Golge e-DERGİ Sayi 47

Page 1

Ağustos 2011

Sayı 47


İÇİNDEKİLER 04-23 Sansür Dosyası

24 -28 Röportaj "Özgürlük Her Sanatçının Değil, Her İnsanın Ana Hedefidir." 29 -31 Sansür Dosyası 32-36 Sinema İnceleme Sinema Salonlarına Uğramayan Filmler

47. Sayı ile

tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://GolgeDergi.Blogspot.com Editör: Mehmet Kaan SEVİNÇ golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Hasan Nadir DERİN, Sadık YEMNİ Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Kapak: Rıza Mangaka TÜRKER Pinup: Yunus KOCATEPE

37-41 Öykü- Memoropan 42-46 Çizgi roman İnceleme- Comic Koleksiyonculuğu Hakkında

47 Öykü- Herkes Gibi

48-53 Çizgi Roman- Taştan Mafya 54-56 Sinema- Dellamorte Dellamore

Merhaba Tamam, tamam o konudan hiç bahsetmeyeceğim, o kelimeyi hiç anmayacağım ta ki kışa kadar, anladınız siz onu…

57-58 Çizgi Roman- Rüya Adam 59-61 Oyun İnceleme-Fantastik Diyarlar Ortadoğu 62-63 Sinema- Samaritain Girl

Kimimiz ağaç altında, kimimiz vantilatör karşısında, kimimiz deniz kenarında, kimimiz yaylada, her şeye rağmen yine yazdık, çizdik ve sizler için bu sayıyı hazırladık. Siz siz olun saat 11:00 ve 17:00 arası dışarılarda çok dolaşmayın, şapka takın, bol bol su için ve tabii ki Gölge’de kalın.

Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir.

64-88 Çizgi Roman- Hayalet Sipahi

Su demişken, dışarıdaki sevimli dostlarımız kediler, köpekler ve kuşları unutmayıp onlar için de kapların

89-95 Öykü- Saplantı

içinde su bırakmayı unutmayalım lütfen.

http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com

Değerlendirmesi (2)

96-105 Sinema-2010-2011 Sezonu

106 Pinup- Yunus KOCATEPE

On bir ayın sultanı Ramazan geldi hoş geldi, mübarek olsun, niyet edenlerin oruçları kabul olsun.

İyi okumalar… Mehmet Kaan SEVİNÇ

3


Sansür

Sansür

Dosyası

Dosyası

Böyle Bir Kitap Yazmaya Nasıl Cür'et Edebilirsiniz?

Bu dosyayı sarmısaklasak da mı yayınlasak, yoksa sarmısaklamasak da mı yasaklasak! 4

Yıllardan 2003. Yaşım daha yirmi sekiz buçuktan yirmi dokuz falan... Bir gün telefonum çaldı. Yayınevim arıyordu. Bugün ülkenin en ünlü, en sevilen, en çok izlenen, kahkahalarıyla reklâmlara çıkıp servetler kazanan sarışın televizyoncu hanım kızımız, son çıkan romanım “Kızlar Âşık Olmaz”ı okumuş, beni programda konuk edip roman hakkında sohbet etmek istiyormuş. "Peki," dedim. Hemen ardından programın yapımcısı bir başka hanım kızımız arayıp programın saati, detayları, cartı curtu hakkında bilgi verdi. Ona da "Peki," dedim. Anlaştığımız saatte kanala vardım. Misafir bekleme odasında, yüzüm ekran ışığında patlamasın diye hızlı, hafif bir makyaj yaptılar. Kısa bir bekleme süresinden sonra bir reklam arasında stüdyoya girdim. Televizyoncu hanım kızımızla tokalaştım, yerime oturdum. Reklâmdan çıkıverdik ve televizyoncu hanım kızımız beni seyircilere hızlıca tanıttıktan sonra kısaca yeni romanımdan bahsetti ve öfkeyle bana dönüp dövmekten beter bir azarlama tonuyla şu soruyu yöneltti: "Böyle bir kitap yazmaya nasıl cür'et edebilirsiniz?" "Neden, ne oldu? Nesini beğenmediniz?" demeye çalışıyordum ki, hanım kızımız daha da gürleyerek üzerime aktı: "Daha ne olsun! Küfür, argo, kadınlara hakaretler... Aşağılık bir kitap bu." Hanım kızımız, iki şizofren ve maço arkadaşın komik öyküsünü anlattığım kara-mizah türündeki romanı karakterler roman boyunca kızlara laf giydiriyor, kızları aşağılıyor, kızları ayar ediyor diye kadın düşmanı bir kitap ilan ediverdi. Yani bu kafaya göre iki maço arkadaşın öyküsünde maço karakterler, kızlara saygılı, efendi, aile babası, ana kuzusu karakterler olarak yazılmalıydı. Çünkü o hanım kızımız böyle metinler okumak istiyordu.

5


Sansür

Sansür

Dosyası

Dosyası

Tabi, televizyoncu hanım kızımız tepkisinde yalnız kalmadı. Medyada ne kadar selen gazeteci kız varsa, "Aaayyyy iiiğğrüüüeeençççç! Piiisss addüüaaam! Kızları aşağülamüüüaaaş!" diyerek kendilerini yırttılar. Kızlar Âşık Olmaz'dan önce yazdığım beş roman için de medyada sık sık yer alıp, sohbetler röportajlar yapa yapa metinlerimi potansiyel okurlarıma anlatma fırsatı bulurken Kızlar Âşık Olmaz'dan sonra medyadaki selenlerden belirgin bir ‘ban’ yediğimi gördüm. Sanırım kendi aralarında şöyle bir anlaşmaya vardılar: "Kızlar hakkında kötü kötü şeyler söyleyen pis adamların öyküsünü yazan bu pis yazarı sayfalarımızdan, programlarımızdan banlıyoruz kızlar, tamam mııııaaaa!" 90'ların ortasında yazmaya başlamış bir yazar olarak toplumun ciğerine işlemiş bu pis cehaletin, refleksif bir sansür ve baskı olarak dışarı çıktığına çok şahit olmuştum. 97'de, bir romanda iki hemşire karakter, iki kelime diyalog kurdu diye hemşireler birleşip yayınevime fakslar çekip beni protesto etmişti. 99'da, konuşma yapmak için davetli olduğum bir lisedeki yaşlıca bir erkek öğretmen, bir lisedeki öğrencilerin komik maceralarını anlattığım bir gençlik romanında öğrenciler öğretmenleriyle "saygısızca konuştuğu" için neredeyse üzerime atlayıp beni dövmeye kalkmıştı. Öyle bir sinir yapmıştı adamcağız. Kısacası dostlar, genç bir romancı olarak, bu toplumun ne kadar baskıcı, kuralcı ve bu özelliklerinin yanında doğal olarak sansürcü olduğunu en acı yoldan, yüzlerce örnekle karşılaşarak, deneyimleyerek öğrenmiştim. Edebiyatın bile "seçkin-asil" insanların diliyle yapılması gerektiğine inandırılmış; roman karakterlerinin ağzında bile küfür-argo görmeye katlanamayan; iki maçonun öyküsünde maçoların kızlara saygı duyan, örnek aile babası, temiz ana kuzuları olarak resmedilmeleri gerektiğini savunabilecek kadar zekâ yoksunluğu sergileyebilen insanlarla dolu bir toplumda sansürden, baskıdan zulüm gören tek yazar ben değildim elbette. Bu ülkede eser veren nice yazarın, edebiyatçının tarifsiz acılar çekip, işkenceler görüp hapsedilerek, sürülerek, idam edilerek cezalandırıldıklarını unutmadık ancak içimizde hep bir umut, toplumun bir gün baskının-sansürün zararını anlayacağını umduk. Sansürün cehaletten kaynaklanan bir virüs olduğunu ve toplumu sardıkça insanları daha da büyük cehalet bataklarına sürükleyeceğini; bu virüsün insanların beyinlerini kemire kemire yok edeceğini ve sonunda düşünmekten aciz moron bir toplum ortaya çıkacağı gerçeğinin eninde sonunda anlaşılacağını umarak, cehalete, sansüre karşı savaş verdik. Ancak, sizi bilemem ama benim sansürle kişisel savaşım yenilgiyle sonuçlandı. Önce toplumun en fazla okumuş, eğitimli, aydın "olması gereken" kesiminin, yani gazetecilerin, medyanın moronlarla dolu olduğunu fark ettim. Sonra aynı toplumun gençlerinin, internette ve sözlüklerde sevmedikleri her türlü söylemin sahibini linç etmeye meraklı iğrenç ciğerlerini gördüm. Ardından, çevremdeki eş-dost-arkadaş tayfasının, internetteki bu çiğ gençlerin insanlara iftiralar atarak kaleme aldıkları şerefsizce metinleri büyük bir iştahla okuyup o cahil gençlerle beraber zevk çığlıkları atmalarına şahit oldum. Zaten fazla sürmedi, tüm bu kesimler kısa sürede birleşip Voltran'ı oluşturdular. Medya internete aktı, gazeteciler sözlüklere üye oldu, çevremdeki onca insan bir anda insanları linç etme meraklısı moron sözlükçülere dönüştü. Sözlükle-internetle alakası olmayan kesim de karşısındaki "farklı"yı yok etme

heveslisi psikopatlara dönüşüverdi. Haliyle, o cehaletin içinde yıllarca özgür ifadeyi, sansürsüz düşünebilmeyi, sansürsüz yazabilmeyi, özgürlüğü savunmuş kim varsa, bu insanlar benim gözümde artık yenik birer savaşçı. Ama bu yenilginin hoşuma giden bir yanı var. Ellerinde özgürlüğün değerini insanlara anlatmak için fırsatı olan, bir zamanlar iktidarda olan güya sol, güya medeni, güya demokratik kesim bu şansı onlarca yıldır sağ partilerin, darbeci askerlerin, baskıcı, sansürcü, faşizan yönetimi altında ezilmiş toplumu aydınlatmak için kullanacağına, sağ partilerden daha faşist, daha baskıcı, daha sansürcü uygulamalarla harcadı. Topluma, düşünceye saygı gösterme kültürünü enjekte edeceğine, farklı düşünen herkesi linç etmeyi meşrulaştıran dünün medyasının bugün yaşadığı ağır baskı ve sansürü, büyük bir keyifle izlememin nedeni de tam olarak bu. Dün, "Bu ülkenin tek sahibi biziz ve her istediğimizi yaparız, sevmediklerimizi yok ederiz, beğenmediğimiz herkesi sansürleriz, tipini beğenmediklerimizi buralardan süreriz," diyerek çiğ kahkahalar atan medyanın bugün ağzına ağzına kürekle vurulduğunu her gördüğümde zevkten kahkahalar atıyorum. Eğer sansürü, baskıyı yaşadığınız toplumun ciğerlerinden söküp atmazsanız, işte böyle, bir gün sizden daha güçlü birileri iktidara gelir, onlar size sansürün âlâsını yapar. Bugünkü sansürcülerin de bu kafadan vazgeçmedikleri takdirde yarın karşılarına çıkacak tablo aynısı olacak. Onlardan daha güçlü birileri gelip bu sefer onların ağzına ağzına kürekle vuracak. Özgürce, rahat rahat romanlarını yazıp okuruyla buluşma umutlarını tamamen yitirmiş bir romancı olarak, bu saatten sonra kim kimi dövmüş, kim kimi sansürlemiş, kim kimi işten atmış, hangi sözlükçü kızcağız 15 yıldır çalıştığı televizyondan bir röportaj yapmak istedi diye kovulmuş, hangi gazeteci iktidarla çatışmayı bırakmadı diye işten atılmış, hiç umurumda değil. Hadi şimdi yiyin birbirinizi. Ben kapalı kapılar ardında güzel kızları yiyor olacağım kankalar. Özgürce yazma keyfini bana yaşatmayan bu topluma, özgürlük haram olsun. -Ay ama biraz ağır olmadı mı? -Ya bırak! -Ama çok insafsı... -Ya git! -Ya ama onca insanın heps... -Vııızzzz! -Ama bizler sağduy... -Tırısssss! Fakat, nerede yazarsam yazayım, ne yazarsam yazayım gelip beni bulan güzel okuruma, alışmış oldukları üzere, yazının sonunda küçük bir melodi armağan etmeden nokta koymak istemiyorum: http://youtu.be/nhSc8qVMjKM

6

7

Cem ŞANCI

İllüstrasyon: Devrim KUNTER


Sansür

Sansür

Dosyası

Dosyası

God Save the Queen, Facist Regime! Bir dava ile başlayalım. Bir öğretmen, tanrılara inanmamak, gençleri farklı tanrılara inanmaya ikna etmek ve onları zehirlemekle suçlandı ve suçlu bulundu. Garip gelmedi değil mi? Bu olay belki de sansür ve yasakların ilk şehidi M.Ö. 399 yılında Sokrates'in başına gelmiş ve bilindiği gibi ölüme mahkûm edilmişti. Rubens'in "Statue of Ceres" (Demeter'in Heykeli) isimli resmi de farklı bir ressam tutularak çocukların sakıncalı görülen kısımlarına yaprak, kumaş vs. ile kapattırılmıştı. Hitler'in özgürlükçü sola ve düşünürlere karşı olan tepkisi "Kitap yakma" olarak tezahür etmişti. Brecht, Freud, Heine, Mann, Marx, Remarque, Seghers, Zuckmayer, Zxeig'in kitapları bu toplu gösterilerde yakıldı. Sex Pistols'un başlığa da taşıdığımız şarkısı BBC tarafından yasaklandı (fakat bir numara olmasını engelleyemedi), Thames Nehri’nde kayıkta çalarak seslerini kraliçeye duyuran grup üyeleri bunun karşılığında polis tacizine uğramışlardı. Örnekler çok, saymakla bitmez fakat tek bir gerçek var: Yasaklanan eserler, fikirler günümüze kadar ulaşıyor ama yasakçıları kimse hatırlamıyor. Sebebi ister örf-adet, ister dini, ister politik olsun, sansür kendinden olmayanı görmezden gelmek, farklı düşünce biçimini yok saymak için uygulanır. Bilgisizlik sansürü ve yasakçı zihniyeti oluşturur, bunu savunmak ise sizden daha bilgisiz birinin sizin fikirlerinizi sansürlemesine kadar gider. Kısaca sansür, insan aklına hakarettir. Devrim KUNTER

8

9


Sansür

Sansür

Dosyası

Dosyası

Bundan Böyle “Hiçbiriniz sakal veya bıyık uzatmayacak, cep telefonu taşımayacaksınız. Hepiniz aynı tip pantolon, gömlek, çorap ve ayakkabılar giyeceksiniz. Benzer şekilde saç tıraşı olacaksınız. Yatağınızı her sabah kendiniz toplayacaksınız. Soru sorulmadıkça konuşmayacak, görüş bildirmeyeceksiniz. Sizden istenenleri harfiyen yerine getireceksiniz. ‘Teşekkür ederim’, yerine ‘sağ ol’ ifadesini kullanacaksınız. Hep birlikte yemeğe gidecek, sofradan topluca kalkacak, önünüze ne konursa onu yiyeceksiniz. Çünkü burası ana kucağı değil, asker ocağı!” * * * “Kusuru bakmayın amirim ama madem artık rüşvete sansür geldi; ben de artık bu ülkede yaşamak istemiyorum. Affınızı rica ederim! Yapın tayinimi kolayca rüşvet alabileceğim bir memlekete… Bu devirde çocuk okutmak kolay mı ya…” * * * “Dırdır etme Nazife… Daha bu sabah işe giderken, rakıya sansür olmaz, akşama soframı hazır et demedim mi? Nerede lan beni aslan sütüm, haydarim, beyaz peynirim, kavunum? Bir de derler ki faşizm öldü! Nereye öldü be, Hitler’in ablası benim evimde yaşıyor!” * * * “Tamam kardeşim ben de biliyorum buranın Milli Kütüphane olduğunu… On beş yıldır burada memurluk yapıyorum ben… Ama Stephen King’in “Hayvan Mezarlığı” adlı romanı okura verilemez, diye genelge var. Hatta biraz önce sana da gösterdim. Kitap kütüphanede var da nasıl okura verilmez, bu sansürdür diye niye delleniyorsun? Genelgenin altında benim mi imzam var? Bana martaval okuma! Zaten o roman da bir halta benzemiyor; neymiş efendim ölen kediyi Kızılderili mezarına gömüyormuşsun da dirilip geri geliyormuş… Ulan bir kere böyle şey olsa, elin gâvuru değil kediyi, yeni Amerikalar keşfetsin diye Vespucci’yi gömmez mi?” * * * “Peki babacığım şunu bana bir açıklayın o zaman, benim bazı internet sitelerine girmemi yasaklamanıza rağmen siz neden seneler öncesinden kalma o dergileri yatağınızın altında saklıyorsunuz? Nostalji mi yapıyorsunuz yoksa!” * * * “Kusura bakma birader, burası evinin önü de olsa, sen üç yıldır bu apartmanda otursan da, artık arabanı buraya park etmeyeceksin. Nedeni de çok basit, çünkü oto sansür denen bir şey var ve bu sabahtan itibaren Belediye kararıyla uygulamaya başlandı. Haydi, çek arabanı şimdi…” * * * “Bana ne yahu, müşteri de müşteriliğini bilsin; yeter vallahi… Neymiş efendim; Saxon’un “Call to Arms” albümünü arıyormuş! Bırak yılın en iyi Heavy Metal albümü olmasını, Oscar bile alsa, satmıyorum ben Saxon’un albümlerini… Adamlar, sanki hiç başka isim yokmuş gibi, yıllarca barbarlık yapan Cermenler’in adını kullanmışlar müzik grubu diye… Ben de satmıyorum işte albümlerini, git nereden alırsan al! Ecnebi hayranı barbar manyak… Yok abi yok, sallandıracaksın bunlardan ikisini, bak bakalım Heavy Metal mi kalıyor memlekette…” * * * “Tüm erkekler sakal ve bıyık uzatacak, ceplerinde tespih taşıyacak, güne besmele ile başlayacak, Allah’ın adıyla selamlaşacaktır. Kadın personelimiz ise saçlarını örtecek, uzun kollu bluz ve yere değen etekler giyecektir. Askılı veya kısa kollu tişörtlere, kalçaları gözler önüne seren daracık pantolonlara ve mini eteklere asla müsamaha gösterilmeyecektir. Erkekler saç jölesi, küpe veya kolye kullanmayacak, kadınların makyaj yapmasına katiyen izin verilmeyecektir. Yönetim Kurulu toplantısında alınan son karara göre, otel

10

11


Sansür

Sansür

Dosyası

Dosyası

animasyonları sektöründen çıkıp, hacı adaylarının kutsal topraklara taşınmasına ait turizm işine giriyoruz. Hepimize hayırlı uğurlu olsun! Allah yüzümüzü kara çıkarmasın…” * * * “Ben anlamam Şinasi… Yok artık öyle arkadaşlarla bira içmek, balığa çıkmak, maça gitmek, saatlerce kahvede okey oynamak filan… Bundan böyle, gül gibi karısı olan, karısının mutluluğunu her şeyin önünde tutması gereken evli barklı bir adamsın sen! Hatırlatırım, daha iki hafta önce evlendik biz! İlle de bir yere gidilecekse, beraber gideriz. O da ne bileyim, anamın evi olur, olmadı Sacide ablaya gideriz… Pazarları da abimlerle piknik yaparız. Hele bir başka kadına baktığını göreyim; yemin billah olsun gözünü oyarım. Hem el âleme rezil rüsva olur, hem de aylarca sürünürsün; n’olur kız bi’ kere versen diye meletirim seni… Sen de soranlara, Macide bana sansür koydu dersin!” * * * “Çok üzgünüm dostum ama bu öykünü yayınlayamayız. Çünkü konumuz sansür bile olsa, bu kadar pervasızca yazılmaz ki… Yerin kulağı, iktidarda ise yüzde bilmem kaç oy almış bir parti var. Düşünsene, iki kişiden biri adamlara oy vermiş, maazallah bu yazdıklarını bir gören olsa ikimiz de yanarız! Bilirsin ki yazılı öyküler de görülmeden okunamaz. Üstelik bu yazdıkların öyküye de benzemiyor. İyisi mi sen bir süre yazma, tatile filan git, kafanı dinlersin.” * * * “Ay Necati niye anlamıyorsun ya… Bugün sansürlüyüm, oynaşma benimle demedim mi ben sana… Yok… İçtin ya iki duble ille de tutturdun aşna fişne yapacağız diye… Bir de laftan anlamaz oluyorsun ki içince… Sonra da kalkmış, ben parmağımı ne zaman kestim ya diye bana soruyorsun gecenin bir vakti… Oraya buraya sokmasaydın parmağını, kesilmezdi!!! Allah seni bildiği gibi yapsın Necati! Laftan anlamayan öküz… Kalk da çarşafı değiştirelim… Her taraf battı senin yüzünden.” * * * “Hah işte suretimin tescilini de aldım; sıkıyorsa bundan böyle abuk sabuk dergilerin kapağında beni çizsinler de göreyim. Hepiciğinin anasından emdiği sütü burnundan getireceğim. Yok öyle canının istediğine kedi kuyruğu filan çizmek! Yıllardır efsanelere konu olmuş, Ormanlar Kralı Aslan’ın lan ben… Yerim hepinizi!” * * * “Ya bacım arabanla işe gidiyor olabilirsin, araba senin de olabilir, lakin bu sabahtan itibaren karıların araba kullanması kanunen engellendi diyorum, niye anlamıyorsun? Sen artık otomobil filan süremezsin bu memlekette… Varsa kocanı, yoksa babanı çağır da gelip alsın bu arabayı… Aha o da ne, bir hatun kişi daha arabayla yola çıkmış! Hasan memurum çevirsene şunu…” * * * “İyi ama biricik karıcığım, bir tanecik aşkım, dünyalar güzeli sevgilim; evlendik diye senden başka hiçbir kadına sevişemeyeceksem, bu benim küçük Cemal’e uygulanan bir sansür olmuyor mu?” * * * “Bak Şehsuvar, nasıl ki yeri geldiğinde ben, ‘Ben bilmem, kocam bilir’ diyorsam bundan gayrı sen de helada gazete okumayacak, hele hele sigara katiyen içmeyeceksin. Yoksa seni zabıtaya şikâyet ederim vallahi…” * * * “Daha önce hayatınızın bir döneminde sansürle karşılaşmış olabilirsiniz, bari bundan böyle yaşantınızda sansür var olmasın, demekle milleti isyana mı teşvik ediyorsun lan yazar bozuntusu… Zorla çizdireceksin kendini!” Öykü: Oğuz ÖZTEKER oguzozteker@yahoo.com

12

İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ

Sansüre Karşı Değilim

"Sansüre karşı değilim, sokakta da çıplak dolaşmıyor ve ulu orta seks yapmıyoruz. Çıplaklık ve seks doğal bir yapımız bile olsa toplumuna göre nerede olduğunuz önemli. Kimler nasıl görecek. Görmek bir kültürdür ve herkesten aynı başarıyı beklemek yanlış olur. Ayıp yerine ve konumuna ve toplumuna göre değişir. Sanatçı ise burada en zor duruma düşendir, yanlış değerlendirildiği gibi kendisi de yanlış yapabilir, ama yapılan şey bir eserdir, yapan ile izleyen arasında kalması, yanlış yer ve durumlardan korunması gerekir. Venüs'ü görmek istediğin formda görebilirsin, aslı ise sanatçının fırçasında saklı. Benim desenim ve Botticelli. İkisi de iki sanatçının kaleminden çıkmış. Biri bir lise okul kitabında sanat diye yayınlanabilir diğeri ise o kitap için sansür yiyecektir. Olması gerektiği gibi." Kenan YARAR

13


Sansür

Sansür

Dosyası

Dosyası

’’Kalem kılıçtan daha keskindir’’ Okuyup yazmaya başladığımız günlerden itibaren karşımıza çıkmaya başlar bu söylem… “Kalem kılıçtan daha keskindir.” Kalem kılıçtan keskin olmasa da, kılıçtan daha sivridir… Hele hele sivri dilli bir yazarın, bir çizerin eline düşmeye görsün… Daha da sivrilir, daha da can yakmaya, daha derinlere batırmaya başlar sivriliğini… Sivri dilli yazar ve yahut çizerin elindeki sivri uçlu kalemin hedef aldığı egemen güçler ise bu durumda kendilerini savunmak için hemen kılıç kuşanırlar ve kelleler düşmeye başlarmış daha eski devirlerde… Allahtan o günlerde yaşamıyoruz, sorgusuz sualsiz, katli vaciptir deyu uçuruverilecekti kellelerimiz, çok şükür ki günümüzde demokrasi var… Egemen güçler veyahut yöneticilerin hoşuna gitmeyen, onların iktidarını sarsacak, muktedirliklerine ket vuracak yazılar yazılıp, çizgiler çizilende artık demokrasi devreye giriyor!...

ama demokrasi kılıçtan daha yasakçıdır. Ve demokrasi gereği hemen yasaklamalar başlar. O kitabı okuma, bu filmi seyretme, şu siteye girme! Olur tamam, okumayayım, seyretmeyeyim, girmeyeyim de niye?... Yanıt – çünkü senin iyiliğin için, çünkü ben öyle istiyorum, çünkü bunları yasaklamam için sen bana oy verdin, beni sen seçtin, demokrasi gereği bende haklarına kısıtlama getiriyorum. Yazar, çizer, yönetmen, gazeteci vs. ve halk için “Demokles in Kılıcı” gibidir yönetenlerin demokratik hakları her daim başımızın üzerinde sallanır durur ileri demokrasilerde. Lütfen benim iyiliğimi düşünmeyin sayın yöneticiler. Bırakın da hangi kitabı okuyacağıma, hangi filmi seyredeceğime, hangi karikatüre güleceğime, hangi sitelere gireceğime ben karar vereyim, demokratik haklarım gereği. Mehmet Kaan SEVİNÇ

14

15


Sansür

Sansür

Dosyası

Dosyası

Edep Yahu!...

Kaç zamandır bu konuda yazayım dedim ama elim klavyeye gitmedi. Her köşe başında bir uğultudur, bir çığırtıdır gidiyor… Durum acı mı, komik mi yoksa bir sinsi plan mı yakıştıramadım hiç bir şeyi. Sevdiğim bir hikâye var; Şems Mevlana’yı bir testi şarap almaya yollar, Mevlana hiç düşünmeden gider, meyhaneden bir testi şarabı sırtlar ve “kim ne diyecek” demeden koca Konya’yı baştanbaşa geçerek dergâhına varır. Şehirde kim görse bu âlim adamı elinde şarap testisiyle, homurdanarak peşine takılır. Dergâhın kapısında Şems bekler, Mevlana’dan tam şarabı alırken elinden düşürür. Testi kırılır. Yere dökülen sadece süttür. Şems “Bu bir imtihandı,” der. “Sen koca adam ‘Âlem ne der’ diye düşünmeden dostuna güvendin ve onun isteğini yerine getirdin.” Mevlana bir ardında birikmiş Konya halkına bakar bir de testiden dökülen süte “Şarap bizden sarhoş oldu, biz ondan değil,” der. Mevlana’nın şarapla imtihanı mı zor yoksa benim harakiri dergisi ile imtihanım mı? Ben Harakiri’yi hiç okumadım. Sadece dostlarımın “istediğim kalitede değil” sözleri ile anabilirim buradan ya da oluşan beklenti fazlaydı. Muhafazakâr bile olmayan bir arkadaşımın “esprilerde fazla bel altı” sözleri ile anabilirim bu dergiyi. Ama her şey üst üste gelince, internet filtresi, toplatılan, çevirmenine, yayıncısına dava açılan kitaplar, baskı altında tutulan yayınevleri. Bir sindirme politikası mı uygulanıyor? Sorusunu sormadan da geçemeyeceğim. Yine de söyleyeyim, Leman grubu dergileri yaklaşık iki yıldır evden içeri sokmuyorum. Aslında Melike Acar’ın kapak içinde yaptığı “kes giydir” türevi bir çizim iğrençliği ile zaten bir okur olarak organik bağlarımı kesmiştim ama (Melike kötü çizmiş anlamında bir şey söylemedim çizdiği şeyin düşüncesi bile iğrençti dedim) yine de dost akraba ve din kardeşlerimin elinde gördüğümde alıp en azından “bu hafta kim ne çizmiş” konusunda bilgi edinebiliyordum. Ben bütün mizah dergileri Caf Caf olsun demiyorum. Cafcaf’ın yolu belli. Aydınlık demokraside ampulü parlatmak. Kötü bir şey mi? Eh iyi diyemem. Yine de sorayım; bir orta yol bulunamaz mı? Mizah benim bildiğim anlamıyla güldürürken düşündüren, kişilerin zaaflarının abartılırken dozajının bir kahkahayı geçmeyeceği, içindeki cinselliğin pornografik olmaktan çok bir estetik kaygı taşıyacağı, sadece söze ve göze değil doğrudan doğruya beyin nöronlarına da hitap eden bir sanat dalı. Kime kaç santim girdiğini hesap etmek istiyorsan git bilmem ne dergisi (kaldı mı öyle bir porno dergi? Hepsi siyah poşet içinde kaybolup gitmedi mi?) al. Önce yasakçı zihniyet için diyeyim; kardeşim sen bir mizah dergisini almamak hakkını kullanmak yerine neden görmemek gibi bir hak kazanmak istiyorsun? Bence her gazete bayiine gittiğinde elin o dergiye varıyor ama “Ben bunu otobüste, vapurda ya da evde çocukların önünde nasıl okurum” diye düşünüp alamıyorsun. Gizli gizli okumak yerine de tüm doyumsuzların yaptığı gibi sağ elini havaya kaldırıp “Dur!” diyorsun “sansür var”. Fark ettiniz mi ben burada “çocuğum alıp okur” kaygısı taşıyan baba yerine “çocuğum beni elimde bu dergi ile görse ne der?” kaygısı taşıyan babalardan bahsediyorum. Ya da içindeki kelimelerden utanıp evlerine sokamadıkları yumuşak makinelerinden. Ya diğer arkadaşlar? Ulan utanmıyor musunuz asıl siz? “Babam da bu dergiyi alır okur” diye düşünmüyor musunuz? Ben sansürlenmeniz yerine oto sansür yapmanızı istiyorum. Tıpkı Kutlukhan Perker’in NTVMSNBC sitesine verdiği röportajdaki soru ve cevabı gibi "Dergiyi herkes okusun istiyoruz," dediniz mizah dergileri için "cinsel içerikli karikatürler çok fazla çocuklarımıza okutamıyoruz" eleştirileri yapılıyor. O anlamda kırmızı çizgileriniz olacak mı? Benim şahsen var tabii ki ama şöyle bir şey var, çalışma hayatımda eğer bir çizer bize ceza getirmeyecekse, ahlaki olarak kendisine uygun gördüğü şeyi yapabilir. Kendimce bazı kurallar koyabilirim ama başka birisi kural koymuyorsa ona müdahale etmem tabii yasal olarak bize bir problem getirmeyecekse. Eh be Kutlukhan, keşke o kırmızı çizgileri çizip bu cezayı almayıp şu yazıyı yazdırmayaydın bana.

Neden Korkuyorlar? Herhangi bir temayı farklı yöntemlerle anlatabilirsiniz. Anlatı yapısını belirlersiniz, dilini kurarsınız… Konunun nasıl anlatıldığı sanatsal hazzı sağlar elbette. Bazen de bambaşka bir hikâye gibi görünür, olay örgüsü maceradır, anlatılan aşktır. Evet, Gohatto bir samuray filmidir!! Nagisa Oshima filmidir… Gotik korkuda sarkastik bir eleştiri vardır genellikle, bu gözle okuduğumuzda çok eğleniriz ve yazarla daha yakın bir bağ içindeymişiz duygusuyla okuruz. Yan anlamların farkında olarak, alt metinde kastedileni görerek okuduğumuzda Otranto Şatosu eğlenceli bir okuma sunar. Burada, bir film ve bir romandan bahsetmek istiyorum öncelikle. Dünyanın en büyük sektörlerinden biri olan pornoyu dert edinen, bu dünyada yaşanması olası ya da her halükarda birilerinin başına mutlaka gelmiş denilecek türden gerçekçi bir olasılık taşıyan durumları dert edinen iki yapıt. Ele aldıkları konunun insanlık durumu için uluorta açık bir yara olduğu… Sistem eleştirisi yapan yapıtlar ikisi de: A Hole in My Heart ve Ölüm Pornosu (Snuff ). Ölüm Pornosu, Chuck Palahniuk'un romanı. Bir porno yıldızının, porno bebeği olan ve evlatlık verilen lise çağındaki kızının kendisine yönelik intikam planını birlikte gerçekleştirmelerini anlatıyor, özetle. Palahniuk'un sözleriyle, “Hangi çocuk ailesini ödüllendirmenin veya cezalandırmanın düşünü kurmaz ki?...” (s. 61) A Hole in My Heart, ev yapımı porno filmler üzerine, 2004 yapımı, senaristliğini ve yönetmenliğini Lukas Moodysson’ın yaptığı bir film. İlk kez Ifİstanbul Film Festivali’nde izlediğim, içimi acıtan film. Çünkü karakterler en yakınlarınca uğradıkları kötü muamele, dışlanma, yalnızlığın çaresizliği sebebiyle ve hiçbir sorunu çözmeyeceğini bildikleri bir şey yapmak için bir aradaydılar. Çünkü porno, çok büyük bir endüstri. Lukas Moodysson’ın Lilja 4ever filmini izleyenler de bilirler kastedileni. En baştan söyleyelim, elbette bir sistem eleştirisi söz konusu olan ama bu kez bireyler daha ön planda. Oldukça dar bir bütçeyle çekilmiş, filmin kendisi de ev yapımı gibi duruyor. Filmde, çekimleri süreci, yönetmen, oğlu, bir kadın ve bir erkek oyuncunun bu süreçte yaşadıkları ve kendi geçmişleriyle hesaplaşmaları olduğu kadar bugün hayatta durdukları noktanın sorgulanması da kaçınılmaz olarak ve gerçekçiliğiyle şiddetli bir tokat etkisi yaratacak şekilde anlatılıyor. Filmin yönetmeni Rickard’ın oğlu olan Eric’in odasının kapısı sadece mahremiyetinin değil evreninin de sınırıdır, kendine çizdiği evrenin. Zaman zaman yanlışlıkla açılır ve dışarısı sınırlı bir çerçevede görünür,

Ahmet YÜKSEL

16

17


Sansür

Sansür

Dosyası

Dosyası

içeri sızmaz sadece görünür zaman zaman kendi iradesiyle aralar ve dışarıyı gözetler bu kapıdan, bazen gözetlediği ile göz göze de gelir ama uzun sürmez kapanması. Karanlık odasından çıkmayan oğlu ile iletişim kurmak istediğinde seçtiği yöntemin işe yaramayacağını fark etmeyen bir babadır Rickard. Oğluyla oyuncak silahla ateş etme oyunu oynamak istediğinde, eline silahı aldığında Eric’in aklına düşen, babasını vurmaktır, rüyasında gördüğü gibi. Rickard da, gidip Eric’e gerçek bir silah almayı önerir. Kendini vurabilsin diye. Ama bir dakika sonra oğlu bütün bu porno işini aslında erkeklerle yakın olmak için yaptığını, eşcinselliğini bastırdığını söyleyerek kendisine ayna tuttuğunda Rickard’ın ilk yaptığı, ona psikolojik saldırı olur. Küçükken kendisine tecavüz eden babasını dövmeye gidemez bu yaşında bile Rickard, bunun yerine kâbuslar görür, uyandığında bilinçsizce evde yalnız olduğu duygusuyla küçük bir çocuk gibi panikler, altını ıslatmıştır uykusunda. Eric için böyle bir baba vardır. Eşi de ölmüş olduğu için kendini kaybetmeye mahkûm biri olarak gören bir baba. İki adam kötü davrandıklarında, gerçekten kötü davrandıklarında evden çıkan Tess’in gidebileceği bir yer yoktur. Bu yüzden, evden çıkıp giden diyemiyoruz, evden çıkıp kaldırımda oturur, yatar, marketten yemek alıp eve döner. Camlarının siyah bantlarla kapatıldığı, çekim için kurulan suni ışıkla aydınlanan, dolayısıyla zaman mefhumunun kalmadığı evde yenilen yemek, kargaşayla başlar, taşkınlıklar filme alınır ve “Lütfen bana biraz sarıl”; “Beni biraz siker misin lütfen?”; “Lütfen öldür beni” dizgesiyle sonlanan bir partiye dönüşür. Tess bunları söylerken, annesinden alamadığı hıncı yansıtan Geko (erkek oyuncu) ve üçlü porno film çekimi sırasında uyuyakalmaktadır bu evde. Biz filmde çekim sürecinde yaşananları izlerken filmin karakterleri porno eylemini sıkça oynadıkları oyuncaklar üzerinden gösteriyorlar. Gerçek yaşamda da satışa sunulan ve benzer amaçlara hizmet eden oyuncaklar kimileri. Kendi bedenlerine, ruhlarına, birbirlerinin bedenlerine ne yaptıklarını detaylı olarak sergiliyorlar bize oyuncaklar, replikalar üzerinden, ayırmak, içine tıkıştırmak, parçalamak, hırpalamak… Porno, çok büyük bir endüstri ve izlediklerimiz olasılıkla şu anda bir yerlerde yaşanıyor. Bunlar şu an bir yerlerde yaşanıyor, bu yüzden çocuklarımızı bırakmamalıyız, bu yüzden gözlerimizi kapatmamalıyız, bu yüzden marjinalliklerin genellikle çaresizlikten kaynaklandığı bilgisini es geçmeden görmeliyiz etrafımızdakileri. Bu yüzden sıradan izleyici için çarpıcı sayılabilecek gerçeklikte, pornonun dolaysızlığında bir görsellik kullanılıyor. Ne var ki pornografik bulunarak ülkemizde yasaklanıyor! Bir başka film geliyor akla bu durumda, uyuşturucu odağında yine sistemi, düzenin işleyişini ve çarklar dönerken bireylere ne olduğunu etkili bir şekilde sunan Requiem for a Dream. Demem o ki, burada ele alınan konular bir şey anlatıyor. Önemli, evrensel geçerliliği olan, eleştirel bir bakışla. Asıl temanın es geçilmesi, neyi görmemiz istenmiyor, neyin açıkça eleştirilmesi rahatsız ediyor sorularına elveriyor sadece. Ne yazacağımı düşünürken aklıma tek gelen A Hole in My Heart ve Ölüm Pornosu’nun kardeşliğiydi, henüz filmin yasaklanmış olduğunu bilmiyordum, açıkçası şaşırmadım, hiç kimse şaşırmazdı. “Cassie Wright altı yüz herifle kefaretini yerine getirirse affedilecek.” Branch Bacardi

1 kadın ve 600 erkek oyuncu ile yapılacak bir rekor denemesi olan porno film çekimi anlatılıyor Ölüm Pornosu’nda. Oyuncu bir kadın, Cassie Wright, erkeklerin beklediği salondan merdivenlerle çıkılan bir odadadır, asistanı Sheila organizasyonu yürütmektedir ve kollarına 1’den 600’e numaralar yazılmış erkekler bir arada sıralarını beklemektedirler. Hemen hepsi, Cassie’nin bu rekor denemesinden sağ çıkamayacağını bilmektedir ve profesyonel olanların hemen hepsi de bu durumdan yararlanmak istemektedir, o kadar ki ajansları gerekli hazırlıkları yapmıştır. Tam olarak bu nedenle 8 – 372 – 573 gibi karışık sırayla içeri alınırlar, ki çekim sırasında kadın oyuncu komaya girdiğinde, hatta öldüğünde bile görüntüler sıralı montajlandığında aynı canlılıkta görünsün. Ölüm Pornosu, neresinden tutarsanız tutun yan öykülerde çok acıklı durumları, karakterlerin trajik ya da trajikomik hallerini anlatıyor. Örneğin Bay 72, Darin Johnson, evlatlık verilmiş bir çocuktur. Elinde çiçekleri solan, yaprakları dökülen bir gül buketi ile 600 kişinin içinde sıkıntılı bir bekleyiştedir. Bir gün Cassie Wright şişme bebeği ile sevişirken odasına giren annesi, onun, Cassie Wright’ın, öz annesi olduğunu söyler ve o günden sonra erekte olamaz Bay 72. Şimdi içeri girdiğinde ne yapacağını, ona ne söyleyeceğini bilemeden beklerken yanındakilere kendisinin bir porno bebeği olduğunu söylemektedir ve Cassie Wright’ı kurtarmak için geldiğini tekrarlayıp durmaktadır. Dan Banyan, televizyonda, prime-timeda yayınlanan Özel Dedektif Dan Banyan dizisindeki oyuncudur, Bay 137. Bundan on yıl önce, kredi kartı borcu batağına saplanıp eşcinsel porno filmde oynamış, henüz yirmi bir yaşına gelmeden katıldığı seçmelerde bu iş için çok yaşlı olduğu cevabını almaya başlamıştır. Şimdi, ajansı bu projeye göndermiştir ve Cassie Wright ölmezse Oklahoma’ya dönmek zorunda kalacağının sıkıntısıyla beklemekte, beklerken de durmaksızın ereksiyon sağlayan ilaçlardan içmektedir. Oklahoma’dan, liseyi bitirir bitirmez ayrılmıştır, otobüse binmeden hemen önce babasına eşcinsel olduğunu söyleyerek. Karşılık olarak babası, küçükken birisinin ona kötü bir şey yaptığını, bu hale doğal yollardan gelmediğini, onu kandıranın, kötülük yapanın kendisi olduğunu söyler. Şimdi bir hap daha içerken Dan Banyan’ı en çok korkutan şey, Oklahoma’ya dönmek zorunda kalmaktır. Sonunda kendisini körleştirecek olan mavi haplar bu endüstrinin bir parçasıdır ve Sheila’nın uyarıları Dan Banyan’ın umurunda değildir. Sheila, farklı alanlardan bilgiler aktarıp dururken feminizmin kendi bedenime sahibim, zevk aldığım için pornolarda oynuyorum söylemine Linda Lovelace’in ya da Annabel Chong’un hikâyesini anlattığında son noktayı koyar. Hukuk, feminist çalışmalar, sanat okuyan Grace Quek’in, her ne kadar porno starı olduğunda performans ve porno arasındaki ayrımın kayboluşuna dair entelektüel söylemlerde bulunduysa da dört kişinin ve on iki yaşında bir çocuğun tecavüzüne uğramış olmasından dem vurur ve 1995’te gösterime giren World’s Biggest Gang Bang (Dünyanın En Büyük Sıralı Tecavüzü) filmindeki rolleri değiştirme söylemini ve böyle bir film yapmış olmasını da buna bağlar. Sheila, Lovelace ve Chong’dan dem vururken belki daha trajik bir hikâyeyi yazmaktadır aslında. Bayan Wright’ın ajansını aramıştır, onlara satacağı bir projesi vardır. Proje elbette, yeni bir rekor denemesidir, Cassie Wright’ın kırılamayacak bir rekora imza atmasıdır. Sanki Cassie Wright’a pek de iş gelmediği, giriştiği işlerin iptal edildiği dönemi beklemiş gibidir, son beş yıldır peşinde olduğunu söylese de. Henüz çekimler sırasında para kazanmaya başlamışlardır, tişört 30, şapka 20, filmin imzalı kopyasının siparişi 150 dolar. Ön hazırlıklar iyi yapılmıştır, endüstrinin tüm çarkları dönmektedir bu projede. İlk kez böyle bir durumda hayat sigortası yapılabilmiştir, üç büyük sigorta şirketi, Cassie Ellen Wright’ın amboli nedeniyle ölümü durumunda çocuğuna toplam altı milyon dolar ödeme yapmayı kabul etmiştir ve bu Sheila’nın başarısıdır. Cassie Wright sigorta konusunu açtığında poliçeleri çoktan hazırlamış olan Sheila imza için uzatır. Bu, ortak yürüttükleri bir projedir, Sheila’nın çok iyi para kazandığı bir iştir.

18

19


Sansür

Sansür

Dosyası

Dosyası

Sheila’nın anlattığına göre Branch Bacardi, Cassie Wright’a ilaç verir, kameraları kurar, onunla cinsel ilişkiye girer ve bu kasetin isimsiz bir kopyasını Cassie Wright’ın ailesine gönderir. Ailesinin, hamile kaldığında kendilerine sığınan Cassie Wright’ı kabul etmemelerinin ve onun da Branch Bacardi’ye dönmesinin, porno filmler çekmesinin sebebi budur. Branch Bacardi ise, Cassie’nin ucunda küçük bir kalp olan kolyesini takmaktadır. Kalbin içinde bir tarafta bir bebek fotoğrafı, diğer tarafta bir hap, potasyum siyanür vardır. Branch Bacardi’nin dediğine göre Cassie kolyeyi Branch Bacardi’ye, bunu içeriye gizlice sokabilsin diye vermiştir. Ve bu aslında ortaklaşa gerçekleştirilen bir projedir, Cassie ölsün diye. Çekim gününün sabahı Shelia kendi bedenini hazırlarken Cassie Wright, ölülerin tabuta yerleştirilmeden önce yapılan hazırlıkları anlatmaktadır, buna hazırlanmaktadır. Bu, ortaklaşa gerçekleştirilen bir projedir. Branch Bacardi, Cassie’yi bu işe bulaştıran adamdır, bebeğinin babası, aynı zamanda da bu projenin gerçekleşmesi için çabalayan kişidir, yiyecekleri alan, mekânın kirasını ödeyen, yanında siyanür getiren kişidir. Çekim yapılan odaya Branch Bacardi girmeden hemen önce Cassie Wright, Sheila’ya, “Biliyorum,” der. “Kafede karşılaştığımız ilk andan itibaren biliyordum” diye fısıldıyor. Tıpkı ninni gibi yumuşacık bir ses tonuyla konuşan Bayan Wright, “Neredeyse ağlayacaktım çünkü bana çok benziyordun…” diyor. (…) “Sigortadan gelecek her bir sentin keyfini çıkar…” diyor. Ve bir kelime daha edemeden plastik pipeti ağzına sokuyorum. Küçük diline kadar da itiyorum. Cadıyı zorla susturuyorum” (s. 171) Cassie Wright’ın hikâyesi Linda Lovelace’in hikâyesine benziyor, Bacardi ve ilk eş, evlatlık verilen bebek, katı dini eğitim, katı bir aile… Lovelace’e lisede “Bayan Kutsal” lakabı takılmışken Cassie gittiği dini okulda bütün kızların kulaklarını örtecek şekilde eşarp taktığını söyler: “Kitabı Mukaddes’e göre Kutsal Ruh, Meryem Ana’nın kulağına fısıldadığı anda Meryem Ana hamile kaldı. Ona göre kulaklar vajinaydı. Tek bir yanlış fikir duyduğunda masumiyetini yitiriyordu. Tek bir detay, çok şey demekti ve insanın hayatı kararıyordu. Bilgi yüzünden insan aşırı dozdan ölüyordu.” (s. 58) Ama sansürlenirse, yasaklanırsa kulaklarımızın bekâreti korunur diye bu gibi eserlere soruşturma açmak elbette zaten anılmış olan bir zihniyetin çözümüdür. Dayatılan, içine doğdukları düzenin, ataerkil yapının, aile kurumunun, din kurumunun, tıp kurumunun, sistemin yarattığı açlıklar, bastırılmışlıklar gibi insanoğlunun aslında doğasına aykırı olana zorlanması sonucu sömürülen anomaliler ve sömürü aracının sektörleşmesi, yan sektörlerin oluşması, mavi haplar, silikonlar, estetik operasyonlar, piyasaya sürülmesi için zamanın erken olduğu düşünülen aşılar, kapağı önceden imzalanmış filmler, internette dolaşan kopyalar, yasal işlemler ve hackerlar, nikâh yok diye kızının bebeğini evlatlık veren, başkası ne der diye, dini açıdan hoş göremeyiz ama evlatlık verirsek yok sayar dindar yaşama devam ederiz diyen ebeveynler, baba tecavüzüne göz yumulması, bunun hiç te az olmaması, göz yuman anneler, her şeyin görmezden gelerek yaşanmasıyla güllük gülistanlık bir toplum görünümü sağlamak amaçlanan karın önkoşuludur, bu düzenin devamlılığı için olmazsa olmazıdır. İstanbul Basın Savcılığı, Chuck Palahniuk’un Ölüm Pornosu isimli kitabı için soruşturma açtı. Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanunu uyarınca oluşturulan kurul sekiz sayfalık bir bilirkişi raporu

20

hazırladı ve bu rapor sonucunda soruşturma başlatıldı. Bilirkişi raporunda kitabın Türk Ceza Kanunu’nun 226. Maddesini ihlal ettiği belirtilmiştir. Türk Ceza Kanunu’nun 7. Bölümü Genel Ahlaka Karşı Suçlar, bu bölümün 226. maddesi de müstehcenlikle ilgili. Kanun maddesinin 7. fıkrası açıkça müstehcenlikte çocukların kullanılması haricinde, ki böyle bir durum zaten söz konusu değil, bilimsel, sanatsal ve edebi değeri olan eserler hakkında hükümlerin uygulanamayacağını söylüyor. İlginç değil mi, TCK açıkça bilimsel, sanatsal edebi eserleri hariç tutuyor. Ama Savcılık bunu yok sayıyor. Bunu yapmakla, bizlerin ne okuyup ne okuyamayacağına karar vermiş oluyor. Ne 18 yaşından küçüğüz ne edebi değerlendirme yapamayacak kadar cahil ne de tercih hakkımız kullanamayacak denli güdülmüş. Her bir kişinin neden uyarıldığını bilmek elbette imkânsızdır ancak bu eserlerin pornografinin öncelikli belirleyeni olan cinsel uyarılma etkisi yaratma amacı gütmedikleri açıktır. Ayrıntı Yayınları, facebook üzerinden yaptığı açıklamada Palahniuk üzerine kısa bir bilgi verdikten sonra suç duyurusunu ilan etti ve Ayrıntı Yayınları Genel Müdürü Hasan Basri Çıplak verdiği ifadede, Palahniuk’un dünyanın önemli edebiyatçılarından biri olduğunu, dava konusu olan kitabın içeriğinin de iddia edilenin aksine, kadın vücudunun metalaştırılmasına karşı şiddetli bir eleştiri içerdiğini belirtti.” Ölüm Porno’sunun çevirmeni Funda Uncu da ifade verdi, kitap çevirisi yaptığı için ifadesi alındı! Füsun Saka, Habertürk için kendisiyle yaptığı röportajda şöyle anlatıyordu: “İfadenin hangi tarihte, hangi saatte, nerede verileceğiyle ilgili herhangi bir karar veya haber bana ulaşmadı. Pazartesi yani 6 Haziran günü öğleden sonra karakoldan aradılar. “Evinize iki kere geldik ama sizi bulamadık. Gelmezseniz zorla götürürüz” dediler. Önce bunun bir şaka olduğunu düşündüm. Çünkü ifade karakola değil, savcılığa verilir. Ancak telefonda konuşan ve polis memuru olduğunu söyleyen beyefendi bağırmaya başlayınca ertesi sabah erkenden karakola gideceğimi söyledim. Sabah beni asayiş bürosuna gönderdiler. Orada bir polis memurun odasına oturttular. İfade vereceğimi zannettim. Meğer o polis memurunun amacı ifade almak değil, hesap sormakmış. “Emin misin, dosyalar karışmasın” dedi. Önünde bir rapor vardı, uzattı. “Karışıklık yok, bunu ben çevirdim” diye cevap verdim. “Utanmıyor musun bunu yazmaya” dedi. “Ben çevirmenim, İngilizce’den Türkçe’ye çevirdim” dedim. “Sen bu kitabı okudun mu?” diye sordu. “Okunmadan çeviri yapılmaz” diye cevap verdim. “Bunlar bize fazla” diyerek raporu fırlattı. Ben de ifade verdiğimi düşünerek yazar olmadığımı, İngilizce edebi eserleri Türkçe’ye çevirdiğimi, Chuck Palahniuk’u, onun neler yazdığını, bu kitapta ne anlattığını açıklamaya çalışırken, “Sen manken misin?” diye sordu. Önce anlamadım. Bir kez daha sordu, “Ne alakası var? Manken falan değilim” diye cevap verdim. “Düştün mü daha önce bu karakola?” deyince neye uğradığımı şaşırıp ağlamaya başladım. Sonrasında gidemeyeceğimi söyleyerek beni saatlerce beklettiler. Gazeteciler röportaj için geldiklerinde sanıyorum biraz paniklediler ve hemen ifademi aldılar.” TCK 226. Madde Fıkra 7 bilimsel, sanatsal ve edebi değeri olan eserler hakkında hükümlerin uygulanamayacağını belirtiyor ya, Savcılık işi bu noktaya da götürüyor, edebi eleştiriye girişerek 1950’lerin Amerika’sına çeviriyor 2000’lerin Türkiye’sini. Bir eserin edebi değeri olup olmadığına karar veriyor, üstelik de Burroughs’un ülkemizde yayınlanmasından edebiyat adına heyecan duyduğumuz, bu denli gecikmeli okumuş olmamızdan da hayıflandığımız eserlerinden Yumuşak Makine için. Kitap, 50 yıl gecikmeli olarak yayınlandı ülkemizde. Soruşturma, aynı sebeplerden.

21


Sansür

Sansür

Dosyası

Dosyası

Yumuşak Makine, Burroughs’un Nova üçlemesinin ilk kitabıdır. Burroughs yayınladığı için daha önce 6.45 Yayınevi de soruşturulmuştur. Bu kez de Sel Yayınevi’nden İrfan Sancı ve kitabın çevirmeni Süha Sertabiboğlu ifade verdi. Kurul tarafından yaptığı inceleme sonucunda, “…Hiçbir değer sistemini dikkate almayan, disiplinsiz anti sosyal bir seks bağımlısı tipi ile şahsiyetleştirdiği kitapta bir konu bütünlüğü olmadığı, gelişigüzel kaleme alınarak anlatım bütünlüğüne de riayet edilmediği, genelde argo ve amiyane tabirlerle kopuk anlatım tarzının benimsendiği, özellikle erkek erkeğe cinsel ilişkilerin zaman ve yer tasvirleriyle ar ve hayâ duygularını rencide edecek ölçüde anlatıldığı,… Kitapta asıl ağırlığın cinselliğe yöneltilmiş olduğu, kitabın toplumun ahlak yapısıyla bağdaşmadığı, bu hali ile TCK 226 maddesini ihlal eder nitelikte olduğu, müstehcen bulunduğu” sonucuna varmıştır. Bu durumun en komik yönü, Burroughs’un bu eserinin biçimsel olarak da, her türlü tahakküme karşı çıkan Beat tavrına uygun şekilde kurulmuş olmasıdır. Edebiyat alanında anti-edebiyat, sürrealist yazın olarak adlandırılıyor Burroughs’un Yumuşak Makine’si. Kes-yapıştır, Burroughs’un pek sevdiği teyp kayıtlarından yararlandığı bir teknik olarak çıkıyor karşımıza. Dadaistlerden farklı işlevsellikte olduğunu yazar bizzat belirtmiştir zaten, kaldı ki bu metinler, okuyucunun aktif katılımını zorunlu kılan metinlerdir. Sel yayıncılığın, savunmasında şu bölüm özellikle dikkat çekici: “Metni yazarından, yazıldığı dönemden, bağlamından ve yazılış amacından kopardığımızda yaşadığımız olumsuz bir örneği tekrar hatırlatmak isteriz. Fransız şair Guillaume Apollinaire’in 1900’lerin başında yazdığı ve yine yayınevimiz tarafından yayınlanan Genç Bir Don Juan’ın maceraları adlı kitabı da yine aynı gerekçelerle soruşturmaya uğradığında “pornocu” değil “dünya kültür mirasının bir parçası olarak” görüldüğünden Avrupa Parlamentosu dahi “Türkiye’de Sansür” bağlamında soru önergesi vermişti, yine aynı yazarın ülkemizde toplatma cezası verilen bir kitabı hakkında Türkiye AİHM tarafından mahkûm edilmişti.” Yumuşak Makine için dava öncesinde uluslararası iki kurum, IPA (International Publishers Association / Uluslararası Yayıncılar Birliği) ve CEATL (European Council of Literary Translators’ Assocations / Edebiyat Çevirmenleri Birliği Avrupa Konseyi) destek açıklamasında bulunmuş, Dünya Yazarlar Birliği (PEN) Türkiye Merkezi Yönetim Kurulu, Ölüm Pornosu’nu Ayın Kitabı seçmiştir. Bunların yanı sıra, Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu mizah dergisi Harakiri ve şehir kültürü dergisi Size için de inceleme yaparak dergilere sınırlama getiren kararı aldı. Derginin poşete konulması, reklam yapamaması gibi yaptırımların yanı sıra 150.000 TL para cezasına çarptırılması sonucunda 'Harakiri' bu yaptırımların altından kalkacak güçte olmadığı için kapatıldı. Türkiye Gazeteciler Sendikası yazılı bir açıklama ile kararı kınadı. Mizah dergisinin muzır bulunması ancak paradokstur. Son olarak belirtmek zorunda olduğum bir ironik durum daha var: Tüm bunların ardından, internet yasaklarının da gündemde olduğu ülkemizde, ‘beat’ kelimesinin de yasaklı olduğu haberi üzerine, Şenol Erdoğan’ın hazırladığı Beat Kuşağı Antolojisi’ni Sel ve 6.45 birlikte yayınladı. Bir kitabın yasaklanması, idam kararı almaktan farklı değildir. Ancak buradaki durumda sorulacak soru farklıdır: Neden korkuyorlar?

Yasak Da Yasak! Yasak da yasak! Bir yasaktır aldı başını gidiyor. Yaşı tutan okurlarımız mutlaka hatırlayacaktır, Devekuşu Kabare’nin “Yasaklar” oyunu akla geliyor. Oradan gidemezsin, YASAK! Buraya hiç gidemezsin, YASAK!.. Bizim de sonumuz böyle olacak. 2001 yılının sonlarıydı, Yüzüklerin Efendisi’nin ilk filmi Yüzük Kardeşliği vizyona girmiş ve büyük sükse yaratmıştı. Bütün gözler bir anda fantastik kurgu ve türevlerine çevrilmişti. Herkes bu türün nasıl bir şey olduğunu merak edip araştırırken “bir kısım medya” ve “hükümet” el ele verip fantastik türe karşı kalkan oluşturmaya başladılar. O dönemin FRP oyuncularından hangisi şu manşeti unutabilir; “ÖLDÜREN OYUN FRP!” O dönemde FRP oynayan fakat bundan bağımsız olarak kendilerince sorunları olan 1-2 gencin intiharı sonucu bir anda öldüren oyun olarak anılmaya başlandı bu güzelim oyun. Her FRP oyuncusu “Satanist” olarak anılmaya başlandı. Hatta o dönemde, özellikle Rock/Metal sever gençlerin takıldığı işlek bir yer olan Akmar Pasajı’nda gündüz baskınları ve kimlik sorgulamaları yaygınlaştı. Bununla da kalmadı, şöyle bir tanımlama yapıldı; “Aileler, çocuğunuz siyah tişörtler giyiyorsa, uzun saçları ve sakalları varsa, gürültülü müzikler dinliyorsa (rock-metal gibi), akşamları arkadaşlarıyla FRP oynuyorsa, fantastik şeylere meraklıysa, şeytanla ilgili kitaplar okuyorsa dikkat edin! Çocuğunuz satanist olabilir!” Böyle bir dönemde FRP oynayan, fantastik kurgu müptelası olan, siyah giyinmeyi seven ve rock müzik dinleyen ben neredeyse satanizm kurbanı olacaktım. Kaç defa bana kimlik sorulduğunu hatırlamıyorum bile. Bu dönemde FRP ve fantastik kurgu ismi biraz daha ön planda olsaydı ve benim gibi düşünen insanlar bir direniş göstermeselerdi; ülkemizde FRP bile “yasaklanabilirdi!” White Wolf firmasının oyun ve roman kitaplarının girişi yasaklanmıştı bile. Bütün bunlar olurken Yüzüklerin Efendisi gişe rekorları kırmaya devam ediyordu. Nasıl bir çelişkiydi anlamadık, muhtemelen o dönemki hükümet de anlamadı! Biz bir olduk, tepkimizi ortaya koyduk ve yılmadık. Sonucunda bu yasaklanmalar bir şekilde durduruldu ve yasaklayanlar geri çekildi. Biz fantastik kitaplar okumaya, yazmaya devam ettik. Gecegündüz bıkmadan ve tepkilere aldırmadan zarlarımızı atmaya ve maceralara atılmaya devam ettik ama o dönemin yasakçıları bir şekilde ortadan kayboldular! Sus pus oldular, yok oldular! İnternete sansür koymasınlar diye bağırdığımızda adımızı pornocuya çıkardılar, FRP oynuyoruz diye adımızı sataniste çıkardılar. Günümüz hükümeti de anlamadılar, el atamadıkları, durduramadıkları ve özgürce kullanılan ne varsa yasaklamaya çalışıyorlar. Ne olursa olsun yasakların ve baskıların altında kalmadan özgürce yaşama hakkımızı elimizden almaya çalışanlara tepkimizi göstereceğiz! Sonuçta, yasaklar çiğnenmek için yok mudur zaten! Kayra “Keri” KÜPÇÜ

E. Gülay ER PASİNEd

22

23


Röportaj

Röportaj

"Özgürlük Her Sanatçının Değil, Her İnsanın Ana Hedefidir." Gölge e-Dergi olarak Kars’taki insanlık anıtı ile ilgili toplantıdan sonra bıçaklı saldırıya uğrayan, 2000’li yıllarda ise “Kemik” isimli kitabı yasaklanan ünlü ressam ve yazar Bedri Baykam ile özgürlük, yasaklar ve sansür hakkında konuştuk. Merhaba Bedri Bey, öncelikle geçmiş olsun dileklerimizi iletelim. Saldırıdan sonra sağlığınız ve manevi durumunuz nasıl, onu öğrenebilir miyiz? İlk bir ay çok zordu diyebilirim. Fakat ardından hızla günlük hayatıma kavuştum. Sergim için bir ay Fransa’ya gitmem bir şanstı. Artık eski yaşamıma yeni ömrümde döndüm diyebilirim. Tabii manevi olarak daha kat edecek biraz yol var. Kars’taki İnsanlık Anıtı ile ilgili bir toplantıdaydınız, saldırının sebebi sizce bununla alakalı mı? Hayır, sebep tabii ki yalnız bu değildi. Sebep bu olsaydı, zaten Mehmet Aksoy’a saldırırlardı. Bu saldırı benim 1987’den beri yaptığım Atatürkçü çabalar, yazdığım kitaplar, makaleler, yaptığım binlerce konuşma, tüm aydınlanma savunuculuğu, hepsinin mükâfatı…(!) İnsanlık anıtını kurtarma çabalarım o dev pastanın o anda en üstte duran krema kısmı. Zaten katil adayı beni bir hafta takip etmiş. Hem facebook notlarından, hem sokakta filan, Piramit’e sürekli gelmiş vs.

24

Bu olayda devlet yöneticileri tarafından size yeterince ihtimam gösterildi mi? Vali veya müdürü galiba olay günü (SİLDİM) geldiler. Cumhurbaşkanı şahsen aradı konuştu, eşi ziyaret etti. Onun dışında Egemen Bağış bir mail yollamış. Ama Başbakan, İçişleri Bakanı ne geldiler, ne aradılar, ne ilgilendiler, ne konuyla ilgili ciddi bir uyarı mesajı yayınladılar. Yani hükümet bu saldırıdan hiçbir rahatsızlık duyduğunu belirtmedi topluma. Artık daha tahammülsüz bir toplum mu olduk? Fikre karşı silah çeker duruma mı geldik? Bu daha önce de vardı. 70’ler buna benzer cinayetlerle geçti. Bir tek 80’lerde ortalık biraz duruldu. Onda da 1984’de PKK cinayetleri başladı. 90’lar Atatürkçülere yönelik suikastlarla başladı, Muammer Aksoy’la. Ama bizler o günlerde her an bu cinayetlerin yeniden başlayacağını biliyorduk. Öldürülmeden bir hafta önce Aksoy çok sert yazıyorum diye beni uyarmıştı. Sonuç belli, o günden beri ideolojik cinayetler tekrar yayıldı. 2000’lerde durulur gibi oldu, 2002 Hablemitoğlu cinayeti dışında, sonra yine başladılar. Benim yaşadığım olay başaramadıkları ilk cinayet girişimi oldu. Bazı sanatçılar tehdit aldıklarından ve can güvenliklerinin olmadığını düşündüklerinden dolayı ülke dışında yaşamak zorunda kaldıklarını söylüyorlar. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Olabilir, saygı duyarım. Can güvenliği çok önemli bir konu. Kimse bunu yapan birine kızamaz, onu küçümseyemez. Ayrıca dışarıda yaşayan milyonlarca, milyarlarca insan var her ülkeden. Bu karar her şeyle ilgili olabilir. Sansür nedir? Ya da daha açık soracak olursak, ne yapılınca sansürle karşılaşmış oluyoruz? Sansür ya devlet kontrol mekanizmalarının (polis, vilayet, kaymakamlık) devreye sokularak görsel eser veya tiyatro veya kitapların, dergilerin halkla iletişiminin önünün kesilmesidir. Bir de “oto-sansür” vardır. Bunların yaşanmasından korkarak galeri veya

25


Röportaj

Röportaj sanatçıların kendi alanlarına yaptıkları sansür… Bu da belki en tehlikelisi. Tabii her sanatçı belirli bir oranda oto-sansür yapabilir ama bu provokasyon dozu kontrolünün ötesinde bir kendini yasaklama anlamına gelemez, gelmemeli. Özgürlük hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce özgürlük nasıl olmalı? Başkalarına zarar vermeden kendi özgürlük alanını sonuna kadar kullanmak her sanatçının değil her İNSANIN ana hedefidir. Özgürlük, benim soyadımdır. Başkalarının özgürlüğü de buna dâhil. Ama özgürlükte özgürlük düşmanlarına yer yoktur. Bu çok önemli bir tanımlama detayıdır. Türkiye bu tanımlamayı yapmayı beceremedi tüm ikazlarımıza rağmen ve o nedenle demokrasisini zora soktu, uçuruma attı kendini resmen. Bana 5 milyar dolar verseler, özgürlük tutkumdan vazgeçmem. Bedeli yoktur. Sevinsem mi üzülsem mi, bilemiyorum, ama Türkiye’nin demokrasisini kaybettiği bu sürecin tamamında yolda hep gereken ikazları yaptım… Ne işe yaradı tarih karar versin. Sanat ve fikir özgürlüğü sınırsız mı olmalı? Mesela “TAHAMMÜL” konulu bir projede, bir sanatçının projesi; açılışa ve sergiye gelen seyircilere fiziksel şiddette bulunsa, buna sansür uygulanmalı mı? Özgürlük sınırı başkalarının özgürlüğünün başladığı yerdir. Kendi fizik varlığını koruma hakkı, her bireyin dokunulmazıdır. O nedenle sanatçı böyle bir “özgürlüğüm” var deyip adam dövmeye kalkarsa da, bunu sanatsal kalkanla koruma altına alamaz. Buna sansür değil, polisiye vaka muamelesi de yapılabilir. Şiddete şiddetle karşıyım! Sizin daha önce de “Kemik” adlı kitabınız yasaklandı, sonra özgürlüğüne kavuştu. Bu süreçte neler yaşandı? O gün rüyamda 2 polis bana kalabalık bir yerde gelip bir kâğıdı zorla imzalatıyorlardı. Sabah kahvaltıda anneme anlattım. Yarım saat sonra eve polis geldi ve "Bedri Bey lütfen şurayı imzalayın, kitabınız toplatıldı," dedi. Annemle birbirimize bakakaldık. Rüyam maalesef neredeyse bire bir gerçek olmuştu. Israr ve inatla her duruşmaya gittim. Hâkime kitabın adının “her konunun kemiğine kadar gitmek” anlamına geldiğini, bu nedenle bu sayfalarda, ölüm, bilim,

26

teknoloji, psikolojinin yanı sıra seksin de kemiğine kadar gidildiğini anlattım. Sanırım etkili oldu. Kitap yasaklıyken 11 Eylül olayı yaşandı. İnanılmaz bir şeydi. Sanki 11 Eylül olayı bire bir kitabımdaydı. İnsanlar hızla beni aramaya başladılar. İlk Faik Genç aradı "kitabın gerçek oldu" dedi. Akşamüstü TV’ler aradı. Ama dünya basını herhalde "böyle şey olamaz" diye pek ilgilenmedi. Kitabın davaları devam ediyordu. Galiba Kasım’da beraat etti kitap. Son gün yine rahmetli Cem Karaca, Nejat Yavaşoğulları gibi aydınlar destek vermeye gelmişti. Hepsine teşekkür ediyorum. Peki hiç kendi kendinize sansür uyguladınız mı? Yani oto-sansür yaptığınız oldu mu? Bunu belirli bir ölçüde herkes yapabilir. Hatta yapar. Konuşurken siyasiler, tiyatro yazarları, ressamlar herkes yapabilir. Çünkü öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, bir adet provokatif görüntü yüzünden ülke birbirine girebilir, dünya çapında olaylar çıkabilir. Bunu hiçbir mantıklı sağduyulu insan arzu etmez. Bu kararlar zaten çoğu zaman refleksle alınır. Dünyanın birçok yerinde bulundunuz. Ülkemizi kıyaslarsak sansür konusunda nasıl bir durum ortaya çıkıyor. Başka ülkelerde şaşırdığınız sansürlerle karşılaştınız mı? Mapplethorpe fotoğraflarının ABD'de sansürlendiğini biliyoruz. Jeff Koons’un İtalyan Cicciolina ile olan pornografik sevişme fotoğraflarının ise kocaman boyutlarda özgürce müzelerde, galerilerde sergilendiğini biliyoruz. Muhafazakâr kanadın ABD'den İsveç’e kadar cinselliğe sansür peşinde olduğunu biliyoruz. Bunun dışında çok farklı ülkelerde, Güney ve Orta Amerika'da, Afrika'da da sansür var. Bu yalnız Türkiye’nin sorunu değil. Tüm yaşamınızı düşünürseniz, hangi yıllar daha özgür ortamlardı? Kesinlikle 1960'lar ve hatta 1970'lerde, Türkiye, bugüne oranla çok daha özgür bir ortamda yaşıyordu. Henüz büyük kentler bile cinsel devrimini yaşamamıştı ama geleceğe herkes güvenle bakabiliyordu. Herkes ileride kendi kesimi için umut görüyordu. Bu herkes için geçerliydi. Mesela sosyalistler, ülkücüler, merkez sağ, CHP'liler vs. 61 Anayasası mükemmel bir ortam hazırlamıştı. Sonra sağ-sol terör başladı. Yazık oldu. 80'ler de bugüne oranla çok daha özgürdü ama 12 Eylül demokrasiye karşı kıyıma girişmişti. Halkın çoğunun istediği bir müdahale kısa zamanda ardından büyük tepkiler almaya başladı.

27


Röportaj

Sansür Dosyası

80'lerde ben ayrıca ABD'de çok özgür bir California'da yaşadım. 70'ler Fransa’sından çok daha özgürdü, Fransa 70'lerde tam bir polis devleti rolündeydi ama tabii günümüz Türkiye’sinden fersah fersah gerideydi bu konuda(!) Tüm yetkiler size verilse özgürlük adına hangi alanlarda değişiklikler yapardınız? İnternet ve Youtube'u tamamen serbest bırakırım. Tüm kadınlara yönelik terör, şiddet ve tecavüzlere karşı randevuevlerini serbest bıraktırırım ve denetlerim. Böylece durdurulamayacak bir mesleği hiç olmazsa denetler, mafya ve hastalıkları engellerim. Sex-shopları tamamen serbest bıraktırırım. TV'lerde saçma sapan mozaikleme rezaletlerini bitiririm. Bekâret kontrolü rezaletini bitiririm, teklif edeni cezalandırırım. Kadınlara yönelik şiddeti bitirmek için bugünkü cezaları 3'le çarparım. Sanatta sansürü kaldırırım. Ancak gerçek anlamda kamu düzenini bozacak bir durum olursa sanat eseri sorgulanabilir. Bu cümlemi gereksiz bulacak herkese, buraya yazmayacağım örnekler verip susturabilirim. Gölge okurlarına söylemek istediğiniz başka bir şey var mı? Bedri Baykam’ı veya diğer aydınları somut veriler üzerinden takip etsinler lütfen. Kimse hakkında dedikodu üzerinden kanaat oluşturmasınlar. Zaman ayırdığınız için teşekkürler. Röportaj: Melik İSKENDER

Filitrelenmeden Önce Girilesi Siteler Yaz ayının gelmesiyle birlikte herkese bir sakinlik çökmesi çok da olağandışı bir durum değildir. Sıcak yüzünden insanlar fazla dışarı çıkmak istemezler. Tatilde, işte veya okulda olmadıkları sürece evde zaman geçirmeyi tercih ederler (en azından benim için durum böyle). Sizi de kendimin yerine koyarak, sürekli olarak takip ettiğim ve alışveriş yaptığım belli başlı çizgi roman sitelerini sizle paylaşmaya karar verdim. My Comic Shop http://www.mycomicshop.com/ Sanırım internet üzerinde ulaşabileceğiniz en geniş çizgi roman arşivi bu sitede var. Yeni başladıkları açık artırmalı eski çizgi roman satışına hiç katılmadım ama bulamadığınız eksik sayıları rahatça bulabileceğinizi düşünüyorum. Haftalık olarak yayınladıkları “newsletter”a üye olursanız her hafta size özel bir kod geliyor ve bu kodla %5 - %10 gibi indirimler elde edebiliyorsunuz. Kargo masrafları konusunda da çok pahalı değiller. Ödeme yapmadan önce, sepetinize attığınız ürünlerle Türkiye’ye kargo masrafının yaklaşık ne kadar olacağını öğrenebiliyorsunuz. Mile High Comics http://www.milehighcomics.com/ İnternete girmeye başladığımdan beri bu sitenin görünümünün değiştiğini sanmıyorum. Çok kullandığım bir çizgi roman alışveriş sitesi olmamakla birlikte Mile High Comics’in birçok koleksiyoncu için çok revaçta bir site olduğunu biliyorum. İlk bakışta fiyatlar çok uçuk gelebilir ama kimse bu sitede üzerindeki fiyatlarla alışveriş yapmaz. Özel “code word” indirimlerini yakalayabilirseniz çok ucuza, hatta kelepir fiyatına çizgi romanlar bulabilirsiniz. Eski ve değerli çizgi romanlar konusundaki arşivleri takdir edilmeye değer (Örnek vermek gerekirse; ben bu yazıyı yazarken baktığımda sitelerinde farklı kondisyonlarda 5 adet The Amazing Spider-Man #1 bulunuyordu. Gerisini siz düşünün.). Kargo konusunda 10 doların üstü uluslararası kargo bedava gibi bir kampanya yapmış olsalar da hiç kullanmadığım için bir yorum yapamayacağım. Midtown Comics http://www.midtowncomics.com/ New York’un en büyük ve en ünlü çizgi roman mağazası olan Midtown Comics’in internet sitesi de hayli zengin. Eski ve yeni sayıları barından internet sitesinden aynı zamanda figür, büst, heykel, poster gibi bir çizgi romancıda bulabileceğiniz her şeyi sipariş edebiliyorsunuz. Yeni çıkan çizgi romanlar zaten %10 %15 indirimli satılıyor. Herhangi bir kod girmenize gerek yok. Arada sırada yolladıkları maillerle yaptıkları indirimler çok iyi olmasa da bazen stok boşaltma indirimleri yapıyorlar. Bu zamana denk gelirseniz çok ucuza figür-büst benzeri ürünler bulabilirsiniz. Türkiye’ye kargo ücreti ne yazık ki çok ucuz değil. Big Bad Toy Store http://www.bigbadtoystore.com Sürekli olarak kullandığım bir alışveriş sitesi. Piyasanın biraz altında fiyatları var ve ön sipariş

28

29


Sansür

Sansür

Dosyası

Dosyası

verdiğiniz herhangi bir ürünün ücretini, ürün stoklarına girince alıyorlar. Fikrinizi değiştirirseniz ön siparişi iptal edebiliyorsunuz. Ortalama ayda 1 kere çok büyük indirimler yapıp stoklarını temizliyorlar fakat bu yaptıkları indirimler ellerinde kalan mallara yapılıyor. Yani yeni veya çok satan ürünlerde sadece sitenin kendi fiyatlarından yararlanabiliyorsunuz. Bu sitenin şimdiye kadar başka yerde karşılaşmadığım muhteşem bir özelliği var aslında. “Pile of loot.” Belli bir süre içerisinde almak istediğiniz birkaç farklı figür varsa ve çoklu kargo masrafı ödemek istemiyorsanız bu sistemi kullanabilirsiniz. Ürünün ücretiyle o ürünü verdiğiniz kargo adresine yollamaları için gereken ücreti sizden peşinen alıp, ürünlerinizi sizin için ayırdıkları bir yerde tutuyorlar. Siz üzerine yeni ürün ekledikçe kargo masrafındaki çok küçük artışları size yansıtıyorlar. Yani parasını ve kargo ücretini ödediğiniz ürünü kargolamadan sizin için saklıyorlar. Ürününüz elinize geç ulaşsa da kargo masraflarından inanılmaz kârlar sağlayabiliyorsunuz. Hatta işin güzeli, eğer Amerika’da yaşayan bir tanıdığınız varsa o adresi verip tanıdığınıza iş yükü yaratabilirsiniz. O gelirken ürünlerinizi sizin için taşır, siz de uluslararası kargo ücreti ödememiş olursunuz. Siz de onun geliş tarihine göre BBTS üzerinden ürünlerinizi adrese kargolatırsınız. J. Scott Campbell http://www.jscottcampbellstore.com/ Çok sevdiğim çizer (sanırım hatun çizimlerini tek geçiyorum) J. Scott Campbell’ın kendi sitesi. Yarattığı Danger Girl karakterinin ürünlerini, Marvel dâhil çizdiği birçok çizgi roman kapağının çok kaliteli poster baskılarını, çizim kitaplarını ve daha birçok şeyi çizer tarafından imzalanmış bir şekilde bu siteden satın alabilirsiniz. Amerika içi ve Amerika dışı kargo ücretlerinde fazla fark olmadığı için rahatlıkla Türkiye’ye sipariş verebilirsiniz. Aspen Comics http://www.aspencomics.com/ Bir diğer hatun çizeri olan ve geçtiğimiz senelerde kansere yenik düşen ünlü çizer Michael Turner’ın kurduğu çizgi roman şirketi olan Aspen Comics’in dergileri hakkındaki son haberleri buradan alabilirsiniz (eğer sıkı bir Aspen takipçisiyseniz bu sitenin faydası büyük oluyor çünkü bildiğiniz gibi Aspen’dan çıkan hiçbir dergi düzenli bir yayın periyoduna oturtulmuş değil). Ayrıca siteden ulaşabileceğiniz dükkândan ve açık artırma sitesinden Michael Turner imzalı ürünlerin yanı sıra birçok poster ve Comic Con’lara üretilmiş özel Basklı çizgi romanlara ulaşabilirsiniz. Newsarama http://www.newsarama.com/ Çizgi roman haberleri denince, uluslararası kaynaklar arasında ilk olarak Newsarama geliyor sanırım. İçeriği o kadar geniş ki buradan saymakla bitmez. Ama hızlı bir göz gezdirmeyle içeriğinin ne olduğunu anlayabilirsiniz. Çok hızlı güncellenen bir site.

Ters Ninja http://www.tersninja.com/ Ege Görgün’ün ve konuk yazarların her telden çaldıkları bir site bu. Yazılan yazıların konuları sadece çizgi romanla sınırlı değil. Müzikten sinemaya, kitaptan çizgi romana, popüler kültürle ilgili çok güzel yazılar bulabileceğiniz ve her gün güncellenen bir site. Tardini Büfe http://tardinibufe.blogspot.com/ Bu spor blogu de ne alaka diyeceksiniz. Fakat blog patronu sevgili Emre sıkı bir çizgi roman okuru. Yazdığı spor yazılarının yanında çizgi romanlarla ilgili haberler vermeyi ihmal etmiyor. Sporla da alakalıysanız kesin takip etmeniz gereken bir blog. Özellikle Hoz’un yayınladığı 3. Örümcek Adam sayısının kapağındaki Iron Spider’ın sarı kırmızılı kostümüne yazdığı “Cimbomlu Spidey” yazı Örümcek Adam’a farklı bir açıdan bakıyordu. 5. Sayıyla siyaha geri dönüş yapan Peter Parker’ı, benim isteklerim doğrultusunda Beşiktaşlı da yapmışlığı vardır aynı zamanda. Daha fazla site için aşağıdaki linkere tıklayabilirsiniz. http://cizgiromanokurlariplatformu.blogspot.com http://www.altinmadalyon.com http://www.resimliroman.net http://www.collector-turk.com http://www.jedbang.com http://www.rob389.com http://www.darkhorse.com http://www.dccomics.com http://www.marvel.com http://www.imagecomics.com http://previewsworld.com http://toychestnews.com http://www.dynamite.net http://www.entertainmentearth.com http://www.stylinonline.com http://www.devilsdue.net https://www.zenescope.com

İlke KESKİN

Kahramanlar Sinemada http://www.kahramanlarsinemada.com/ Dergimizin yazarlarından sevgili Hakan’ın yürüttüğü bu site her gün güncelleniyor. Türk çizgi romanlarını tanıtmasıyla olsun, dünya piyasasındaki son gelişmeleri en hızlı şekilde paylaşmasıyla olsun, hazırladığı videolar ve paylaştığı linklerle olsun Türkçe yazılmış en geniş çizgi roman arşivlerinden biri burası. Ayrıca sitenin yaptığı çekilişlerden çizgi roman kazanma şansınız da var.

30

31


Sinema

Sinema

Sinema Salonlarına Uğramayan Filmler

2008 Punisher: War Zone

Günümüzde yaşanan küreselleşme sonrasında tüketim toplumu olarak yurtdışında çıkan ürünlere ulaşmak gittikçe kolaylaşıyor. Bu durumdan sinema sektörü de nasibini aldı. Sinema salonlarının sayısı alışveriş merkezlerinin (AVM) içlerini işgal etmeye başladı ve her hafta vizyone en az beş yeni film giriyor. Yaşananlar özellikle yaşı otuzların üzerinde olanlar için farklı şeyler ifade etmektedir. Star Wars serisinin 1977 yapımı ilk filmi 1980 senesinde, Rocky serisinin 1976 yapımı ilk filmi ise 1982 senesinde ülkemizde gösterime girmişti. Bu satıları okuyan genç nesilden okuyucular belki de yazdıklarıma inanmakta zorluk çekmiş olabilirler. Gerçekten de bir filmi sinemada seyretmek için senelerce beklemek gerekiyordu. Sinema salonu dışında filmleri seyretme imkânınız yoktu. 1980’lerin ortasında açılmaya başlayan video dükkânları bu soruna kısmen de olsa alternatif oluşturmayı başarmışlardı. Gelinen noktada artık her filmi sinemada seyretme imkânına sahip olmayı beklemeye başladık. Ancak bu standarta halen kavuşamadık. Bazı filmler gösterime girmeyebiliyor veya çok geç gösterime giriyor. Özellikle çizgi roman uyarlamaları ülkemizde bu sorunu en çok yaşayan kesim diyebiliriz. Sorun karşımıza iki farklı durum altında çıkabiliyor: İlk durumda film genel olarak dünya genelinde gösterime girmeyi başaramamıştır ve ülkemizdeki sinema sektörü tarafından da cazip bulunmamıştır. İkinci durumda ise film dünya genelinde gösterime girmiştir ama “yaz sezonu”, “ bu film ülkemizde tutmaz” vb. sebepler yüzünden ülkemizdeki sinema sektörü filmi ya hiç gösterime sokmamıştır veya ileri bir tarihe ötelemiştir.

2009 Solomon Kane

1991 Lucky Luke

(Bu yaşananlara bir de sinemaların uyguladığı garip fiyat politikası eklenince önüne geçilmeye çalışılan “internetten film indirme” olayı çıkmaza doğru ilerlemektedir.) Son senelerde çizgi roman uyarlaması filmleri ülkemizde takip etmeye başlayan azımsanmayacak bir kitle oluştu ama 2011 yaz dönemi onlar için kâbus gibi oldu. İlk olarak “Green Lantern” filminde hüsran yaşandı. Film Amerika ve İngiltere’de 17 Haziran 2011’de gösterime girdi ama dünya genelinde toplu olarak gösterime girmede sorunlar yaşadı. Bu durumun ülkemize yansıması tahmin edilemeyecek kadar kötü oldu. “Green Lantern” filmi ülkemizde 26 Ağustos 2011 tarihinde gösterime girecek! İkinci olarak “Captain America: The First Avenger” filminde aynı sorun karşımıza çıktı. Film 22 Temmuz-29 Temmuz 2011 tarihleri arasından neredeyse tüm dünyada gösterime girdi. Ülkemizde ise 2 Eylül 2011 tarihinde gösterime girecek! Son senelerde ülkemizde gösterime girmeyen çizgi roman uyarlaması filmlerin sayısı gerçekten çok yüksek. İşte ülkemizde son senelerde gösterime girmeyen çizgi roman uyarlaması filmler: (2008) Punisher: War Zone (2009) Solomon Kane (2009) Lucky Luke (2010) The Losers (2010) Jonah Hex (2010) Scott Pilgrim vs. the World (2010) Kick-Ass (2010) Dylan Dog: Dead of Night Bu filmlerden özellikle “KickAss” ve “Scott Pilgrim vs. the World” filmleri çok olumlu eleştiriler aldı. “KickAss” filmi dünya genelinde gösterime girerken “Scott Pilgrim vs. the World” 2010 The Losers

32

33


Sinema

Sinema

1977-1979 Örümcek Adam TV Dizisi

2010 Jonah Hex

filmi aynı tarihlerde olmasa da dünya genelinde dağınık olarak gösterime girmeyi başardı. Seneler sonra bile özellikle çizgi roman uyarlaması filmleri sevenlerin hatırlayacakları iki güzel filmi maalesef sinemalarda seyredemedik. Şaşırtıcı olan ise ülkemizde sinema salonlarının bu kadar çok olmadığı senelerde filmler gösterime geç girseler de çizgi roman uyarlamaları kendilerine daima yer bulabiliyordu. Ülkemizde gösterime girmeyi başaran bu filmlerin hatta bir kısmı televizyon filmi veya video filmleriydi. Dünya genelinde Türkiye dışında az sayıda ülkede sinemalarda gösterime girebilen eski tarihli filmler:

2010 - Scott Pilgrim vs. the World

2010 - Kick-Ass

34

2010 - Dylan Dog: Dead of Night

1979 - Captain America

1987 Masters of the Universe

(1977-1979) Örümcek Adam TV dizisi: Amerika’da iki sezon yayınlanan dizinin pilot bölümü dışında bazı bölümleri de birleştirilerek ülkemizde 1980lerin ilk yarısında toplam üç sinema filmi olarak gösterime girdi. (1979) Captain America’nın ilk televizyon filmi 1982 senesinde ülkemizde sinemalarda gösterime girdi. (1980) Supersonic Man: İspanyol yapımı “çakma” Superman filmi 1981 senesinde ülkemizde gösterime girdi. (1987) Masters of the Universe: Ülkemizde çizgi filmi ile tanınan He-Man karakterinin sinema filmi 1988 senesinde ülkemizde gösterime girdi. Filmin başrolünde dönemin aksiyon film yıldızı Dolph Lundgren yer alıyordu. (1990) Captain America: Sinemalarda gösterime girmekte zorlanan film video dükkânlarında kendisine yer bulabilmişti. Aynı sene ülkemizde sinemalarda gösterime girdi. (1991) Lucky Luke (Red Kit): İtalyan/Amerikan ortak yapımı filmin başrolünde İtalyanların ünlü komedi film oyuncusu Terence Hill yeralıyordu. Film aynı sene ülkemizde gösterime girerken dünya genelinde sinemalarda gösterime giren altı ülkeden birisi olduk. Dünya genelinde gösterime girmekte sorun yaşayan eski yapım tarihli filmlerden bazıları ülkemizde de gösterim imkânını bulamamıştır. Bu sınıfa giren iki çizgi roman uyarlaması film ön plana çıkmaktadır: (1989) Punisher: Marvel’ın acımasız karakterinin ilk sinema filminin başrolünde Dolph Lundgren yer alıyordu. Film çok az sayıda ülkede sinemalarda gösterime girebildi ve videokaset dükkânlarında yerini aldı. Bu film son senelerde yurtdışında fantastik film festivallerinde gösterilmeye başlandı. (1994) Fantastic Four: Marvel’ın sevilen dörtlüsünün ilk filmi sinemalarda gösterime girme şansını yakalayamadı ve videokaset olarak yayınlandı. Aradan geçen seneler ülkemizde sinema sektörünün yaygınlaşmasını sağladı. Ancak günümüzde gösterime giren filmler nitelik/nicelik açısından istenen dengeyi ortaya koyamıyor. Her hafta gösterime

35


Sinema

Öykü

Memoropan The Drug Metyrapone to Erase Bad Memories?

University of Montreal researchers say that the drug metyrapone reduces the brain’s ability to re-record the negative emotions associated with painful memories. In other words, bad memories are effectively blocked from being recalled or remembered. (27 Mayıs 2011)

1990 - Captain America

1991 Lucky Luke (Red Kid)

1989 - Punisher

giren filmler sayısal olarak tatmin edici olsa da kalite açısından aynı yorumu yapmak mümkün değil. Sinema salonları AVM’lerin egemenliğinde oldukça kimse sinemaya ekol bazında odaklanmayacaktır. AVM’lerde salonların sınıflandırılması ile kalitenin olumlu etkileyeceğini düşünüyorum. Nasıl mı? 10 salonlu bir tesiste salonlar şu şekilde sınıflandırılabilir: 1 salon Uzak Doğu sineması, 1 salon Avrupa sineması, 2 salon Çocuk Filmleri, 2 salon Türk Filmleri, 4 salon Hollywood Filmleri gibi. Anlattığım bu uygulama esasında kısmen bazı sinemaların çabaları ile bazı sinema ekolleri için oluşmuştu. Maalesef AVM’lerin dışında kalan bu sinemalar tek tek kapandı ve günümüzdeki kalitesiz çoğunluk oluştu. Bu yazdıklarımdan AVM sinemacılığı düşmanı olduğum zannedilmesin, AVM sinemacılığı da bu işin bir parçası ama günümüzde ülkemizde sinema denilince akla sadece AVM sinemaları geliyor. Mesela 1980’lerde ülkemizde hiç beklenmedik filmlerin gösterime girmesinin önemli sebebi yazlık sinemalardı. Yazlık sinemaların yok oluşu ile birlikte sürpriz filmleri de seyretme imkânımız yok oldu. Her geçen sene artan çizgi roman uyarlaması filmler umarım bundan sonra ülkemizde zamanında gösterime girmeye başlarlar. Bunun olacağına inanıyor muyum? Açıkçası “Hayır...”

Kötü anıları silen hapları biliyorsunuz. Siz de kullanmışsınızdır belki. 2011’de bahsini duydum ilk kez. İki yıl sonra isteyen herkesin evindeydi. Metirapon hızla aşıldı ve daha şiddetlileri, biraz kafa yapanları desek abartı olmaz piyasaya çıktı. Önceleri çok pahalıydı, şimdilerdeyse 20 kapsüllük kutular 80 liraya satılıyor. Satılıyordu desem daha doğru. Artık alıcı malıcı kalmadı. Şu anda sağ olanlara yaşadıkları dehşeti unutabilmeleri için giyotin hapı tavsiye edebilirim ancak. Üç yıl önce bir yaz akşamı arabamla giderken kaza yaptım. Karımla birlikte bir arkadaşın partisinden dönüyorduk. Biraz sarhoştum. Öndeki arabanın stop lambaları yüzünden frene bastım. Hızımız fazlaydı. TEM otoyolunda beş takla attık. Bir yıllık karım Selma kemerleri bağlı olduğu halde anında öldü. Ben ertesi sabah kafamda bir bandaj, her yerim sağlam hastaneden taburcu edildim.

Hakan Tunga KALKAN www.kahramanlarsinemada.com. 1994 - Fantastic Four

36

37


Öykü

Öykü

Bir ay boyunca yeryüzü cehennemi yaşadım. Üç aylık hamile olan karımın cenazesini organize ettim. Yakınlarımın yüzünde beni itham eden ifadelere katlandım. En kötüsü her saniye kendimi suçlayan bir içses bandıyla beraber olmaktı. En katlanılmazı buydu. İşten izin aldım. Evde kimseyle konuşmadan oturarak kendimi toparlamaya çalıştım. İşimin yoğunluğuna rağmen okumaya zaman ayıran biriydim. Kendimi kitaplara vakfettim, ama daha da kötüledim. Karımın yüzü her saniye gözümün önündeydi. Kısa zamanda sinir sistemim iflas etti. Dayanamadım ve intihar etmeye kalktım. Bunun için 14 adet Seraquel, 20 adet Memoropan yuttum ve üzerine yarım şişe viski içtim. Seraquel’i uyku sorunumu için almıştım. Son zamanlarda pek tesir etmemeye başlamıştı. Memoropan piyasada bulunan en yeni kötü anı unutturma hapıydı. Bir gün önce satın almış ve daha hiç kullanmamıştım. Bu dozdaki bir karışımın beni acilen öbür dünyaya postalaması gerekirdi, ama öyle olmadı. Otuz dört saatlik derin uyku halinden sonra mesanelerim patlayacak gibi şişmiş durumda uyandım. Susuzluktan dilim kurumuştu. Üzerimde bir ağırlık falan yoktu. Karnım acıkmıştı. İştahım yerindeydi. Yerinde olmayan şeyi ancak bir saat kadar sonra fark edebildim. Tıpkı sıhhat gibi yerinde olduğunda ayırdına varılamayan bir şeydi. Kötü anılar ve ruh kemirici suçluluk duygusu. O sürekli azap halinden sıyrılmıştım. Kaza ve sonrasıyla ilgili anılarım inanılmaz derecede seyrelmişti. Onları hatırlamak karnımda ağrı yaratmıyordu artık. Moralim düzelmişti. Neşem yerine gelmişti. Islıkla çok sevdiğim bir tango parçasını çalarak alışverişe gittim. Son zamanlarda evi çok ihmal etmiştim. Evimi temizleyip eski haline sokmam beş altı saatimi aldı. Ardından annemi aradım. Akşam yemeğe gittim. Kadın her an başıma kötü bir şey geleceği beklentisindeydi. Sesimdeki diriliği, yaşama sarılmışlığı hissedince çok sevinmişti. Tek çocuktum. Kadın kocasını yitireli dört yıl oluyordu. Ölüm haberimin kadının üzerinde yapacağı etkiyi hayal edin. Bu etki şimdi tersten geçerli. Annem şu anda benim yüzümden ölü. Tıpkı iş arkadaşlarım, uzak akrabalarım ve milyonlarca diğerleri olduğu gibi. Kazadan önce büyük bankalardan birinde uluslararası finans uzmanı olarak çalışmaktaydım. Karımın ölümü nedeniyle yıllık iznime ayrıldığım işim beni bekliyordu. Benden pek verim beklemiyorlardı, ama dönüşümde hiç bunu dile getirmediler. Görünüşümün ikna ediciliği kadar, Çince ve Almancayı iyi bilmemin, bu dillerin konuşulduğu ülkelerle ilgili uzmanlık bilgimin de rolü vardı. Otuz dört yaşındaydım. Geleceğim parlaktı. Kazanın etkisini atlatmış duygusu vermiştim üstlerime. Bütün dünyada ekonomik kriz hüküm sürmekteydi. Kaliteli uzmanlara gereksinim büyüktü. Hızla ikna oldular. Emrime yeni bir araba tahsis ettiler ve ben yokken geçici olarak büroma yerleşmiş olan iki kişiye başka bir yer buldular. O günleri takip eden üç ay yeni hayatımın en güzel anlarıydı. Eski dost çevremi yeniden kazanmıştım. Mevkiimin prestiji bunda başlıca etkendi haliyle, ama doğal ve neşeli halim de işe yaramıştı. İşim çok yoğundu. İki ayda bir defa Çin’e gitmem gerekiyordu. Toplantılar, iş yemekleri, bitmez tükenmez rapor analizleriyle zaman su gibi akıp geçmekteydi. Selma’yla ilgili anılarım çok hafiflediği için kazadan bir yıl kadar sonra kendime yeni bir sevgili bulduğumda vicdanım ne surat astı, ne de hınzırca hışırdadı. Önümdeki çeyrek yüzyıllık zamanı bu şekilde geçirmeye hazırdım, ama kazın ayağı öyle değildi. O şeyi yavaşça fark ettim. Bu farkındalık zamanla rüyalarımı etkiledi. Rüyalarımda kendimi bir kratere bakıyor görmeye başladım. Yüksek bir dağın tepesindeki krater yakın zamana kadar su doluymuş hissi veriyordu. Bir şey olmuş su bitmişti. Şimdi en dipten bir duman yükseliyordu. Günlerce aynı rüyayı görüp durdum. İçimde bir tedirginlik büyümeye başlamıştı. Rüyayı anlattığım hiç kimse doğru dürüst bir yorumda bulunamadı. Bu arada zihnimde sezgilerimin aşırı gayretiyle bir fikir oluşmaya başlamıştı. Orada bir şey vardı. Dışarı taşıyordu. Çok büyük ve güçlü bir şeydi. O şimdi bize,

hayatlarımıza açılan bir yol bulmuştu. Çıkışa hazırlanıyordu. Aradan haftalar geçti. Neredeyse her gece o krateri ziyaret ediyor ve çıkan dumanı izliyordum. Sonradan bunun O şeyin çıkması için bir tavlama işlemi olduğunu anladım. Aradan altı ay geçtikten sonra artık krater rüyaları görmemeye başladım. Kazanın üzerinden üç yılı aşkın bir zaman geçmişti. Patronlarımı uyuz etmeden artık bir psikoloğa gidebilirdim. Bunu düşündüğüm sıralarda bir gece yan komşumun haykırışlarıyla uyandım. Yanımda yatan sevgilim Reyhan seslere aldırışsız uyumaktaydı. Uzanıp başucumdaki komodinin üzerinde duran abajuru yaktım. Gördüğüm şey dehşeti ikinci bir deri gibi kuşanmama neden oldu. Reyhan arkası bana dönük yatmaktaydı. Uzun bacaklı, diri vücutlu hoş bir kadındı. Kafası çok iyi çalışıyordu. Finans sektöründe geleceği vardı. Bu canlı kanlı kadın gitmiş yerine onun saçlarını peruka gibi takmış olan bir kadim, bandajsız bir mumya gelmişti. Yataktan fırlayıp oturma odasına koştum. Oradaki telefondan 112’yi aradım. Meşguldü. Balkona çıktım. Sağdan soldan sesler geliyordu. Üzerimde sadece külotum vardı. Serin bir sonbahar akşamıydı. Sokaklarda panikle koşuştursalar da insanları bu yoğunlukta gördüğüm son geceydi. Bir sonraki gece buradan görebildiğim her yer hareketsiz araçlar ve kadidi çıkmış cesetlerle doluydu. İçeri girdim. Yatak odasına gittim. Yataktaki şeye yakından baktım. Orada yatan şey Reyhan’dı. Sokakta ve evdeki insanları suyu çekilmiş kupkuru cesetlere çeviren şeyin gadrına uğramıştı. Yatak odasında hızla pantolon giydim. Üzerine tişört. Holde ayakkabılarımı çorapsız giyerek daire kapısını açtım. Alt kattan belli belirsiz bir ses geliyordu, ama karşı daireden çıt çıkmıyordu. Ne yapayım diye düşünürken karşı kapının aralık olduğunu gördüm. Kapıyı hafifçe ittim. Normal şartlarda komşumun adını söyleyerek bir karşılık beklemem lazımdı,, ama içeride bunu yapabilecek biri kalmadığı hissim çok güçlüydü. Avukat Remzi Bey’in suyu kaçmış cesedi kapının hemen dibinde yatmaktaydı. Üzerinde sarı bir boksör şortu vardı sadece. Karısı ve büyük kızının cesetleri odalarındaydı. O zaman muazzam güçte, büyüklükte bir şeyin bize saldırdığını anladım. Apartman sahanlığına çıktığımda alt kattan gelen sesler kesilmişti. Yirmi iki dairelik apartmanda tek sağ kalan kimse benim sezgisiyle sarsıldım. Bu nasıl mümkün olabilirdi? Yanı başımdaki Reyhan’ı böyle vahşice katleden şey niye bana dokunmazdı? O şeyi düşündükçe gözümün önünde krater beliriyordu. Benim intihar girişimime endeksli bir durum mu yaşıyordum? Nasıl? Bunun teknik izahı ne olabilirdi? Ani bir kararla asansörü çağıran düğmeye bastım. Sekizinci kattaydım. Merdivenleri inmeye korkuyordum. Asansör yükseldi ve kapı otomatik olarak açıldı. İçinde oturur durumda kadidi çıkmış yaşlıca bir kadın vardı. Kahverengili turunculu bir elbise giymişti. Taba renkli yarım topuklu ayakkabılarından biri meydanda görünmüyordu. Panikle asansöre kaçmıştı belki. Annemi düşünerek ağlamaya başladım. Çocukluğumdan beri nedense çok basamaklı merdivenleri pek sevmem, ama kendimi zorlayarak aşağıya indim. Apartmanın giriş kapısı açıktı. Kim olduklarını çıkaramadığım biri kadın, iki ceset yüzü koyun yatmaktaydı. Kapının az ilerisinde bütün kapıları açık duran beyaz Renault’un ön koltuklarında oturan iki cesedi görünce sokağa çıkma hevesim söndü. Merdivenleri tırmanarak daireme döndüm. Sonraki günlerde pek çok şey oldu. Elektrikler kesildi. Televizyon yayınları bitti. Cep telefonları ve internet çalışmıyor. Bir çok yerde yangın çıktı. Bunlar yakabildiği kadar yeri yakıp söndüler. Sadece radyolar devam ediyor. Avukat komşumdan ödünç aldığım bir radyoyla gece onların yayınlarını dinlemeyi seviyordum. Konuşanların çoğu uzaylıların saldırısı ile karşı karşıya olduğumuzu düşünüyor. Bu doğru değil. Eğer benim gibi başkaları da yoksa bütün bu olayların müsebbibi benim. İstenmeyen anıları unutturan, travmaları hafifleten hapı çok yüksek dozda ve başka maddelerle karışık olarak kullandım. Bende bir şey vardı. Bedenimdeki genetik bilgiler arasında bir üniteydi. Uyuyordu. Ölseydim o da benle

38

39


Öykü

Öykü

birlikte toprağın içinde çürüyecekti. Ama özel bir doz molekülle o üniteyi bombardıman edince uyandı. Güçlenmeyi bekledi. Krater rüyaları oydu. Cin şişesinin tıpası çıkmıştı. Bazı anı katmanlarını yok edince o kistlerle kaplı bir verem basili gibi olan şey açığa çıktı. Bu sırf bana ait bir şey olamaz. Milyonlarca yıl önce dinozorlar vardı. Onları yeryüzüne düşen bir metoroit ya da başka bir şey yeryüzünden silmişti. Bu siliniş belki çok dağınık molekül yapılı olan dev canlıların da sonu olmuştu. Kurtuluşu bizim genetik bilgi depomuza sinmekte bulmuşlardı. Anılar genetikle de geçmekteydi. Üst üste travmaları silen ilaç son olarak bu tıpayı da açmıştı. Dışarı çıkan şeyi çıplak gözle görmeyi asla başaramadım. Gözümün önünde insanları kadide çevirdi. Gölgesini bile fark edemedim. Demek ki, görünmez bir ünite. Bir enerji yumağı. İnsanların suyunu emip buharlaştırıyor. Belki anılarını da emiyor bu arada. Sırf su istese niye insanlarla uğraşsın. Evimde ve karşı dairedeki yiyecek içecek bitince mecburi olarak dışarı çıktım. Dokuzuncu ya da onuncu gündü. Takvimle bir işim kalmamıştı. Güneşli güzel bir sonbahar günüydü. Mavi gök ekranında tek bir uçan nesne görünmüyordu. Sokakların ortasında duran arabaların ve yerlere serilmiş kokmayan, bozulmayan cesetlerin yanından geçtim. Kediler, köpekler ve kargalar tek canlı gibiydi. Öyle olmadığını anlamama saniyeler vardı. Köşeyi dönünce iki genç kadın ve üç yaşlarındaki bir oğlan çocuğu gördüm. Kadınlardan biri kısaca siyah saçlı, biraz çekik gözlü çok hoş kadındı. Diğer kadını andırmaktaydı biraz. Çocuğun teyzesi olduğunu duyunca şaşmadım yani. Kadınların elleri tıka basa torbalarla doluydu. Karşılarına çıkınca benim hissettiğim şeyleri hissettiler. Hem korktular, hem de sevindiler. Kısa bir bilgi teatisinin ardından semtte herkesin ölmediğini birkaç yüz kişinin var olduğunu öğrendiğimde göz yaşlarımı tutamadım. Onlar yeni ve lüks bir daireye taşınmışlardı. Normal şartlarda ayda üç bin lira kira ödenen yüz kırk metre karelik, jakuzili bir daireydi. Ben de onların karşısındaki daireye yerleştim. Kendi dairem de bu vasıflara sahipti, ama artık orada oturmayı istemiyordum. Benim için travma yeriydi. Bu arada yeni dostlarımın yardımıyla beş blok ötede oturan annemin kadidi çıkmış cesedini bir parka defnettim. Güzel bir cenaze töreni yaptık. Profesyonel imam bir arkadaş cenaze namazı kıldırdı. Mezarın başucuna mermer bir taş bile diktim. Benim gibi yapan başkaları da vardı. Ölü canlarımız yanı başımızda hayata devam etmekteydik. Emrimize amade bir sürü araba vardı. Benzini biteni hemen orada terk ederek bir sürü araba değiştirdim. Oturduğumuz on altı daireli apartman yavaş yavaş başka gelenlerle doldu. Benzin boldu. Basit jeneratörlerle elektrik sorununu çözmemiz kolay oldu. Aradan geçen haftalarda kendime bir sevgili edindim. Adı Mesut olan afacan oğlanın teyzesi Aysu’yla beraber yaşamaya başladık. Giderek sayımız artmaktaydı. Dünkü sayımda örneğin grubumuz beş bin kişiyi aşmıştı. Bütün İstanbul’da bir milyon kişi sağdı bir ihtimalle. Çünkü arabayla gezdiğimiz bazı semtlerde nüfus bayağı kalabalıktı. Bu arada çalışan radyoların sayısı da artmıştı. Gökyüzünde tek tük uçaklar belirmişti. Keşif için de olsa onları görmek üzerimizde ferahlatıcı bir etki yapmaktaydı. Dünyanın her yerinde bir sürü kimse felaketi atlatmıştı. Dünya nüfusunun en az yüzde onu sağdı ve artık yeni ölümler meydana gelmiyordu. Aradan haftalar, aylar geçti tek bir saldırı ve ölüm haberi almadık. Gruplar halinde yaptığımız toplantıda ittifakla varılan çözümleme şuydu: Bize saldıran uzaylı bir yaratık yoktu. Uzaydan bir tasallut söz konusu değildi. Çok özel mutant bir virüstü bu işi yapan. Bir laboratuvar ürünüydü ve şu anda sığınaklarda olan adilerin işiydi. Görünmeyen dev bir canavar söz konusu değildi. Kurtulanlar dirençli olanlardı. Sağ kalanların büyük çoğunluğunun on beş ile kırk yaşı arasında olması bu nedenleydi. Dayanıksız olanlar ölünce salgın sona ermişti. Aylardır aramızda hiç kimse o virüs yüzünden kadidi çıkarak ölmemişti. Hayatımıza kaldığımız yerden devam edecektik. Grubumuzda üniversitede ders veren bir virolog da vardı.

Onun liderliğinde öne sürülen bu tez en geniş kabulü kazanmıştı. Bu tezle bir süre oyalandım, ama yavaş yavaş başka noktaları keşfetmeye başladım. Çince ve Almancayı iyi konuştuğumu söylemiştim. Bunun yanı sıra İngilizce ve İspanyolca da bilirim. Dünya radyolarında duyduğum hikayeler yavaş yavaş gözümü açtı. Benim yöntemimle intihar etmiş ve sağ kalmış bir sürü kimse vardı. Uyku ilacı, memoropan ve alkollü içki. Onları dinlerken anılarım canlandı ve bazı ilginç noktaları bir araya getirdim. Çok ünlü bir pop sanatçısı bu yöntemle intihar etmiş ve son anda kurtarılmıştı. Bütün dünya medyasında yankı bulmuş bir haberdi. Gözde intihar vakaları vardır. Bunlar genellikle ünlülerin bize örnek olduğu vakalardı. Tıpkı Goethe’nin Genç Werter’in Acıları kitabı gibiydi. Bu kitap yüzünden yayınlandığı sıralarda bir sürü kişi intihar etmişti. Dünyanın ekonomik krizlerle sarsıldığı zamanlardı. Her yerde ayaklanmalar, kitlesel işsizlikler ve küçük ölçekli savaşlar yaşanıyordu. İnsanlar intihara eğimliydi yani. Kim bilir kaç kişi uyku ilacı, memoropan ve alkollü içki formülünü kullanarak intihar etti. Benim gibi bazıları ölmedi. Sağ kalanlar kraterleri ve dibinden tüten dumanları gördüler. Bence genetik bilgi dağarcığımızda çok eski, milyonlarca yıl öncesinden kalma bir fosil kayıt vardı. Bu karışım onu diriltti. İnsanları kadide çevirmeye başladı ve bir süre sonra durdu. İstese bulabildiği herkesi öldürürdü, ama yapmadı. Biraz düşününce bunun nedenini de buldum. O pop sanatçısının intiharı ve bütün dünya medyasının çok önemli bir şeymiş gibi günlerce bunu konu etmesi kasıtlıydı. Binlerce, on binlerce kişinin aynı şeyi yapacağı öngörülmüştü. Böylelikle o canavarlar çıkıp dünya nüfusunu bitirecekti. Böylece bu durumu öngörüp sığınaklara saklanmış olan birkaç yüz bin kişiye kalacaktı dünya. O şeffaf canavarlar kendileri için sorun değildi herhalde. Nasıl yok edeceklerini biliyorlardı. Bütün bunlar dünyayı sessiz sedasız küçük bir elit grubun hizmetine vermek, yani resetlemek içindi. Planlandığı gibi olmadı. O şeffaf yaratıkların da aklı var. Herkesi öldürmedi. Bir şeyler aksadı, yaratıklar yetersiz ya da devre dışı kaldı süsü vermek için. Şu anda çoğu genç bir milyar silahlı, eğitimli, enerji kaynakları bol insan var yeryüzünde. Sığınaklardan kaçan kimselerin radyo vasıtasıyla bu gerçeği dört bir yana yaymaları yakındır. Böylece sağ kalanların hışmı bu işi planlayanlara yönelecek. Bu fikrimi çok müphem, galibalarla yüklü ve iddiasız bir şekilde lider ekibine açtığımda şiddetli tepki çektim. Tehdit edildim ve açıkçası tırstım. Aysu dört aylık hamileydi. Bebeğimizi görmek istiyordum. Kahraman olacak yapıda biri değildim. Radyolarda benim fikirlerimi haykıranların arasına katılamadım. Bu seslerin sayısı son günlerde epey azalmış durumda. Kimse bu tür lafları duymak istemiyor. Buldukları doğruya sımsıkı sarılmış durumdalar. Yakında sığınaktan çıkanlarla savaşacağız. Yani biz yüzde seksenimizi telef eden iki güçten birinin safında çarpışacağız. Sonuç şimdiden belli. Herkes kaybedecek.

40

41

Öykü: Sadık YEMNİ

İllüstrasyon: Devrim KUNTER


Çizgiroman

Çizgiroman

İnceleme

İnceleme

Comic Koleksiyonculuğu Hakkında

Eski bir Batman koleksiyoncusu

Son 10 yılda Türkiye’de orijinal çizgi roman okuyan, özellikle de orijinal Amerikan çizgi roman (ya da kısaca Comic) okuyan kişilerin sayısı bir hayli artmış durumdadır. Tabii bu sayı hâlâ yurtdışı ile kıyaslandığında acınacak durumda, ama özelikle son yıllarda süper kahramanların artık nerdeyse her yerde karşımıza çıkmaları sonucu (filmlerde, dizilerde, reklâmlarda, fast food menülerinde vs...) Türk okuyucularının da Comic’lere ilgileri artmıştır. Comic’in standart olarak iki formatı vardır. Bunlar ya aylık (ya da belli sürelerde) çıkan 21 sayfası çizgi roman, yaklaşık 10 sayfası da reklâmdan oluşan toplam otuz küsur sayfalık comic’ler ve 4-5 ayda bir içinden reklâm kısmı çıkartılarak 6-7 öykünün birleştirilerek basılan cilt (Trade Paper Back ya da kısaca TPB) versiyonlardır. Geçen ayki yazıda belirttiğim Graphic Novel (ya da kısaca GN) bu standart Comic mantığının dışında hareket eder. Comic koleksiyonculuğundan bahsedecek olursak GN ve TPB’leri dışarıda bırakmamız, aylık çıkan comic’lere bakmamız gerekecek.

42

Comic’lerin koleksiyon olarak toplanması 1960’lı yıllara dayanır. 70’li yıllarda ilk defa bu iş biraz önem kazanır. 80’li yılların sonlarından 90’lı yılların ortalarına doğru suni bir comic borsası oluştuğunu görürüz. Marvel ve DC’nin sürekli özel sayılar çıkartması, özellikle Image dergisinin arka arkaya yeni sayılar çıkartması ve Wizard dergisinin bunların üzerine gidip fiyatları inanılmaz pompalaması üzerine spekülatif bir comic borsası oluşur, bu suni comic borsası 4-5 sene içinde tamamen çöker. Çıkan yeni comic’lerin % 90’ı kapanır, bir sürü comic firması iflas edip kapanır. Çalkantılı piyasa 2000’lere doğru biraz durulur. Comics Guarantee LLC (ya da kısaca CGC) firmasının 2000 yılında kurulması üzerine ve comic koleksiyonculuğu için kurallar koymasıyla belli bir standarda oturur. Şu anda Comic koleksiyon piyasası belli bir standarda oturmuş, aynı borsa gibi ufak tefek çalkantılar yaşamak dışında rayında gitmektedir. Peki nedir comic koleksiyonculuğu? Basitçe para eden comic’lerin toplanmasıdır. Comic borsası da o comic’in o zamanki değerini belirler. Tabii ki USD-Euro gibi saniyelik değişen pariteleri yoktur. Nasıl antika bir vazonun değeri belli aralıklar içinde oynarsa, comic değerleri de aynı bu aralıklarda değişir. Zaten comic koleksiyonculuğu da aslında bir nevi antika koleksiyonculuğudur. Peki bir comic nasıl değerli sayılır? Nasıl para eder? İşte en önemli konu burada yatar. Bir comic’i % 100 şu şekilde değerlidir demek yanlıştır. Ama tabii ki her farklı koleksiyonun püf noktası olduğu gibi, comic koleksiyonculuğunun da püf Bazı koleksiyoncuların kullandığı koruyucu kutular noktaları vardır. Ben bu yazımda, biraz bu konulara değinmeye çalışacağım. Bir comic’in değerini neler belirler, bunlara bakacağız. 1) Çizgi romanın durumu: Bir koleksiyoncunun ilk öğrenmesi gereken olay budur. Bir Comic’i değerli kılan comic’in ne vaziyette olduğudur. CGC bu işe el atamadan evvel piyasada “Mint, near mint, good” gibi terimler kullanırdı. CGC bunun 1.0’dan 10.0’a kadar olan bir numaralama sistemi ile değiştirdi ve ekstradan bir de renkli etiketleme sistemi kullanmaya başladı. Fakat comic koleksiyon jargonunda hala eski terimler kullanıldığından ben hem bunları uzun adları ve kısaltmaları ve yaklaşık tekabül eden CGC notlarıyla anlatacağım. Daha sonra da etiketleme sistemine değineceğim. Eğer bu kelimelerin bire bir tam CGC kıyaslamalarını arıyorsanız bunu CGC’nin web sayfasında (www.cgccomics.com) bulabilirsiniz. Mint (10): Hiç bir yerinde bir hatası kusuru bulunmayan, mükemmel comic CGC tarafından kredilendirilmiştir ve korumaya alınmış bir comic

43


Çizgiroman

Çizgiroman

Near Mint ( NM) (9-10 arası): Neredeyse mükemmel olan comic, kapağında ancak büyüteç altında incelendiğinde hafif silikler görülen comic. Very Fine (VF) (8-9 arası): İlk bakışta Mint gibi görünen, ama incelendiğinde birden fazla kez okunduğu belli olan comic. Minimal hasarlar içerir. Mesela zımba yerlerinde hafif buruşmalar veya kırışmalar minimal hasarlar sınıfına girer. Fine (F) (6-8 arası): Oldukça temiz ve kırışıksız olmasına rağmen korunmadığı için kapağı zamanla yıpranan comic’lerdir. Very Good (VG) (4-6 arası) : Kapağında minik yırtılmalar olan, zamanla solmuş bir kapak. İçinde minik kırışıklıklar içerebilir. Good (G) (2-4 arası): Kırışıklıklar, minik yırtıklar, zaman içinde sararmış solmuş, fakat tüm sayfaları bir arada olan comic’ler. (Çoğu 1940’lı yıllara ait comic’ler bu durumdadır.) Fair (F) (1-2 arası): Tüm sayfaları yerinde olan, ama üstünde yazılar, selobantlar olan bir comic. Poor (P) (0-1 arası): Hiç bir şekilde koleksiyon olmaya uygun olmayan comic’ler CGC’nin piyasaya getirdiği bir yenilik etiketleme sistemidir. Değerli olduğunu düşündüğünüz bir comic’i CGC’ye götürüp onaylatmak istediğinizde size bu comic’i arkasında bir kartonla (düz durmasını sağlamak amacıyla), hava geçirmez ve zamanla kâğıtla kimyasal bir reaksiyona gitmeyecek açılır kapanır bir plastik poşet içinde ve tepede etiketiyle teslim edecektir. Bu etikette 1-10 arasındaki notu, çizgi romanın kısa künyesi, yazar ve çizer isimleri verilecektir. Burada önem kazanan başka bir konu, etiketin rengidir. Peki bu etiket renkleri ne anlama gelir? Mavi: “Universal” rengi. Ekstra özelliği olmayan standart etikettir.

olmadığından şu andaki koleksiyon fiyatı 2-4 USD arası değişmektedir. Ondan bir sene sonra 1982’de basılan ve popüler bir kahraman olan Wolverine’in Limited Edition sayısının şu andaki piyasada kabul gören değeri 25 USD’dir. 3) Comic’in ender bulunması: Yine Dazzler örneğine dönelim. Dazzler’ın Amerika’da basılan 4. sayısının değeri yaklaşık 2-4 USD arasıdır. Fakat İngiltere’de basılan aynı sayı neredeyse hiç bulunmamaktadır. Formatı, kalitesi, hikâyesi vs... Aynı olmasına rağmen UK baskılı Dazzler 4. sayının fiyatı 15-20 USD arası değişmektedir. Fakat Koleksiyoncuların kullandığı arkası kartonlu olan koruma poşetleri “ender” bulunan comic’te her zaman değerli değildir. Mesela Marvel’in 1990’da çıkardığı “Street Poet Ray” adlı comic çok az sayıda basılmıştı. Siz bu comic’i hiç duydunuz mu? Hayır mı? Ne tesadüf. Ben de öyle. Çünkü tutulmadı ve devamı gelmedi. Az basılan ve hiç tutulmayan bir comic olan Street Poet Ray’in şu an piyasa değeri 2-3 USD arasındadır. 4) Comic’in orijinal fiyatı: Bu kesinlikle sizi yanıltmasın. Superman’ın ilk sayısının piyasa değeri 150.000 USD civarındadır, fakat kapak fiyatı 25 cent’tir. Şu an günümüzdeki comic’lerin değerleri 1,5 – 2,5 USD arası değişmektedir. Fakat bunları 1-2 ay sonra çok rahat yarı fiyatına alabilirsiniz. 5) Sonradan çok popüler olacak olan bir karakterin başka bir comic’te ilk kez görünmesi: Bu çok ender rastlanan ve comic’in fiyatını arttıran bir olaydır. Örneğin yeşil dev Hulk’ı ele alalım. 162-179 arası sayıları 5-10 USD civarında seyrederken, 180. sayının fiyatı 140 USD, 181. sayınınki ise 1.800 USD’dir. Bunun nedeni sonradan çok popüler olan Wolverine’in X-Men’lerden önce ilk kez 180. sayıda son sayfada bir karede görünmesi, 181. sayıda ise Hulk ile beraber bir tam macerada oynamasıdır. Wolverine’in ilk olarak burada görünmesi fiyatı arttırmıştır. 6) İlk sayı: İlk sayılar genelde değerli kabul edilirken, yazımın başında belirttiğim suni borsayı hatırlatmak istiyorum. Comic firmaları ilk sayılara olan ilgiyi fark edince bunun üzerine gitti ve maalesef, bu spekülasyonu körükleyen durumlardan birisinin de etrafın bir anda 1. sayı comic’lerle dolması oldu. Bunun arkasındaki mantığı kısaca anlatayım. Image dergisinden Rob Liefeld’i örnek verecek olursak, kendisinin Image’den çıkarttığı ilk comic Youngblood oldu. İlk sayı olduğu için ve Liefeld yıldız bir çizer olduğundan bu sayı kapış kapış satıldı. Fakat daha sonraki sayılarda bu satış sayıları azaldı. Bunun üzerine Liefeld bazı karakterlerin solo maceralarını yine 1. sayı olarak çıkarttı (Bloodstrike, Glory, Badrock gibi) ya da yeni karakterler Wolverine'in ilk göründüğü sayı. Bu ekleyerek takımı kendi içinde parça parça bölerek yeni 1. sayılar çıkarttı. sayının orjinali yaklaşık 1,800 USD'dir. (Team Youngblood, Brigade) Koleksiyoncular da “1. sayı para eder” diye

İnceleme

İnceleme

CGC'nin sarı renkli etiket örneği

Sarı: “Signature series” rengi. CGC’nin onay verdiği ve o comic’le alakadar olan bir kişinin (çizer, yazar, editör vs.) imzasını taşıyan çizgi romanlar. Yeşil: “Qualified” rengi. Özel durumu olan comic’lere verilen etiket rengi. Mesela comic üstüne atılan imza CGC tarafından tanınmıyorsa, bu imza bir karalama gibi algılanır ve comic NM pozisyonundayken bu bir anda comic’in değerinin düşmesine (misal VG) sebep olur. Bu gibi durumlarda CGC yeşil etiket basar ve tanım kısmında (NM, atılan imza tanımsız) diye bir not düşerek comic’in değerini kurtarmaya çalışır. Mor: “Restored” rengi. Tamir gören comic’lere basılan etiket. Bu tamirin de kendi içinde amatörden profesyonele kadar kategorileri vardır. Sarı/mor: “Signature Series - Restored” rengi. Tamir gören imzalı comic rengidir. Kırmızı: “Modern” comic etiketi. Artık tedavülden kaldırılmıştır. En önemli maddeyi açıkladıktan sonra, diğer maddelere de değinelim. 2) Comic’in tarihi: Tipik antika mantığına göre “eski iyidir”. Comic’lerde de bu bir yere kadar geçerlidir. Ama her zaman doğru değildir. Fiyata etki eden faktörler arasında çizgi romanın o tarihte kaç adet basıldığından, karakterin popülerliğine kadar bir sürü neden bulunur. Örnek verecek olursak 1981 yılında basılan “Dazzler” çok fazla basıldığından piyasada çok bulunmaktadır. Karakter o kadar popüler

44

45


Öykü

Çizgiroman İnceleme

hepsini aldılar. İkinci başvurulan numara (ki buna Marvel çok ön ayak olmuştur) aynı çizgi romanın alternatif kapaklarla basılması olmuştur. Koleksiyoncular “bunlar da para eder” mantığıyla tüm alternatif kapakları aldılar. Fakat aradan zaman geçince aslında ortalarda dolaşan comic’lerin kimsenin okumadığı ve okumak istemediği 1. sayılar olduğu ortaya çıktı. Spekülatif borsa çöktü ve comic firmaları dağıttıklarının %90’ını geri iade almaya zorlandılar. Bu arada, bu demek değildir ki 1. numaralar değersizdir. Az bulunan, iyi durumdaki 1. numaralar hele kahramanlar popülerse hala çok para eder. Mesela 1984’te çıkan Teenage Mutant Ninja Turtles 1. sayısı şu aralar 150 USD civarında alıcı bulmaktadır. 7) Revamp olan comic’ler: Bir kahraman ilk basıldığında çok Image'in özel çıkarttığı Spawn serisi, popüler olmayabilir. Aradan zaman geçtikten sonra tekrar piyasaya özel kutusuyla beraber modernleştirilip çıkartıldığında eğer belli bir popülerlik yakalarsa, comic’i değerlenir ve bu da ta ilk çıkan comic’lerine kadar yansır. Mesela 90’lı yıllarda Valiant firmasının, teliflerini alıp bastığı diğer yayın evlerine ait kahramanlardan olan Rai, Turok ve Magnus karakterleri tekrardan popülarite kazandıklarında, eski sayılarının fiyatları da artmıştı. 8) Fiyat kılavuzlarına başvurun: Şu ana kadar verdiğim ipuçları elinize geçen herhangi bir comic’in az çok değerli ya da değersiz olduğu konusunda bilgi verecektir. Fakat doğru bir fiyat aralığı bulmak için gerek internetten gerekte belli aralıklarla basılan dergilerden ve magazinlerden yararlanabilirsiniz. Buradaki fiyatlar da % 100 doğru olmasa da en azından size hangi fiyat aralığına bakmanız gerektiğini söyleyecektir. Artık gerekli bilgilerle donatıldığınıza göre, hepinize iyi avlar... Tunc PEKMEN www.uzunjohn.com

Herkes Gibi Parmak uçlarımdan saç diplerime dek hissettiğim bu şey mutluluk mu? Saf sevinçten başım dönüyor olmalı çünkü ayaklarımın altındaki yer denilen şey artık sabit ve mutlak değil benim için. Art arda açılan kapılardan rüzgâr hızıyla geçip sona doğru ilerliyor ancak bunu bir tüy zarafetinde, süzülürcesine yapıyorum. Ne zaman bu kadar aykırı oldum? Benliğim ve bedenim ne zaman kuşatıldı böyle dönülmez yolculukların mecburiyetiyle? “Doğduğun anda oradaydın,” diyor biri, “Kaybettiğin yerine geri dönüş bu.” Düşünmemeye çalışıyorum ki süratim kesilmesin. Ve etrafımda dönüyor dünya, sakıncalı ve kuşkulu. Oysa parlak paket kâğıdına mürekkeple resimler yapardım ben. Pazar sabahları boydan boya yürürdüm soğuk bahçeyi, burnum donarken. Elmayı kabuklu, portakalı soyarak yerdim, herkes gibi. Ve özellikle dağınık bırakırdım yatağımı ki hiç yaşanmamış hissetmesin geçmiş zamanlar kendilerini. Keskin ağrılar sarıyor vücudumu, sonsuzluğun nihayeti olur mu? Bitimsizse durur mu kurduğun şey, ya da daha ötesi, bitimsiz bir şey kurulabilir mi? Ruhsal büyümeden söz ediyor birisi. Aman diyorum, yavaşlatma beni ki koyuvermeyeyim kendimi. Acı, nereden geliyor? Nasıl başladığını hatırlayabilirim aslında biraz zorlarsam hafızamı. Hafıza dediğin şey, kopuk kopuk hatıraların bilgiye dönüşüp kodlanması. Yeşil çay kokusu, mermer beyazı ve pencere önü çiçeklerinin başını eğişi. Hayır, bunları geçip zihnimi asıl kurcalayana yönelmeli. Çayın yeşili, mermerin soğuğu, çiçeklerin kokusu. Asla dönmeyecek olanları yitirince kendini gösteren kaybetme duygusu ve telaşla geri istemek “doğduğunda olduğun yeri”. Çarşafların arasına saklanan bir bıçak. Anlattığım, yolculuğa nasıl adım attığım. Hem keskin acı gibi, hem soğuk mermer misali. Yarı aralık perdeden sızan yıldızların sesi. Açık kalmış televizyondan yansıyan aşırı parlak görüntüler. Acı, bu ışıltının gözlerimi yakması mı? Bütün bunların sebebi cesaretsizliğim aslında. Ne bir ip geçirmeye boğazıma ne de bir nehre atılmaya dayanamıyor yüreğim. Bir de mahvetmektir ki bu, ne ilahi ne şiirsel. Oysa su kaplumbağası beslerdim ben, âşık olurdum her yıl. Ve ketçabı bol, mayonezi az sıkardım hamburgerime. Düşkünlüğüm, kabuklu yiyeceklerden çekirdeğe. Bir bıçak saklıyordum çarşaflar arasına. Kekremsi tat boğazımda. Bu gece olsun artık diye yalvarıyordum bir de. Gece, farkında değilken ne yaptığının, uykunun o en sade yerinde, bir bıçak saplanacaktı gövdeme. Yavaşça dönerken beyaz yatakta sağdan sola yahut soldan sağa, usulca giriverecekti bedenime. Acı, uykuda daha az mı hissedilir? Acı, şimdi varlığımın her yerinde. Varlığını sona erdirmek dudaklarına yapışan, yaladıkça sevdiğin bir tatlıyı yemek gibi. Gökyüzü artık turuncu. Ya da, odamın tavanı mı turuncu olan? Rastgele saplandığı yerde titriyor, metalin mat yüzeyi. Ellerim artık kırmızı. Ya da kırmızıya bulanan benim çarşafım mı? Yolculukta yürümekten değil, bitişin uzaklığını hissetmekten yorulur insan. Ağzım kuruyor, parmaklarım titriyor ve üşüyorum. Sanırım abartıyorum. Bu kadar zor olması imkânsız bana kalırsa. İçimdeki bu şey, saf sevinç sandığım, neyi getiriyor bana anlayamıyorum. Benliğim bin parçaya bölünmüş gibi ve zihnim ona yetişmekten tükendi artık. Sonsuz görüntüler uçuşuyor etrafımda, siyah beyaz noktalanıyor hafızam. Bilmek tanımlamaksa, bu şeyleri sınıflandıramıyorum. Griden karanlığa dönüşüyor ardım. Kırmızılar yok oluyor. Defalarca kurgulamıştım bu anı. İnce, sivri ucun vücuduma saplanışını. İşte şimdi gerçek oluyor ama bilincim bunu algılamaktan yoksun. “İçimdeki bu şey…” diyorum. Adını bilmiyorum. Öykü: Sevilcan Başak ÜNAL

46

47


Çizgiroman

Çizgiroman

48

49


Çizgiroman

Çizgiroman

50

51


Çizgiroman

Çizgiroman

52

53


Sinema

Sinema

Dellamorte Dellamore

İlk 5 zombi filmini say deseniz mutlaka içinde bu film olacaktır. Seyrettiğim en eğlenceli ve absürt filmlerden olan (Sezen Aksu çalıyor filmde, daha ne olsun) Dellamorte Dellamore (Cemetery Man ya da Of Death and Love olarak da bilinir) İtalyan yönetmen Michele Soavi tarafından çekilmiş olan bir Dylan Dog uyarlamasıdır. Francesco Dellamorte alternatif bir Dylan Dog portresi sunar. Bu karakteri canlandıranın Rupert Everett olması ve tıpkı Dylan gibi giyinmesi de bir rastlantı değildir. Bu karakter daha sonra bir kaç mini seride de Dylan Dog ile karşılaşacaktır. Dylan Dog: Dead of Night Bu yazıyı yazmama neden olan filme ise sonunda gelebildim. Kevin Munroe'nun yönettiği filmde başrol Superman ile ağzımızda bozuk yumurta tadı bırakan Brandon Routh'a verilmiş. Korku komedi olarak niteleyebileceğimiz film büyük ölçüde sırtını aksiyona dayıyor. Çizgi romandaki Avrupa'ya özgü melankolik, surreal yapının, romantizmin izi yok. Dylan karakteri daha çok bir bilim adamı gibi çalışıp Indiana Jones gibi olayları çözüyor. En büyük fark ise tabi olayların Londra yerine New Orleans'da vuku bulması. Bir de ortağının yerini Marcus Adams (Sam Huntington) adlı zombi olduğuna inanmayan bir zombi alıyor. Filmimiz ilginç bir noktadan karakteri ele alıyor. Dylan Dog paranormal dedektiflik olaylarını bırakmıştır. Artık olayları çözmedeki başarısını aldatan zengin kocalarının peşine düşen kadınlara

54

yardımcı olarak kullanmaktadır. Anita Briem (Elizabeth Ryan) kendisine babasını öldüren bir kurtadam gördüğünü söyleyerek yardımcı olmasını ister. Ancak Dylan artık o işleri bıraktığını düşünmektedir, oysaki geçmişi onu bırakmaz, kurtadamlar, vampirler ve zombiler arasında çalışmaya geri dönmek zorunda kalır. Anita'nın babası bir koleksiyonerdir ve evden bir iblisin kanını taşıdığına inanılan haç şeklinde bir ikona çalınmıştır. Bu haç eğer bir taşıyıcıya saplanırsa iblis dünyaya dönecek ve efendisinin emirleri ile hareket ederek dünyaya ölüm ve korku salacaktır. Dylan Dog yeni zombi olan asistanı ve Anita ile beraber şüphelendiği kurtadamlar ve vampirleri araştırarak ikonayı geri almaya çalışacaktır. Dead of Night ortalama bir Supernatural dizi bölümünden daha iyi değil ve hatta kötü. Ucuz bir aksiyon B-filmi örneği. Bunun başlıca nedeni aslında yönetmenlikten de değil ki Munroe'nun elindeki

55


Sinema

Çizgiroman

imkânları sonuna kadar kullandığını görmek mümkün, asıl problem senaryonun Avrupa korku filmlerinin grotesk yapısından sıyrılıp Amerikan aksiyonuna yönlendirilmiş olması. Ayrıca senaryonun saçmaladığı başka bir nokta da filmin sonundaki sürprizi daha ilk yarım saatte normal bir seyirci bile çözebilirken, Dylan Dog gibi şeytana pabucunu ters giydiren bir dedektifin asıl suçluyu bulamaması. Filmin başrolüne de sırf kaslı diye son yılların en başarısız genç oyuncularından Ruth'u koymak büyük bir yanlış olmuş. Diğer oyuncular ise fena iş çıkarmıyor. Özellikle zombiliğini içleştirmeye çalışan Marcus karakteri filmin lokomotifi. Zombi destek toplantısı sahnesi ise tepe noktası. Film bir bağımsız şirketten çıkmasına rağmen göze çok batmayan efektlere sahip. Ancak iblise harcanan paradan sanırım kurtadamlara özenilmemiş ve seksenler makyajı ile ortaya çıkmış gibi duruyorlar. Vampirler ise her zaman bildiğimiz gibi karizma, seks düşkünü ve kötü. Dylan Dog: Dead of Night kesinlikle çok kötü bir film değil, ancak bir Dylan Dog filmi de değil. Hoş yönleri de olan vakit geçirmelik bir seyirlik, ancak ismi Dylan Dog olduğu için kendinden beklenenleri karşılayamıyor ve tökezliyor. Buna bir Dylan Dog adaptasyonu olarak bakarsanız zevk almayabilirsiniz. Buffy, Angel tarzı dizilerin paralel bir hikâyesiymiş gibi bakarsanız ise fazla bir sorunu kalmıyor filmin. Umberto Eco'nun sözleri ile yazımı sonlandırmak istiyorum "İncili, Homeros'u veya Dylan Dog'u günlerce sıkılmadan okuyabilirim." Peki ya Dylan Dog filmlerini?...

BAŞLANGIÇ

Masis ÜŞENMEZ www.otekisinema.com

56

57


Oyun

Çizgiroman

İnceleme

Fantastik Diyarlar Ortadoğu

Siz bu satırları okurken ben Miami sahillerinde elimde buz gibi bir kokteyl ile güneşin tadını çıkarıyor olacağım… Yok, bu olmadı. Siz bu satırları okurken ben Kızıldeniz’in muhteşem derinliklerinde köpekbalıkları ile yüzüyor olacağım… Offf!.. Siz bu satırları okurken ben, sanırım evimin kütüphanesinde vantilatör karşısında kitap okuyor olacağım. En büyük ihtimal bu gibi görünüyor. Sımsıcaaaaaak bir yaz gününden merhaba diyerek girelim söze. Umarım bu yazıyı okuyan arkadaşlar karakter kâğıtlarını yaratmış, zarlarını ellerine almış ve fantastik dünyalara adım atmışlardır. Eğer hâlâ bu

58

59


Oyun

Oyun

İnceleme

İnceleme

adımı nasıl atacağınızı bilmiyorsanız geçtiğimiz 3 aylık dönemde yayımlanan Gölge sayılarına bir göz atın lütfen. Fantastik dünyalar demişken nedir bu dünyalar diye merak ediyor olmanız mümkün. Daha önce de bu sözü çok fazla kullandım ama sanırım detaylı bir şekilde açıklamadım. Kısaca size şöyle söyleyebilirim; fantastik kurgu oyunları için yaratılmış her türlü diyara biz kısaca fantastik dünyalar diyoruz. Mesela Yüzüklerin Efendisi’ndeki Orta Dünya, Ejderha Mızrağı’ndaki Krynn, Unutulmuş Diyarlar’daki Toril… Bunların hepsi fantastik dünyalar olarak karşımıza çıkıyor. Madem size bu dünyalara nasıl adım atabileceğinizi gösterdik, o zaman nereye adım atabileceğinizi de göstermenin zamanı geldi. İsterseniz öncelikle en çok bilinen diyarlardan olan Orta Dünya ile başlayalım. Orta Dünya, J.R.R. Tolkien tarafından yaratılmış hayali topraklardır. 1937 yılının sonbaharında yayınlanan “Hobbit” adlı kitap, bu diyara açılan ilk kapı olmuştur. Kitap, Bilbo Baggins isimli bir hobbitin yaşadığı fantastik macerayı konu alır. (Daha önce yazmış olduğum ırklar yazısında neden Hobbit yok diye soracak olursanız; Hobbit ırkı sadece Orta Dünya’ya özgü bir ırktır. Diğer diyarlardaki karşılığı yaklaşık olarak Buçukluktur. Zaten Hobbitlere de Orta Dünya’da Buçukluk denir.) Hobbit hikâyesi, Tolkien’in çocukları için yazmış olduğu fantastik bir masal gibidir ancak bu masal, yayınlandığında o kadar beğenildi ki, insanlar maceranın devamını ve Orta Dünya’yı merak eder oldular. Hobbit’in yayınlanmasının ardından patlak veren 2. Dünya Savaşı sırasında büyük çoğunluğu yazılan Yüzüklerin Efendisi serisi geldi 1954-55 yıllarında. Böylelikle okuyucular savaşın etkisinden kurtulmaya çabalarken kendilerini yeniden çok sevdikleri topraklarda buldular. 3 ciltlik Yüzüklerin Efendisi serisi tam bir Orta Dünya macerasıdır. Hemen hemen Orta Dünya’nın her yeri hakkında bilgi mevcuttur hikâyenin içerisinde. Mesela kitabı okurken ırklar, sınıflar, topraklar ve ilişkiler hakkında pek çok bilgi edinebiliyoruz. Orta Dünya’da cüceler ve elfler birbirlerinde pek hoşlanmazlar. Cüceler dağları, taşları, madenciliği severlerken elfler ise yeşili, doğayı, hayvanları ve güzelliği severler. Aynı zamanda cüceler aksi, asi ve kaba bir tavır içindelerken elfler nazik, narin ve ışıltılar içinde bir yaşam sürmektedir. Bu yapı benzer şekilde diğer fantastik dünyalarda da sürmektedir ama onlardan daha sonra bahsedeceğiz. Kitabı okuyanlar hatırlayacaktır, elflerin ölümsüz olduğundan bahsedilir. Hatta Arwen’in Aragorn’a olan bağlılığı karşısında Arwen’in babası Elrond; “Bir insana âşık olarak ölümsüzlükten vazgeçecek ve ölümlü bir hayatı mı seçeceksin?” der. Buradan elflerin sonsuza kadar yaşadığını varsayabilir miyiz? Aslında pek öyle değil. Öyle olsaydı Orta Dünya’da elf kalabalığı olurdu. Elfler, belli bir yaşam süresinden sonra kitaplarda sadece isim olarak geçen Valinor’a göç ederler. Valinor, Ölümsüz Topraklar adı verilen Orta Dünya’nın hemen hemen aynısı olan kıtanın batısındaki topraklardır. Elfler o toprakları kutsal sayarlar ve oraya göç ederler. Buna rağmen sonsuz bir yaşam süren elf yoktur. Bunun da sebebi, ölümün huzuruna kavuşmak ve yaşamın içindeki çirkinlikleri görerek yaşamdan sıkılmak olarak görülebilir. Orta Dünya’da elfler, cüceler ve hobbitlerin dışında insanlar, orklar (Hobbit kitabında genelde goblinler olarak geçer), yarı-elfler, entler (yürüyen ağaçlar), troller, ejderhalar ve ölüler de bulunur. Kitaplarda genelde kahraman hobbitler olsa da kıtada insan nüfusu ve toprağı daha fazladır. Orklar, genellikle Mordor’un karanlıkları tarafından kontrol edilen ırktır. Çok zeki olmadıklarından dolayı genelde karanlık efendiler tarafından köle ve savaşçı olarak kullanılırlar. Zeki olan Uruk-hai ırkı ise orkların daha güçlüsü olarak imal edilmişlerdir. Uruk-hailer de genelde ork taburlarına komuta ederler.

Genelde hiçbiri bir şehir idare edecek kıvrak zekâya sahip değildir. İnsanlar, yeryüzünde pek çok yere yayılmışlardır. Gondor, Rohan gibi topraklar en bilinen insan yerleşimleridir. Bunun dışında kıtanın kuzeyi ve doğusunda da farklı yerleşimler mevcuttur. Orta Dünya, aynı zamanda çok geniş bir tarihçeye ve kronolojiye sahiptir. “İlk önce Eru vardı…” diye başlar tıpkı Yunan Mitolojisinde olduğu gibi. Eru, tek büyük tanrı olarak geçer kitaplarda. Bunun dışında, Orta Dünya’yı yöneten Valar vardır. (Tekil hali Vala, çoğul hali Valar olarak geçer.) 7 erkek 7 kadın olmak üzere 14 Vala vardır ve bunlar dünyayı yöneten güçlerdir. Bir de Maiar vardır. (Maia tekil, Maiar çoğuldur.) Maiar ise Valar tarafından yeryüzüne gönderilen üstün güçlere sahip kimselerdir. Bu konu aslında o kadar detaylıdır ki anlatmaya 50 sayılık Gölge dergi yetmez. Siz en iyisi Silmarillion kitabını okuyun, daha iyi anlarsınız. Biz kısaca özet geçtik güçleri ve tanrıları. Bu arada, bahsetmeden geçmek olmaz. Hep Orta Dünya diye bahsediyoruz ama bunun asıl sebebi çok fazla kafanızı karıştırmamak. Çünkü hem kitapta hem de filmde Orta Dünya adını duyduk en çok fakat dünyanın asıl adı Arda’dır. Orta Dünya, Arda’nın doğusunda yer alan kıtadır. Arda’nın batısında ise önceden sözünü ettiğimiz Ölümsüz Topraklar bulunur. Ölümsüz Topraklar, tıpkı Orta Dünya gibi kendine has bitki örtüsü ve yaşam biçimi olan topraklardır. Bu kıtada kutsal ve tanrısal pek çok güç ve sembol mevcuttur. Yine bu kıta ile ilgili geniş bilgiyi Silmarillion isimli kitapta ve Kayıp Öyküler kitabında bulabilirsiniz. Yazıda genel hatlarıyla diyarın yapısından söz etmiş olduğumuz için Güç Yüzükleri ve Yüzük Savaşı gibi detaylara girmiyorum. Bu tür detayları merak ediyorsanız Tek Yüzük sitesine veya FRPNET sitesine göz atmanızı öneririm. Oldukça detaylı bilgilere ulaşmanız mümkün. Tüm bu diyar bilgilerinin yanında Yüzüklerin Efendisi Rol Yapma Oyunu’na da kısaca değinelim. Orta Dünya’da geçen bir macerada isterseniz iyi tarafı (insanlar, elfler, cüceler, hobbitler…), isterseniz kötü tarafı (goblinler, uruk-hailer gibi) seçebilirsiniz. Senaryonun illa ki Yüzük Savaşı zamanında geçmesi gerekmez ve illa ki Yüzük Kardeşliği’ne karşı veya onlardan biri olan bir karakter oynamanız gerekmez. Orta Dünya’nın zenginliklerini arayan maceraperest Gondorlu bir çiftçi de olabilirsiniz, Ayrıkvadi’nin düzenini korumak için savaşan bir elf okçu da… Hatta Moria Madenleri’ndeki bir cüce işçi bile olup farklı maceralara atılabilirsiniz. Böylelikle Orta Dünya tarihçesini tam anlamıyla yaşama şansı da bulacaksınız. Bu konuyla ilgili size kısaca MERP olarak bilinen Middle-Earth Role Playing sistemini öneririm. Bu yazıyı okuyunca hâlâ içinizde bu Hobbit, Yüzüklerin Efendisi ve Silmarillion eserlerini okumak için bir tutku uyanmadıysa konuyu iyi anlatamadım demektir; lakin “Ben filmini izledim, gerek yok okumaya,” diyorsanız, neler kaçırdığınızı bilmiyorsunuz bile. Dünya’da İncil’den sonra en çok satan ikinci kitap olan Yüzüklerin Efendisi, modern fantastik edebiyatın temel taşıdır ve ne olursa olsun mutlaka okunması gerekir. Siz de bu keyiften mahrum kalmayın bence. Zaten şu sözü unutmamak lazım; “Dünya ikiye ayrılmıştır derler konu Yüzüklerin Efendisi olduğunda. Onu okumuş olanlar ve okuyacak olanlar.” Siz de bir an önce okuyun ki okumuş olanlara katılıp dünyaya farklı gözlerle bakmaya başlayın. Orta Dünya’dan şimdilik bu kadar. Fantastik dünyaları tanıtmaya devam edeceğiz. Bu süre zarfında hepinize sıcak fantastik günler dilerim.

60

61

Kayra “Keri” KÜPÇÜ www.frp.net


Sinema

Sinema

Samaritan Girl Anlatmak istediğin bir şey varsa içinden gelen, burası tam yeri kızım… Jae-Yeong ve Yeo-Jin lisede okuyan iki arkadaştır. Tek hayalleri Avrupa’ya gitmektir ve bunun için çalışıp para toplamaya başlarlar. Yeo- Jin dünyanın en eski mesleğini yüzünden düşmeyen bir gülümsemeyle icra ediyor arkadaşı Jae-Yeong ise arkadaşının icra ettiği erkekleri mutlu etme sanatında ona yardımcı oluyordu. Ta ki arkadaşı bir polis baskınından kaçarken camdan atlayıp ölene kadar… O gün genç kızın aklına bir fikir gelir. Hem arkadaşına olan vefa borcunu ödeyecektir hem de o güne kadar kazandığı bütün paraları sahiplerine dağıtıp arkadaşının efsanesini anlattığı erkekleri sevgisiyle azize çeviren Vasumitra gibi onlara doğru yolu gösterecektir. Planı kendince kusursuz işlemektedir lakin polis olan babası kızını gördüğünde olaylar rayından çıkar. Ülkemizde Fedakâr Kız adı ile gösterime giren yapım tüketim toplumunun yozlaşmış bireylerini ve bu yozlaşmanın yaş sınırı tanımadığını konusuna nazaran oldukça naif, keskin, doğrudan bir dille yansıtıyor.

62

Güney Kore sinemasının usta ismi Kim-Ki Duk’un senaryosunu ve yönetmenliğini üstlendiği yapım 2004 mahsulü. Yönetmen, kendi ülkesinden yola çıkarak anlatıyor hikâyesini. Bize cinselliğin bedensel hazza ne denli indirgendiğini, basit amaçlar uğruna da olsa para kazanma hırsının masumiyet duvarını nasıl da doğrudan bir güçle parçaladığını ve adaleti sağlamak adına yürek yanığı bir babanın nasıl da kendi görevini hiçe sayıp cinayet işleyebileceğini dolandırmadan tam da anlatmak istediği oktavdan verebiliyor. Tüketim toplumunun çarkları hızla dönedursun biz masumiyet denen güzel yüzlü kızı gömüp yerine haz ve hırs denen iki kadını alıp çıktık yola. Zaman durmadan ilerlerken kolay elde edebilme kavramı örümcek ağı misali sardı etrafımızı. Biz ise arkamıza bile bakmadan yürümeye devam ettik bunca zaman. Yönetmenin bizi misafir ettiği evin karakterleri oldukça ilgi çekici… Yaptığı işi Vasumitra vari yaptığını düşünen gülümsemesi insanın içine dokunan bir kız. Onun ölümünden sonra vicdani hesaplaşmasını onun gittiği yoldan devam ettirmeye çalışan arkadaşı ve görevi adalet dağıtmak olan fakat geldiği nokta da katile dönüşen bir baba… Toplumun dışlanmışlarının gözünden ahlaki çöküşün neredeyse şiirsel anlatımıdır bu film. Öyle ki seyrinizin bir yerlerinde onları haklı görmeye çalışırken buluyorsunuz kendinizi. Asıl amaç ise bir nokta da ayrılıp elinize düşüveriyor. Hırslar, amaçlar, idealler ve doyumsuzlukların hat safhada yaşandığı yozlaşmış bir toplum duruyor avuçlarınızda. Çocuk yaşa inen cinsel istismar, toplum bilincinin tamamen yıkılan duvarları ve adaletin olmadığı yerde adalet sağlayan çelişik ruhlar güruhu… Kim-Ki Duk bu açıdan mükemmel bir yapımla çıkıyor karşımıza. Her ne kadar Boş Ev’de ki duygusal manzara boyamasa da gözümüzü film çok çarpıcı ve etkileyici… Bize veda ederken çamurlu yolda güvendiği tek insanın ellerinden kayıp gitmesine izin vermek istemeyen kızımızın yalpalayarak sonunda yine o çamura gömülmesi ise başından beri anlatıma sunulan bu buruk hikâyenin ana fikrini bir kızın gözünden tüm topluma sunuyor. Biz ise uzaklaşan kameradan bakarken o kıza, kendimize soruyoruz nerede başladı bu yıkım ve nereye gidecek sonu diye. 95 dakikalık bu dramın oyunculuğu ise başarılı. Abartısız ve sade anlatım dilini bedenleriyle perçinleyen ekip de ise Yeo-reum Han, Ji-min Kwak ve Eol Lee’yi görüyoruz. Gülümsüyorsun. Neden gülümsüyorsun Jeong! Gülümseme! Gülümseme! Melahat YILMAZ www.otekisinema.com

63


Çizgiroman

Çizgiroman

64

65


Çizgiroman

Çizgiroman

66

67


Çizgiroman

Çizgiroman

68

69


Çizgiroman

Çizgiroman

70

71


Çizgiroman

Çizgiroman

72

73


Çizgiroman

Çizgiroman

74

75


Çizgiroman

Çizgiroman

76

77


Çizgiroman

Çizgiroman

78

79


Çizgiroman

Çizgiroman

80

81


Çizgiroman

Çizgiroman

82

83


Çizgiroman

Çizgiroman

84

85


Çizgiroman

Çizgiroman

86

87


Çizgiroman

Öykü

Saplantı Ben deli değilim. Biliyorum; ortalıkta öyle olduğuma dair yoğun bir kampanya var; ama bazıları böyle istiyor diye bunu kabullenmem mümkün değil. Tamam, en yakın arkadaşımın eşini öldürdüm. Üstelik ona karşı hiçbir kin duymadığım halde. Sinir krizi geçirdiğim konusu da palavra. Nasıl yapacağımı uzun zaman kafamda kurguladıktan sonra harekete geçtim. Kurbanımın canını alırken, ne bir an tereddüt ettim, ne de pişmanlık duydum. Çoğunluğunuz bu davranışımı anormal olarak nitelendirebilir; ama söylesenize normal nedir? Toplumun koyduğu tüm kuralların doğru olduğunu savunursak, insanın özgür olduğunu nasıl iddia edebiliriz? İnsan düşünen tek varlıksa, bende bu hakkımı kullandım. Düşündüm ve öldürdüm. Tanımadığınız bir insanın yaptıklarını objektif olarak değerlendirmeniz gerçekten çok zor. Gazetelerde bir cinayet işlendiğini okuduğunuzda; zanlının kader kurbanı mı, yoksa manyak mı olduğuna, sadece ama sadece muhabirin yorumuna göre karar veriyorsunuz. İşte bu yüzden önce kendimden bahsedeceğim, belki o zaman benimle empati kurabilirsiniz. Babam, ömrünü bir fabrikada işçi olarak tüketti, annem ise tüm yokluklara rağmen bizi en iyi şekilde yetiştirmek için çırpınarak… Bir başımıza kaldığımızda; ben üniversiteyi yeni bitirmiştim, kardeşim ise son sınıftaydı. Ebeveynlerimizin kendilerini boşuna paralamadığını düşünüyorduk, ne de olsa önümüzde parlak bir gelecek bizi bekliyordu. Yanılmışız. Beklediğimiz fırsatları bir türlü yakalayamadık. İkimizin aynı anda çalışması bile mümkün olmadı. Garip bir uğursuzluk yakamızdan sıkıca kavramış, ileriye dönük bir plan yapmamızı sürekli engelliyordu. O iş bulduğunda, ben işten çıkartılıyordum, ya da tam tersi oluyordu. Dünya varlığımızdan habersiz dönüyordu ve biz üzerindeki bir noktada sessizce yaşam mücadelemizi veriyorduk. Yıllar geçtikçe durumumuz hiç değişmedi, tıpkı medeni hallerimizin değişmemesi gibi... Buna karşın arkadaşlarımız; hem iyi bir iş bulmuşlardı, hem de ve evlenip çoluk çocuğa karışmışlardı. Onlara baktığımda içimde isyan duyguları köpürüyordu; ama yine de umudumu kaybetmiyor, eninde sonunda yaşamımızda bir şeylerin değişeceğini umut ediyordum. Haklıydım, değişti… Kardeşime kanser teşhisi konduğunda, doktorun yüzündeki umutsuz ifadeyi asla unutamam. Başını olumsuz bir şekilde sallayıp, “Tüm vücuda yayılmış. Çok geç kalmışsınız, yine de elimizden geleni yapacağız,” demişti. O günden sonra hayatımız evden çok hastanede geçmeye başladı. Bu dünyada kardeşimden başka hiçbir şeyim yoktu ve onu yitirmekten ölesiye korkuyordum. Ölürse, yaşamımın hiçbir amacı kalmayacaktı. Bu saatten sonra evlenmem de hayaldi, ne yaşım müsaitti, ne de gelirim. Hastanede ziyaretimize gelen yakınlarımız, günler geçtikçe sadece telefon eder oldular. Mekanik bir sesle; kardeşimin durumunu – hâlâ ölüp ölmediğini ve bir şeye ihtiyacım olup olmadığımı sorarlardı. O anlarda, “Sadece dertleşecek bir dosta,” dememek için kendimi zor tutardım. Arkadaşlarımın da bir farkı yoktu, buna rağmen bir tek Hüseyin’in ilgisizliği beni yaraladı. O benim can dostumdu. Kendimi bildiğimden beri hayatımda hep vardı. Birbirimize hiç benzemezdik. Her şeyden önce benim gibi içine kapanık değildi. Ağzı, çok iyi laf yapardı. Bu özelliği sayesinde girdiği her ortama kendini kolayca kabul ettirirdi. Yakışıklıydı da. Mahallede, okulda ona âşık olmayan kız yok gibiydi. İstediği her şeyi fazla emek harcamadan elde edecek kadar da şanslıydı. Bu yüzden; ne iş bulma sorunu oldu, ne de evlenme. Karısı yani Sevgi; hem güzel, hem de çok zengin bir ailenin tek çocuğuydu. Tanıştıklarından kısa bir müddet sonra hayatlarını birleştirdiler, kayınpederinin ölümünün hemen ardından da şirketin başına geçti. Evliliklerinin ilk yıllarında dünyaya gelen tek oğlu, şu an üniversitede. Kısacası, benim sahip olamadığım her şeyi kolayca elde etti; ama bundan asla gocunmadım çünkü o bir nevi kardeşimdi. Arada bir telefon edip kardeşimi sorduğunda, ahizenin arka fonunda sürekli kahkahalar ve müzik sesi duyulurdu. Bu yüzden en çok Hüseyin’e gücendim Kardeşimin durumu ağırlaştığında, artık evin yolunu tamamen unutmuştum. İşten çıkar çıkmaz soluğu hastanede alıyor ve elini avuçlarımın arasına alıp tüm gece başucunda oturuyordum. Gözlerimin önünde erimesini seyrettiğim o karanlık günlerde, evlerinde çoluk çocuklarıyla neşeyle gülüp eğlenen insanları düşünürdüm. Ben burada acı içinde kıvranırken gönüllerince yaşıyorlardı… “Ama onlar beni

88

89


Öykü

Öykü

tanımıyor ki, elbette öyle davranacaklar,” diye içimden geçirdiğim sırada aklıma Hüseyin gelirdi. Onun da şu an; kahkahalar attığını, içtiğini, seviştiğini hayal ederdim. O zaman sinirden dişlerim kilitlenir, üst dudağım seğirmeye başlardı. Öfkeyle, “Böyle adalet olmaz,” diye mırıldanırdım. Gözlerimi, kardeşimin solgun yüzünden kurtardığımda biraz olsun sakinleşir ve “Saçmalama oğlum,” derdim kendi kendime “onun da kendine göre bir hayatı var. Sürekli yanımda olamaz ki.” Geceler çok uzundu. Bu yüzden bir süre sonra telkinlerim kendiliğinden uçup gider ve yüreğimde sadece öfke kalırdı. Giderek bu bende bir saplantı haline gelmeye başladı. Doktorların, “Artık yapacak hiçbir şey kalmadı,” dedikleri günün akşamında Hüseyin aradı. İki kelimeyle kardeşimin hatırını sorduktan sonra Sevgi ile birlikte bir partide olduklarından bahsetti. Telefonu kapattıktan kısa bir süre sonra da kardeşim komaya girdi. Ne yapacağımı bilmez bir halde hastanenin soğuk koridorlarında sabahlarken, aklımda hep Hüseyin vardı. Gece ikimiz için de yeni başlamıştı. O; şu sıralarda neşe içinde içkisini yudumlarken, ben; çaresizlikten iki büklüm olmuş bir şekilde kötü haberi bekliyordum. İlerleyen saatlerde Hüseyin gecenin sonunu sevişerek bitirecekti oysa ben… Sabaha karşı kardeşimin ölüm haberini aldığımda tüm vücudum buz kesmişti. O an; ne ağlayabildim, ne de isyan edebildim. Kendisine boş gözlerle baktığımı gören hemşire, durumu kavrayamadığımı sanıp bir kez daha yineledi sözlerini. Sakin bir şekilde, “Anladım,” dedim. Gerekli işlemleri halletmek için sağa sola koştururken, ilahi adaleti kendi ellerimle gerçekleştirmeye karar vermiştim. Gerek cenaze sırasında, gerekse taziyeleri kabul ederken hep bu konuyu düşündüm. Benim açımdan ilahi adalet; Hüseyin’inin de aynı acıyı tüm hücrelerinde hissetmesiydi; ama bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum. İlk günlerde onu öldürmeye kesin kararlıydım. Günler ilerledikçe bu çözümün fazlasıyla basit olduğunu anladım Ölüm anlık bir olaydı, oysa nefes aldığı her dakika acıyı yüreğinde hissetmeliydi. Günler boyunca ne yapabileceğimi düşündüm. Tüm malları sigortalı olduğundan vereceğim maddi bir zarar ona hiç dokunmazdı. Oğlunu öldürmek, verilebilecek en büyük cezaydı; ama bu en azından benim için imkânsızdı, o çocuk neredeyse ellerimde büyümüştü. Geriye tek bir çözüm kalıyordu, eşini öldürmek. Sevgi’yi severdim. Ne de olsa nikâh şahitleriydim. Her boş vaktinde beni arar, hatırımı sorar, evlerine yemeğe çağırırdı. Duygularımla hareket ettiğimde Hüseyin her zaman olduğu gibi paçayı sıyıracaktı, bu yüzden aceleyle kararımı verdim; kurban Sevgi olacaktı. İlk günlerde bunu yapabileceğimi hiç sanmıyordum. Çektiğim sıkıntılarla böyle düşündüğümü, zaman ilerleyince bu sabit fikirden kurtulacağımı umuyordum. Kendi kendime kaldığım her an, “Saçmalama oğlum,” diyordum “sen asla katil olamazsın.” Beynimin ücra yerlerine gömdükçe, o bambaşka yerlerden filiz verdi ve sonunda bir tutkuya dönüştü. Artık yaşamımın tek amacıydı. Kesin kararımı verince, nasıl öldüreceğimi düşünmeye başladım. Öncelikle kullanacağım silahı seçmeliydim. Sevgi’nin acı çekmesini hiç istemiyordum. Maddi olanaklarım yeterli olsaydı, hiç düşünmeden üzerinde susturucu bulunan bir tabancayı tercih ederdim; ama değildi. Bu durumda en mantıklı çözüm bıçak olarak gözüküyordu. Çocukluğumdan beri heyecanlandığımda avuçlarımın ter içinde kaldığını anımsayınca, duraksadım. Öyle bir sapı olmalıydı ki, asla elimden kaymamalıydı. Aradığım bıçağı günlerce dolaştıktan sonra, salaş bir dükkânın vitrininde buldum. Simsiyah bir sapı vardı ve ucu keskinliğinden olacak insanın gözünü kamaştıracak kadar parlıyordu. Hiç tereddüt etmeden içeriye girdim ve tezgâhtarın türlü önerilerine rağmen ısrarla vitrindeki bıçağı istedim. Sapı abanoz ağacından yapılmış olan bıçağı elime aldığımda aradığımın bu olduğunu hemen hissettim. Elime çok iyi oturmuştu ve ucu dokunmamla bile parmağımı kanatacak kadar keskindi. Pazarlık yapmadan istediği fiyatı verince eski bir gazeteye gelişigüzel sarıp naylon bir torbanın içine koydu. Elimde poşet kaldırımda yürürken, yanımdan geçen her insanın bakışlarını üzerimde hissediyordum. “Elindekinin ne olduğunu, nerede kullanacağını çok iyi biliyoruz,” dercesine kinayeli bir şekilde yüzüme bakıp, gülümsüyorlardı. Heyecandan yüreğim yerinden fırlayacakmışçasına atmaya başladı, adımlarımı hızlandırdım, onlar da hızlandılar. Tüm vücudum ter içinde kalmıştı, parmaklarımdan süzülen ter damlacıkları poşete damlıyordu. Sonunda dayanamayıp koşmaya başladım. Caddeye ulaştığımda önüme çıkan ilk

90

91


Öykü

Öykü

taksiye atladım. Dikiz aynasından beni süzen şoförün bakışlarını görmemek için başımı öne eğdiğimde, midem bulanıyordu. Eve girer girmez kapıyı kilitleyip sürgüyü taktım. Uzun bir süre sırtımı kapıya dayanıp soluklandıktan sonra ancak kendime geldim. Zorunlu gereksinimlerim haricinde bir hafta boyunca dışarıya hiç çıkmadım. Önce; acı duymaması için internette araştırma yapıp öldürücü noktaları öğrendim, sonra da; elimi bıçağa alıştırdım. Hazır olduğumu hissedince de, Sevgi adını verdiğim yastık üzerinde eksersizlere başladım. Son olarak bıçağın içine rahatça girmesi için, kabanımın iç cebini titizlikle genişlettim. Günler sonra evden çıktığımda, dışarıda yağmur yağıyordu. Sağ elimle bıçağın olduğu yeri kontrol ettim, en ufak bir pot bile yoktu. Apartmanın önünde durup Hüseyin’i aradım. İşyerindeydi. Yanına geleceğimi söyleyince, “Bekliyorum,” dedi. Sokağın sonunda bulunan telefon kulübesine doğru hızla yürüyüp, oradan evini aradım. Sevgi açtı. Sessizce kapattım. Bu saatte oğlan okulda olmalıydı ve önümde çok az zamanım vardı. Yoldan geçen bir taksiye atladığımda, hiç olmadığım kadar sakindim. Evlerinden birkaç sokak ileride indim ve acele etmeksizin yürümeye başladım. Oturdukları siteye ulaştığımda görevlinin yerinde olmadığını görünce, şanslı günümde olduğumu anladım. İşim gereği güvenlik kameralarının özelliklerini iyi biliyordum ve bu eve onların kör noktalarını beynime kazıyacak kadar sık geldiğimden, rahatça içeriye girip zili çaldım. Sevgi, karşısında beni görünce şaşırıp, soran gözlerle yüzüme baktı. Rahat bir tavırla, “Buralardan geçiyordum, yağmura yakalanınca uğrayıp bir çayını içeyim,” dedim. Bu sözlerim karşısında gözlerinin içi güldü. İçeri girmem için kenara çekilirken, “İlk defa yağmurun yağmasına bu kadar çok sevindim,” dedi. Evde, ikimizden başka kimse yoktu. Bir süre salonda muhabbet ettikten sonra, çay koymak için dışarı çıkınca, yavaşça yerimden kalktım ve kabanımdan bıçağı çıkartıp mutfağa gittim. Arkası bana dönük olduğundan, içeriye girdiğimi fark etmedi. Yavaş adımlarla yanına yaklaşırken, yüreğim tüm apartmanı temellerinden sökecekmişçesine atmaya başlamıştı. Duraksadım ve sesi bastırmak için sol elimi yüreğimin üstüne koydum; ama bu hiçbir işe yaramadı. Gürültü azalacağına daha çok artmıştı. Sevgi’nin bu sesi duymadığına inanamıyordum. Zamanım giderek azalıyordu, bu yüzden tüm korkuma rağmen yeniden harekete geçtim. Tam arkasına ulaştığımda, hiç düşünmeden sol elimle vücudunu kendime doğru çektim ve sağ elimde sıkı sıkıya tuttuğum bıçakla, boynunu boydan boya kestim. Her şey birkaç saniye içinde bitmişti. Yere yığıldığında zemin bir anda kan gölüne döndü. Gözleri açıktı. “Neden?” diye sorar gibi bana bakıyordu. Cansız bedenini göz ucuyla seyrederken, hiçbir pişmanlık duymadım. Az evvelki heyecanımdan da eser kalmamıştı. Acele etmeden banyoya gidip bıçağı ve üzerime bulaşmış olan kan izlerini temizledim. Evin içinde bıraktığım parmak izlerini, büyük bir dikkatle sildikten sonra, göz deliğinden merdiven boşluğunu kontrol ettim, kimse yoktu. Hızla kapıyı açtım ve asansörlere yöneldim. Kimseye görünmemek için doğruca garaja inip, oradan dışarıya çıktım. Birkaç sokak geçtikten sonra Hüseyin’in yanına gitmek üzere bir taksi çevirdim. Olayı duyduğu an onun yanında olmak istiyordum. Etrafına alaycı bakan iri siyah gözlerinin; duyduğu acıyla kavrulup küçülmesini, dudaklarındaki gülümsemenin; aniden donmasını, beyninin iflas etmesiyle birlikte megaloman tavrının yerlerde sürünmesini, herkesi etkileyen ses tonunun titremesine tanık olmak, acımı biraz olsun hafifletecekti. İşyerine vardığımda, olayın üstünden sadece yarım saat geçmişti. Beni görünce gözlerinin içi parladı ve hemen ayağa fırlayıp sıkıca sarıldı. Eliyle sırtıma vururken, bir yandan da ne kadar hayırsız olduğumu söyleyip duruyordu. Üzerimden çıkarttığım kabanımı askılığa asmak için elimden kaptığında, donakaldım. Böyle bir hata yaptığıma inanamıyordum. Bıçağı hissetmemesi için bildiğim tüm duaları içimden okuduğum sırada, neler yaptığı sordu. “Hiç.” Dediğimde, sesim belirgin bir şekilde titriyordu. Bıçağı fark etmemişti; ama o üç saniyelik zaman dilimi, hayatımın en stresli anıydı. Yerine oturduğunda gözlerini üzerime dikip, “Hayatında hâlâ kimse yok değil mi?” diye sordu. Ses çıkartmayınca bu sefer de, “Bu böyle olmaz. Sana bir hatun bulmak şart, yoksa kafayı yiyeceksin.” dedi. “Kısmet,” diyerek konuyu kapatmaya çalıştıysam da, ısrarla üzerime gelmeye başladı. Sıkılmıştım. Yerimden kalkıp gitmemek için dişlerimi sıkıyor, bir yandan da kendi kendime, “Gül bakalım, nasılsa bunlar son gülmelerin,” diyordum.

Aradan iki saat geçmesine karşın, beklediğim haber bir türlü gelmemişti. Sakinliğimi giderek kaybediyordum. Avuçlarımın içleri ter içinde kalmıştı. Sürekli saatimi kontrol ettiğimi görünce, “Ne ikide bir saatine bakıyorsun? Gören de yetişecek bir işin var sanacak,” dedi. Bozulduğumu saklamaya gerek görmeden, “Haklısın senin gibi bir işim yok; ama yine de gitmek zorundayım,” dedim. Kırıldığımı anlamıştı, yerinden kalkıp yanımdaki koltuğa oturdu. Sağ elini bacağımın üstüne koyup, “Sende amma alıngan oldun be kardeşim. Artık şaka bile yapamıyoruz. Neyse bir yere gitmeyi aklından çıkart. Akşam birlikteyiz. Şimdi Sevgi’yi arıyorum ve geç geleceğimi haber veriyorum. İtiraz istemem,” dedi. Yanıtımı beklemeden cep telefonunu çıkartıp numarayı çevirdi. Uzun süre çaldırdıktan sonra, “Cevap vermiyor. Kim bilir nerede?” diyerek telefonunu cebine koydu ve “En iyisi biz çıkalım, nasılsa aradığımı görünce döner,” dedi. Otelin; boğazı panoramik olarak gören barına oturduğumuzda, olayın üzerinden yaklaşık dört saat geçmişti. “Güzel günlere,” diyerek kaldırdığımız kadehlerin ardından Hüseyin sürekli bir şeyler anlatmaya başladı. Konudan konuya atlıyor, kendi yaptığı esprilere yine kendisi gülüyordu. Bardağındaki son yudumu içip yenilemesi için garsonu çağırdığında, telefonu çaldı. Bana göz kırpıp, “Sevgi’dir,” dedi. Heyecanla yerimden doğruldum ve tüm dikkatimi üzerine yoğunlaştırdım. Önce kaşlarını çattı, sonra gözleri küçüldü. Dudaklarındaki gülümseme ise çoktan kaybolmuştu. “Sakin ol oğlum. Hemen geliyorum. Polise haber ver…” diye konuştuğunda sesi titriyordu. Telefonu kapattığında yüzü kireç gibiydi. “Sevgi’yi… Sevgi’yi…” Devamını bir türlü söyleyemiyordu. İçimdeki sevinci gizlemeye çalışarak, “Ne olmuş Sevgi’ye?” diye sordum. Bir süre boş gözlerle bana baktıktan sonra, “Sevgi’yi öldürmüşler… Galiba boğazını kesmişler. Öyle dedi bizim oğlan,” diyebildi. Eve ulaştığımızda polisler de yeni gelmişti. Oğlu bizi görür görmez ikimize birden sarılarak ağlamaya başladı. İlk defa, o an kısa bir süreliğine içim ezilir gibi oldu. Gözyaşıma hükmetmekte zorlanıyordum. Cinayet masasından bir komiserin yanımıza gelmesiyle, bu tatsız durumdan kurtulup kendimi toparladım. İfademizi aldıktan sonra Hüseyin’e düşmanı olup olmadığını sordular. Böyle bir işi yapacak kadar nefret eden kimsenin olmadığını söylediğinde, dudak büktüler. Çünkü kapı zorlanmamış, evden bir şey çalınmamıştı. Bir tek bunlar bile olayın hırsızlık için yapılmadığını, katilin Sevgi’nin tanıdığı biri olduğunu zaten apaçık gösteriyordu. Soruşturma, yakın çevre üzerinde yoğunlaştırıldı. Tüm arkadaşları, komşuları, akrabaları sorguya alındı. Sıra bana geldiğinde, komik ama en büyük destekçim Hüseyin oldu. Komisere, “Bu işi yapacak en son kişidir. Hem Sevgi’yi çok severdi, hem de cinayet anında yanımdaydı,” dedi. O bu şekilde ifade verince tüm projektörler üzerimden çekildi Günler geçtikçe Hüseyin kendini toparlamaya başladı. Zaten o ilk şoku yaşadığı an dışında, beklediğim çöküntüyü hiç yaşamamıştı. Sevgi’yi tamamen unutmuş gibiydi. Bu arada yeni bir eve taşınmış, oğlunu da yurt dışında bir okula göndermişti. Fırsat bulduğunda beni telefonla arıyor, hatırımı soruyordu. O anlarda, müzik ve kadın sesleri ahizenin arka fonundan hiç eksik olmuyordu. Ona yapmayı planladıklarımı, farkında olmadan o bana yapıyordu ve bundan çok büyük acı duyuyordum. Giderek dibe batmaya başlamıştım. İşte o bunalımlı günlerimin birinde, yine beni aradı ve “Buluşalım,” dedi. Neşeli halini görmeye katlanamayacağımdan kesin bir dille reddettim. “Mazeret kabul etmiyorum, yarım saate kadar oradayım,” dedikten sonra da telefonu kapattı. Kapıma dayandığında aynı inatçı tavrını sürdürünce, itiraz edemedim. Beyoğlu’nda bir meyhaneye oturduğumuzda, hiç görmediğim kadar keyifliydi. Sevgi’nin adını bir kez bile anmadan, tüm gece kadınlardan bahsedip durdu. Bu arada sürekli içiyordu. Hesabı istediğinde, dili peltekleşmişti. Bardağındaki son yudumu bitirdikten sonra göz kırpıp, “Allah Sevgi’yi öldürenden razı olsun. Onun sayesinde hayatımı yaşıyorum yahu,” dedi. Göğsüme bir kurşun saplanmışçasına sarsıldım. Elimdeki bardağı masaya bırakıp yüzüne baktım, sırıtıyordu. Sinirlenmemeye çalışarak ne demek istediğini sordum. “Özgürlük gibisi var mı kardeşim? Yıllardır Sevgi’nin elinden neler çektiğimi bir ben bilirim, bir de Allah… Biliyorsun babası öldüğünde her şeyi Sevgi’ye bıraktı, bu yüzden boşanmayı bir türlü göze alamıyordum.”

92

93


Öykü

Öykü

“Ama bundan bana hiç bahsetmedin. Mutlusunuz sanıyordum.” “Anlatsam ne değişecekti ki… Öyle böyle değil inanılmaz kıskançtı. Benim gibi adama yıllardır rahip hayatı yaşattı. Ama şimdi her gün başka bir kadınla birlikte olarak o günlerin acısını çıkarıyorum.” “İçin hiç acımıyor mu yokluğuna?” “Saçmalama, ömrüm boyunca bu anı bekledim.” Midem bulanmaya başlamıştı. Daha fazla dayanamayacağımı anlayınca yerimden fırladığım gibi tuvalete koştum ve içimde ne var ne yoksa hepsini çıkarttım. Lavaboda elimi yıkarken her tarafım titriyor, ağzımdaki acı tat bir tümör gibi tüm vücuduma yayılıyordu. Yalpalayarak meyhaneden çıkıp yürümeye başladım. Saatler sonra eve ulaştığımda sıtmaya tutulmuşçasına üşüyordum. Kapıyı açıp içeri girdiğimde duraksadım. Sevgi, sırtını duvara yaslamış bana bakıyordu. Dudaklarında; buruk bir gülümseme, gözlerinde; boşa öldürülmüş olmanın mahzunluğu vardı. Kaçmak istediysem de, başaramadım. Ne yöne gitsem anımda önüme çıkıyordu. O artık her yerdeydi… Sevgi’nin varlığını hissettiğim o günden sonra, dış dünyayla olan tüm ilişkimi kopardım. Kapana sıkışmış bir fare gibi sürekli olarak evin içinde dolanıp bir çıkış yolu bulmaya çalışıyordum. Bu arada; ne doğru dürüst yemek yiyebiliyordum, ne de uyuyabiliyordum. Kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım aklıma Hüseyin’i öldürmekten başka bir çözüm gelmiyordu. Dönüp heyecanla Sevgi’ye anlatıyordum bu düşüncemi, beğenmediğinden olacak bakışları hiç değişmiyordu. Yanıt alamayacağımı bildiğim halde çaresizce, “Ne yapmalıyım o zaman?” diye bağırıyordum. Uykusuz geçen gecelerin birinde, gözüm kafesinde sessizce duran kanaryama takıldı. Yatağımdan doğrulup dikkatlice hareketlerini inceledim. Etrafına, içindeki tüm yaşam sevincini kaybetmiş gibi bakıyordu. Aradığım çözüm tam karşımdaydı ve ben onu bugüne kadar görememiştim. Heyecanla ayağa fırlayıp aklımdan geçenleri Sevgi’ye anlattım, dudaklarında hafif bir tebessüm belirdi, ardından geldiği gibi sessizce yok olup gitti. Rahatlamıştım. Yatağıma uzandım ve başımı yastığa koyar koymaz da hemen uykuya daldım. Sabah uyanır uyanmaz banyoya girdim. Hayatımın en uzun duşunu alıp, uzayan sakallarımı kestim. Dolabımdan en şık takım elbisemi seçip giyindikten sonra da, özenle sakladığım yerden bıçağı çıkartıp bir torbaya koydum. Günlerdir sadece ölmeyecek kadar yiyordum, bu yüzden evden dışarı çıkar çıkmaz soluğu pastanede aldım ve güzel bir kahvaltı yaptım. Artık hazırdım. Yoldan geçen bir taksiye binip, “En yakın karakola lütfen,” dedim. Komisere suç aletini teslim edip cinayeti itiraf ettiğimde, neden yaptığımı sordu. “Hüseyin istediği için. “ Dedim ve hiç tereddüt etmeden konuşmaya devam ettim. “Uzun zamandır araları kötüydü. Boşandığında beş parasız kalacaktı bu yüzden onu öldürmeye karar verdi ve benden yardım istedi.” “Sende hemen kabul ettin, öyle mi?” “Mecburdum. Uzun zamandır issizdim ve paraya ihtiyacım vardı.” “Şimdi neden itiraf ediyorsun?” “Para yüzünden. Kapana sıkıştığımı düşündüğünden söz verdiği ödemeyi yapmıyordu.” Hüseyin’in anlattıklarımı inkâr etmesi hiçbir işe yaramadı. Şu anda ikimizde hapisteyiz. Avukatları aracılığıyla deli olduğumu ispatlamaya çalışıyor. Tüm gücünü bu yönde harcamasına karşın, henüz başarılı olamadı. Zaten bu da mümkün değil, çünkü ben deli değilim... Öykü: Atilla BİLGEN

94

95

İllüstrasyon: Yunus KOCATEPE


Sinema

Sinema

1 1 0 2 0 1 0 2

u n o z Se

) 2 ( i s e m r i d n e l r e ğ De

Gölge'nin geçtiğimiz sayısında 2010-2011 sezonunda gösterime giren filmler hakkındaki değerlendirmemize başlamıştık. Bu ay yine belli türlere giren filmlerle değerlendirmemize devam edelim. Komedi Filmleri: Komedi filmlerinden bahsetmeye her zaman olduğu gibi romantik komediler ile başlayalım. Bu tür, klişelerin en yoğun kullanıldığı türlerden biri aslında. Sadece hikâyesini okuduğunuzda tüm filmin nereye doğru yol aldığını çok rahatlıkla tahmin edebilirsiniz. Jennifer Lopez'in gayet sıradan filmi B Planı (The Back Up Plan), Drew Barrymore'lu Seni Uzaktan Sevmek (Going The Distance), Katherine Heigl'ın her yıl oynadığı romantik komedilerden bir yenisi olan Başımıza Gelenler (Life As We Know It) ve Kate Hudson'lu Ödünç Sevgili (Something Borrowed) tam da bu filmlerdendi. Adam Sandler'ın Hayatım Yalan (Just Go With It) filmi de çok orijinal sayılmazdı ama en azından eğlenceliydi. Romantik komedilerde sezonun dikkat çeken trendlerinden biri ise işin içine cinselliğin de önemli bir

96

Başımıza Gelenler (Life As We Know It)

Aşk Sarhoşu

boyut olarak dâhil edilmesiydi. Alıştığımız Amerikan romantik komedilerinde cinsellik çok kısıtlı olarak yaşanır, genelde de çok fazla gösterilmezdi. Ancak bu sezon, Aşk Sarhoşu (Love & Other Drugs), Bağlanmak Yok (No Strings Attached) ve Garip Bir Aşk Öyküsü (Zack and Miri Make a Porno) filmleri cinselliğe epey yer veren romantik komedilerdendi. Anne Hathaway'in cesur performansı ile dikkat çeken Aşk Sarhoşu, başlarda farklı yönlere yol alacak bir filme benzerken ilerledikçe başta Gönül Avcısı (L'arnacoeur-Heartbreaker) vaat ettiklerini yerine getiremiyor ve klişe romantik komedi formülleri ile klişe drama formüllerinin bir karmasını sunmaktan öteye gidemiyordu. Bağlanmak Yok'un, yeni Oscar kazanmış Natalie Portman'ı karşımıza getirmekten fazla bir özelliği yoktu. Herkes aynı fikirde olmasa da Garip Bir Aşk Öyküsü ise senarist/yönetmen Kevin Smith'in zekâsını bir kez daha kanıtlayan çok keyifli bir filmdi bence. Özellikle Star Wars göndermeleri gerçekten çok başarılıydı. Her ne kadar onlar da çok orijinal olmasalar da türün kişisel olarak bana en keyif veren filmleri ise Fransa'dan geliyordu. Fena halde Amélie tatları taşıyan Aşka Fırsat Ver (L’âge de Raison), Sophie Marceau'nun 40'lı yaşlarda da ne kadar güzel olduğunu gösteriyordu. Gönül Avcısı (L’arnacoeur – Heartbreaker) ise Romain Duris ve Vanessa Paradis'in uyumları ile değer kazanıyordu. Elbette komedi filmlerini sadece romantik komediler ile sınırlandıramayız. Önce kötüler. Zor Baba 3 (Meet The Parents: Little Fockers) ilki gayet başarılı olan bir serinin gereksiz üçüncü filmi iken, Vay Anam Vay: Babasının Oğlu (Big Momma’s House: Like Father Like Son) ise zaten ilk iki filmi de pek bir şeye benzemeyen bir serinin neden çekildiği bile belli olmayan üçüncü filmiydi. Biri Beni Isırdı (Vampires Suck) ise Alacakaranlık Zor Baba 3 (Meet The Parents: Little Fockers) (Twilight) serisinin parodisi olmaya çalışırken en az orijinal film kadar kötü olmayı başarıyordu. Adam Sandler'ın sezon içinde izlediğimiz diğer filmi Büyükler (Grown Ups) bir grup çocukluk arkadaşının yıllar sonra bir araya geldiklerinde yaşadıklarına odaklanırken yine eğlenceli ama önemli olmayan bir film olarak kalıyordu. Yedek Polisler (The Other Guys) ise geçen ay bahsettiğimiz aksiyon filmleri kısmına da alınabilecek ama komedi yanı daha ağır basan bir filmdi. Örnek Aile (The Joneses), Demi Moore ve David Duchovny'nin başı çektiği kadrosuyla çok şey vaat eden bir film değildi belki ama beklenmedik bir şekilde sıkı bir kapitalizm eleştirisi yapıyordu. Birbirinden farklı özelliklerde iki erkeğin farklı nedenlerle yollara düşmesini, yolculukları sırasında da birbirlerini anlamalarını anlatan iki farklı film vardı karşımızda bu sezonda. Zorlu Görev (Get Him To The Greek) bu filmlerin daha sulusu iken, Git Başımdan (Due Yedek Polisler (The Other Guys)

97


Sinema

Sinema

Date) ise bol kahkahanın arasına dramatik sahneleri de başarılı bir şekilde yedirebilmişti. Ama ikisi de tam bir başarı değildi. Son olarak yine iki Fransız filminden bahsedelim. Copacabana: Düğün Hediyesi (Copacabana) filminde dramatik rollerin muhteşem oyuncusu Isabelle Huppert, kızı Lolita Chammah ile birlikte kamera karşısına geçiyor ve komedide de gayet başarılı olduğunu gösteriyordu. Ancak film Huppert'in performansı kadar başarılı değildi ne yazık ki. Fransız sinemasının efsanelerinden Catherine Deneuve ise François Ozon'un yeni filmi Kadın İsterse (Potiche) ile karşımızdaydı. Üstelik karşısında bir kez daha Gérard Depardieu vardı ki bu ikiliyi izleme şansı bile filmi izlemek için yeterliydi. Ama Ozon'un erkeklerin dünyasında kendine yer bulan bir kadını anlattığı bu filmi her açıdan da gayet başarılıydı. Aşk, Hüzün, Gözyaşı: Bir de aşk filmleri vardı elbette. Miley Cyrus hayranlarını sinemaya çağıran Son Şarkı (The Last Song) ve Zac Efron hayranlarına yönelik Kardeşimden Sonra (Charlie St. Cloud), iki genç oyuncunun popülaritesinden yararlanmaya çalışan iki gençlik filmiydi. Aşkın Büyüsü (Water For Elephants) da Robert Pattinson ve Reese Witherspoon isimlerini ön plana çıkararak ilgi çekmeye çalışan bir filmdi. Yine de diğer ikisinden bir derece daha iyi bir yapımdı. Son Gece (Last Night), kadın-erkek ilişkileri ve aldatmayı irdeleyen mütevazı ve orta karar bir bağımsız filmdi. İki Kadın, Bir Erkek (The Kids Are All Right), lezbiyen bir çiftin hayatına bir bakış atarken evliliği kutsayan yapısıyla örneğini onlarca defa izlediğimiz heteroseksüel bakış açısıyla çekilmiş filmlerden farklı değildi aslında. Xavier Dolan’ın bu sezon gösterime giren iki filminden Hayali Aşklar (Les Amours Imaginaires Heartbeats) ise iki erkek ve bir kadın arasında geçen aşk hikâyesiyle Fransız Yeni Dalga’sından da etkiler taşıyan çok daha başarılı bir filmdi. Aşk filmi denince asıl başarılı yapımlar ise Benim Adım Aşk (I am Love) ve İhanet (Partir) idi. Her ikisinin de ortak noktası üst sınıftan kadınların kocalarını bırakarak alt sınıftan bir adama duydukları yoğun aşkı

98

Git Başımdan (Due Date)

Kadın İsterse (Potiche)

Aşkın Büyüsü (Water For Elephants)

Benim Adım Aşk (I am Love)

Hayali Aşklar (Les Amours Imaginaires)

Beni Asla Bırakma (Never Let Me Go)

Mutluluğun Peşinde (Rabbit Hole)

anlatmalarıydı. Yine her ikisi de başrollerindeki kadın oyuncuların (Tilda Swinton ve Kristin Scott Thomas) muhteşem performansıyla ön plana çıkıyordu. Abbas Kiarostami’nin Juliette Binoche ile ikinci buluşması olan Aslı Gibidir (Copie Conforme - Certified Copy) tam anlamıyla bir aşk filmi değildi ama kadın-erkek ilişkileri üzerine gayet sağlam bir yapımdı ve sezonun önemli filmlerindendi. Sezonun en iyi filmlerinden bir diğeri ise geçen ay bahsettiğimiz bilimkurgu filmleri arasında da adı anılabilecek ama çoğunlukla aşk hikâyesi tarafı ağır basan Beni Asla Bırakma (Never Let Me Go) idi. Sinemalardan çok iz bırakmadan geçti, ödül sezonunda da adından çok bahsedilmedi ama sezonun kaçırılmaması gereken filmlerinden biriydi. Bir de içinde aşk olmasa da duygusal bir konu üzerine odaklanan filmler vardı. Anneler ve Kızları (Mother and Child), adından anlaşıldığı gibi anne-kız ilişkilerini temel alıyordu. Mutluluğun Peşinde (Rabbit Hole) ise tek çocuklarını bir kaza sonucu kaybeden bir ailenin bu büyük acıyı atlatma süreci üzerine odaklanmıştı. Çok kolay duygu sömürüsü yapılabilecek bir konunun hiç bu tip yollara başvurmadan soğukkanlılıkla anlatılması filmin en önemli özelliğiydi. Başrollerdeki Nicole Kidman ve Aaron Eckhart filmin ruhuna uygun, abartısız ama başarılı oyunculuklar sunuyorlardı. Çocuk Filmleri ve Animasyonlar: Bu sezon çocuk filmleri ve animasyonlara üç boyutlu filmlerin iyiden iyiye damgasını vurduğunu gördük. Küçük bütçeli örneklerinde bile üç boyut teknolojisi kullanılmaya başlandı. Ancak ufak ufak bunun da bıkkınlık yaratmaya başladığını ve beklenen gişeyi getirmediğini de görüyoruz. Bakalım bundan sonraki sezonlarda bu trend nereye doğru ilerleyecek.

99

Sevimli Hayvanlar (Animals United)


Sinema

Sinema

Animasyonlar için Pixar, Dreamworks gibi büyük stüdyoların filmleri ile daha küçük bütçeli filmleri ayrı ayrı değerlendirmek doğru olur. Çünkü bu iki kanat teknik açıdan birbirleri ile kıyaslanabilecek bir durumda değiller. Küçük bütçeli olmak bir filmi kötü yapmıyor elbette ama bu kategorideki filmlerden biri vardı ki tüm sezon gösterime giren filmler içinde en kötüsü ve en utanmazıydı belki de. Panda: Sihirli Yol (Way of the Panda) filmi hem animasyon kalitesi hem de hikâye olarak yerlerde sürünmesi bir yana Kung Fu Panda 2'nin gösterime girmesinden sadece bir kaç hafta önce gösterime sokularak onun yarattığı havadan da faydalanmaya çalışıyordu ne yazık ki. Gösterim tarihine yönelik bu eleştirim Türkiye için geçerli ama tarihini boş verin, gösterime sokulması hatta böyle bir film olması bile başlı başına bir hata zaten. Neyse ki küçük bütçeli animasyonların hepsi böyle değildi. Gezegen 51 (Planet 51), Sammy’nin Maceraları (Sammy’s Adventures: The Secret Passage), Alfa ve Omega: Eve Dönüş Macerası (Alpha and Omega) gibi filmler çok önemli olmasa da seyredilebilir filmlerdi. Yine bu kategoride ele alabileceğimiz Sevimli Hayvanlar (Animals United) ise çevreci konusu, kapitalizm karşıtı tavrı ve “dünyanın bütün hayvanları, birleşin” şeklindeki mesajı ile çocuklara yönelik olmasına karşın ciddi ciddi mesaj yüklü ama eğlenceli bir animasyondu ve kesinlikle izlenmeliydi. Teknik açıdan bu filmlerden çok daha yukarılarda seyreden animasyonlara geldiğimizde hemen hepsinin belli bir seviyeyi geçtiğini görüyoruz. Çılgın Hırsız (Despicable Me), karşımıza altın yürekli bir hırsız getirirken çok eğlenceli bir film sunuyordu. Dreamworks'ün Megazekâ (Megamind) filmi de süper kahraman motifine farklı bir bakış atıyor ve yine başta Çılgın Hırsız (Despicable Me) kötü gibi görünen bir karakteri başrole oturtuyordu. Disney ise çok iyi bildiği yoldan sapmıyor, Karmakarışık (Tangled) ile Rapunzel masalının bir uyarlamasını yapıyordu. Ama yine gayet keyifli bir filmdi karşımızdaki. Pixar'ın Oyuncak Hikâyesi 3 (Toy Story 3) filminin seveni çoktu. İki adet Oscar da kazandı ama kanımca serinin diğer filmlerini aratıyor ve tam bir başarı haline gelemiyordu. Ancak her zamanki Pixar kalitesini de barındırıyordu doğrusu. Bu kategorinin en iyisi ise Rango idi. Karayip Korsanları serisinin ilk üçünün yönetmeni Gore Verbinski dördüncü film yerine bir animasyon çekmeyi tercih etmiş ve çok da iyi etmişti. Karşımızda başkarakterleri hayvanlar olan şahane bir spagetti western vardı. Türün her türlü klişesini animasyonda yerli yerinde kullanmayı başaran Verbinski yılın en keyifli filmlerinden birine imza atıyordu. Türün en önemli figürlerinden Clint Eastwood'a selam çakmayı da ihmal etmiyordu. Bir de Sihirbaz (The Illusionist – L’illusionniste) vardı ki animasyonların bilgisayar olmadan düşünülmediği, büyük çoğunluğunun üç boyutlu olduğu bu günlerde Sihirbaz (The Illusionist – L’illusionniste) bu akımlara hiç kulak asmıyordu. Yönetmen Sylvain Chomet, Jacques Tati'nin yıllar önceki bir senaryosundan uyarladığı bu filminde değişen koşullar karşısında çevresine uyum sağlamaya çalışan bir sihirbazı anlatırken insanın içine dokunan bir film yapıyordu ve bize bir kez daha animasyonun sadece çocukları hedef kitle olarak alması gerekmediğini gösteriyordu.

100

Tümüyle animasyondan oluşmayan çocuk filmlerinde de aslında animasyon ve gerçek görüntüleri birleştiren filmler çoğunluktaydı. Kediler ve Köpekler: Kitty Galore’un İntikamı (Cats and Dogs: The Revenge Of Kitty Galore), Ayı Yogi (Yogi Bear) ve Hop filmleri minikler için ideal filmlerdi. Özellikle Ayı Yogi belli bir kuşak için bir nostalji de içeriyordu. Keşke Türkçe seslendirmesini de eski günlerdeki gibi Erol Günaydın yapsaydı. Özel efekt ve bilgisayar animasyonuna bel bağlamayan tek çocuk filmi ise Saftirik Greg’in Günlüğü (Diary of a Wimpy Kid) idi. Geçtiğimiz Mart ayında Amerika’da ikincisi de gösterime giren bu film bizde beklenen seyirciyi toplamadı ama pek keyifli bir filmdi esasında.

Ayı Yogi (Yogi Bear)

Müzikaller ve Belgeseller: Bu sezon müzikal ve belgesel gibi genellikle özel ilgi alanlarına seslenen filmler açısından çok kısır bir dönemdi. Saftirik Greg’in Günlüğü (Diary of a Wimpy Kid) 3 adet yabancı belgeselin gösterime girdiği bu sezonda sadece IMAX salonlarında gösterime giren Arabistan (Arabia) filmi son derece yetersiz bir belgeseldi. Zaten sadece Ramazan dolayısı ile gösterime girdiği de çok açıktı. Diğer 2 belgesel çok daha kaliteliydi ama yine çok az sayıda salonda gösterime giriyor ve çok kısıtlı bir seyirciye ulaşabiliyordu. Geçen yılın Oscar’lı belgeseli Koy (The Cove) Ntv’nin desteği ile sadece bir kopya olarak gösterime giriyor ve eğer yanılmıyorsam İstanbul’dan başka bir yerde de gösterilmiyordu. Formula 1’in efsanevi pilotu Ayrton Senna’nın hayatına bir bakış atan Senna belgeseli ise belki 15 kopya olarak gösterime girdi ama çoğu sinemada az sayıda seansta gösterime girdi hem de her nedense Türkçe altyazısız olarak gösterildi. Sonuçta gayet başarılı bir belgesel olmasına rağmen sadece 341 seyirciye ulaşabildi. Bu sezon gerçek anlamda bir müzikal ise yoktu. Bir operanın 3 boyutlu olarak gösterildiği Carmen sadece belli sinemalarda ve birkaç seansta oynadı. Bu yüzden gösterime girmiş bile sayılamaz belki de. Sokak Dansı 3D (Step Up 3D) ise belli bir seyirci kitlesi olan dans filmi serisinin üçüncü filmiydi. Başarılı koreografisi ve başarılı üç boyut kullanımı ile izlenebilir bir filmdi. Ama üç boyut ve dansın asıl başarılı birleşimi bir yanıyla belgesel de sayılabilecek Pina idi. Wim Wenders’in yıllardır proje halinde olan ama ancak Pina Bausch’un ölümünden sonra hayata geçirebildiği bu filmde Pina Pina’nın dans koreografilerini başka bir tatta karşımıza getiriyordu.

101


Sinema

Sinema

Ve Diğerleri: Geldik belli bir türe dâhil etmekte zorlandığımız filmlere. Bu bölümde çoğunlukla Avrupa filmlerinden ve bağımsızlardan bahsedeceğiz. Aslında pek çok iyi film de bu bölümde bahsedeceğimiz filmlerden çıktı. Ama önce kişisel olarak en büyük hayal kırıklığım. Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor (Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives) filmi 2010 yılında Cannes’da Altın Palmiye alan film olmuştu, üstelik Tim Burton başkanlığındaki bir Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor (Uncle jüriden. Bu nedenle ümitlerim büyüktü. Ancak karşımıza Boonmee Who Can Recall His Past Lives) çıkan film, içine girmesi son derece zor, içindeki felsefe tarafı son derece zorlama duran, fantastik tarafı da birkaç sahne dışında yetersiz olan bir yapımdı. Doğrusu gerçek anlamda sinemasever pek çok kişinin görüşü de bu yöndeydi. Her ne kadar Çölde Kutup Ayısı (The Misfortunates) daha iyi bir film olsa da bir noktadan sonra o da hayal kırıklığı oldu. Belki de beklentinin yüksekliğinden. Bu yılki Oscar ödüllerinde Yabancı Dilde En İyi Film ödülünü alan Daha İyi Bir Dünyada (In a Better World) modern insanın açmazlarını başarılı bir şekilde yansıtan bir yapımdı. Bu dalın diğer adaylarından Alejandro González Iñárritu’nun fazlasıyla duygusal yeni filmi Biutiful (belki de duygusal filmler bölümüne dâhil etmeliydik) de başarılı bir filmdi. Diğer bir aday olan İçimdeki Yangın (Incendies) ise bu üç film arasında en iyisi idi kanımca. Ortadoğu’dan Kanada’ya uzanan ve yıllara yayılan bir aile dramını anlatan film özellikle sonu ile seyirciyi koltuğuna çiviliyordu adeta. Sofia Coppola, Başka Bir Yerde (Somewhere) ile yine tarzını ortaya koyuyor ve Hollywood yıldızlarının ne kadar boş bir yaşamı olabileceğini gösteriyordu. Hatta bunu sadece Hollywood yıldızları ile kısıtlamak eksik olur, belki de tüm bir yaşam tarzına eleştiri getiriyordu. Yukarıda da adını andığımız Xavier Dolan’ın vizyona giren diğer filmi Annemi Öldürdüm (J’Ai Tue Ma Mere - I Killed My Mother) ise yine Fransız Yeni Dalgası esintileri taşıyan başarılı bir filmdi. Costa-Gavras usta, Cennet Batıda (Eden is West) filmiyle mülteci sorununa bir bakış atarken, Balkanlardan gelen Sıradan İnsanlar (Ordinary People) genç ve masum bir insanın savaşın içinde nasıl olup da insan öldürmekten zevk alma noktasına gelebileceğini anlatıyordu. Yine benzer bir coğrafyadan gelen Güzel Bir Hayat Düşlerken (Cirkus Columbia) ise bölgedeki bitmek tükenmek bilmeyen çatışmaların insanların hayatlarına etkisini sorguluyordu. Son olarak Amerikan bağımsızlarından gelen ve yine sezonun en iyilerinden saydığım iki filmden bahsedelim. Henüz 20 yaşındaki Jennifer Lawrence’ı Cennet Batıda

102

bize tanıtan Gerçeğin Parçaları (Winter’s Bone), ailesine tek başına bakmaya çalışan ve evlerinin ellerinden gitmemesi için babasını aramaya çıkan bir genç kızın hüzünlü hikâyesini anlatırken bizi Amerika’nın derinliklerine bir yolculuğa çıkarıyordu. Lawrence’ın çok başarılı oyunculuğu yanında sağlam bir senaryo ile yola çıktığı için hiç aksamıyordu. Sezonun bence en iyisi ise Natalie Portman’a pek çok ödülün yanında bir de En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ı kazandıran Siyah Kuğu (Black Siyah Kuğu (Black Swan) Swan) idi. Yönetmen Darren Aronofsky filmde öyle bir yapı kurmuştu ki hem bir balerinin kendini aşmaya çalışırken yaşadığı psikolojik sorunlara tanıklık ediyorduk hem de Kuğu Gölü balesinin bir uyarlamasını izliyorduk. Çok katmanlı yapısıyla pek çok okumaya da açık olan film bu yanıyla da farklı türden filmlerden hoşlanan seyircilerin de ilgisini çekmeyi başarıyordu. Yerli Filmler: Geçtiğimiz yıl bu satırlarda 2009-2010 sezonunda toplam 74 yerli filmin gösterime girdiğini söylemiş ve bu rakamın son 30 yılın rekoru olabileceğini belirtmiştik. Bu sezon ise 73 yerli filmle hemen hemen aynı sayıyı tutturmuşuz. Yine seyredilmeyecek derecede kötü olan bir grup film vardı ama sayısı biraz azalmıştı sanki. Bunlara örnek olarak Harbi Define, Kukuriku: Kadın Krallığı, Kutsal Damacana: Dracoola, Kolpaçino: Bomba, Hop Dedik: Deli Dumrul, Ağır Abi ve Şov Bizınıs filmlerini verebiliriz. Kazara bu filmlerin oynadığı salonların önünden bile geçmemek lazımdı. Bu filmler kadar feci olmasa da kötü kategorisine almakta bir sakınca görmeyeceğimiz filmler de vardı. Mesela “İstanbul 2010: Avrupa Kültür Başkenti” projesinden destek alan Mahpeyker: Kösem Sultan, Sultanın Sırrı ve Şenlikname: Bir İstanbul Masalı filmleri. Mahpeyker yine bir derece izlenebilirdi ama diğer iki film gerçekten kötüydü ve aldıkları desteğe yapılan eleştiriler de basında sıkça konu oldu zaten. Kubilay ve Nene Hatun filmleri 29 Ekim’de gösterime giren iki filmdi ve belli bir ideolojik bakış açısına sahipti. Her iki filmin de durduğu yeri onaylamak mümkündü ama bir filmin ideolojisini onaylamak, o filmi iyi bir film yapmıyor ne yazık ki. Her ikisi de bir ilkokul müsameresi seviyesini aşmıyordu maalesef. Tam tersi bir bakış açısından gelen

Mahpeyker

New York'ta Beş Minare

103


Sinema

Sinema

Hür Adam: Bediüzzaman Said Nursi ise biraz daha iyi bir filmdi ama o da hem fazlasıyla yanlıydı hem de başrol oyuncusunun performansının başarısı dışında çok fazla bir özelliği yoktu. Türkiye’nin ilk dans filmi olma iddiasındaki Uçan Melekler ise konuyu tamamen ikinci plana atan ve dans sahnelerinin arka arkaya sıralandığı yapısıyla sezonun başarısız filmlerinden bir diğeriydi. Keşke amatör dans gruplarını konu eden bir belgesel olsaydı. Her ne kadar 2010 yılının gişe şampiyonu olsa da New York’ta Beş Minare, Mahsun Kırmızıgül’ün önceki filmleri ile olumlu anlamda yarattığı etkiyi tam tersine çeviriyordu. Filmde ne aradığı belirsiz, çıkarılsa hiçbir şey kaybedilmeyecek kimi görkemli sahneler bir yana senaryo olarak son derece yetersiz bir filmdi. Bir tek Haluk Bilginer’in başarılı performansı filmi bir yerlere taşıyordu. Kurtlar Vadisi: Filistin de iyi gişe yapan, güncel konulara değinen ama sinemasal olarak kötü olan filmlerden bir diğeriydi. Tür filmleri açısından iyi sayılabilecek bir yerli film sezonu geçirdiğimizi söyleyebiliriz. Hemen her türde başarılı yapımlar g ördük. Bir ara epey gündemde olan Türk korku filmleri bu yıl Üç Harfliler: Marid ve Cehennem filmleri ile sınırlı kaldı. Cehennem’in ilk üç boyutlu Türk filmi oluşu dışında pek bir özelliği yoktu. Ama bir aksiyon-komedi olarak Vay Arkadaş, polisiye olarak Av Mevsimi, komedi filmi olarak Eyvah Eyvah 2, aşk filmi olarak Aşk Tesadüfleri Sever başarılı yapımlardı. Bu sezon Kürt sorununu konu alan farklı filmler izleme fırsatı bulduk. Arka arkaya gösterime giren Qirej (Kir), Press, Meş (Yürüyüş) ve Kayıp Özgürlük gibi filmler konuya farklı açıdan bakan filmlerdi. Bu filmler arasında Press belirgin şekilde öne çıkan başarılı bir filmdi. Bu sinemayı “Kürt Sineması” olarak adlandırmak ne kadar doğru olur bilinmez ama önümüzdeki yıllarda da bu trendin artacağını ve olgunlaşarak daha iyi filmler ortaya çıkaracağını tahmin edebiliriz. Tıpkı Kürtler gibi toplumun kıyısında kalan kesimleri konu olan başka filmler de vardı bu sezon vizyonda. Alevilerin kendilerini gizlemek zorunda kaldıkları bir dönemi anlatan Saklı Hayatlar ve

transseksüellerin dünyasına bir bakış atan Teslimiyet, cesur ama daha iyi olabilirdi izlenimi veren filmlerdi. Sezon içinde iki de yerli belgesel vizyona girdi. İki Tutam Saç: Dersim’in Kayıp Kızları ve 5 No.lu Cezaevi 1980 – 1984 dertlerini gayet başarılı şekilde anlatan iyi belgesellerdi. Bu sezon Türk sinemasının son dönem en önemli Bizim Büyük Çaresizliğimiz yönetmenleri olarak sayabileceğimiz Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Reha Erdem ve Semih Kaplanoğlu gibi isimlerin filmlerini sinemalarımızda göremiyorduk. Ancak onların yokluğunda genç yönetmenler ortalığı boş bırakmadılar ve çoğu da ilk ya da ikinci filmleri ile sezonun en iyi yerli filmlerine imza attılar. Selim Demirdelen’in Kavşak, İlksen Başarır’ın Atlıkarınca, Seyfi Teoman’ın Bizim Büyük Çaresizliğimiz, Tolga Karaçelik’in Gişe Memuru ve Selim Güneş’in Kar Beyaz filmleri ufak tefek eksiklerine rağmen sezonun iyileri arasındaydı. Yine genç yönetmenlerden gelen Tolga Örnek’in Kaybedenler Kulübü ve Seren Yüce’nin Çoğunluk filmleri ise birbirlerinden çok farklı olsalar da sezonun en iyi iki Türk filmiydi kanımca.

Aşk Tesadüfleri Sever

Sezonun ilk 10’u: Her yıl yaptığım gibi Haziran 2010-Mayıs 2011 döneminde gösterime giren tüm filmler arasından seçtiğim kişisel ilk 10 listemle yazıyı bitireyim: 1. Siyah Kuğu (Black Swan) 2. Beni Asla Bırakma (Never Let Me Go) 3. Deccal (Antichrist) 4. Başlangıç (Inception) 5. Aslı Gibidir (Copie Conforme - Certified Copy) 6. Çoğunluk 7. Gerçeğin Parçaları (Winter’s Bone) 8. Sihirbaz (The Illusionist - L’illusionniste) 9. Ölümcül Takip (Chugyeogja - Chaser) 10. Rango Hasan Nadir DERİN www.sinemamanyaklari.com

Press

104

105


Pin-up

106


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.