İÇİNDEKİLER 04-08 Röportaj-Sadık YEMNİ
45. Sayı ile
tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://GolgeDergi.Blogspot.com Editör: Mehmet Kaan SEVİNÇ golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Hasan Nadir DERİN, Sadık YEMNİ Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Kapak: Emir YARDIMCI Pinup: Yunus KOCATEPE Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com
09-11 Öykü- Genç Adam 12 -14 Çizgi roman inceleme Stan Lee'nin Verdiği Kötü Kararlar 15 Öykü- İlaç Adam 16-21 Çizgi roman Seyfettin Efendi 22-37 Sinema- Uçan Süpürge ile 14. Yıl 38-44 Öykü - Spatyoma Geçiş 45-49 Sinema İnceleme İntikam Film Listesi 50-53 Öykü- Kırmızı Fularlı Kız 54-58 Röportaj-İlke Keskin ile Marmara Çizgi Söyleşisi 59-62 Oyun İnceleme- Fantastik bir dünyadan sizlere sesleniyorum, sesim geliyor mu acaba?.. 63-64 Çizgi roman- Rüya Adam 65-69 Öykü- Küçük İnsanlar Büyük Gölgeler 70-72 Sinema- Spirited Away 73-74 Öykü- Randevu 75-84 Sinema- Kadınlar Robotlara Karşı 85-89 Öykü- Sınavlar ve Potansiyeller 90-97 Çizgi roman- Taştan Mafya 98-102 Öykü- Vakit Kıyımı 103 Pinup- Yunus KOCATEPE
Merhaba Güneşli güzel yaz günlerinin başlangıcı Haziran ayındayız. Her ne kadar şu ana dek çok fazla güneşli günler görmediysek de, Güzel günler göreceğiz çocuklar Motorları maviliklere süreceğiz Çocuklar inanın, inanın çocuklar Güzel günler göreceğiz, güneşli günler Motorları maviliklere süreceğiz İşte bu güneşli günlerde yapılacak en iyi şeylerden birisi de, soğuk bir içecek eşliğinde, gölgelik bir yere çekilip Gölge e-Dergi okumak olacak herhalde.
İyi okumalar… Mehmet Kaan SEVİNÇ
3
Röportaj
Sadık YEMNİ ile Röportaj 2008 Yılının güzel bir günüydü. Gölge e-Dergi'nin kibar arkadaşları ile birlikte "Öykü Özel Sayısı" yayınlama kararı almıştık. "Daha önce hiç bir yerde yayınlanmamış" öykülerden oluşacaktı özel sayımız. O sıralar genç yaşlı, ünlü ünsüz demeden herkesi davet ediyordum özel sayımıza katılmaya. İşte o günlerde gelen bir cevap epey heyecanlandırdı beni. Sadık Yemni bir öyküsü ile katılacaktı özel sayımıza. Diyorum ya 2008'in güzel bir günü diye, işte o gün bu gündür Sadık abi gölgesini dergimizden eksik etmedi. İki eli kanda olsa, son dakikaya da kalsa mutlaka dergide yer aldı. Yaklaşık bir senedir de bilfiil Gölge e-Dergi yayın kurulumuzda da içerik oluşumuna, gelen yazı ve çizimleri değerlendirmeye devam ediyor. Uzun zamandır hayalimdi Sadık abi ile bir röportaj yapmak. Aylar önce söz bile almıştım röportaj için. Kısmet bugüneymiş. Fantastiğin, kurmacanın, öykünün, dilin saygın yazarlarından Sadık Yemni ile o mütevaziliği ile yaptığımız özel röportaja geçelim şimdi. Merhaba Sadık Bey, sizi fantastik öykü ve romanlarınızla tanıyoruz ama yine de bize birkaç cümle ile ‘Sadık Yemni kimdir?’ sorusunun cevabını verir misiniz? İstanbul Tatavla/Kurtuluş doğumluyum. Karakter plaketimi İzmir’de aldım. Beyin kimyası hızlı ve algılaması tuhaf değişkenliklere sahip bir çocuktum. Televizyon ve internet yoktu. Çok okurdum. Hem belagat, hem de matematikte yetenekliydim. Daha çok erken yaşlarda mini evrenin, bizim mahallenin yani, göründüğünden farklı olduğunu bizzat deneyimlemiştim. Benim doğduğum yıllarda paralel evren teorisi en ürkek ve çelimsiz zamanlarındaydı. Bu nedenle sezgiler ve sınırlı deneyimlerin işaret ettiği yerler metafizik karanlığa ve pusa bürünmüştü. Böyle bir ortamda bilim ve edebiyat merakıyla büyüdüm. Kimya
4
Röportaj
şakalarım ve roketlerimle ün yaptım. Yönüm evrenin sırlarının göbeğiydi. Hâlâ da öyle… Nasıl başladınız yazarlığa? Neden fantastik türü seçtiniz? Yukarıda da dediğim gibi bu tür beni seçti. Sıradan gerçeklik, normal dediğimiz şey aslında sanal gerçekliktir. Donmuş zihinlerin uvertürü. İnsanlığın kocaman bir futbol sahası varken kenardaki bir hendekte top oynamaya kalkışması gibi bir şey. Fantastik diye bir şey yoktur. Algılama sorunları ve sınırları vardır. Farkındalık skalası meselesi yani. Yazarlığa erken yaşta heves ettim, ama kendimi tamamen yazarlığa verebilecek şartları oluşturmam uzun sürdü. Ancak otuz ortalarında başlayabildim. Kırk başlarında ise yazar olabilmenin ne olduğunu kavrayabildim. Geç başladım sayılır. Bu nedenle çok eser vermekteyim. Boşa geçen zamanı kapatmaya çabalıyorum. Kitaplarınız ilk olarak Hollanda’da yayınlanmış. Hollandalılar da Türkler kadar okuyor mu? Yoksa Hollandalı Türkler için mi yayınlandılar? Altı kitabım Hollandacaya çevrildi ve en çok Hollandalılar tarafından okundu. Hollanda’da okuma oranı Türkiye’den daha yüksektir. Muska ve Amsterdam’ın Gülü kitaplarım önce Hollandaca olarak yayımlandı. Sonradan bu durum değişti. Normale döndü. Önce yazıldığı dilde yayımlanmaya başladı. Bir edebiyatçı olarak nereden ilham alıyorsunuz? Kurmaca öykülerinize sizin içinizde yön veren kaynağı nasıl besliyorsunuz? İlhamımı çok çeşitli kaynaklardan alırım. Börekçilik, baklavacılık, pazarlarda döner satmak, gece kulübü kapıcılığı, garsonluk, demiryollarında köprücülük, makasçılık, temizlikçilik, radyoda haber okuyuculuğu, radyo programcılığı, lokal bir televizyon için söyleşiler yapmak, sanatçı portreleri hazırlamak, panel idare etmek, konfeksiyonculuk, barmenlik, think tank moderatörlüğü vb. cinsinden işler yaptım. Yaşam deneyimi çok önemli. Bunun yanı sıra çok seyahat ettim ve inanılmaz çeşitlilikte kitap dergi vb. okudum. Binlerce film izledim. Karın bölgemde (asla beyinde değil) bir ilham pınarı çağlamakta. Peki, okuma listenizde neler var? Stephen King’in Kubbenin Altında’sı en son okumakta olduğum kitap. Türkiye’deki fantastik yazarları takip edebiliyor musunuz? Bunun için çabalıyorum. Çünkü ne yazıldığını merak ediyorum. Bunlara oranla da kendimin nerede durduğunu bilmek istiyorum. Dijital yayınlar bunu kolaylaştırıyor.
5
Röportaj Sizce fantastiğimizi hangi köke dayandırmalıyız, Orta Dünya bir gün bize uyar mı yoksa Geleneksel bir köken mi bulmalıyız? Her türün kökü kendi bölgesel geleneğine ve dilin sınırlarına yaslanmak zorundadır. Dil de çok önemlidir. Üslupsuzluk, yazar yaratıcılığının kabızsallığıdır (bu lafı şu anda uydurdum) bu unutulmasın. Bence olmazsa olmazı budur işin. Dünya giderek küçülüyor, her şey birbirine benzemeye başladı, ama yine de böyle bir zorunluluk mevcut. Ben fantastik tür denince daha çok Tuhaf’ı (weird), Tekinsiz’i (haunted/ paranormal), batıniyi ve bilimin mevcut sınırlarını zorlanışını anlarım. Mars’a insanlı yolculuk yapmaya hazırlandığımız sıralarda, oklarla yaylarla çarpışan, ağzı Molotof kokteyli kokan ejderhalı kitap ve filmleri pek ciddiye almam. Peki polisiye? Türkiye’de artık polisiye romanlar da yazılıyor ve okunuyor. Sizin de polisiye öyküleriniz var. Seyrediyor musunuz Behzat Ç’yi ya da seyreder miydiniz Komiser Nevzat’ın dizilerini. Türk Polisiye edebiyatı hakkında ne düşünüyorsunuz? (bu soruyu bölüp de cevap verebilirsiniz. Sinema ya da televizyon olarak ayrı, kitap olarak ayrı tanımlayabilirsiniz.) Bence Ümit Deniz’in Murat Davman’ından bu yana Türk polisiye edebiyatı hem roman, hem de sinema ve televizyon olarak bayağı yol aldı. Daha olgun eserlerini vermeye başladı. Giderek bir gelenek oluşacak. Bazı Türk film ve dizilerini zevkle izliyorum. Benim Orhan Demir adlı kahramanım ilk olarak 1993 yılında çıktı ortaya. Avrupa Türklerinin tarihindeki ilk dedektifidir. Bu yakınlarda Türkiye’de ikamet eden bir dedektifin ilk öyküsünü yazacağım. Hazırlığım tamam. Bir tatil beldemizde geçen serüven olacak. Sarp Sapmaz, ya da Osman Demir… Sizin kahramanlarınızın özelliği ne? Ortak özellikleri vardır. Kimyacılar, bilime yaslanırlar, ama batıniliğe popolarını dönmezler. Sezgilerini iyi dinlerler. Dizi kahramanı olacak balina soluğuna ve cazibeye sahiptirler. Araştırıcı, kalender, esnek zekâlı ve farkındalık katsayıları yüksek kahramanlardır. Peki, mekân olarak genelde İzmir var kitaplarınızda. İzmir’in sizin için özelliği ne? Bilmiyorum İzmir için ne kadar genel denilebilir. İlk üç Sarp Sapmaz
6
Röportaj romanından sonra doğum yerim olan İstanbul bu sözcüğe talip oldu. 50 kadar öyküm var. İzmir’i mekân alanları 3-5’i geçmez. Devrim Kunter’in çizdiği ilk çizgi romanımızın (Dilekbek) mekânı İzmir ama. Demek ki İzmir daha çok temel kazığı oluyor. Amsterdam’da geçen öykü ve romanlarım da var. İstanbul bu alanda bayağı başat durumda. Hayatım aslında bu üç şehre bölünmüş durumda. Siz Gölge e-Dergi’nin de yayın kurulundasınız. Düzenli olarak her sayıda öyküleriniz yayınlanıyor. İnternet dergiciliği, özellikle Gölge gibi maddi kaynağı olmayan fantastik edebiyat yayınlarının geleceği için ne düşünüyorsunuz? Neden bu oluşumların içindesiniz? Dijital yayıncılık yakın geleceğin bir durağı gibi görünüyor. Benim gibiler bu durağı kullanan öncüler oluyor. Gölge e-Dergi, benim bir yanımı keşfetmemi sağladı. İlk yayınladığınız öyküm Tepe Dünyaya Taklak’tı malum. 17. Sayı olmalı. O sıralarda hiç kesintisiz her ay (kaliteyi ve şoke edici, sarsıcı final formülünü bozmadan) bir öykü yazacağımı asla tahmin etmiyordum. Böyle bir planım da yoktu. Yazdıkça kendi kendimi gaza getirdim. Beynime karşı bir çeşit meydan okumaydı. Kolay iş değildir. Maraton koşuculuğundan 100 metreciliğe geçmek. Bu iki disiplini birlikte götürmek. Bu yeteneğimi dijital yayıncılık sayesinde kanatlandırdım. İnternette e-kitap olarak da yayınlandı bazı kitaplarınız özellikle de bu son yayınlanan Tekinsiz X ya da Hayal Tozu Gölgecisi İnternet kitaplarıydı. İnternetten okurla buluşmak nasıl bir kavram; duygu? Diğer yazarlara da önerir misiniz? Hayal Tozu Gölgecisi 2009’da Everest Yayınları tarafından basıldı. Dijital olarak yayınlanmış tek romanım Zaman Tozları’dır. Şu anda ikinci baskısı yapıldı. Daha birçok baskı yapacağını ummaktayım. İyi bir yapıt, sanalı da, kâğıdı da fetheder. Dijital yayıncılığı hızlı yaratabilen her yazara tavsiye ederim. İyi bir idman olur. Boy ölçüsü için de ölçüttür tabii. Dijital yayının iyi taraflarından biri okurla buluşma hızı. Bu sabah bitirdiğiniz bir öykü akşama onlarca kişi tarafından okunabilir. Olumsuz yan şu olabilir: hızlı ve sıradan üretimle kofti öykülerin sanal ortama yığılması. Moloz yığınları gibi. İnternet devrimi ve bazı diğer nedenlerle şu anda vasatın imparatorluğunu yaşıyoruz. Vasat kalite başat durumda. İnsanların bazıları buna uyuşturucu gibi alışıyor. Ama bir grup da daha iyiyi araştırmaktan yılmıyor. Bulunca sımsıkı sarılıyor. Ben şanslı bir yazarım. Tutkulu okurlarım vardır. Genç yazarlara da destek veriyorsunuz. Şimdiden “ileride bu arkadaşın adı duyulur” dediğiniz ya da el verdiğiniz gençler var mı? İsim vermeyeyim, iki üç genç yazarın bir engel çıkmazsa yakın geleceğin parlak yıldızları olacağını ciddi ciddi düşünmekteyim. Bunu hissetmekten ötürü çok mutluyum. Bayrağı onlara teslim edeceğiz malum. Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Ben de size teşekkür ederim bu söyleşi için. Dijital bir pencere açıyorsunuz.
7
Röportaj
Sadık Yemni ile Dil kullanımı… Öykülerinizde kullandığınız sıra dışı kelimeleri nasıl ortaya çıkarıyorsunuz? Bir anda mı aklınıza geliyorlar yoksa öncesinde üzerinde düşünüyor, bu şekilde mi tespit ediyorsunuz? Bunlar aklıma bir anda gelir. Uzun uzun ilginç, sıra dışı bir kelime beklediğimi hiç hatırlamıyorum. Ansızın gelirler ve metnin bir yerine yerleşirler. Alışılmışın dışında kelimeler kullanarak neyi amaçlıyorsunuz? Bu kelimeler farkındalık seviyemizi yükseltiyor diye düşünmekteyim. Örneğin; Tebdilcinler, Endişeciler, Arafor, Ruh vestiyeri, Düşen Uçak Memuresi, Nefesçil, Avradoid, Fotoşipşokçular vb. ile daha başlıktan okurun merakını esir alıyorsunuz. Az kelimeyle, hep bilinen anlatım şekilleriyle özgün bir iş çıkmaz her zaman. Yakın bir gelecekte günlük ortalama bin fiil kullanmaya hazır olun. Beynimiz ya haplarla ya da çiplerle muazzam bir kapasiteye kavuşacak. Kelimeleriniz bir çeşit imza gibi, öykülerinizin Sadık Yemni’ye ait olduğunu kolayca ortaya koyuyor. Peki, okurun zorlanacağından, sıkılacağından, dikkatinin dağılacağından ve okumaktan vazgeçeceğinden korkmuyor musunuz? Üslup her şeydir. Sıra dışı kelimeler de buna hizmet edebilir. Bu kelimelerden sıkılanlar olabilir. Okumayı yarıda kesebilirler. Anlatacağım öykü onlara uygun değil demektir. Davul dengi dengine çalar. Neka ekmek, oka köfte. Newton’un kanunlarının üçüncüsü. Etki, tepkiye eşittir. Çizmeli Kedi yayınlarından yeni çıkan kitapları örnek alalım. Zaman Tozları ve Sokaklar Benim Yeniden. Herkes bir defada, bir oturuşta okudum diyor. Demek ki metin çekici ve akıcı durumda. Üç beş alışıldık dışı cümle, kelime engel olmuyor. Bir de şu var tabii. Ben kendim için yazarım. Benim türümden olanlar beğenir ve okur. Bu kadar basit. Seçtiğiniz kelimeler bir yazım tekniği midir, yoksa sizin için artık olmazsa olmaz mıdır? Bakın ne naz yapıyorum, ne de artistlik. Samimiyim. Ben bu öyküleri ve romanları kendim yazmıyorum. Bana yazdırılıyor. S. King’in tabiriyle olsa olsa çevirmenim. Tabii bu tür bir çevirmen olabilmek için kaç fırın ekmek yedim, o başka bir yanı işin. Kelimeler de bana ait sayılmaz pek demek istiyorum. Kendim de çoğu kez nerden buldum bu lafı diye şaşıyorum. Sıra dışı kelimeleriniz konusunda okurlarınızdan aldığınız genel tepki nedir? Çoğunlukla beğeniyorlar mı? Bu konuda bana çok sık yazılıyor. Büyük bir yüzdenin beğendiğini ya da en azından ilginç bulduğunu söyleyebilirim. Vasatın ve alışılagelmişin baskısı insanları boğuyor. Bu kelimeler fazladan oksijen oluyor. Röportaj: Ahmet Yüksel
8
Öykü
Genç Adam Kulağına çalınan tıkırtıyla uyanmıştı uykusundan. Açılmamakta direnen göz kapaklarını güç bela aralayıp etrafını kolaçan ettiğinde, gözüne herhangi bir olağan dışılık çarpmadı. Odanın bir ucundaki eski bir masa, bir adet piknik tüpü ve birkaç kap kaçaktan ibaret mutfağa gözünü kaydırdığında, yine bir davetsiz misafirle karşılaşacağını düşündüyse de karşılaşmadı. Zaten küçük bir radyolu fenerin aydınlığında ne kadar ayrıntılı görebilirse o kadar görebilmişti etrafını. Yastığının altına sokuşturduğu kayışı kopmuş, kronometreli saatini kontrol ettiğinde kalkma vaktinin geldiğine karar verdi. Aslında yarım saat daha uyuyabilirdi ama zaten güç bela araladığı gözlerini tekrar uykunun tatlı kollarına bırakıp, ikinci kez aynı işkenceyi yaşamayı göze alamadı. “Haydi bakalım, kalkma zamanı,” dedi kendi kendine. Yataktan doğrulduğunda, sakin ve ağır mizacına tezat bir canlılıkla kafa derisinden fışkırmış gür, kıvırcık saçlarını tıpkı mizacı gibi sakin sakin kaşıyıp gerindi. Bir yandan da düşünüyordu: “Bugün nereye gitsem?” Bu sorunun cevabını yüzünü yıkarken düşünmeye devam etme kararıyla doğrulduğu yataktan kalktı. Her sabah yaptığı gibi, eski bir kilim üzerine yerleştirilmiş on santim kalınlığında, yaklaşık bir buçuk metre uzunluğunda, yer yer güve ve fare yenikleri ile oyulmuş sünger ve içindeki pamukları top top olmuş yavruağzı kadife bir koltuk minderinden ibaret yatağını, bir haftalık çalışmasından elde ettiği kazancının tamamına mal olan elyaf yorganıyla örttü. Üzerinde uyuduğu sünger, boyuna göre biraz kısa olduğundan, yorganın arta kalan uzun kısmını özenle içeri doğru katlayıp yaptığı işten memnun kalarak doğruldu yerinden. Yatağının içler acısı halini bir nebze perdeleyen elyaf yorganının da yakında, üzerinde uyuduğu süngerden farkı kalmayacağını düşünmeden edemedi. Zira yaşadığı yer terk edilmiş, her an yıkılma tehlikesi taşıyan, alabildiğine rutubetli bir binanın zemin katıydı. Bina iki katlıydı ama üst katın tabanı, geçen yıllara direnemediğinden çürümüş ve üzerinde fareler gezerken bile çıtırtılar çıkarır kıvama gelmişti. İçinde yaşadığı kötü koşulları bir yana bırakıp bahçeye doğru yöneldi. “İyi kötü başımı sokabildiğim bir evim var sonuçta,” diyerek teselli buldu mevcut durumundan, yarın bir gün kapısına dayanıp kendisini kapı dışarı edebileceklerini bile bile. Bahçeye vardığında ciğerlerini, sonbaharın iyice soğumaya durmuş havasıyla doldurdu önce. Eskiden güzel bir bahçe olduğunu düşündüğü, bir sürü yıllanmış ağacın bulunduğu ama an itibarı ile kahverengi toprak, yapraksız ağaç gövdeleri ve çalılardan ibaret küçük bahçede, evin kapısına yakın bir yere yerleştirdiği musluklu bidondan akan soğuk suyla yüzünü yıkarken daha bir kendine geldiğini hissetti ve kararını verdi: Yaklaşık yirmi dakika yürüme mesafesinde bulunan, lüks apartman ve dükkânların olduğu bir semte gidecekti. Hem günlerden ‘sosyete pazarı’nın kurulacağı gündü. “Evet, evet, en iyisi oraya gideyim,” dedi aldığı kararı bir kez daha onaylayarak. Şansı yaver giderse paraya çevirebileceği bir şeyler bulurdu elbet. Bu düşüncelerle eve tekrar girdiğinde yatağının yanı başında duran boş tuvalet kâğıdı kolisine özene yerleştirdiği, eski ama temiz birkaç parça kıyafetten haki renkli bir kazak ve diz kapakları neredeyse yırtılmış olan bir kot pantolon çıkardı. Üzerini giyindikten sonra pijamalarını düzgünce katlayıp, yavruağzı koltuk minderinin altına koydu. Yetimhane günlerinden kalma bir alışkanlıktı bu. Tıpkı her sabah yedide uyanmak gibi. Yetimhane günlerini çok gerilerde bırakmış olmasına rağmen, orada edindiği bir takım alışkanlıkları hâlâ devam ettirmekteydi. Bunlardan en çok önemsediği temiz olmaktı. İçinde bulunduğu koşullar zor olabilirdi belki ama bu, onun pis bir insan olmasını gerektirmezdi. O nedenle haftada bir mutlaka hamama giderdi yemeyip içmeyip artırdığı parayla evinde banyo yapacak imkânı olmadığı için. Çamaşırlarını da düzenli olarak yıkardı mutlaka. Bahçede oturup, içini köpüklü suyla doldurduğu leğende değme kadınlara taş çıkarırcasına çitileye çitileye yıkardı çamaşırlarını. Sadece saç ve sakal tıraşında biraz esnek davranırdı. Böyle zamanlarda sanki yirmi üç yaşında değil de en az on yaş daha yaşlı görünmeye pek aldırış etmezdi. Üzerini değiştirme faslı da bittikten sonra birbirini tekerrürden ibaret günlerden birini daha yaşamaya hazırdı. Gün boyu paraya çevirebileceğini umduğu ganimetlerle dolduracağı arabasını da ardına katarak sokağa çıktı. İlk durağı evinin bulunduğu sokağın başındaki fırın oldu. Yetimhane günlerinden kalma bir alışkanlık daha… “İyi bir gün, iyi bir kahvaltıyla başlar,” derdi müdire hanım. Eski tip taş fırından sıcacık
9
Öykü
10
Öykü
ekmekleri çıkaran, yüzü ateşin yalımıyla pancar gibi kızarmış fırıncıya selam verip bir simit istedi. Fırıncı, yıllardır hemen her gün gördüğü bu yüzden, geçmiş onca yılın samimiyetine dayanarak, “Az bekle hele, şu ekmekler yanmadan çıkarayım,” dedi telaşla. Simidini alıp parasını uzattığında fırıncı, sert ve kızarmış yüz hatlarından beklenmeyecek bir sevecenlikle “Bugün benden,” dedi. Genç adam diretmedi. Çünkü biliyordu ki fırıncı “Bugün benden,” dedi mi geri dönüşü yoktu. Bir yandan simidini yerken bir yandan da pazarın kurulduğu lüks semte doğru yürümeye koyuldu ardındaki arabasını çeke çeke… Gün, yavaş yavaş sabah mahmurluğunu üzerinden atıp kıpırdanmaya başlamıştı. Hayır dualarıyla dükkânlarını açan esnafları, okullarına giden güleç yüzlü çocukları, işlerine koşturan, somurtkan ‘uyumak istiyorum’ bakışlı yetişkinleri izleyerek yol almaya devam ederken bir mağazanın önünde durdu gayrı ihtiyari. Vitrinde erkek bir mankene giydirilmiş devetüyü rengindeki kaşe kaban çekmişti dikkatini. Çok yakında hava iyice soğuyacaktı. Böyle bir kaban ne çok işine yarardı. Sonra, muhtemelen hiçbir zaman böyle bir kabanı olamayacağına kanaat getirdi. Etiketine bir göz atıp ne kadar zaman çalışıp para biriktirirse satın alabileceğini hesaplamaya çalıştı ama içinden çıkamadı. “Olmaz o iş,” deyip devam etti yoluna. Öğlen sonuna kadar semti ve pazar yerini defalarca kolaçan edip paraya çevirebileceği birkaç şey buldu. Fazlasında gözü olmadığından ve “İhtiyacından fazlasını elinde tutmak bir nevi hırsızlıktır,” diye düşündüğünden, bugünlük bu kadar yeter diyerek dönüş yoluna koyuldu. Dönerken, devetüyü kaşe kabanın bulunduğu vitrine kaçamak bakışlar atmayı da ihmal etmedi. Elindeki ganimetleri paraya çevirip, güzelce karnını doyurup, akşam radyolu fenerine takmak için iki de pil alıp eve döndü. Yaşadığı hayattan daha ağır değildi aslında gün boyu arabasıyla ardında taşıdığı ufak tefek şeyler ama yine de yorulmuştu. Günün en sevdiği saatlerini yaşamaya gelmişti sıra. Cebinden çıkardığı pilleri radyolu fenerine takıp “En büyük hazinem,” dediği on kitaptan oluşan, iki adet taş üzerine ince uzun bir sunta yerleştirmek suretiyle oluşturduğu kütüphanesinden bir kitap aldı. Okuyamadığı için hayıflanmak yerine, okumaya olan açlığını, oradan buradan topladığı kitap ve mecmualarla bir nebze olsun bastırmaya çalıştı hep. Kitabın kapağını aralarken babası geldi aklına. “Okula gidememiş olman kendini geliştirmene, bilgi dağarcığını büyütmene engel değil,” demişti babası. O gün bu gündür ne bulsa okumaya, her gün yeni bir şeyle öğrenmeye çalışırdı. Bu da ‘aile’ günlerinden kalma bir alışkanlıktı. Sonra, sağlığında bir kere bile baba demediği adamı şimdi anarken “baba” demesine şaşırdı. On üç yaşındaydı Metin Ağabeyi ve Serpil Ablasıyla tanıştığında. “Bundan böyle sen bizim oğlumuzsun, ama istemediğin sürece bize anne-baba demek zorunda değilsin,” demişleri Genç Adamın hiç de alışık olmadığı bir sevecenlikle. Onlarla yaşamak hoşuna gitmişti. Kendini ilk kez bu kadar güvende ve rahat hissediyordu anne-baba demediği ailesinin yanında. Yurttaki bazı arkadaşlarını özlemiyor değildi aslında ama yine de mutluydu. Beş yıl sürdü bu mutlulukları. Eve gelen uzak bir akrabadan aldı anne-baba demediği ailesinin bir kazada öldükleri haberini. Bir kez daha terk edilmiş, yalnız kalmıştı. On sekizini doldurduğu için yurda dönemedi. Kaybettiği ailesinden de bir şey kalmamıştı. Zaten kendi halinde mütevazı bir hayatları vardı. Uzak akrabalar da işin içine girince çantasını alıp gitmekten başka çaresi olmadığını anladı. Bir kere bile anne-baba demediği ailesini şükranla ve özlemle anıp kitabını okumaya başladı, ta ki uykunun sıcak yüzüne teslim olana kadar. Rüyasında hiç baba demediği Metin’i gördü. Üzerindeki devetüyü rengi kaşe kabanla çok yakışıklı görünüyordu doğrusu. “Seninle gurur duruyorum,” dedi Genç Adama. “Hayatın sana getirdiği bütün olumsuzlukları olgunlukla karşıladın, sana yakışanı yaptın,” diye sürdürdü konuşmasını babası ve tekrar konuşmaya başladığında “üşümüşsündür, al giy şunu,” deyip kabanını verdi Genç Adama. Kabanı giydiğinde babasının sıcaklığını duydu. İster istemez “baba” kelimesi çıktı ağzından bir kez daha. Ne çok şey öğrenmişti abla-ağabey dediği anne-babasından. Onların gösterdiği yol, verdikleri öğütler onu doğru yolda tutmuştu. Biyolojik anne-babası kimdir, nedir, bilinmezdi ama belli ki mayası da iyiydi Genç Adamın. Yatağından çıkıp bahçeye yöneldi. Kapıyı açtığında, sabahın alaca karanlığında, bahçedeki kuru dallardan birinde asılı olan devetüyü rengi kabanı gördü. Mutlulukla doldu gözleri ve “Yanımda olduğunuzu biliyorum,” dedi. Kabanı üzerine giydiğinde hâlâ rüyada mıydı yoksa uyanık mıydı emin olamadı ama emin olduğu bir şey vardı: Isınmıştı… Öykü: Funda BAYKUŞ
11
İllustrasyon: Yunus KOCATEPE
Çizgiroman İnceleme
STAN LEE'nin Verdiği Kötü Kararlar Babalarımızın ve annelerimizin eski fotoğraflarına baktığımızda çaktırmadan güleriz ya... Uzun bıyıklar, favoriler, dik yaka gömlekler, kemerli mayolar vs... Belki o zamanlarda güzel fikirlerdi, ama şu anda bizi güldürmek dışında başka bir işlevleri yok. 60’lı yıllarda çekilmiş bir korku filmi bize en fazla trajikomik gelir, çünkü o zamanki efektler artık bizim beklentimizi karşılamazlar. Bazı fikirler zamanı geçtiği için kötüdür, bazıları ise daha ilk düşünüldüğü gün kötü olma özelliği taşırlar. Stan Lee gibi bir çizgi roman dehasının da kötü fikirleri olmuştur tabii ki. O zamana göre iyi miydi, yoksa hep kötü müydü, orasını sizin takdirinize bırakıyorum. Evet, Stan Lee’nin kötü fikirlerine şöyle bir göz atalım. 1- Dazzler 1970’li yıllarda Marvel Comics ve Casablanca Plak Şirketleri ortak bir çalışmaya imza attılar. Marvel Comics yeni bir şarkıcı süper kahraman yaratacaklardı, Casablanca da bu şarkıcının plaklarını piyasaya sürecekti. Sonra ikisi ellerinde bir senaryoyla Filmworks’a gidip bu şarkıcının orijin hikâyesinin filmini çekeceklerdi. Filmworks projeyi kabul etti ve başrolde Bo Derek’i oynatacaklarını bildirdiler. Bunun üzerine Dazzler, kabarık sarı saçlı ve dolgun göğüslü bir kadın olarak yaratıldı. Casablanca, Dazzler’in bir mutant olmasını istedi ve onun bir sürü farklı çizgi romanda gözükmesi konusunda Marvel’a baskı uyguladı. Sonra da tamamen projeden çekildi. Marvel birden elinde ne plak ne de film anlaşması olan, fakat bir sürü çizgi romanda reklamı yapılmış bir mutant şarkıcı kahramanla yalnız başına kalmıştı. Marvel mecburen bir Dazzler çizgi romanı çıkardı. Dazzler fazla tutmayınca X-Men’lere dâhil edildi, en sonunda çare onu başka bir boyuta gönderip ondan kurtulmakla bulundu. Dazzler Stan Lee tarafından yaratılmamıştı, ama proje Stan Lee tarafından onaylanmıştı. 2- Striperella Striperella, Stan Lee tarafından Pamela Anderson baz alınarak yaratılmış bir süper kahraman çizgi filmiydi. Striperella (gizli kimliği Erotica Jones) gerçek hayatta bir striptizciydi ve geceleri bir kostüm takarak Striperella karakterine bürünüyordu. Striperella’yı Pamela Anderson seslendiriyordu ve bir bölümünde Pamela Anderson ile o zamanki eşi Kid Rock konuk oyuncu olarak çizgi filmde oynamışlardı. Mizahi bir tona sahip olan çizgi film, çok fazla sükse yaratmadı. Daha sonra “Striperella” takma isimli bir striptizci, Stan Lee’ya bir kucak dansı yaparken fikrini açıkladığını söyleyip, onu mahkemeye verince ortalık iyice karıştı ve çizgi film bir daha yayınlanmadı.
12
Çizgiroman İnceleme
3- NightCat Dazzler macerasından sonra Stan Lee’nin akıllanacağını zannederdiniz değil mi? Ama hayır, tekrar buna benzer bir projeye girdi. Jacqueline Tavarez adlı bir “B” filmi oyuncusundan esinlenerek “Nightcat” adlı bir çizgi roman karakteri ve şarkıcı yaratmaya karar verdi. Bir tane çizgi roman ve bir tane CD sonra proje iptal edildi. Bn. Tavarez şu aralar erotik filmlerde oynuyor, Nightcat karakteri ise tarihin tozlu sayfalarında yitip gitti. 4- US1 Tyco adlı oyuncak firmasının oyuncak kamyonlarını pazarlama amaçlı Stan Lee ile ortak yürüttükleri proje olan U.S.1, geçirdiği bir trafik kazasından sonra metal bir kafatası takılan ve bu metal kafatası sayesinde kamyonuyla telepatik bir ilişki kurabilen kamyoncunun hikâyeleriydi. Şu anda yazarken bile ne kadar saçma olduğunu anlamama rağmen bir çocukken, beyniyle bir kamyonu hareket ettirebilen birisini okumak çok eğlenceli gelmişti. (Tabii o zamanlar 80’li yıllardı ve kara şimşek te modaydı.) Bu arada ana karakterin adı da Ulysses Solomon Archer (kısaca U.S.A) idi. Proje tutmadı ve 12 sayı sonra kapatıldı. Ama ara sıra Marvel çizgi romanlarında hâlâ görünür. 5- WASP Stan Lee’nin neden yarattığını bir türlü anlayamadığımız başka bir kahramanı daha. Gücü bir sinek boyuna kadar inmek olan, o boya inince sırtından kanatlar çıkan ve elinden şualar atabilen (aynı bir arı gibi) bir kadındı Wasp. Fakat ne şuaları düşmanları devirecek kadar güçlüydü, ne de Wasp tehlike olarak görülen bir kahramandı. Wasp’ın herhalde en bilinen iki özelliği vardır. Birincisi tüm süper kahramanlar arasında en fazla kostüm değiştiren kadın olması, diğeri ise eşi Hank Pym’den zamanında sözsel ve fiziksel şiddete maruz kalmasıdır. Fakat ne Avengers’e başkanlık yapmış olması, ne diğer erkeklerle yaşadığı maceralar karakteri sıkıcılıktan kurtaramadı. 2008’de bu karakter öldü.
6- ARNOLD Stan Lee ile artık valilik günlerinin sonuna gelmiş Arnold’un ortak bir çizgi roman çıkartacakları, herhalde kimsenin düşündüğü bir şey değildi. Ama oldu. Arnoldu’un valilik günleriyle terminatör karışımı bir çizgi roman olan Governator, hem çizgi film hem de çizgi roman olarak piyasaya çıkacak. Governator’u seslendiren de Arnold’un kendisi olacak. Governator karakterinin süper araçları, süper kostümleri olacağı gibi, ailesi ve çocukları da çizgi filmde boy gösterecek. Sizi bilmem ama benim şimdiden mideme ağrılar girdi.
13
Çizgiroman İnceleme
7- GARDİYANLAR Hokey’i halka sevdirmek için Stan Lee ve NHL (Ulusal Hokey Ligi) nin ortak yürüttükleri bir proje olan “The Guardian Project” üstünde oldukça paralar yatırılan, en iyi çizerlerin ve bilgisayar animatörlerinin kullanıldığı bir projedir. Bu projede, 30 hokey takımını sembolize eden süper kahramanlar kullanılacak. Bir çizgi romanı çıkmış olan ve yakında filmi de çekilecek olan bu kahraman takımı aslında ilk bakıldığında oldukça heyecan verici duruyor. Fakat biraz inceleyince, karakterlerin hiç te orijinal olmadıklarını anlıyoruz. Çoğunun Marvel’in karakterlerinden bazılarının ise başka firma karakterlerden yürütüldüğü çok belli.
Stan Lee, zamanında bir sürü projeye imza atmış bir deha. Şu anda aktif olduğu projelere baktığımızda 88 yaşında hâlâ genç bir delikanlı gibi. Ama son zamanlardaki projelerine bakınca artık evinin verandasında oturup torunlarının baseball maçlarına gitmesini izlemesi daha mı doğru olur diye düşünmüyor da değilim... Tunç PEKMEN www.uzunjohn.com
14
Öykü
İlaç Adam Ben doktorların reçete kâğıdına yazdığı ilaçlardan değilim. Evet, sizler beni tüketirsiniz, ben de sizleri karanlık kuyuların dibinden çıkartırım. Ben içinize çektiğiniz nefesim ve hemen etki ederim. Benim raflarda durduğumu sanmayın. Beni asla satın alamazsınız. Ben aklınızın bir köşesinde dururum. Gözlerinizi kapattığınızda size düşlerin kapısını aralarım. Hayır, kapı arasından bakmanıza izin vermem, ya içeri girersiniz, ya da kapı yüzünüze kapanır. Düşler asla deneme tahtası değildir ve oraya kirli düşüncelerle giremezsiniz. Ah siz insanlar, gerçekleri dert edip birbirinizin kalbine acı sürersiniz. Siz hasta oldukça, ben dertlerinizle savaşır dururum ve yakınmaktan öte, sizi böyle görmeye dayanamam. Depresyon, bir deprem gibidir, kalp damarlarınız kırılır, sonrasında da hayatınız harabeye döner. Peki, kim vardır yanınızda? Neyse, çok soru sorup kafanızı düğümlemeye niyetim yok. En zor zamanlarınızda bir gökkuşağı çekerim gözlerinizin önüne. Renkli bakış açıları sunar, gamzelerinizin belirginleşmesine katkıda bulunurum. Kendinizi bırakmak için bundan daha iyi bir zaman olamaz… Haydi, bir kalem alın elinize! Sizin ne hayal ettiğiniz beni ilgilendirmez, ne istiyorsanız onu çizin ve sadece size ait olsun. Kimseyi almayın bu dünyaya, ne bir sevgili, ne de bir dost. Dediğimi yaparsanız iyileşirsiniz. İçimizde yeterince kilitli kapı varken, riske girin, acı çekmenin tatlı bir yanı olduğunu biliyorum, ama kesin artık sızlanmayı. Eğer hâlâ umutsuzsanız ve bir şeylerin düzeleceğine inancınız yoksa, kızarım size. Yan etkilerimi göstermeye başlarım. Dibe batmak hoşunuza gidiyorsa sizi dipte tutarım. Evet, yaparım bunu. Siz inanmazsanız, ben size hiç inanmam. Ben doktor kontrolünde kullanılan bir ilaç değilim. Sizin özgürce hayal kurmanızı sağlamaya çalışırım. Düzenli hayal kurarsanız hastalanıp kin kusmazsınız. Gerçek dünyada soyu tükenmekte olan “Seven İnsan” modelini bulsanız bile bu ilacı kullanmaya devam edin. Ben iki kişinin kuracağı hayal dünyalarının kapılarını da açarım. Ama size tavsiyem, kendi hayal dünyanızı kendinize saklayın ve gerçekler beyninize yapıştığında derin bir nefes alıp, hayallere dalın. Beni sabah, öğlen, akşam, hiç fark etmez, istediğiniz zaman kullanın. Hayaller, koşup yorulduğunuzda mola verdiğiniz sihirli yerlerdir. Yormayın, yıpratmayın kendinizi. Bırakın artık, siz önce kendi kendinize yetmeyi bilin. Şimdi arkanıza yaslanın ve yavaşça gözlerinizi kapatın. Unutmayın, ben size kapıyı açacağım… Öykü: Kağan TOBEL
15
Çizgiroman
BAŞLANGIÇ
16
Çizgiroman
17
Çizgiroman
18
Çizgiroman
19
Çizgiroman
20
Çizgiroman
21
Sinema
Uçan Süpürge ile 14. Yıl Bu yıl Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali 14. kez bizlerleydi. 6-12 Mayıs 2011 tarihleri arasında kadın yönetmenlerin çektiği ya da kadınlarla ilgili olan pek çok film izledik. Bu yıl gösterim ve etkinlikler geçen yıl olduğu gibi Kızılırmak Sineması ve Alman Kültür’de idi. Ancak bu kez festival, ODTÜ, Hacettepe Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi’nde de sağlam programlar düzenleyerek farklı seyircilere de ulaşmış oldu. Elbette bir festival müdavimi olarak ben de takipteydim. İşte bir festival güncesi daha: 6 Mayıs Cuma: 19:00 – Festival güncelerimi takip edenler farkına varmışlardır. Genellikle ilk gün 1-2 filmle başlayıp sonradan hızlanıyorum. Bu kez de öyle oldu. Bu gün için seçtiğim tek film, ünlü Alman yönetmen Doris Dörrie’nin bu kez komedi unsurunu sıkça kullandığı Kadın Berberi filmiydi. Aslında Dörrie için komedi yeni bir tür değil. Kimi filmlerinde bunu çok başarılı bir şekilde kullanıyor. Bu kez adından da anlaşılabileceği gibi bir kadın berberinin hikayesini izliyoruz. Kathi adlı bu kadının ilk dikkat çeken yönü kilosu. Kathi kilolu ama gerçekten ortalamanın epey üzerinde kilolu bir kadın. Yataktan yardımsız kalkamıyor, uzun süre ayakta kalacaksa yanında sandalyesini de götürmek zorunda kalıyor. Hepimize dayatılmış güzellik anlayışının epey dışında olduğu açık. Tam da bu yüzden her türlü özelliği uygun olsa da telefonla konuştuğunda onu işe almayı kabul eden kuaför salonu sahibi, yüz yüze geldiğinde bundan vazgeçiyor. Kızıyla beraber yaşayan Kathi’nin morali gerçekten ihtiyaç duyduğu bu işi alamadığı için epey bozuluyor ama söz konusu kuaför salonunun karşısında boş bir dükkan görünce kafasında bir şimşek çakıyor ve rakip olmaya karar veriyor. Kathi’nin kuaför salonu açma çabasını odağına oturtan film, bu arada onun özel hayatındaki gelişmelere de ilgisiz kalmıyor. Bir şekilde işin içine dahil olan göçmenlerin hikayesi ile birlikte hayatına aşk da giren Kathi şişman insanların eğlenceli olduğu klişesini doğrularken aynı zamanda iyi bir cinsel hayatları olabileceğini de gösteriyor. Dörrie özellikle başrol oyuncusu Gabriela Maria Schmeide’nin de desteğiyle eğlenceli, zaman zaman da düşündürücü bir film ortaya çıkarmış. Ancak yönetmenin en iyilerinden biri demek de pek mümkün değil. Eğlenceli ama çabuk unutulacak bir yapım. Bir sonraki seansta gösterilen Ayrılık filmini vizyonda izlediğim için günü vizyonda çok az salonda oynayan Senna filmi ile kapatarak bir sonraki güne hazırlanıyordum. 7 Mayıs Cumartesi: 12:00 – Günün ilk filminde belli bir bölgesinde ülkenin geri kalanından farklı bir dilin konuşulduğu bir ülke anlatılıyordu. Bu bölgede insanlar yoksulluk içinde yaşıyor ve ülkenin diğer kısımlarındaki insanlar tarafından küçük ve medeniyetten uzak görülüyorlar. Günün birinde hükümet bu bölgedeki bir grup çocuğun “medeni” aileler tarafından evlat edinilmesine karar veriyor. Devletin “tek dil, tek ülke” felsefesine
22
Sinema uygun olarak bu çocuklar bölgelerinde diğer çocuklar için de örnek olacaklar ve birer rol modeli oluşturacaklar. Bu gerçek hikayeyi anlatan film 1950'lerde Danimarka’da geçiyor. Farklı bir dil konuşulan bölge ise Grönland. Efendim, yoksa başka bir yer mi gelmişti aklınıza? Görünen o ki dünyanın değişik yerlerinde benzer durumlar yaşanmış. Deney filmi Danimarka’da yaşanan bu uygulamayı anlatıyor. Bir deney olarak Grönland’lı yöneticilerinin de onayı ile yapılan bu uygulama, İkinci Dünya Savaşı sonrası 1950'lerin başında gerçekleştirilmiş. Film, söz konusu çocukların Danimarka’daki ailelerin yanında kaldıktan sonra Grönland’a dönmelerini anlatıyor. Ancak Grönland’da da asıl ailelerinin yanında kalmıyor, bakımevi tarzı bir evde yaşıyorlar. Filmin ana kahramanı da bu evin müdürü olan Gert. Gayet idealist bir yaklaşım sergileyen Gert’i başlarda çok otoriter bir karakter olarak görüyoruz. Yaptığı işe ve uygulamanın yararına gerçekten inanıyor. Yine de üst makamların her dediğini de kayıtsız şartsız yaptığı söylenemez. Çocukların iyiliğine olduğunu düşündüğü şeyleri başından beri savunuyor. Hikayede aynı zamanda yalnız başına yaşayan Gert’in özel hayatına da tanıklık ediyor ve aşkı Grönland’da buluşunu da görüyoruz. Çocuklar tarafında da aradan geçen sürede anadillerini unutan, artık Grönlandca ninni bile söyleyemeyen karakterler görüyoruz. Hatta gerçek annesi ile biraraya geldiklerinde artık aynı dili konuşmadıkları için iletişim kurmakta da zorlanıyorlar. Üstelik Grönland’lı çocuklar da onları aralarına kabul etmek istemiyorlar. Tam bir arada kalma durumu sözkonusu yani. Filmin konusu ilgi çekici gerçekten. Özellikle dünyanın farklı yerlerinde benzer şeylerin yaşanmış olduğunu görmek açısından. Ancak filmin o kadar başarılı olduğunu söylemek zor. Ele aldığı konuyu düz bir şekilde anlatmış, konuyu sadece politik bir açıdan ele almayıp ana karakterinin yaşamına da bir pencere açması olumlu. Ayrıca küçük oyunculardan da iyi bir performans alınmış. Bunlar dışında çok fazla özelliği olduğunu söylemek de zor. Bu filmin sonrasında belgesel filmlerin gösteriminin gerçekleştiği Alman Kültür’e doğru yola çıktım. 14:00 – Festivalde yer alan belgesellerden biri olan Phnom Penh’in Kızları, Kamboçya’nın başkentinde yaşayan 18 yaşından küçük üç seks işçisini konu ediyor. Üçü de ailelerine destek olabilmek için henüz 14-15 yaşlarında bekâretlerini satarak bu sektöre giren bu kızlar, yaşıtları bambaşka şeyler yaparken vücutlarını satmak zorundalar. Belgesel her ne kadar bilmediğimiz şeyler söylemese de bu kızların hiç bir şeyi gizlemeden konuşmaları, olanları tüm gerçekliği ile gözler önüne seriyor. Bu arada çevrenin kızlara bakışındaki ikiyüzlülük de hemen hissediliyor. Bir yandan bekârete çok önem veren bir toplum izlenimi verirken bir yandan da pek çok genç kızın bu yöne sürüklenmesi düşündürücü. Tüm bunlara rağmen kızların da en büyük hayali, günün birinde iyi bir evlilik yapmak. Filmin çekimlerinden sonra film ekibinin para toplayarak kızları kurtarmış olduklarının filmin sonunda bir not olarak belirtildiğini de ekleyelim.
23
Sinema Aynı seansta yer alan ikinci film de Örtüyü Kaldırmak idi. Joel Mishcon’un yönettiği bu belgeselde “mail-order-bride” denen olgu inceleniyor. Genellikle Uzakdoğu ve Rusya kökenli kimi İnternet sitelerinde batılı bir koca arayan genç kızlar adeta bir mağazanın katalogundaki gibi sunuluyor ve kendilerini seçen erkeklerle evleniyorlar. Bu belgeselde bu durumun nedenleri, sonrasında neler olabileceği gibi konular, İngiltere ve Bangkok’da yapılan çekimlerle inceleniyor. Bu durumun genç kızlar açısından nedenlerini bulmak çok zor değil aslında. Bir önceki filmde anlatılan olaylarla da bağlantısı var bunun. Ailesini geçindiremeyen, seks işçiliğe mahkum olan, hatta bekaretlerini satmak zorunda kalabilecek olan genç kızlar bu yola sapmadan hayatlarını bir yola sokabilmek için bu yolu daha uygun görüyorlar. Sonuç olarak evlenmiş olmak onlar için bir kurtuluş yolu. Bir de aslında durumları o kadar da kötü gözükmeyen genç kızlar var. Ama genel olarak batılı erkeklerin ideal erkek olduğuna dair yanlış bir önyargı da var gibi gözüküyor bazılarında. Halbuki İngiltere’de yapılan söyleşilerde görüyoruz ki evlendiği kadını eve kapatan, döven, onu her türlü cinsel isteği için kullananlar olduğu gibi, durumu daha iyi olanlar ve kendilerini “mutlu” olarak tanımlayanlar bile en azından bir hizmetçi gibi davranılmaktan kurtulamıyorlar. Her ne kadar konu ilginç olsa da duymadığımız bir konu değil. Bu yüzden daha kapsamlı olarak ele alınmasını umardım. Belgesel adındaki iddia ile bu durumun üzerindeki örtüyü kaldırmaktan çok, sadece içeriye şöyle bir bakış atıyor. Doğrusu filmde araştırmaları yaparken gördüğümüz Laura Barry bu olguya tesadüfen İnternet’te rastlamış da bir kaç röportaj yapmakla yetinmiş gibi bir havası var. Ayrıca kendisi yaptığı röportajlarda da fazlasıyla işin içine girerek filme zarar veriyor kanımca. Kendisini biraz daha geri çekmeliydi. 18:00 – Güne belgesellerle devam ediyordum. Filistinİsrail sorununa yönelik pek çok film ve belgesel izledik şimdiye kadar. Budrus köyünde yaşananları anlatan aynı adlı bu belgesel de bu konuda, ancak yaklaşımı bir miktar farklı. 2003 yılında İsrail bir güvenlik duvarı yapmak için yola çıktığında bunu Filistin topraklarından geçirecek bir plan çizmişti. Bu planda pek çok Filistin yerleşkesinden önemli topraklar da alınmış oluyordu. Budrus köyünde de bu planın gerçekleşmesi durumunda köylülerin geçimlerini sağlamaları için önemli rolü olan birçok ağaç ve mezarlıklarının bir bölümü bu duvar nedeniyle tahrip olacaktı. Bunun üzerine köyde bir direniş hareketinin başladığını görüyoruz filmde. Ancak bu hareketin dikkat çekici yönü, şiddete dayalı bir eylem içermemesi. Köylüler çoğunlukla pasif direniş yapıyorlar. Eylemlerin bir başka dikkat çekici yönü daha var. İlk eylemleri sadece erkekler düzenlese de sonrasında kadınlar da aktif rol üstleniyorlar. Özellikle hareketin lideri Ayed Morar’ın o yıllarda henüz 15 yaşında olan kızının bu direniş içinde neden biz de yer almıyoruz deyişi ile örgütlenen kadınlar hareketin sonuca oluşmasında önemli bir rol oynuyorlar. Kadınların direnişteki rolü, filmin Kadın Filmleri Festivali’nde olmasını daha da anlamlı kılıyor doğrusu. Filistin genelinde de şiddetsiz bir eylem tarzını öneren bu yapım, bir belgesel olarak da başarılı. Konuyu olayın iki yönünden insanlarla konuşarak ele alıyor ve tek taraflı bir bakış açısı sergilemiyor. Ayrıca olayların gerçekleştiği zamanda çekilmiş görüntüleri de yerli yerinde kullanarak hiç bir şeyi de eksik bırakmıyor. Açıkçası ilk başta izlemeyi düşünmediğim ama aldığı ödüller nedeniyle zar zor programıma sıkıştırdığım bir filmdi ama salondan gayet memnun ayrıldım.
24
Sinema
21:00 – Günü Margarethe von Trotta’nın yazıp yönettiği, Barbara Sukowa’nın başrolünü oynadığı Kehanet filmi ile kapatıyordum. Bu iki isim, bir filmden beklentileri yükseltmek için yeterli. Ancak bazen bir filmi yüksek beklentilerle izlemek de çok iyi olmuyor. Bu da o tip filmlerden biri oldu benim için. Önce filmin konusuna bakalım. Film, ortaçağda gerçekten yaşamış Hildegard von Bingen adlı bir rahibenin hayatına odaklanmış. Çocuk yaşta manastıra verilen Hildegard, burada çok başarılı bir öğrenci oluyor ve manastırın yöneticisi olan baş rahibenin favori öğrencilerinden biri haline geliyor. Baş rahibe, zamanla iyice kendini kanıtlayan Hildegard’ın öldükten sonra yerine geçmesini istiyor. Ancak Hildegard’ın dönemi için oldukça yenilikçi görüşleri var. Daha en baştan bunu belli ediyor ve tepeden atamayla bu görevi üstlenmek istemediğini, manastırdaki diğer rahibelerin de bunu onaylaması gerektiğini söylüyor. Söz konusu manastır rahipler ve rahibelerin beraber yaşadıkları bir mekan. Bir süre sonra genç bir rahibenin hamile kalması ve bunun için sadece onun suçlanması sonrasında Hildegard kendi manastırını kurma çabasına girişiyor. Bunu başardıktan sonra da iyice özgürleşerek (tabii ki o yılların sınırları içinde bir özgürleşme) farklı alanlarda eserler ortaya çıkarmaya başlıyor. Çocukluğundan beri gördüğü kehanetleri kitaba dönüştürüyor, bestecilik yapıyor, oyunlar sahneye koyuyor vs. vs. Filmin, festivalin teması olan İktidar başlıklı bölümde gösterilmesi çok anlamlı. Hildegard von Bingen’in yaptıkları elbette erkek iktidarına karşı olarak görülebilecek hareketler ama aynı zamanda kendi manastırını kurması ve sonrasında yaptıkları bir yandan da onun da bir iktidar oluşturmak üzere yaptığı hareketler olarak görülmeli. Bu kadar güçlü bir kadın daha modern bir çağda yaşasaydı onu bir parti lideri olarak görmek şaşırtıcı olmazdı. Hildegard von Bingen karakteri ilgi çekici bir karakter, Barbara Sukowa’nın oyunculuğu hakkında söylenecek bir şey de yok. Peki filmden neden umduğumu bulamadım? Öncelikle filmin ele aldığı konu her ne kadar dönemi için yenilikçi bir kadın olsa da bugünden bakıldığında bağnaz bir bakış açısını yansıtıyor yine de. Ayrıca teolojik konularla fazlasıyla haşır neşir oluyor. Bunun yanında Margarethe von Trotta da son derece düz bir anlatım tarzı belirlemiş kendine. Filmin 2 saatlik süresi bir süre sonra sıkıcı hale gelebiliyor. Yine de başka bir yönetmenden gelseydi başarılı diyebileceğimiz bir film. 8 Mayıs Pazar: 12:30 – Son yıllarda, festivallerde Avrupa’daki mülteci sorunu ile ilgili olarak çok sayıda film izliyoruz. Avrupa’nın en modern ülkelerinin kendilerine mülteci olarak başvuran insanları nasıl koşullarda yaşattıklarını anlatan bu filmlerin çoğu da iyi filmler oluyor doğrusu. İki Ateş Arasında da bu filmlerden biri. Daha önceki filmografisinde belgesel filmler bulunan Agnieszka Lukasiak, bu ilk kurmaca uzun metraj filminde kendi yaşam öyküsünden de esinlenerek bir mülteci öyküsü ile çıkıyor karşımıza. Beyaz
25
Sinema Rusya’da küçük bir kasabada yaşayan Marta, kocasının ölümünden sonra küçük yaştaki kızı ile başta ona çok iyi davranan ama zaman geçtikçe tavrını değiştiren bir adamın yanında kalmaktadır. Günün birinde henüz çocuk yaşlarda olan kızının kadın tüccarlarına satılmak üzere olduğunu anlayan Marta, daha önce İsveç’e iltica etmiş bir tanıdıklarından da aldığı cesaretle İsveç’e doğru yola çıkar. Filmin bu kısmı oldukça hızlı geçiyor aslında. Asıl odak noktası Marta ve kızının İsveç’teki mülteci kampına yerleştikten sonara olanlar. Özellikle buradaki yaşamın ilk günlerinde her şey bir tehdit unsuru olarak algılanıyor. Oda arkadaşları olan ortadoğulu tekinsiz kadın ya da onları sürekli olarak uzaktan izliyor gibi gözüken Cezayirli Ali, ilk bakışta hem Marta’nın hem de seyirci olarak bizim güvenip güvenmemek konusunda kararsız olduğumuz karakterler. Zamanla onların da hikayelerine ortak olup orada bulunma nedenlerini öğrenince onları da daha iyi anlamaya başlıyoruz. Son derece başarılı karakterler ile öyküsünü anlatan film, bir yandan da mülteci sistemine sağlam eleştiriler getiriyor. İltica etmek isteyenlerin nedenlerini yeteri kadar incelemeyen, onları kaderleri ile başbaşa bırakan bir sistem bu. Mülteci kampında çalışanların da onlara devlet tarafından atanan avukatların da tümüyle işimiz bitse de gitsek mantığı ile çalışan memurlar oldukları ve yardım etmeleri gereken kişilerle hiç bir empati kurmadıkları da başarılı bir şekilde yansıtılmış. Sonuçta ülkelerinden her türlü köprüleri atarak gelen bu insanlar, yeni geldikleri ülkede kalabilmek için nice ödünler verebiliyorlar. Lukasiak, ortaya gerçekten etkili bir film çıkarmış. Kimi sahneleri gerçekten de insanın içini acıtıyor. Bu arada özellikle Marta’yı canlandıran Magdalena Poplawska olmak üzere tüm oyunculardan da başarılı performanslar alınmış. Her ne kadar hem yönetmen, hem oyuncular dünya sinemasında tanınan isimler olmasalar da karşımızda festivalin iyi filmlerinden biri var. İlerde de yaptıkları işleri takip etmek gerek. 15:30 – Festivalin bu yılki konuklarından Tahmineh Milani, İran’ın aktif kadın yönetmenlerinden. Geçtiğimiz yıllarda da festivale konuk olan Milani’nin epeyce filmini izlemiştik. Bu yüzden genel olarak sinema anlayışını tanıyoruz. Genellikle güçlü ve kendi kendine yeten kadın karakterleri filmlerinin başrolüne oturtan Milani, filmlerinin çoğunluğunda kadın sorunlarına el atıyor. Açıkçası bunu da altını fazlasıyla çizerek yapıyor. Bu seanstaki İntikam adlı filminde de hapishanede tanışan ve hayatlarında farklı sorunlar yaşayan dört kadının bir çete kurarak erkeklere hadlerini bildirmelerini anlatıyor. Filmde farklı sosyal gruplardan erkekler, söz konusu kadınlar tarafından kandırılıyor ve kendilerini birer birer bir sandalyeye bağlanmış durumda buluyorlar. Sandalyede bağlı durumda otururken de kadınlara dair görüşlerini seslendiriyorlar. Bu erkeklerin her biri belli bir erkek tipini temsil etmek üzere hikayeye konulmuş belli ki. Böyle olunca hikayenin doğallığı da bir miktar bozuluyor. Genel olarak hızlı bir temposu olan film, finale yaklaştıkça iyice hızlanıyor ve bir kaçıp kovalamaca filmine dönüşüyor adeta. İntikam, İran filmlerinde gördüğümüz incelikli yaklaşımı çok fazla sergileyemiyor ve anlatmak istediklerini Milani’nin diğer filmlerinde olduğu gibi oldukça kalın çizgilerle anlatıyor. Ama İran’da kadın haklarına dikkat çekmek için bazen anlatacaklarınızı seyircinin kafasına vura vura anlatmanız gerek belki de. Bu yüzden çok eleştiremiyorum. Yine de daha iyi bir film olabileceği açık. Filmin sonrasında Milani ile bir söyleşi de yapıldı. Kendisi de Amerikan filmlerini, onların kurgu ve tempo anlayışını sevdiğini söyledi zaten. Ayrıca öncelikli amacının seyirciyi salonlara çekmek olduğunu,
26
Sinema böylece anlatmak istediklerini daha geniş bir kitleye anlatabileceğini de vurguladı. Bir seyircinin tüm erkekleri sandalyeye bağlanması gereken yaratıklar olarak mı görüyorsunuz sorusuna ise Türkçe olarak “Yoo, erkekleri çok severim” şeklinde yanıt verdiğini de eklemek lazım. Milani, daha önceki ziyaretinde de çok samimi ve cana yakın bir izlenim vermişti, bu sefer daha da neşeliydi adeta. 18:00 – Dorota Kedzierzawska, Uçan Süpürge sayesinde tanıdığımız bir yönetmen. Festival takipçileri dışında tanınması zaten mümkün değil ama diğer festivallerde de çok öne çıkan bir isim gibi gözükmüyor. Uçan Süpürge’de ise yıllar içinde hemen her filmini izledik. Farklı türlerde, farklı dertlerde filmler olsa da hiç bir filmi hayal kırıklığı yaratmadı doğrusu. Yarın Daha Güzel Olacak da bir istisna değil. Yine gayet başarılı bir film var karşımızda. Bu kez filminde üç küçük çocuğun hikayesini anlatıyor Kedzierzawska. İki kardeş ve onların bir arkadaşlarının Rusya’dan Polonya’ya geçme çabalarına tanıklık ediyoruz. Aslında filmde bu çocukların nereli oldukları ya da nereye gitmeye çalıştıkları hiç bir zaman çok açıkça belirtilmiyor. Çok da önemli değil aslında. Çocukların akıllarında kendilerini daha iyi günlere götüreceğini hayal ettikleri bir amaçları var, bunu gerçekleştirmeye çalışıyorlar ve bunun için bir yolculuğa çıkıyorlar. Film bu amaca ulaşmaya çalışırken çocukların aralarındaki ilişkilere, birbirlerine nasıl destek olduklarına odaklanıyor daha çok. Bunu yaparken de daha önce de çocuk hikayeleri anlatan Kedzierzawska’nın onlardan ne kadar başarılı bir performans aldığını bir kez daha görüyoruz. En küçüğü 6, en büyüğü ise 11 yaşında olan bu üç çocuk ve filmde çok kısa ama etkili bir rolü olan kız çocuğu o kadar başarılı ve doğal oyunculuklar sergilemişler ki herhalde bunun için yönetmeni kutlamak lazım. Yönetmenin daha önceki filmlerinde de sıklıkla gördüğümüz pastel tonlar, bu filmde de hakim. Renk paletinde çoğunlukla turuncu ve tonları kullanılmış. Görüntü yönetmeni Arthur Reinhart, başarılı bir iş çıkarmış. Belki çok büyük bir hikaye anlatmıyor bu film ama anlattığını o kadar başarıyla seyirciye geçiriyor ki ortaya festivalin en iyilerinden biri çıkıyor. 21:00 – Günün son filmi çok boş bir salonda izlediğim Küçük Asker idi. Filmin kahramanı Lotte, belli ki küçüklüğünden beri erkek gibi yetiştirilmiş bir kadın. Büyüdüğünde askere gidiyor ve yurtdışında bir göreve gönderiliyor. Filmin başında Lotte ile tanıştığımızda ülkesine yeni dönmüş ve hayatının bundan sonrasında ne yapacağına karar vermeye çalışırken görüyoruz onu. Çok fazla bir ilişkisinin olmadığı babası ile gittiği bir akşam yemeği sonrası biraz da tesadüflerin etkisiyle babası için şoför olarak çalışmaya başlar. Aslında bu basit bir şoförlük işi değildir. Babası, farklı ülkelerden Danimarka’ya gelen genç kadınlarının pazarlamasını yapmaktadır. Son zamanlardaki gözdesi olan Lily’yi müşterilerine götürüp getirmek, müşterilerden beklenmedik bir hareket gelip başı derde girdiği durumda olaya müdahale edip kızı kurtarmak da yapması gereken işler arasındadır.
27
Sinema Küçük Asker, adıyla Lotte’nin hayatını etkileyen askerlik dönemine vurgu yapıyor ama filmde bu döneme dair hiç bir şey görmüyoruz. Daha çok bu olayın etkilerinin onun kişiliğine sindiğini hissediyoruz. Kimseyi öldürdün mü sorusundan sürekli kaçması, sorunun cevabını açık ediyor aslında ama ne olduğunu tam bilmemek etkisini daha da arttırıyor. Bu arada geç gelişen bir baba-kız ilişkisi ile başta birbirinden nefret eden Lotte ve Lily’nin zamanla yakınlaşmasını da görüyoruz. Tüm bunlar incelikli bir sinema diliyle anlatılmış. Giderek erkekleşen bir kadın rolünde Trine Dyrholm’ın da gayet başarılı olduğunu eklemek gerek. 9 Mayıs Pazartesi: 12:30 – Günün benim için ilk filmi Madalyonun Öteki Yüzü oluyordu. Bir Avusturya filmi olmasına rağmen fena halde bir Amerikan bağımsız filmine benziyor. Zaten orijinal adı olan Inside America’dan da anlaşılabileceği gibi Amerika’nın içine bakış atan bir film. Çekildiği mekan da Texas zaten. Filmimiz Meksikalıların da nüfusun büyük bir kısmını oluşturduğu bir Amerikan kasabasında yaşayan gençlerin hikayelerini anlatıyor. Birbiri ile ilgisiz görünen altı gencin öyküsü zaman zaman kesişiyor. Bu yapısı ile uzaktan uzağa Robert Altman filmlerini hatırlattığı söylenebilir. Ancak o filmlerdeki atmosfer ve hikaye bütünlüğü bu filmde yok. Zaman zaman hikayeleri takip edip bağlantılarını kurmanın da zorlaştığı söylenebilir. Aslında bu film bir yanıyla, Amerikan gençlik filmlerinin bir çeşitlemesi de sayılabilir. Ele aldığı altı genç arasında okulun güzel kızı, okulun haşarı oğlanı ya da içine kapanık genç gibi Amerikan gençlik filmlerinin kalıplaşmış tipleri de var. Ancak burada bu tipleri gerçek dışı bir dünya içinde değil tam da gerçekliğin ortasında, sert bir dünyada konumlandırıyor. Öyle ki işin içine uyuşturucu, alkol ve silah gibi unsurlar da dahil oluyor. Filmin hareketli kamera ile çekilmiş olduğunu da belirtelim. Bu tip, kameranın fazlasıyla hareket ettiği filmlerden rahatsız olanlar için zor bir film olabilir ama genel olarak gerçekçi bir bakış açısını benimsediği için bu tip bir kamera kullanımı filmin lehine işliyor. 15:00 – Paul ve Rosine, İsviçre’nin taşrasında hayatlarını bir çiftlik işleterek geçiren orta yaşlı bir çifttir. Her ne kadar çiftliğin tüm işlerini beraberce yürütseler de Paul, Rosine’ye hayvanlarından biri gibi davranmaktadır. Hatta daha da ötesi, hayvanlarına son derece sevecen davranırken Rosine’nin duygularını hiç önemsemediği de söylenebilir. Hayvan Yürek adlı bu filmde her ne kadar bunu bir kaç sahne ile görsek de bu davranışın en büyük göstergelerinden biri çiftin yaşadığı cinsellikte ortaya çıkıyor. Paul, canı ne zaman istese Rosine ile cinsel ilişkiye girebiliyor. O anda hayvanlara bakıyor ya da çiftliği sürüyor olmaları fark etmiyor. Adeta Paul ne zaman istese Rosine onun isteklerini karşılamak zorunda. Ne zaman ki Paul karısının hamile olduğundan şüphelenmeye başlıyor, o zaman davranışları da değişiyor. Hatta karısının yorulmaması için İspanyol bir işçiyi çiftlik işlerini yapması için tutuyor. Bu noktada
28
Sinema hikayenin Postacı Kapıyı İki Kere Çalar benzeri bir aşk üçgenine döneceği hissediliyor. Ancak film çok da beklendiği yolda gitmeyerek farklı bir yola sapıyor. Yine de bu üç insan arasındaki ilişkilere odaklandığı için bu ve benzeri filmlerle kimi ortaklıkları kurulabilir. Açıkçası toplamda beni çok etkileyen bir film olmadığını hatta zaman zaman sıkıldığımı itiraf etmeliyim. Festivalin çok da iz bırakmadan geçen filmlerinden biri oldu. 18:00 – Yasmina Reza, çoğunlukla tiyatro yazarı olarak tanınan bir isim. Ancak romanları, film senaryoları ile oyunculuk deneyimi de var. Kızlar, Reza’nın kendi oyunundan uyarladığı senaryoya dayanıyor ve onun ilk yönetmenlik denemesi olarak dikkat çekiyor. Reza bu ilk filminde bir aileye odaklıyor kamerasını. Filmin kahramanları kızlarını tek başına büyütmüş bir anne, üç kızı ve annenin erkek arkadaşı. Yıllarca kızlarını büyütmek için çabalamış olan anne, hoşlandığı bir erkek ile artık özgürce yaşayabilmek çabasında. Kızlarından biri dünyaca ünlü bir oyuncu olmuş, diğer ikisi ise evlenip çoluk çocuğa kavuşmuşlar ve bir şekilde hayatlarını devam ettirme çabasındalar. Önemli bir ödül töreni öncesi anne ve iki kızı yıllar sonra bir araya geliyorlar, diğer kız ise onlara katılamıyor. Bu tip buluşmaların anlatıldığı hemen her filmde olduğu gibi yıllardır konuşulmayan hisler ve sırlar ortaya dökülüyor, ilişkiler yıkılıyor ve bazıları belki de eskisinden daha sağlam olarak yeniden kuruluyor. Aslında hikayenin çok beklenmedik bir tarafının olduğunu söylemek zor. Ancak Reza’nın güçlü kalemi sağlam ve doğal karakterler ortaya çıkarmış. Elbette bu karakterlere can veren oyuncular da çok önemli. Anne rolünde Carmen Maura bir kez daha şahane bir performans sunuyor. Film yıldızı kız olarak, Emmanuelle Seigner kesinlikle o havayı taşıyan bir oyuncu zaten. Yeri gelince gerçek hayatında da oyunculuk yapmak zorunda kalan ya da bu şekilde hisseden bir karakteri çok başarılı canlandırıyor. Temelde anne-kız arası ilişkileri irdeleyen ve kardeşlerin sevgi-nefret arasında gidip gelen duygularını inceleyen film çok büyük ve iddialı bir film değil belki ama mütevazı bir film olarak vaad ettiklerini yerine getiriyor ve hem eğlenceli hem duygusal bir film olabiliyor. 21:00 – Günün son filmi Prensesim Karo, 1970'li yıllarda Belçika’dan Hollanda’ya taşınan bir hippi grubu ile tanıştırıyor bizleri. Filmimiz grubun içindeki Karo adındaki bir çocuğu konu alıyor temel olarak. Karo’nun babası Raven bu grubun lideri konumunda, annesi de onlarla beraber seyahat etmekte. Hollanda’da boş bir apartman dairesini işgal eden grup, mülkiyeti reddederek duvarların olmadığı bir ortamda, her şeyi paylaşarak yaşamaya başlıyor. Tabii ki özgür aşk felsefesi de bu yaşantının önemli bir parçası. Ancak paylaşımcı bir felsefeye inansa bile bir kadının sevdiği adamı diğer kadınlarla özgürce paylaşması çok kolay bir durum değil. Bu nedenle zamanla Karo’nun annesi ve babası arasında sorunlar yaşanmaya başlıyor. Bu arada Hollanda hükümeti de benzer davranışlar içinde bulunan hippi gruplarını işgal ettikleri yerlerden çıkartmak üzere eylemlere girişmiş durumdadır.
29
Sinema
Prensesim Karo, bir dönemi bir çocuğun gözünden anlatmaya çalışan filmlerden. Bu tip filmler bazen klişelere saplanıp kalsa da bu kez gayet başarılı bir film var karşımızda. O günlere bir özlem duygusu ile bakarken belli bir yaşam tarzının hem olumlu, hem de olumsuz yanlarına bir bakış atıyor. Filmi izlerken o günleri bilen birilerinin işin içinde olduğunu hissediyorsunuz. Zaten yönetmen filmin otobiyografik özellikleri olduğunu da belirtmiş. Kendi açımdan rahatça izlenen keyifli bir film olarak buldum. Seyirciyi zorlayacak bir anlatım şekli yok filmin. Ancak seyircilerin bir kısmının film sırasında salonu terk ettiğini gördük. Çünkü filmde çıplaklık düzeyi epey yüksek. Ancak anlattığı dönem itibariyle bu şekilde olması filmi daha doğal kılmış. Özellikle döneme ilgi duyanların keyif alabileceği bir film. 10 Mayıs Salı: 12:30 – Pudana: Soyun Sonu adlı film, yıllardır Rusya’da Sibirya’nın kuzeybatısında yaşayan Nenet halkının içinden bir hikaye. Yaklaşık 40.000 civarında nüfusu olan Nenet halkı halen geleneklerine bağlı olarak yaşamak için çaba sarfediyor. Filmin yönetmenlerinden Anastasia Lapsui de bu topraklarda dünyaya gelmiş bir isim. Filmde Sovyetler Birliği döneminde yaşadığı yerden alınıp bir Rus okuluna gönderilen Nenet kızı Neko’nun hikayesi anlatılıyor. Yaşadığı topraklardan ve ailesinden ayrılmaya tepki gösteren Neko, okula uyum sağlayamaz ve çözümü okuldan kaçıp evine geri dönmekte bulur. Ama bunu başarmak o kadar da kolay olmayacaktır. Filmde bu hikayeyi izlerken bir yandan da günümüzdeki Neko’nun durumunu izleriz. Artık Nadja adını almış olan Neko, ailesinin tek üyesi olarak kalmış ve geleneklerini sürdürememiştir. Görüldüğü gibi film, egemen toplumun azınlıklar üzerine yaptığı baskı ve onları kendilerinden biri yapıp geçmişlerini unutturma çabalarını anlatan bir başka film. Bir kez daha dünyanın farklı yerlerinde benzer şeylerin yaşandığını görüyoruz. Filmin anlatım yapısı belgesel ve kurmaca arasında gidip geliyor. Çoğunlukla belgesel çeken iki yönetmenin elinden çıkan bir yapım için bu durum çok şaşırtıcı değil ama zaman zaman belgeselmiş gibi yapmaktansa tümüyle kurmaca ya da tümüyle belgesel olması daha iyi bir sonuç verebilirmiş. Kendi adıma favori filmlerimden biri olmadığını söyleyebilirim ancak sevenlerinin çok olduğunu, festival müdavimlerinden bir kısmının bu filmi festivalin en iyi üç filmi arasında saydıklarını da belirtmeden geçmeyelim. Demek ki bir şans vermek gereken bir film. 14:00 – Bu günün bir kısmını yine belgesellere ayırmıştım. Bu serinin ilk belgeseli olan İçimizdeki Ay, kadınların her ay yaşadıkları regl dönemi üzerine bir belgeseldi. Belli yaşlar arasında her kadın bu durumu yaşasa da uzun yıllar boyunca konuşulması sakıncalı, utanılması gereken, kadını kirli yapan bir durum olarak algılanmış. Halen de pek çok yerde durumun bu olduğunu söylemek mümkün. Bu filmde de yönetmen Diana
30
Sinema Fabianova, kendi deneyimlerinden de yola çıkarak regl dönemi üzerine bir araştırmaya girişiyor. Televizyon için çekilmiş bu belgesel zaman zaman eğlenceli, zaman zaman düşündürücü bir hal alıyor. Hoş animasyonlar ile de desteklenmiş filmin en ilginç bölümleri regl olmanın doğal bir durum olmadığını savunan ve engellenmesi gerektiğini düşünen bir doktorla yapılan söyleşi ve 11 yaşında, henüz âdet görmemiş bir kızın âdet gördüğü güne kadar kendi video günlüğünü tutması idi. Bir erkek olarak çok fazla anlayamayacağımız bir durumu gayet açıklıkla ele alan bir belgesel izlemek güzel bir deneyimdi. Festivalin izlediğime memnun olduğum filmlerinden biri oldu. 16:00 – Festivallerde çok fazla içinde olmadığımız hayatlarla ilgili konulu filmler ya da belgeseller izlemek ilginç bir deneyim oluyor. Bir önceki belgeselde bir erkek olarak kadınların regl dönemine ait bilgiler edinmişken bu kez de özellikle transseksüel bireyler ile ilgilenen bir belgesel izlemek gerçekten zihin açıcı idi. 54 dakikalık Başkaldıranlar filmi, İspanya’da yaşayan bir grup trans birey ile yapılan söyleşiler ve onların kimi eylemlerine odaklanıyordu. Geleneksel toplumun onlara gösterdiği tepkiler zaten bilinen bir konu. İlginç olan LGBT (lezbiyen, gey, biseksüel, transseksüel) topluluğun da zaman zaman sadece kendi kalıpları içinde düşünen ve bu kalıpların dışına çıkamayan bir topluluk olduğunun da konu edilmesiydi. Belgesel içinde pek çok fikri barındıran yoğun bir yapımdı ve bu nedenle kısa süresine rağmen yorucu olabiliyordu. Ayrıca İspanya’nın gerçekleri bizim gerçeklerimizden çok farklı olabilirdi doğal olarak. Bu nedenle benim için filmden daha ilgi çekici olan, gösterim sonrası Kaos GL ve Pembe Hayat Derneği’nin katıldığı panel idi. Onlar da belgeselde tartışılan konuların kendi aralarında da sık sık tartıştıkları konular olduklarını belirttiler. Türkiye’de zaten genel ahlak anlayışının bu bireyleri ne konumda gördüğünü az çok biliyoruz. Ancak benzer şekilde onlar da lezbiyen, gey ya da trans birey olmanın da zamanla tıpkı kadın ya da erkek olmak gibi öğretilen bir kimlik olduğunu vurguladılar. Bu öğretilen kimliğe karşı gelindiğinde ise kendi topluluklarının içinde de tepki görebildiklerini söylediler. Ya da genel olarak trans bireylerin sorunlarının nihai çözüm noktasının ameliyat olarak gösterildiğini halbuki bazı insanların ameliyat olmadan da bedenleri ile barışık yaşayabileceklerini belirttiler. Sonuçta geldikleri noktanın kimliklere bağlı kalmamak olduğu, bir insan kendini nasıl mutlu hissediyorsa o şekilde yaşaması gerektiği konusu vurgulandı. Bu arada her kadar gösterime katılan seyirci topluluğu açık fikirli bir topluluk olsa da bazı kodların ne kadar içimize işlediği bir kez daha ortaya çıktı. LGBT topluluklarına hak veren, onları destekleyen cümleler kuranlar bile farkında olmadan siz ve biz ayrımı yaptılar. Gerçekten de bazı kalıplaşmış önyargılardan kurtulmak bazen çok zor olabiliyor. 18:00 – İnsanın yaşamadan bilemeyeceği başka bir duygu da hapiste olma hissi olmalı. Türkiye’den gelen Bir Adım Ötesi adlı belgesel de bu durum üzerine kurulu. Belgeselde belli bir dönem aynı hapishanede kalmış üç kadının hikayesine odaklanılmış. Bu kadınların ikisi artık yıkık dökük bir bina halinde olan hapishanelerini ziyaret ederken diğeri ise o yeri bir kez daha görmek istemediği için filme sadece kendisi ile yapılan söyleşi ile dahil oluyor.
31
Sinema Filmde özgürlüğünüzün kısıtlandığı bir dönemde hayata tutunmak için neler yapılabileceğini, içerde ayrı bir dünya yaratılıp çok sağlam arkadaşlıklar kurulabileceğini görüyoruz. Ayrıca film hapishanede geçen dönemin dışında hapisten çıkıldığında neler yaşandığı konusuna da önemli bir zaman ayırıyor. Hayatının 10 yılını hapishanede geçiren 30'lu yaşlarda bir insanın dışarı çıkınca neler hissedebileceği üzerinde düşünülmesi gereken bir konu. Nitekim ilk bakışta çok mutlu olunması gerekiyormuş gibi gelen bu durumun zaman zaman ciddi bir depresyona yol açtığını da görüyoruz filmde. İnsan ne kadar zor da olsa, yaşadığı duruma alışıyor, alışmak zorunda kalıyor. Filmde hikayeleri aktarılan üç kadın tüm dürüstlükleriyle yaşadıklarını anlatmışlar. 44 dakikalık bu belgesel asıl gücünü de buradan alıyor zaten. Kadınların bu kadar dürüst olmasının en önemli sebeplerinden biri muhtemelen yönetmen Tülin Dağ’ın da bu üç kadından biri olması. Film sırasında bunun farkına varmamıştım ama hapisten çıktıktan sonra Sinema ve Televizyon bölümünde lisans eğitimi alan Dağ, bu ilk filminde kendi hikayesini anlatmış. Aslında ilk yola çıktığında niyeti 10 kadının hikayesini anlatmakmış ama yaşanan bazı zorluklar bu sayının üçte kalmasına neden olmuş. Farklı hikayelerle daha ilginç bir film olabileceği belli ama yine de ortalamanın üzerinde bir belgesel olduğunu söylenebilir. 19:00 – Belgesel serisini tamamladıktan sonra tekrar konulu filmlere geri dönüyordum. En baştan şunu söyleyelim. Elde Var Jambon festivalin en eğlenceli filmiydi. Film Fransa’da eğlencelik televizyon haberleri yapan kadın bir muhabirle bir doktorun aşk öyküsünü romantik komedi kalıpları çerçevesinde anlatıyor. Ancak asıl vurgu noktası, kadının Fransız ve Hıristiyan kimliğe, erkeğin ise Arap ve Müslüman bir kimliğe sahip olması. Kültürel farklarına karşın birbirlerine hızlı bir çekim ile tutulan bu ikili tutkulu bir aşk yaşamaya başlıyorlar, ancak kaçınılmaz olarak aileleri de işin içine girince işler karışmaya başlıyor. Bir süre sonra ise aslında kendi çatışmalarını da yaşamaya başlıyorlar. Yönetmen ve senaryo yazarı Anne Depétrini, eğlenceli karakterler yaratmış ve onların arasındaki çatışmaları da başarılı bir şekilde vermiş. Bu arada din farklılıklarını ele alırken elini de korkak alıştırmamış, her iki dinin de “kutsal” sayılan değerleri ile inceden dalga geçmeyi de ihmal etmemiş. Filmin en büyük zaafı ise finalinde ortaya çıkıyor. Hemen hemen bütün romantik komediler bir şekilde mutlu son ile noktalandığı için bu filmin de finalinin bu şekilde kurulduğunu söylemek çok şeyi açık etmez sanırım. Ancak her ne kadar film hafif bir peri masalı atmosferinde geçse de mutlu sonu sağlamak için çiftin yaşadığı bazı sorunlar tümüyle görmezden gelinmiş. Böyle olunca da final iyice gerçeklikten uzak bir hal almış. Yine de keyifle izlenebilecek bir film. 21:00 – Irak’da geçen Nilüfer filminde, henüz 12 yaşında olan Nilüfer’in babası onu zengin bir tüccara yeni karısı olması için satıyor. Ancak kız henüz çok küçük olduğu için kadın olduğu zamanı beklemek üzere anlaşıyorlar. Yani ilk âdet göreceği zamanı. Nilüfer’in annesi ise onu kendisine yardım etmek üzere yetiştirmek
32
Sinema isterken onun tek derdi eğitim almak. Köyde kendisine eğitim verecek bir kadın bulunca bu fırsatı değerlendiren Nilüfer, kendisi hakkında yapılan anlaşmayı öğrenince âdet gördüğünü uzunca bir süre gizlemeyi başarıyor. Ama kaçınılmaz olarak bunu sonsuza dek saklayamayınca çareyi kaçmakta buluyor. Biliyoruz ki, bu tip hikayeler ne yazık ki pek çok yerde sıkça yaşanıyor. Bu konuyu temel alan pek çok film izledik ama halen yaşanan bir gerçeklik olduğuna göre elbette filmlere konu edilmeye de devam edilmeli. Ancak bu konu anlatılırken işin içine bir yenilik katılmazsa yıllar içinde izlenen filmlerden de bir farkı kalmıyor doğrusu. Nilüfer de pek bir yenilik barındırmayan böyle bir filmdi açıkçası. Önemli konusuna rağmen festivalin en vasat filmlerinden biri olduğunu söylemek yanlış olmaz. 11 Mayıs Çarşamba: 12:30 – 1940 yılında Sovyetler Birliği, Polonya’dan pek çok kadını ülkelerinden ayırarak Kazakistan’a sürmüştü. Bozkırın da Ötesi filmi de bu kadınlardan biri olan Nina’nın hikayesi. Kocası ve kardeşleri savaşa giden Nina, küçücük bebeği ile Kazakistan’a gitmek zorunda kalıyor. Tek başına bile oradaki ağır işlere ve doğa koşullarına dayanmak zorken bir de bebek olunca iş iyice zorlaşıyor. Üstelik Rus askerleri de güçten kuvvetten düşünlere hiç acımıyor, onları adeta ölüme terk ediyorlar. Bu yüzden Nina her anne gibi önce bebeğini düşünse de, ona bakabilmek için kendi de ayakta kalabilmek zorunda. Bir şekilde hayatını devam ettirmeye çalışan Nina günün birinde oğlunun hastalanması üzerine ona ilaç bulmak üzere çabalamaya başlıyor. Belli ki bulundukları yerde ona yardımcı olacak bir ilaç yok. O da önce şehre gitmek için izin alma, sonra da o uzun yola çıkıp şehirdeki doktoru ilaç vermesi için ikna etme çabasına giriyor. Bu sırada yolda kendisine eşlik eden Kazak aile ile de birbirlerinin dillerini anlamasalar da bir dostluk kuruluyor. Zaman zaman can acıtıcı bir hal alsa da duygu sömürüsüne kaymayan Bozkırın da Ötesi başarılı bir film. Başroldeki Agnieszka Grochowska’nın performansının filmi sürüklediği söylenebilir. Yönetmen Vanja d’Alcantara, bu ilk uzun metrajlı filminde gayet soğukkanlı bir yaklaşımla başarılı bir yönetmenlik göstermiş. 15:30 – Havanalı Eva filmi adından da anlaşıldığı gibi, Küba’nın başkenti olan Havana’da yaşamakta olan Eva adlı genç bir kadını konu alıyor. Bir tekstil fabrikasında (atölye de denebilir aslında) çalışmakta olan Eva’nın bir gün kendi tasarımlarını da yapabilmek gibi bir hayali vardır. Bir yandan da uzun zamandır beraber olduğu erkek arkadaşı Angel ile evlilik planları yapmaktadır. Angel beraber yaşayacakları bir daire inşa etme çabasındadır. Bu daire bittiği zaman Eva ve Angel evleneceklerdir. Ancak Angel bir miktar tembel olduğundan bir türlü bu işi bitirememekte, evliliğe de
33
Sinema sıra gelmemektedir. Tam da bu dönemde kente gelen yakışıklı fotoğrafçı Jorge ile tanışan Eva yavaş yavaş ona tutulmaya başlar. Ancak zamanla Jorge’nin Havana’ya gelişinin nedeninin fotoğraf çekmekten fazlası olduğu ortaya çıkar ve iki erkek arasında kalan Eva bir karar vermek zorunda kalır. Havanalı Eva romantik komedi kalıplarını kullanan bir başka film. Belli bir noktasından sonra ilginç bir biçimde doğaüstü olaylara da yer veriyor. Sadece bu iki boyutuyla bakıldığında karşımızda son derece eğlenceli, güzel ve yakışıklı oyuncuların arzı endam ettiği, sonuyla da seyirciyi hem şaşırtan hem de takdirini kazanan bir film var. Ancak biraz görünenin altına baktığımızda filmin savunduğu görüşün epey tartışmalı olduğunu görüyoruz. Yakışıklı ve zengin fotoğrafçı Jorge’nin kapitalizmi temsil ettiği açık. Havana’nın sokaklarından çıkan tembel Jorge ise belli ki komünizmin temsilcisi. Filmin sonunda gelinen noktada her ne kadar kapitalizm ve komünizm belli bir ortak noktada buluşabilirler gibi bir mesaja bağlansa da filmin kapitalizme daha olumlu, komünizme daha olumsuz anlamlar yüklediği görülebiliyor. Bu şekilde bakıldığında üzerinde konuşmak gereken bir film var karşımızda. Eva’yı canlandıran güzel oyuncu Prakriti Maduro, festivalin konuklarından biri olunca bu konuları tartışmak için de güzel bir fırsat çıktı önümüze. Ancak gördük ki seyircinin büyük bir kısmı bu alt metni hiç dikkate almamış ve filmin sonundaki seçimin ne kadar güzel olduğundan dem vurmakta. Ancak söyleşi ilerledikçe filmin alt metnine değinen sorular da gelmeye başladı. Aslında bu tip soruları filmin oyuncusuna sormak çok da anlamlı değil. Keşke yönetmen ve senaryo yazarlarından biri olan Fina Torres de konuk olsaymış da ona da aynı sorular gelseymiş. Maduro, filmde çalışma koşulları ya da Havana’nın durumu gibi konuların gerçeği yansıttığını ve Küba hükümetinin kendilerini eleştiren bu filme destek verdiklerini söylemekle yetindi ve o da filmin politik mesajlarına pek fazla girmemeyi tercih etti. Seyircilerden Küba ve Venezüella ile ilgili gelen soruları da bilgisi dahilinde cevaplamaya çalıştı. Çok doyurucu olmasa da eğlenceli bir söyleşiydi. Tıpkı film gibi. 19:00 – Márta Mészáros, 1954 yılından beri hızlı bir tempo ile film çeken Macaristan’ın önemli yönetmenlerinden biri. Son 10 yıl içinde bu tempo biraz yavaşlamış olsa da 2009 tarihli Son Anna Raporu, yönetmenin hala formda olduğunun bir göstergesiydi. Filme adını veren Anna, Macaristan’ın önemli politikacılarından Anna Kéthly. Aslında epey uzun bir zaman diliminde yaşanmış olaylara yer veren bu film temel olarak Kéthly’nin 1970'lerde zorunlu olarak Belçika’da sürgünde bulunduğu bir döneme odaklanıyor. Bu dönemde Macaristan hükümeti onun faaliyetlerinden haberdar olmak için bir yol aramaktadır. Sonunda çareyi onun eski sevgilisinin yeğeni Péter’ı bir bahane ile Macaristan’a göndermekte ve onu Anna’nın güvenini kazanıp yaptıklarını raporlamakla görevlendirmekte bulurlar. Aslında Péter bunu yapmaya çok gönüllü değildir ama biraz da buna mecbur kalır. Ancak Anna’yı tanıdıkça fikirleri de değişmeye başlar. Mészáros’un filmi konuyu bir kaç açıdan ele alarak sıradan bir biyografi filmi olmaktan uzaklaşıyor. Zaten Anna Kéthly’nin ateşli bir politikacı olduğu dönemde neler yaptığını sadece bir kaç flashback sahnesinde görüyoruz. Ancak yaşlılık dönemindeki tavırlarından bile ne kadar güçlü bir kişilik olduğu ve liderlik yeteneği görülüyor. Ama bir yandan onun özel hayatına da tanıklık ediyoruz. Yıllar yılı birbirini görmemiş, dinlenme korkusu ile telefonda bile konuşamamış iki insanın yaşları ne olursa olsun devam
34
Sinema eden aşkları filmin bazı anlarını sağlam bir aşk filmine de dönüştürüyor. Dönemin İsrail başbakanı Golda Meir ile iki kadın olarak muhabbet ettikleri sahne de filmin başarılı anlarından biri. Ayrıca Péter’ın hikayesine de önemli bir yer ayırarak dönemin herkesin birbirini takip ettiği tekinsiz atmosferini de filmin önemli parçalarından biri yapıyor. Bazı ayrıntıları yakalamak için Macaristan’ın yakın dönem tarihini de bir miktar biliyor olmanın gerekliliğinin filmin izleyici kitlesini bir miktar sınırladığı söylenebilir. Ama yine de izlemeye değer bir yapım. 21:00 – Festivalin en merakla beklediğim filmlerinden biri Yağmuru Bile idi. Film, 2000 yılında Bolivya’da halkın su kaynaklarının özelleştirilmesine karşı yaptıkları eylemlere götürüyor bizleri. Biliyoruz ki bu eylemler, Morales’in iktidara gelmesinin ilk adımları oldu. Film halkın bu dönemdeki tepkilerini anlatırken, bu hikayeyi başka bir hikayenin içinde eritiyor aslında. Filmin ana hikayesi bir film çekmek üzere Bolivya’ya gelen İspanyol bir film ekibi üzerinden yürüyor. Bu ekip Kristof Kolomb ve Amerika’nın keşfi üzerine bir film yapma çabasında. Filmde Amerikan yerlilerini canlandırmak üzere ucuz işgücü olarak Bolivyalı halk arasında bir seçme yaparken kızı ile seçmelere katılan bir adam yönetmenin dikkatini çekiyor ve filmdeki önemli rollerden birini ona vermeyi düşünüyor. Yönetmenin adamda bir ışık sezmesi boşa değil. Zamanla ortaya çıkıyor ki o özelleştirmeye karşı yapılan eylemlerin önderlerinden biri. Filmin önemli özelliklerinden biri, bir yandan eylemleri gösterirken diğer yandan da uzun yıllar önce Amerikan yerlilerinin yaşadıkları ile bağlantı kurması ve sömürgecilik anlayışının şekil değiştirerek de olsa aynı kaldığını vurgulaması. Bu nedenle film içinde çekilen filmin her sahnesi ile su eylemleri arasında bağlantı kurmak mümkün. Bu bağlantıyı incelikli bir şekilde kuran senaryo Paul Laverty’ye ait. Bu ismi nereden hatırlıyoruz diyenlere Laverty’nin Ken Loach’ın uzun yıllardır değişmez senaristi olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim Yağmuru Bile, değindiği konular ile çok rahatlıkla Ken Loach filmi olabilecek bir yapım. Senaryoyu överken yönetmenin başarısını da es geçmeyelim elbette. Gözlerimi de Al filmi ile tanıyıp sevdiğimiz Icíar Bollaín yine çok başarılı bir yönetmenlik sergiliyor. O filmde de beraber çalıştığı İspanyol sinemasının en başarılı aktörlerinden Luis Tosar filmin yapımcısı rolünde her zamanki gibi yine iyi. Yönetmen rolünde Gael García Bernal standart bir oyunculuk çıkarırken biraz da gişe için seçildiği izlenimini veriyor. Ancak filmin esas yıldızı eylemci Daniel rolünde Juan Carlos Aduviri. Filmin başında yönetmenin dikkatini çekmesi ile bizim dikkatini de üzerinde toplayan Aduviri film boyunca da etkisini sürdürüyor. Daha ilk filminde böyle bir performansa imza atmak kolay değil. Bakalım devamında neler gelecek. Adını o dönem Bolivya’da yağmur sularının biriktirilip kullanılmasının bile yasaklamasından alan film ele aldığı konunun yanında sinemasal değeri ile de öne çıkan bir film. 15 Temmuz 2011'de ülkemizde ticari gösterime girmesi planlanan bu filmi kaçırmamak gerek. 12 Mayıs Perşembe: 15:00 – Festivalin son gününe Bir Zamanlar filmi ile başlıyordum. İkinci Dünya Savaşı sırasında Macar yahudilerinden oluşan bir grup kaçınılmaz kaderlerine doğru yol alırken aralarından bir kısmı yolda çıkan bir karışıklık sonrasında bir Avusturya köyünde mahsur kalırlar. Köy sakinleri bu yabancıları
35
Sinema ilk başta nefretle karşılarlar. Sanatın insanlar üzerindeki gücünü hisseden bir opera sanatçısı, köyde bir opereti sergilemek üzere çalışmaya başlar ve bu konuda tutsak arkadaşlarından yardım alır. Bu operetin çalışmaları sırasında hem tutsaklar hem de köy halkı arasında farklı ilişkiler şekillenmeye başlar. Bir Zamanlar, İkinci Dünya Savaşı ile ilgili izlediğimiz yüzlerce filmden bir yenisi. Açıkçası ufak tefek bazı farklılıklar ve finaldeki beklenmeyen hareket dışında çok da fazla bir yenilik vaad etmiyor. İzlemek bir kayıp olmayacaktır ama bu yazıyı yazarken bile filmin hafızamda bıraktığı izin ne kadar az olduğunu fark ediyorum. 18:00 – Festival programı için seçtiğim son film, Noel yemeğinde bir araya gelen kalabalık bir aileyi anlatan Son Bir Hamle idi. Anne, baba, üç çocukları, damatlar, gelinler ve torunlar. Belli ki uzun yıllardır ritüel olarak bunu tekrarlamaktalar. Ancak bir süredir baba parkinson hastasıdır ve artık belli ki son günlerini yaşamaktadır. Konuşmakta, yemek yemekte, üzerini değişmekte zorlanmakta, yapmak istediği hareketleri gerçekleştirmesi mümkün olmamaktadır. Masadan kalkmaya çalışırken düşmek ya da bir köşede uyuyup kalmak artık olağan durumlar haline gelmiştir onun için. Hastalığı daha da ilerlemesin diye hoşlandığı bazı yemekleri yemesi de yasaklanmıştır. Torunlarından biri dedesinin artık ölmesinin onun için daha iyi olacağını, aslında onun da bunu istediğini düşünür ve babasına da bu fikrini açar. Babası da bu duruma hak verince bunun yollarını aramaya başlarlar. Son Bir Hamle, ele aldığı konu duygu sömürüsüne çok açık bir konu olmasına rağmen bu yöne kaymayarak doğru bir seçim yapıyor. Jacques Godin de parkinson hastası bir insanı başarılı bir şekilde canlandırıyor. Fiziksel özellikler bir yana, hastanın bir zamanlar çok kolaylıkla yaptığı günlük işleri artık yapamamasının ve bunlar için yardım almak zorunda olmasının verdiği psikolojik çöküş çok başarılı olarak yansıtılmış. Ayrıca kadın-erkek ya da baba-oğul ilişkilerini irdelerken babanın otoritesini de sorgulayan alt metni de başarılı filmin. Ancak kişisel olarak parkinson hastası baba figürü, yıllar yılı iç içe yaşadığım bir figür olduğu için objektif olarak değerlendirmemin ya da analiz yapmamın pek de mümkün olmadığı bir film oldu benim için. Bambaşka duygular içinde izledim filmi. Benzer deneyimler yaşamış insanların izlemesinin bir miktar zor olduğu söylenebilir. 20:00 – Festivalin kapanış töreni yine Kızılırmak Sineması’nda yapılınca kalmaya karar verdim. Kapanış töreninde yıl içinde gösterime giren filmlerde oynayan genç bir kadın oyuncuya verilen Genç Cadı ödülü Çoğunluk filminden Esme Madra’ya giderken festivalin Her Bir Ayrı Renk bölümünde yer alan filmler arasından seçilen bir filme verilen Fipresci ödülü ise Belma Baş’ın Zefir filmine gitti. Festival tarihinde ilk kez bu ödül bir Türk filmine gidiyor. Kapanış töreni sonrası bu filmin gösterimi vardı. Programıma uyduramadığım için yarışma filmleri arasında izleyemediğim tek film Zefir’di. Bu nedenle ödülün bu filme verilmesi hoş oldu
36
Sinema benim için. Peşin peşin şunu söylemeli. Kesinlikle hak edilmiş bir ödül. Zefir değil de şu film ödül alabilirdi diyebileceğiniz bir ya da iki film vardı zaten. Belma Baş’ın 2006 tarihli kısa filmi Poyraz da pek çok övgüler ve ödüller almıştı. Hemen hemen aynı kadro ile çektiği Zefir için bu filmin devamı denebilir. O filmde isimsiz bir kız çocuğunu canlandıran Şeyma Uzunlar, burada filme adını veren karakter. Hemen hemen tüm sahnelerde görünen Uzunlar, bu yaşında bile ne kadar iyi bir oyuncu kumaşı olduğunu gösteriyor. Henüz sadece bu iki filmde oynayan Uzunlar oyunculuk kariyerine devam etmeye karar verirse Türk sineması çok iyi bir oyuncu kazanabilir. Filmin diğer oyuncularından büyük bir kısmı Baş’ın kendi ailesinden oluşuyor. Onlar da üstlerine düşeni yerine getiriyorlar. Anne rolündeki Vahide Gördüm ise zaten iyi bir oyuncu olduğunu bildiğimiz bir isim. Burada da bizi şaşırtmıyor. Filmin konusuna gelince aslında öyle uzun uzun anlatılacak bir konusu yok. Yaz tatilini Doğu Karadeniz’de bir yayla evinde dedesi ve anneannesi ile beraber yaşayarak geçiren Zefir, büyük bir hasretle annesini beklemektedir. Bu arada yöreden çocuklarla oynamakta, doğa ile iç içe bir yaz geçirmektedir. Nihayet annesi geldiğinde ise aslında onu tamamen bırakacağını söylemeye gelmiştir. Ancak Zefir’in bunu kabul etmesi pek de kolay olmayacaktır. Belma Baş tüm bu hikayeyi muhteşem doğa görüntüleri ile süsleyerek anlatıyor. Ayrıca, filmde bir kaç defa tekrarlanan temalar ve diyaloglar da var ki bunlar en başta çok anlamlı durmasa da filmin finalinde gerçekleşen olay ile bir anlam kazanıyor. Filmin gösterimi sırasında söz konusu olay olduğunda salonda bir hayret nidası koptu ve filmin sürpriz bir sonla bittiği yorumları yapıldı ama filmi zihninizde geri sardığınızda Baş’ın incelikli senaryosu ile adım adım bu finale doğru ilerlediğini görüyoruz. Neredeyse her sahne finale giden yola katkıda bulunuyor. Hatta filme yapımcı olarak destek veren ve sadece sesi duyulan Cem Yılmaz’ın söyledikleri bile başta bir yama gibi dursa da filmin ana teması ile çok ilintili aslında. Film hakkında yapabileceğim iki ufak eleştiri var. Biri o muhteşem görüntülerle ilgili. Az sayıda da olsa bazıları sadece tabloyu andıran güzel görüntüler olsun diye çekilmiş gibiydi. Bu anlamda Nuri Bilge Ceylan’ın ilk filmlerinde fotoğrafçı köklerinden kopamamış olmasını hatırlattı bana. Bir de Niyazi Koyuncu’nun ormanlık alanda şarkı söylediği sahne. Sanki abisine bir selam gönderme havası taşıyordu. Esasen şarkının sözleri filmin temasına uzak değildi ama olmasa da olur dediğim bir sahne oldu. Bu iki nokta dışında ağır temposuna rağmen tıkır tıkır işleyen çok başarılı bir film Zefir. Senenin en iyi Türk filmleri arasında rahatlıkla yer alabilir. Ne yazık ki bu yazı yazıldığı tarih itibariyle yaklaşık bir aydır vizyonda olmasına rağmen 2.500 seyirciye bile ulaşamamış durumda. Umarım DVD piyasasında ya da ileride Belma Baş çok daha önemli ödüller kazandığında keşfedilir. Bir festival sezonu da böyle geçip gidiyordu işte. Artık yeni bir festival için sonbaharı beklememiz lazım. O zamana kadar vizyon filmleri ve ev sineması ile idare edeceğiz artık. Not: Festival koordinatörü Özlem Kınal’a özel bir teşekkür de iletmeden geçmemeliyim. Hasan Nadir Derin http://sinemamanyaklari.com/
37
Öykü
Spatyoma Geçiş
Siz hiç eşinizi kaybettiniz mi? Ben kaybettim. Hem de otuz yıllık uzun bir evliliğin ardından. İlk anlarda etrafınızda o kadar büyük bir telaş ve koşuşturma oluyor ki, olayı algılayamıyorsunuz. Eşinizin cansız bedenine bakarken öldüğünü, bir daha onu asla göremeyeceğinize inanmıyorsunuz. Bir oyun gibi geliyor tüm yaşananlar ve farkında olmadan o oyunun içine dâhil oluyorsunuz. Tüm o koşuşturmalar bittiğinde, bir sabah vücudunuzun yarısını yitirmiş halde yatakta yapayalnız uyanıp, “Neden?” diye haykırıyorsunuz, “neden benim başıma geldi?” Aklınıza gelen her düşüncede ondan bir anı anımsıyorsunuz. Zaten o kadar uzun süre beraber yaşayınca doğduğunuzdan beri hep birlikteymişsiniz gibi hissediyor insan. Aslında bu sona hazırlıklı olmam gerekirdi. Öyle birdenbire değil, uzun süren bir hastalığın ardından yitirmiştim eşimi; ama bunu kabullenmek inanın çok zor. Eşimi hastaneye yatırdığım gün aşırı bir iyimserlik içindeydim. İyileşip eve döneceğinden neredeyse emindim. Neden böyle düşünüyordum; inanın bilmiyorum. Otuz yıl boyunca önümüze çıkan tüm engelleri hep yenmiştik, kim bilir belki de buna güveniyordum. Koca okyanusları geçmiştik, ufak bir su birikintisinde mi boğulacaktık? Alt tarafı biraz hastalanmıştı, hepsi o kadar… Doktorların, “Bir hayli geç kalmışsınız, durum ümitsiz gözüküyor.” demelerini de işte bu yüzden pek önemsemedim. Onlar eşimi doğru dürüst tanımıyorlardı ki, her gün gördükleri sıradan bir hasta sanmışlardı. Ne kadar inatçı olduğunu, aklına koyduğunu ne pahasına olursa olsun yerine getirdiğini bilselerdi, hiç böyle konuşurlar mıydı? Üstelik bana verdiği sözden de haberleri yoktu. Evliliğimizin ilk yıllarında Esra’ya, “Önce ben gideceğim sonra sen, bunu sakın unutma,” demiştim. Bu sözlerimi duyunca gözlerindeki ışık birden sönmüştü. Başını omzuma dayamış ve “Sensizliğe asla
38
Öykü
dayanamam,” diye mırıldanmıştı. Bunun üzerine birbirimizi hiç yalnız bırakmamaya karar vermiştik. Verdiği sözü hep tutardı; bu sefer de tutacaktı. Birbirimizden ayrı kaldığımız zamanlarda oldu. Bazen ben iş seyahatine çıktım, bazen de eşim. İnanmayacaksınız; ama o kısacık anlar bile bize dayanılmaz gelirdi. Kavuşacağımız zamanı sabırsızlıkla beklerdik. Arada çılgınlıklar bile yapardık; akşam uçağıyla gidip sabah uçağıyla geri dönmek gibi. İşte sırf bu yüzden beni bir başıma bırakıp gideceğine hiç inanmadım. Hastanede olmamız, tatilde otelde konaklamamız gibi bir şeydi. Kısa bir süreliğine buraya gelmiştik ve yeniden evimize dönecektik. Aradaki tek fark, eşimin halsiz olmasıydı. Bunu da pek önemsemiyordum. Mademki her karanlık gecenin sonunda güneş doğuyordu, o zaman Esra’m da eninde sonunda iyileşecekti. Görmezlikten gelsem de giderek zayıflıyordu. O parlak cildi, buruşuk bir deri parçası haline gelmişti. Kemikleri dışarıya çıkmak istercesine zayıf bedenini zorlayıp duruyordu. Eskiden; konudan konuya atlayarak ağustos böceği misali devamlı konuşan eşim, artık kurduğu cümleyi bile bitirmekte zorlanıyordu. Ama yüzündeki gülümseme hiç eksik olmamıştı. Benimle konuştuğu sayılı dakikalarda hep gülümsüyordu, belki de yitip gitmeyeceğine inanmam sırf bu yüzdendi. Güçsüz parmaklarıyla elimi kuvvetlice sıkmaya çalışması, tezimi daha da kuvvetlendiriyordu. Sözcüklere dökmese de o anlarda, “Sakın pes etme geçecek bu günler” der gibiydi. Aşırı bir iyimserlik, ya da ne bileyim umursamazlık diye nitelendirebilirsiniz; ama gerçekten bunları hissediyordum. Son zamanlarında sık sık,“Benden sonra ne yapacaksın?”diye sormaya başlamıştı. O anlarda gerçekten çok şaşırıyordum. “Senden sonra mı? Senden sonrası yok ki güzelim. Hep yanımda olacaksın,” diyordum. Böyle konuştuğumda başını öne eğer ve zor duyulan bir sesle, “Ne olursun büyü artık, çok az zamanım kaldı,” derdi. Kaşlarımı çatıp, “Yine başladın değil mi kendini acındırmaya? Bırak artık bu numaraları. Asla izin vermem gitmene. Hem istesen de gidemezsin. Benim gibi bir çocuğu bırakmaya yüreğin dayanmaz ki…” dediğimde gözleri parlardı. “Haklısın,” derdi gülümseyerek, “haklısın. Beni ayakta tutan da işte bu...” Sonra saatler süren derin bir uykuya dalardı. Hastalıktan solmuş yüzünü seyrederken “Gerçekten ölecek mi?” diye düşünürdüm. Yüreğimden yükselen öfkeli bir ses hemen bu düşüncemi bertaraf ederdi. “Saçmalama,” derdi o kızgın ses, “Seni hiç yalnız bırakır mı? Sadece ağır bir hastalık geçiriyor.” Her dertleştiğimizde, “Benden sıkıldığında ne olursun riyakârlık yapma, dosdoğru söyle. İnan seni hiç sorgulamadan çeker giderim hayatından,” derdi. Ondan hiç sıkılmadığım halde, havanın yeni yeni kararmaya başladığı bir Mayıs akşamı bilinmezliğe doğru sessizce çekip gitti. Otuz yıllık beraberliğimizde yalnızlığı düşlediğim günler oldu elbette. Özellikle bunaldığım zamanlarda. Öyle anlarda; alıp başımı gitmeyi ya da bir sebeple Esra’nın beni terk etmesini düşünürdüm. Ama bir gün bile yalnız kaldığımda yüreğim özlemiyle yanardı. Ev bomboş gelirdi. Ne yapacağımı bilmeden odadan odaya dolanıp dururdum. O günlerde yatak odamızda uyuyamazdım. Yattığı yöne doğru uzanan kolum sıcak vücudunu hissetmeyince, içim daralırdı. O anlarda boğulacağımı hissederdim. Çaresizce yastığımı alır salondaki kanepeye geçerdim. Kısacası; aramızdaki ilişki sevgiden öteydi. Bunu çocuğumuzun olmamasına borçluyduk belki de, ne de olsa sevgimiz bölünmemişti. Son dönemlerinde iyice halsizleşmişti. Yardımımla ayağa kalkıp iki adım attığında bile hemen yoruluyordu. İşte o zaman yatağına yatırıp üstünü güzelce örterdim. Özür dilercesine gözlerimin içine bakar, sonra da derin bir uykuya dalardı. Bahçeye çıkardım o anlarda. Bir sıraya oturup önümden geçen insanların yüz ifadelerine bakardım. Önce; ne iş yaptıklarını tahmin etmeye çalışır, sonra da onlar hakkında öyküler uydururdum. Esra’m çok severdi bunları dinlemeyi. Nefeslenmek için durduğum anlarda bile, “Ne
39
Öykü
olursun bitmesin biraz daha anlat,” diye yalvarırdı. İşte o zaman; beni bırakıp gitmemesinin bir sebebi daha var diye düşünürdüm. Bir öğleden sonra kafamda yeni öykülerle yanına gittim. Uyuyordu. Kemikli parmaklarını iki elimin arasına aldığım sırada yavaşça gözlerini araladı. Zor duyulan bir sesle, “Kendine iyi bak bir tanem,” dedi. “Bakıyorum meraklanma, şimdi dinle beni çok matrak öykülerim var,” dedim. “Çok az zamanım kaldı, bunu hissediyorum. Yokluğumda dikkat edeceğine söz ver bana.” Bir apartmanın en üst katından hızla yere çakılmışçasına darmadağın olmuştum. “Bakamam. Biliyorsun ben senin küçük çocuğunum, sen olmadan yaşayamam ki,” dedim. Umutsuzca başını iki yana sallayıp, “Beni birazcık sevdiysen bakacaksın,” dedi ve gözlerini yeniden kapatıp derin bir uykuya daldı. Nefes alamıyordum. Eşimi hastaneye yatırdığımdan beri ilk defa içimi korku kaplamıştı. Yüreğime giden tüm damarlar tıkanmış gibiydi. Şuursuzca kendimi dışarı attım. Nereye gittiğime dikkat etmeden yürümeye başladım. Kulaklarımda sürekli olarak, “Beni birazcık sevdiysen bakacaksın,” sözleri uğuldayıp duruyordu. “Biraz değil deliler gibi seviyorum bu yüzden dayanamam,” diye haykırdım. Yanımdan geçen insanlar şaşkınlıkla bana bakıyor; ama ne olduğunu sormaya cesaret edemiyorlardı. Gerisin geriye koşmaya başladım. Hastaneye vardığımda merdivenleri bir solukta çıktım. Yattığı odanın koridoruna ulaştığımda soluğum kesilmişti. O sırada hemşireyle göz göze geldim, sıkıntılı bir hali vardı. Yanından geçtiğim sırada birden önüme geçti ve “Üzgünüm,” dedi. “Neden üzgündü? Sevgilisinden mi ayrılmıştı. Bir yakınını mı kaybetmişti. Ne demek istiyordu ne…” diye düşündüğüm sırada öldürücü darbeyi hiç acımdan indirdi. “Eşinizi az önce kaybettik.” Kaybettik… Esra’nın ölebileceğini hiç düşünmediğim için hemşirenin ne demek istediğini birden algılayamadım. Kaybettik diyordu, neyi kaybetmişlerdi; Esra’yı mı? Bir kadın hastanede nasıl kaybolurdu ki? “Başka bir odaya naklettiniz, sonra da oda numarasını unuttunuz, öyle değil mi?” diye sordum, saçmaladığımın ayrımına varmadan. Olumsuz anlamda başını sallarken iki damla gözyaşı yanaklarına doğru süzülüyordu. Öfkeyle hemşireyi kenara itip odasının kapısını açtım, yatağında uyuyordu. Rahat bir nefes alıp yanına oturdum ve her zaman yaptığım gibi kemikli parmaklarını avucumun arasına alıp sabırla uyanmasını bekledim. İçimi ürperten bir soğukluk parmaklarından yüreğime doğru yayılmaya başladı. Hemşirenin ne demek istediğini, işte o an anladım. Garip, ama hiçbir şey hissetmiyordum. Duygularım körelmiş gibiydi. Ne ağlıyordum, ne de isyan ediyordum. Bir heykele dönüşmüştüm. O halde başucunda ne kadar oturduğumu, inanın bugün bile anımsamıyorum. Belki birkaç dakika belki de saatlerce… Bir süre sonra ufacık oda sevenlerimizle dolmuştu. Kimileri beni teselli etmeye çalışıyor, kimileri de ellerinde telefon sağa sola talimat yağdırıyordu. Çöktüğüm yerden kaldırıp dışarı çıkartmaya çalışırlarken dönüp son kez baktım. Hastabakıcı elindeki örtüyle üzerini kapatıyordu. Esra’mın gözleri kapalı olsa da yüz ifadesi, “Ben ölmedim ki, neden örtüyorsunuz?” diye haykırıyordu. Bir hamlede yerimden fırlayıp hastabakıcıyı ittim. Beklemediği bu hamlem karşısında boş bulunup yere kapaklanmasından yararlanıp üstündeki örtüyü hırsla kaldırdım. Bu arada, “Esra’m ölmedi,” diye haykırıyordum. Can dostum Ali arkamdan bana sıkıca sarıldığı sırada elinde enjektörle hemşire yanıma yaklaşıyordu. Sağ kolumda hafif bir sızı duydum ve her yer karanlığa büründü. Gözlerimi açtığımda eşimin yattığı yere benzer bir odada yatıyordum ve yanımda Ali vardı. Uyandığımı fark edince, “Başın sağ olsun,” dedi. “Sen de mi aynı yanılgıdasın?” diye söze başladıysam da devamını getiremedim. Ali ile birlikte odadaki tüm eşyalar başımın etrafında dönüyordu. Sakinleşmek için göz kapaklarımı kapatınca yeniden derin bir uykuya daldım.
40
Öykü
Uyandığımda gün doğmuştu. Ali; eşimin şu anda morgda olduğunu, öğle namazının ardından toprağa verileceğini söyleyince, gülümsedim. O ölmemişti ki… Sadece hastalıklı deriyi üzerinden sıyırıp atmıştı o kadar. Varsın o deriyi de gömsünler, bana ne. Şimdi evimizdeydi ve sabırsızlıkla dönmemi bekliyordu. İstemeden de olsa Esra’mı bekletmek zorunda kaldım. Israrlar üzerine önce mezarlığa, ardından da annesinin evinde okutulan mevlide gittim. Her iki yerde de son derece sakindim. İnsanlar bana bakıp kendi aralarında konuşuyorlardı. Ne kadar duygusuz olduğumdan bahsettiklerinden emindim; ama bu hiç umurumda değildi. Onlar gerçeğin farkında değillerdi ki… Eve geldiğimde vakit gece yarısını geçmişti. Esra’m hasretle bekliyor olmalıydı ve ben çok geç kalmıştım. O sıkıntıyla kapıyı açarken kafamda düşünceler uçuşmaya başladı. “Varlığımı sezinlediğinde ne kadar gamsız olduğumu söyleyip sitem etmeye başlayacaktır. Duyabilir miyim acaba söylediklerini? O benim canım, duymazsam bile en azından hissederim. Ama serzenişlerini hiç önemsemeyeceğim. Yanına yaklaşıp sıkıca sarılırım. Bunu nasıl yaparım; bilmiyorum. Kolay değil yeni bir hayat başlıyor bizim için… Zamanla öğrenirim herhalde. Sinirli olduğu için haliyle benden kurtulmak isteyecektir. Onu sıkıca saran kollarımı hiç gevşetmeden anlatırım yaşananları. Yüz ifadesi önce yumuşar sonra da basar kahkahayı...” Anahtarımla kilidi açıp içeriye girdiğimde karanlık bir sessizlik beni bekliyordu. Salonun ışığını yakmadan bir koltuğa oturdum. Gözlerimi kapattım ve tüm düşüncemi yoğunlaştırarak Esra’dan gelecek bir işareti beklemeye başladım. Aradan saatler geçmesine rağmen varlığını bir türlü hissedemiyordum. Ayağa kalkıp evin tüm odalarını tek tek dolaştım. Her yerde ondan kalan bir anı vardı, hepsi o kadar… Umutsuzluğa kapıldığım sırada yatağın üzerinde katlanmış bir şekilde duran geceliğini fark ettim. Yerinden alıp kokusunu hissedene kadar içime çektim. Oturma odasındaki kanepeye uzandığımda gecelik hâlâ benimleydi. Göğsüme sıkıca yapıştırıp gözlerimi kapattım. Buluşma vakti gelmişti; ama gelen sadece derin bir uyku oldu. Sabah uyandığımda gecelik kollarımın arasındaydı ve buruşmuştu. Esra’mın varlığını hâlâ hissetmemiştim. Sıkıntıyla yerimden doğrulurken yüreğimden tüm vücuduma yayılan sızı gözlerimden yaş olarak çıkmaya başladı. “Neredesin bir tanem? Sana ihtiyacım var, ne olursun yalnız bırakma beni. Biliyorsun sensiz yapamam, gel artık gel…” Kendimi yeniden toparladığımda geceliği gözyaşlarımla ıslanmıştı. Kokusunu bir kez daha içime çektikten sonra katlayıp yatağın üzerine koydum. Esra’m her sabah erkenden kalkıp kahvaltıyı hazırlardı. Yatak odasına kadar süzülen ekmek kokusuyla güne merhaba derdim. O sabah evde hiçbir koku yoktu. Uyanmamı beklerken oyalanmak için her zaman mutfak penceresinden dışarıya bakardı. Onun gördüğü nesnelere bakarsam varlığını hissederim diye düşünüp aynısını yaptım. Peki, nereye bakıyordu? Çocuk parkına mı? Bahçeye mi? Yoksa yoldan geçip giden insanlara mı? İçinden ne geçiriyordu onları gözlerken? Tüm bunları bilmezsem nasıl ulaşacaktım ona? Sıkıntıyla üzerime bir şeyler geçirip sokağa çıktım. Nereye gittiğimi dikkat etmeden bacaklarımın taşıyabildiği yere kadar hiç durmaksızın yürüdüm. Adım atacak halim kalmadığında ilk defa etrafıma bakındım; sahildeydim. Güneşin parlak ışıklarının altında denizin mavi rengi gözlerimi kamaştırıyordu. Esra’mın gözleri de masmaviydi. “Sensiz yaşayamıyorum,” diye mırıldanırken kendimi tutamadım ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Yoldan geçenlerin meraklı bakışlarından kurtulmak için çay bahçesine girdiğimde midem bulanıyordu. Dün sabahtan beri hiçbir şey yememiştim. Ne çok kızardı yemek yemeyi unuttuğumda. “Görüyorsun sensiz hiçbir şey yapamıyorum, artık geri dön bana,” diye düşünmemle birlikte gözyaşlarım yeniden akmaya başladı.
41
Öykü
O günden sonra sürekli olarak Esra’dan gelecek bir işareti beklemeye başladım; ama bir türlü gelmedi. Yakarışlarımı duymadığından emindim. Duysa ne yapar ne der gelirdi... Bu arada dünyadan tamamen kopmuştum. Ne işe gidiyordum, ne de doğru dürüst uyuyabiliyordum. Zorunlu ihtiyaçlarım haricinde evden hiç çıkmıyordum. O dönemlerde yanıma yaklaşmasına izin verdiğim tek insan; Ali’ydi. Elinden geldiğince beni yalnız bırakmıyor, toparlanmam için yalvarıp duruyordu. “Öldü artık o, öldü,” diyordu, “Bu yüzden kendini toparlamalısın. Unutma; yaşam sana verilmiş değerli bir emanettir ve bunu sahibine teslim edene dek onu korumak zorundasın.” Gülümsemeye çalışarak; “Ya Esra?” derdim “Esra da bir emanet değil miydi? Onu koruyamadıktan sonra yaşamın ne önemi var?” Yine de pes etmezdi. “Bir kez. Son bir kez duysam sesini… İyi olduğunu, bana ihtiyacı olmadığını söylese, ancak o zaman öldüğünü kabullenirim,” dediğimde ise derin düşüncelere dalardı. Sonunda bir gün dayamayıp, “Emin misin?” diye sordu. “Sesini duyduğunda kabullenip rahat bırakacak mısın Esra’yı?” “Evet,” dediğimde yanımdan ayrıldı ve bir hafta ortalıkta gözükmedi. Günlerim Esra’mın hasretiyle dolu olduğundan yoklunu aramadım bile. Bir akşamüstü; kollarımın arasında eşimin giysisi koltukta otururken kapı çalındı. Önce duymazlıktan geldim. Gideceğine ısrarlı bir şekilde çalmaya devam edince açmak zorunda kaldım. Ali’ydi. “Toparlan gidiyoruz,” dedi. “Senin için özel bir celse ayarladım.” Şaşırmıştım. “Celse mi?” diye sordum. “Bugüne kadar sana hiç bahsetmedim. Bir süredir, işi bilen bazı tecrübeli arkadaşlarla toplanıp öte âlemle irtibat kuruyoruz.” “Yani ruhlarla… Neden şimdiye kadar söylemedin? Esra’ya ulaşabilir miyiz?” “Bilmiyorum; ama deneyeceğiz. Aslına bakacak olursan özel celse yapmak kurallara aykırı, üstelik tanımadıkları biriyle. Durumunu anlattım, ilgilendiler. Bu gece bizi bekliyorlar.” Sonra da kalkıp yanlarına gittik Salonda otururken bize eşinden bahset dediler. Soluğum kesilene kadar anlattım. Tam karşımdaki koltukta orta yaşlı bir kadın oturuyordu. Kısacık kesilmiş saçları bembeyazdı. Omuzlarına sardığı kırmızı şalın altına Şile bezinden kısa kollu bol bir elbise giymişti. Anlattıklarımın yeterli olup olmadığını nedense ona sordum. “Yeteri kadar anlattığınız kanısındayım. Bizim için gerekli olan auronun oluştuğunu hissediyorum. İsterseniz artık masanın etrafına geçip oturalım,” dedi. Yedi kişiydik. Ali’nin anlattığına göre kısa saçlı kadın medyummuş. Sağ yanında oturan siyah takım elbiseli adam; eşiymiş ve celselerde komiser görevini üstleniyormuş (?) Onların yanlarında oturanların görevlerini bilmiyorum, zira o gece hiç konuşmadılar. Komiser ellerini yukarıya doğru açıp, “Önce dua edelim,” dediği sırada parmaklarımla kırmızı maun masayı yokluyordum. Yüzeyi çok yumuşaktı ki, canlı gibi. “Allah... O'ndan başka İlah yoktur. Diridir, Kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek Yücedir, pek büyüktür. Komiser duayı yüksek sesle okurken bizde içimizden tekrarlıyorduk. Bitirdiğimizde göz ucuyla kısa saçlı kadına baktım. Gözleri kapalı, dudakları kıpır kıpırdı. Ter damlaları alnından yanaklarına doğru süzülüyordu. Odadaki sessizliği medyumun konuşması bozdu. Ancak dudaklarından çıkan ses onun değil bir erkeğindi.
42
Öykü
“Sizi duyduk. Arkadaşınızın durumuna üzüldüğümüzden isteğini yerine getirmeye karar verdik. Eşini buraya getirip istediği soruyu sormasına izin vereceğiz. Onun ruhu da azap çekiyor. Rahatlamaları için konuşmaları şart.” Neler olduğunu anlayamamıştım. Medyumun sesiyle konuşan kimdi? Esra neden azap içindeydi? Ali, bana doğru eğilip konuşanın rehber varlık olduğunu fısıldayınca daha önce söylediklerini anımsadım. Her ekibin bir koruyucu ruhu varmış ve bu rehber varlık olarak nitelendiriliyormuş. Onun aracılığı olmadan hiçbir istek yerine gelmezmiş. İstekleri onaylarsa, onun gözetiminde çağrılan ruh gelir ve sorulara yanıt verirmiş. Neler olacağını bilememenin tedirginliğiyle yerimden kımıldadığım sırada, özlemini duyduğum ses medyumun dudaklarından bana seslendi. “Canım.” Yüreğim yerinden fırlayacakmışçasına atmaya başlamıştı. Yanıt vermek istememe rağmen sesim çıkmıyordu. “Çok solgun gözüküyorsun.” Saçlarımın üstünde bir elin dolaştığını belirgin bir şekilde hissedebiliyordum. “Neden beni bırakıp gittin?” “Mecburdum. Zamanım dolmuştu.”
43
Öykü
“Sensiz yaşayamıyorum. Ne olur dön artık.” “Yapamam.” “O zaman ben geleyim yanına.” “Sakın öyle bir şey yapma. Ruhun karanlıklar içinde kalır ve o zaman asla buluşamayız Hem daha bu dünyadaki işlerin bitmedi, yapman gereken görevlerin var.” “Sensizliğe dayanamıyorum.” “Ne olursun kabullen yokluğumu. Böyle davrandığın sürece bir ayağım sürekli burada. Geçiş yerinde kalakaldım.” “Ama…” “Acı çekiyorum bir tanem.” “Benim yüzümden mi?” “Ne yazık ki evet.” “Hayatta en son istediğim şey bu. Peki, ne yapmalıyım?” “Öldüğümü kabullenmen yeterli. Eşyalarımdan teselli aramayı da bırak. Sürekli beni anımsaman, inan ki ikimize de acı veriyor.” “Yapamam.” “Mecbursun. Üzülme eninde sonunda yine bir araya geleceğiz; ama o ana kadar sabret.” “Seni çok seviyorum.” “Ben de bir tanem. Artık gitmem lazım.” “Dur daha soracaklarım var…” Dudaklarımda tatlı bir sıcaklık duymamın ardından kısa bir sessizlik yaşandı. Rehber varlık yeniden konuşmaya başladığında tüm vücudum ağır bir sıtma nöbeti geçirirmişçesine titriyordu. “Umarım bu celseden çıkaracağınız dersler olmuştur. Unutmayın hepimizin yaratıcısı Allah’tır. Onun isteğiyle doğar ve ölürüz. Kaybettiklerinizin ardından günlerce ağlayıp yakınacağınıza onları güzel yönleriyle anın. Bu gece öğrendiklerinizi kendi aranızda tartışın. Olgunluk döneminizi hak etmenizi bekliyoruz. Şimdilik Allah’a emanet olun.” Medyum gözlerini açtığında son derece bitkin gözüküyordu. Uzun bir süre hiç kimse konuşmadı. İzin isteyip ayağa kalktığımızda komiser, “Eşinin spatyoma geçmesine izin verecek misin?” diye sordu. “Spatyom mu?” “Öte âleme. Eşin doğru söylüyor. Geçiş yerinde sıkışıp kalırsa çok acı çeker.” Bir süre gözlerinin içine baktıktan sonra, “Düşüneceğim.” dedim. Ali beni evin önünde arabasından indirirken bundan sonra ne yapacağımı sordu. “Unutmak zorundayım galiba,” dedim. O gece hiç uyumadım. Eşimin tüm eşyalarını toplayıp salonun ortasına yaydım. Hepsini tek tek elden geçirip kokusunu doyasıya içime çektim. Beynimin en uç noktalarına ezberletircesine saatlerce fotoğraflarına baktım. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte tüm eşyalarını büyük bir kutuya koyup kaldırdım. Ertesi günde uçağa atlayıp güneydeki bir sahil kentine gittim ve çok uzun bir süre orada kaldım. O günden sonra eşimi mümkün olduğunca az düşünmeye çalışıyorum. Kendime içinde Esra olmayan yeni bir hayat kurdum. Bu arada işime yeniden geri döndüm. Hiç durmaksızın deliler gibi çalışıyorum. Ve sabırla bu dünyadaki görevimin bitmesini bekliyorum. Öykü: Atilla BİLGEN
44
İllüstrasyon: Coşkun KUZGUN
Sinema
İntikam Film Listesi
İntikam sinemada türler arası bir olgudur. Hemen hemen her türde intikam konusunun işlendiğini görebiliriz. Bir komedide bile ezilen adam filmin sonunda kötülerden intikamını almış, tüm sorunlardan kurtulmuş şekilde karşımıza çıkar. Ancak asıl değinilmesi gereken intikam filmleri daha sert ve kanlıdır. Bir aile ferdi öldürülen, ya da kendine zulüm edilen kişinin suçlularına adalet dağıtması edebiyat tarihinde olduğu gibi sinemada da çok sevilen bir klişe haline gelmiştir artık. Vigilante de denilen intikamcının hikâyesi yarattığı şiddet ve kaosa rağmen başta yaşadığı kötülükten dolayı her zaman seyircinin sempatisini kazanan bir yanı vardır. Bu ay sizlere benim açımdan sinema tarihinde iz bırakmış 15 filmi listelemek istiyorum. “İntikam soğuk yenen bir yemektir” demeden yazımı bitirmeyi umarım. Bu sayılmaz değil mi?
45
Sinema Oldboy (2003) Chan-wook Park'ın intikam üçlemesinin ikinci ayağı olan Oldboy tüm zamanların en mide bulandırıcı, rahatsız edici, vurucu filmlerinden biridir. Bir adamın (Choi Min-sik), sorgusuz sualsiz 15 yıl boyunca bir hücreye tıkılarak işkence edilmesini ve salıverilmesinden sonra intikam için işkencecileri aramasını anlatan film, onca kanlı sahnesine rağmen Oldboy’un bir restoranda yediği canlı ahtapot sahnesi ile hafızalara kazınmıştır. The Crow (1994)
Tüm zamanların en favori filmlerimden olan The Crow, bir çizgi roman uyarlamasının çok ötesine geçmiş bir şaheserdir. Brandon Lee'nin hayatını verdiği rolü Eric Draven, nişanlısının ve kendisinin katledilişinden bir yıl sonra bir karga tarafından dünyaya döndürülür. Karga, onun katillerini bulup intikam alması için yardım eder. "Can't rain all the time" (Her zaman yağmur yağamaz) sözü ile hafızalarımıza kazınan yapım Alex Proyas'ın sinemasal dilini en iyi şekilde yansıttığı filmdir. V for Vendetta (2006) Modern zaman kültlerinden olan film, Wachowski biraderlerin (ya da abla-kardeş mi demeli artık?) senaryosu ve James McTeigue'ın yönetmenlikteki başarısı ile birleşerek statükoya karşı duruşta bir simge haline gelmiştir. Alan Moore'un grafik romanından uyarlanan yapım, V adlı özgürlük savaşçısının rejime karşı duruşunu ve halkı adına intikam alma hikâyesini beyaz perdeye taşır.
46
Sinema
Kill Bill I & II (2003/2004) Quentin Tarantino'nun uzak doğu intikam/dövüş filmlerine saygı duruşu niteliğindeki yapımı, hamile bir gelin iken eski sevgilisi mafya lideri Bill tarafından düğünü basılıp öldürülmek istenen gelinin, yaşam mücadelesinden galip çıkıp tetikçilerden ve sonunda da Bill'den intikamını almak için yola çıkmasını anlatır. Last House On The Left (1972) Wes Craven'ın ilk dönem filmlerinden olan Last House On The Left, ilk yarısı ile genç kızlara yapılan tecavüz, şiddet yoğun sahnelerle hafızalara kazınırken, kızlarının intikamını almaya kalkan ailenin değişimini de vermedeki başarısı ile seyirciye bir balyoz gibi iner. Sleepers (1996) Dört çocuk, bir yaralama olayına karışır ve bir yıl boyunca Wilkenson Merkezi'nde tutulurlar. Burada gardiyanlar tarafından işkence ve cinsel tacize uğrayan çocuklar bu travmaları üzerlerinden atamaz. 13 yıl sonra ekip bir araya gelir ve o gardiyanlardan birinin izini bularak intikamlarını almaya karar verirler. Gerçek bir hikâyeden uyarlanan yapım güçlü oyuncu kadrosu ve dramatik yapısı ile 90’ların son iyi filmlerindendir. Carrie (1976) Sissy Spacek'in canlandırdığı Carrie, korku sineması içinde özel bir yere sahiptir. Stephen King'in hikâyesinden uyarlanan ve Brian De Palma'nın yönettiği film, bir lise filmini en uç noktalara taşıyarak ün yapmıştır. Carrie, utangaç içine kapanık bir kızdır. Sınıf arkadaşları ona bir oyun oynamaya karar verirler ve mezuniyet balosunda (mezuniyet balosu muhabbetini de Hollywood'dan çıkarsak sinema endüstrisi çökerdi herhalde) tüm okulun önünde rezil ederler. Oysaki Carrie'nin telekinetik güçleri vardır ve onu sinirlendirmek pek akıl kârı bir iş değildir. Cape Fear (1991) Robert De Niro, Nick Nolte, Jessica Lange, Juliette Lewis'lı kadrosu ile 90'lar sinemasının en önemli filmlerinden olan Cape Fear, 1962 yapımının bile üstüne çıkabilen bir Re-Make'dir. De Niro'nun oynadığı Max Cady bir tecavüzcüdür. Yıllar önce onun avukatlığını yapan Sam Bowden bir belgeyi mahkemede saklayarak Cady'nin hüküm giymesine neden olmuştur. Hapisten çıkan Cady avukatının ve ailesinin hayatını zindan etmek için harekete geçer. Once Upon a Time in the West (1968) Epik bir vahşi batı kültü olan, Sergio Leone'nin yönettiği Once Upon a Time in the West (C'era una volta il West)’te başrollerde Charles Bronson (gizemli yabancı "Harmonica"), Henry Fonda (kötü adam Frank), Jason Robards (Cheyenne) ve gelmiş geçmiş en güzel oyunculardan Claudia Cardinale (Jill McBain)'i
47
Sinema görürüz. Ennio Morricone'ın muhteşem müziklerinin renk kattığı film, bizim deyimimizle “kovboy filmleri” arasında ayrı bir yere sahiptir. Frank'in öldürdüğü adamın karısı olan Jill bölgeden ayrılmaz, ona Frank ile eski bir hesabı olan Harmonica ve Cheyenne intikamı için yardım edecektir. Straw Dogs (1971) Sam Peckinpah'ın yönettiği filmde Dustin Hoffman'ın en sert rollerinden biri olan David Sumner, İngiliz karısı Amy (Susan George) ile Amerika'daki şiddetten kaçmak için kızın İngiltere'deki köyüne yerleşirler. Ancak korktukları, kasabadaki eski sevgilinin Amy'e göz koyması ile başlarına gelir. Amy’e eski arkadaş grubunun tecavüz etmesi David’e bir şok yaşatır. David bu gruptan intikamını almak için daha önce kullanmadığı yollara başvuracaktır. Death Wish (1974) Charles Bronson'ın tek başına bir adalet dağıtıcısını oynadığı Death Wish, karısı sokak serserileri tarafından öldürülen Paul'ün geceleri sokaklarda kötülük yapacağını düşündüğü kişileri avlamaya başlamasını anlatır. Normal bir insanın şiddete maruz kalınca çıldırma noktasına gelmesini anlatan güçlü filmlerden biridir. Unforgiven (1992) Clint Eastwood, Morgan Freeman, Gene Hackman, Richard Harris gibi dev oyuncularla büyüyen Unforgiven, her sinemaseverin arşivinde bulunması gereken bir hazinedir. Eski suçlu William Munny karakteri karısının ölümünden sonra kendisini çocuklarına ve çiftliğine vermiştir. Ancak son bir iş için ekibi toplar ve kahramanlık ile kötülük arasındaki yola girer. Gladiator (2000) Roma'da büyük bir generalken, politik oyunlara çok sevdiği karısını ve çocuğunu veren ve kendini bir anda arenalarda bulan Maximus'un deliliği ile ülkeyi ele geçiren Commodus'dan intikamını alma hikâyesini anlatan film, fazla overrated bulunsa da tarihi sinemayı tekrar canlandırdığı için takdirimi kazanmıştır. Tek sorun Russell Crowe gibi bir oyuncuya fazlaca yüklenmesidir. Friday the 13th (1980) Kristal Gölü’nde sular asla durulmaz! Kristal Gölü’ne giden asla dönmez! Listeye girmesi gereken
48
Sinema en önemli Slasher tabii ki küçük Jason'ın intikam hikâyesi olan 13. Cuma'dır. Bir çocuğun trajik ölümü ile kapanan yaz kampı tekrar açıldıktan sonra talihsiz ölümler görülür. Bu ölümlerin arkasında hangi gücün olduğu ise pek yakında anlaşılacaktır. Tahmin edilemez çarpıcı finali ile hafızalarımıza kazınan film, yarattığı supernatural intikam kahramanı ile de bir seriye dönüşür. I Spit on Your Grave (1978) Bir çete tarafından işkenceye uğrayıp ölüme terkedilen bir kadının intikam hikâyesini anlatan film gelmiş geçmiş en rahatsız edici kültlerden biri olmuştur. Geçtiğimiz yıl Re-Make’i de çekilen film şiddet sahneleri yüzünden uzun süre de yasaklı kalmıştır. Masis ÜŞENMEZ www.otekisinema.com
49
Öykü
Kırmızı Fularlı Kız “Merhaba, bir şey sorabilir miyim size?” dedi kırmızı fularlı kız. “Evet?” dedi oğlan. “Şey… Siz her hafta Salı ve Cuma günleri buraya geliyorsunuz değil mi?” “Evet?” “Öğleden sonra saat bir civarı gelip boş bir masaya oturuyorsunuz, kahvenizi sipariş ediyorsunuz, bilgisayarınızı açıyorsunuz, kahvenizden bir yudum aldıktan sonra harıl harıl yazmaya başlıyorsunuz.” “Evet.” “Ben de hemen hemen her öğleden sonra buraya gelip bir kahve içerim. İlgimi çektiniz, o yüzden… Şey işte… Bir sorayım dedim. Roman falan mı yazıyorsunuz?” “Evet.” “Bu diyalogun ilginçleştiğini fark ettiniz değil mi?” “Evet.” Oğlan sırıttı, kız güldü. Oğlan kızı karşısındaki sandalyeye davet etti, kız oturdu. *** “Adın neydi?” dedi oğlan. “Melisa,” dedi kız. *** “Okuyor musun?” dedi kız. “Mimar Sinan’dayım. Arkeoloji bölümünde. Sen?” dedi oğlan. “Ben okumuyorum. Heykel yapıp satıyorum.” “Heykeltıraşsın yani. E sende de varmış sanatçılık…” *** “Gözünde renkli lens mi var, yoksa…” dedi oğlan. “Evet, lens. Normalde kan kırmızısıdır gözlerim,” dedi kız. “…” “Bakma öyle, şaka yaptım.” *** “Giriş harikaymış. Devamına da bir bakamaz mıyım?” dedi kız. “Olmaz,” dedi oğlan. “Bitirince ilk ben okuyacağım ama.”
50
Öykü
51
Öykü
“Söz veremem. Ama heykellerini gösterirsen olur.” “Tamam, ne zaman istersen…” *** “Hep ben anlattım, biraz da sen anlat yahu,” dedi oğlan. “Ohoo, benimki çok uzun sürer. Bir dahaki sefere söz,” dedi kız. “Cuma günü de burada mısın?” “Her zamanki gibi.” “Ben kalkayım o zaman. Hava kararmış baksana. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım,” diyerek bilgisayarının kapağını kapattı oğlan. “Ben de.” “Nerede oturuyorsun?” “Hemen arkada. Yüz metre bile yok.” “Oo, merkezi yer. Buralarda kiralar pahalı değil mi?” “Ev arkadaşım var, geçinip gidiyoruz.” *** “İçeri gel, seni ev arkadaşımla da tanıştırayım. O da sanatçı bir kişiliktir. Metroda lir çalıyor,” dedi kız. “Okçu deriz biz ona.” “Okçu?” “Çok iyi atıcıdır aynı zamanda. O yüzden. Haydi, geçelim içeri.” “Bilmem ki.” “Gel dediysem geleceksin, karşı çıkmak yok. Kimse Med… Melisa’ya karşı çıkamaz.” “Tamam, çılgın kız, tamam.” *** “Apo, evde misin?” diye seslendi kız. “Eveet,” diye bağırdı adam. “İçerideyim.” “Bir arkadaşımı getirdim. Koleksiyonum için…” “İyiii…” *** “Gel, sana heykellerimi göstereyim,” dedi kız. Oğlan kızın peşinden gitti. *** “Vay, çok gerçekçi hepsi,” dedi oğlan. Otuzdan fazla orijinal boyda insan heykeli, büyükçe bir odaya
52
Öykü
sıkış tıkış yerleştirilmişti. “Evet, en az senin kadar gerçekçi,” dedi kız. Elini gözüne götürdü. “Ne yapıyorsun?” “Lenslerimi çıkarıyorum.” “Niye ki?” “Koleksiyonuma yeni bir heykel katabilmek için. Lensim varken taşa dönüşmüyorsunuz.” “Nasıl yani?” “Bir baksana gözlerime.” *** “Ee Apo, neler yaptın bugün?” dedi kız. Kendini koltuğa atarken boynundaki kırmızı fuları çıkardı. Boynundaki dikiş izleri insanları korkutuyordu. “Bari kimse yokken Apo deme bana,” dedi ev arkadaşı. “Üff tamam tamam. Ağız alışkanlığı.” “Evi de heykellerle doldurdun be kızım. Nerden buldun yeni avını?” “Kahvecideydi. Çok kolay oldu.” “Bunun ne özelliği var?” “Yazar.” “Eee?” “Daha önce hiç yazar heykelim olmamıştı.” “Ah Medusa ah, hiç uslanmayacaksın değil mi?” dedi Apollon. Arada bir dokunmadan edemediği altın liri, dizinin üstündeydi. Öykü: Gökcan ŞAHİN
53
İllüstrasyon: Erinç KAAN
Röportaj
İlke KESKİN ile Marmara Çizgi Söyleşisi İlke Keskin ile çok eskilerden tanışıklığımız söz konusudur. Daha öğrencilik yıllarında, çizgi romancıların vazgeçilmez tapınaklarından Kadıköy Pasajı’nda tanışmıştık onunla. O günlerde sadece çizgi roman okuru olarak tanıdığımız İlke, okur olmakla yetinmeyerek çizgi roman dünyasının mutfağına da dâhil oldu. İlk olarak, çizgi romanları daha okunur kılan tercüme işleriyle başlayan çizgili dünya macerası, sonrasında çeşitli yayınevlerinde editörlük görevini üstlenmesiyle devam etti. Uzun süredir, Marmara Çizgi’nin kurucusu ve sahibi değerli dostumuz Erdem Aydoğan ile gerçekleştirmek isteyip de bir türlü gerçekleştiremediğimiz söyleşimizi Marmara Çizgi editörlüğünü üstlenen ve Gölge e-Dergi yazarları arasında da bulunan İlke Keskin ile gerçekleştirme fırsatı bulduk. İlke merhaba. Yeni görevin ve yayınevinde sana başarılar dileriz. Gölge e-Dergi ve çizgi roman okurlarının Marmara Çizgi’yi daha yakından tanımaları için sorularımızı yanıtlayarak yardımcı olur musun? Marmara Çizgi bugüne kadar istikrarlı bir çizgide başarılı bir yayıncılık yaptı. Senin editörlüğünde Marmara Çizgi’nin çizgisinde ne gibi gelişmeler olacaktır? Marmara Çizgi ben gelmeden önce de zaten sürekli ve farklı çizgi romanlar yayımlayan bir yayıneviydi. Bunu herkes biliyor. Aslına b a k a r s a n ı z benim gelmem genel olarak Marvel çizgi romanları konusunda b i r değişime yol açtı. Daha önce hiç Marvel yayınlamayan Marmara Çizgi (Conan’ı ve Red Sonja’yı artık Marvel’dan saymıyorum) bir anda X-Men, Thor ve Örümcek Adam gibi yayınlara sahip oldu. Sanırım bu, şimdilik yeterli bir değişiklik olacaktır çünkü diğer yayınların hepsi tam gaz ilerlemekte. Marmara Çizgi olarak okurlara Walking Dead, Bone, Berlin gibi ekstrem yayınlar haricinde farklı çizgi roman okumaları için yeni yayınlar sunacak mısınız?
54
Röportaj
Sanırım bir süre elimizdeki çizgi romanlara devam edeceğiz. Çok fazla açılmanın iyi sonuçlar getireceğine inanmıyorum. Yavaş yavaş da olsa Türkiye’de bir çizgi roman okuru kitlesi oluşmaya başlıyor ve ne kadar çok yayın olursa, sizin de market payınız o kadar düşük oluyor. Bunu bir de siz çoklu yayınlarla bölerseniz, yarardan çok zarar görürsünüz. Bu yüzden şimdilik elimizdeki güçlü yayınlarla devam edeceğiz. Hem Astonishing X-Men çok hızlı devam etmese de Örümcek Adam, Walking Dead ve Conan Amerika’da son hız devam ediyor. Kafamda birkaç yeni yayın var ama şimdilik bende saklı kalsa daha iyi olacak. Bunların yanı sıra Enki Bilal çizgi romanları son hızla devam ediyor. XIII, İstanbul Kitap Fuarı’nda farklı bir formatta, 3 sayılık ciltler halinde yeniden başlayacak. Borgia 3 de önümüzdeki aylar içinde çıkacak. Birkaç tane frankofon için daha görüşmelerimiz sürüyor fakat bunların duyurusunu da yayınlar kesinleştikten sonra yapacağız. Hoz Yayıncılık ile başlayan Örümcek Adam maceran Marmara Çizgi’de nasıl devam edecek? Hoz’la başlayan Örümcek Adam macerası gerçekten tam bir maceraydı. Hoz, Türk çizgi roman piyasasında gerçekten inanılmaz bir şey yaptı. Olabilecek en iyi kalitede bir yayın çıkarıp, fiyatı minimumda tuttu. Amaç herkesin çizgi roman okumasıydı. Başarılı oldu olmadı artık o sizin takdirinize kalmış fakat bence HOZ ismi Türk çizgi roman tarihine altın harflerle yazılmıştır. Çıkan her comics HOZ baskılarıyla kıyaslanacaktır. Bunların yanı sıra bu maceranın benim için de çok büyük bir anlamı oldu. Çocukluk hayalim olan bir şey gerçekleşti: Örümcek Adam yayınladım. Marmara’da, tam olarak Hoz’un bıraktığı yerden devam ediyoruz. Yani Brand New Day – Yepyeni Bir Gün macerasından. Aylık formatta gideceğiz ve Amerika’da yayımlanan ciltleri bire bir olarak burada yayınlayacağız. Eylül ayında vizyona girecek Kaptan Amerika filmi ile birlikte Türk çizgi roman okurlarına Marmara Çizgi’nin bir sürprizi olabilir mi? Açıkçası böyle bir sürpriz düşünmüyorum. Böyle bir durum sanırım Türk çizgi roman okurundan çok yayınlayacak yayınevi için bir sürpriz olur. Bildiğiniz gibi Hoz’dayken Iron Man Extremis’i denemiştik. Fakat tüm zamanların en az satan çizgi romanı oldu neredeyse. Marmara Çizgi’yle de Thor for Asgard denedik. Thor gerçekten çok güzel satıyor. Yani kısaca şunu söyleyebilirim: Filmin çizgi roman üzerindeki etkisinin ne olacağı belli olmuyor. Kanımca Kaptan Amerika çok da iyi bir seçim olmayacaktır. Sonuçta
55
Röportaj %100’lük bir Amerikan kahramanı. Ayaklı Amerikan Rüyası. Bence Iron Man’den bile büyük bir risk. Yayınevlerinin yaptığı "comics yayıncıları", "fumetti yayıncıları", “frankofon yayıncıları” gibi ayırımlara katılıyor musun? Sanırım YKY dışında sadece bir türü yayınlayan yayınevi yok. Lâl de Creepy yayınlayarak comics olayına tekrar katıldı. Gerekli Şeyler, Diabolik yayınlıyor. Marmara frankofon ve comics yayınlıyor fakat fumettisi yok. Yakın zamanda olur mu olmaz mı bilmiyorum ama bence artık herhangi bir ayrım yapmak mümkün değil. Marmara Çizgi’nin manga yayınlamak gibi bir düşüncesi olabilir mi? Olabilir mi? Hmm. Olabilir. Hatta bir tane var. Ama yayın kesinleşmeden ipucu vermeyeyim. Şu ana kadar olan tecrübelerin doğrultusunda Türk çizgi roman okur profilini nasıl değerlendiriyorsun? Türkiye’de çizgi roman deyince akla halen fumetti geliyor. Teksas, Tom Miks, Mandrake, Zagor, Tex… Bu tür çizgi romanlar sanırım hiç ölmeyecekler. Frankofon okuyan kitle biraz daha orta yaş sanırım. Comics kitlesi ise en zoru çünkü bu kitleyi gençler oluşturuyor. İşin içine gençler girince internet de giriyor ki scan edilmiş comics için çok büyük bir deniz demek bu. Bu yüzden, comics satın alacak kitle hem çıkan çizgi romanları okumamış olmalı, hem çizgi romanları Türkçe okumaya alışmalı, hem de paylaşım sitelerinden indirmeden çizgi romanı evine almak istemeli. Sizin de anlayacağınız üzere en zor çizgi roman satışı comics’te oluyor. Türk çizgi roman dünyasına yeni okuyucular kazandırmak adına, yayınevlerinin yapması gerekenler nelerdir? Aslına bakarsanız bunun tek yolu reklâm. Fakat baskı adetleri ve satış rakamları o kadar düşük ki reklâm masrafları her zaman için büyük meblağlar gibi görünüyor. Aslında bir kısırdöngü bu… Birkaç ay boyunca hakkını vererek reklâm yaparsanız bunun size geri dönüşü olumlu olacaktır fakat bu geri dönüşü beklerken de ayakta durabilmeniz gerekmekte. Kısaca, birçok şeyde olduğu gibi, yapılması gereken şey biraz daha risk almak. Marmara Çizgi, sorumlu bir yayıncılık sürdürüyor, bugüne kadar yaptıkları yeterli midir,
56
Röportaj daha yapması gereken çalışmalar ve yapacağı çalışmalar var mıdır? Marmara Çizgi Türk çizgi roman piyasasında kendine bir yer edinmiş bir yayınevi. X-Men, Spider-Man ve diğer yeni yayınlarla bir ivmelenmeye geçtik ve bence bunun zamanı da gelmişti. Şimdilik bu ivmeyi takip edip olacakları görmek en iyisi olacaktır. Daha fazla açılmak bizi yavaşlatabilir. Yurtdışında yayınlanan çok farklı ve okunası çizgi romanları okurlarla tanıştırıyorsunuz. Peki, Marmara Çizgi olarak Türk yazar ve çizerleri ile gerçekleştirilecek yerli üretimlere de kapınız açık mıdır veya bu yönde geliştirdiğiniz çalışmalarınız projeleriniz var mıdır? Marmara Çizgi Türk yazar ve çizerlere kesinlikle açıktır. Adını şu an için koymamış olsak da birkaç Türk projemiz var. Fakat Türk olsun da ne olursa olsun gibi bir yaklaşımımız da yok. Sonuçta belli bir çizgide gidiyoruz ve kalitemizi korumayı amaçlıyoruz. Marmara Çizgi mutfağında kaç kişi var? Biz okur olarak düzenli bir periyot bekliyoruz ama onca yayını kaç kişiden bekliyoruz? Doğrusunu söylemek gerekirse biz 4 kişiyiz. Yayınevi sahibi Erdem Erdoğan, genel yayın yönetmeni Emre Yavuz, editör İlke Keskin ve grafik uygulamalarımızı yapan İlhan Tekin. Yayın programıyla çeviriyi Emre ve ben yapıyoruz. Baskı ve dağıtım işleriyle Erdem ilgileniyor. Grafik konularında da her şeyimizi İlhan yapıyor. Bunun dışında, frankofon çizgi romanlarımızı hazırlayan farklı çevirmen ve grafikerlerimiz de oluyor fakat çekirdek kadro olarak biz dördümüzü sayabiliriz. Marmara Çizgi’ye geçmen diğer yayınevleriyle ilişkilerinin bittiği anlamına mı geliyor? Bizi biraz aydınlatabilir misin? Öyle bir durum kesinlikle yok. Zaten en başından beri kendimi tek bir yayınevine ait hissetmedim, sanırım hissetmeyeceğim de. Elimden geldiğince iyi ve çok yayın hazırlamaya çalışıyorum. Hoz Comics, comics yayınlamayı bıraktığı için şimdilik Haşim Öz’e iş yapmıyorum. Gerekli Şeyler için yayına hazırlanan iki çevirim var: Wolverine Wepon X ve Kick Ass. Çok yoğun olduklarında editörlük ve düzelti konusunda da onlara destek veriyorum. Ayrıca Eylül-Ekim gibi çıkarmayı planladıkları siyah-beyaz Örümcek Adam serilerini de ben çevireceğim. Bir de, ilk kitap çevirimi yine Gerekli Şeyler’e yaptım. Mayıs sonu o da
57
Röportaj
raflardaki yerini aldı. Karayip Korsanları sinema filmlerinin esin kaynağı olan ve Tim Powers’ın yazdığı “Gizemli Denizlerde” adlı roman. Bize ayırdığın değerli zamanın, Gölge e-Dergiye ve çizgi roman dünyasına yaptığın katkılardan dolayı teşekkür eder, uzun yıllar bu başarılarının devamını dileriz. Röportaj: Mehmet Kaan SEVİNÇ
58
Oyun
İnceleme
Fantastik bir dünyadan sizlere sesleniyorum, sesim geliyor mu acaba?.. Heh, iyi o zaman. Duyabiliyorsanız, sorun yok. Geçen ay sizlere fantastik dünyalara giden bir kapı açmıştık. Sizlerle birlikte bu kapıdan içeriye ilk adımları attık. Şimdi biraz daha ilerlemenin zamanı geldi. FRP’nin ne olduğundan ve özünden (gerçekten özünden) bahsetmiştik, artık yavaş yavaş detaylara inmenin vakti geldi. Önceki yazıda söz ettiğim fakat daha sonra anlatacağım dediğim birkaç konuya hemen bu yazımda değinmek istiyorum. Hazır giriş yapmışken temellerden devam edelim. Bu temellerin başında “Irk” ve “Sınıf” kavramları yer alıyor. Fantastik dünyalardaki maceralarınızı – şu anda olduğunuz gibi – bir insan olarak yaşayabilirsiniz ya da gerçekten fantastik bir kimliğe de bürünmeniz mümkün. Bu kimlikler arasında çoğumuzun (artık bilmeyen var mı?) bildiği “Yüzüklerin Efendisi” filmindeki Cüceler, Elfler, Yarıelfler mevcut. Hobbitler belki yok ama bunu karşılayacak Buçukluk ırkı var. Kısaca bu ırkları size tanıtalım; İnsan: Bildiğimiz normal insan özelliklerini taşırlar. Günlük hayatta ortak dil dediğimiz, o diyarda yaşayan insanların günlük kullandıkları dili kullanırlar. Her türlü konuda uzmanlaşabilirler. Özellikle tercih ettikleri bir “sınıf” (yazının devamında anlatacağız) yoktur, her sınıfa uygun bir ırktır. Ortalama 60-80 yıl yaşarlar. Cüce: Cüceler, çoğu fantastik yapıtta da ele alındığı gibi taş ustaları olarak bilinirler. Genelde dağların derinliklerinde yaşarlar ve el işçiliği konusunda uzmandırlar. Silah yapımı ve zırh yapımı konusunda eline su dökebilecek pek kimse yoktur. Madenlerden iyi anladıklarından ötürü onları işleme konusunda da çok ustalardır. Yaptıkları işler “masterpiece” (usta işi) olarak nitelendirilir. Büyü ile pek alakaları olmaz, genelde kas gücüne dayalı savaş tekniğini benimserler. Bu nedenle balta, kılıç, savaş çekici gibi silahlar en önemli silahlarıdır. Aralarında inançları gereği rahipler de vardır. İnatçı, isyankâr ve asi tavırları ve huysuzlukları cücelerin en belirgin özellikleridir. Sakalları kutsaldır. Yaşam süreleri 300-400 yıl arasında değişir. Çocukluk süreleri 50-70 yılı kapsar. Elf: Fantastik diyarların narin ırkıdır. Zarafetleri, narin fakat güçlü yapıları ve çeviklikleri ile nam
59
Oyun
İnceleme salmışlardır. Doğa âşığı olarak bilinirler ve genel olarak anavatanları ormanlardır. Çeviklikleri, onları çok iyi okçular yapar. Genel yapıları gereği huzur, barış ve doğal güzellikler içinde bir hayatı tercih ederler. Yaşam süreleri çok uzundur; hatta ölümsüz oldukları söylenir. Bu nedenle elf yaşlıları genelde bilge insanlardır. Büyüye eğilimlidirler ve çok yetenekli büyücüler olabilirler. Sivri kulakları en belirgin özellikleridir. Yarı-Elf: Bu durum en çok rastlanılan melez ırk durumudur. Genellikle bir savaşta bir insanın bir elfe tecavüzü sonucu oluşan bir ırktır. Tercihleri sebebiyle bir insanla birlikte olan elf nadir görünse de mümkündür. Yarı-Elfler genelde insansı özellikleri taşırlar. Vücut yapıları elfler kadar narin değildir. Sakalsız ve sivri kulaklı elflere nazaran daha az sivri kulaklara sahiptirler ve sakalları çıkabilir. Yarı-elfler de her konuda uzmanlaşabilirler. Yaşam süreleri insanlardan çok daha uzundur fakat bir elf için çocukluk yaşı kadardır. Ortalama 150-180 yıl arası yaşam sürerler. Buçukluk (Halfling): Yüzüklerin Efendisi’ndeki Hobbitler gibidirler. Kısa boylu bir ırktır ve bu nedenle buçukluk denir. Genelde insan çocuklarına benzerler. Ufak ve çevik yapılarından dolayı el çabukluğu içeren işlerde ustalaşabilirler (Hırsızlık gibi). Genelde bütün ırklar tarafından sevinirler ama biraz fazla konuştukları için pek fazla kale alınmazlar. Neşeli bir yapıları vardır. Ortalama 140-160 yıl gibi bir yaşam süreleri vardır. Gnom (Gnome): Gnomlar, daha kısa boylu cüceleri andırırlar. Çok fazla konuşan, isimleri genelde bir ansiklopedi uzunluğunda olan ve kendisine bir şey sorulduğunda günlerce cevap verebilecek bir ırktır. El işi, mühendislik, buluşlar, bilim gibi konularda çok hünerlilerdir. Yaşlı gnomlar çok da bilge olurlar fakat soru sormaya çekinebilirsiniz veya cevabın yarısını bile beklemeden kaçmak isteyebilirsiniz. Gnomlar da cüceler gibi dağlarda yaşamayı tercih ederler; sürekli olarak icatlar ve araştırmalar yaparlar. Oldukça iyi büyücüler olabilirler. Yarı Ork: Oyuncular tarafından az tercih edilen ırklardan biridir. Genellikle bir orkun tecavüzüne uğrayan bir insan birleşmesi sonucu oluşur. (Tanıdığım hiçbir insan bir ork ile birlikte olmak istemez.) Çirkin bir melezdir. İnsanlardan daha güçlü bir yapıya sahip olabilirler fakat ork geninden gelen görüntü bozukluğu aşikârdır. Belki de bu nedenle pek tercih edilmezler. Yine de zevk meselesidir. İyi bir rol ile çok keyifli olabiliyor. Irklardan genel olarak bahsettikten sonra kısaca sınıflardan da bahsedelim. Savaşçı: Kas gücüne dayalı, iyi silah kullanan kişilerdir. Yaşamlarını silahları ile kazanırlar. Her ırk savaşçı sınıfı seçebilir. Oyuna yeni başlayan oyuncular tarafından en çok tercih edilen sınıftır. Oynamak için çok fazla bilgiye ihtiyaç yoktur. Kılıç, ok, balta, savaş çekici ve daha pek çok silah konusunda uzmanlaşabilirler. Büyücü: Büyücü sınıfı tamamen zekâya dayalı bir sınıftır. Büyücü olmak karakter açısından ciddi bir çalışma gerektirir. Genelde büyücü karakterler uzun yıllarını büyü okulunda geçirmiş olurlar. Yeni başlayan
60
Oyun
İnceleme oyuncular için önerilmez çünkü büyücü karakteri oynayan bir oyuncunun, karakterinin yapabileceği büyüler hakkında da bilgi sahibi olması gerekmektedir, bu nedenle deneyimli oyuncuların tercih etmesi önerilir. Silah kullanmazlar. Ellerinde taşıdıkları bir asa olur genelde ve dart, bıçak gibi küçük silahları kullanabilirler. Silah konusunda uzmanlaşan çok az büyücü vardır. Sihirbaz: Büyü gücünü doğanın enerjisinden elde eden bir sınıftır. Büyücüler gibi kendi içsel büyü enerjilerini değil, doğadan aldıkları enerjiyi kullanırlar. Büyücüler kadar güçlü büyüler yapamasalar da büyücülerden çok daha iyi silah kullanırlar. Sihirbaz sınıfı genel olarak büyüyü ve silah gücünü harmanlayan bir sınıftır. Bir elinde kılıç ile dövüşürken diğer eliyle büyü yapabilirler. Yarı savaşçı yarı büyücü olarak tanımlayabiliriz. Büyücüler kadar güçlü büyüler yapamadığı gibi bir savaşçı kadar iyi de dövüşemez. Rahip: (Gerçek hayattaki dinlerle karıştırılmasın.) İnandıkları Tanrı’dan aldıkları güç sayesinde kendilerine has büyüler yapabilen bir sınıftır. Bilgisayar oyunlarında da olduğu üzere iyileştirme büyüleri gibi büyüler rahiplerin uzmanlık alanıdır. Büyücülerden farklı olarak rahipler, büyü gücünü Tanrı’larından alırlar. Yakarışlar, inançlar ve inandıkları doğrultuda eylemlerde bulunmak gibi özellikler nedeniyle rol yapma açısından oynanması keyifli bir sınıftır. İyi oynandığında parti için de çok faydalı olur. Hırsız: Hırsız deyince aman günümüz hortumcuları veya hırsızları ile karıştırılmasın. Bu hırsızlar kilit açma, yankesicilik gibi el çabukluğu ve hüneri gerektiren konularda uzmanlaşmış kişilerdir. Genelde çok çevik ve atik olurlar; ki olmasalar bu işi yapamazlar. Kilitli sandıkları açmak, birinin üzerindeki bir eşyayı almak konusunda hünerli oldukları kadar bir zindanda bulunan tuzakları fark etme ve onları etkisiz hale getirme gibi konularda da yeteneklidirler. Genelde ufak tefek ırklar olan Buçukluklar tarafından tercih edilen bir sınıftır fakat her ırk karakter hırsız sınıfını seçebilir. Yanlış anlaşılmasın, hırsızlar kötü olmak zorunda değiller. Kolcu: Kimilerince Korucu olarak da bilinir. Yüzüklerin Efendisi’ndeki Aragorn bu sınıftandır. İz sürme, hayvanları anlayabilme, tuzak kurma, ip kullanma, ateş yakma, avlanma gibi hayatta kalabilme veya doğal hayata ait olma gibi temeller üzerine kurulu bir sınıftır. Genelde hem uzak hem de yakın menzilli silah kullanırlar (Ok ve Kılıç gibi). Discovery Channel’daki Ultimate Survival programındaki deli adam (Ayı Grylls) bu tür hayatta kalma becerilerine örnek gösterilebilir. Çoğunlukla bir bölgeleri vardır ve bu bölgeyi kolay kolay terk etmek istemezler. Hayvanlarla iyi anlaşırlar ve şehir-kasaba hayatını çok sevmezler. Paladin: Kutsal savaşçı diyebileceğimiz bir sınıftır. Yukarıda anlatılan rahip ve savaşçı sınıfının karışımı diyebiliriz fakat ne bir rahip kadar güçlü büyüler yapabilirler ne de bir savaşçı kadar iyi dövüşebilirler. Yine de hem iyileştirme, kutsama gibi büyüler konusunda iyi oldukları hem de iyi silah kullanabildikleri için önemli bir sınıftır. İnandıkları şey uğruna ölümüne savaşırlar. Yer aldıkları parti içerisinde önemli bir rol oynarlar. Karizmatik kişilikleri ile partinin lideri olma gibi vasıflar gösterirler genellikle. Druid: Orman âşığı bir sınıftır. Hayvanlarla ve bitkilerle konuşabilirler, doğaya hükmedebilirler ve doğal yaşam konusunda bilgi sahibidirler. Gerekmediği sürece ormanlarından çıkmazlar. Doğa büyüleri ve hayvanlarla ilgili büyülerde uzmanlardır. Bu büyüleri; doğayı, ormanları ve hayvanları korumak için kullanır. Bir druidi ormanından çıkarmak zor iştir. Başarabilirseniz güvenilir ve arkanızı kollayacak bir yol arkadaşınız olur.
61
Oyun
İnceleme Ozan: Adından da anlaşılacağı gibi müzikle uğraşan bir sınıftır. Büyü yeteneğine sahiptir fakat ne büyü gücünü bir tanrıdan alır ne de büyücüler gibi büyü okulunda öğrenir. Ozanın büyüsü şarkısıdır. Kullandıkları enstrüman ile büyülerini yaparlar. Büyü sınıfı olarak rahip büyülerini yapabilirler. Oyunlarda, rol yapma açısından oyuna renk katan karakterlerdendir. Barbar: İlkel giyim tarzı ve tamamen güce dayalı dövüş tekniğini en iyi kullanan sınıftır. Savaş stratejisini çok umursamazlar. Genelde düşünceleri ilk fırsatta karşısındakine kaba kuvvet kullanarak saldırmaktır. Güce dayalı yapıları gereği büyük silahları kullanabilirler veya çift elle silah kullanabilirler. Pek fazla zırh tercih etmezler. Sadece belirli bölgelerini koruyacak parça zırhlar tercih edilebilir. Keşiş: Tibet’teki Shaolin rahiplerini hepimiz biliyor muyuz? Hani kel kafalı, turuncu giyinen rahipler. Heh! Hatırladınız, değil mi? İşte bu keşişler de aynı onlar gibidirler. Çok sıkı disipline sahip bir eğitimden sonra keşiş olurlar. Bu eğitim ise vücut uzuvlarını ölümcül silahlar olarak kullanabilme ve ruhani bir eğitimdir. Kendi iç seslerini dinleme, inandıkları doğrular yönünde ilerleme ve doğu öğretileri gibi ruhani öğretiler keşişler için temeldir. Silah ve zırh kullanmazlar. Ellerini, ayaklarını, başlarını ve tüm vücudunu bir silah ve zırh olarak kullanmak konusunda uzmanladır. Bu sınıfların dışında başka sınıflar ve kit adını verdiğimiz alt sınıflar da mevcut tabii ki fakat en çok kullanılan sınıflar ve başlangıç için bilmeniz gerekenler temel olarak bunlardır. Irklar ve sınıflar hakkında kısa bilgiler vermeye çalıştım. Daha detaylı bilgileri zaten oyuna başlamadan önce oyun yöneticiniz size anlatacaktır. Bir sonraki yazıda ise çokça duyduğunuz Yetenek Değerlerinden (Ability Scores) ve FRP zarlarının ne işe yaradığından bahsedeceğiz. Bir sonraki sayıya kadar herkese fantastik günler dilerim. Kayra "Keri" KÜPÇÜ www.FrpNet.net
62
Çizgiroman
63
Çizgiroman
64
Öykü
Küçük İnsanlar, Büyük Gölgeler “Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri oluşuyorsa; orada güneş batıyor demektir.”
Çin Atasözü
0. Bir Tıkırtı, Bir Patırtı Onu beklerken yalnızlık yağardı. Bulutlar sarkar bir buse kondururdu alnıma. Hava kara çarşafa bürünür ve yıldızlar bir bir silinirdi gök kubbeden. Onu beklerken çiçekler kokmaz, kuşlar ötmez, rüzgâr fısıldamaz ve ben nefes almazdım. Çünkü onu beklerdim. Ve kuşlar intihar ederdi o yokken. Balıklar karaya vurur, tribünler şampiyonluk maçında son dakikaya mağlup girmişçesine buz keserdi. Donanmalar yakılır, balıkçılar ağlarını yırtar, dalgalar kıyıları sıra dayağına çekerdi. Melekler intihar eder, buzullar erir, her saniye Kıbrıs büyüklüğünde toprak parçaları kayar giderdi denize doğru. Evet, dünya dönerdi. Ama bir eksik dönerdi. O yokken bütün bunlar olurdu ve inanın bu bile keyifliydi benim için. Sonra bir tıkırtı, bir patırtı… Şu sonraya bir göz atalım dilerseniz; bittabi evvelsine de. Şöyle buyurun, ayakkabılarınızı çıkarmanıza gerek yok. Fazla uzun sürmeyecek nasılsa. 1. Tütün Akşamdı. Saate bakmayı akıl edemeyecek kadar mutluydum. Apartmanın önüne geldiğimde, evin boğucu atmosferine adım atmaya pek de niyetli olmadığımı fark ettim ve yolu biraz uzatmaya karar verdim. Siz buna mahalleyi tavaf etmek diyebilirsiniz. Bense Kâbe’yi görmeden cennete girmiş bir kâfirin, o şaşkınlıkla mısralar dizmek için aldığı avansı kullanmaya koşması diyorum. Velhasıl aklımda dizeler aylak aylak yürüyordum. Dizelerdeyse o vardı. Tüm şiirlerime bahse girerim ki, o afeti kesseniz mısra akardı damarlarından. Henüz yazılmamış bir aruz kalıbıydı bakışları; belki de bu yüzden aklım inatla kalemime abanıyordu. Ama ne fayda! Onunla eşleşecek kelamlar milyarlarca yıl önce nesli tükenen bir kuşta saklı olmalıydı. Ya da Zümrüdüanka’nın ta kendisiydi o? Öyleyse burada ne arıyordu? Kaf Dağı’ndan yıllık iznini kullanmaya mı gelmişti? Bilmiyordum. Bildiğim tek şey o anki düşlerimin tamamının tozpembe diye tabir ettiğimiz esrar perdesiyle buğulu olmasıydı. Mutluydum okuyucu. Neden mutluydum okuyucu? İzahı zor. Durakta yanıma oturmuştu. Bana saati sormuş ve üstüne teşekkür etmişti. Bana gülmüştü okuyucu! Dudaklarının nasıl kıvrıldığını gördüğüm an, içimde panayırlar düzenlenmiş; fişekler patlamıştı. Karnavalın en güzeliyse yine o seçilmişti. Kendisine ödülünü vermek üzere kekelerken kalleş çevre dostu
65
Öykü
yeşil motor gelmiş ve onu benden uzaklara götürmüştü. Yerimden kalkıp peşi sıra gidecek derman bacaklarımı es geçmişti. Ki dünyadaki tüm dermanlar bende olsa; o an onunla aynı otobüse binmeyi akıl edebileceğimi sanmazdım. Ama bunu dert etmiyordum okuyucu. Onu dokuz defa görmüştüm ve nasılsa yine görürdüm. Tesiri ne zaman azalacak olsa, kader kıyağını geçerek onu yine karşıma çıkarıyor ve zincirin teklemeden işlemesini ısrarla sağlıyordu. Bu bir mesaj olmalıydı. Her an ilan-ı aşk zamanımın geldiğini haykıracak vahyim kapımı çalabilirdi. Hazır falan değildim ve büyük ihtimalle asla hazır olamayacaktım. Zaten hazır olsam, kim buna aşk diyebilirdi ki? Bu yüzden hazır olmayı beklemiyordum. Belki doğru zaman, doğru yer ve birazcık da şans… Çok değil ha? Ben düşlere dalmış gezinedururken akrep ve yelkovan koşar adım ilerlemeye devam ediyordu. Büyük ihtimalle gece yarısı olmuştu. Doğrusunu isterseniz mahallede şöyle bir dolanmak fiilini layıkıyla yerine getiremediğimi düşünmeye başlamıştım; çünkü bulunduğum yer pek de bizim oralara benzemiyordu. Açık konuşmak gerekirse: Kaybolmuştum. Ay ve yıldızlar yoktu. Sokak lambaları cılız bir sesle mırıldanarak bana eşlik ediyordu. Geceyi de sayarsak yalnızlık şöyle dursun, epey kalabalıktık. Kaldırım taşları, gayri nizami park etmiş araçlar falan… Nerede olduğumu kestirmeye çalışıyordum; ama gece ısrarla gündüz gözüyle avucumun içi gibi bildiğim yerleri yabancılaştırmakla meşguldü. “Yapmasana hıyarağası!” dedim, dinletemedim. Yüksek sesle konuştuğumu çok sonra fark ettim. Aşk insanı delirtiyordu. Ve gece cevap verdi: “Hıyarağası senin babandır!” Geceyle olan seviyeli arkadaşlığımız buraya kadardı büyük ihtimalle. Geri dönüp ona ağzının payını bildirmek niyetindeydim ki omzuma bir el dokundu. “Birader, sen manyah mısın?” Yok baba, âşığım. Ölümüne bir korkuyla arkama döndüm. Kanım fıkır fıkır kaynıyordu. Bir ayyaşın radarına yakalanmıştım anlaşılan; o da en az benim kadar yalnız gözüküyordu. Saçı sakalı birbirine girmiş, kır saçları kısa, gözleri kan çanağı gibiydi. Elinde bir şişe şarapla bana bakıyordu. Anlaşılan gözümün önündeki tozpembelik hızlıca silinmiş; yine eskisi gibi her şeyi normal görmeye başlamıştım. Sanırım biraz da miyopça. “Kusura bakma kardeşim, burada olduğunu görmedim.” Güldü. “Âşıh mısın lan sen?” dedi. “He yaa,” diyiverdim. “Geç otur,” dedi. Biraz gerimizdeki bankı işaret ediyordu: “Kafan dağğıılssın.” Fikir sıcak geldi ve galiba bunda şarabın kokusu da önemli bir etkendi. Adamın yanına yerleştim, kokuyu burun ardı etmeye çalışarak gözlerimi karşıya diktim. Bank, apartman yığınına sıfır; iki metre uzunluğunda ve tahtadandı. “Kime?” diye sordu. Lavuk sanki tanıyacak, diye düşündüm. Aslında bu benim savunma mekanizmamdı; ismini bilmiyordum çünkü. İnsan sevdiceğinin ismini bilmez miydi? Omuz silktim. “Bilmiyoğ mussun?” dedi. Konuşması giderek kayıyordu; sızar kalır ben de bir şekilde evimin yolunu bulmaya çıkardım, diye düşünüyordum. “Burası neresi?” diye sordum. Omuz silkti.
66
Öykü
Sanırım ödeşmiştik, iki cevapsız soru… Şarap şişesini bana uzattı. Bir büyüğümü kırmamak adına ikramını kabul ettim. Derin yudumlar boğazımı yaktı, ses çıkarmadım. Şişeyi geri uzattığımda hafif bir çakırkeyiflik rüzgârı esiyordu içimde. “Seviyon mu onu?” Bunu düşündüm… Sevmek… Söylemesi ne basit bir eylemdi öyle? Doğru soru: “Deliyon mu dağı” ya da “Aşıyon mu çölleri?” olmalıydı belki. Ama seviyon mu onu... Buna verilebilecek tek bir cevabım vardı: “Sen seviyon mu şarabı?” Soruya soruyla cevap verme tribini pek sevmezdim; lâkin cevabım sorumda gizliydi. Bir bağımlı alkole nasıl bağlıysa, ben de aşkıma, sevgime öyle bağımlıydım işte… Ama yanıt beklediğimden farklı bir şekilde geldi: “Şarabın gazabından kork, çünkü fena kırmızıdır.” Adamı hafife almıştım. Attila İlhan’dan yaptığı bu alıntı; o an için çok gerçekçi gelmemişti. Yine de herif biraz olsun saygımı kazanmayı başarmıştı. “Haklısın,” deyip geçiştirdim. Adamın sızacağı yoktu, iyisi mi bir taksi durağı falan bulup buradan gazlamaktı. Ayaklanmak üzere olduğumu görünce elini dizime koydu. İstem dışı olarak ona döndüm. Yine bir dumur arifesinde olduğumu hissetmiştim, konuştu: “Mideme iyi bir şarap inince, Balzac’tan daha kültürlü Pibrac’tan daha bilge olurum; Tek elle bütün Kazaklara saldırabilirim, Ve ülkelerini yağmalayabilirim. Charon’un gölünü O kayığında uyurken geçebilirim. Gururlu Eac’ın yanına Hiç heyecanlanmadan gidip Ona tütün ikram edebilirim. ” Bu şiir kimdendi bilmiyordum, ama burada daha fazla durmasam iyi olacaktı. “İçtiğin iyi bir şarap değildi, bunu gözlerinden anladım. Dikkat et,” dedi. Sanki bütün sarhoşluğu buharlaşıp gitmişti. Anlam veremiyordum. Kendi ikramını mı kötülüyordu, yoksa aşkıma çamur mu atma niyetindeydi; bilememiştim. Yalnızca başımı salladım ve doğruldum. Hafif başım dönmüştü, birkaç saniye dünyanın yeniden normal seyrine dönmesini bekledim ve: “Dediklerini düşüneceğim, kal sağlıcakla,” dedim. İşte o sırada karşı apartmanın ışıkları yandı. Birileri bu geç saatte dışarı çıkıyor olmalıydı. Objektiflere bir ayyaşla – her ne kadar kültürlü de olsa, sonuçta dışarıdan öyle gözükmüyordu – yakalanmamak için hızlı adımlarla sokağa doğru yürüdüm. Apartmanın kapısı aralanmış, üç kişi dışarı çıkıyordu. Sonra flaşlar patladı. Harici ve dâhili olmak üzere. Bir tıkırtı, bir patırtı… 2. Us Yok, o kadar çabuk değil. Flaşlardan kamaşan gönlüm ve aklım aralarındaki gerekli koordineyi
67
Öykü sağladığında, somut gerçekle yüzleştim: O, oradaydı. Apartmandan çıkıyordu. Yanında iki hıyarağası vardı. (Bu tanımı daha önce kullandığım Gece’ye kaçamak bir bakış attım, ona haksızlık ettiğimi anlamıştım.) Apartmanın loş ışığında bile güzeldi. Hatta daha güzeldi. Ya da ben onu her gördüğümde, O’nun Güzelliği temalı çukura en tepeden atlamak için bilet ayarlıyordum. Ve çukurun dibine varamadan; beni bir kez daha başladığım noktaya geri gönderiyordu. Bu çemberde durmaksızın yol alıyor; sonuç olarak da onu her gördüğümde ilk defa görmüşçesine coşkulu bir şekilde köpürmek durumunda kalıyordum. Bundan şikâyetçi değildim. Ama yanındaki ayılardan kesinlikle şikâyetçiydim hâkim bey! Kimdi lan bunlar! Bi’ dakika ya. O-ha! Birisi hatunuma para uzatıyor! Yuh! Öbürü de ‘orasını burasını’ mıncıklayıp boynuna bir öpücük konduruyor! Çüş! Benim kız buna yalnızca gülerek karşılık veriyor. Yok artık! İki tacizci kıza arabasına kadar eşlik ediyor! İmdat! Birisi ona kapıyı tuttu! Ödül olarak da başka bir öpücük… Gece! Kör et beni! Yalvarırım… Ama hayır, dost acı söylüyordu. Her şeyi keskin bir netlikle görmüştüm işte. Çöllerimin tek vahası bir… Bir… Ah! Dilim varmıyordu söylemeye… Bir… Şarapçı fısıldadı: “Yosma…” Bacaklarım kendini koyuverdi, ardından vücudumun geri kalanı eşlik etti onlara. Usulca çekildi bilincim. Usumdan en son silinen bilin bakalım kimdi? Bir… 3. Takip Geri dönüşten toparlanmaya kadar geçen süreyi es geçeceğim. Gereksiz ayrıntılarla sizi boğmaya hakkım yok. Bu süre zarfı içerisinde olan önemli olaylardan bahsetmem gerekirse, ilk olarak bir ev arkadaşı edinmiştim (ki kendisi bir şarapçıydı). Ardından delilik eşiğine doğru yaptığım ısrarcı manevralar vardı pek tabii (bunların önünde bir duvar gibi duran adam da bir şarapçıydı). Eşiğin pek de ucuz olmadığını anladığımda, şarabın dibine vurmalarım… (Hatta inanabiliyor musunuz, şarapçı engel olmak bir yana benimle kadeh [Tamam, ‘şişe kaldırmıştı’. Kadehle içip şarabın büyüsünü bozmamalıymışız.] bile kaldırmıştı) Ve son olarak… Bir tabanca edinmiştim. (Bundan o düzenbaz herifin haberi yoktu, oh olsun!) Onunla ne yapacaktım? Allah’ım, onunla ne yapacaktım?! Bu bile düşünmediğimin, düşünemediğimin kanıtıydı. Akıl çekilmiş, tüm kontrolü damarlarıma kan pompalamakla görevli olan; ancak artık pompalı bir tüfekten farkı kalmayan kalbim üstlenmişti. Sokaktaydım. Yine. Bu kez tavaf için değil, kan için. Kimin kanı? Bir yos… Bir insan kanı mı? Bilmiyorum. Onu bulacağımı biliyordum, onu o otobüs durağında; o Çevre Dostu’ndan inerken bulacağımı biliyordum. İşte doğru yer, doğru zaman. İşte aşkımı itiraf edeceğim gün. Silahım yerinde, işte insanlar. İnsanlar yerinde! Güneş. O da yerinde, aşağı doğru düşmekte şimdilerde. Batacak. Belli. O. Yerinde. Çevre Dostu’ndan iniyor. Gözleri. Yerinde. Bana bakıyor. (Bu bir girdap! ALLAH’IM!) Dudakları. Orada. Beni görünce hafifçe kıvrılıyor. Belki de onu satın alacak gücümün olup olmadığını anlamak istiyor. Gidişi. Gidişi orada. Her gelişi gibi. Ansızın ve sorgusuzca. (Gitme...)
68
Öykü
Kalabalıktan sıyrılıyor ve çekip gidiyor. Peşine düşeceğim. Bu sefer kurtulamayacak. Takipteyim. Takipteyim. Takipteyim! Bu sefer kurtulamayacak! (TAKİPTEYİM!) 4. Güneş Nerede vuracağım? Şimdi mi? Günışığında mı? Düşünemiyorum, düşünemiyorum… İyice yaklaştım, farkında bile değilim. Elim omzuna dokundu. İnanın, bundan dokunduktan sonra haberim oluyor… Durdu. Ürkmüş gibiydi. Bana döndü. Tanıdık (?) bir yüz olduğumu görünce rahatladı. Konuşmamı bekler gibi bir ifade belirdi gözlerinde. Konuşmak… Nasıldı? Ağız vardı, kelimeler, cümleler filan… Bilemedim. Onun yerine elim belime seğirdi. İçimdeki ‘pompalı canavar’ harekete geçmişti. Silaha dokundum, kabzası soğuktu. Titreyen ellerimle çıkardım yerinden. İlk başta ne yaptığımı anlamadı. Ona göre ben zararsız bir böcektim. Belki bir Gregor Samsa… Kim bilir? Sonra o dudaklar bir kez daha kıvrıldı. Bunu yapamayacağımı biliyordu. Ona ateş edemeyeceğimi biliyordu! Başını iki yana salladı, sanki bir hayal kırıklığı olduğumu anlatmaya çalışıyordu gözleri. Arkasını döndü ve ağır adımlarla yürümeye başladı. Gidiyordu. Yine. (YİNE!) Elimde silahım, öylece kalakalmıştım. Hayır, kalakalmamıştım. Oyun bu sefer bitecekti. Silahı doğrulttum. Az sonra dönüp bana bakacağını biliyordum. Herkes indiği arabanın ardından en az bir defa bakardı. Ah, güneş batıyordu. Namluyu ağzıma dayadım. İşte nihayet akrep yelkovanı sokmuş ve an durmuştu! Dünyayı adımlayışını izledim. Gidiyordu. Gidiyordum. Sonrası bildiğiniz gibi. Bir tıkırtı, bir patırtı… Ya Rab! Bir hilal uğruna ne beyinler dağılıyor! (BAM!) Onur SELAMET www.kayiprihtim.org
69
Sinema
SPIRITED AWAY
Küçük Chihiro ailesinin başka bir şehre taşınmasından dolayı mutsuzdur. Arkadaşlarından ve okulundan ayrılmıştır. Üstelik ilk çiçek buketi, onun veda hediyesidir. Babası arabayı kullanırken söylenerek oturur koltuğunda. Aldığı veda hediyesini öyle bir hırpalamıştır ki onlar da ölmek üzeredir. Derken yol ikiye ayrılır ve babası yanlış olanı seçer. Önlerinde uzanan ağaçlı yolda bata çıka ilerleyen aile eski bir tapınak görünümü veren terk edilmiş bir kasabaya denk gelirler yolculuklarının bu kısmında. Küçük kız önlerinde yükselen bu yapıya girmek istemez fakat ailesinin ısrarlarına da karşı koyamaz. Yol onları mükemmel lezzette yiyeceklerin olduğu aydınlık bahçelerin ışıl ışıl parladığı bir yere götürür. Ailesi yiyeceklerden tatmakla başlayan yolculuklarına büyük bir iştahla devam ederken Chihiro bir terslik olduğunu sezmektedir. Tam bu anda kasabaya bir göz atmak için ailesinin yanından ayrılır. Ahşap bir köprünün başında çekingen ama meraklı adımlar atmaya başlar. Ta ki Haku ile karşılaşana kadar. Bu narin yapılı güzel çocuk ona hava kararmadan oradan kaçmasını öğütler. Küçük kız şaşkın bakışlar eşliğinde neden olduğunu anlayamasa da bu genç adamın dediğini yapar fakat artık ailesi için çok geçtir. Aç gözlülük onları bir domuza dönüştürmüştür. Onları kurtaracak tek şeyse Chihiro’nun cesareti ve sevgisi olacaktır. Chihiro bu yolculuğunda adını kaybedip kalbini bulacaktır. Aşk ve fedakârlığın ne olduğunu ilk elden öğrenecek ve bu yolu adımlarken bize de öğretecektir. Mücadele verilmeden kendimize ait olanları bile alamayacağımızı. Ruhların Kaçışı, Hayato Miyazaki tarafından yazılıp yönetilen 2001 yılında en iyi animasyon dalında
70
Sinema
71
Sinema Oscar kazanan Studio Ghibli yapımı bir Japon animedir. Birçok ödülü beraberinde götüren bu yapım aynı zamanda ilk kez Oscar alan animedir. 124 dakika boyunca maceranın dozunu yavaş yavaş arttıran bu animede küçük kahramanımız tüm korkularına rağmen bir çıkış yolu aramakta ısrar ededursun, bize de hikâyenin diğer ilginç karakterlerini tanıma fırsatı veriyor. Altı kollu ve kolları her yere yeten Kamaji, para hırsını insanların isimlerini çalarak ve onları tüm işlerinde köle misali çalıştırarak kendi bencilliğini tatmin eden kötü cadı Yubaba, insanların aç gözlülüklerini sahte altınlar dağıtarak azdıran Yüzsüz, hikâyeyi izlenebilir kılan ve renk katan karakterler arasında. Chihiro’nun giriştiği bu amansız mücadele derinleştikçe onlarda bu kararlı, iyi kalpli kız sayesinde kendi kötülüklerinden ve zayıflıklarından arınıyorlar. Kızımıza da bu yolculukta en derininden bir aşk düşüyor. İlk aşk… Bu yapıma çocuk çizgi filmi demek çok büyük bir haksızlık olur, lâkin olaylar örgüsü, karakterlerin derinliği ve işlenişi bu masalı büyükler içinde anlamlı kılıyor. Gerilimin renklerle giydirilmiş bir rüya tadında anlatımı size de bu rüyada bir yer veriyor. Kendi aç gözlülüklerini düşünme fırsatı da tabii. Bu derin yolculuğa bir de yol müziği lazım, hem de en iyisinden diye düşünmüş olacaklar ki Joe Hidsishi ve Yumi Kimura’nın oluşturduğu müzikler tam da böyle bir atmosferi içeriyor. Âdem ile Havva kendilerine yasaklanmış olan meyveden yediler birgün ve biz cennet denen ışıklı bahçelerden dünya denen acılı suya düştük. Ruhlarımız kaçamadı ne yazık ki! Debelendikçe kaybettik. Fedakârlığı, iyiliği, anlayışı… En çok da aşkı… Bu yüzdendir büyüye inanmaz görünüp de içimizde hep onu arayışımız. Belki derdinize derman olmaz lâkin en azından adlarınızı ve aşk denen tek hecelik adı hatırlamanızı sağlayabilir bu yapım. Çünkü en büyük büyü aşktır. Burun kıvırmayın yazdıklarıma. Sadece yargılamadan seyredin olmaz mı? En azından bir kez… Büyüyle… Melahat YILMAZ www.otekisinema.com
72
Öykü
Randevu “Teklifimi reddetmeyip de bu akşam benimle buluşmaya geldiğiniz için teşekkür ederim Efsun Hanım…” “Rica ederim Orhan Bey… Fakat sadece sizin için yapmadım bunu, ben de istediğim için buradayım. Bana söylemek istediğiniz önemli şeyler olduğunu ilettiniz sabahki telefon görüşmemizde… Doğrusunu söylemem gerekirse, aklınızdakileri merak ettim. Şu anda da, acaba neymiş bu önemli şeyler diye düşünüyorum.” “Aslında fazla abartılacak şeyler değil tabii ama benim için önemli…” “Pekâlâ… Dinliyorum.” “Biraz daha şarap alır mısınız?” “Biraz sonra… Şimdi beni daha fazla meraklandırmadan ve sizin deyiminizle abartmadan anlatın lütfen… Çok fazla zamanım yok.” “Kimin fazla zamanı vardır ki zaten…” Efsun Hanım, iri yeşil gözleriyle, haydi ama uzatma artık dercesine, karşısında oturan sakallı ve gözlüklü adama baktı. “Demek ki her ikimizin de zamanı kısıtlı… Devam edin öyleyse,” dedi. “Sizinle daha önce sadece iki defa bir araya geldik. Gördüm ki birçok ortak noktamız var. Her ikimiz de bolca kitap okuyor, sinema ile ilgileniyor, hayata gülümseyerek bakıyoruz, farklı branşlarda olsak da meslektaşız ve matematik mantığıyla muhakeme yapabiliyoruz.” “Yani?” “Yani… Arkadaşlarımdan biri olur musunuz?” Aniden sessizlik çöktü kadınla adamın arasına… Nezih restorandaki müziğe kulak verdiler; Tracy Chapman, Mountains o’ Things diye sesleniyordu hoparlörlerden. Ancak bunu tek fark eden Orhan Bey’di. Efsun Hanım’ın aklında bir anda onlarca soru oluşmuştu. Neyse ki adam bunu gördü karşısındaki yeşil gözlerde ve sorular ortaya saçılmadan aklındakileri anlatmaya başladı. “Siz bana ‘Ama…’ ile başlayan mazeretler üretmeden aklımdakileri biraz daha açıklayayım. Öncelikle, sadece ve sadece arkadaşım olmanızı istiyorum. Çünkü çok yalnızım ve kendimi yeniden değerli ve özel hissetmeye ihtiyacım var. Tabii ki durup dururken olmayacak bu; böyle düşünmeniz, buna inanmanız için ben de elimden geleni yapacağım. Ama asla olduğumdan daha farklı davranmayacak ve içimden gelmeyen herhangi bir şey yaparak aklınızı çelmeye, sizi yanıltmaya çalışmayacağım.” “Çok açık sözlüsünüz Orhan Bey… Fakat beni bu kelimelerle kandırmadığınızı nereden bileceğim?” “Bunun için biraz daha zamana ihtiyacımız var… Şimdilik bilemezsiniz. Zaten aramızda arkadaşlıktan öte başka bir ilişki de olamaz.” “Neden? Siz sağlıklı ve aklı başında bir erkeğe benziyorsunuz. Bense, güzel ve zeki bir kadınım.” Başını arkaya atıp hafif bir kahkaha atınca tavandaki spot ışıklarının altında kızıl saçları parıldadı. Orhan Bey da gülümsedi. “Hiç değilse bir konuda hemfikiriz,” dedi. Fakat Efsun Hanım’ın hangi görüşüyle hemfikir olduğunu söylemedi. Söylese de kadının fikirlerini değiştiremeyeceğini biliyordu. “Bunu duyduğuma sevindim. Ama henüz soruma cevap alamadığımın da farkındayım,” dedi Efsun Hanım… “Bu da beni dikkatle dinlediğinizi gösterir,” dedi Orhan Bey. Ancak hafızanıza kaydettiğiniz bu
73
Öykü kelimeleri gün gelip aleyhimde kullanacağınızı da bildiğim için size asla böyle bir fırsat vermeyeceğim, demedi. “Peki, söyleyin bakalım niçin aramızdaki ilişki arkadaşlıktan öteye gidemezmiş?” “Gayet basit; büyük ihtimalle benden on yaş kadar gençsiniz; bu bir!” dedi ve sustu. “Devam edin lütfen…” dedi Efsun Hanım. “İkincisi, siz bekârsınız, bense dört yıl kadar önce eşinden boşanmış bir erkeğim.” “Üçüncüsü?... Sanki üçüncü bir neden daha varmış gibi geldi bana…” “Haklısınız, var tabii… Üçüncü sebep de şu, benden neredeyse on santim daha uzunsunuz!” Her ikisi de diğer masalarda bulunan insanlara aldırmadan, kahkaha attılar. Orhan Bey, kadehlerine yeniden beyaz şarap doldurdu, Efsun Hanım itiraz etmedi bu kez… “Eğer mazeretleriniz bittiyse bu defa da siz beni dinleyin, olur mu?” “Tam da söyleyecekleri olan bir kadın bulmuşken, bundan onur duyarım.” Efsun Hanım, zorlu bir konuşmaya hazırlık yaparcasına, masanın üzerindeki paketinden bir sigara çıkarınca, Orhan Bey de yanı şeyi yaptı; o da kendi paketinden bir sigara aldı. Nezaketini gösterip, önce Efsun Hanım’ın sigarasını yaktı çakmağıyla… Kadın, sigarasından ilk nefesi çekip, konuşmaya başladı. “Evet, sizden birkaç yaş daha gencim. Bu demektir ki, hayatın zorlukları karşısında siz benden daha tecrübelisiniz. Şayet herhangi bir konuda aptalca bir hata yapacak gibi olursam, beni kolayca uyarabilirsiniz. Bu bir…” “Estağfurullah, rica ederim! Siz aptalca hatalar yapmayacak kadar akıllı bir kadınsınız. Ancak söylediklerinizi çok ilginç bulduğumu ve gururumun okşandığını itiraf edeyim.” Gözleri gülümsedi Orhan Bey’in. “Dahası da var… Birkaç yıl önce boşandığınız için, öyle sanıyorum ki yine aynı duruma düşmek istemez ve eşiniz olarak seçeceğiniz bir başka kadına daha farklı davranırsınız. Ayrıca, eski karınızla olan ilişkinizde yaptığınız hataları tekrarlamaz, ikinci kez boşanmaya katlanamayacağınız için – çünkü başınıza neler geldiğini gayet iyi biliyorsunuz – müstakbel eşinizi el üstünde tutar, ona gerçek bir prensesmiş gibi davranırsınız. Öyle değil mi?” “Kesinlikle öyle… Zekânıza bir defa daha hayran olmak üzereyim.” “Boy konusuna gelince, endişelenmenizi gerektirecek bir durum yok. Ben sizden uzun olabilirim ama siz de benden daha dikkatli, daha duyarlı, daha neşeli, kendisiyle ve çevresiyle daha barışık birisiniz. Üstelik eminim kollarınız da benimkilerden daha güçlü, kuvvetlidir. Ben hiç bunları dert ediyor muyum?” “Ne istediğini bilen bir kadınla randevulaşmak meğer ne güzelmiş… Unutmuşum… İyi ki varsınız Efsun Hanım…” dedi Orhan Bey. Yirmi dakika sonra, Efsun Hanım ve Orhan Bey el ele restorandan çıkınca onların bu haline ilk şaşıran otopark görevlisi oldu. Vay be, gerçekten aşkın yaşı yok, diye düşündü. Acaba Nazife ile ben de ellili yaşlarımıza gelince – ikimizin arasında böylesine boy farkı bulunmamasına rağmen – el ele tutuşup gezebilecek miyiz, diye meraklandı. Öykü: Oğuz ÖZTEKER oguzozteker@yahoo.com
74
Sinema
Kadınlar Robotlara Karşı: Ira Levin’in The Stepford Wives Romanı ve Forbes ve Oz Uyarlamaları
Ira Levin’in The Stepford Wives (Stepford Kadınları) eseri 1972 de yayınlanmış, 1975’te Bryan Forbes, 2004’te Frank Oz tarafından sinemaya uyarlanmış ve çeşitli dizi ve filmlere de kaynak olmuş bir gerilimgizem romanıdır. Kitabın 1975 film uyarlaması bilim-kurgu ve gerilim başlıkları altında listelenirken, 2004 uyarlamasında bu başlıklara komedi de eklenir. Roman ve uyarlamalar 1970’lerin ve İkinci Dalga feminizmin kadın sorunları üzerinde yoğunlaşırlar. Levin bu distopik bilim kurgusunda 1970’lerde kadınların içinde bulunduğu durumu karamsar bir şekilde betimler; sadece feminizmin değil genel anlamda kadınların, ataerkil düzen karşısındaki yenilgisini gözler önüne serer. Roman ve 1975 uyarlaması, kadınları makineleştirip onlara imkânsız cinsiyet rolleri yükleyen toplumun, ataerkil düzenin ve kadınların bu düzenden kurtulmayı başaramamalarının bir eleştirisi olduğu gibi insanları makineleştiren teknolojik gelişmelerin de bir eleştirisidir. 2004 uyarlaması ise hem bu eleştirileri daha ileriye götürür hem de sorunları sadece cinsel rolleri ters-yüz edişiyle değil, filmin bitişinde yarattığı dönüşümle de farklı bir şekilde ortaya koyar.
75
Sinema
Ira Levin romanına Simone de Beauvoir’ın The Second Sex (İkinci Cins) eserinden bir alıntı yaparak başlar: Savaş, bugün, farklı bir şekil almakta; erkeği hapsetmektense, kadın kendisi hapisten kurtulmaya çalışıyor; erkeği yüce düzenin içine çekmeye çalışmaktansa kendisi yüce ışığa ulaşmaya çalışıyor. Şimdi erkeğin tavrıysa yeni bir çelişki doğuruyor: isteksiz bir şekilde kadının gitmesine izin veriyor. Eseri 1949’da yayınlanan Beauvoir zamanının önde gelen feminist yazarlarındandır. Kadını “öteki” olarak damgalayan ve belli görevleri yerine getirmeye zorlayan sistemi eleştirir, çünkü Beauvoir’a göre kadın, sistemin beklentileri ve zorunluluklarına göre kadın olmakta, kimliği yapay bir şekilde oluşmakta ve doğuştan gelmemektedir. Levin’in yaptığı alıntı da kadınların öz kimliklerine ulaşmak ve erkek dünyasında yer kazanmak için gösterdikleri çabaya gönderme yapmaktadır. Beauvoir sürmekte olan bir savaştan ve içinde bulunduğu durumdan bahseder, kadınların çabasını şekil değiştirmekte olan bir savaş olarak görür. Bu alıntı, bu “savaş”ın geçmişiyle ilgili iki sorun ortaya koymaktadır: kadınlar erkekleri hapsetmeye yani erkekler üzerinde güç ve üstünlük kazanıp onları sosyal hayattan uzaklaştırıp kendi sınırları içine çekmeye çalışmışlardır. Yani kadınlar, üzerlerindeki erkek egemenliğini tersine çevirip, aynı eşitsizliği tekrar etmeye çalışmışlardır. Ancak aynı zamanda kendilerinin de hapsedilmiş olduklarını fark etmezler ya da mahkûmiyetten kurtulmaya çalışmazlar çünkü erkekleri aşağıya çekmekle meşguldürler. Bir sonraki cümle ise, kadınların, erkekleri hapsetmek yerine, kendilerini bu düzene dayalı parmaklıklardan kurtarıp, üstün görülen erkeklerin dünyasına girip eşitlik kazanmaya odaklandıklarını gösterir. Asıl sorunsa son cümleyle ortaya çıkar: bağımsızlık ve eşitlik yine erkeklerin kabulüyle gelir. Erkekler kadınların bu parmaklıklardan kurtulmasına izin verirler ama bu konuda pek de mutlu değildirler. Roman ve 1975 uyarlaması söz konusu olduğunda alıntıdaki fikir ikisinde de hâkimdir. Okur/izleyici sadece cinsiyetler arası bir savaşla değil, kendi meslekleri ve hayat görüşleri olan kadın karakterler ve onların dönüşümüyle de yüzleşir. Bu kadınlar istedikleri hayatı yaşama hakkına sahiptirler ancak istedikleri eşlerini rahatsız etmediği sürece. Ira Levin bu romanda, eşlerinin parmaklıklardan kurtulmasına “izin vermiş” olan erkeklerin şimdi onları robota dönüştürerek yeniden hapsetmeye çalıştıklarını gösterir, dolayısıyla “mükemmel eş” olgusunun makineleştirilmiş bir hayattan farklı olmadığının da altını çizer.
76
Sinema Roman, kalabalık ve gürültülü şehir hayatını bırakıp, sakin taşra hayatını tercih eden iki çocuklu bir çiftin, taşındıkları bu sessiz, sakin ve 1950’lerden o güne değişmeden kalmış gibi görünen, çağdaş hayatın etkilerinden yalıtılmış Stepford sınırları içinde, başkarakter Joanna Eberhart’ın etrafında gördüğü bütün kadınların moda dergilerinden fırlamış gibi görünürken, tamamen ev işleriyle kafayı bozmuş olmalarını fark etmesi ve sonrasında gelişen olayları konu eder. Joanna kendisi gibi “Kadın Bağımsızlık Hareketi”yle (Women’s Liberation) ilgilenen komşusu Bobbie Markowe ile birlikte Stepford kadınlarının garip davranışlarının altındaki gizemi çözmeye çalışır. Ancak Joanna arkadaşı Bobbie’nin de takınçlı bir “ev hanımı”na (hausfrau) dönüştüğünü fark edince, olanların arkasında her gece Erkekler Kulübü’nde (Men’s Association) toplanan eşlerinin parmağı olduğundan şüphelenmeye başlar. Yaptığı araştırma sonucunda Stepford kadınlarının her birinin geçmişte kariyer yapan kadınlar olduklarını, erkeklerinse bir şekilde teknoloji ya da bilim alanlarından birinde çalıştıklarını öğrenince, erkeklerin eşlerine benzeyen ama kendi istedikleri özelliklere sahip robotlar ürettiklerini düşünmeye başlar. Kaçıp komşusu Ruthanne’den yardım isteyeceği sırada kocası Walter’ın arkadaşları tarafından yakalanır ve her şeyin kendi hayal ürünü olduğuna ikna edilir. Metin, erkeklerin masum olduğuna inanması için Bobbie’nin evine götürülen Joanna’nın, Bobbie tarafından öldürüldüğünü düşündürür, ertesi gün Bobbie, markette diğer Stepford kadınları gibi giyinmiş bir şekilde görülür. Roman, Stepford’a en son taşınan komşu Ruthanne’in kitabını bitirebilmek için eşinden çocukları McDonalds’a götürmesini istemesiyle biter. Hem romanda hem de 1975 uyarlamasında şehir dışına taşınmak Walter’ın fikridir, Joanna “hayat dolu” şehir hayatını özler ki bu Stepford’daki hayatın pek de “canlı” olmadığı ipucunu verir. Şehirden taşraya taşınmak bir gerileme işaretidir; Eberhart’lar gelişmiş, çağdaş hayatı geride bırakıp evlerin ve günlük hayatın 1950’leri çağrıştırdığı bir kasabaya taşınırlar. Evler güzel, çevre iyidir ancak sorun Stepford’da yaşayan kadınların da 1950’lerin kadınlarının kopyası olmalarıdır; vücutları mükemmel, güzel yüzleri makyajlı, saçları daima yapılı ve ev işleriyle kafayı bozmuş kadınlardır. 1975 uyarlamasını romandan ayıran, Levin’in asla açıkça bu kadınların robot olduklarını söylememesi
77
Sinema ya da böyle bir ipucu vermemesidir. Uyarlamada ise müzik kullanımı ve oyunculuk izleyiciye, Stepford’da garip bir şeyler olduğunu fark etmesi için gereken ipuçlarını erkenden vermeye başlar. Müziğin rahatlatmak yerine gerilimin artmasına neden olması bu cennet gibi görünen kasabada korkunç şeyler olduğuna/ olacağına işaret eder. Walter Eberhart da gelecek değişimin habercisidir; kasabadaki Erkekler Kulübü’ne katılır, kulüp Walter’ı tamamıyla erkek ve kadınlardan yalıtılmış erkek-egemen düzenin bir parçası yapar. Joanna, her gün kulüp toplantılarına giden Walter’ı, kadınları dışarıda bırakan bu sisteme kaybetmekten, erkek egemen “arkaik” sisteme dönmekten korkmaktadır. Bir 19. Yüzyıl binasını kullanan Erkekler kulübü, erkek egemen düzenin gücünün yeniden ilan edilişidir. Bu Victoria dönemine ait binanın içindeki erkekler, Victoria dönemi değerlerini de hali hazırda idealize ederler; eşlerinin “evdeki melekler” (angel in the house) gibi olmalarını ve ev sınırları içinde yaşayıp erkeklerin hayatlarına karışmamalarını beklerler. Kadınlardan beklentileri ve onları dönüştürdükleri yeni halleri, Irigaray’in An Ethics of Sexual Difference kitabında eleştirdiği kadın rolüyle örtüşür: Eğer geleneksel olarak ve anne olarak, kadın erkek için “yer”i simgeliyorsa, böyle bir sınırlama kadının “şey”e dönüştüğü anlamına gelir, (…) […] erkek ona bir ev alır, hata onu içine kapatır, kendi içinde bulunduğu sınırsız alanın aksine farkında olmadan kadın için, onu içine yerleştirdiği sınırlar belirler. (10-1) Stepford kadınları da kocaları tarafından sağlanan şeylerle çevrilmişlerdir, karşılığında da kocalarının istedikleri “şey”e dönüşürler veya dönüşmeye zorlanırlar. Ancak Bobbie Markowe, Joanna’nın sorunlarını paylaşan bir kız kardeş olarak ortaya çıkar. Bobbie “kısa, geniş popolu, mavi Snoopy tişörtü ve kot giymiş (…) elleri küçük, tırnakları kirli” (29) bir kadındır. Bobbie, kıyafetleri, fiziği ve kirli tırnaklarıyla Stepford’un mükemmel kadınlarının tam zıttı bir karakter oluşturur. Dahası, soyadlarını Markowitz’den Markowe’ye değiştirmiş olan Bobbie ve kocasının Yahudi oldukları gerçeği de vardır; Bobbie hem ırk, hem cinsiyet hem de din açısından “öteki”yi simgelemektedir, Ruthanne de Afro-Amerikan kimliğiyle ırksal ötekiyi simgeleyecektir. Ancak 1975 uyarlaması bu hassas konuya dokunmaz, Bobbie’nin geçmişi ve fiziksel görüntüsü kitaptaki gibi çizilmez, aksine, uyarlamada Bobbie uzun ve ince bir kadındır, Ruthanne karakteri ise tamamen çıkartılmıştır. Bu nedenle 1975 uyarlaması ırk ve din yüzünden kimlik problemleri yaşayan kadınların sorunlarını ekrana taşımakta yetersiz kalır. Roman kimlik ve bağımsızlık konularının ne kadar hassas olduğuna dikkat çeker, Joanna evlenip Eberhart soyadını aldığında artık Joanna Ingalls olarak var olamaz. Joanna kızlık soyadını iki kere özlemli bir şekilde anımsar ki bu durum evliliğin getirdiği mutsuzluk ve büyük değişimi gösterir. Çocukları doğunca Joanna işini bırakır ve ekonomik bağımsızlığını yitirişi eşine bağımlılığı da beraberinde getirir. Hem kitapta hem de uyarlamada Joanna kendi adıyla bir fotoğrafçı olarak hatırlanmayı arzu eder. Öte yandan güzel, zengin, kendi tenis kortu ve hizmetçisi olan, astrolojiye düşkün, eşiyle gerçek bir sevgi paylaşmayan ve seksten pek haz etmeyen Charmain de, robotuyla değiştirildikten sonra tenis kortu eşi için golf sahasına dönüştürülür, çünkü sahip oldukları zaten eşi tarafından sağlanmıştır. Kadınlar yavaş yavaş kendilerine ait olanları bırakırlar ya da bir şekilde erkekler kadınlara verdiklerini geri alırlar. Bu örnekler, kadınların daha robotlarıyla değiştirilmeden önce bağımsızlıklarını kaybettiklerini ve İkinci Dalga feminizmin de başarısızlığa uğradığını gösterir. Robotlarla değiştirilmek, seri üretim objelere dönüşmek kadının bireyliğini ve kimliğini elinden almak demektir. Telotte kitabı Science Fiction Film’de şöyle der: Haraway ve Doane’nın okumalarına göre bu film, (…) sadece erkek egemen kültürün kadınlara yüklediği boğucu geleneksel rollerin itham edilmesi değil aynı zamanda kadın tasvirinin erkekler
78
Sinema tarafından belirlendiğini (robot eşler için /tarafından benimsenen kıyafetler yoluyla) gösteren bakış açısının, teknolojideki erkek egemenliği aracılığıyla kadının üreme yeteneğine el konuluşunun (mekanik eşler yaratılması) ve kadın tarihinin silinmesinin (kadınlar teknolojik ötekileriyle yer değiştirdiklerinde, bireysel geçmişleri de anlamsızlaşıyor) de itham edilişidir. Kısacası, Stepford kadınları onlara kimliklerini veren geçmişlerinden koparılmış boş bedenlere dönüşürler. Romanın başında Walter, Erkekler Kulübünün üyelerini eve davet ettiğinde, erkeklerin kadınlardan neler beklediklerini anlamak kolaylaşır. Joanne, bu erkeklerle konuşup, onu dinlemelerini sağlayınca kendisini Amerikan feminizm ikonu Gloria Steinem gibi hisseder. Ancak aynı zamanda Ike Mazzard’a şakayla karışık bir şekilde, çizdiği rüya kızlarla ergenlik dönemini mahvettiğini anımsatır. Ama yine de onun gibi biri tarafından eskizinin çizilmesi Joanna’yı heyecanlandırır, çünkü bu onun için Mazzard’ın rüya kızları gibi güzel olduğu anlamına gelir. Joanna, Bobbie’nin buzdolabının üzerinde, Bobbie’nin Ike Mazzard tarafından çizilmiş eskizini gördüğünde, robot eşlerin Ike Mazzard’ın eskizlerinden tasarlandıklarını, erkeklerin eşlerinden 1950’lerin güzellik anlayışına göre, doğumdan bozulmamış mükemmel fiziğe sahip rüya kadınlar olmalarını beklediklerini anlarız. Ancak, manken Charmaine’in robotuyla değiştirilmesinden de anlaşılacağı gibi, güzellik de önemli olan tek şey değildir. Joanna çay hazırlarken, takma adı Diz olan Dale Coba onu izlemektedir ve “kadınları küçük ev işleri yaparken izlemeyi seviyorum”(47) der. Kadının ev işlerinden sorumlu olan kişi rolünün altını çizer. Dale Coba’nın takma adının Disneyland’de “audioanimatronics” için çalıştığı geçmişinden geliyor olması, yeni üretilen bu robot kadınların erkeklerin elinde oyuncak oldukları düşüncesini de destekler. Diz, yetişkinler ve çocukların hayal dünyası kahramanları olan eğlence figürlerini tasarlamıştır ve şimdi de erkeklerin hayal dünyasına hitap eden kadınları tasarlama ve üretme görevini üstlenmiştir. Sadece kimliklerini yok ederek değil, fiziksel özelliklerini de yeniden şekillendirerek kadının bedenini ve beynini de ele geçirir. Romanda ve uyarlamadaki bir diğer ilgi çekici nokta ise, ses kaydetme sahneleridir. Claude Axhelm, Joanna’nın sesini kaydetmek ister ama sadece kendi getirdiği bir kelimeler kitabını kayıt cihazına okumasını ister. Bu kayıt aslında robot Joanna’nın sesini ve kelime dağarcığını oluşturmak için yapılmaktadır; kısacası erkekler sadece kadın bedenini değil kadının dilini ve söylemini de sahiplenirler. Yeni model robot eşler sadece erkeklerin onlar için seçtiği kelimeleri kullanarak konuşabileceklerdir, bu şekilde kadınların geçmiş bilgilerini de yok ederler ve onları “arkaik” kelimesinin anlamını bile bilemeyecek kadar içi boşaltılmış bir şekilde bırakırlar. Uyarlamada müzik kullanımı, oyunculuklar olacaklarla ilgili ipuçları verip Stepford’da kadınların korkunç bir dönüşüme uğradıkları hissini güçlendirirken, romandaki (erkeklerin) retorik kullanımı hem Joanna’nın hem de okuyucunun kendi okumalarından şüphe etmelerine yol açar. Joanna her şeyi kendi paranoyası olarak açıklamaya çalışır ama robot olmadığını kanıtlamak için Bobbie’nin evine götürüldüğünde, metinden anlaşıldığı üzere, Bobbie Joanna’yı bıçaklayarak öldürür. Bir sonraki bölüm süpermarkette, Ruthanne’nin Joanna’yı diğer Stepford kadınları gibi giyinmiş bir şekilde görmesiyle açılır. Joanna’nın değişimi ve Ruthanne’in Stepford’un sırrından habersiz olması bağımsız kadınların geleceği için pek umut vermez. Stepford’da gördüklerimiz, eski ideallere körü körüne bağlı bir grup kadın değil feminizmi ve kadınların bağımsızlığını her zaman tehdit eden tersine bir evrimdir. Romanda Ira Levin, Joanna’yı Bobbie’nin öldürmesini tercih eder ki bu bir feminizm hayali olan “kız kardeşlik” bağının yok oluşunu simgeler. 1975 adaptasyonunda ise çocuklarını bulmak için Erkekler Kulübüne gitmek zorunda kalan ama
79
Sinema
aslında kandırıldığının çok geç farkına varan Joanna, kendisini Diz’in öldüreceğini sanıp kaçarken açtığı bir kapıdan içeri girdiğinde, kendi yatak odasının kopyası bir odada kendi robot kopyasıyla karşılaşır. Daha seksi, daha tehditkâr, sürekli gülümseyen robot Joanna ipek bir kadın çorabıyla Joanna’yı boğarak öldürür, yönetmenin bu seçimi kadının sürekli kendi yaşamını tehdit eden tehlikeli varlığını simgeler, sistemin yarattığı “ev hanımı,” kendi bağımsızlığını yok eder. İki öldürme sahnesi de, ataerkil düzeni sürdürmek için erkeklerin kadınları nasıl kullandıklarını gösterir. Daha muhafazakâr, kariyeri, özgürlüğü ve bağımsızlığı dışarıda bırakan bir yaşam şekli, eş, ev hanımı, anne, kız çocuğu olma gibi “kadın rolleri”nden sıyrılıp özgürleşmeye çalışan kadınları bir adım geriden izlemektedir. Hem roman hem de 1975 uyarlaması çağdaş kadının yenilgisini, “evdeki melek”in bağımsız kadını yok edişini gösterir. Bu nedenle Levin ve Forbes’un bakış açıları, kadınların geleceği için hiç umut vermediklerinden dolayı, karamsar ya da erkek odaklı olarak görülebilir. 2004 Frank Oz filmi ise konuyu aykırı bir şekilde uyarlar. Uyarlamak “düzeltmek, değiştirmek, uygun hale getirmek” ve uyarlama da “kopyalamadan tekrar etmek/genel bir kültürel yeniden yaratma süreci” anlamlarına geldiği için Oz olayları 2000’lerin çağdaş dünyasına taşımaktan, çağdaş cinsiyet ve teknoloji sorunlarını tartışmaktan ve bu çağdaş arka planda olası yeni bir son yazmaktan çekinmez. İki cinsin güçlerini, farklılıklarını göstermeye çalışarak, eşit kılar, onun uyarlamasında kadınlar “Manhattan’lı kariyer cadıları”yken, eşleri karılarının başarıları altında ezilirler. Romanda ve 1975 uyarlamasında çalışan ve para kazanan erkeklerken, Frank Oz’da kadınlar eşlerinden daha fazla kazanıp onları perişan ve güçsüz bir duruma sokarlar. Bu uyarlamada taşraya taşınmak isteyen Joanna’dır, romanın ve ilk uyarlamanın yarı-profesyonel fotoğrafçısı, kızlık soyadıyla hatırlanmak isteyen Joanna, bu uyarlamada New York’ta bir televizyon ağı başkanıdır ve sahneye “bir dev, bir deha, televizyon dünyasının en çalışkan insanı” olarak davet edilir. Kocası Walter’ın soyadı Kresby olmasına rağmen o kızlık soyadı olan Eberhart soyadını kullanır ve böyle tanınır. Bu, kısa siyah saçları, siyah takım elbiseleriyle Joanna’yı daha hırslı ve güçlü bir karakter haline getirir. Hazırladığı bütün TV programları “Ben daha iyisini yaparım,” “Güç Dengesi” gibi cinsiyetler arası rekabete
80
Sinema
dayalı, daima kadın yarışmacıların erkekleri alt ettiği yarışma programlarıdır. Margaret Thatcher gibi siyah takımlar giyip, cinsiyet problemleri ve iki cins arasındaki problemlerle derinden ilgili kadın karakterleriyle bu uyarlama, feminizmin Üçüncü Dalgasını, yani 1980’lerin kadınları erkekleştiren feminizm akımını ekrana taşır. Walter Joanna’ya “ sadece üstün güçlü, nevrozlu, korkutucu, Manhattan kariyer cadıları siyah giyinir, böyle bir kadın mı olmak istiyorsun?” diye sorduğunda Joanna’nın cevabı “hem de çocukluğumdan beri” olur. Bu, erkekleşmiş kariyer kadınlarının, yapay bir şekilde kurulmuş ve kadınları sistemin altyapısı haline getirmeye çalışan çağdaş kapitalist düzenin içinde hapsolduklarını gösterir. 1950’lerin kadınları nasıl kusursuz ev kadını reklamlarına maruz bırakıldıysalar, çağdaş kadınlar da sahte bir “her şeye sahip kariyer kadınları” imgesine maruz bırakılır. Ancak, bu uyarlama da eski “ev hanımı”nın her an geri dönebileceği tehlikesinin hâlâ var olduğunu gösterir. Joanna işten çıkarılıp, sinir krizi geçirdikten sonra ailesiyle birlikte Stepford’a taşınır, büyük şehir hayatından, 1950’lerin güzel elbiseler, incecik beller ve ev hanımlığı dünyasına ani bir geçiş yaparlar. Ama Stepford’a taşınma sahnesinde kullanılan renkler ve müzik buranın gerçekten cennet gibi bir yer olduğu hissini verir. Bu uyarlamada Bobbie Markowe romanda betimlendiği gibi karakterize edilmiştir, Ruthanne yerine ise homoseksüel mimar Roger ve onun Cumhuriyetçi eşi senaryoya eklenmiştir. Bu vesileyle 2004 uyarlaması ırk, din, cinsel tercihler gibi 2000’lerde hâlâ sorunlar yaşanan konulara da hafifçe dokunmuş olur. Bu uyarlamada sık sık karşılaştığımız bir diğer imge yine bir Victoria dönemi binasında toplanan Erkekler Kulübü’dür. Erkekler her gün bu mekânda toplanırlar ve kadınların içeriye girmesine izin verilmez. Bu toplantıların sırrı ise, Mike (Microsoft’taki geçmişinden dolayı kullanılan bir takma ad) ve NASA, AOL gibi yerlerde çalışan diğer kocaların, eşlerinin beyinlerine bir nano-çip yerleştirerek onları robotlara dönüştürmeleridir. Çipler kadınların beynine “Kadın Geliştirme Sistemi” dedikleri bir makinenin içinde yerleştirilir ve dönüşümden sonra erkekler robotlaşmış eşlerini bir uzaktan kumandayla kullanmaya başlayabilirler, bu kumanda ile kadınların sadece fiziksel özellikleriyle oynama hakkına değil aynı zamanda eşlerini bankamatik gibi kullanma ya da istediklerinde onları “kapatma” şansına da ulaşırlar. Erkekleri
81
Sinema bunu yapmaya iten ise cinsiyetler arası rekabet sonucu erkeklerin üstün konumdaki yerlerini ellerinden kaptırmalarıdır. Joanna dönüştürülmeden hemen önce Walter’ın ona söyledikleri de bu hırsı açıklar: “Beni her şeyde yendin. Daha eğitimlisin, daha güçlüsün, daha hızlısın, daha iyi dans ediyorsun, daha iyi tenis oynuyorsun, (…) daha iyi bir konuşmacısın, daha iyi bir yöneticisin, sekste bile benden daha iyisin, inkâr etme. (…) Wonder-woman’la, super-girl’le, amazon kraliçesiyle evlendik biz (…)” Bu nedenle Erkekler Kulübü ve 1950’lerdeki gibi itaatkâr eşler yaratma projesi erkekler için daha fazla önem kazanır çünkü bu ataerkil gücün yeniden üstünlük kazanmasını sağlar. Bu uyarlama, cinsiyetler arası savaşın, özellikle kadınlar olmak üzere iki cins için de sürekli yeni cinsiyet rolleri ve sınırlar belirleyen sorunlu kısmını ön plana taşır. Bu uyarlamayı 1975 uyarlamasından ve romandan farklı kılan ise şaşırtıcı sonudur. Bu daha komik ve eğlenceli uyarlama da sonunda distopik bir bilim kurguya dönüşür ve bu sefer Joanna’yı “öldürmesi” gereken kocası Walter’dır. Aynen 1975 uyarlamasında olduğu gibi Joanna çocuklarını bulmak için Erkekler Kulübüne gider, kadınların dönüşümleri bu Victoria döneminden kalma binada gerçekleşmektedir. Joanna ve Walter da dâhil olmak üzere kulüpteki diğer erkekler arasında geçen bu karanlık ve gerilimli sahne, Victoria dönemine ait bir binada geçmesinin de etkisiyle gotik geleneği anımsatan bir korku sahnesine dönüşür, aynen 1975 uyarlamasında olduğu gibi. Joanna’yı markette sapsarı uzun saçları ve diğer Stepford kadınları gibi giyinmiş bir şekilde tekrar gördüğümüzde, Walter’ın onu dönüştürdüğüne inanırız ancak daha sonra denemeye bile çalışmadığını çünkü eşini bir “bilim projesi” olarak görmediğini öğreniriz. Bu, karşılıklı sevgi ve anlayışın, erkeğin eşini bir birey, bir insan olarak görmeye başladığının işareti olarak okunabilir. Ancak bu uyarlamada asıl önem taşıyan sahne, Erkekler Kulübü’nün başı olan, “Kadın Geliştirme Sistemi”ni yürüten Mike’ın, 1950’lerin hayatına ve ideallerine çok uygun görünen karısı Claire tarafından, bir kıskançlık krizi sırasında öldürülüp sonra robota dönüştürüldüğünün öğrenildiği andır. Önde gelen önemli beyin cerrahlarından ve genetik mühendislerinden olan Claire gece gündüz süren çalışmalarıyla makineleştiğinin farkına ancak eşi Mike’ın kendisini asistanıyla aldattığını görüp, ikisini de öldürdükten sonra fark eder ve zamanı geriye döndürmek, fazla mesainin olmadığı, kadınların kendilerini robotlara dönüştürmedikleri bir
82
Sinema
zamana dönmek ister. Mike’ı kibar, çekici, lider bir erkek olarak programlar ve bir Stepford erkeği yaratır, kimsenin fark etmeyeceği bir kasabada 1950’lerin evleri ve kadınlarıyla mükemmel bir dünya kurmaya çalışır. Claire’in bu dünyayı oluşturmasının arkasındaki nedenler aslında Stepford’a yerleşen bütün kadınlar için geçerlidir, hepsi fazla mesaiyle çalışan, kariyerlerine ve güce odaklanmış, makineleştiklerinin farkına
83
Sinema varmayan kadınlardır. Erkekleşmiş, güçlü, kariyerinin zirvesindeki eş-anne imgesi, kadınların farkında olmadan gerçekleştirmeye çalıştıkları bir imgedir, aynı 1950’lerde kusursuz ev hanımı, eş, anne olmaya çalışan kadınların yaptığı gibi. Kariyerde ya da ev işleri-annelik gibi rollerde kusursuzluk çabası kadınları robotlaştıran, makineleştiren bir çabadır. Bu uyarlama sadece kadınların değil erkeklerin de sistemin kurbanı olduklarını ve aralarındaki rekabet yüzünden asıl problemi göremediklerini gösterir. Frank Oz’un, konuyu çok değiştirmesine rağmen gelecek için umutlu olduğunu düşünebiliriz çünkü kitabın ve 1975 uyarlamasının aksine bu uyarlamada “Kadın Geliştirme Sistemi” ortaya çıkar, Joanna robota dönüştürülmez ve Joanna-Walter arasındaki ilişki cinsiyetler arası karşılıklı sevgi, saygı ve anlayış konusunda bir umut ışığı yakar. Konu edilen bütün eserlerde kadınların ve erkeklerin ani dönüşümü tam olarak idrak edilmemiş ve içselleştirilmemiş bir kadın özgürlük hareketinin başarılı olamayacağı mesajını verir. Sistem daima sadece kadınları değil erkekleri de ezmek ve hapsetmek için varlığını sürdürür. Hem kitap hem de uyarlamalar kadınların kendi bağımsız geleceklerine tehdit oluşturduklarını, kadınları çevreleyen bu toplumsal mitleri kendilerinin yeniden ürettiklerini vurgular. Çünkü roman da kitaplar da aslında mekanik anlamda robotlaştırılmanın, robotlarla değiştirilmenin ötesinde, özünde kadınların kendi kendilerini sistemin de yardımıyla makineleştirdikleri gerçeğini ya da öz kimliklerini fark etmedikleri/görmezden geldikleri sürece hem toplum/sistem hem de erkekler tarafından mekanikleştirilmiş, kalıplaşmış belli rolleri oynamaya zorlanacakları gerçeğini gözler önüne serer. Her kadın kendi öz kimliğini bulmaya çabalamadıkça, mahkûm edildikleri sınırları aşmadıkça, kadın ve erkek arasında gerçek bir anlayış gelişmedikçe ve Virginia Woolf’un söylediği gibi “evdeki meleği öldürmedikçe,” kadınların ataerkil düzenden kurtulup bağımsızlıklarını kazanmaları imkânsızdır. Özlem KARADAĞ
84
Öykü
Sınavlar ve Potansiyeller Gece arkadaşlarla içkiyi fazla kaçırmıştım. Bir arkadaşımın, salakça bir sorunu yüzünden aramasıyla uyandım. Çocuğu bir güzel tersledim. Sonra üstüme başıma baktım; ayakkabılarım dâhil, akşam giydiğim bütün kıyafetlerim üstümdeydi. Demek eve gelir gelmez kendimi direkt yatağa bırakmıştım. Saat öğlene geliyordu. Kendimi bok gibi hissediyordum. Üzerimde iğrenç bir ağırlık vardı. Kanalizasyona girmiştim sanki. Duşa girdim, çıktım, oturdum. İnternete gireyim dedim, camlar açıktı, mis gibi bir serinlik, derken üzerime bir ağırlık daha çöktü. Yok, bu seferki güzeldi. Dayanamadım, kestireyim dedim. İşim gücüm de vardı hâlbuki açtım da ama tembellik işte. Rüyamda bir caddenin ortasında öylece duruyordum. Arabalar, insanlar vızır vızır gelip geçiyorlardı. Dikkatli baksam da yüzlerini, şekillerini seçemiyordum. O kadar hızlıydılar. “Ne işim var ya burada? Geldim, biraz yürüyeyim bari,” diye düşünürken karşımda yaşlı bir adam belirdi. Aksakallı. Bastonlu. Eski püskü elbiseleri olan, saçı sakalı uzamış. Beş parasız kalmış bir büyücü gibiydi. Önümde durdu. Bana bakıyordu. Madem öyle, ben de ona baktım. Saniyeler geçti. Sinirlenmeye başlayacaktım. Tam “Ee?” diyecekken, yaşlı adam elindeki bastonu oynatarak şöyle dedi: “Bana bak, zibidi! Gece rüyana gireceğim. Tamam mı?” Hiçbir şey anlamadım. “Ne?” “Rüyana gireceğim. Beni gece tekrar göreceksin. Şaşırma sakın. Diyeceklerim olacak, ona inan diye söylüyorum bunu. Hani, dediklerim doğru, diye.” Sonra döndü, kalabalığa karıştı. Uyandım. Gariptir ki, rüyayı hatırlıyordum ama zerre kadar önemsememiştim. Neyse. Gece oldu. Film falan izledim. Geç bir saatte uykuya daldım. Gene rüya gördüm. Bu sefer bir otobüs durağındaydım. Karşı tarafta park gibi, ağaçlık bir yer vardı. Sokakta kimsecikler yoktu. Yollar da boştu. Hoş, serin bir Pazar sabahıydı sanki. Sonra caddenin karşı kaldırımında bastonla yürüyen biri belirdi. Tam benim hizamda durdu, şöyle bir yola baktı. Ağır adımlarla karşıdan karşıya geçmeye başladı. Ağır, aksak hareketlerini inceledim. Ulan, diye düşündüm, seksen yaşımda ben de mi böyle olacağım? Belki o kadar bile yaşamam… Yaşlı adam durağa yaklaştı. Yanıma oturdu. Sabah ayazını içime çekip gökyüzünü seyrediyordum. … “Geldim işte, bak!” Kuyruğuna basılan kedi gibi, sesi birden çıkınca ister istemez irkildim. Baktım, gözleri ileriye bir yere dalgınca odaklanmıştı. Altlarında koca torbalar vardı. “Geldim işte.” Sonra derin bir nefes aldı ve bana baktı. Gözlerimin içine. O an irkildim. İçimde bir ürperme oldu. Durduk yere olmazdı bu. Anlamadan ona baktım. O da ısrarla, bana. “Adın Garip ha?” dedi. “Nereden biliyorsun?” “Bu sabah rüyandaydım. Aslında, öncesinden de biliyorum adını.” Komşumuz falan herhalde, dedim içimden. Onun yerine “Ben dedenim,” diye beni dumur etti. “Dedem yaşıyor ki?” “O değil lan! Onun da büyük büyük büyük dedesiyim.” “Allah Allah?” “Evet.” “Hm. Güzel.” Ne diyeceğimi bilemedim. Sustum. “Seninle konuşmaya geldim,” dedi, baktı ilgisizim. “Olur,” dedim yine önemsemeden. “Ama otobüs gelirse binerim. Kaç saat oldu, yollar da boş. Hâlâ
85
Öykü
gelmedi ya…” “Yaa…” Durdu, şöyle bir gözlerini kıstı, dudaklarını büktü. Bir şeyleri kafasında tarttı sanki. “Beni rüyanda görmedin mi oğlum?” diye sordu. Düşündüm ve donakaldım: Evet! Bu yaşlı amcayı koca bir caddede gördüğümü hatırladım. Sonra görüşürüz, manasında bir şeyler demişti. Bir dakika… O cadde bu cadde miydi yoksa? Hem, orada bana ne demek istemişti? Yaşlı amca aksi bir şekilde “Hah? Söyle,” diye ısrar etti. Sabırsızca “Tamam, haklısın işte,” dedim. “Haklı çıktın.” Tartışmanın bir manası yoktu. Amca başını salladı. Haklı çıkmıştı ve seviniyordu. “Şimdi sana diyeceklerim var…” “Dinliyorum amca.” “Dedenim ben senin! Eşşek herif!” “Özür dilerim. Dinliyorum.” Utanır gibi oldum. Ama dedem olduğuna inandığımdan değil. Dedemse dedem. Ne yapayım yani? “İyi iyi…” Sonra oturuşunu dikleştirdi, elini arkasına attı, beline sıkıştırdığı bir şeyi çıkardı, bana uzattı: Bir zarf. Üstü buruşmuş, rengi solmuş, kenarları kıvrılmıştı. Şaşkınlıkla “Ne bu?” diye sordum. “Fatura falan değil. Merak etme. Bir mektup.” “Kime?” “Sana tabii ki. Mantıklı sorular sor.” “Tamam da ne yapacağım?” “Senin sorunun bu işte: Kafanı kullanmıyorsun. “Bak; ben yüzyıllar önce öldüm. Özendirmiş gibi olmayayım ama ölümden sonraki hayat daha güzel. Bir ara aklıma geldi, soyuma sopuma bakayım, dedim, bakalım n’apıyorlar. Oradan anlattılar nasıl yapılıyor, yukarıdan buraya bakılıyor diye. Sonra tek tek hepinizi seyrettim. Sıra sana geldi. Seni de seyrettim.” Şaşırmıştım. Ve hoşuma gitmemişti. Beni mi izlemişti? Ona neydi ki? Hem mahremiyet denen bir şey vardı. Kendi başıma yaptığım, ileride de yapacağım şeylerim vardı. Ne hakla beni dikizler gibi söylüyordu ki? Aynısı bana olsa, ölsem, yapmazdım. Kafamda kurdum da… Iy… Yüzümü ekşittim. Yakışıyor muydu yüzyıl önce ölmüş birine? Cevap vermedim. Amca, yani dede sözüne devam etti. “Baban iyi, deden iyi. Önceki dedelerin de iyi. Hepsinin ticari aklı var. Ama sen? Sen be oğlum?” Sitemle konuşuyordu. “Bak arkadaşların, kuzenlerin, başkaları, hepsi derslerine çalışıyor. Kitap okuyor, sosyal, gezip tozuyor. Ya sen? Aylaklık edip duruyorsun. Kızlarla mesajlaşıyorsun. Ayıp resimlere bakıyorsun. Boş boş geziyorsun. Cepten yiyorsun. Hem de sadece paranı değil, ömrünü de.” Sonra sustu. Kederlenmiş gibi, içini çekti. Sonra yüzünde aksi bir ifade belirdi. Az önceki pişmanlık yerini belirsizce kızgınlığa bırakmıştı sanki. “Mektubu aç, oku şimdi.” Söylediklerini düşündüm. İçimde zerre kadar kıpırtı olmamıştı. Sonra zarfa bir kez daha baktım. Yıpranmış yüzeyine. Dedeninki kadar eski, mide bulandırıcı bir izlenim. Kenarını yavaşça yırttım, kâğıdı çıkardım. El yazısıyla yazılmıştı. Yer yer mürekkepler dağılmıştı. Kimden geliyordu acaba? Sevgili Garip, Bu mektubu sana deden Hafız Ziya veriyor. Ama yazan bizzat biziz. Onun da katkısı oldu tabii. Lafı uzatmazsak: Biz insanları her yüzüyle bir yaratıyoruz. Yani içlerinde iyilik de var, kötülük de. Bu bir zaafı mı? Hiç de değil. Tam tersine, bir erdem. Sizi yokluktan da var edebilirdik. Altından da. Kusursuz olabilirdiniz. Ölümsüz de kılabilirdik sizi. Ama bunların hiçbirini yapmadık. Bilakis, sizde kusurlar yarattık. Zıtlıkları içinize sinsice yerleştirdik. Bunları yaparken sonuçları tabii düşünebiliyorduk. Parayı, kişisel çıkarları, savaşları, haksızlıkları. Bunları bilerek önlemiyoruz. Çünkü sistem, adalet kendince çalışıyor. Bize gerek yok. Ama diyeceksin ki, hayır, adalet çalışmıyor. Niye böyle düşündüğünü anlatacağız. Konuya dönersek, siz insanlar
86
Öykü
kusurlusunuz. Zaaflarınız var. Eksik yönleriniz var. Sende de var. Ama bunu görmeniz için size akıl, mantık verdik. Sana da verdik. Her insan madalyonun iki yüzüne sahiptir: Birinde gerçeği görmüş, hedeflerine ulaşmış, gerçek anlamda mutlu. Diğerindeyse hep yenilmiş; paraya, güce, zayıflıklarına, hırslarına. Ve başkalarına. Eline geçen şeyler hep yokluklar, geçicilikler olmuş. Ha, ilk yüzdekinin de zaafları var. Ama onları yönlendirmeyi başarmış. Öbür yüzdekiyse bunların hiçbirini başaramamış. Her seferinde yenilen kendisi olmuş. Bağımlı olduklarının kölesi olmuş. Çıkarlarının, arzularının. Ve kendini yiyip bitiren mutsuzluğun. İnançsızlığının. Sen de böylesin. Zekisin. Okulun iyi. Ama boş boş geziyorsun. Zekânı kullanmıyorsun. Beceriksizlik değil, bir tür hor görme. İyilikleri. İnançları. Hayır, illa dinden bahsetmiyorum. Gerçek inançlar. Maneviyat nedir, hiç bunu kendince yorumladın mı? Yorumlayamazsın. Çünkü içinde öyle bir kavram yok. İnan. Bu bir sınav. Seni yolundan çelecek çok şey var. Bunları sınavın bir parçası olarak biz yarattık. Yani şeytan falan hepsi hikâye. Herkes eşit derecede bu sınavdan geçiyor. Kalbinle bak veya mantığınla. Seçim senin. Adaletsizlikten bahsetme; çünkü geçen geçiyor. Kalansa tekrar sınava giriyor. Evet. Adaletsizlik kavramını düşünüyorsun. Adil değil deyip duruyorsun. Vardığın kanı bu. Ama önce adaleti kendi içinde yarat. Kölesi olduğun maddiyatla içindeki maneviyatı eşitle. İlk adalet kalbinde olsun. Şanssızlıkların başka bir tür şansa, başarısızlıkların ilerideki bir başarıya gidecek kapıyı araladığını bil. Kötülüklerin seni beraberinde sürüklediğini, iyiliklerin ve alçakgönüllülüklerinse seni cezp edeceğini, hoşuna gideceğini hatırla. Zıtlıkları kendi içinde uyuştur; çünkü biz her şeyi ölçüsüne göre yarattık. Kendin gibi olmayanları anımsa; kavramların tek olmadığını aklından çıkarma. İyi. Kime göre? Kötü. Kimin için? Ve inanç. Neye, nasıl olduğu önemli değil. Ama içinde olsun. En büyük kılavuzun o olacak. Seni anlamayanları anla. Senin erdemin bu olsun. Bunları sadece sana yazmıyoruz. İtiraf edelim, bu aslında kalıp bir metin. Sadece isimlerle oynuyoruz. Ama belli bir yaşa gelip de hâlâ adam olamayanlara yolluyoruz. Baktık, bir umut ışığı yok, haberdar olsun diye. Yani bunu bir uyarı olarak almanı istemiyoruz. Herkeste olduğu gibi sende de bir potansiyel var. Ama onu keşfetmek senin işin. Çoğunluk gibi kolayına kaçmanı istemiyoruz. İnsanların başarısı, bizim istediğimiz şey. Sizi amaçsız bıraksaydık azıtmak için iki binleri beklemezdiniz. Umarım alman gerektiği gibi mesajı alırsın. Bir Yetkili İçinde bir yoğunluk oldu. Boğazı kurumuştu. Heykel gibiydi. Büyük büyük dedelerinden biri olan yaşlı adamsa ileriye bir yere bakıyordu. Sabırsız gibiydi. Parmakları istem dışı bir yavaşlıkla sıkıldı. Kâğıt bükülmeye başladı. Hafız Ziya yan gözle gence baktı. “Bitti mi okuman?” “Evet. Bitti.” “Ee? Ne diyorsun?” Garip cevap veremedi. Kafasındaki kavramlar bütünlükten yoksundu. Yazılanlar doğru muydu? Gerçekten potansiyeli var mıydı? Olsa bile… Neye? “Evet…” Düşüncelerinden sıyrıldı. “Başarılı olmak için potansiyelim varmış. İyi de başarı genel bir şey.” Hafız Ziya başını salladı. “Doğru. Hedef, senin hedefin. Başarı, senin başarın. Bütün arkadaşlarının senden daha çok para kazanıyor olması seni onlar nezdinde kötü bir duruma düşürmez. Sen ihtiyaç duyduğun şeyi yapabiliyor musun, bu seni iyi veya kötü duruma sokabilir. Sadece çalışman lazım.” Garip dalgınca yere baktı. “Benim…” Yavaşça konuşuyordu. Uykuluymuş gibi. “Benim… Bir şeye… İhtiyacım yok…” “Olmalı. Hayat bir sergi salonu gibidir. Herkes eserlerini bitirir, sunar. Hayat da onu seyre dalar. Yukarıdan tek tek bakarız. Aslında o kadar zevklidir ki… İnsanların başarılarını seyretmek. Hele
87
Öykü
başarısızlıklarından haz alıyorlarsa.” “Ya para benim hedefim olursa?” Garip öyle olduğundan değil, bilerek sormuştu. Hafız Ziya’nın gözleri parıldadı. “Kölesi olacağına rağmen mi? Söyle bana; bir kitapla para arasında bir fark yok mudur? Sonuçta, ikisi de kâğıttan. Ve ikisi de madde. Vardır. Para sana bir şey katmaz. Sadece kitabı almanı sağlar; o da, kitaplar parayla olduğu için. Paradan dolayı yolun başında beklersin. Ama kitap sana yolun sonundaki kapının anahtarını da verir. Bulabilirsen tabii. “Kendini kandırma. Para senin için bir hedef olsaydı, böyle boş boş oturmazdın.” Yaşlı adam ayağa kalktı. Bastonuna ağırlığını vererek durdu. “Önce ne istediğini bil.” Daha sonra pek konuşmadılar. Ayaz hâlâ vardı. Ortalıkta kimsecikler yoktu. Ağaçların kuru dalları arada sırada esen rüzgârla dalgalanıyordu. Garip dalgın bakışlarla düşüncelere dalmıştı. Hafız Ziya’ysa arada bir birkaç adım atıyor, sonra durup etrafa bakınıyordu. Garip stresli görünüyordu. Sanki önemli bir kararın eşiğindeydi. Kâğıt avucunda iyice buruşmuştu. Hafız Ziya önceki sabırsızlığının aksine, şimdi son derece rahattı. Bir süre daha geçti ve Garip sessizliği bozan kişi oldu: “Ama bir hata var. İmkânsız. Sonuçta ne yani, bu saatten sonra kalkıp şirket kuracak halim mi var? Milyar dolarlar mı kazanacağım? Harvard’a mı gideceğim? Hayır. İçimde böyle bir hırs yok. Ama dayatmalar var. Niye ben bir şeyleri yapmak zorunda olayım? Sırf annem babam istiyor diye?” Garip dayanamamış, ayağa kalkmıştı. Yürürken ellerini bir o yana bir bu yana sallayıp duruyordu. Ses tonu farkında olmaksızın yükselmişti. “Niye eski zamanlarda doğmamışım ki? Şövalye olurdum. Gezip tozardım. Hayalimdeki prensesi kurtarırdım. Evlenirdik. Niye böyle bir şey yapılmamış? Madem mutsuzluk potansiyelim var, neden doğmama ve büyümeme izin verilmiş? Neden hayatı daha layıkıyla yaşayanlar kanser oluyor, genç yaşta ölüyor da kötülere, karamsarlara bir şey olmuyor? İşte. Adaletsizlik burada. Kötüler de kazanıyor.” Hafız Ziya’ya baktı. “Evet. Bizim düşündüklerimiz ve gördüklerimiz kadar, mektuptakiler de göreceli. Adalet. Ama kime göre? Neye göre? Yukarıdakiler için kötü birinin kanser olmaması önemsiz olabilir. Çünkü nasılsa onlara göre adalet sağlanacak. Öldükten sonra cehennemi boylayacak. Ama benim için kötü birinin rüşvetle hapisten çıkması veya iyi birinin genç yaşta tekerlekli sandalyeye mahkûm olması… Gencecik yaşta ölmesi… Hem de ufak bir talihsizlikten… Çünkü sizi bilmem ama bana da tam tersi söylenmedi; hayata bir kere geliyoruz. Neden onu doğru düzgün yaşama hakkından mahrum olalım? Niye yukarıdakilerin adalet kavramı bunu engellesin? “İşi gücü olmayan, gününü gün eden bir adamım. Para mı harcıyorum? Kazanırım. Ne var ki? Sonuçta kimseye bir zararım yok. Olsa olsa kendime zarar veririm. Bu mu beni kötü biri yapıyor? Sahi, gerçek kötülere ne oluyor? “Boş geziyorum ve mutluyum. Bu mu adalet? Hani ideallerin olması mutluluktu? Hedeflerin? Sorun hedeflerin olmasında veya olmamasında değil; sorun, içinde yaşadığımız bu hayatta. Artık öyle bir hale geldik ki, ideallerimizin olması bizi mutsuz ediyor. Çünkü gerçekleşmiyorlar.” Garip durdu. Derin bir nefes aldı. Sakinleşmiş gibiydi. Dedelerinin dedesi Hafız Ziya ise heykel gibi, kıpırdamadan sadece onu seyrediyordu. Bir tek gözleri oynuyordu. Garip utangaç biri gibi yere baktı, bakarken sıkılı parmaklarını açtı, avucundaki buruşmuş kâğıda baktı. “Potansiyel var… Var da, neden bir sınava giriyoruz ki?” Kendi kendine konuşuyor gibiydi. “Bir şeyi de adam gibi anlatın. Bir sınav var… Herkesin kozları eşit. Ama niye? Ne uğruna? Böyle mutluyum işte. Daha ne? Neden huzurumu bozayım ki? Benim sınavım bu belki? Yukarıdakilerin bu yaptığı da bir dayatma olmuyor mu?” Hafız Ziya’ya baktı. “Mutluluk için, diyeceksin. Mutluluk da göreceli. Para da göreceli. Bill Gates isterse milyar dolarlar için ruh hastası olsun, stresten saçları dökülsün. Bana ne. O onun sorunu. Bana zarar vermesin de… Sevdiklerime… Belki onun mutluluğu cebindeki para değildir. Para kazanma başarısıdır? Harcamamak bir kölelik iken…
88
Öykü
“Bir konuda tam istediklerini yapıyorum: Herkesi kabul ediyorum. Bana ne. Köle olursa olsun. Sevdiklerime zarar vermedikçe, önemli değil. Çünkü göreceli. Bir iş adamı köle gibi bir sürü insanı altında çalıştırabiliyor. Ama suç sadece onun olamaz. Çalışanların da payı yok mu? Kolayına kaçmamamız gerektiğini yukarıdakiler söylemiyor muydu? Bir sürü kişinin hatası neden birine yüklensin ki? “Şu an hayatta olan şey de bu değil mi? Parmaklar kolaylıkla kişileri gösterebiliyor. Evet, savaş çıkaranlar suçlu. Ama silah alıp savaşa katılanlar ne oluyor? Hayatta tüm suçları bir kişiye atmak, işin kolayına kaçmak olmaz mı? Topluma göre adalet, bu. Siz yukarıdakilere göre kim haksız peki? “Potansiyelim var. Herkeste olduğu gibi. Belki budur? Belki potansiyelim bu? Bizi sınava sokmak zorunda kalanlar, herhalde bunu biliyor olamazlar? Ama evet. Ben buyum işte. Göreceli? Benim mutluluğum bu. Arkadaşlarım isterse genel müdür olsun. Umurumda değil. Hayata bir kere geliyorum. Ve beni mutlu eden şeyi istemek ve onu yapmaktan doğal ne hakkım var?” Garip umursamazca omuzlarını silkti, avucunu kaldırdı, kâğıdı yavaşça yere bıraktı. Çıkan ses sessizliği büktü. Kâğıt patlak bir top gibi rüzgârdan dolayı birkaç kez döndü, durdu. Sonra Garip dedelerinin dedesine baktı. Adam ifadesizce kendisini seyrediyordu. Hayır, ifadesizce değil; sabırla. Sonra gözlerinin kenarındaki çizgiler derinleşti. Dudakları büküldü. Yavaşça gülümsedi. Bastonunu ileri attı, sonra bedeni onu takip etti. Garip’e yaklaştı. Kısa bir an bakıştılar. Sonra Hafız Ziya bir elini kaldırdı, hızla Garip’in başının arkasına bir şaplak attı. “Aferin lan!” Sonra yaşlı amca sırtını döndü ve karşıdan karşıya geçmeye başladı. Ağır aksak ilerliyordu. Onu seyrettim. Başımın arkasında hafiften bir zonklama vardıysa da, içimde tam tersi bir dinginlik vardı. Sanki fırtınam sona ermiş, heyecan dolu film mutlu bir şekilde bitmişti. Yaşlı adam karşıdaki kaldırıma vardığı sırada önümden boş bir otobüs hızla geçti. Gözümü bir ışık alıyordu. Apaydınlık. Her taraf beyazdı… Hayır. Yüzüm pencereye dönmüştü. Silkinir gibi oldum; etrafıma baktım. Donla yerde yatıyordum. Başım dolaba dayalıydı. Salak gibi yataktan düşerken başımı çarpmıştım. Kalktım. Duş aldım. Rahatlamıştım; keyfim yerindeydi. Arkadaşlarımla gezmek için evden çıktım. Öykü: V. Levent Soylu
89
Çizgiroman
90
Çizgiroman
91
Çizgiroman
92
Çizgiroman
93
Çizgiroman
94
Çizgiroman
95
Çizgiroman
96
Çizgiroman
97
Öykü
Vakit Kıyımı
Selim Taneci’nin moral motoru beş yüz beygirlik bir güçle kükremekteydi. Kendisine büyük bir ün kazandıracak romanını az önce noktalamıştı. Sevinçten kabına sığamıyordu. Metnin biri dizüstünün hard diskinde olmak üzere dört adet kopyası mevcuttu. Lazer basıcıdan çıkardığı 238 sayfa masanın üstünde bir zafer kabartısı gibi durmaktaydı. Kitaplarının final metinlerini krem renkli kâğıtlara basardı. Bunu yıllar önce bir Fransız filminde görmüş ve uygulamaya başlamıştı. Kendine has bir orjinalite ambalajıyla satmayı severdi. Bu kitabı kimseye ithaf etmeyecekti. İlk kitabı annesine, ikinciyi ilk karısına ithaf etmişti. Sonrakiler sevgililere ve hatırlı medya mensubu arkadaşlara tahsis edilmişti. Bu yedinciydi ve aslında kendine ithaftı. Birinci kitabının getirdiği ünü tekrar yakalayacaktı inşallah. Akit Kıyımı adlı romanı yarı gerçek bir durumu, bir seri katilin edebiyat dünyasının önde gelen yazarlarını öldürmesini konu almaktaydı. Son iki buçuk yılda üç yazar ölmüştü. Tarık Demirci, ilk kurbandı. Evinde tabancayla vurulmuş olarak bulunmuştu. Aşk romanları avantacısı tipi hiç sevmezdi. Uyduruk romanlarla en çok kazanan yazarlar listesinde 7. sıraya girmişti. İkinci kurban Hande Bora’ydı. Biraz sol, biraz liberal, biraz da muhafazakâr formülüyle yazdığı sözüm ona gerçekçi romanları onu en çok kazananlar listesinde 6. yapmıştı. Üç yıl önce bir gece meyhanede son kitabıyla dalga geçerek fena halde madara etmişti. İşin daha da vahimi hemen herkes kadına hak vermişti. Selim Taneci hâlâ on bir yıl önce yazdığı ilk kitabının ün ekmeğini yemekteydi. Herkesçe biliniyordu artık. Kadının evinde uyku ilacı içerek intihar etmesi çok beklenmedik bir durumdu. Bir televizyon
98
Öykü
programından diğerine davet ediliyor ve kitap fuarlarında uzun imza kuyrukları oluşturuyordu. 54 yaşındaydı ve katır gibi sıhhatli görünmekteydi. Yetişkin iki oğlu, uysal mı uysal bir kocası vardı. Canına kıyması için hiçbir neden yoktu yani. Hande Hanım bütün kurnazlığına rağmen tongaya basmış ve intihar süsü verilerek elimine edilmişti. Polis araştırmasının sonucu intihar teşhisiydi, ama sevgili editörü Serpil Hanım onun dikkatini seri bir katile çekmişti. Kadın haklı olabilirdi. Çünkü üçüncü kurban olan Nedim Yağcı ile diğer ikisinin ortak yönleri vardı. Hepsi de ilk kitaplarını Esas And yayınevinden çıkarmışlardı. Sadece Hande Hanım sonradan başka yayınevine geçmişti. Eğer son üç kitabı tek baskıdan fazla satabilseydi Selim de başka yayınevlerine giderdi, ama referansları pek ehven değildi. Akit Kıyımı kitabında bu üç ölümün bir seri katilin işi olduğunu iddia etmekteydi. Romanı bomba gibi patlayacaktı. Psikolojik bunalım romanları yazarı Nedim Yağcı sabaha karşı kör kütük sarhoş durumda oturduğu apartmanın arka bahçesinde bulunmuştu. Sekizinci kattan düştüğü için hemen ölmüştü. Kanında çok yüksek oranda alkol olduğundan kaza olarak kabul edilmişti. Bir cinayet, bir intihar ve bir kaza. Bu boncukları aynı ipe dizince ortaya kurnaz mı kurnaz bir katilin silueti çıkmaktaydı. İlk üç cinayet aşağı yukarı iki aylık aralarla işlenmişti. Romanları için kâğıda emdirilmiş antidepresan diyen Nedim Yağcı’nın ölümünden bu yana iki yıl geçmişti. Selim bunu katilin pişmanlığından kaynaklandığını hiç sanmıyordu. Bir şey katili engellemiş olmalıydı. Bu konuyu açtığı tek kimse olan editörü de aynı fikirdeydi. Polis sadece Tarık Demirci’nin katilini arıyordu. Ölen diğer iki yazarla ilgili dosyaları çoktan kapanmıştı. Katilin seriye devam etmemesi için hiçbir neden yoktu. Belki de ölmüştü. Kalp krizi. Orta yaşlı biriyse, bu kadar gerilime kalbi dayanmamış olabilirdi. Kaza da olabilirdi. Bir şekilde durmuş ya da durdurulmuştu. Akit Kıyımı’nda katil, 47 yaşında tutkulu bir okurdu. Erkekti. Adı Basri Yonar’dı. Tapu ve kadastroda kıdemli bir memurdu. Evli değildi. Çocuğu yoktu. Poliste sicili temizdi. Yalnız yaşıyordu. Ölen yazarların kitaplarının tamamını okumuştu. Anarşist yapılı bir psikopattı. Tanınmış yazarları öldürerek onların yaratıcılıklarını sonlamıştı. Akit Kıyımı’nda ‘Cılız bacaklı, titrek soluklu tanrı bozuntularını hakladım.’ diyordu hatıratında. Kendi alter egosu olan araştırıcı ve amatör dedektif Atilla Özçelik, katilin kim olduğunu keşfediyor ve adamın eylemini tüm ayrıntılarıyla yazdığı not defterini ele geçiriyordu. Biraz, Bir Ankara Polisiyesi’ndeki Behzat Ç’yi andıran maço bir kahraman türetmişti. Dedektifi katili bir çatışmada öldürüyor ve cesedini ıssız bir yere gömüyordu. Ardından kendisi de öldürmek için bir yazar kestiriyordu gözüne. Adamın işini devralıyordu yani. Bunu son anda akıl etmişti. Roman adam plan yaparken bitiyordu. Böylece bir devam romanının kapısı da aralanmış oluyordu. Filmi bile yapılırdı. Dahası Basri Bey en zirvedekilere dokunmamıştı. Zirvenin hemen altındaki yazarları kurban etmişti. O zirveye saldıracaktı. Top 5’i sıraya dizecekti. Yapımcı tanıdıklarına naz yaparak elini öpene film hakkını verecek ve daha önceki başarısız girişimlerine rağmen senaryoyu ben yazacağım diye ısrar edecekti. Film ve televizyon akademisinden mezun bir okuru vardı. Delikanlı, dehşet bir senaristti. Biraz para vererek ona yazdıracak, parsayı kendi höpürdetecekti. Bu hayatının sonuna kadar eline geçirdiği son fırsat olabilirdi. Pek parlak olmayan yeteneği bayağı körelmişti. Editörü olmasa bu kitap asla yazılamazdı. Romantik davranmasının bir anlamı yoktu yani. İlham perisi moruklamış ve emekliye ayrılmıştı. Ölmemişti, ama. Çünkü ara sıra titrek ve okunması zor el yazısıyla kartlar yollayıp duruyordu. Postacı inatla bu kartları uykusunda getirmeye devam etmekteydi. Uyandığında elinde diğer uçları boşlukta sallanan ip parçaları kalıyordu. Eskiden bunların hemen hepsinin diğer uçlarında irili ufaklı ilham boncukları takılı olurdu. Kendisine ün sağlayan ve şu ana kadar 23 baskı yapan ‘Yolyapan Öyküler’ romanını bunları biriktirerek yazmıştı. Sonrasında giderek bu ilham boncukları seyrekleşmiş ve uykularında sahte umut uyandıran gönderimlere dönüşmüştü. Aradan on bir yıl geçmişti. Son üçü tek baskıda kalan altı kitabı vardı. İlk kitabının filme çekilmesi sayesinde ikinci ve üçüncü kitapları üçer baskı yapmıştı. Diğer romanları yol yapamamıştı ama. Vasat bir filmin getirisi bu kadar olurdu. Osuruktan bir ödül bile alamamıştı.
99
Öykü
Ne olmuştu da ilhamı canlılığını yitirmişti? Ünün doruğundayken bir ara her gece meyhanedeydi. Karısından boşanmıştı. Şansına çocuğu mocuğu olmamıştı. Birbirinden çıtır sevgilileri vardı. Bir televizyon programından diğerine gezip durmaktaydı. Fotoğrafları bütün gazete ve dergilerdeydi. Yazmaya az, okumaya hiç zaman bulamadığı yıllardı. Sonra alkolü ve diğer şeyleri azaltmasına rağmen ilham denizi çekilmeye devam etmişti. Ardından başarı eksikliği nedeniyle yeniden içkinin dozunu sıkça kaçırdığı devreye intikal etmişti. Babasından kalan bir daire ve dükkân sayesinde para sorunu yaşamıyordu. Rantiye gibi görünmemek için İngilizceden çeviri yaptığı mavalını sıkıyordu. Sadece yutacak kimselere haliyle. İlk kitabının genç ve toy hayranlarına daha çok. Yaşam deneyimi az genç kadınlara mavi ya da kırmızı hap yutturmak kolaydı. Onun ciğerini bilenler bu işi layıkıyla beceremeyeceğini kolaylıkla kestirebilirdi. Selim, çiçeği burnunda yeni kahramanı Atilla Özçelik gibi 47 yaşındaydı. Muntazam olarak antidepresan kullanıyordu. Başlangıç aşamasında prostat sorunu vardı. Birkaç yıl önce ölen babasından miras olarak mal mülkün yanı sıra varis, astım, uzun boy ve geniş omuzlar kalmıştı. Varis tek bir ameliyatla kontrol altına alınmıştı. Prostat için aldığı ilaçlar işe yaramaktaydı. Uzun boy ve geniş omuzlu yapısına eklediği aşırı kilolarla iki ayaklı ton balığı gibi görünmekteydi. En berbatı astımdı. Bugünkü gibi sıcak ve nem oranı yüksek günlerde dayanılmaz oluyordu. Öğlenden bu yana ilaçlarını üç kez kullanmıştı. Kitabı bitirmek için içtiği enerji içecekleri de kötü yan etki yapmaktaydı, ama değerdi. Selim Taneci’nin yeniden doğduğu gündü bugün. Eğer yeni bir astım krizi daha gelmezse bir haftadır buzdolabında beklettiği şampanyayı içerek ilk ödülünü alacaktı. Elinde uzun süreli hayal kırıklığı ve başarı özleminin itkisiyle kaleme aldığı çok gaddar bir metin vardı artık. Boru değildi yani. Daire kapısı vurulunca irkilerek hayallerden sıyrıldı. Kol saatine baktı. On bire geliyordu. Kim olabilirdi bu saatte? Kapıcıydı belki. Mutfaktaki su tesisatında sızıntı vardı. Konuştuğu ustalar analarının nikâhını istemişlerdi. Kapıcı işi hem iyi, hem hızlı, hem de ucuz yapacak birini tanımaktaydı. Herhalde onla ilgili bir haber getirmişti. “Merhaba rahatsız etmiyorum ya?” “Ser... Serpil Hanım, ne beklenmedik bir sürpriz bu böyle.” “Buraya çok yakın oturan bir arkadaşımda yemekteydim. Size bir uğrayayım dedim. Biliyorum, erken yatmazsınız.” Esas And yayınevinin baş editörü Serpil Hanım’ın bu saatte evine gelmesini neye yoracağını bilmiyordu. Memnun olmuştu ama. İkinci ve üçüncü kitapları inişe geçtiğinde kadını defalarca akşam yemeğine davet etmişliği vardı. Bekâr ve çocuksuz olduğu halde hepsini de bir bahaneyle reddetmişti. “Bu öğlen yayınevinde uzun uzun konuşurken ‘Akşama tamam’ demiştiniz. Bitti mi gerçekten?” Selim’in içindeki memnunluk vites büyültmüştü, ama beyninin kenarında küçük bir ikaz lambası yakarak. “Evet. 238 sayfa, otuz iki kısım tekmili birden,” dedi. “Şöyle bir göz atabilir miyim? Merak ettim de. Rahatsız ediyorsam...” Selim, “Yok canım, ne münasebet. Buyurun.” Selim üzerinde sadece beyaz bir şort olduğunu hatırlayınca mahcupça gülümsedi. “Siz buyurun. Ben üstüme bir şey alayım.” Kadın oturma odasına doğru yürürken, Selim hızla yatak odasına gitti. Yatağın üzerinde duran mor gömleğini aldı. Tam giyecekken koltukaltlarını kokladı. Ter kokusu bayağı kesifti. Gidip banyoda koltukaltlarını yıkadı… Göbek nahiyesindeki haşmetli birikimi pek belli etmeyen petrol mavisi renkte bolca bir gömlek giydi. Holde yürürken kadının böyle ansızın gelişini çok iş yapacak olan kitabının habercisi gibi değerlendirmekteydi. Başka ne olabilirdi ki? Serpil Hanım kitabın isim anasıydı. Akit Kıyımı onun lafıydı. Kendisi ‘Harf Ölümü’ başlığını düşünmekteydi. Akit Kıyımı’na duyar duymaz vurulmuştu. Selim içeri girdiğinde kadın ayakta duruyordu. Elinde siyah kapaklı, kahverengi etiketli, koyu renk sıvının olduğu bir şişe tutmaktaydı. “Gerçek bir Kahlùa. Arkadaşıma getirmiştim. Kafein alerjisi varmış. Size kısmetmiş. Kutlama olur.” Selim, orta boylu, sarışın, güzel yüzlü kadına baktı. İlk gördüğünden beri Michelle Pfeiffer’a
100
Öykü
benzettiği kadının gözlerinde o kıdemli editörlere has çokbilmiş bakışların yanı sıra başka bir şey de mi vardı? İçinde küçük ve tatsız sıkıntı oluşmuştu. Kahlùa’yı severdi. Kitaplarına Kahlùa içen karakterler bile koyardı. Eski ününü geri çağıracak romanı bitmişti. Burnundan kıl aldırtmayan editörü bizzat evine gelerek ürün kontrolü yapmaktaydı. Her şey aslında çok iyi gidiyordu. “Bardak getireyim.” Kahve likörünün tadı nefisti gerçekten. Selim bardağını ikinci kez doldururken kadına baktı. Bardağından tek bir yudum almıştı. Büyük bir ilgiyle elindeki kâğıtları okumaktaydı. Konuyu kendisine kadının ilham ettiğini hatırlayan Selim bardağı fondip yaptı ve “İkinci bir kitap bile söz konusu,” dedi. “Bitime yakın ilham geldi.” Serpil Hanım bakışlarını kâğıttan ayırmadan başını salladı. “Anlıyorum.” Selim’in içi rahatlamıştı. Boşuna kuruyordu. Kitabın konusunu ve başlığını ödünç veren kimsenin kendini ön plana çıkartmağa niyeti yoktu. İstese kendi de yazabilirdi. İyi bir yazardı eskiden. Yapmamış ve topu ona atmıştı. Demek ki kendisinde bir kalite görmekteydi. Bitmiş romanın kokusunu, ciğer kokusu alan bir kedi gibi hissedip gelmişti. Başka bir yayınevine geçme planını da hissetmiş olabilirdi. Bu geçişi şimdi yapamazdı. Kadın onu madara eder ve başarısını gölgelerdi. Çevresi genişti. Bu kitaplık Esas And’ta kalacak, namı yeniden parladıktan sonra da en ehven transfer imkânını kullanacaktı. Selim ilk baskıyı 20.000 yapmayı önermeyi düşündü. On beş dakika öncesine kadar bu rakam 10.000’di. Koskoca editörü evini ansızın şereflendirince zam yapmıştı. Bardağını yeniden doldurmayı düşünürken başında bir ağırlık hissetti. Boş karnına içtiği likörler başını döndürmüştü. Benim başım kolay kolay dönmez diye düşünürken koltuğa yığılır gibi oturduğunu fark etti. Neredeyse yere yuvarlanacaktı. “Bol miktarda seconal.” “Ne?” “Şimdi biraz uyuyacak ve sonra gözlerini vasat yazarlar cennetinde açacaksın.” Selim hissettiği korku nedeniyle biraz dirilir gibi olmuştu. “Ne yapıyorsun bana?” Serpil Hanım içini çekerek gülümsedi. “Önümüzdeki aylarda ismin yine bir yerlerde geçecek. Kitabın iyi satacak, ama sen bunlardan tekini bile imzalayamayacaksın.” Selim, bir sinek bulutu gibi üzerine çullanan uykuyu engellemek için başını salladı. Hissettiği dehşet nedeniyle midesi buz gibi olmuştu. “Nasıl yani?” Serpil Hanım koltuğun üzerinde duran çantasına uzandı ve içinden çıkardığı küçük bir kavanozu gösterdi. “Bunun içinde ne var görüyorsun değil mi?” Selim küçük kavanozun içinde dolanan üç adet kanatlı yaratığı görünce konuşamayacak kadar şoke oldu. Arıydı. Hem de yaban arısı. “Ne kadar oldu? Üç yıl? Bodrum’da tatildeyken arı sokmuştu. Az kalsın ölüyordun. Alerji ve astım siyam ikizidir. Yarın haberler şöyle olacak. Bir zamanların tanınmış yazarı Selim Taneci evinde arı sokması nedeniyle yaşamını yitirdi. Yeni kitabını o gün bitirmiş ve yayınevine teslim etmiş olan Taneci henüz 47. baharındaydı. Kitabın üç beş baskı yapacak kesin. Sonra hızla unutulan yazarlar parkına heykelini dikecekler.” “Niçin? Niçin?” Serpil Hanım elinde kavanoz yanına geldi. Kadının Issey Miyake parfümünü soluyan Selim boşuna eliyle kavanozu itmeyi denedi. Bunu yapacak takati kalmamıştı. Kadın kapağını açar açmaz kavanozu ensesine dayadı. Onca uyuşukluğa rağmen ilk sokulmanın acısı müthişti. Hemen ardından gelen ikincisi de. Biraz dirilmesine neden olmuştu. Birden aklına gelen şeyle irkildi. Üç yazar da cinayete kurban gitmişti gerçekten ve katil de Serpil Hanım’dı. Cinayet fikrini veren oydu. Akit Kıyımı olsun diyen de. Neyin akdi diye sormamıştı aptal gibi görünmemek için. “Katil sensin.” “İyi bildin. Diğer üçünü de ben öldürdüm. Sen dördüncü ve şimdilik sonuncususun. Hemen herkes zaman zaman seconal ya da benzeri ilaç kullandığını bildiği için kahve likörünün içindeki seconal şüphe
101
Öykü
çekmeyecek. Öldürücü doz değil zaten. Ölümün sıcak bir yaz gecesi, yedinci katta pencereler açık sızmışken seni sokan arılar nedeniyle olacak. Yediğin meyvelerin ve içtiğin likörün şekeri, kokusu arıları çekmiş diyecek bazı aklı evveller.” Selim buradan sağ çıkmayacağını iyi anlamıştı. Ensesinden iki kez sokulmuştu. Arının zehri birazdan nefes almasını zorlaştıracak, o da astımını tetikleyecek birlikte sonunu getireceklerdi. “Niye ama?” dedi takatsiz bir öfkeyle. “Vakit öldürmek sözü çok kullanılır. İnsanlar sadece kendi zamanlarını değil, başkalarınınkini de öldürürler. Benim zamanımı öldürenler var. Vakit Kıyıcıları. İş saatlerindeki en verimli zamanımı onlarla konuşmak, kahve çay içerek harcamak zorunda kalıyorum yıllardır. Bunların bayağı aşırıları var. Bir geldiler mi, en az bir saat otururlar. Gereksiz bir yığın ayrıntıyla başımı şişirip iş yapamaz halde bırakıp giderler. Yazdıkları sıradan cümleleri hatırlamamı beklerler. Telefon ederlerse sudan nedenlerle en az yarım saat konuşurlar. Bu yüzden de sıkça eve iş getirmek zorunda kalırım. Kaç yıldır bana özel yaşamı mahrum ediyorlar biliyor musun? En az beş yıldır böyle. Nasıl daraldım ve bunaldım bilemezsin. Ne kadar işimiz çok desem de hak verir görünerek bildiğinizi okumaya devam edersiniz. Ben de sonunda bunların en önde gelenlerini elimine etmeye karar verdim. En verimli olacağımız saatlerimizi emen, acımasız vampirler gibisiniz. Kalplerinize kazığı hak ettiniz yani. Sen dördüncü ve şimdilik sonuncusun.” Selim soluk alamaz durumdaydı. Kriz başlıyordu. “Bu yüzden mi?” dedi güçlükle. Panik nedeniyle nefesi iyice sıkışmıştı. Seconalin etkisiyle de bayılmanın eşiğindeydi. Bayılırsa bir daha ayılmak yoktu. Hâlâ bu olan bitenleri bir eşek şakası, düzeltilebilir bir kumpas gibi görmek isteyen çocuksu yanı vardı. Gözleri dolmuştu. Böyle bir şey cinayet nedeni olabilir miydi? “Dış kapıdan nasıl girdin?” “Geçen yıl bu zamanlarda bir gün, benimle kahve içip vaktimi kemirirken, telefonda uçucu bellekli kız arkadaşına beş defa yinelemiştin. Unuttun mu?” Kadının daha o zamandan biletini kestiğini anlayan Selim’in tüm ümitleri sönmüştü. Umutsuzluk, direnme enerjisini azaltmıştı. Aklından geçen sövgü kelimelerini icra edecek hali bile kalmamıştı. “Kitabının ilk baskısını vefa borcu salikiyle on bin adet basacağım. En az otuz binlik bir satışa ulaşacaksın. Senden gıcık kapan eleştirmenler hakkında methiyeler düzecekler. Hepsi bu. On yıl sonra ismini sadece bir avuç insan hatırlıyor olacak.” Selim gözlerini güç bela aralayabilmekteydi. Kadının boş kavanozu, romanının baskısını, hafıza çubuğunu bordo renkli deri çantasına koyduğunu ve gitmeden önce beyaz bir bezle şişenin üzerindeki parmak izlerini sildiğini, sonra şişeyi tekrar eline tutuşturup sehpaya koyduğunu hayal meyal gördü. Kapı kapandığında baygınlık üzerine iyice yüklenmişti, ama tekrar açıldığında gayrete gelerek gözlerini azıcık araladı. Gelen o değildi. Başka bir şeydi. Nasıl tanımlayacağını bilmiyordu. Bunu yapabilseydi yazar olmazdı zaten. Öykü: Sadık YEMNİ
102
İllüstrasyon: Devrim KUNTER
Pin-up
103
Yunus KOCATEPE