir. Bazıları ise bu durumun fiyatı olan bir malı para karşılığı satın almakla aynı olmadığını, vericiyi

fedakarlığından dolayı takdir etmek anlamına geldiğini ileri sürmüşlerdir. Robert Veatch gibi bazı düşünürler ise ödüllendirici hediyenin bir ödül değil ödeme olduğunu söyleyerek bu uygulamaya karşı çıkmışlardır. Bununla beraber verici masraflarının karşılanması makul bulunmuştur. Organların aracı kurumlarca satımı ve satın alımı kabul görmemektedir. Bu uygulama ile birçok kişi yaşamını devam ettirmiş olsa da başarı, riskleri ortadan kaldırmamaktadır. Organ için ödenen bedelin miktarı toplumdan topluma, kişiden kişiye değişebilir. Ayrıca ödenen bedelin “kışkırtıcı miktar” ile arasındaki sınır ince ve sübjektiftir. Çaresiz insanlara geri çeviremeyecekleri miktarlar teklif edilerek organlarının alınması etik olmayacaktır. İran ve Belçika’daki modellerin sakıncalarından dolayı tıp etiğince en kabul edilebilir uygulama İspanya modelidir. Bu modelde amaç toplumu duyarlı hale getirmek ve ikna etmektir. Böylece bireylerden organların ölüm sonrasında kullanımı için onay alınabilir. Özerk birey herhangi bir uygulama için zorlanamaz, birey kendi iradesi ile önerilen uygulamayı kabul eder veya geri çevirir. İkna süreci bireyin organ bağışı ile topluma katacağı değer ve yararları vurgulayacak kadar kapsamlı ama insani ve dini değerleri istismar etmeyecek kadar ölçülü olmalıdır. Organ yetersizliği organ transplantasyonu için yalnızca en fazla yararı görebilecek hastaların bekleme listesine alınmasına olanak sağlar. Organ bağışı olmuş olsa bile sonucunda umutsuz olunan hastaların bekleme listelerine alınması hem yararsız hem de etik olarak tartışmaya açıktır.

HALK SAĞLIĞI

133


KAYNAKÇA 1. Ertin H, Organ bağışı ve Transplantasyon Tıbbı: Etik Çerçeve ve Çözüm Tartışmaları, Tıp, Etik, Din, Sosyoloji ve Hukuk Bağlamında Organ Nakli, Sorunlar ve Çözüm Önerileri Sempozyumu, Malatya, 2014. 2. Aytekin FÖ, Transplant Koordinasyon, Bozok Tıp Dergisi, 8(2):92-6, 2018. 3. Huang JF, Wang H, Zheng S et al. Advances in China’s Organ transplantation Achieved with the Guidance of Law, Chin Med Journal (Engl), 2015 Jan ,20, 128(2): 143–146. 4. Matesanz R, Miranda B, A Decade of continuous improvement in cadaveric organ donation: The Spanish model, 2002. 5. Ghods AJ, The History of Organ Donation and Transplantation in Iran, Iran University of Medical Sciences, Experimental and Clinical Transplantation (2014) Suppl 1: 38-41. 6. Einollahi B, Cadaveric Kidney Transplantation in Iran: Behind the Middle Eastren Contries, Iranian

134 KONAK

Journal of Kidney Diseases, Volume 2, Number 2, 2008. 7. T.C. Sağlık Bakanlığı, Türkiye Doku ve organ bilgi sistemi (TODS), https://organ.saglik.gov.tr./web/ 8. Tokalak H, Haberal M, 'Doku ve Organ Naklinin Sosyal Yönü: Doku ve organ Bağışı' , Aktüel Tıp Dergisi , S.12, İstanbul, 2003, s.36 9. Zambak M, Tıbbi, Sosyal ve Sağlık Çalışmaları Açısından Organ Nakli, İstanbul, 2014 10. Kılıçoğlu A, ‘Organ Nakli ve Doku Alınmasının Hukuksal Yönleri ' ,Türkiye Barolar Birliği Dergisi ;S.2 11. Uslu R, Organ Naklinin Sosyal ve Hukuki Niteliği, Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dönem Projesi, Denizli, 2018. 12. Parlak Ş, Organ Bağışı ve Organ Naklinde Ortaya Çıkan Sorunlar, TBB Dergisi, Sayı 83, 2009. 13. Kanıcı M, Organ Ve Doku Nakli Amaçlı Organ Temininde Yaşanan

Zorluklar, Yasal Sıkıntılar, Bu Kapsamda Ortaya Çıkan Suçlar, İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü Sosyal Bilimler Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2009. 14. Ertin H, Organ Bağışı ve Transplantasyon Tıbbı: Etik Çerçeve ve Çözüm Tartışmaları, İş Ahlakı Dergisi, Sayı:7/2, 2014. 15. Zambak M, Tıbbi, Sosyal ve Sağlık Çalışanları Açısından Organ Nakli, Beykent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İşletme Yönetimi Anabilim Dalı Hastane ve Sağlık Kurumları Yönetimi Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2014. 16. Taşkın A, Organ ve Doku Nakillerinde Hekimin Cezai Sorumluluğu, İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 1996. 17. Koçak Ö, Organ ve Doku Naklinin Yasal ve Etik Açıdan İncelenmesi, TBB Dergisi, Sayı:73, 2207.


HALK SAĞLIĞI

135


P

Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıbba Bakış

İslam Kültür ve Medeniyetinde Tıp

Değerlendiren Songül Gökşin Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Diş HekimliğiFakültesi

Verdiği eserlerden de anlaşıldığı üzere dini ve pozitif ilimlere oldukça hâkim; Arap, Fars ve Türk dillerinde ve edebiyatlarında her üç dilde de üst düzeyde eserler verecek kadar yetkin bir sanatçıdır. 136 KONAK

rof.Dr.Levent Öztürk, İslâm tarihi ve sanatları araştırmacısı. 1964, Bursa doğumlu. 1982'de Nazilli İmam Hatip Lisesinden, 1986'da Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldu. Aynı üniversitede "Hz. Muhammed'in Habeşistan'la Münasebetleri" çalışmasıyla yüksek lisans (1988) yaptı ve "Haçlı Seferlerine kadar Abbâsîler Devletinde Hristiyanlar: 751-1095" adli teziyle doktor (1993) oldu. İstanbul Özel Doğuş Lisesinde (1989-93) öğretmen, Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde İslâm Tarihi ve Sanatları Bölümünde araştırma görevlisi (1993-95) ve yardımcı doçent olarak (1995-97) çalıştı. 1997 yılında Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesine geçti. 2002 yılında bu üniversitede doçent oldu, 1997-2002 yılları arasında bölüm başkanlığı görevinde bulundu. İslâm Toplumunda Hıristiyanlar (1998), Hz. Peygamber Döneminde Sağlık Hizmetlerinde Kadınların Yeri (2001), Etiyopya'da Islâmiyet (2001), Tarih Felsefesi (2001) gibi konularda çalıştı ve Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, İslâm Araştırmaları Dergisi, Yeni Türkiye Dergisi, İSTEM, Tip Etiği-Hukuku-Tarihi dergilerinde ve ortak kitaplarda bir çok makalesi yayımlandı. Yazar, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisine katkıda bulunmuş ve pek çok çeviri de yapmıştır. İslam medeniyetleri tarih boyunca birçok kültürel akışın ortasında kalmış ve bundan payını almıştır. Daima bilgi ve gelenek alışverişinde bulunmuştur diğer toplumlarla. Bu alışveriş hem bulundukları coğrafi konum hem de savaşların galibiyetiyle fethettikleri toplumlardaki etkileşimlerle bir hayli çeşitlenmiş ve mümkün olmuştur. Yunan hekimlerinden ve bilginin ulaşılabilirliği açısından kendilerine yakın toplumlardan etkilenmişlerdir. Çin ve Hint tıbbının da gerek ticari kervanlar aracılığıyla gerek göçlerle bilgi alışverişi olsun İslam tıbbında etkisi vardır. Bu etkilere rağmen her bilgi hemen özümsenememiştir. Çünkü geçmişten beri toplum yapısının getirdiği alışkanlıklar baskın olmuş ve edinilen bilgilerin dile aktarılması, hazmedilmesi ve tenkit edilmesi bir hayli zaman almıştır. Bu sürecin sonunda da kendi birikimleri doğrultusunda harmanlanmış kazanımlar ortaya çıkmıştır. Çeşitli medeniyetlerin etkisi yanında dini değerlerin de etkisi İslam medeniyetlerinin tıp ve sağlık alanındaki uygulamalarında belirgindir. Özellikle hadislerden etkilenildiği görülmektedir. Buna örnek olarak hacamat çok benimsenmiş olup günümüzde de yaptırılmaktadır.


Tıbbi Nebevi kavramına gelirsek, içeriği itibariyle hassas konu olduğundan bu başlıktaki yazılarda hadis ve muhteva iyi incelenmelidir. Çünkü Tıbbi nebevi olarak adlandırılan kitaplarda hem batı tıbbı uygulamalarının etkisi görülmektedir hem de içerik olarak hadislerin ve dini öğretilerin baskın olması gerekirken sadece birkaç örnekle geçilmiştir. Bu konuda metinlerin değindiği ve günümüz modern tıp bilgileri ışığında garip ve sorgulamamız gereken

birtakım belirteçler vardır. Örneğin, yemekten önce tuzla alınan üç lokma insanı yetmiş iki çeşit hastalıktan koruduğu inancı gibi. Batı toplumlarının bir hayli etkisinde kalınarak hazırlanan, dini içerik olarak zayıf ve yetersiz olan bu eserler bizlere inceleme ve sorgulama kapısı açmaktadır. Kitaplar hadis koleksiyonlarına göre şeklinmiş olup hadis koleksiyonlarının çoğunda Hz.Peygamber’in(s.a) tıpla ilgili hadisleri, kitâbu’t-tıbb başlığıyla

tasnif edilmiştir. Bu başlığı taşıyan ve bilgiler veren ilk örnek ise İbn Ebi Şeybe’ye aittir. Bu bilgilerin yanında, İslam kültür ve medeniyetindeki sağlık gelişimini dönemin etkileşimleriyle incelemeye başlayarak dinin etkileriyle şekillendiğini gördüğümüz konferanstan heybemize attığımız bir diğer şey ise; modern teknolojinin getirdiği imkanlar sayesinde bize ulaşan her bilginin doğruluğunu sorgulamak olmuştur.

HALK SAĞLIĞI

137



TIP VE NASYONAL SOSYALİZM Werner F. Kümmel 1933 yılına kadar bir hukuk devleti ve bir kültür milleti (Kulturnation) olan Almanya, daha sonra çok kısa bir süre içinde, hekimlerin ciddi destekleriyle ilk defa devasa ölçüde bir ‘Biyo-Politika’nın uygulandığı acımasız bir diktatörlük rejimine dönüşmüştür. O zamana kadar tasavvur dahi edilemeyen ‘Biyo-Diktatörlük’ün, modern ve son derece uygar bir ülkede gelişmiş olması ‘Tıp ve Nasyonal Sosyalizm’ konusunun sadece Almanya için değil, aynı zamanda tüm dünya için de bir ders olmasını gerekli kılmaktadır. Hem tıp tarihi hem de tıp etiği açısından bu kadar önemli olaylar ülkemizdeki farklı alanlarda eğitim ve araştırmalarda ya hiç yer almamakta ya da gerektiği kadar önemsenmemektedir. İşte bu konudaki önemli boşluğu doldurmak amacıyla Beşikçizade Tıp ve İnsani Bilimler Merkezi (BETİM) bu alanın dünyada en saygın uzmanlarından Prof. Dr. Werner Friedrich Kümmel’in kaleminden çıkmış bu telif eseri Dr. Süreyya İlkılıç’ın tercümesiyle ilk defa Türkçe olarak okuyucuların ilgisine sunmaktadır.



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.