İÇİNDEKİLER
Wuthering Heights (1992)
78.
Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Genel Yayın Yönetmeni: Mehmet Kaan SEVİNÇ Editör: Ahmet YÜKSEL golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Sadık YEMNİ, Hasan Nadir DERİN, Gülhan D SEVİNÇ, Melahat YILMAZ, Mehmet Berk YALTIRIK, Masis ÜŞENMEZ, Ali ÖZTÜRK Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ceren ÇALICI Kapak İllüstrasyon: Walter Toscano Kapak Duzenleme: Erdoğan KARAYEL Pinup: Oğuzhan ÖZBAY Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com
04-07 Usta'yı Anmak-Öktemer KÖKSAL'ı anmak... 08-11 Öykü- Dünyalar Arası 12-15 Çizgi Roman - 71 Para, Cinali Raporları 2 16-19 Öykü- Muhannes 20-23 Sinema İnceleme- Uçan Daireler İstanbul'da (1955) 24-26 Öykü - Onüç 27-30 Sinema İnceleme- Sinemanın Çizgi Dünyaya Olan Engellenemez İlgisi 31-32 Sinema İnceleme-Gözden Geçirme 33-40 Çizgi Roman - Batık Şehir 41-44 Oyun-The Last of Us: Yıkımdan Yeşerenler 45-46 Oyun- Antaryon Ejderler Diyarı 47-58 Öykü - Cep Alemler 59-60 Çizgi Roman İnceleme-SAGA Galaktik bir destan. 61-63 Çizgi Roman İnceleme-Anarşi!!!... Şimdi!!!... 64-65 Çizgi Film İnceleme- Çizgi Roman Günlük 66-68 Öykü-HANIMELİ-Bir Katilin Günlüğü 69-71 Yazarın Kaleminden- VAROLUŞ 72-73 Yazarın Kaleminden- Kutsal Cesaret 74-79 Çizgi Roman- Kagan 80-81 Sinema İnceleme- 300 82-86 Sinema İnceleme- Lars Von Trier 87-107 Çizgi Roman- The Mannequin Hunters 108-115 Sinema-KuirFest Yoluna Devam Ediyor. 116 Pinup
Merhaba sevgili okur, çizer, yazar, hisseder, hatta belki umursar; Akıp giden zamanından daha önemli değil elbette, ama paylaşmak istediğim bir saçmalık var... A3 scanner'ımın bozulduğu bir akşamüzeri, A3 poşet dosyasına çizimlerimi yerleştirip, ‘Ne olacak bu hâlim?' bunalımı rengi ceketimi giyip, çizimlerimi taratmak için 'dışarısı’ denen dört duvara çıktım... Ara sokağın birine girdiğimde, ileriden, neşeli seslerinin kendilerinden önce geldiği bir grup çocuğun koşuşturmasını fark ettim. Küçük bir an bir şeyleri anımsar gibi oldum ama hemen geçti... Telefonumun çaldığını düşünerek bir an durduğum ve telefonumu elime aldığımda o çocukları yanımdan geçip gittiler... Birisi hariç... Yuvarlak gözlükleri, örgülü saçlarıyla önümde duran bu küçük kız çocuğu, elimdeki çizimleri görebilmek için boynunu uzatırken diğer arkadaşlarının ondan çok uzakta kalmasını umursamıyor gibiydi... “Çok güzel yapmışsın...” dedi. Gülümsedim. “Benim yaptığımı nereden biliyorsun? Başkasının çizdiklerini bir yere götüren birisi de olabilirim.” dedim... “Yok... Ben seni biliyorum, sen bunları hep yapıyorsun... Biz seni biliyoruz,” dedi. Şaşkınlığımı gizleyemedim, “Nasıl yani, anlayamadım?” dedim. Öylece yüzüme baktı. Sanki konuşması yasaklanmış gibi bir müddet suskun, tüy gibi hafif, yüzüme baktı. Gözlüklerinde gördüğüm yansımamda, şaşkın yüz hâlimin yanında, üzerimdeki kıyafetlerin renksiz, dağınık, özensiz olduğunu fark ettim. Biraz daha yaklaştı, sır veriyor gibi ağzını oynattı ve tekrar etti: “Biz seni biliyoruz. Şimdi gitmem gerek.” El salladı ve arkasına bakmadan köşeye kadar hızlıca koşturdu. Köşeyi dönerek gözden kaybolana kadar onu izledim. Tabii ki bu olayı bir 'işaret’ olarak algılamadım. Çocuk işte! Telefonumu cebime soktuktan sonra yürümeye devam ettim. Zaten telefonum da çalmamıştı... Hakan AYDIN
3
Usta'yı
Usta'yı
Anmak
Anmak
Öktemer KÖKSAL'ı Anlamak Siyah- beyaz fotoğraftan da anlayabileceğiniz gibi, karikatürün duayenleri arasında yer almış bir çizerden bahsedeceğim: Öktemer Köksal. Ne yazık ki herkes gibi ben de onu geç tanıdım. Bire bir görüşemedik ama hemen her gün yazıştık, dertleştik... O kadar sitemliydi ki iktidara, sisteme ve topluma... Bu isyanını her fırsatta, hemen her konuda dile getiriyordu. Sosyal medyanın protest yazar-çizerlerinden biri oldu kısa zamanda. Çizgilerine baktığımızda “Akbaba” ve “Papağan” ekolünü anımsatan bu büyük çizgi ustası son dönemlerinde gerçek bir yaşam kavgası verdi. Çok az sayıda arkadaş, sorunlarını çözmeye çalıştık. Hatta “Don Kişot” olarak bir kampanya düzenleme kararı aldık. Ancak başta Karikatürcüler Derneği olmak üzere kimse ilgilenmedi. Oysa, Öktemer ustanın hiçbir geliri yoktu ve arkadaşlarının, komşularının yardımıyla geçiniyordu. Kulakları da duymadığından iletişimi sadece yazarak ve çizerek kurabiliyordu insanlarla. Bu özel konumu, onu daha da isyankâr ve asabi yapıyordu doğal olarak. Günümüzde toplum olarak yitirdiğimiz vicdan duygusunu “Öktemer Köksal” örneğinde yoğun bir şekilde yaşadık. Onu gerçekten yalnız bıraktık tanıdığımız kısacık süreçte. Filozofi duruşu, çizgileri ve gerçek bir savaşçı yüreğiyle verdiği mücadeleyi ne yazık ki karikatür camiası anlayamadı. Peki en yakınları en başta olmak üzere onu kaç kişi anladı derseniz, sanırım bu sorunun yanıtı da hayal kırıklığıdır. Onun göz göre göre yalnızlığa itilmesini bir kaç arkadaşı ve komşusu dışında toplum sadece seyretti. Sekiz yüzü aşkın üyesiyle övünen bir dernek yönetiminin böylesi bir ustaya uzak ve duyarsız kalmasını bugün bile içime sindiremiyorum. Kişiliğini, çizgilerini, yaşam felsefesini sevmeyebilirsiniz. Ama yıllarını çizgiye vermiş bir insanı görmezden gelemez, yok sayamazsınız. Hâlâ aklıma geldikçe yüreğim isyan ediyor o vurdumduymazlığa ve ilgisizliğe. Öktemer Köksal örneği, günümüz Türkiye’sinin dışavurumu âdeta. Her şeye öylesine boşvermişiz ki toplumca nereye sürüklendiğimizi bile bilemeyecek denli yol alıyoruz bir bilinmeyene doğru. Eskilerin dediği gibi “Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete...” Sevgili Öktemer Usta, biliyorum çok geç tanıştık. Seni anlamaya çalışırken kaybettik. Ardından adına uluslararası bir portre-karikatür yarışması düzenledik. Öyle güzel sahiplendi ki seni dünya çizerleri seni, birbirinden güzel portreler geldi dünyanın dört bir yanından. Tam sana yakışır bir portre yarışması oldu. Keşke sen sağken böyle bir yarışma düzenleseydik ve görebilseydin o birbirinden güzel portreleri.Yine de görebildiğini düşünüyorum. Bir kez daha göz atmak istersen linkini de veriyorum: http://pages.donquichotte.org/oktemer-koksal-portrait-exhibition-prizes Özleniyorsun usta... Ve dünya döndükçe özleneceksin... Erdoğan KARAYEL
4
5
Usta'yı
Usta'yı
Anmak
Anmak
Bu dünyadan bir
Öktemer KÖKSAL
Geçti…
Yaşamda öyle insanlar vardır ki çok kısa bir zaman dilimine yayılmış bir tanışıklığınız olmasına rağmen iz bırakmış, size çok şeyler öğretmiş, dersler vermiş, tecrübesiyle yol göstermiş, yaşama daha iyi gözle bakmanıza vesile olmuş, en önemlisi insan olduğunuzu hatırlatmıştır ama siz ona hayata geçirilebilecek şeyler olarak birkaç moral cümlesinden başka bir şey verememişsinizdir. Ve yaşamım boyunca böyle değerli insanlar karşıma çok nadir çıkmıştır. Benim için önemli bir isimdi Öktemer Köksal… Sosyal medya sayesinde tanıdığım ve ortak paydada buluştuğumuz noktalar sayesinde kısa süreli de olsa çok şeyler paylaştığımız bir ustaydı. Facebook’ta bir grupta amatörce ya da aceleyle çizilmiş çizgilere sabırla verdiği öğütlerle, uzun uzun yazdığı fakat çok önemli bilgiler ve araştırmalar içeren yazılarıyla dikkatimi çekmişti. Aynı grupta bir karikatüre yaptığım yorumdan sonra bana hak verdiğini belirten bir mesaj sayesinde sıkı bir dost olduk. Yaşadığı sıkıntıları öğrendikçe aslında benim verdiğim mücadelelerin ne kadar da yetersiz kaldığını hissettim her defasında. İşitme engelliydi Öktemer Usta, dünyadaki hiçbir sesi duyamıyor, kendini konuşarak ifade edemiyordu… 13 yaşında kaybettiği bu duyusunun sıkıntıları ile yaşamının son gününe kadar bu zorluk içerisinde, türlü acı ve aksiliklerle sanatını icra etmeye çalışmış ve kesinlikle hak ettiği değeri bulamamış bir ismin ardından bugün bu satırları yazmak bile acı veriyor. Çünkü onun için çok şeyler yapacağımıza inanıyordum. Bu camianın kendisini yalnız bırakmayacağını düşünüyordum. Her yazışmamızda verdiğim moralle yaşama biraz daha tutunmaya çalıştığını söylüyor ama bir yandan da “Ben bu camiayı iyi bilirim, her defasında olduğu gibi yine hiçbir şey yapmayacaklar, umursamayacaklar ve ben çok yakında sizlere sonsuza kadar veda edeceğim,” diyordu. Dediği gibi de oldu, ameliyata gideceğini söyleyerek helallik isteyen son mesajından sonra bir daha da dönmedi bizlere. Ama umut ediyordum, iyileşecek ve aramıza dönecek, duyarlı birkaç arkadaş toplanıp onu evinde ziyaret edecek ve hatta hep birlikte çok istediği karikatür etkinliklerine gidecektik. Ta ki son mesajından 1,5 ay sonra Facebook profiline kardeşinin yazdığı “Ağabeyim Öktemer Köksal’ı kaybettik” yazısını tesadüfen görene kadar… İnanamadım, söylediği şeylerin bu kadar çabuk gerçekleşmesi, bir daha dönmeyeceğini
6
bilerek ve bunu kabullenerek, büyük bir olgunlukla çekip gitmesi de çok şeyi anlatıyordu aslında. Belli ki çok yorulmuş, kırılmış ve yaşama gücü tükenmişti. Ardından yazıp çizdiği şeyleri bir daha oturup inceledim, okudum ve tekrar anlamaya çalıştım. Sanki bu dünyanın çok ötesinde şeylere kafa yormuştu, bilgi birikimi, araştırmalarındaki titizliği, bilgilerini dayandırdığı kaynakların doğruluğu ve derinliği bir kez daha nasıl olur da bunca araştırma havada kalır ve kimse sahiplenmez dedirtti bana. Başvurduğu çok yerden olumsuz cevap almıştı, maddi bir beklentisi de yoktu, sadece bu bilgiler daha fazla insana ulaşsın, emin ellerde kalıcı olsun istiyordu. Ölümünden sonra o değerli arşivi, özel yaptırdığı atölyesindeki çalışma masası, teknik malzemeleri, yazıları, çizgileri, resimleri ne oldu bilmiyoruz. Çünkü kendisinin ölümünden sonra sağlıklı bilgi alabileceğimiz kimse çıkmadı, sorularımız cevapsız kaldı. İnsanlar olarak çok şeyi çabucak tüketiyor ve her şeyi çok çabuk unutuyoruz. Öylesine kanıksamışız ki yaşanılanları. Yerine konulamayacak değerleri bile umursamıyor, işimize gelmiyorsa da “Bana ne!” diyebiliyoruz. İşte en büyük hatamız bu. İnsanları hep iyi yaşıyor sanıyor olmalıyız ki bu kadar duyarsız kalabiliyoruz. Oysa yaşamda büyüğünden küçüğüne tüm insanların yaşadığı o kadar büyük acılar, yıkımlar, telafisi zor yaralar var ki! Keşkeler olmasa yaşamda her şey ne kadar da güzel olurdu değil mi? İşte bu keşkeleri Öktemer Usta için de demeyelim diye bir elin parmaklarını geçmeyecek birkaç kişi bir şeyler yapmaya çalıştık. Üye yapılmadığı bir derneğe ve kendisini bir karikatürist olarak tanımadığını, bilmediğini söyleyen dernek başkanına, yardım kampanyalarımızın engellenmesine rağmen hep bir umut dedik. Sosyal medyadaki konuyla ilgili paylaşımlarımız görünürde, sözde çok destek alırken iş icraate gelince kimse bir şey yapmadı, yapamadı. Ve yaklaşık bir yıl süren Öktemer Köksal’la dostluğumuz böyle acı bir şekilde sonuçlandı. Öktemer Usta yaşama veda edeli bir yıl oldu. Onun eksikliği hep hissedildi yaşamımda, tecrübesine ve yaşça benden çok büyük olmasına rağmen kafasını kurcalayan ya da içinden çıkamadığı pek çok konuda bana danışacak kadar ince, paylaşımlarına beğeni ve yorum bırakan herkese tek tek, isimleriyle teşekkür edecek kadar nazik ve duyarlı birisiydi. Bugün usta geçinen ve çok kişiye tepeden bakan birçok isme inat her defasında ustalık ve insanlık dersi veriyordu. Çoğu kişi onu agresif bulsa da aslında neden böyle algılandığını da çok iyi anlayabiliyordum. Çünkü o asla haksızlığa, saygısızlığa ve boşvermişliğe tahammül edemiyordu. Hâl böyle olunca da torunu yaşındaki, tecrübesiz çocuklardan yediği fırçaları hazmetmesi takdir edersiniz ki onun harcı değildi. Bu dünyadan bir Öktemer Köksal geçti. Sessiz dünyasında, kafasında çok şeyleri yaşama geçirmeye çalışıp sesini çizgileriyle, yazılarıyla duyurmaya çalışarak. Ama ne yazık ki pek çoğumuz onun sessiz çığlıklarını görmezden/duymazdan geldik, umursamadık, sosyal medyanın, sanal dünyanın çarkları arasında yaptıklarını günü kurtarma hamleleri, gereksiz şeyler olarak değerlendirdik. İnsani ve sanatçı haklarına, yaşına, tecrübesine saygı göstermedik, hakkı olan çok şeyi yerine getirmekten kaçındık çünkü o bizlerden farklı, yaşlı, uzak ve son günlerini yaşayan birisiydi. Nasılsa bize vereceği hiçbir şeyi de yoktu. Bir çıkarımız olmalıydı ki ona yardım eli uzatalım. Belki de son günlerini huzur içinde geçirecek manevi desteğimiz de onu çok güçlü kılacak ve yaşama belki de biraz daha tutunabilecekti. Çevremizdeki insanlara biraz daha gönül gözüyle bakmasını deneyelim, keşkeler olmasın artık hayatımızda. Manevi destek ve moral maddiyattan çok daha etkilidir bu yaşamda. Gidenler geri gelmiyor ve bizler “Keşke!” deyip iki gün sonra yaşama kaldığımız yerden devam ediyoruz… Seni unutmadım Öktemer Usta, sessiz dünyana bir ses olabildiğimi söylerdin ve bu büyük bir güç ve mutluluktu benim için. İnsan olabildiğimi hissediyordum. Bir insanı anlamaya çalışmanın, sıkıntılarına ortak olabilmenin erdeminin güzelliğini görüyordum. Her şeye rağmen, çok şeyler yapabilecekken ve bu kadar kalabalıkken bu dünyada yalnız bıraktık seni, uğurlayamadık bile seni son yolculuğuna, mezarının başında seni uğurlayan on binler de yoktu, gidişin de sessiz sedasız ve vedasız oldu. Bu duyarsızlık hepimizin ayıbı… Işıklar içinde uyu… Saadet Demir YALÇIN
7
Öykü
Dünyalar Arası Bahar kokulu havayı içine çekti Yüzbaşı Eren. Nöbet geceleri geçmek bilmezdi, dönüşümlü olarak telsizin başına geçerlerdi Nöbetçi Pilotlar. Binbaşı Doruk başındaydı şimdi telsizin ancak Yzb. Eren’e gelmek üzereydi sıra. Konya’dan geleli iki ay olmuştu Diyarbakır’a. Taşınma, prosedürler derken böyle havayı koklamaya hasret kaldığını fark etmişti bu akşam. Her fırsatta hava almaya çıkıyordu, hâlbuki iki saatlik telsiz nöbeti öncesinde uyuyabilirdi. Saatine baktı, on dakika kalmıştı. Bir sigara çıkardı cebindeki ezilmiş paketinden ve en sevdiği ilk nefesiyle körükledi çakmağı çaktıktan sonra. Yarın tatil olacaktı, ziyadesiyle uyurdu herhâlde, sonra evin eksikleri için çarşıya inerdi, eksikleri bir kez daha saydı kafasında. Sigarasının son nefesini aldı, közünü fiskesiyle savurdu yere ve sönük izmariti çöpe attı. Bnb. Doruk postallarını çözmeye başlamıştı zaten Yzb. Eren içeri girdiğinde. Hazırladığı terliklerini giyinirken, “Heh geldin mi?” dedi; sorarak değil, söylemiş olmak için. “Geldim komutanım,” diye cevapladı o da sırf cevaplamış olmak için. Yüz göz olamıyordu hemence, ondan “komutanım” çekmişti ama Bnb. Doruk’un pek umrunda değildi: “Kardeş ben yatıyorum, kaldırırsın yirmi dakika kala,” dedi. “Emredersiniz komutanım,” diye cevapladı Yzb. Eren. “Rahat oğlum ya sen niye kastın böyle kendini?” dedi ve cevap beklemeden “Hadi iyi nöbetler!” diye ekledi. Eren yine yalnız kalmıştı. Saate baktı, 01:58’di. İki dakika önceden devralmıştı nöbeti. Olsun, ne yapacaktı sanki devralmayıp da. Masanın üzerindeki haber dergisini aldı, okumaya başladı ortasından. Bir dizi oyuncusunun açtığı resim sergisiyle ilgili röportaja takıldı gözü. Bilindik bir oyuncuydu, ilgisini çekmişti. Bir sonraki habere geçti yağ gibi akıyordu dergi, biraz da can sıkıntısından. Ortasından başladığı derginin son sayfasına gelmişti bile. Gözleri de acımıştı bir yandan zayıf ışıktan. Biraz da düşüncelere kaydı kafası. Nöbetin en tatlı yeriydi düşünceler. Yalnızlığın kaçınılmaz olduğu zaman bazen yürek parçalayan, bazen ümitlendiren ama her şekilde tadı insanda kalan düşünceler... Ailesi geldi aklına ve tabii ki hâlâ evlenmemesi. 32 yaşına gelmişti, hayatında biri bile yoktu şu anda. Yakışıklı olmasına yakışıklıydı; geniş omuzları, temiz ak pak yüzü, keskin hatları ziyadesiyle yakışıklı gösteriyordu. İlgi çekmesine ilgi de çekiyordu ama kadınlar konusunda aşırı seçiciydi. Her şeyin mükemmel olmasını istiyordu, aşk hayatının da. Arkadaşları yüzde yüz mükemmel aşkı hiçbir şekilde bulamayacağını salık veriyorlardı ama dinleyen kim? Arkadaşlarının boş bulduğu, yersiz bulduğu mazeretlerinin hepsini bağladığı bir yerler vardı onun kafasında. İyiden iyiye bir saati geçirmişti, saat 02:54’tü ki telsizden anons geldi: - Kale 2 Atmaca, Kale 2 Atmaca. - Atmaca. -.... - Atmaca dinlemede. -.... - Atmaca dinlemede. - Dinlemede kal atmaca. Nöbetçi amirin anonsuydu ve sesi telaşlıydı. Telefon çaldı o sırada, açtı: - Pilot Yüzbaşı Eren - Tümgeneral Recep. - Emret komutanım! - Oğlum çok hızlı uçuşa hazırlan, görevli personel yönlendirildi, önemli göreve çıkıyorsun. Brief’i yolda alacaksın, komutan bende.
8
9
Öykü
Öykü - Emredersiniz komutanım! Kuvvet komutanı yardımcısı direkt aramıştı. Onun da sesi telaşlıydı nöbetçi amir gibi. Hazır ekipmanı hızlıca üzerine geçirdi, seri hareketlerle koşarak çıktı piste doğru, “Aman çarpılmayalım,” korkusuyla. Sonradan aklına geldi, içeri dönüp Bnb. Doruk’u uyandırdı. “Komutanım görev var acil. Kuvvet komutanı yardımcısı aradı. Ben çıktım,” dedi telaşla. Bnb. Doruk da zıplayarak kalktı yataktan. Eren çıkmadan hızlıca hazırlanmaya başlamıştı nöbeti devralmak için. Yzb. Eren koşarak piste geldi. Zaten hazır olan F-16 için son hazırlıkları yapıyordu 183. Ejder Filosu personeli. Yzb. Eren koşarak çıktı merdivenleri. Kokpite yerleşti, kemerlerini taktı. Kaskını ve maskesini kafasına yerleştirdi, telsizi açacak anahtarı kaldırdı: - Atmaca Kule, Atmaca Kule. - Kule. Diğer elektronik aksamı çalıştıracak anahtarı yukarı kaldırdı. - Atmaca uçuşa hazır, komutlarınızı bekliyorum kule, tamam. - Atmaca, Görevli Amir Tümgeneral Recep Çelik kalkıştan sonra görevle ilgili brief verecek sana, bu süre zarfında iletişimimiz olmayacak. Bundan sonra yapacağın telsiz konuşmalarının gizlilik derecesi Hizmete Özel’den Çok Gizli’ye yükselmiştir. Kalkış için 3. Pist’e yönel. Tamam. - Anlaşıldı. Tamam. Uçağın motorlarını çalıştırdı. Kalkış teknisyeni karşısında ışıklı çubuklarla 3. Pist’e yönlendiriyordu. Uçak hafif sarsılarak yürümeye başladı. Teknisyenin yönelttiği tarafa doğru yönlendirdi uçağı. Asfalt yol gittiği yönün sonunda dönerek 3. Pist’in başına bağlandı ve uçağı durdurdu. - Kule 3. Pist’teyim, komutlarınızı bekliyorum. Tamam - Falcon-16 / Gizli görev / Diyarbakır 8. Ana Üs kalkış / 38°39’27”N 42°57’50”E koordinat / 8000m uçuş yüksekliği / 1800 Km/S Hakiki Hava Sürati Uçuş Planı ve Görevi ile kalkışa hazır ol. Tamam. -Motorlar çalışır durumda, Atmaca kalkışa hazır. Tamam. Motorlar uçağı titreterek çalıştı ve pistin ucundan süratle yükseldi. Geriye sert şekilde yapıştı Yzb. Eren. Basınç değişimiyle vücudu gerildi ve tekrar rahatladı. O sırada telsizden komutanın sesini duydu Eren. - Atış-1, Atmaca. - Atmaca. - Oğlum, görevinin gizlilik derecesi: Çok Gizli. Tanımlanamayan bir cisim Van Gölü civarında görüldü. Düşman yapımı tanımadığımız bir uçak veya bir aygıt olabilir. Bu ikinci görülmesi. İlk görev başarısız oldu, kesinlikle belirlenen koordinatlara yönel ve hızını sabit tut. Anlaşılmayan bir şey var mı? Tamam. - Yok komutanım. Tamam. Yaklaşık 7-8 dakikalık bir yolu vardı. Tanımlanamayan bir cisim, ne olabilirdi ki? Daha önce de görülmesine rağmen tanımlanamayan bir cisim, fazlasıyla ilginçti. Görevi tabii ki sorgulamayacaktı ama heyecanlanmıyor da değildi. Beş dakika zor geçti, süratını korumuş, koordinatlara sadık kalmıştı. Telsiz hışırdadı yine: - Atış 1, Atmaca. Atmaca. Oğlum belirtilen koordinatta bilinmeyen cisim iki oldu. Gizlilik sebebiyle destek kuvvet gönderemiyoruz. Görevin bilgi toplamak ama elin tetikte olsun. Kazasız belasız atlatmak isteyecek hâle gelmişti bu geceyi artık, son emir ile birlikte. Baykan’dan Bitlis’e kadar ki 60 km içerisinde komuta talimatıyla 1500 m’ye alçaldı. Tatvan’ı geçti Van gölü üzerinde
seyrediyordu ki ufukta iki tane parlak cisim gördü. Kalbi hızlı atmaya başlamıştı bile Yzb. Eren’in. Telsizden gelen sesli odağı bozuldu: - Oğlum ne gördüğünü tarif et. - İki tane parlak cisim var komutanım, yan yana duruyorlar, beyaz ışık veriyorlar floresan lamba gibi. Yakınlaştıkça cisimlerinin yumurtaya benzediğini gördü. Sivri uçları geldiği yöne bakıyordu ama alttan üstten biraz basık gibiydiler. Etraflarında herhangi bir çıkıntı veya girinti göremedi geldiği yönden. Cisimlerden birinin parlaklığı arttı o an, gittikçe daha çok parladı ve birden bir çizgiye dönüştü. Sonrasında çizgi yavaşça kayboldu. Kalbinin atış sesini duyabiliyordu, gözleri de kocaman açılmıştı Yzb. Eren’in. Bu sırada kalan cismin üzerinden geçti, gölün sonuna gelmeden manevra yapıp yeniden döndü geldiği yöne. Odağını topladı ve telsize konuştu: - Atış-1 cisimlerden biri kayboldu. - Atmaca diğer cisme silahını kilitle. Zaten cisim durduğu için silahını kitlemesi sıkıntılı olmadı. Bu sırada diğer cismin de parlaklığının arttığını fark etti yavaş yavaş. Telsizden konuştu komutan: -Atmaca cismi vur. Parmağını butona bastı. AIM-120 AMRAAM füzeleri serbest kaldı ve cisme yöneldi. Bastığı anda da sinek gibi düzensiz hareketler yaparak üzerine gelen üç tane parlak ışık gördü. Bir tür silah olduğunu düşündü ama hareketleri çok güven verici değildi. Böyle zamanlarda hızlı düşünürdü insan, bir pilot daha hızlı düşünürdü. Uçağı bu ateşten kurtarmayı düşündü tabii ki ilk olarak ama hareketlerinden güdümlü olduklarını anladı. Zaten hareket yönünden de kurtuluşu çok zordu. Refleksleri düşüncelerinden daha hızlı hareket ediyordu zaten. Elini koltuğun yanındaki valfe götürdü, tüm gücüyle asıldı. Basınçla üzerinde büyük bir yük hissetti ve gözleri karardı. Kendinden geçti Yzb. Eren. DEVAM EDECEK.
10
11
Yazan: Ozan BAYAR
İllüstrasyon: Ömer Gazi YILMAZ
12
13
15
Öykü
Muhannes “Şu hızlı hızlı gelen Andon mudur?” “Bu yağmurda boranda Çengi Nadya olacak değil a? Geçidin ağzını beklerdi nicedir. Gelişinde bir hal var ama dur bakalım!” Tepelerine düşen su damlaları üstlerindeki yamçılardan aşağıya damlayan, martinleri, filintaları yamçılarının altında, kukuletaları ve bıyıkları sakalları ıslanmış idamlık eşkıyalar kayaların saçağında ateş etrafına toplanmışlardı. Dört meşum karaltının kimisi tütün kaçakçılarının “ayakbastı haracı” namına verdikleri sarmaları tüttürmekteydi. Andon düşe kalka çalıların dikenlerin üzerinden geçip: “Silah basina! Silah basina! Ela vre! Üstünüze mezar topraği serptiler? Hey! Basimiza devlet kusu kondu vre!” Çetenin gediklilerinden Uzun Veli cevabını bilirmiş gibi sordu: “Ne oldu be Andon! Bu fırtınada gebersek tepemize alıcı kuş çökmez, devlet kuşu yolunu şaşırıp da buralarda ne gezecek?” “Yola girmis yaldizli fayton gördüm! Na bu yana gelir!” “Ülen Andon ülen Andon! Yeter ki bir karaltı görme, gör ki ne göründü gözüne!” “Kalkin vre! Osmanli faytonu gelir derim hala çene çalarsiniz!” Bozdoğanlı Abdi bir anda ayağa kalktı: “Ya cebi dolu tüccarın biri rahmeti fırsat bilip şehre yollanmışsa? Eşkıya milletini eksik akıllı yerine koyup kendince oyun etmek ister belki? Durmak zamanı değildir ağalar. Varalım keselim yolunu!” Abdi’nin sözleri Veli’nin aklına yatınca ayağa fırladı. O kalkar kalkmaz diğerleri de ayağa kalkıp silahlarına davrandılar. Geçidin en dar en kancıklığa müsait kısmına doğru koşturup yolu tuttular. Bir vakit sonra toprak yolu döven nalların ve atların sırtında şaklayan meşin kırbacın sesi duyulmaya başladı. Gök gürültüsü yeri göğü inletirken Uzun Veli’nin namlusundan çıkan bir kurşun faytoncunun oturduğu yerdeki tahtaya isabet etti. Faytona değil de tepesine doğru nişan alan eşkıyalar da birbiri ardına silahları boşaltınca arabacı atları deli gibi kamçıladı. Dar geçitte faytonu çevirmeye imkân olmadığından eşkıyaların kurşununa aldırmadan yarıp geçmeyi düşündü. Ancak Uzun Veli arabacıyı bacağından kurşunlayınca arabacı yere yuvarlanarak çamurların içine gömüldü. Eşkıyalardan biri atlardan birini vurunca yere düşen ata takılan faytonun duraksadığını gördüler. Fayton tamamen durunca pusu kurdukları kayalıklardan geçide inen eşkıyalar arabacıyla faytonun başına üşüştüler. Yağmur kesilmeye yüz tuttuğu sıra arabacı çamurun içinde debelenerek eşkıyaların ayaklarına kapanmaya niyetlendi: “Affedin ağalarım, beylerim! Taşıdığım mühimdi o yüzden durmamazlık ettim kıymayın canıma!”
diye yalvardı. Uzun Veli tepesine dikilerek mavzerini arabacının suratına dayadı: “Ben kurşun attığımda dursaydın kimse canına dokunmazdı. Madem dur ihtarıma uymadın kanın helaldir!” diyerek tetiği çekti. Kanlar çamur deryasına karışırken arabacının üstünü başını yoklayarak köstekli saatiyle tütün tabakasını cebine attı. Çıkan para kesesini Andon’a emanet ettikten sonra faytona yöneldi. Uzun Veli faytona yanaştığı sıra süslü kapının açıldığını gördü. Çifte tabancalı fedai çıkar diye tüm namlular kapıya döndü. Veli haykırdı: “Hey! Sakın silahına davranmayı düşünme, Zaloğlu Rüstem olsan kevgire dönersin Allah’ıma! Yavaş yavaş dışarı çık!” Faytonun içinden yere sırmalı kemerinin bir yanında revolver bir yanında püsküllü süvari kılıcı sallanan, nakışlı altın işlemeli, göğsü nişanlı madalyalı yaşlıca bir adam indi. Abdi adamı işaret ederek: “Vallahi de paşadır bu! “ deyiverdi. Ne zamandır susan Topal Cemşit alaylı alaylı
16
17
Öykü
Öykü
konuştu: “Seni görende anadan doğma saraylı zannedecek. Şehri bir defa o da zindan deliğinden görme Abdi, paşayı ne bilecek? Softanın zenginini görse yaldızlı sarığına aldanır da padişah zanneder bu!” Abdi paşanın dibine kadar sokularak omzundaki püsküllü sırmalı omuzlukları gösterdi. “Ben firar etmeden önce bizim başımızda na böyle paşa vardı. Omzu sırmalı Osmanlı paşası oradan bilirim!” Süslü elbiseli adam yutkunarak: “Ben mutasarrıf paşayım babayiğitler. Bir müşkülümüz vardır bırakın yolumuza gidelim!” Uzun Veli keyifle sırıttı: “Demek mutasarrıf paşasın ha? İdam hükmümüzü veren, jandarmaya kolcuya: “Gördüğünüz yerde basın kurşun!” diyen sensin demek?” Sırtındaki yamçıyı yere atıp cepkenini çıkarıp tüfeğiyle bir başka eşkıyaya verdi. Paşanın üzerindeki sırmalı kemeri çıkardıktan sonra kendine taktı. Sırmalı, madalyalı üniformasını üzerinden çıkarttırıp önünü iliklemeden kendi üzerine geçirdi. Tüfeğini eline aldıktan sonra
adamlarına döndü: “Şimdi ben mutasarrıf paşayım. Dağların mutasarrıf paşası!” Ardından mutasarrıf paşaya dönüp belinden revolveri çektikten sonra başına doğrulttu: “Sen de eşkıyasın! Sefil bir eşkıya! Hükmünü verdim! Öleceksin!” Abdi korkuyla seslendi: “Aman Veli ağa! Osmanlı’da oyun çoktur ilişmeyelim bu paşaya. Parasını malını soyup salalım gitsin. Mutasarrıf paşayı soydular diye dağlarda namımız yürür, çalıkakıcı diye bize burun kıvıran zeybekler bile imrenir! Ama vurursak kötü…” Topal yine alaylı alaylı konuştu: “Lan Abdi ne korkarsın? Paşa’yı vursak namımız daha ziyade yayılmaz mı?” Abdi sertçe çıkıştı Topal’a: “Bu Topal’ın aklıyla iş yapılmaz. Ben köylüyüm ama yirmi şehirliden evla akıl bende. Paşa’yı vurursanız civar memleketlerde ne kadar jandarma, zaptiye varsa peşimize düşer. Hele padişahın kulağına giderse bir elinde ferman bir elinde Kur’an eşkıya tepelemeye yeminli beli kamalı Çerkez, Arnavut paşalarını
gönderir üstümüze! Çakırcalı Ahmet Efe’den beter oluruz!” Veli gülerek karşılık verdi: “Biz firari olduğumuzdan devletten etraftan haberimiz yok tabi. Devletin elinde asker yok ki bu paşayı jandarmasız korumasız dağ başlarına salabiliyor. Bizden başka kimseler yoktur bu civarda!” Mutasarrıf paşa titreye titreye karşılık verdi: “Devletin elinde jandarmadan bol ne var? Gel gör ki bir tanesi bile bizimle gelmeye cesaret edemedi.” Uzun Veli: “Neden korktular?” diye sorduğu vakit faytonun içinden at kişnemesiyle eşek anırtısını andıran, kuyruğuna basılmış kedi misali acayip bir çığlık sesinin yükseldiğini duydu. Sesi işiten ve geçitte yankılanışından ürken eşkıyalar da korkudan adeta taş kesildiler. Paşa suratında korkulu bir yüz ifadesiyle faytonu işaret etti: “İşte bu yüzden! Sesi duydukları an emrimi dinlemeden dağıldılar.” Uzun Veli silahı yeniden mutasarrıfın başına dayadı: “Bu ne acayip hayvandır da böyle bağırır? Ne taşırsın da jandarmalar savuşup gitmiştir?” Mutasarrıf Paşa suratında meydan okuyan bir sırıtmayla: “Kendin baksana!” diye karşılık verdi. Uzun Veli revolverin horozunu kaldırdı: “Ne taşıyorsun paşa!” Mutasarrıf paşa sertçe çıkıştı: “Oğlumu! Yahut oğlum sandığım şeyi! Karımı öldüren şeyi! Kadı efendi: “Belki kurtarmak ihtimali vardır. Bozdoğan’da bir deli imam vardır ona götürün!” dedi, oraya gidiyorum! Bizi bırakırsanız sizi affederim, isterseniz jandarma yazdırırım!” Uzun Veli: “Anlarız şimdi!” diyerek Andon’a seslendi: “Andon! Bak arabaya ne vardır?” Andon temkinle faytona yanaştı. İçeriye eğildikten sonra: “Boş. Bir köşede ağzı bağlı çuval var!” dedi. Mutasarrıf paşa: “Dur açma sakın!” diye üzerine yürüyünce Veli revolveri gözünü kırpmadan ateşledi. Paşa yere yığılırken: “Gör ki ne Frenk şeytanlığı vardır içinde. Sırf çuvala el uzatmayalım diye! Aç çuvalı Andon!” diye emretti. Andon faytonun içine girdiğinde sırtı dışarıdan görünüyordu. Bir anda “Yüce Hristos! Diabolos! Diabolos!” çığlık atarak faytonun içine yıkıldığını gördüler. Ayaklarını sanki boğuluyormuşçasına çırpıyor, birilerinin elinden kurtulmaya çalışıyordu. Daha korkunç olan ise kudurmuş bir insanı andıran tuhaf hırıltılar ve arada bir nükseden ağlama ile çığlık arası tuhaf sesti. Bir süre sonra o tuhaf ses kesilip ayaklarını çırpmayı bırakınca
18
Uzun Veli revolveri karanlık faytonun içine doğrultarak: “Vurun! Öldürün!” diye haykırdı. Eşkıyalar faytonun içine doğrulttukları silahlarını birbiri ardına ateşlediler. Barut kokusu ortalığı kapladı, gümbürtülerinden dağlar taşlar inledi, namlulardan yükselen dumanlar dört bir yanı sardı. Andon’nun cesedi bile delik deşik olmuştu. Uzun Veli revolveri havaya kaldırınca ateşi kestiler. Abdi söylendi: “İçerideki her kimse çoktan gebermiştir. Kertenkele gibi yere yapışır diye birkaç el tabana, tepeye tünemiştir diye tavana sıktım kurşunu. Ejderha olsa sağ çıkamaz!” Eşkıyalar her şeye rağmen temkinle yaklaşarak Andon’un ayaklarına yapışıp çektiler. Ceset çamur yığının içine sırt üstü düştü. Andon’un bembeyaz tenini, sağa sola kaymış eğrilmiş ağzını yüzünü, yuvalarından fırlamış gözlerini, tersine dönmüş ayaklarını ellerini görüp ürperdiler. Hiç biri onun bu haline bir anlam verememişti. Faytonun içinden acayip bir hırıltı sesi gelince korkuyla birkaç adım gerilediler. Karanlığın içerisinde bir şey hareket ediyor gibiydi. Cemşit tüfeğini omzuna asıp: “Dokuz canlı it! Hakkından gelse gelse bizim çifte su verilmiş gelir!” diyerek kuşağından bıçağını çekti. Faytonun kapısına yaklaştığı sıra gözleri faltaşı gibi açılıp türlü küfürler saça savura kayalara doğru koşmaya başladı: “Allahını seven kaçsın! Allahını seven kaçsın!” Kimse ilkin ne olduğunu anlayamadı. Ancak faytonun kapısında belli belirsiz bir çocuk görününce şaşkınlıkla duraksadılar. Çırıçıplak bir çocuktu. Faytonun kapısında inip önlerine yürüdüğü sıra ayan beyan gördüler. Ayakları üzerinde yeni yeni yürümeye çalışan bir bebekti, ancak gözleri kuyu dibi gibi simsiyah, ağzı yüzü eciş bücüş kimi yeri maymun gibi kıllı acayip bir bebekti. Abdi: “Muhannes bu!” diye haykırdı. Uzun Veli dâhil hiç biri camii medrese kıyısından geçmek bir yana dursun mevlûda bile gitmemiş olduklarından dediğini anlayamamıştı. Abdi’nin sesi saraya tutulmuş gibi titremekteydi: “Hocalar anlatırdı dedikleri buymuş. Abdestsiz besmelesiz gerdekten doğan cin çocuklarıdır derlerdi! Tövbe estağfurullah gerdeğe karışırlarmış da böyleleri doğarmış!” Bir anda yeri göğü inleten bir inleme duyuldu. Ne hayvana ne insana ait olmayan bir ses: “Yavruuum! Evladıııım!” diye adeta kayalarda çınlamaktaydı. Topal Cemşit’in bir anlık arkasına döner dönmez korkuyla yere çömelip saçını başını yola yola ağladığını gördüler. Parmaklarıyla arkalarındaki kayalıkları gösteriyordu. O yana döndüklerinde her birinin kanları çekildi saçları dimdik oldu. Gözlerine inanmasalar da kulaklarına gelen adım sesleri kendileri kadar gerçekti. Eşkıyaların gördüğü son şey kayalardan aşağıya doğru koca koca adımlarıyla inmekte olan bir dudağı yerde bir dudağı gökte bir heyula olmuştu. Kocaman ağzını açıp: “Oğluuuum! Evladııım!” diye uluyan, acayip sesiyle yüreklere korku salan insan azmanı bir ecinni… SON Yazan: Mehmet Berk YALTIRIK
İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
19
Sinema
Sinema
İnceleme
İnceleme
Uçan Daireler İstanbul'da (1955) Uçan Daireler İstanbul’da veya yurtdışında daha fazla tanındığı için daha fazla bilinen ismiyle Flying Saucers Over Istanbul filmi yakın zamana kadar kayıp sanılan bir filmdi, ne olduysa birden ortaya çıktı, hem de üstüne şehir efsaneleri yaratılmış film sessiz sedasız MTV’de bile gösterildi. Fantasturka festivali döneminde duyduklarımıza göre Fanatik’in alt şirketi olan Horizon International tarafından filmin bir DVD’si çıkarılacağı söyleniyordu, o dönem Horizon imzalı not defterleri piyasaya çıkmıştı. Uzun süre kayıp olan film hakkında elimizde sadece oyuncuların anlattıkları ile doldurulmuş birkaç makale vardı. Hatta artık başucu kitabımız hâline gelen Fantastik Türk Sineması kitabında bile birkaç satırla bahsedilmişti. Yani anlayacağınız film hem bir şehir efsanesi idi hem de belki de çoğumuz için ulaşılmaz bir hazine izlemediğimiz içinde belki de bir bilimkurgu klasiği idi. 1950’li yıllarda bu gibi bir bilimkurgu filmlerini çok az ülke yapabiliyordu. Bu nedenle bu film hem Türk sinema tarihi için önemli, dönem ve şartlar düşünüldüğünde cesur bir yaklaşım. Yani film hem kayıptı hem de benim gibi film arkeologlarının ağzını sulandıran hatta ve hatta abartırsak düşlerine giren bir filmdi. Biraz da hak etmiş açıkcası. Vakti zamanın film üzerine elimizdeki tek bilgiler filmde oynayan Özcan Tekgül’ün şu anlattıkları idi: “Şişli’de rahmetli Sohban’ın platosunda çalışacağız. Yönetmenimiz Orhan Bey her gün için 10 saatlik iş koymuş bizlere. Akşamları Ses’teki danslı çalışmalarımız devam etmekte. Bana ve Semiramis’e çok ilginç uzaylı kostümleri diktirmişlerdi. Hepimizin boynunda kendimize ait mücehverlerimiz vardı. Bunlar bir uzay filminde ne arar demeyin ama böyle. Hele hele ayaklarımızdaki çizmeler var ya onları herkes kendi yanında getirirdi. Yani uzaylı kızların ayağındaki çizmelerin hiçbiri birbirine benzemiyordu!” Erçin, filmdeki uzay gemisini, gemideki robotlar ve uzay mekanını çoktan planlamıştır. İşbilir Platocu Sohban Koloğlu hemen bir uzay dekoru kurar. Özcan Tekgül bunu da şöyle anlatıyor: “Rahmetli Sohban çok akıllı ve pratik çalışan bir kişiydi. Üç duvarı tamamen siyaha boyanmış bir plato
20
kurdu. Parlak jelatin kâğıtlarından çeşitli büyüklerde yıldızlar kesti ve bunları çeşitli uzaklıklarda bu siyah duvarlara yapıştırdı. Ayrıca yine strafordan gezegen şeklinde kesilmiş şekilleri misinayla tavana tutturarak gerçek anlamada bir “Uzay Yolu” yarattı. Ark denen büyük lambalar yanınca üzeri parlak olan her şey parlamaya başladı. Buraya kadar belki iyiydi ama bunların arasından uçan “uçan daire” yok mu, en komik olanı da oydu. Bildiğimiz tencere kapakları biraz şekil değiştirmişler ve iki set işcisi bu uzay dekorunda tıpkı çocukların frizbi oyunları gibi onları döndürerek birbirlerine atıp duruyorlardı. Zavallı Rum kameraman beceremiyorlar diye onlara kızıp duruyordu.” (Ali Sekmeç tarafından “Gece Yarısı Sineması” dergisi 14. Sayısında yayımlanmış yazısından alınmıştır.) Gece yarısı filmlerinin Altın çağı ve filmin konusu Buck Rogers, Flash Gordon gibi çizgi romanların ülkemizde çok tutulduğu bir dönemde yapılan bu filmde bugün bizleri şaşırtan bir hayal dünyası mevcut. Zaten 50’li yılların en sevdiğim yönü de budur. O dönem özellikle çizgi romanlardan etkilenen bir yaratıcılık vardı ve bugünkü gibi de bir Marvel dominasyonu da yok. Filmin yönetmeni Orhan Erçin hem senaryosunu yazmış ve hem de filmde Şapşal isimli bir karakteri canlandırıyor. Filmde bulunan komedi ikilisinden birisi Şapşal diğeri ise yakın zamanda Zafer Önen’in oynadığı Kaşar isimli bir karakter. Bu ikili Abbott ve Costello ve erken dönem Dean Martin ve Jerry Lewis’in bir karışımı olarak ele alınabilinir. Film bir gece kulübünde başlıyor ve kulüpte yer alan iki muhabir var. Bu muhabirlerden Orhan Erçin’in oynadığı Şapşal karaketeri biraz düz bir karakter. Kaşar ise oldukça sakar bir kişilik ve yaptıkları ile ikilinin başına gelen her şeyin bir nevi sebebi oluyor. Bu gece kulübü yani Yalnız Kalpler Kulübü ise ilginç bir yer, şöyle ki içeride bulunan çirkin, yaşlı, emekli, kocasız ve zengin kadınlar tarafından yönetiliyor. Amaçları ise çekici dansçıları, kulübe yolu düşürecekleri erkekleri, paraları ve servetleriyle kandırarak evlenmek ya da kötü emellerine alet etmek. Dansı da tuzaklarına düşürmek için kullanıyorlar. Kulübün sahibeleri ile görüşen kafadarlarımız gazetelerine bu kulüpte Marilyn Manroe’nun dans edeceği haberi ile geri dönerler ancak patronları İstanbul çevresindeki UFO haberleri yerine kısa etekli kızların peşinde giden ve gece kulübünde takılan ikiliye kızar. Farklı haber yapma konusunda ikna olan iki kafadar haberin merkezine giderler ve devasa bir telekopu olan ve uzun sakallı bilimadamlarının
21
Sinema
Sinema
İnceleme
İnceleme bulunduğu bir bilimsel araştırma merkezine gizlice girerler. Bilimadamlarının işi bitip gidince iki kafadar teleskopu ve merkezdeki elektronik cihazı karıştırmaya başlarlar. Ve bir hata yaparak yakından geçmekte olan bir uçan daireyi İstanbul’a yönlendirirler. Büyük bir alüminyum kek kalıbını andıran uçan daire, İstanbul’a iner ve içinden büyük bir kutuya benzeyen gümüş bir robot çıkar. Bu robot büyük ihtimalle tahtadan veya kartondan yapılıp üzeri spray boya ile boyanmış bir oyuncaktır. Üzerine rastgele ışıklar yerleştirilmiş robotumuz bazıları iri yarı kadınlar ile birlikte yeryüzüne iner. Bu kadınlar içinde güzel olan üç ana uzaylı kadını Özcan Tekgül, Semiramis Göze ve Türkan Şamil canlandırmaktadır. Şapşal ve Kaşar’a sonradan anayurtları Merih olduğunu öğreneceğimiz kadınlar tarafından el konulur. Not: Bu noktada film Abbott and Costello Go to the Mars, Plan 9 from Outer space, Cat Women from the moon veya Queen of the Outer Space filmlerine ve de tersine konusu ile de Mars Needs Women filmine benzemektedir. Kadınların elindeki erkek bulmaya yarayan makine ve gençlik iksirinin faydalı olacağını düşünen iki kafadar kadınları başka erkekler bulabilecekleri konusunda ikna ederler ve böylece hikâyemiz ilginç bir noktaya gider. Ama kraliçe uyanıktır ve onları takip etmek ister. Takip için kullanılan cihaz ile çekim yapılan ilginç sahneler yer alır ki bir televizyon monitorü olarak kullanılan ekran Çetin İnanç’ın Demir Pençe Korsan Adam filminde de kullanılmıştır. İki kafadar bu iksiri otelde Marilyn Monroe veya aslında Mirelle Monro’nun yanında olan patronlarına götürür. Orada iksir çalınır. Kaşar iksiri geri almayı başarır ama çoktan o da içmiştir çaresiz uçan daireye geri dönerler. Eli boş dönen kafadarlara uzaylı kadınlar kızarlar ve uçan dairenin içinde kafadarlara kötü davranırlar, işkence ederler, hâliyle de kahramanlarımız tırsmıştır. Ancak mürettabat eli boş dönmek istememektedir, o yüzden iki erkekle yetinmek istemezler, o kadınlardan birisinin yardımı ile yine kaçarlar. Bu arada farklı bir iksir verildiği için çılgına döner her şey. Buradan hemen kulübe dönerler ki kulüpte zaman, Marilyn Monroe danslarının zamanıdır (Orhan Erçin’in Monroe hastası olduğunu birkaç röportajda okumuştum.). Filmde zaten Türk işi Mirelle Monro’nun bol bol dans gösterileri yer alır. İzleyenleri büyüleyen güzelimizin dansları sırasında kendisini klonlar aslında bu bile başlı başına fantastik bir sahnedir. Velhasıl hikâyemiz sonunda uzaylı kadınların kraliçesi sinirlenip kulübe gelip herkesi dondurur ve Şapşal ile Kaşar’ı alarak Merih’e götürür ve SON!! Sonuç olarak Uçan Daireler İstanbul’da filmine bir bilimkurgu klasiği demek doğru değildir. Film komedi, dans ve dar mekânlar içerisinde, daha çok bir stüdyo filmi şeklinde gelişiyor. Filmin içinde her şeyden biraz var, bu da kuşkusuz filmin güçlü olduğu kadar kaybettiği nokta. Mesela filmde uzun uzun dans sahneleri, göze batan abartılı oyunluğa rağmen komedi. Alaturka müzik ve orkestra, oryantal müzik, göbek dansı şovları, yarı çıplak kadınlar ve 2012’de bize komik gelen ve gülebileceğiniz ilkel uzay efektleri var. Film bütün eleştiri ve şehir efsanelerinin tersine gerçekten farklı bir yapım olarak sinema tarihimizdeki yerini almalıdır. Keşke o dönem böyle filmler daha çok çevrilseydi diyor insan. Bu film Türk erkekleri için yapılmış ve çevrildiği zamanı düşünürsek ahlak anlayışı konusunda cesur
22
bölümler de yer alan bir film. Ancak film o kadar tepki almış ki Orhan Erçin’in son denemesi olmuş. Eğer koleksiyoncu iseniz arşivinizde bulunması gereken bir film. 80 öncesi Turist Ömer dışında tek bilim kurgu filmimiz Dünyayı Kurtaran Adam sanıyorsanız izlemeniz gereken bir film, 50’li yılların bilimkurgularını beğeniyorsanız DVD’sini beklemeniz gereken bir film. Şüphesiz o döneme ait yerli yapım filmlerin sayısı üçü geçmiyor, o yüzden filmi sahiplenmemiz gerekiyor bence... Film üzerine notlar: Filmin soundtrack’i: Mustafa Kandıralı’nın da yer aldığı Metin Bükey ve Orkestrasının müzikleridi Filmde yer alan müthiş(!) icatlar: Erkek bulma makinesi, Kaşar’ın boynundaki fotoğraf makinesi ve iksirler, klonlama sahnesi ve uçan daireler. Ve bir düzeltme... Film izlenmediği için bizim de alıntıladığımız yazı gibi pek çok kaynakta filmin konusu aşağıdaki gibi verilmiştir. Herkesin bildiği detay filmin konusunun gerçek bir olaydan Edirne’de uçan daire gören bir köylüden yola çıkıldığı idi. Oysa bugün bunun böyle olmadığını biliyoruz. Kaynaklara giren filmin yanlış konusu şu idi: Edirne’de bir köylü akşamüzeri tarlasını sularken, yuvarlak biçimli çok parlak bir nesnenin tarlasının ortasına indiğini görür. Ne olduğunu anlayamayan köylü, etrafına göz kamaştıran ışıklar saçan nesnenin etrafında dolaşırken birdenbire bir kapı açılır ve seksi kıyafetli güzel kızların indiğini görür. Adam ne olduğunu anlayamadan korku içinde evine kaçar. Bir süre sonra bu olay gazetelere manşet olur. Çalıştığı gazetede durumu pek parlak olmayan genç bir gazeteci bu olayı araştırmakla görevlendirilir. Çılgın ruhlu bir gazeteci olan genç, bu uzay gemisinin peşine takılır. Amacı bu seksi kıyafetli güzel kadınları bulmaktır. Gazeteci ile kızlar arasında komik olaylarla dolu bir kovalamaca başlar. Oysa uzaylı kızlar çoktan halkın arasına karışmıştır bile… Yapım yılı:1955 Birsel Film, 66 dak - Siyah Beyaz Yönetmen ve senaryo: Orhan Erçin Oyuncular: Orhan Erçin, Zafer Önen, Halide Piskin Semiramis Güze, Özcan Tekgül, Mirella Monro Sadri Karan, Turgut Pasiner, Kadri Senkal Hakki Rusen, Akif Maden, Özdemir Asaf
Yazan: Utku Uluer - sinematikyesilcam.com
23
Öykü
On Üç “Geliyorum… Bekle geliyorum… Senin için geleceğim. Yalnızlığında bulacağım seni. Hiç beklemediğin bir anda ve hissizliğin yurdunda. Korkuyor musun? Görebilir misin artık? Görebilirsin… Hadi! HADİ! HADİ SENİ LANET OLASI! UCUBE! YALNIZSIN VE KORKAKSIN!” Çoktan ışıklar sönmüştü. İnsanlar uyumuştu ve baykuşlar son devriyelerine çıkmıştı. Karanlıktı ve alabildiğine sessiz… Lambalar yanmak ve yanmamak arasında kararsız seçimler yaparken biri yürüyordu alacakaranlıkta. Sadece yürüyordu ve aslında gideceği hiçbir yer yoktu. Biraz daha yürüdü ve daha sonra ayakları soğuk kaldırımdan kesildi. Şimdi uçuyordu… “HAHAHAAHAAA! BANA GEL! Küçük kızım… Sevgili iyi kızım. Uç ve BANA GEL!” Uçuyordu ve yürüyordu. Bacakları onun kontrolünde değildi. Kafası çoktan onu terk etmişti. Gidiyordu ona. Yavaş ve hızlı. Sinirli ve ihtiyatlı… Benliği onu esiri altına almıştı. “KARAR VER! Gelecek misin? Ben mi geleyim? Ah! Benim küçük kızım.” Bir bacağı onu terk ederken bulutlara doğru süzüldü. Sağ bacağının olduğu yerde şimdi hiçbir şey yoktu ve kan akmıyordu… Uçtu ve geldi. Ulaşmıştı sonunda. İşte şimdi yürümesi gerekiyordu. Ne olursa olsun, onunla bu sefer yüzleşmeliydi. Yürüyemiyordu ve işte şimdi kanlar küçük bir gölcük oluşturmuştu. Kanlar akıyordu kesilmiş olan bacağından. Korktu ve ağladı. Yalvardı ona… Çığlıklar attı. Kan hâlen akıyordu… Ulaşmalıydı. Sürükledi kendini, kan pıhtılaşıyordu bu sefer. Kalbinde büyük sancı hissetti. “GEL BANA! Benim akıllı kızım.” Sarsılıyordu sanki. Bulutlar onu taşımak istemiyordu ve sol kolunun yerinde olmadığını gördü. Lanet olası kolu yok olmuştu. Omzundan mavi, sarı ve ismini bile bilmediği renklere bürünmüş kanları onu terk ediyordu. Ve o ulaşmak için çabalıyordu. Çığlıkları artmıştı ve üç dişini sert bulutlar yüzünden kırmıştı… Dişlerinin ve kesilmiş uzuvlarının acısını onu öldürecekti. Durmaya niyeti yoktu. Beline kadar uzanan saçları canlanmış, kesilmiş omzuna ve bacağına ince kıllarını sokuyordu. Kahkahalar atıyorlardı yaraları iyice deşerken. Kanlar daha hızlı akmaya başlamıştı ve artık bütünüyle mücadeleye kesmişti. “CANIN YANIYOR MU? CEVAP VER TATLIM!” Ses kükremeye başlamıştı ve ona ulaşamaz ise kesinlikle ölecekti. Çabaladı ve sürüklendi. Kanlar bulutları renk cümbüşüne döndürürken gökkuşaklarını düşündü. Kaynağı bu olmalıydı, yani kanlar… Süründü ve biraz daha süründü. Yapacak hiçbir şeyi yoktu. “Seni aptal kız! Ona ulaşabileceğimi sanıyorsun?” dedi bir saç teli ve sol gözüne girdi. Girmekle kalmadı. Arkadaşlarını da çağırdı. Güldüler ve her iki gözüne defalarca girip çıktılar. Gözlerinden kırmızı kan boşalırken görme yetisini kaybetti. İçinde bir boşluk vardı çok hızlı bir şekilde uçtuğunu hissediyordu. Aşağı ve yukarı. Hızlı ve yavaş. “Geliyorsun, tatlım! Benim canım, kızım. DAHA HIZLI OL! SENİ PİSLİK!” Yağmur başladı… Yağıyordu ve toprağı sevindiriyordu. Hissedebiliyordu bunu. Gözleri görmese de ve üstünde yürüyemese de… Kendisi için neden yağmıyordu? Eğer kendisine temiz suyunu bahşederse
24
25
Öykü
Sinema
İnceleme
üstündeki kanlar temizlenirdi ve daha güzel şekilde ölebilirdi. İstediği oldu. Ateş şimdi bir güzel temizliyordu onu. Ağlıyordu. Çırpınıyordu ve sağ kolunu, geri kalan dişlerini ile ısırıyordu. Acı çekilecek gibi değildi ve teni yavaşça ve bölgesel olarak yanıyordu. İki kaşının ortasına düşen bir ateş damlasını söndürmeye çalıştı. Canlanmış saç telleri şimdi kendisi ile birlikte yalvarıyorlardı. “Efendimiz bizi yakmayın! Efendimiz… EFENDİMİZ!”
Sinemanın Çizgi Dünyaya Olan Engellenemez İlgisi
“HAHAHAAAHAA!” Yandı ve bir daha yandı. Saçları, geceliği ve düşünceleri… Hepsi usulca kül olup uçtu bulutların ötesine. Yanmış damarlarında vücudunu terk edecek kan kalmamıştı ve kül olmasına pek az bir zaman kalmıştı. Eğer görebilseydi, yüzleşebilseydi onunla… Yok oldu gecenin karanlığında… Külleri uçtu ve kendisinden geriye kalan bir hiç oldu. Uyandı… Terliydi ve yatağının içinde dönüp durmaktan yastığı yere düşmüş, çarşafı yırtılmıştı. Yatağından çıkarken ağlamaya başladı ve pencereye doğru yürüdü. Yüzü gerçekten acıyordu. Çünkü özenle törpülenmiş ve kırmızıya boyanmış tırnakları ile yüzünü yolmuştu. Bitmeyecek miydi çilesi? Soğuk, açık pencereden terli vücuduna usulca eserken ürperdi. Süzülen yaşları taş zemin ile buluşurken artık bıktığı hissine kapıldı. “Verdiğim hapları düzenli bir şekilde kullanırsanız, göreceksiniz ki tüm bu kâbuslarınız bitecek. Sadece biraz zaman…” demişti aptal doktor. İki ay önceydi ve artık kaldıracak gücü kalmamıştı. Sadece bir rüya değildi yaşadıkları. Pencereye iyice yasladı vücudunu ve ayın bulutlar arasındaki ışıltısını seyretti. Emindi! Kesindi… Sadece bir rüya olsa kendisine böylesine zararlar vermezdi uyku esnasında. Derin bir nefes alarak heyecanla kalkıp inen göğüslerini şişirdi ve bir volkanın umutsuz sönüşü gibi saldı. Bitirebilirdi her şeyi. Gerçekten uçabilirdi çoktan sönmüş şehrin ışıklarında. Yaşadığı apartman dairesinin, on üç katındaydı ve birkaç saniyelik uçuş, onu her şeyden kurtarabilirdi. Uzaklardan bir ambulans sesi duyuldu ve şehir lambalarından biri söndü… Ürperti içinde pencereyi kapattı. Yazan: Ufuk Ali KAFTANLI
İllüstrasyon : Ömer Kahraman ÖZÇELİK
Çizgi roman uyarlamaları günümüzde sinema sektörünün gişede en çok güvendiği filmler olmayı başardı. Bu furyaya her sene yeni çizgi karakterler katılıyor. Çizgi karakterler içerisinde de özellikle süper kahramanlar ön plana çıkıyor. Süper kahramanlar dışında grafik roman olarak isimlendirilen çizgi romanlar da sinemanın müdavimleri oldular. Mesela bu sene “Sin City” ve “300” gibi grafik romanlar sinemada devam filmleriyle boy gösterecekler. Bu duruma bakıldığında sinemanın çok büyük ilgi gören çizgi romanlara odaklandığını düşünebiliriz. Durum gerçekten de böyle mi? Sinema sektörünün çizgi dünyaya olan ilgisinin asıl sebebi ne? Çizgi romanların sinemaya aktarılmasında okuyucu/izleyici oranı açısından tezat bir durum olduğunu düşünüyorum. Konuyu diğer film uyarlamaları ile açalım. Romanların uyarlamaları da sinemada büyük ilgi topluyorlar. “Yüzüklerin Efendisi” üçlemesi, ”Harry Potter” serisi ve 2012’de sinemaya transfer olan “Hunger Games” üçlemesi gibi. Bu romanların dünya genelinde satış adetleri sırasıyla 150 milyon, 450 milyon ve 50 milyon adet. Popüler kültür karakteri hâline gelen James Bond’un da roman karakteri olduğunu unutmamak gerekir. Ian Fleming’ın yazdığı James Bond serisini de toplam satış adetinin 100 milyonu geçtiği düşünülüyor.
26
27
Sinema
Sinema
İnceleme
İnceleme 2000 senesinde “X-Men” filmi ile başlayan süper kahraman furyasının Amerika’daki çizgi roman satışlarına olan etkisine bakalım. 2000 senesinden günümüze 40’ın üzerinde süper kahraman çizgi roman uyarlaması sinemada boy gösterdi ve önemli başarılara imza attılar. 2013’te Amerika’da en çok satan 300 çizgi romanın satış adeti 15 sene öncesi ile aynı oldu! Hatta arada yaşanan 11 Eylül olayı ile sektör dip yaptı. Bu olumsuz rakamlara rağmen Amerika’da çizgi roman piyasası büyüyor! Büyümenin altında ise sektörün bazı serileri aylık yerine daha sık aralıklarla yayınlamaya başlaması, yeni serilere başlayarak çizgi roman sayısını arttırmaları ve fasiküllerin cilt olarak satışına verilen ağırlık yatıyor.
Seri romanların sadık okuyucu sayısı 50 milyon kişiye kadar yaklaşabiliyor. Bu sadık okuyucular da bazen filmlerin hasılatının yarısına yakınını oluşturabiliyor. Çizgi roman uyarlamalarında bu duruma bakıldığında karşımıza bambaşka bir tablo çıkıyor. 2013’te Amerika’da koleksiyoncuların ilk sayı vb. satın alma durumları dikkate alınmadığında en istikrarlı satış yapan DC Comics’in yeni 52 serisindeki Batman çizgi romanı oldu. 2013 senesi boyunca her ay yayınlanan sayı ortalama 130.000 adet satmayı başardı. Sadık Batman okuyucuları bugün Amerika’da gösterime girecek bir Batman filminin hasılatının ancak binde 1’ini oluşturabiliyor! Tüm fanatikler filmi 10’ar kez seyrederse 1% oranı yakalanıyor! Ülkemizde süper kahraman filmleri son senelerde 300.000 ile 700.000 arasında kişiyi sinemalara çekebiliyor. Ülkemizde sadık süper kahraman çizgi roman okuru ne kadar? Bu sayı için Türkçe ve İngilizce çizgi roman satın alanların sayısını dikkate almak gerekiyor. Korsan olarak süper kahraman çizgi romanı takip eden sadık okuyucu sayısının fazla olmadığını düşünüyorum. Bu sebeple 5.000 kişi demek bana gerçekçi geliyor. Seyirci/okuyucu oranı % 1’lerde kalıyor. Çizgi roman uyarlamalarının gişedeki seyirci sayıları ile sadık çizgi roman okuyucu sayısı arasında kesinlikle bir bağ bulunmuyor. Oysa ki romanların sinema uyarlamalarında sadık okuyucuların çok ciddi bir katkısı karşımıza çıkıyor.
28
Çizgi romanların ulaştığı kişi sayısının sınırlı olmasına rağmen sinema sektörünün süper kahraman filmlerine güvenmelerinin ve haklı çıkmalarının arkasında ne yatıyor? Süper kahramanlar çizgi roman dışında da herkese bir şekilde ulaşabiliyor. Çizgi film, oyuncak ve giyim gibi. Hiç Örümcek Adam çizgi romanı okumamış birisi bile Örümcek Adam filmini sinemada seyrettikten sonra “Örümcek Adam filmde olmuş/olmamış” gibi bir yorum yaparak sinemayı terk edebiliyor. Süper kahramanlar geçen seneler içerisinde bir sanatçı, politikacı veya sporcu gibi insanların hayatlarında yerlerini fark ettirmeden almışlar. Grafik romanların sinema uyarlamalarının performansına bakınca bu durum daha net ortaya çıkıyor. Örnek olarak başarılı bulduğum üç grafik roman uyarlamasına bakalım: “Watchmen”, “Sin City” ve “V for Vendetta”. Üç filmden de dünya genelindeki hasılatı $200 milyon’u geçen olmadı. Oysa ki süper kahraman filmleri en kötü $500 milyon hasılat yapıyor ve genelde de milyar $ barajında geziyor. Sinema sektörünün öne çıkan gerçekleri ne istiyor? Aksiyon ve görsel efekt dolu filmler. Çizgi ve grafik romanlar bu beklentileri karşılıyor. Süper kahramanların da herkesin hayatının bir parçası olduğu gerçeği ise en büyük avantajı oluşturuyor.
29
Öykü
Sinema
İnceleme
Gözden Geçirme
Grafik romanların da karakterlerinin ve konusunun hazır olması yapımcıların işini kolaylaştırıyor. Yapımcıların neredeyse tek yapması gereken grafik romanı senaryoya çevirmek oluyor. Sinemanın geleceği tamamen uyarlamalara doğru ilerliyor. Süper kahraman örneğinde olduğu gibi popüler kültür olarak isimlendirebileceğimiz karakterler (Hercule, Frankestein, Steve Jobs) ve olaylar dışında orijinal bir filmin geniş vizyon bulması imkânsızlaşıyor. Remake konseptini de buna dahil edebiliriz. Orijinal olacak filmler animasyon, komedi ve bağımsız filmlerden oluşacaklar. Popüler kültür olma ihtimali olan orijinal karakterler ve konu bulunduğunda da önce çizgi roman veya roman olarak karşımıza çıkacaktır. Sektör gerçekleri ve tüketim toplumu olmanın dayanılmaz hafifliği aynı yemeğin defalarca pişirilerek satışa çıkmasını istiyor. Yirmi yıl olmuştu. Tam yirmi yıl önce bugün ölmüştü annesi. İnanamamıştı. Herkes veya her şey ölebilirdi; ama annesi ölemez gibi geliyordu.
Gelinen noktada orijinal işlerin mecrası olarak geriye sadece televizyon dizileri kalıyor. Televizyon dizilerinin önlenemeyen yükselişinin altında aslında sinema sektörünün tercihleri yatıyor! Süper kahramanlardan da televizyon dizisi olacak çok sayıda projeden bahsediliyor. Toplum içerisinde yeterli seviyede kendilerine yer edinememiş süper kahramanların televizyona transferi günümüz sektör gerçekleri ile birebir örtüşmüş oluyor.
“Annem öldü.” demişti ablası. O ise bunu duyunca “A, ablamın annesi ölmüş.” diye geçirmişti kafasından. Neden sonra aklına gelmişti aynı annenin çocukları olduğu. Yirmi yıl... Neler neler yaşamıştı yirmi yılda. O gün bir daha hiç gülemeyeceğini düşünmüştü. Oysa güldü. Hem de ne çok! Ama aklına geldikçe hâlâ içi sızlardı. Annesinin öldüğü yaşta yazlığının balkonunda oturmuş bunları düşünüyordu Ayla Hanım. Yetmiş iki yaşındaydı ve oldukça sağlıklıydı. İkinci kocasıyla birlikteydi şimdi. Seksen dört yaşında bir emekli albay olan Necmi Bey’le evlenmişti on yıl önce.
Sinema ve çizgi dünya arasında 2000’ler sonrasında oluşan aritmetiğin ne zaman bozulacağını tahmin etmek gerçekten çok zor. Çizgi roman severleri daha çok sayıda sinema filminin beklediğine kesin gözüyle bakabiliriz. Hakan Tunga KALKAN www.kahramanlarsinemada.com www.kahramanlarburada.com Kaynak: comichron.com, wikipedia.org
30
İlk kocası olacak o domuz onu aldatıp genç bir yosmayla kayıplara karışmıştı. Güç bela yaşayıp çocuklarını büyütmeye çalışırken eş dost aracılığıyla tanışmıştı Necmi Bey’le. Necmi Bey’in eşi bir süre önce ölmüştü. Yaşlanmıştı. Hem kendisine bakabilecek hem de ona yoldaş olabilecek biriyle evlenmek istemiş, yolu Ayla Hanım’la kesişmişti. Ayla Hanım çok düşünmüş, nedir, nasıldır, iyi mi kötü mü derken “Olur,” deyivermişti. O gün bugündür birliktelerdi işte.
31
Öykü
Biraz aksi biriydi Necmi Bey. Ama iyi niyetli, kibar bir adamdı. Şimdiye kadar kimsenin davranmadığı kadar ince davranıyordu Ayla Hanım’a. Malı mülkü de yerindeydi. İzmir’deki evi Ayla Hanım’ın üstüne yapmıştı. Bu yazlığı da küçük kızı Sibel’in üzerine yapmışlardı. İçi rahat etmişti Ayla Hanım’ın artık. Bunca yıl çektiklerinin ödülünü aldığını düşünüyordu. Böyle düşünerek biraz da kendisini kandırıyordu aslında. Necmi Bey’in de inadı canından bezdiriyordu bazen. Ölse de kurtulsam, dediği oluyordu. Şu sıra da en çok Sibel’i üzüyordu Necmi Bey. Erkek arkadaşını beğenmemişti, bu yüzden evlenmelerine izin vermiyordu. Hâlbuki aile dostlarının oğluydu çocuk. İşsizdi şimdi, ama nasılsa bulurdu. Hem ailesinin durumu çok iyiydi. Ne olurdu sanki he deyiverse! Zaten Sibel’in iki ablası da kendilerini mutsuz eden insanlarla evlenme başarısını göstermişti, bari Sibel mutlu olsaydı. Büyük kızı doktordu. Kendisi gibi bir doktorla evlenmişti. Evlendikten sonra kapanmış, çalışmayı bırakmış, annesiyle görüşmez olmuştu. Artık başka bir dünyanın insanıydı. Aklına gelince bile gözleri doluyordu Ayla Hanım’ın. Ortanca kızı ise tam anlamıyla bir serseri ile evlenmişti. Parasız pulsuzun tekiydi adam. Ta lisedeydi kızı onunla tanıştığında. Kaçmıştı kocasına. Dört tane çocuğu vardı şimdi. Okumamıştı, çalışmıyordu da. Kocası ise bir türlü dikiş tutturamamıştı girdiği işlerde. Sevmezdi hiç Ayla Hanım’ı. Paraya ihtiyaçları olmasa görüşmelerine izin vermezdi herhâlde kızıyla. Ayla Hanım, o serserinin kızını dövmesinden, ona kötülük etmesinden korkuyordu. Kaç defa sormuştu kızına, hep de inkâr etmişti kızı. Susup oturuyordu öyle olunca Ayla Hanım. Tüm bunları düşününce kendini suçlu hissediyordu Ayla Hanım. Anneler çocukları için en iyisini isterdi. Ayla Hanım da istemişti. Ama istediklerini verememişti. Çocuklarının her biri kendine ayrı bir yol çizerken sadece uzaktan izlemişti onları sanki. Engel olamamıştı. Bir şeyi yapmaları ya da yapmamaları için ısrar da etmemişti. Kızların kaderi annelerine benzer, derler. Kendi kaderi annesininkine benzememişti; ama kızlarının mutsuzluğuna kendisi neden olmuş gibi hissediyordu. İşte bu yüzden Sibel mutlu olsaydı bari. Ah Necmi Bey, ah! Ne olur he deyiversen!.. Hayatını gözden geçirmişti bir saatte. “Neden şimdi yapıyorum bunu?” diye sordu kendine. Annesinin ölümünün yirminci yılında hem de. Hesap mı veriyordu acaba annesine. “Her şey tam da bir de sen olsan!” dedi annesine. “Ne biçim şeymiş bu anne sevgisi!” diye düşündü yine. İçeriden Necmi Bey’in sesi duyuldu: - Ayla Hanıımm! “Geldim Necmi Bey, geldim.” diyerek yavaşça kalktı sandalyesinden. Ağır adımlarla içeri girip kapıyı kapattı. Yazan: Ceren ÇALICI
32
33
34
35
36
37
38
39
Oyun
The Last of Us: Yıkımdan Yeşerenler
The Last of Us, yakın zamanda 200’ün üzerinde “Yılın Oyunu” ödülünü alarak ulaşılması zor olan bir başarıya imza attı. Üstelik kendisiyle birlikte aynı sene içinde çıkan GTA V ve Bioshock Infinite gibi çok sağlam iki rakibin arasından sıyrılarak ödülleri kaptı. Bu durum çok tartışıldı. İnternette “Teknik açıdan hataları sahip, sadece Playstation 3’e özel bir zombi oyunu 200 tane yılın oyunu ödülü almamalı”, “Bir oyun bu kadar abartılamaz”, “Oyun haberciliği yanlı çalışıyor” gibisinden pek çok yorum okuyabilirsiniz. Fakat bu yazıda bu tartışmalara girmeden the Last of Us’a bir oyuncuya yaşattığı tecrübe doğrultusunda bakmaya çalışacağız. Belki de tüm bu tartışmalara bir cevap olabilecek çıkarımlara varabiliriz. Naughty Dog firması Playstation platformuna özel çıkarttığı Crash, Jak and Dexter ve Uncharted oyunlarıyla bilinen ve sevilen bir stüdyo. Özellikle Playstation 3 platformunda macera ve aksiyonu harmanlayan B sınıfı bir film tadındaki Uncharted üçlemesi satış olarak çok büyük bir başarı yakaladı. Çok derinlikli olmayan ve hoplayıp zıplayı adam öldürerek saf bir eğlence vaad eden Uncharted serisinden sonra Naughty Dog önümüze sindirilmesi Uncharted kadar kolay olmayan bir oyunla çıkageldi. The Last of Us (TLoU), oyun tarihindeki en çarpıcı başlangıç sahnelerinden birini sunuyor bize. Oyunun geçtiği tarihten 20 sene öncesini oynarken genelde zombi yapımlarında es geçilen “olayların hemen öncesi”nde buluyoruz kendimizi. Yaklaşık 20 dk. süren bir başlangıç bölümüyle suratımıza tokat yemiş gibi bırakılıyoruz. Ara sahneler yerine oyunda karakterimizi yürüttükçe olaylar gözümüzün önünde olup bitiveriyor. Bu sayede her şeye doğrudan dâhil oluyor hissi verebilmiş Naughty Dog. Ana karakter Joel tüm bu hengâmede kızını kaybediyor. Oldukça güçlü bir drama olarak tecrübe ettiğimiz açılış bölümü, oyunun intro yazılarının girmesiyle sonlanıyor. Bu intro boyunca radyo spikerlerinin ağzından anlıyoruz ki dünya bir zombi felaketine sürükleniyor. Bu sefer bir virüs değil bir fungus yani bir mantar cinsi insanlara sporlarla yayılıyor. Beyinlerini ele geçirip onları delirtiyor. Ardından görme duyuları ve bilinçleri tamamen körelen vahşi yaratıklar haline sokuyor.
40
41
Oyun
Oyun
Bu kaosta hayatta kalan insanlar savaş sonrası yıkımdan kurtulmuş bir dünyada yaşam savaşı veriyorlar. Bir tarafta askeri gruplar şehirleri yönetirken diğer tarafta Fireflies denen örgüt yeni bir dünya düzeni sağlamak adına eylemlerine devam ediyor. Tabii bunlar dışında da Avcılar denilen, hayatta kalmak için her yolu mübah bulan eşkıya grupları bulunuyor. Şöyle bir baktığımızda bu dünyada insanların mantar kafalı zombilerden çok daha tehlikeli olduğunu görüyoruz. Oyunun başındaki travmatik olaylardan 20 yıl sonra hayatına devam eden ana karakterimiz Joel, hâlâ kızının kaybetmesinin acısını unutamamış ki bozuk olsa da kızının hediye etmiş olduğu saatini kolundan çıkartmıyor. Oyun boyunca bize emanet edilen ağzı bozuk küçük kız Ellie’yi Firefly örgütünün isteği üzerine belli bir noktaya teslim etmek için götürüyoruz. Ellie bu kıyamette hayati bir önem taşıyor. Kendisi zombi ısırığına karşı dirençli olduğu bilinen tek insan. Eğer Firefly’daki tıbbi takım Ellie’yi incelerlerse insanları zombiye çeviren fungusa karşı bir çözüm bulabileceklerini düşünüyorlar. İşte tüm oyun Joel ile Ellie ikilisinin kıyamet sonrası bir ABD’de eyaletler boyunca seyahatini konu alıyor. Peki, bu oyunu bu kadar başarılı yapan şey nedir? Ben başarılı olduğu yönlerini şu başlıklarla çıkarttım: - Hikâye Odaklı Oluşu: Pek çok zombi filmi ve oyunu genellikle çok derinlikli bir hikaye sunmadan salt aksiyon ve pompalı tüfekle kafa patlatma gibi sahnelere güvenir. Fakat TLoU anlatmak istediği hikâyeyi yoğun atmosfer ve başarılı dramatik yapısıyla usulca, ilmik ilmik örüyor ve oyunun son saatlerinde tek bir çekişte örgüyü açıyor. Ana hikâye yaklaşık 17 saatlik bir oynanış süresi sunuyor. İlk 5 saat kısır giden oyun bir yerden sonra açılıyor. Sesler, müzik, karakterleri canlandıran oyuncular, grafikler ve atmosfer sayesinde bir yerden sonra oyunun hikâyesi çok doğal geliyor. İnsanı sıkmayan, komplike olmayan direkt bir anlatımla oyun içine güzelce yediriliyor. Eyaletler arası yol aldıkça acaba bir sonraki durağımızda başımıza ne gelecek diye düşünmüyoruz, olayları tamamen akışa bırakıyoruz.
42
- Karakter Gelişimi: 20 sene önceki kızını seven, insanları önemseyen Joel ile kıyamet sonrası bezmiş, huysuz Joel arasında büyük bir fark var. Daha oyunun en başında bu değişimi gözlemlemek mümkün. Joel, Ellie ile karşılaşınca kıza hiç sıcak bakmıyor, hatta hayat şartlarının getirdiği katı ve garantici yapısını iyice belli ediyor. Öte yandan Ellie de bu berbat dünyada doğmuş, ağzı bozuk, saygısız ve sabırsız bir ergen kız çocuğu olarak tavrını ortaya koyuyor. Fakat olaylar geliştikçe, ikisi arasındaki buzlar kırıldıkça Ellie daha sakin, güçlü ve akılcı bir genç kadına, Joel ise daha koruyucu ve kollayıcı bir baba imgesine dönüşüyor. Oyun sadece karakterleri değil bizi, yani oyuncuyu da duygusal olarak değiştiriyor. Oyuncu için Joel ve Ellie daha içten, daha birileri aileden olmaya başlıyor. Öyle ki bir noktada Avcılardan birisi Ellie’yi öldürmek üzereyken son sürat olay yerine koşup herifi ölümüne tekmelediğimde hissettiklerim, oyunda Joel’in hissettiklerine yakındı. - Stilize Gerçekçilik: Oldukça gerçekçi bir oyun TLoU. Aynı olaylar gerçekte olsa bunlar yaşanırdı gibisinden düşüncelere kapılabiliyorsunuz. Karakterler gerçek, davranışları gerçek, mekanlar ve olasılıklar gerçek. Hatta zombi kıyametine yol açan mantar bile gerçek hayatta var. Fakat bizim dünyamızda anca karınca ve böceklere etki edip onları zombilere dönüştürüyor (İlginizi çektiyse kesin araştırın.). Karakter tasarımları da her ne kadar gerçekçi olsa da Naugty Dog, kendi stilini katmayı başarıyor. Diğer gerçekçi karakterlere sahip oyunların düştüğü “uncanny valley” diye adlandırılan sendromdan çizgi romanvari stilize tasarımlarla alnının akıyla kurtuluyor ve bize sevip bağrımıza basacağımız karakterler sunuyor. - Gerçek Oyunculuk Performansı: Günümüzdeki pek çok büyük yapım oyunlarda olduğu gibi TLoU da hareket yakalama teknolojisini kullanıyor. Yani oyundaki karakterlerin animasyonları için gerçek insanların hareketleri yakalanıyor ve oyuna aktarılıyor. Fakat işin içinde Troy Baker ve Ashley Johnson gibi harika performanslar sergileyen aktörler olması oyundaki dramatik etkiyi en üst noktaya taşıyor. Hem sesleriyle hem de hareketleriyle karakterlere can veriyorlar. - Keşif Duygusu ve Çaresizlik Hissi: Yıkım sonrası bir dünyada arta kalan o kadar çok şey var ki... Kaostan bir dün önce asılmış bir filmin afişleri (ve tabii hiç bir zaman sinemada yeni çıkan bir filmi izleme şansına erişememiş olan Ellie’nin yorumları), içerisinde eski plaklardan modern(?) albümlere ve müzik aletlerine kadar tonlarca eşya olan müzik dükkânı, restoranlar, ABD tarihine ışık tutan eserlerle dolu bir müze, hurda halinde bir alışveriş merkezi, sular altında bir şehir meydanı... Oyunda keşfedilecek ve görülüp incelenecek detaylar saymakla bitmez. O kadar çok nesne modellenmiş ki bazen hangi birine bakacağınızı şaşırıyorsunuz. Ve üzücü bir şekilde hepsinin arkasında birbirine benzer trajik hikâyeler yatıyor. Bu detaylar çaresizlik hissini de beraberinde getiriyor. Oyundaki karakterler bir daha asla o eski güzel günlere dönemeyecek ve nereye giderlerse gitsinler asla güvenli bir yer bulamayacaklar. Ve TLoU bunu o kadar güzel işliyor ki akıllara The Road filmi geliyor.
43
Oyun
Oyun
- Müzik: Oyunun bir diğer can alıcı noktası ise müzikleri. Amores perros, 21 Grams, Brokeback Mountain, Babel ve Into the Wild gibi filmlerin müziklerini yapmış Gustavo Santaolalla TLoU’ta da harika bir iş çıkartıyor. Oyunun ana müziğini duymak bile tüyler ürpertmeye yetiyor. Santaolalla oyundaki atmosferi müzikleriyle iki kat sağlamlaştırıyor. - Oyun Sonu: Artık “twist” denilen dönüm noktalı ve şaşırtıcı oyun sonlarına o kadar alıştık ki, TLoU gibi oldukça doğal ve insansı bir oyun sonu görmek bizleri şaşırtıyor. Oyunun sonunda ne olduğunu tabii ki söylemeyeceğim fakat bence şaşaaya ve şok edici olaylara gerek kalmadan böyle tatmin edici bir son yapmak Naughty Dog’un artık “olmuş” bir oyun stüdyosu olduğunu gösteriyor. Peki, bu oyunun hiç mi kötü tarafları yok? Tabii ki var, hem de bolca. Oyun içinde Joel’i yönlendirirken en ufak ses çıkartmanız ve hata yapmanız hayatınıza mal olurken, yapay zekânın yönettiği Ellie ve yanınızda gelen diğer karakterler hoplaya zıplaya hareket edebiliyorlar. Ve işin kötüsü düşmanlar bunları görmüyor. Ayrıca oyundaki bulmacalar çöp konteynerini bir yerden alıp diğer yere sürükle ve üstüne çık şeklinde sığ ve gereksiz. Bir de düşman çeşitliliği daha geniş olabilirdi. Fakat yine de oyunun olumlu yönleri bu olmuzlukları göz ardı etmenizi sağlıyor. Hatta göz ardı etmeyi kendiniz isteyebiliyorsunuz. Oyunu oynarken aklıma pek çok kez roman uyarlaması The Road filmi geldi. Viggo Mortensen’in filmdeki rolü Joel’e esin kaynağı olmuş gibi gözüküyor. TLoU her ne kadar The Road derecesinde karamsar ve karanlık olmasa da oyun dünyasının The Road’u olmayı hak ediyor. Eğer karakterlerine bağlanacağınız, atmosferi sağlam bir aksiyon-macera oyunu arıyorsanız, tartışmaları es geçin ve The Last of Us’ı kendiniz deneyin. 200 adet Yılın Oyunu ödülünü hak edip etmediğine kendiniz karar verebilirsiniz. The Last of Us sadece Playstation konsolunda oynanabiliyor. Fiziksel sürümü dışında PSN hesabınızla uygun fiyatlara Playstation Store’dan da elde edilebilir. Onur KÜÇÜK
44
Antaryon Ejderler Diyarı
Kanayyil gezegeninin halkından geriye sadece 13 kişi kalmıştı. Bunlardan biri de Aunsorm Gul adındaki kanaydı. O içlerinden en güçlü ve bilge olanıydı: Bu sebepten diğer 12 gezgin onu hâkim olarak belirlemişti. Birçok diyarı gezmiş olan Aunsorm en son olarak Antaryon’da uynokların yanında kalıp onlarla yaşamayı seçmişti. Kendisini kralları gibi gören bu ilkel, genç topluluğu eğitmeyi görev edinmiş ve bunun heyecanına kapılmıştı. Uynokların eğitimi daha sonrasında gelişen olaylarla Aunsorm’a karşı bir isyanın temellerini oluşturmuştu: Zaman geçtikçe bu temellerden yeni bir uygarlık yükselmektedir. Dünya denen diyardan diğer bir gezgin olan Ra’yı cezalandırdıktan sonra geri dönen Aunsorm karşısında isyan bayrağını çeken ejder binicisi uynokları bulmuştu. Dünyadan yanında getirdiği türlerin ve daha önceden Lingorya diyarından getirdiği diğerlerinin de içine girdiği amansız bir egemenlik mücadelesi başlamıştı. Aunsorm’un daha önceden bölge bölge ayırdığı Antaryon’un artık her bölgesinde ayrı bir ateş yanıyordu. Kimisi özgürlük ateşiydi kimisi diğer ateşleri bastırması için yakılmış ateşlerdi. Egemenliğini kaybeden Aunsorm kendisine sadık kalanlarla Kule Bekçileri assavını kurup elinde kalanları korumak için mücadeleye başlamıştı. İsyan edenler bir süre sonra kendi içlerinde ayrılıklara düşünce artık Antaryon savaşın hiç bitmediği bir diyar olmuştu. Antaryon bir karakter geliştirme ve strateji belirleme oyunudur. 2005 senesinden beri önce LingOyn sonra Lingorya siteleri için geliştirilen web tabanlı oyun sistemi son olarak 2008’de Antaryon adıyla çevrimiçi sunulmaya başlanmıştır. O günden bu yana da oyun sürekli yenilenerek gelişmektedir. Oyun sistemine genel olarak“Fantastik Rol Sahiplenme”denmektedir. Oyun içerisinde çeşitli türlerden birçok sınıf bulunmaktadır. Oyuncu bunlardan birini seçerek oyuna başlar ve harita üzerinde görünen duba denilen yaratıkları keserek tecrübe puanı (TP) toplar. Topladığı tecrübelerle seviye atladığında kendisine verilen stat ve yetenek puanlarını dağıtarak güçlenir. İlk 10 seviye bu şekilde kolayca atlandıktan sonra oyuncu artık diğer karakterler ile etkileşime geçebilir. Rakiplerle isterse tek başına mücadele edebilir ama oyundaki asıl amaç belli topluluklara dâhil olup rol sahiplenmek olduğu için bu şekilde fazla ilerlenemez ve oyundan yeterince zevk alınamaz. Bir assava girildiğinde diğer oyunculardan yardım alıp düşman assavın karakterlerini keserek gelişmeye devam ederken bir yandan egemenlik savaşına yavaş yavaş adım atılır. Her assavın üyelerinin
45
Oyun
Öykü
MuAl denilen muharebe alanlarında aktif olmasıyla sağladığı kontrol gücü(KG) faydası assavı sıralamada önlere çeker. Altı saate bir doğan Antaryon günlerinde (AG) en çok kontrol sağlayan assav, başarılı sayılır ve yeni teknolojiler açmak için gerekli olan birimleri elde eder. Bu teknolojiler sayesinde karakter güçlenirken bir yandan da assav liderleri yeni yapılar yapıp kaynak ve asker ihtiyacını karşılayarak birlik savaşlarına hazırlanırlar. Birlik savaşları hafta sonu AG’lerinde yapılan ve sadece general seviyesine ulaşmış karakterlerin girdiği stratejik bir savaştır. Antaryon kademeli olarak farklı tatları sunup hiç bitmeyen bir oyun zevki vaat etmektedir. Eğer uzun yıllar oynanabilecek bir oyun olsa ve hiç sonu gelmese diyorsanız bilin ki Antaryon bunu amaçlamaktadır. Oğuzhan ÖZBAY Facebook Sayfası: /Antaryon Twitter: @zabkaf www.antaryon.com
Cep Alemler “Kızım, sen anlat ona. Seni duyar belki. Benden koptu. Koptu, yazık.” Gülden’in ensesindeki saçları dikleşmişti. Korku damarlarında delice koşuşturuyordu. Midesi ise buz gibi olmuştu. 22 inç’lik ekranda gördüğü yer normal bir mekân değildi. Üç boyutluydu. Çünkü garip bir şekilde derinliği gerçek gibi algılıyordu. Hani elimle dokunabilecek gibiydi denir ya öyleydi. Tek kişilik yatak, komodin, üzerinde yanan bir abajur ve kilimden ibaret küçük bir odada yaşlı ve zayıf bir kadın tek kişilik yatakta sırt üstü yatıyordu. Örtündüğü beyaz battaniye beline kadar sıyrılmıştı. Üzerinde bej rengi pamuklu kumaştan bir gecelik vardı. Bembeyaz saçlı kadının, biri karnının üstünde diğeri bedeni boyunca uzanan iki elinde de herhangi bir kıpırtı yoktu. Göğüs kafesi de yükselip alçalmıyor gibiydi. “Biraz önce son nefesini verdi.” Bunu diyen, yatağın başucunda duran, üzerindeki geceliği de dahil ölü kadının tıpatıp benzeri bir kadındı. “Ben onun ruhuyum. Daha doğrusu bir parçasıyım. İçinde bir yan direniyor. Oysa artık gitmemiz lazım. Berzah âlemine.” Gülden, kadına cevap vereceği sırada kendisinin de odanın içinde olduğunu fark etti. Arkasına baktı. Beyaz badanalı duvarı gördü. Evinin oturma odasından, bilgisayarından ve badem likörüyle birlikte içtiği kahvesinden kopmuştu. Normal biri bunu gördüğünde delirecek gibi olurdu, ama Gülden’in yapısı farklıydı. Kendisi on iki yaşına gelene kadar bütün çocukluğu boyunca diğer âlemlere açık olmuş, bu tür sahnelere tanık olmuş, bizzat rol almış, diğer taraftan arkadaşlar bile edinmişti. Arkadaşları arasında adı Cadıgül’e çıkmıştı. Tıpkı bir ara üst kat komşuları olan Semahat Hanım gibiydi. Gönül gözü açıktı. Sonra ilk kez regl olduğunda bu yetisi sönmüştü. Ansızın. Bir tiyatro perdesinin inişi gibi. Hormonal gelişmenin aklında estirdiği kavak yellerine rağmen kaybettiği diğer taraf ilişkisini bayağı aramıştı. Zaman içinde yeteneği beklediğinin aksine canlanmamış diğer yanın kapıları kapalı durmaya devam etmişti. Tek istisna rüyalardı. Rüyalarda o tarafla seyrek ve kısa süreli olsa da ilişki kurabiliyordu. Eski ve kayıp bir fotoğraf albümünden sayfalara hızla göz atmak gibiydi. Uyanınca çoğu ayrıntıları hatırlamıyordu. Şimdi bu sahnede hem bilinmezin verdiği endişe, hem de ‘eski yeteneğim geri mi döndü acaba?’ etiketli bir beklenti vardı. “Onla bir konuşsanız. Yabancı biri olduğunuz için sizi ciddiye alır.” Gülden kadının ruhuna baktı ve “Ne diyeyim peki?” dedi. Kadının koyu kahve rengi gözlerinde bir canlanma oldu ve “Adım Nuran. Sizden ricam baş ucuna gitmeniz ve ‘Nuran sen öldün. Direnme artık’ demenizdir.” Gülden çocukluğunda böyle sahnelerle haşır neşir olmasa şimdi duvarları tırnaklarıyla delerek geriye dönmeye çabalayacağını düşünerek, “Bir deneyeyim.” dedi. Kadın belli belirsiz gülümsedi. “Ben holde bekleyeyim. Daha iyi olur.”
46
47
Öykü
Gülden başıyla olumladı. Dudakları kurumuştu heyecandan. Kadın kapıdan çıkıp gitti. Kapıyı bulduğu gibi yarı aralık bırakmıştı. Kadın cesaretini topladı ve öne doğru adım attı. İlk hareketi çok tuhaf bir etki yaratmıştı üzerinde. Buradaki yerçekimi daha fazlaydı sanki. Ayağını ileri uzatabilmek için bayağı gayret sarfetmesi gerekmişti. Üstelik bu gayreti sadece kaslarıyla yapmadığını anlamasına da az kalmıştı. Kadının tümlenmemiş ruhu odada olsaydı ona ne olduğunu sorabilirdi, ama mümkün değildi. Kendini zorlayarak yatağın başucuna kadar gitti. Dört adım atabilmek için kan ter içinde kalmıştı. Terlemişti. Kalbi artık heyecandan değil harcadığı efor nedeniyle koşuşturmaktaydı. Çocukken bazı kâbus ortamlarında eli ayağı yavaş olurdu. Korkutucu bir şeyden kaçarken adımları ağırlaşır, kapının tokmağı açılmak bilmezdi. Buna benziyordu, ama farklıydı. Çünkü zihniyle de çabalıyordu. Şaşırtıcı bir ortamdı. Hiç böylesini deneyimlememişti. “Nuran! Nuran hanım!” Saniyeler geçti kadının kıpırtısız bedeninde bir değişim belirmedi. Gülden’in nefesi düzelmeye başlamıştı. Sol eliyle alnındaki terleri sildi. Dört adım atmak insanı bu kadar yorar mıydı? “Nuran hanım!” Kadının çizgili, zayıf ve solgun yüzü kutuplardaki bin metre derinliğindeki buzun yüzeyi gibiydi. Gülden ‘bu iş olmayacak’ diye düşünerek aralık duran kapıya baktı. Bakışları tekrar yaşlı kadına takıldığında göz bebeklerinin kıpırdadığını fark ederek içi titredi. Çağrısı karşılık bulmuştu. Olacaktı herhâlde. Kadın birden gözlerini açtı. Gülden irkilerek bir adım geriye çekilmek istedi, ama bu ortamda bu o kadar kolay bir şey değildi. Kadının göz bebekleri yoktu. “Kaççç. Kaç bburdaa.” Gülden içindeki panik duygusunu kontrol etmiyordu. Kaslarının rahat hareket etmemesi dış etkenler yüzündendi. Bunları düşünürken odadan koptu ve karanlığın içine gömüldü. Bu karanlıkta çok maharetler gizliydi. Bunlardan biri mevcut sahneye ait bellek kayıtlarının silinmesiydi. Kadın yatakta uyandığında bir rüyanın bitiminde uyananlara has bir şekilde etrafına bakınarak intibak sürecini yaşadı. Tek sahnesini bile hatırlamadığı bir rüya görmüştü. Sımsıkı örtülü perdeler nedeniyle saati kestirmesi mümkün değildi. Başını sağa çevirip fosforlu duvar saatine baktı. Saat on ikiyi üç geçiyordu. Gülden bugünün Cumartesi olduğunu ve dokuzda işyerinde bulunması gerektiğini hatırlayınca panikle yataktan fırladı. Oturma odasında bilgisayarın yanında bıraktığı cep telefonunda dört arama ve iki mesaj vardı. hepsi de ortağı Selma’dandı. Birlikte butik işletiyorlardı. Kadın haber vermeden işe gelmeyince endişelenmiş olmalıydı. Yirmi altı dakika önce yolladığı mesajda. ‘Korkutma beni Gülden. Nerdesin ya?’ yazmıştı. Gülden, Selma’yı telefonla arayıp kadını ferahlattı ve hemen geleceğini söyledi. Ardından hızla soyunup duşa gitti. Bacaklarında tuhaf bir yorgunluk vardı. Sanki gece kilometrelerce koşmuş gibiydi. Gülden’in son yaptığı antrenmanlar lise yıllarında kalmıştı. Boyu uzunca olduğu için voleybol takımındaydı.
48
49
Öykü
Öykü
Butikte bütün gün ayakta durması ona yetiyor artıyordu. Bacaklarındaki yorgunluğun mantıki bir izahı yoktu yani. Gece kahvenin yanına iki küçük kadeh badem likörü içmişti. Akşamdan kalma da değildi. Neyse ılık su iyi gelmişti. Kurulanırken kendini daha iyi hissediyordu. Sokağa çıkıp gördüğü ilk taksiyi çağırmak için elini kaldırdığında düşünceleri sıradan, morali iyiydi. Başından geçenler üzerine ne tek bir bellek bilgisi ne de sezgisel bir hissiyat mevcuttu. Taksinin arka koltuğuna oturduğunda ortalama mutluydu. Kocası Rıfat’tan ayrıldığı anlardaki o berbat duygudan tamamen sıyrılmıştı. Çünkü ayrılık nedeni kendinden on dört yaş genç bir sevgiliydi. Adam bir sevgilisi olduğunu ve ondan boşanmak istediğini kendisine yaşgününde bildirmişti. Sadistlikten. Bunun başka bir izahı olamazdı. Gülden o gün işten erken çıkmış, saçlarını yaptırmış, pediküre gitmiş ve akşam yemeği için rezervasyon yapılan restorana gitmişti. Büyük hediyesi bu şoktu. Rıfat bir de parfüm almıştı. İngilizce adı ‘Yalnızlık’ anlamına gelen ve kalpsizlik kokan parfüme aylarca elini bile sürmemişti, sonra azar azar bitirmemeye gayret edercesine sakınımla kullanmaya başlamıştı. Geçen yıl aldığı sevindirici ve ‘oh olsun’ dedirtici bir habere rağmen içindeki hissiyatın tahrip edici etkisinden sıyrılamamıştı. Kıskançlık kalbe yıvışık duran ve moral çürütücü etki yapan boktan bir duyguydu. Aradan geçen dört buçuk yıl da az zaman değildi. Çocukları olmamıştı. Aralarında hukuki bir çekişme yaratacak sorun da çıkmamıştı. Şiddetli geçimsizlik nedeniyle iki celsede boşanmışlardı. Gülden şimdi kırk dört yaşında, hafifçe tombul olmayı kendine dert etmeyen, ekmeğini kendi işyerinden çıkartan, kendi evinde oturan, maşallah sıhhati de yerinde bir kadındı. Menapoza biraz erken girmişti, ama o kadar çatlak su kaçırmazdı. Sevdiği diziler ve birbirlerine tutkun arkadaşlardan oluşan bir grubu vardı. İnsan bu zamanda başka ne isterdi? Horoz şekeri mi? İstese o da olurdu, ama onsuz da pekâlâ mutluydu düşmanları çatır çatır çatlasın. Gülden, ‘Libase’ adlı butiğe girerken yan gözle sağ tarafta kaldırımın üstünde duran on bir-on iki yaşlarında bir kız çocuğu gördü. Hava serindi. Kızın üzerinde mavi renkli ince bir manto, altında gri etek ve gri çoraplar ve mavi spor ayakkabılar vardı. İri gözlü, kumral, hoş yüzlü kızı bir yerden tanıdığı hissine kapıldı. Az kalsın içeri girmekten vazgeçip yanına gidecekti. Bunu öneren his çok kuvvetliydi, ama Selma onu görmüş ve bir koşu yanına gelmişti. “Gülden anlat bakalım. Meraktan öldüm ya. Şeytanın bacağını kırdın galiba?” Şeytanın bacağı sağlamdı, ama arkadaşını merakta bırakmak için Gülden dudaklarını ve gözlerini gizemli bir tebessümle donattı. “Nerden anladın?” Boyama sarı saçlı, pembe rujlu, takma kirpikli, Esmeralda tipli Selma’nın ardında görebildiği kadarıyla dükkân müşteri doluydu. Sokaktaki kız çıkıvermişti aklından. * Gülden semt polikliniğinden çıkınca gözü bir taksi aradı. Her zaman kalabalık olan caddede içi dolu taksiler geçip durmaktaydı. Üç hafta içinde bol bol pizza ve kremşokola yemesine rağmen sekiz kilo zayıflamıştı. Yüzü çökmüş ve âdeta sekiz yıl yaşlanmıştı. Kaybettiği kilo başına bir yıl. Kendini bitkin hissediyor ve butikte beş altı saatten uzun çalışamıyordu. En çok korkulan şey kanserdi. İkincisi de beyin tümörüydü. Yapılan bir sürü tetkik sonucunda tek bulguya varılmıştı. Tiroid bezlerindeki hafif tembellik hariç sapasağlamdı. Ortağı Selma cankuştu. Çok iyi bir insandı. Evde dinlenmesi ve kafayı bir şeye yormaması için onu sürekli olarak özendiriyordu.
50
Gülden evde sıkılıyordu. Ömrü boyunca hep çalışmış biriydi. Gayret ediyor, ama sabahları erken kalkamıyordu. Korkuyordu. Arkadaşlarının yüzünde ona bakarken endişe sinyalleri beliriyordu. Aklından bunlar geçerken iki şeyi aynı anda gördü. O mavili kız ve hemen önünde park edip yolcu indiren bir taksi. Bir yanı taksiye hamle edecekken daha baskın olan yanı kıza yöneldi. Haftalar önce butiğe girerken gördüğü kıyafetteydi. “Merhaba.” Kız biraz utangaçça gülümsedi ve “Merhaba.” dedi. “Sizle daha önce de karşılaşmıştık.” Eliyle caddenin bir ucunu işaret etti. “Butiğin orada. Şey… Ben size şey için geldim.” Kızın iri ela gözlerindeki kararlı parlaklığı görünce Gülden’in eski yetisi derinlerde bir yerde gerindi ve ‘şimdi bir hayli tekinsiz bir malumat duyacaksın hayatım’ diye fısıldadı. “Bir şey mi oldu?” Kız ciddi bir şekilde başını salladı ve “Sizi kullanıyorlar.” dedi. “Enerji kaynağı olarak. Bu nedenle bitkinsiniz. Hep yaparlar. Biyo enerji olarak. İnsanlara genellikle rüya kapılarından ulaşırlar. Sizin rüya tarafınız muhkem. Eskiden şey olduğunuz için. Benim gibi… Size bilgisayar üzerinden, internet hattıyla ve sanırım youtube üzerinden giriş yaptılar. Bu vakalara son yıllarda sık raslanıyor artık.” Kız taş çatlasa on üç yaşındaydı. Yetişkin biri gibi konuşuyordu ve kendinden çok emin bir hâli vardı. Gülden etrafına bakındı. Taksi hâlâ hemen önlerinde duruyordu. Kadın bir organize şaka havası solumuyordu. Kız ana meseleye nokta atışı yapmıştı. Sözlerinde bir hinoğluhinlik sezmiyordu. “Kim bunlar?” “Kimi cin der. İyi saatte olsunlar falan. Bir yazar bu yakınlarda zekâ taşıyan ve insan formunda şekillenmiş fotonlar anlamına gelen fautonların öyküsünü yazdı. Her neyseler seyrek moleküllü akıllı yaratıklar. Biz nasıl eskiden kalyonlarda kürek çeken forsalar kullandıysak, onların da yöntemi aynı. Kendi kurdukları Cep Âlemler’de hem fizik, hem de zihin enerjisi harcatıp bir sürü işler yaptırıyorlar insanlara. Her şey unutulduğu için kullanılan kimseler bitkinliklerine, zayıflamalarına bir anlam veremiyor. Eğer kullanım devam ederse o kimse sonunda ölüyor. Karaciğer yetmezliği, vücut direncinin düşmesini fırsat bilen bakteri ve virüslerin oluşturduğu hastalıklar ölüm nedeni olarak kayda geçiyor.” Gülden’in bir yanı ‘bu yeni yetme çok bilmiş kız üşütüğün teki’ diyordu, ama sesi pek cılızdı. Kız hakikati konuşuyordu. “Nedir bu Cep Âlemler?” diye sordu. “Bu yaratıklar kendilerine dünya benzeri mekânlar kuruyor ve kendileri de insan formunda buralarda hayat sürüyorlar. Kendi aralarında büyük sistemin küçük bir parçasının kopyası olduğundan Cep Âlem diyorlar. Bunlardan bir sürü var. Ayrı ayrı yapılar. Siz bunlardan biri için enerji kölesi olarak tutsak edildiniz. Sistemin bekası için gerekli enerji, elektrik, doğal gaz misali sizlerden sağdıkları biyo enerjiyle sağlanıyor.” “Sen bunları nereden biliyorsun?” Kız bu soruyu beklediğini belli eden şekilde hafifçe sırıttı. “Ben de sizin bir zamanlar olduğunuz gibiyim. Gönül gözüm açık. Bütün bunları araş… fark edince size yardım etmeye karar verdim. Eğer sözlerime inandıysanız tabii. ” “Teşekkür ederim. İnandım. Hem de her kelimesine. Merak ettiğim şey, bana nasıl yardım edeceksiniz?”
51
Öykü
Kızın yüzü yeniden ciddileşti. Yanlarında bağıra bağıra konuşarak geçen iki delikanlıya, caddeki yoğun trafiğe kısa bir göz attı ve içini çekti. “Cep Âlemler stabil değil. Bazıları ihmalden, bazıları da yeterli enerji bulamadığı için çöküp gidiyor. Kimi mükemmel bir yapıbozuma uğrayıp baryonlara kadar bölünüyor. Bunlar zararsız. Ama bazıları tıpkı kara delikler misali güçlü bir vaküm yaratıyor. Sizin tutsak olduğunuz Cep Âlem’de böyle bir vaküm var. Eski gücünün çoğunu kaybetti, ama amacımız için yeterli çekime sahip.” Gülden kızı alıcı bir şekilde tepeden tırnağa süzdü. Mavi paltosu, mavi spor ayakabıları ve kısa kesimli kumral saçlarıyla hoş bir kız çocuğu gibi görünüyordu, ama bu kadar tutarlı konuşması ve sahip olduğu teknik bilgi düzeyi yaşını çok aşıyordu. Mürekkep yalamış bir yetişkine has cümleler kuruyordu. “Yapacağınız şey çok basit.” dedi kız. “Birazdan, belki gece sizi tekrar kendi dünyalarına alacaklar. Bu konuşmamız nedeniyle siz bu defa hazırlıklı olacaksınız. Genellikle bir odaya giriyorsunuz. Biri ölmüş numarası yapıyor. Ruhu terk-i beden etmeye ikna etmenizi istiyorlar. Sonradan yaşadığınız şeyleri tamamen unuttuğunuz için sıklıkla bu numaraya başvuruyorlar. İnsanın en çok merak ettiği şey ölümden sonraki hayatiyettir. Neyse, bir odaya girerseniz o kimselere doğru yürümeyin. O yön enerji harcatıcı, sizi tüketici yöndür. Arkanıza dönün ve duvara iki elinizle vurun. Duvarlar son zamanlarda çok dayanıksız. Takatrik. Duvardan diğer tarafa geçince yerde ayak izi arayın. O kimseler ayak izi bırakmaz. İz size dost. Bir iz bulunca ardından gidin. Eğer onu kaybeder gibi olursanız, sizi hayatınızda çok sevindiren ya da aşırı üzen bir olayı hatırlayın. Bu hissî çalkantı rotanızı yeniden ayarlayacak, merak etmeyin.” Gülden haklı olarak bir şok yaşıyordu, ama kızın anlattıklarının her kelimesine inanmıştı. Tam ona kendisiyle ilgili bir şeyler soracağı sırada mavi spor ayakkabılı kız ‘hoşça kal’ işareti yaptı ve arkasını dönerek taksiye doğru yürüdü. Kapıyı açıp arka koltuğa oturdu. Taksi hareket ettiğinde Gülden ağzı açık bakmaktaydı. Kalbinde uçuk mavi bir moral tomurcuğu belirmişti. Adını dahi bilmediği kız sağolsun teşhisi koymuş, reçeteyi yazmış ve gitmişti. O lafını ettiği baryon neydi bilmiyordu, ama bu pek önemsiz bir ayrıntıydı genel toplamda. * “Kızım, sen anlat ona. Seni duyar. Benden koptu. Koptu, yazık.” Bu sahneye hazırlıklı olduğu hâlde Gülden’ın ensesindeki saçlar dikleşmişti. Tek kişilik yatak, komodin, abajur ve kilimden ibaret küçük bir odada yaşlı ve zayıf bir kadın tek kişilik yatakta sırt üstü yatıyordu. Beyaz battaniyesi beline kadar sıyrılmıştı. Üzerinde bej rengi pamuklu kumaştan bir gecelik vardı. Bembeyaz saçlı kadının biri karnının üstünde diğeri bedeni boyunca uzanan iki elinde de herhangi bir kıpırtı yoktu. Göğüs kafesi de yükselip alçalmıyordu sanki. “Biraz önce son nefesini verdi.” Bunu diyen ölü kadının başucunda duran, üzerindeki geceliği de dahil tıpa tıp benzeri bir kadındı. “Ben onun ruhuyum. Daha doğrusu bir parçasıyım. İçinde bir yan direniyor. Oysa artık gitmemiz lazım. Berzah âlemine.” Son cümle tıkanmış duran bellek musluğunu açmıştı âdeta. Gülden bu sahneyi sayısız defalar yaşadığını anladı ve hissettiği gerilim yerini öfkeye bıraktı. Tutukluğu geçti. Arkasını döndü ve mavili kızın ona önerdiği şeyi yaptı.
52
53
Öykü
Öykü
“Hey sen! Ne yapıyor…” Duvarlar fırından yeni çıkmış bisküviden yapılmış gibiydi. Bir anda çöküverdi. Kadın kendini eşyasız, birikete benzer pürtüklü bir malzemeden yapılmış tünelde buldu. Heyecanla sağ tarafa doğru yürümeye başladı. Gözleri yerde ayak izi arıyordu, ama etrafındaki şeyler nedeniyle bakışlarını zemine odaklı tutmakta zorlanıyordu. Tepede her beş metrede bir olmak üzere ışıklandırma vardı. Yetersizdi, bazıları titriyordu, birkaçı sönmüştü ama Gülden manzaranın fecaatını olanca açıklığıyla görebilmekteydi. On beş metre kadar eninde, sekiz-on metre yüksekliğinde öne ve arkaya doğru uçsuz bucaksız gibi görünen haşmetli tünel bir müze gibiydi. Mavili kız izah etmeseydi bile gördüğü şeyin ne olduğunu tahmin edebilirdi. Burası dünya hayatından bire bir kopyalanmış malzemenin, son kullanım tarihine toslamışlığının tescili olan yerdi. Kopyalanmış hayat çöplüğüydü. Sağında ve solunda odalar, holler, tuvaletler şeklinde bölmeler vardı. Bunların tünele bakan duvarları yoktu. O bölmelerde uyuyan, oturan, televizyon seyreden, hâlının üstünde oynayan, tuvalette ıkınan sayısız beden vardı. Işıklandırma yetersiz olduğundan yüz ifadelerini iyi göremiyordu, ama hepsi donmuştu. Bu insan kopyaları hareketsizdi. Sessizdi. Normalde çok korkutucu olmaları gerekirdi, ama bir şey kadının yüreğini sakinleştiriyordu. Mavili kız tesiriydi bu. Kız bu işi başaracığına olan inancı temsil ediyordu. Beklenmedik bir anda yardım elini uzatmıştı Allaha şükürler olsun. Güçlü bir akıydı. Sinir sistemini teskin ediyordu. Gülden yerdeki ayak izini görünce hafif bir çığlık koyuverdi. Bu ses çığ gibi büyüdü ve saniyelerce tünelde yankılandı durdu. Kadın bir şeyi daha anlamıştı. Bu hareketsiz bedenler tık yapsaydı tünel başına yıkılırdı. Bu tünel sese, hayat emarelerine, belki de kana ve soluğa hasretti. Bunları yitireli çok zaman geçmişti. Bir zamanlar burada kükreyen yedek hayat sonlanmıştı. Küllerinden yeniden doğmayı bekliyordu muhtemelen. Kadın gözü kıpırtısız bedenlere takıla söküle, yerdeki izleri takip etti. İzler bir spor ayakkabının tabanını andırıyordu. Taş çatlasa 34 numaraydı. O kız. O mavili kızın ayak izleriydi bunlar. Gülden’in yüreği ışıdı âdeta. İçi umut dolmuştu. Olacaktı. Buradan çıkacaktı inşallah. Çıkacak ve bu Cep Âlem’le istemdışı yaptığı kontratı iptal edecekti. Yürürken sağındaki solundaki kıpırtısız bedenlere bakmaması imkânsızdı. Dikkatle incelediğinde kıyafetlerden ve kullanılan araçlardan milattan binlerce yıl öncesiyle, post modern devir arasındaki tüm zaman kesitlerini görebiliyordu. Baktıkça içindeki kasvet büyüyordu. Burası bir çeşit cehennemdi belki. Bir müsvedde bile olsa; Hades, Avici, Vedik, Niflheimr, Hölle, Inferno’ydu sanki. Malik her an karşısına dikilebilirdi. İzler sonlanınca kadının kalbindeki ışık buz kesti. Kanında bir anda korkulobin tanecikleri koşuşturmaya başlamıştı. ‘İzler bitti. Kıpırtısızlar can bulacak. Bu yeraltı cehennem sakinlerinin tükenip geberene kadar bağırlarına bastıkları bir akü olacaksın’ diyen fısıltı çok berbattı. Durup arkasına baktı. Bayağı yürümüştü. Acaba yön mü yanlıştı? Bulduğu izler iki yöne de gitmiyordu. Bu nedenle yanlış yön seçmemişti. Kızın bahsini ettiği durum söz konusuydu. Bunları düşünürken tünel çatallandı. Şimdi önünde üç seçenek vardı. Zamanı da sınırlı olmalıydı. Acilen mavili kızın tavsiye ettiği şeyi yapmalıydı.
kazasında ölmüştü. Annesinden altı yaş büyük olan teyzesi onu evine almış ve kendi kızı gibi büyütmüştü. Hiçbir şeyin sıkıntısını çekmemişti. Kadının çocuğu olmadığı için özel odası bile vardı. On yedi yaşına kadar orada yaşamış ve sonra üniversite için İstanbul’a gitmişti. Enişte televizyon anteni işi yapıyordu. Teyzesi de özel bir okulda Türkçe öğretmeniydi. Mali durumları iyiydi. Gülden’e babasından bir daire kalmıştı. Bu sayede sanat tarihi bölümünde okurken hiç mali sıkıntı yaşamamıştı. Cebinde iş bulmakta pek yardımcı olmayacak diplomasıyla geri geldiğinde karı koca emekli olup, Edremit’teki yazlık evlerine yerleşme planı içerisindeydi. Gülden yirmi beşine bastığında baba evinde oturan ve ortalama bir gelir elde ettiği butik çalıştıran biri olup çıkmıştı. Mutluluğu az engebeli, yüksek zirveler barındırmayan kararlı bir çizgiydi kısacası. Oradan bir tepe bile bulamazdı, ama hayalkırıklığı cephesinde ünlü Mariana çukuruyla başa çıkabilecek bir uçurum mevcuttu. Şimdi bu sıkışık durumda, çaresizliğin girdabında onu düşünmemesi imkânsızdı yani. * Rıfat içeriğini hatırlamadığı, ama hissiyat bakımından sevimsiz olan bir rüyanın ardından uyandı. Mesanesindeki gerginlikti rüyayı kısa kestirten herhâlde. Yatmaya yakın içtiği biralar nedeniyle susamıştı ve acilen idrar sökmesi gerekiyordu. Sol kolundaki saatin fosforlu ekranında saat 3.17’ydi. Adam içini çekerek yatakta oturur duruma geçti. Yatağın diğer yanı boştu. Uğruna karısından boşandığı dilber sevgilisi Merve bir buçuk yıldır burada yatmıyordu. Yeni bir sevgilisi vardı. Ayrıldıktan bir hafta kadar sonra onları Kordon’da birlikte sarmaş dolaş gezerlerken görmüştü. Yeni sevgili Rıfat’tan en az on yaş genç, on santim uzun, atletik yapılı biriydi. Acayip kıskanmıştı. Adamın fiziği caydırıcı olmasa gidip Merve’nin yakasına yapışabilirdi. Eli ayağı titreyerek güç bela ters yöne yürümeyi başarmıştı. Bu tek görüşüydü Merve’yi bunca zaman içinde. Ortak arkadaşlarından haber alıyordu. Evlenmişti. Kocası bir inşaat malzemesi şirketinin yöneticisiydi. Sık sık birlikte Avrupa’ya gezmeye gidiyorlardı. Elli yaşına basmasına bir buçuk yıl kalmış olan Rıfat kazancı inişli çıkışlı olan sıradan bir avukattı. Oturduğu evin borcunun bitmesine daha kocaman dört yıl vardı. Kız eşekten inip küheylana binmişti yani. Rıfat’a da bol bol bira içerek hezimeti unutma işi düşmüştü. Rıfat sağ eliyle belindeki yağ katmanına dokunup içini çekti. Merve gideli tam on beş kilo almıştı. Yerinden doğruldu ve kapalı duran yatak odası kapısını açtı. Bu açışta bir numara vardı. Daha önce yatak odası kapısının hiç böyle bir yere açıldığı vaki değildi. Açılmakla kalsa neyse, arkasını da iptal etmişti. Kâbus ortamına böyle pattak düşmek adamda tuhaf bir paralize durum yaratmıştı. Henüz panik hâline geçmemişti. Şaşkınca içinde bulunduğu tünelin ona sunduğu görsel malzemeyi seyretmeye başladı. Pompei’deki lavdan katılaşmış antik cesetleri hatırladı. Bu düşünce bedenindeki gecikmiş fizyolojik tepkimeyi başlattı. Sıcak sıvı dizlerinden aşağıya akarken etrafına bakındı. Solunda duran genç bir kadın ve adam ekranı sönük bir televizyonu izliyordu. Birinin elinde kadeh bile vardı. Neydi bunlar ya? Rıfat’ın kasları harekete geçtiğinde abartılı bir şekilde soluğunu saldı ve koşmaya başladı. Korkunun soğuk ve çürütücü elleri kaslarını tiril tiril titretmekteydi. Neredeyse yere yığılıp kalacaktı. Ciğerlerine oksijen girmiyordu sanki. Karaya vurmuş bir balina gibiydi. Kesik kesik nefes alıyordu. Kendini güç bela kontrol ederek yavaşladı.
Gülden çocukken annesinin öğrettiği duaları yalan yanlış mırıldanarak yoluna devam etti. Bu arada kızın önerdiği şeye yoğunlaşmaya çalışıyordu. Gülden dokuz yaşındayken annesi ve babası bir araba
Beyaz slip don ve atletleydi. Ayakları çıplaktı. Tabanları yerdeki pütürü ve tozu hissediyordu. Onu kesseler o heykel benzeri donuk şeyleri ellemezdi, ama gördüğü her şeyin maddesel bir yapısı olduğu aşikârdı. Bu ne demek oluyordu peki? Nasıl bir kâbustu bu?
54
55
Öykü
Rıfat’ın korkusu katmerlenirken bir ses duydu. Dinledi. Yüzünün çevrik olduğu taraftan geliyordu. Ayak sesiydi. Umut ve korku sarmaş dolaştı bu seste. ‘Michael Audrey Myers geliyor Rıfat!’ Rıfat Halloween filmini izlediğinde on yedi yaşındaydı. Küçük bir çocuk gibi filmden aşırı etkilenmiş ve kâbus mazemeleri Top 10’da hayat boyu 1 numara kalmıştı. Nedenini bilmiyordu. Kâbuslardan seri katil Myers geliyor zannına kapılarak nefes nefese uyanırdı. Çok nadiren de olsa akşamları kapı çalındığında bu korkuyu hissederdi. Merve’den özenle sakladığı bir zaafıydı. Eski karısı Gülden bilirdi ama. Yatakta sabaha karşı kesik kesik solurken ona sarılır ve ‘Korkma ben yanındayım’ derdi. Adamın içinde tanıdık bir suçluluk duygusu belirmişti. Bu duygunun materyalize olması da herhâlde bu benzersiz kâbus ortamının işi olmalıydı. Beş metre önünde Gülden duruyordu. Üzerinde ev eşofmanı vardı. Onun da ayakları çıplaktı. “Rıfat. Ne yapıyorsun burada?” Rıfat kadının Myers’in yedek bir görünümü olmadığını anlamıştı. O’ydu. Ta kendisiydi. Eski karısıydı. Bu adama güç verdi. Yoksa yere yığılmak üzereydi. “Myers, Gülden yani, burası ne böyle?” “Anlatıcam sonra.” “Olmaz böyle şey ya.” “Biliyorum. Biliyorum.” Kadın yanına gelince Rıfat kadının yüzünün çökmüş olduğunu gördü. Çok zayıflamıştı. Ağır hasta gibiydi. Birden içindeki pişmanlık vites büyülttü. İçinden özür sözleri söylemek geçerken elini uzattı. Elleri birleşince birkaç şey aynı anda gerçekleşti. Kadının arkasında kalan tünel kelimenin sözlük anlamıyla dirilivermişti. Çoluk çocuk, kadın-erkek, genç-yaşlı ve tozlu bedenler Gülden’in arkasında ikişerli, üçerli sıra olmuştu. Sanki maç için sırada bekliyorlar gibiydi. Sahne Rıfat için burada koptu. Kendini yatağında buldu. Nefes nefeseydi. Elleriyle çarşafı ve yastığı yokladı. Yatak gerçekti hamdolsun. Odanın kapısına baktı. Kapı normaldi. Her şey aklındaydı. O tünel, canlanan heykelimsi insanlar ve Gülden’in göreceli sakin hâli. Kapının ardında başka bir âlem vardı. Açmış ve içine düşmüştü. Şimdi geri dönmüştü. Myers falan yoktu. Hepsi rüyaydı. Bunlar aklından geçerken kalçaları hizasındaki ıslaklığı fark etti. Parmakları soğumaya başlamış olan ıslaklığa dokununca altına çiş kaçırdığını idrak etti. Tuhaf bir şekilde birden neşelenmişti. Mesleği icabı ayrıntı sezen yanı bir çıkarımda bulunmuştu. Tüneldeki çişin yatağa taşınması tanıdık bildik dünyaya sapasağlam geri dönmesinin garanti belgesiydi inşallah. Merve sonrası daha yeni aldığı matrasın batması hiç sorun değildi. Önemli olan bu belgeydi. Valla da billa da öyleydi. * Gülden, Rıfat’ın arabasını karşı kaldırıma park ediyor görünce gülümsedi. Olayın üzerinden tam on bir gün geçmişti. Adam iyi dayanmıştı, aferin ona. Tünelde aradığı çıkışın yerini belli eden eski kocasıydı. Mavi elbiseli kız iyi öngörmüştü. Rıfat’ın elini tutunca adam ortadan silinivermişti. Demek işlevi bu yol göstericilikten ibaretti. Onun sayesinde doğru hattı bulmuş ve ayak izlerine yeniden kavuşmuştu.
56
57
Öykü
ÇizgiRoman İnceleme
Kadının saptığı tünel çıkmaz bir sokak gibiydi. Yüz metre kadar yürüdükten sonra sonlanmıştı. Ayak izleri duvara kadar geliyor ve duruyordu. Bu arada tüneldeki donuk ve taklit canlar hareketlenmiş, ardına takılarak yürümekteydi. Yüzlerce ayak sesini duyuyordu. Hades’in Cadıgül’ü, fareli köyün kavalcısı gibi enkaz malzemeyle buraya kadar gelmişti. Sonra korkudan hoşafın yağı kesilmiş bir durumda bitim yerindeki duvarın sağlamlığını kontrol etmişti. Üçüncü vuruşunda duvarlar çökerek mantıkla anlaşılması mümkün olmayan bir süreci başlatmıştı. Arkasına takılan yüzlerce, belki binlerce insan taklidi beden göz açıp kapayana kadar duvarın arkasındaki alan tarafından yutulmuştu. Vaküm ona dokunmamıştı. Demek ki Cep Âlem’deki insan kopyalarının fizikî yapısı değişikti. İşlem bitince duvar kendini yenilemişti. Kadın ‘Ama ben burada hâlâ hapis durumdayım’ diye düşünürken yavaşça o ortamdan sıyrılarak evine geçişlenmişti. Oturma odasındaki masada, bilgisayarın karşısında oturuyordu. Üzerinde ev eşofmanı vardı. Ekranda bir Youtube penceresi açılmıştı. Yaşar Özel’in ‘Avuçlarımda hâlâ sıcaklığın var’ parçası dinlenmeye hazırdı, ama çalması için gerekli yere tıklanmamıştı henüz. Gülden titreyen sağ eliyle fareyi idare etmiş ve ‘oynat’ noktasına tıklamıştı. Bu parçayı çocukluğundan beri çok severdi. Babasının hastası olduğu bir şarkıydı. Karı koca dinlerlerken el ele tutuşurlardı. Şu âna da pek uygundu. Ardından fincanın dibinde bir parmak kalan soğuk kahveyi içmişti. Şimdi Rıfat ona kimbilir neler soracaktı. Mesleki taktikler uygulayarak tabii. Önce ustaca sorularla onun bu konuda ne bildiğini tartacak ve sonra esas sorularına geçecekti. Gülden hiçbir şey bilmiyor takılacaktı. Sağ salim döndükten bir gün sonra ankesörlü telefonla Rıfat’ın evini aramış ve sesini duyunca telefonu kapatmıştı. Arayanın o olduğunu imkânsız tahmin edemezdi. Bu iş atlatılmıştı. Üzerine konuşup durmanın bir anlamı yoktu artık. Konuşarak üzerlerine yeni bela da çekebilirlerdi üstelik. Rıfat kimbilir ne kadar korkmuştu. O ıslak beyaz don ve atletle ne kadar kırılgan ve perişan bir hâli vardı. Eğer ağzından bir laf kaçırmazsa adam bunu kendi kâbus senaryosu addedecek ve onun tabiriyle bu dosya kapanacaktı. “Seninki geliyor.” Gülden o sabah raslantıyla ‘Yalnızlık’ süründüğünü hatırlayınca yanakları hafifçe allandı. Selma’nın keskin gözleri bu hissiyat fışkırtısını not etmişti. Gülümsemesinden belliydi. Bunların ne önemi vardı artık. “Gördüm.” Rıfat kapıyı açtığında Gülden en normal gülümsemesiyle adama doğru seğirtti ve “Rıfat, merhaba, ne hoş bir sürpriz bu böyle.” dedi. Balçova – Ocak 2014 Yazan: Sadık YEMNİ
58
İllüstrasyon: Enver Gökhan ALTUN- Kaan KARACAOVA
SAGA, Galaktik Bir Destan… Brian K. Vaughan’ın Image Comics’ten çıkan son çizgi romanı Saga, Mart 2012’de yayınlanan ilk sayısından itibaren Amerika satış listelerinin tepesinden inmiyor. 2013 Yılında fasikülleriyle 3 Eisner Ödülü ve ilk toplama cildiyle de 1 Hugo Ödülü alan bu çalışmaya eleştirmenlerin yaptığı birçok yorum var ve bunların içinde olumsuz olanı yok. Biz de Marmara Çizgi yayın yelpazesine farklı bir çizgi roman daha katıp Türk okurunu süper kahraman çizgi romanlarından biraz da olsa farklı yönlere çekebilmek için kolları sıvadık. Çizgi Düşler’den çıkan Y: Son Erkek serisinden sonra Vaughan’ın Türkçe’ye kazandırılan ikinci serisi olma özelliğini de taşıyan bu çizgi roman ilk olarak 15-16 Şubat’ta Kontakt 4’e katılan çizgi roman severlerin beğenisine sunduk. Kabaca, bir uzay operası olarak tanımlayabileceğimiz bu hikâyede Star Wars, Flash Gordon ve Game of Thrones’un birbirlerine geçtiği tarzda bir kurgu bulabilirsiniz. Vaughan’ın yarattığı karakterleri ve dünyaları Fiona Staples da çizgileriyle muhteşem bir şekilde tamamlamış. Hiç bitmeyen galaktik bir savaşın karşı cephelerinden iki kişinin, yani kâğıt üstünde düşman olan Alana ve Marko’nun aşkını, küçük bebekleri Hazel’ı ve bu aileyi yok etmek üzere peşlerine düşen kişileri anlatan bu sürükleyici çizgi romanın her sayfasında okuyucuya farklı bir heyecan sunuluyor. Irk ayrımına bir eleştiri niteliğindeki hikâye kurgusuna aile, fantezi, macera ve seks öğeleri de çok uygun dozlarda iliştiriliyor. Brian K. Vaughan’ın röportajlarında belirttiği üzere, çocukluğundan beri kafasında dönen birçok farklı fikirden oluşan ama bir türlü çıkış yolu bulamayan Saga konseptinin son noktası, Vaughan’ın karısı ikinci kızlarına hamileyken oturmuş. Aslında yazmak istediği genel konu ebeveynlik olmasına rağmen bu olguyu daha büyük, daha geniş ve ilginç bir dünyanın içine bir Truva Atı olarak sokmayı ve konuyu bu şekilde işlemeyi uygun görmüş. Çizgi roman boyunca hikayenin Hazel tarafından anlatılıyor olması da Vaughan’ın seriyi uzun bir süre devam ettirmek niyetinde olduğunun göstergesi olarak kabul edilebilir. Sürekli Vaughan’dan bahsettik ama bence burada değinilmesi gereken bir diğer kişi de kesinlikle Fiona Staples. DV8: Gods and Monsters ve North 40 gibi oldukça beğenilen
59
ÇizgiRoman
ÇizgiRoman
İnceleme
İnceleme
serileri de imza atan, Kanada vatandaşı Staples’ın Saga’ya etkisi oldukça büyük. Çizgi romanı elinize aldığınızda çizimler sizi anında büyülüyor. Yaratılan dünya ne kadar gerçeküstü olursa olsun, Staples bu dünyayı gerçekmiş gibi gösterebilmek için elinden geleni ardına koymamış ve bu konuda da oldukça başarılı olmuş. Erkek çizgi roman çizerlerinin egemenliğindeki bir dünyada, kadın elinden çıkmış bir çizgi romanı okumanın bir erkek üzerinde gerçekten farklı duygular uyandırdığını da belirtmeden geçemeyeceğim. Doğan bir bebek, bebek bakımı ve annelik duygusu gibi erkeklere biraz daha uzak konseptlere gerçekten çok güzel bir “kadın dokunuşu” olmuş bence. Cildin çevirisi Burç Üner tarafından yapıldı. Konseptin tamamen Türkçeye çevrilmesinin daha doğru olacağını düşündüğümüz için Türkçedeki birçok süper kahraman çizgi romanı çevirisinin tersine Saga’da bütün dünyayı tercüme ettik. Bu konseptin oturtulmasında Egemen Görçek’in de bize büyük yardımı dokundu. Eğer standart süper kahraman çizgi romanından sıkıldım diyorsanız ve farklı bir şeyler arıyorsanız; bilimkurgu hikâyeleri hoşunuza gidiyorsa ve çizgi romanda yaratıcı görsellik arıyorsanız, Saga’ya bir şans vermenizi öneririm. Yazımı daha fazla uzatmadan sizlere veda ediyor ve sayfa görsellerinize bir kez daha bakmanızı tavsiye ediyorum. Yakın bir zamanda görüşmek dileğiyle... İlke KESKİN
Anarşi!!!... Şimdi!!!... Sevgili editörümüz geçen aylarda beni arayıp da özellikle Gezi Parkı etrafında gelişen olaylarla ilgili bir yazı yazmamı isteyince kendimi kesinlikle bir penguen gibi hissettim (Hani şu meşhur yine aynı zamanda televizyonda çıkan penguenlerden bahsediyorum). Olaylar konusunda benim de bir fikrim vardı elbette, fakat üniversite hayatı boyunca her şeyi çok iyi bildiklerini iddia eden elitist solcu ve sağcı kesimlerden çok çektiğim için – ne kadar bilgiye haiz olsam da- politika, siyaset ve Türkiye’nin jeopolitik yer ve önemi gibi konularda sessiz kalmayı tercih etmişimdir. Hadi benden süper kahraman yazısı iste, Japon kızlarının güzelliği üzerine iste, hatta git Kapalıçarşı’da altın kaçtan gidiyor şeklinde bir yazı iste, ama konuyla ilgili o kadar çok “bilgi sahibi” olan adam varken benden isteme... Ama konuyla ilgili de tam bir penguen gibi durmamak için, istediği takdirde çizgi roman alemindeki “anarşist”leri yazabileceğimi söyledim. Sağ olsun kabul etti. Başlı başına bir siyasi görüş olan Anarşizm’i burada tanımlamaya ya da anlatmaya kalkışmam çok mantıklı değil. Fakat çizgi roman dünyasındaki “anarşikleri” tanımlamak için en azından Anarşizm kavramının ne olduğuna bakmamız gerekir. Anarşizm, toplumsal otoritenin, tahakkümün, erkin ve hiyerarşinin tüm biçimlerini bertaraf etmeyi savunan çeşitli politik felsefeleri ve toplumsal hareketleri tanımlayan sosyal bir terimdir. Anarşizm, her koşulda her türlü otoriteyi reddetmektir. Bu sözlük tanımını yaptıktan sonra çizgi roman kahramanları arasında “anarşik” olanlara ya da “anarşik” felsefeye sahip olanları bir inceleyelim. Anarky: DC evreninde yer alan ve Batman’ın düşmanı olan bir kötü karakterdir. Çoğu Batman düşmanı gibi bir süper gücü yoktur fakat zihni çok iyi çalışır. 89 yılında ünlü yazar Alan Grant tarafından yaratılmış olan Anarky’nin esas ismi Lonnie Machin’dir. Anarky radikal felsefeler üzerine engin bilgiye sahip bir gençtir ve amacı sosyal koşulların düzelmesi için hükümetleri devirmektir. Bu yüzden toplumun sadık koruyucusu olan Batman’le sürekli çatışır. Anarky’nin oynadığı çizgi romanlar, standart Batman çizgi romanlarından biraz farklı olarak daha çok politika, felsefik konular ve toplum değerleri üzerinedir. Anarky çizgi romanlarda sadece anarşizm üzerine değil, çevre sorunları, açlık sorunları, anti-militarizm, antiotoriterlik gibi konulara da değinir. Anarky hem okuyuculardan hem de DC editörlerinden pozitif yorumlar alınca 1989-1999 yılları arasında çokça görünür, hatta iki kere kendi kısa süreli çizgi romanında da oynar. Grant DC’den ayrılınca Anarky de uzun bir süre rafa kaldırılır ve ortalarda görünmez. Yaklaşık 10 sene sonra başka yazar ve çizerlerin ısrarı üzerineyse yavaş yavaş çizgi romanlarda tekrar rol almaya başlar.
60
61
ÇizgiRoman
ÇizgiRoman
İnceleme
İnceleme
Invisibles: Karen Berger, Vertigo’nun başına getirilip de yurtdışından yazar almasına izin verilince, İngiltere’den bu kadar çok yetenekli yazar çıkacağına ve çoğunun da anarşist ruhlu olacağına herhâlde inanamazdı. Yazı yazma gibi bir kusuru olan veteran uyuşturucu kullanıcısı İskoçyalı Grant Morrison’un ilk yapıtı olan Invisibles, anarşist çizgi romana en iyi örneklerden biridir. Çizgi romanda Invisibles adlı bir grup, sadece hükümetlerin değil aynı zamanda bireylerin de hem fiziksel hem de psikolojik olarak uyguladıkları baskılara karşı çıkan bir gruptur. Hikâyede büyü, gizli teknoloji ve de zamanda yolculuk kavramları sıkça işlenir. Bir ara satışların ciddi düşmesi üzerine yazar Morrison çok değişik bir yola başvurdu ve “31 maratonu” düzenlemeyi uygun buldu. Anlattığına göre okurlar belli bir günde ve belli bir saatte masturbasyon yaparlarsa ortaya çıkan enerji bir büyü görevi görüp satışları yükseltecekti. Invisibles yedi ayrı ciltte toplanan bir sürü farklı hikâyeden oluştuğuna göre projesi işe yaramış demektir. Morrison’un Katmandu’da uzaylılar tarafından kaçırıldığında bu hikâyeyi onlardan duyduğunu söylemesi de ayrı bir olaydır tabii. V for Vendetta: Filmi çıkmadan evvel sadece Alan Moore hayranlarının bildiği bir karakterken, filminin çıkmasıyla tüm dünyada tanınan bir karakterdir V for Vendetta. Orijinal çizgi romanda “V” totaliter rejimi yıkmayı amaçlayan bir anarşistken, filmde bir özgürlük savaşçısı olarak kullanılması hayranları ve yaratıcısı Allan Moore’u hayal kırıklığına uğratmışsa da kullandığı maske dünya çapında protestolarda kullanılan bir figür hâline getirmiştir. Allan Moore gerçek hayatta da tam bir anarşisttir ve çoğu çizgi romanında anarşiyi savunur. V ile eşleşen maskeyi biraz anlatacak olursam, maske esasında Britanya’da 1605 yılındaki Lordlar kamarasını havaya uçurmak için “Barut Planını” ortaya koyan fakat gerçekleştiremeden yakalanan anarşist Guy Fawkes’ın yüz hatlarının stilleştirilmiş hâlidir. Filmden sonra kullanımı yaygınlaşmıştır ve 2008 yılında “Anonymous” adlı hacker grubunun kullanmasıyla bir protesto ikonu hâline gelmiştir. En yaygın kullanılması 2008 yılında Scientology tarikatı protestoları esnasında görülmüştür. Ülkemizdeki protestolarda ve Brezilyadaki protestolarda da kullanan bir sürü kişi olmuştur. Watchmen: Yazar Allan Moore’un hayal gücünden çıkan başka bir anarşist grup daha. Bu çizgi romanda Moore, “V for Vendetta”da olduğu gibi anarşizmi milletin gözüne sokmamıştır, çok katmanlı bir çizgi roman olduğu için satır aralarında ve gizliden gizliye vermeyi tercih etmiştir. Çizgi romandaki kahramanlarda oldukça aykırı tiplemelerdir. En önemli karakterlerden “Komedyen” tüm hayatı bir şaka gibi görmekte ve her şeye karşı gelmektedir. Amerikan bayrağının gölgesi altında işine geldiği gibi insan
62
öldürmekten ve kadınlara tecavüz etmekten kaçınmamaktadır. Bunun dışında saldırdığı kişiler sadece Vietnamlı olmamakta, canı istediğinde Amerikalı halka da saldırmaktadır. Yine başka önemli bir karakter olan “Ozymandias”, toplum yanlısı ve kanunlara saygılı biri olarak gözükse de tüm dünyada barışı sağlamak için çok radikal bir yola başvurmuş ve milyonlarca insanı öldürmekten çekinmemiştir. “Rorscharh” adlı karakter ise direkt suçlulara karşı savaşmakta fakat yolu kanunla çatıştığında onlara da saldırmaktan çekinmemektedir. Aeon Flux ve Tank Girl: Aslında karakter olarak bakıldıklarında neredeyse hiç ortak yönleri olmamasına rağmen (Aeon Flux, sakin ve temkinli bir sabotördür, Tank Girl ise canı ne isterse yapan çılgın bir savaşçıdır.) ikisi de alternatif bir gelecekte devasa şirketlere savaş açan kadın anarşistler olduğu için aynı yerde açıklamayı uygun buldum. Aeon Flux daha teknolojik bir dünya ve ülkede yaşamaktadır. Monica adlı anarşist bir ülkeden gelmiştir ve bir polis ülkesi olan komşu ülke Bregna’ya sürekli sabotajlar yapmaktadır. Aeon Flux çizgi filmde ve romanda ara ara anarşizm felsefesinden bahseder. Filminde Charlize Theron oynamıştır ve tam bir trajedidir, çünkü yazar-çizere danışılmadan senaryolaştırılmıştır. Ana karakterlerle ciddi oynamalar yapılmıştır ve filmde anarşik felsefenin “A”sı geçmemektedir. Tank Girl ise başlı başına bir komedi-macera tarzı çizgi romandır. Yaratıcısı çok fazla anarşizm felsefesine girmemiş, fakat hem çizim olarak hem de hikâye olarak punk stilinden esinlendiği için hikâyeler kaotik, anarşik ve de “psycho-delic” stillerde çizilmiştir. Hikâyelerde belli bir amaç ya da bütünlük yoktur, tankıyla etrafı patlatan yarı çatlak bir kız vardır. Bunun filmi de yaratıcılarında hayal kırıklığı yarattıysa da kült bir kitle tarafından izlenmiştir ve Tank Girl’in popülaritesinin artmasına yardımcı olmuştur. Wildcat: Yaratıcısı Donal Rooum tam bir aktivist ve anarşisttir. O da V, Invisibles ve Tank Girl’in yaratıcısı gibi anarşist bir kişidir. (Bu İngilizlerin hepsi mi anarşist acaba?) Karakteri Wildcat hikâyelerinde sermayeye ve hükümete açık açık saldırır ve sürekli anarşizmi savunur. Tunç PEKMEN Editörün notu: Bu geç kalmış bir Gölge e-Dergi Gezi Özel Sayısı (Eylül 2013) yazısıdır.
63
ÇizgiRoman
ÇizgiRoman
İnceleme
İnceleme
Çizgiroman ve Günlük
okumalıyım. ZAGOR’un DRAKULA macerası örneğin. Biraz korkup biraz gülmeliyim. KARAOĞLAN ile Altay Dağlarında at sırtında dörtnala maceraya atılmak ya da. Belki, gerçek hayali ama kesinlikle dehşetengiz bir Afrika fonunda JUNGLA’nın bir macerasını yeniden gözden geçiririm. Yeterki kaybolayım. Kahramanlara ihtiyacımız vardı çocukluk ve ilk gençlik döneminde. Bütünleştiğimiz bu karakterler gerek edebiyatta, gerek sinemada, gerekse çizgiromanda bizlere doğru değerler aktardılar. En azından dürüstlüğü öğrettiler. Kalleşlik yapmamayı. Bu ana karakterler varken kadına el kaldırılmazdı. Çocuklar ve hayvanlar korunurdu. O zamanlar bizlere yetiyordu örnek aldıklarımız. TEKSAS ve TOMMİKS, KARAOĞLAN ve birçoğu. Büyüdükçe ve gerçek dünyayı algıladıkça kahramanların etkisi azaldı. Bilinçle her şeyi algıladığımız, röntgenlediğimiz ve bireysel-toplumsal şiddetin binlerce teferruatını sanal olarak izlediğimiz ve gerçek şiddete tanık olduğumuz bir çağda artık sanal karakterler eskisi gibi bizi alıp götüremiyor. Ve gerçekten de bu noktada keşke her şeyi düzeltebilecek kahramanlar ortaya çıkabilseydi diye içimizden geçiriyoruz. Çocukken zannederdik ki – ve gerçekten de öyle bir havası vardı – SÜPERMEN dünyanın her tarafındaki kötülüklere koşuyor ve masum insanların zarar görmesini engelliyor. O yaşlarımız için ne büyük bir güven duygusuydu . Ama gerçek farklıydı ve hayali kahramanların yarattığı etki bir gün bitecekti. Şehirler büyüdükçe, nüfus bezgin bir şekilde ara sokaklara sızıyor ve dehlizlerde kayboluyor. Işıltılı olanların çoğu bu kaybolmuşlukta ve nefisleri doğru yoldan tatmin edemeyen mekanizma içinde siyaha dönüşüyor. Suç hızla her yere sıçrıyor. Suçun denetimi kesinlikle imkansız. Eğitimsizliğin bağıra bağıra, göstere göstere çoğaldığı bir yürüyüş konvoyunda eğitimsizliğin hemen arkasında sisli kortejler yürüyor. Etik algılaması zayıf, ahlaki değerleri içine sindirmemiş kesimler ellerinde suç ve şiddet pankartlarıyla her taraftan çıkıveriyorlar. Ve gerçek kahramanlara ihtiyacımız her zamankinden daha fazla. Çizgiromanın naif kahramanları ise artık bizi kesmiyor. Çizgiroman artık sadece kaybolmaya yarıyor, unutmaya. Gerçekten sıyrılıp sanal dünyalara girmemiz yine de ara sıra zorunlu. Eve gidince bunu yapmam lazım. O sayfalara girip içeriden kapıyı kapatmak.
Kızıltoprak’tan Kalamış parkına indim ve şu anda hızlı bir şekilde parkı turluyorum. Zihnimde huzursuz edici bir bölüm var. Bir kediciğin vahşice öldürüldüğü sahne ve ölümden para kazanacak olan sistemin filmini çekeceği belirtilen surlar içinde öldürülen Amerikalı kadının küçücük bir dehlizde bulunan cesedi. İnsanların, kadınların, çocukların hayvanların öldürüldüğü, kendini savunamayanların çaresizce katledildiği ortamlardan duyduğum dehşet verici tiksinti duygusuna bir yenisi daha eklendi. Her gün, ülkemizin çeşitli yerlerinde bulunan cesetler. Toplumsal cinnetin bireysel şiddetle iç içe olduğu bir yüzyıl. Artık denetim, kontrol falan kalmadı. Açlık, ruh hastalığı, para ve cinsel açlık gözünü bile kırpmadan öldürme işlevini sanki kolaylaştırıyor.
Son tur, kan ter içinde koşarken küçük bir kedi ve benzer kaderi paylaşan her canlı için dua ediyorum fısıltıyla. Hüsnü ÇORUK
Çizgiromana sığınmam gerek. Yıllardır dokuzuncu sanatın ve popüler kültürün bu dalının en önemli unsurunun kaçış etkisi olduğundan bahsedildi. Ve bu ifade de belli ölçüde - en azından daha eski dönemlerde - hafiften küçümseyici bir şeyler vardı. Evet, zihnim buğulu ve eve dönünce çizgiroman sayfalarında kaybolmalıyım. Yemek içmek gibi ruhumun ihtiyacı var buna. Doğru bir seriden rastgele bir iki örnek alıp
64
65
Öykü
Hanımeli “Bir Katilin Günlüğü” “Ruhumuza dokunanlara âşık oluyoruz. Peki ya bedenimize dokunanlara karşı ne hissediyoruz?” Öznur Baycan
Bir kadın sevdim. Omzuna dökülen kıvırcık saçlarını bir çırpıda toplayıp gerdanını ortaya çıkarışında vurulmuştum ona. Onu izlediğimden habersiz, bakışlarının derinliğinde kaybolarak sevdim. Tüm hareketlerinin vuruculuğundan emin tavırları, kendisine olan güvenli duruşu ile bana meydan okuyordu. Garson yanına gidip ne istediğini sorarken başını hafifçe kaldırmıştı. Gözleri nasıl da ışıldıyordu. Masada yalnızdı ve birilerini beklemediğinden emindim. Gelen garsona çikolatalı iki dilim pasta, şekersiz kahve ve küllük getirmesini rica etmişti. Bir şeyler ters gitmiş olmalıydı. Bedeni ince yapılı olmasına karşın kahvesini şekersiz içip iki koca dilim çikolatalı pasta yemesinden onu kızdırmış bir adamın olacağı kanaatindeydim. Tüm dikkatimi ona verip çıkarımlarda bulunurken dışarıdan yükselen acı fren sesiyle irkilmiştim. Dikkatimi bir daha toplayıp odaklanamıyordum tekrar. Tüm heyecanım yarıda kaldığı için içimden küfürler yağdırıyordum. Acele tavırlarla hesabı ödeyip çıkmıştım. Kahve kokulu, kapısında “Hanımeli” yazan mekânın eşiğinden ayrılıp gitmiştim ki merdivenlerden inerken kolumda birinin ellerini hissettim. “Beyefendi, çakmağınız?” sesi ruhuma işleyip nefesimi kesen bu kadın… O! Tüm sakinliğimi koruyup onun için düşündüklerimi es geçmeyi başararak tebessüm ettim. Ne kadar da zarifti bu hareketi. Mükâfatlandırmalıydım… Yarım kalan kahvesini hatırlatarak, yeni bir kahve içmemiz için teklifte bulunmam hem hoşuna gitmiş hem de bunu beklemiş olmalıydı ki düşünmeden ‘Evet,’ dedi. Masasına doğru yürürken hem sohbet ediyor hem de onu güldürmeyi başarmanın yollarını arıyordum. Nihayet masasındaydık. Gülümsemeleri tebessüm iken daha büyük kahkahalara dönüşmüştü. Her güldüğünde omzuma, bacağıma, sırtıma dokunarak samimiyetini belli etmeye çabalıyordu. Elbette ben öğretilerle büyümüştüm. Ailem bana, bayanlara teşekkür etmenin en önemli davranışlarından biri olduğunu söylemişlerdi. Ailemi mahcup edecek hiçbir şey yapmadım ve ona teşekkürlerimi sundum. Bedenini dörde bölerek.
66
67
Öykü
Yazarın
Kaleminden
Işıldayan yüzüne dokunamadım. Canlıyken sahip olduğu tüm ışıltı bedeni soğuduğunda bile kendini koruyordu. Omuzlarından başlayarak tüm bedeninde gezdirdim neşterimi. İlk kez aceleye getirmeden büyük bir aşk ile ayırıyordum bedeninden uzuvlarını benim kadınımın. Adını hiç sormadım. Ona başkaları tarafından verilmiş ismin değeri yoktu gözümde. O sadece KADIN’dı. Benim için bu kadarı yeterliydi. Ona sahip olabileceğim tek an, son nefesiydi. Gözlerinin içine baka baka onu uğurlayacak kişi sadece ben olmalıydım. Oldum da… Dokunduğum ellerden, bana dokunan insanların ellerinden oluşturduğum koleksiyonum var benim. Bu büyük bir ustalık isteyen işe ilk yirmili yaşlarımda başladım. 10 yıldır koleksiyonuma bu denli kıymetli bir parça ilk kez katıyorum. Sanırım artık bu konuda seçici davranıyordum. Elleri, saçları… Hâlâ karşımda… Camdan yapılma buzdolabımda duruyorlar. Bazen yalnız hissettiğimde ellerini kavanozun içinden çıkartıp öpüyorum. Annemden sonra öpmekten keyif aldığım ilk eller… Bazı gecelerde de saçlarını yastığıma uzatıp onları koklayarak uyuyorum. Yaşadığım tecrübeler bana benzersiz olanı ve benzersiz olmayı öğretti. Bu gece huzurlu bir uyku çekebilirim. Uzun yıllar boyunca hissetmediğim heyecanı bana geri veren ışıltılı kadının varlığı için teşekkür ederim. O olmasaydı huzurla uyuyamayacaktım. Keşke o ürkek bedenine ait beyaz tenli parmaklarını bana dokundurmasaydın. İlk kez nefret ettim kendimden. Yazan: Öznur BAYCAN
68
İllüstrasyon: Buğra Batuhan BERAH
Varoluş Eskiden beri amatör hikâyeler yazıp dururdum, bu öyküler benim kaçış yerlerimdi. Hayal gücüm ile beraber arzu ettiğim her yerde olabiliyordum ve her şey benim elimdeydi. Ortaokulda yazdığım bir hikâyeyi hatırlıyorum, adı Cehennem Tacı idi. Yazdıktan sonra annemler on tane olarak matbaada baskısını yapmışlardı ve ben de onu arkadaşlarıma dağıtmıştım. Tabii şimdi düşününce saçma olabilecek bir konusu vardı, yıllar önce dünyamıza gelen uzaylıların yenildikten sonra insanlar tarafından dünyanın derinliklerindeki zindanlara atılışları ve günümüzde ise bu zindanlardan kaçmanın bir yolunu bulmalarıyla beraber dünyamızı yeniden istila etmelerinin öyküsünü anlatıyordu. Kim bilir belki yıllar sonra yazarın çocukluk öyküsü bir anlam kazanır yeniden. Neyse, lisede olayı daha bir abartmıştım ve aklıma ne eserse yazmaya başlamıştım. İnsanların yazdıklarımı okumasını istiyordum, bir bu nedenle bir de isim bulmakla uğraşmamak adına sınıfımdaki arkadaşlarımın isimlerini kullanıyordum karakterlerim için. Böylece bazı arkadaşlarımın yazdıklarımla da ilgilenmelerini sağlıyordum. Ama asıl yazarlığımın ilerlemesinde lise sonda karşıma çıkan bir sitenin katkısı vardır, orada yazdıklarımı paylaşıyordum ve insanlar okuyup yorum yazıyorlardı. Orada çevremden daha fazla dost edinmiştim, bu malum sitenin adı FRP World idi. Çoğunuz bir şekilde biliyorsunuzdur, hatta orada sizin de bir sürü anınız vardır diye tahmin ediyorum. O site bana çok şey kattı, eskisi gibi olmasa da hâlâ ayakta duruyor olması bile benim için çok önemlidir. Zaten ilk romanımı elinize aldığınızda teşekkür metninde de FRP World'ün adını göreceksiniz. Romanıma gelecek olursak da aslında ilk ben yayınevi ile irtibata geçtiğimde aklımda başka bir romanım vardı, ama o 1000 sayfaya yakındı ve adı da Ölüm Zamanı'ydı. Onu birkaç kitap şeklinde çıkartmayı düşünüyordum, ama bu sefer de konuların hiçbiri toparlanmadan bitiyordu ve yayınevi “İlk kitap olarak bunu çıkartırsanız kitabın belki devamını bile çıkartacak kitleyi elde edemezsiniz,” diye uyarınca o öyle kaldı. Belki ileride hepsini birden çıkartırım diye düşünüyorum ben de. Bu romanımı ise bu yazın yazmıştım bir ay kadar, ne derler, bilgisayarıma resmen kapanarak, sürekli bana ilham versin diye fantastik temalı müzikler dinleyerek. Biyoloji bölümünden mezun oldum ve şimdi de yüksek lisansıma devam ediyorum, orada gördüğüm derslerden birinden etkilenerek oluşturduğum bir romandır Varoluş. Aslında bu da bir seri olarak planlandı ve üçleme şeklinde düşünüyorum tabii beğenilirse. Adından dolayı yayınevi aslında uyarmıştı, belki de haklılardı. Çünkü roman olduğunun anlaşılmama riski vardı ki sanırım oldu da. Romanda bir felsefi alt metin de var, bölümlerin her birinin işlediği bir tema var ve o temaya uygun şekilde romanın ana karakteri olan
69
Yazarın
Yazarın
Kaleminden
Kaleminden
Poyraz, okurla kendi fikirlerini paylaşıyor bölüme geçmeden evvel. Romanın kurgusunu oluşturan felaketi direkt basında anlatmadığımdan okur için başta gizemli olarak görülebilir olaylar, bu nedenle okurların felaketin kendisiyle romanı okurken tanışmalarını istiyorum. Sadece bilimsel bir temeli olduğunu ve her an olabilir bir durumun işlendiğini söyleyebilirim, yanlış olmasın diye ders kitaplarımı karıştırarak yazmıştım. Hatta sırf bunun için de bir bilim insanı karakter ekledim romana. Bu karakterin amacının okurlara olayın bilimsel boyutuyla tanıştırmak olduğunu belirtmek isterim, bu yüzden kendisi hem mekân hem de olaylar acısından biraz uzak kalabiliyor romandaki diğer karakterler ile. Roman tüm dünyada gerçekleşen bir felaket üzerine kurulu, ama Türkiye'de geçiyor ana olaylar. Bir de dediğim gibi hem felaketi açıklamak hem de dünyanın geri kalanına ne olduğuna açıklık getirmek için ayrı bir mekân ve bir karakter daha ekledim. Yine de romanın geçtiği yeri direkt burası, şu şehir diye belirtmedim, yerler ve mekânlar hepsi gerçek, tasvirleri de aslına uygun ama neresi olduğunu okura bıraktım ki yazarın nerede oturduğunu bilene yanıt hazır aslında. Ben bu romanı yazarken, “Şu anda iyi kötü bir düzende yaşayıp gidiyoruz ama tamamen dünyamız değişse ve aslında hayatımızdaki bazı şeylerin insanlar tarafından oluşturulmuş değerler olduğu fark edilse neler olurdu?” sorusuna yanıt vermeye çalıştım. Normal dünyada rahatlıkla karşı çıkabileceğimiz bir ideoloji, ya tamamen bitmiş bir şehirde insanlığın hayatta kalmasını sağlayacak tek kurtuluş yolu olarak görülmeye başlanırsa, insanlar bunu kabul ederler miydi, dahası karşı çıkanlar neler yapardı? Tabu olmuş bir sürü şey her an karakterlerin karsısına çıkabiliyor ve Poyraz bu konuyu okuyucu düşünsün diye ortaya atıyor öncelikle. Ahlak, özgürlük, aile gibi daha genel konular dışında rahatsız edici olabilecek durumlarla da karşı karşıya kalıyor karakterler. Yani benim önceliğim aslında bunlardı yazarken, daha çok psikolojik yönden bir hikâyesi var kendi içinde. Ama sadece böyle felsefe kokan bir işleyişi de yok, macera romanı sonuçta kendisi ve Poyraz da gayet hayatta kalmayı başarabilen biri olarak yer alıyor romanın içerisinde. Samuray kılıcıyla özdeşleşmiş durumda kendisi, diğer karakterlerde de simgesel anlatıma katkı olması icin kişiliklerinin daha iyi anlaşılmasını sağlayan bağlı oldukları nesneler var. Kendi içerisinde dört ana hikâye barındırıyor bu roman. İlkinde bir arayış öyküsü var; Poyraz, kaybettiği kızı yerine koyduğu Yeliz'e uygun bir yuva bulma arayışında, kendisi de yaşlı olduğundan fazla vaktinin olmadığının bilincinde. Onlarla beraber göçebe bir hayatın içerisine giriyoruz, farklı ideolojilerin hüküm sürdüğü yerleşim yerleriyle tanışıyoruz. Poyraz, grubuna farklı karakterde yoldaşlar da almaktan çekinmiyor. Onların da her biri ilginç ve hem Poyraz'a hem de okurlara sorgulanan konu hakkında farklı bakış açıları gösteriyorlar. Romanda belli bir taraf yok, her karakter kendi düşüncesini söylüyor ve ben de yazar olarak sadece bu düşünceleri aktarmaya çalışıyorum. Bu arayış macerasının yanında ikinci olarak esas olarak işlenen diğer hikâye ise Reis'in yükselişi. Kendisine “Reis” diyen bu insan, yıkık şehirde kendi sınırlarını çiziyor ve insanlara hayatta kalmaları için bir yol sunuyor. Tabii ona karşı çıkan bir grup da söz konusu. Burada insanların zor durumda kaldıklarında başta iyi niyetle başlayan bir işin içerisine kibir ve ego girdiğinde nasıl yozlaşabileceğini işlemeye çalıştım. Hatta kimilerine göre romanın asıl sürükleyici ögesi bile oluşturan tarafı Reis'in hikâyesi. Poyraz'ın arayışı ve Reis'in yükselişi romanın esas kısımları, bir de iki yan hikâye daha var. İlkinde yine tek bir yerleşim yeri var ve burada daha çok inanç kavramının yorumlanması işleniyor. “Çadırkent” adını alan bu bölgede Hoca Efendi insanlara liderlik ediyor ve aşırı acımasız tedbirler almaya başlıyor. Bazen yaptıklarına kızılıyor, bazen de kendisi savunuluyor ve arka planda işlenen olaylardan ötürü hak verildiği de oluyor. Burada da seçimi okura bırakıyorum, ben sadece olayları aktarıyorum ve karakterlerin kendi düşüncelerini ben yorum katmadan okuyucuyla paylaşıyorum. Romanın dördüncü ayağını da gemi
oluşturuyor. Burası sağ kalan yöneticilerin ve bilim insanların toplandığı gizli bir yer, burada okuyucu biraz daha olayın hem bilimsel hem de küresel boyutuna girebiliyor. Burası biraz olsun okura bazı konularda açıklık getirmek amacıyla eklenen kısımları oluşturuyor, yine de çok az da olsa ana olaylarla bağlantı kuruluyor tamamen ayrı olarak sunulmuyor. Bir de yazım tarzından da bahsedecek olursam her bölüm bir tema çevresinde gelişiyor ve Poyraz birincil bakış acısından bize kendi düşüncelerini sunuyor. Devamında ise romanda sekiz ana karakterin bakısından normal bir anlatım söz konusu. Buna en iyi Taht Oyunları'nı örnek verebilirim, zaten bazı sürprizleri bozmamak adına demek istemiyorum ama bu esere de gönderme yapmadan duramadım. Karakterlerin okurken daha iyi akılda kalacağını düşünerek George Martin'in yazdığı usulde her bir geçişte o karakterin adını belirttim, ama tamamen onun tarzında değil, daha kısa kısa geçiyor her bir karakterin kısmı ve bu sayede de merak unsurunu devreye sokmaya çalıştım. Sevilen bir kitap olur diye umut ediyorum, çünkü şu anda devamını yazıyorum ve ikinci kitabını da çıkartmak istiyorum. Bilimkurgu, macera, hayatta kalma ögeleri barındıran bu romanımın bu tarz romanlardan hoşlanan insanların zevkle okuyacağına inanıyorum. Son olarak diyebilirim ki kitabın sonuna geldiğinizde aklınızda soru işareti kalmasın, bu bir seri olduğundan ilk kitabın ana konuları olarak bahsettiğim bazı kısımlar finale bağlanıyor ve felaketin kendisi ile ilgili de bir gelişme yaşandığından o nokta tam ilk kitabın sonu için en uygun yerdir. Bitirenlerin bana hak vereceğine inanıyorum, tabii burada bırakılır mı diye kızanlar da olursa onların da başımın üstünde yeri var. Sürprizleri hem bozmak istemiyorum ama bir yandan da okurla aramda bir güven sorunu çıkmasını da engellemek istiyorum. Beni yazar olarak tanımayanlar başta tarzımı garipseyebilirler, ben biraz gizemi çok severim; ama aman Lost yüzünden gizemli hikâyelere karşı bir önyargı da oluşabiliyor artık. Sakın tereddütte kalmayın; gerçekçilik ve bilimsellik romanın esasını oluşturuyor. Görüşleriniz benim için değerlidir, bazı karakterlere sinir olabilirsiniz, tatmin olmadığınız kısımlar olabilir, ama “kıyamet sonrası kurgu” diye geçer ya işte ondan pek fazla ülkemizde yerli yazarlardan göremiyoruz, benim amacım esasında da her türde bizden hikâye çıkabileceğini de ispatlamak. Yani yerli yazarlara olan önyargıları kırmada okur desteği burada çok önemlidir ve en azından ben bir yazar olarak sadece kendimiz için değil, asıl birileri okusun diye yazdığımıza inanıyorum, hayat paylaştıkça güzel...
70
71
Gürhan ÖZTÜRK
Yazarın
Yazarın
Kaleminden
Kaleminden
Kutsal Cesaret
Romanın ilk cümlelerini satırlara dökmem 2012 yılına dayanır. Onca yıl tozlu raflar arasında sıkışıp kalmış taslaklarım, eşimin tesadüfen bulup incelemesi ve beni yazmaya teşvik etmesi sonucunda hayat buldu. Catrass Kıtasındaki her şey madenlerden on beş gizemli zümrüdün çıkarılmasıyla başladı. Taşıyıcısını halkıyla birlikte refaha kavuşturan ve çoğalıp güçlenmelerini sağlayan bu zümrütler, konsey başkanı tarafından çeşitli ırklara eşit şekilde paylaştırılmıştı. Barışçıl atalarının aksine ihtiraslı ve katil ruhlu olan Mebraz, kendisine zümrüt vermeyen konseyden ve tüm kıta halkından intikam almak ve kıtaya hükmetmek için hazırlık içindeydi. Saf gönüllü, barışsever Aranth halkını ucube mankurtlara çevirmekle başladı işe. Sırada kan emici kurt ırkı Wugorluları yanına çekebilmek için çirkin kraliçe Ewonayla evlenmek vardı. Ardından çeşitli entrikalarla perde ayaklı Kuzanil halkını ve birden fazla zümrüde sahip insan ırkını saflarına çekmeyi planlıyordu. Öbür tarafta da Catrass Kıtası Konsey Başkanı güzeller güzeli Troya Atren vardı. O da boş durmuyordu tabii. Zümrüt sahibi konsey üyelerini çağırarak büyük bir ordu oluşturmak için çalışmalara başladı. Mebrazın vahşi savaşçılarına karşı koyabilecek bir orduya sahip olabilecek miydi? Konsey üyelerini tek yumruk hâlinde tutabilecek miydi? Krachell Yıldız Kılıcına sahip olması savaşı kazanmasına yetecek miydi? Yıldızları söndüren şey nedir? Bilmecesini çözüp savaşı kazanmasını sağlayacak olan Mowjas bitkisine ulaşma çabası nasıl sonuçlanacaktı? Peki ya o İspanyollar? Onlar neyin nesiydi? Nereden ve nasıl gelmişlerdi? Bu kıtada ne işleri vardı? * * * Kutsal Cesaret -İlk Hamle- kişileriyle, olaylarıyla, doğa ve mekân tasvirleriyle harika kurgulanmış fantastik bir roman. İyilerle kötülerin iktidar mücadelesinde bir sürü denklem ve yüzlerce soru işareti Berrak dili, akıcı anlatımı ve ilginç olaylar zinciri sayesinde bir çırpıda okuyacağınız bir eser. Ülkemizdeki fantastik türündeki kitapların çoğunluğu, yabancı kökenli yazarların çevirileridir. Kutsal Cesaret çeviriye gerek kalmadan adrenalini yüksek ve heyecanı son damlasına kadar yüreğinizde hissedeceğiniz bir romandır. Şimdiden keyifli okumalar diliyorum. Mustafa SELİMGİL
Öncelikle yayınevim Kanes’e teşekkür ederek yazıma başlamak istiyorum. Çünkü onların emeğiyle ve profesyonel yaklaşımıyla kitabım şekillenerek bu hâle geldi. Kutsal Cesaret’i yazma fikri; hayatın stres yüklü koşturmacasından bir nebze olsun uzaklaşıp fantastik tarzı kitapları heyecanla ve bir solukta okumamdan çıkmıştır. Aslında bu kitabı yazma düşüncesinin ilk tohumları 2002 yılının Mart ayında atıldı. Kurguyu, karakterleri, mekânı ve zamanı bir şablona oturtmam tam altı ayımı aldı. Kitabın ilk iki cildinin kurgusu ve diğer ögeler Eylül 2002 sonunda tamamlansa da sonrasında hayat gailesi sebebiyle ilgilenemedim.
72
73
74
75
76
77
78
79
Sinema
Sinema
İnceleme
İnceleme
300 “Git Spartalılar’a söyle, buradan geçen yabancı Burada, kanunlarına itaat eden bizler, yatıyoruz!” Thermopylea’deki Kitabe (Simonides’in Şiiri) Leonidas bir Sparta Kralı ve 2. Anaxandridas’ın oğullarından biridir. Agiad ailesinin on yedinci kuşağında yarı kardeşinin kızı olan Gorgo ile evlenmiş ve 1. Cleomenes’in ardından tahta geçmiştir. Sayıca çok üstün Pers Ordusuna karşılık az sayıda askeriyle (yaklaşık 7 bin civarında) yürüttüğü Thermopylae Muharebesi ile ünlüdür. Savaş M.Ö. 480 yılında Ephor’lar (tanrıların rahipleri) Leonidas ile birlikte 300 kraliyet korumasını Thermopylae Geçidine, geçidi Serhas komutanlığındaki Pers ordusundan korumak için göndermiştir. Lakin bir kehanete göre Spartalıların kurtuluşu bir kralın ölümüne bağlıdır. Leonidas kendi kraliyet korumaları ve toparladığı askerleri ile geçide ulaştığında başından kaybedilmiş bir savaşın içinde olduğunu bilmektedir. Fakat asker doğmuştur ve o şekilde ölecektir. Yıl 1998 olduğunda Leonidas’ın savaşı Frank Miller’ın ellerinde “300” adlı çizgi romanında kendine özgü tarzıyla yeniden hayat bulur. Sonrasında Miller’ın her çizgisi gibi onunda kaderi değişmez ve beyazperdeye hem de çizgi romanla şaşırtıcı şekilde birebir olarak aktarılır.
300 “Geri çekilmek yok, teslim olmak yok! Bu Sparta yasasıdır. Ve buna göre duracağız ve savaşacağız… Ve öleceğiz. Yeni bir çağ başlıyor, özgürlük çağı… Ve herkes bilecek ki; 300 Spartalı adam son nefeslerini onu korumak için verdi.”
“Frank, mitolojik bir olayı alıp onu gerçek bir olaya dönüştürmedi; gerçek bir olayı alıp onu mitolojiye dönüştürdü.” Konusuna gelince zalim Pers Kralı Xerxes Sparta Kralı doğuştan asker Leonidas’a onun hâkimiyetini ve gücünü tanımasını salık veren bir elçi gönderir lakin elçi kendini bir kuyuda 300 cesur Spartalı da dönen tüm rüşvet ve yasaklama dolaplarına rağmen Thermopylae Geçidinde bulur. Sayıları milyonları bulan Pers ordusuna karşı şansları olmadığını bilerek savaşır ve cesaretlerini ortaya koyarlar. Öyle ki tarihte savaşmaya ve ölmeye bu kadar hevesli bir topluluk daha göremezsiniz. Film özellikle tarihi gerçekleri çarpıtması ve İranlıların Spartalılar karşısında kötü, hilekâr, kaba ve kadınsı gösterimi birçok tarihçinin ve özellikle İran’ın tepkisiyle karşılaşmıştı. İran’da gösterimi bu sebeplerden ötürü yasaklanmıştı. Türkiye’de “300 Spartalı” adıyla gösterime giren yapım tarihçiler tarafından ülkemizde de eleştirilmiş ama izleyene özellikle de Frank Miller hayranlarına keyifli anlar yaşatmıştı. Asıl soru şuydu; dünya da bu kadar çok kan dökülürken ve Ortadoğu karmaşık bir dönemin içindeyken böyle bir yapıma ve kutuplaşmaya ihtiyaç var mıydı? Yönetmenin ve Miller’ın gözüyle iyi ve gururlu Spartalılar ile kötü, hain, güvenilemez Persliler… Dünyada kutuplaşmanın sınır tanımadığı ve bunun patlak verdiği yakın geçmişte tam da o dönemde gösterime giren ve “Biz Spartalıyız!” nidalarıyla sinema salonlarını dolduran insanları güdüleyen bir yapımdan söz ediyoruz. Sanırım bu kadar eleştirilmesi ve ABD ile İran arasındaki ilişkileri germiş olması şaşılacak bir durum değildi. Film görsel efektleri, renkleri ve 70 milyon dolarlık bütçesiyle izlenmeye değer. Tabi gişe de ki başarısı da göz ardı edilemez. Oyunculukları için konuşulması gereken bir durum yok aslında. Lakin bilgisayar teknolojisi ve üst düzey makyaj oyunculuğun yerini almış durumda. Gerard Butler, Lena Headey ve David Wenham maceranın başkahramanları. Başrol oyuncularından Gerard Butler verdiği bir röportaj da bunu şöyle açıklıyor; “Kral Leonidas’ı aynen çizgi romandaki gibi giyindim.” Frank Miller yıllardır kendine çizgileriyle dünyalar yarattı ve bizi de o dünyaların içine çekti. Çoğu kez kendi renksiz hayatımızdan çıkıp onun dalgalı renklerine saplandık. 300 onun en iyi renkleri arasında yer almasa da beyazperde de onun adını bir kez daha hatırlamamıza neden olan yapımlardan biri olarak izlenmeye değer. Şimdiyse gümüş perdeye ne kadar devam filmi dense de 300 Spartalı filminin öncesindeki Artemis Savaşı’nın yer alacağı 300: Bir İmparatorluğun Yükselişi filmi geliyor. İyi seyirler… Melahat Yılmaz
2007 mahsulü olan film Frank Miller eşliğinde Zack Snyder tarafından yönetilmiştir. Çekimler genel olarak stüdyodaki mavi perde önünde yapılmıştır. Snyder yapım için şöyle demiştir.
80
81
Sinema
Sinema
İnceleme
İnceleme
Lars Von Trier Danimakalı Yönetmen Trier yeni filmi Nymphomaniac ile ço k uzun süre konuşulacak. Biz de bu çok konuşulma-tartışılma başlarken Lars Von Trier konusunda bilgi verelim istedik. 30 Nisan 1956 yılında Kopenhag, Danimarka’da doğdu. Nudist Yahudi bir ailenin çocuğu olarak duygular, zevk ve inanç üçgenini sorgulayarak büyüdü. Sinemayı dünyayı öğrenmek ve gözlemlemek için açılan bir pencere olarak gördü. Onun için yaşam rüya ile gerçek arasında geçen kısa bir maceraydı. 11 yaşında ona hediye edilen “Süper 8” kamera ile kendi filmlerini çekmeye başladı. Gözlerinden dünyaya açılan kapıları kamerasına ve izleyicisine aktarmayı o gün bu gündür sürdürüyor. Zaman geçtikçe sinemanın ve yapımcılarının katı kuralları onu boğmaya başladı. Aktaranla seyirci arasına çekilen duvara karşı “Doğma 95” adını verdiği hareketle kendi hikâyelerini çekmeye ve genç kuşak yönetmen ve sinemacıları etkileyemeye devam etti. Sacayağı niteliğindeki üçlemeleri ve aldığı birçok ödülle Lars Von Trier bugün sinemanın en çok konuşulan ve tartışılan yönetmenlerinden biri.
On Adımda Lars Von Trier 1.Adım; Nocturne(1980): Nocturne; Hülyalı, romantik ya da duygulu bir biçimdeki piyano parçalarını tanımlamak için kullanılan şiirsel formdur. Lars Von Trier’in yaklaşık 9 dakika süren bu kısa hikâyesinde de hülyalı, şiirsel bir yalnızlığın izlerini görmek mümkün. Gecenin 3’ünde bir kadın arkadaşı ile telefonda konuşmaktadır. Konu o sabah yapacağı uçak yolculuğudur. Kadın gitmek istememektedir. Fakat arkadaşı hazırlanmasını ve gitmesini söyler. Sonunda kadını elinde bavulu ile kuçan kuşları seyrederken bir araba parkında bırakır ve kendi hülyalarımıza geri döneriz. O kuşlar gibi göçmek üzereyken. Trier bu yapımında her daim sevdiği öğeleri kullanır. Yarı uyur yarı uyanık bir görüş ve gerçekle rüya arasında bizi bırakan karanlık, tek rengin hâkim olduğu bir sahne. Kırmızı ve sarı ışık onun renkleridir. Aynı zamanda algılarımızın renkleri, yönetmene göre… Trier bu kısasıyla Münih Film Festval’inden “En İyi Film” ödülü ile döner. Sinemanın algısını değiştirmeye ve ilgisini çekmeye bir adım yaklaşarak… 2. Adım; The Element of Crime(1984): Ünlü Avrupa üçlemesinin ilk ayağı olan yapım Avrupa’nın karanlığını aktarmaya başladığı ilk tuvalidir. Renklerini özenle seçen yönetmen aynı zamanda kendi duruşunu da ortaya koymaya başlamıştır. Üçlemede çizdiği ana karakterleri için; “ Doğruluk adına yaptıkları
82
her şey bir şekilde yanlışa dönüşen kahramanlardır.” demiştir. Karanlıkla resmettiği Avrupa ona göre üç şeyi bağrında saklar; salgın, suç ve savaş… Her üç filmde içerikle birlikte biçim ve filmlerin ana kahramanları da benzer özellikler taşır. Avrupa üçlemesinde ana karakterlere hipnoz uygulanması da dikkat çeken bir diğer ayrıntıdır. The Element of Crime; ezan sesleri eşliğinde bir eşeğin ağır çekim ayağa kalkış mücadelesiyle başlar. Sahne kırmızıya boğulmuş bir karanlığı çerçeveler. Bu Lars von Trier için imza niteliğinde olacaktır yıllar içinde. Başkahraman konuşmaya başlar. Hikâyesini seyrin yanında kendi ağzından da dinleme fırsatı buluruz. Film, adına “Piyango Cinayetleri” denilen bir dizi cinayeti çözmek için Avrupa’ya gelen Fisher’ın kötüyü anlamak için kötüleşmesini vurgular. Avrupa’nın ilk ayağı suçtur. “Fanteziye karşı değilim. Fakat gerçekle karıştırmamak çok önemli. Biz kaynağa ineceğiz. Anladığım kadarıyla Kahire’ye bu sorun başladıktan sonra döndüm. Ve iki ay önce Kahire’den ayrıldım. Neden? Mesleğimi Avrupa’da sürdürmek için mi? Ama baş ağrıların hala devam ediyor. Bu ağrılardan kurtulmana yardım etmemi istiyorsan, zaman içinde bir yolculuk yapmak zorundayız. Geriye, her şeyin başladığı yere! Tek bildiğim buna Avrupa’da bir şeyin neden olduğu…” 3. Adım; Epidemic(1987): “Film dediğin ayakkabının içine kaçan taş gibi olmalıdır.”
Lars Von Trier Yapım yazdıkları senaryonun kaybolmasıyla yeniden senaryo yazmaya koyulan yönetmen ve senaryo yazarının farkında olmadan oluşturdukları bir salgıla yüzyüze kalmasını konu eder. İç içe geçmiş kutucuklar gibi açtıkça farklı bir çılgınlığın ortaya döküldüğü seyrin anti-kahramanı Dr. Mesmer’dir. İdealist bir doktor olan Mesmer söz konusu salgını önlemek için uzun bir yol kat eder. Fakat çantasında taşıdığı virüs salgını önleyeceğine arttırır. 4. Adım; Zentropa (1991) : “Şimdi sesimi dinlemelisin! Sesim sana yardımcı olacak ve Avrupa’nın daha derinlerine inmende sana rehberlik edecek. Her sözcük ve sayıyla beraber, sesimi her duyduğunda sen özgür, gevşemiş ve yeni fikirlere açık bir halde daha derin bir katmana girmiş olacaksın. Şimdi, birden ona kadar sayacağım. On olduğunda, sen Avrupa’da olacaksın.”
83
Sinema
Sinema
İnceleme
İnceleme
Ekim, 1945… 2. Dünya Savaş’ından çıkan Avrupa yorgun, bitkin ve kafası karışık vaziyette hayatta kalma mücadelesi vermektedir. Özellikle kaybeden tarafta… Leopold Kesler tam bu dönemde çalışmak ve babasının adımladığı ülke olan Almanya’yı tanımak için gelen zeki, iyi niyetli idealist bir Amerika’lıdır. Ülkeye adım attığında trenlerde çalışan amcasının yanına gider ve onunla birlikte kondüktör olarak çalışmaya başlar. Amacı kaybeden bir ülkeye iyilik ve umut kazandırmaktır az da olsa… Fakat Zentropa’nın karanlık, tekinsiz ve kâbus gerçek harmanı havası aşkla da karışınca onu da içine çeker ve değiştirir. Zentropa’da Avrupa üçlemesinin son dönemeci… Hipnoz bu yapımda da aslında başrolde… Faşizmin ince ince kanımıza karışıp bizi rahatsız etmeye devam ediyor seyir boyunca. Yönetmen uyumakla- uyanıklık arasında kalan atmosferini yine çok güzel kullanmış ve ara ara renklenen siyah beyaz perde eşliğinde bize de hipnozunu uygulamış durumda. Film hikâyesinden ziyade boğucu ve karanlık atmosferi ve müzikleri ile ön plana çıkıyor ve yönetmenin izlenmesi gereken yapımları arasındaki yerini alıyor. 5. Adım; Breaking the Waves(1996): “Bir kelimeyi nasıl sevebilirsiniz? Aşkı kelimelere sığdıramazsınız. Bir kelime ile aşık olamazsınız. Başka bir insanı sevebilirsiniz. Mükemmel olan budur!” 1970’lerde İskoçya’nın küçük ve dini kurallara sıkı sıkıya bağlı bir kasabasındayız. Bess bizim seyir boyunca takibe aldığımız karakterimiz. İnanç, günah, aşk ve kadınlık dörtgeninde aşka inancı seçen bir kadının iç ve dış mücadelesini gözlemliyoruz. Bess Danimarkalı bir petrol işçisi olan Jan’a aşık oluyor ve bu kelimenin anlamını ruhsal ve fiziksel tüm zevkleriyle yaşamaya başlıyor. Tek korkusu bir gün bu mutluluğun bitmesi ve tek duası hayatının bu yeni açılan perdesinin hiç kapanmaması yönünde. Lakin hayat bu ya korkusu gerçek oluyor ve Jan iş sırasında geçirdiği bir kazada felç kalıyor. Aşkın ikiliye göre ruhu besleyen fiziksel yansımaları da bu şekilde son buluyor. Bess kocasına olan sevgisini ve bağlılığını korurken içten içe bu fiziksel yoksunluğun izlerini de taşımaya başlıyor yüzünde. Tam da bu sırada eşi onun bu yoksunluğunu giderebilmesi ve evliliğindeki bu kâbusun bitmesi adına ona bir çözüm önerisi sunuyor. Karısına başka erkeklerle birlikte olmasını ve bu maceralarını ona anlatmasını öneriyor. Bu sayede hem Bess’in mutlu olacağını hem de kendi sağlığının daha da iyileşeceğini düşünüyor. Bess bu fikre başlangıçta karşı çıksa da kocasının sağlığının buna bağlı olduğuna inanmaya başlıyor ve kasabanın tüm katılığına rağmen inancı doğrultusunda ilerlemeye devam ediyor. 6. Adım; The Idiots: “Hiç kimseyi daha mutlu edemiyorsa, gittikçe daha zengin olan bir toplumun mantığı nedir? Taş devrinde, evet tüm o aptallar öldü, ancak bugünde böyle olması gerekmiyor. Aptal olmak bir lüks ama her zaman ileriye doğru bir adım demek. Geleceğin insanları aptallardır. Eğer birisi kendi içindeki aptalı ortaya çıkarabilirse…”
84
Birlikte yaşayan bir grup zeki insan zihinsel özürlü taklidi yaparak, toplumun değerlerini sarsmayı amaçlar. Sık sık toplumun arasına karışıp rollerini gerçekleştirmeye başlarlar. Roller oyuncularda yerine oturdukça daha ileri düzeye geçme isteği kaçınılmaz olur. Aralarına katılan yeni üyeler ve gittikçe renklenen oyunlarıyla hem hayatı hem de zekâyı sorgulamaları kaçınılmazdır. 7. Adım Dancer in the Dark(2000): “ Dedektif: Onu neden öldürdün?” “ Selma: O istediği için!” Selma on yaşındaki oğlu ile karavanda yaşayan bir Çek göçmenidir. Zamanla görme kaybına sebep olan bir hastalıktan muzdariptir. Oğlu da onunla aynı hasalığı paylaşmaktadır. Bir fabrikada çalışan genç kadın oğlunun okuması ve hastalığından kurtulması için para biriktirmektedir. Hayal ile gerçek arasında yaşayan ve kalbindeki müzikle karanlıkta dans eden Selma yine de hayatından umutlu ve mutludur. Ta ki ev sahibi ve dostu Bill onun parasını çalana ve Selma onu öldürene kadar… Dancer in the Dark; yönetmenin ilk dram- müzikal denemesidir. Dogma 95 manifestosunun güzel örneklerinden biri olan yapım hikayesi, oyunculukları ve izleyicide bıraktığı izlerle seyredilmesi gereken bir yapım… 8. Adım; Dogville(2003): Trier Avrupa’yı bize kendi gözünden bir üçlemeyle aktardıktan sonra sıra ABD’ye gelmişti. Dogville Trier’in USA üçlemesinin ilk ayağı… Dogville filmi dokuz bölümden ve bir girişten oluşmaktadır. “Bu Dogville kasabasının hazin öyküsüdür. Dogville, ABD’nin Rocky Dağları’nda bir kasabadır. Burada yol terk edilmiş gümüş madenine çıkar ve sona erer. Dogville’nin sakinleri kasabalarını seven iyi ve dürüst insanlardır. Doğu yakasından gelen duygusal biri ana caddeye Elm Sokağı adını vermişti. Hiç “Karaağaç” yetişmemesine karşın bu adı değiştirmeyi düşünmemişlerdi. Binaların çoğu perişan durumdaydı, derme çatma kulübelerdi aslında. Tom’un yaşadığı ev içlerinde en iyisiydi ve eski güzel günlerde hiç de fena sayılmazdı.” James Caan Colarado yakınlarındaki bir kasabada sıra dışı bir kadın ortaya çıkar. Grace ismindeki bu kadın peşindeki insanlardan kaçarak buraya gelmiştir. İlk başta kasaba halkı kendini koşulsuz olarak sarıp sarmalasa da sonrasında onun kendileri için bir tehdit ettiğine inanır ve onu kasabadan göndermek için ellerinden geleni yaparlar. Dogville, bir anlatıcı eşliğinde tek bir platformda ilerleyen fakat masalsı anlatımıyla seyri güzel hale getiren, Brecht’in oyunlarını aratmayan, teatral bir yapım.
85
Sinema
İnceleme 9. Adım; Manderlay(2005): “Korkuyorum. Yeni bir hayata hazır olamamaktan korkuyorum. Manderlay’de biz köleler her gün saat yedi de yemek yeriz. İnsanlar özgür olduğunda kaçta yer bunu hiç bilmiyorum.” USA üçlemesinin ikinci ayağıdır. Trier’in kullandığı teatral teknik artarak devam eder. Tek kamera, tek görüş açısı ve yine tek mekân ve az dekor… Trier Dogville’de yerden yere vurduğu Amerikan-vari değerleri burada iyiden iyiye falakaya yatırır. Yıl 1933… Manderlay ABD’nin güneyinde ıssız ve sakin bir kasabadır. Grace ve babası kendilerine yerleşecek güzel bir yer bulma adına Dogville kasabasından ayrılıp yollara düşerler. Tesadüfen yolları Manderley adındaki bir kasabaya düşer. Kapısı sıkı sıkıya zincirli, kalın parmaklıklarla çevrili bu kasaba da hala beyaz efendiler ve siyah köleler vardır. Ve grace buraya özgürlük ve eşitlik getirmek için orada kalmaya ve insanları eşit şekilde yaşamasını sağlamaya karar verir. Film özetle yıllarca kafeste yaşamaya alışmış kuşların dışarıda verdiği özgürlük mücadelesini anlatır. 10. Adım; Melancholia(2011) “Bir düğün, melankoli ve psikolojik bir felaket filmi…” Trier USA üçlemesinin üçüncü ayağını çekmeden köklerine dönmeye karar verir. Bu bir düğün, bir aile dramı ve bir kıyamet filmi… Trier yine kullandığı müthiş müzik seçimi ve ağırlaştırılmış kamera görüntüleriyle açar yapımı. Mükemmel görsellik bu kez renklerle ve doğayla desteklenir ve iki bölüme ayrılmış bir kıyamet filmi çıkar ortaya. İlk kıyamet bir kişinin kendi küçük kıyametidir. İkinci bölüm ise dünyanın sonunu gösterir psişik güçleri olan ve bazı şeyleri önceden hisseden Justine’in gözünden… Lars Von Trier kameranın arkasındaki göz olduğundan beri sinemanın kurallarını paramparça etmeye yeminli bir yönetmen. Çok sayıda hayranı olduğu gibi onu eleştiren ve beğenmeyenlere de sahip. Fakat bu iki grubu da buluşturduğu bir ortak noktası var. Trier kesinlikle sinemayı kendi gözünde tanımlamayı başaran ve tarihe adını yazdıran başarılı bir yönetmen. İnsan doğasından korkmadan anlatmaya ve insanın tüm zayıflıklarını çıplak bir hümanizm’le gözler önüne seren bir isim. Kapitalizmi, insanlığı, vahşeti ve şiddeti bizlere el kamerası ve hikâyeleriyle anlatmaya devam ediyor. İnandıklarından ve tekniklerinden ödün vermeden… Melahat Yılmaz
86
87
88
89
90
91
92
93
94
95
96
97
98
99
100
101
102
103
104
105
106
107
Sinema
Sinema
KuirFest
Yoluna Devam Ediyor 2011’de farklı bir festival olarak yola çıkan KuirFest gelenekselleşme yolunda sağlam adımlarla ilerliyor. Cinsel kimlikler üzerine farklı açılımlar yakalayan bu festival bu yıl üçüncü kez Ankaralı sinemaseverlerle buluştu. 16-23 Ocak 2014 tarihleri arasında gerçekleştirilen festivalin seans sayısı diğer festivaller kadar çok olmasa da geçen yıla göre artmıştı ama Büyülü Fener’de festival için ayrılan salon biraz küçülmüştü. Yine de Büyülü Fener’e bu festivale başından beri kapılarını açtığı için teşekkür etmek lazım. Bu yıl gösterim ve etkinliklerden bir kısmı da Ankara’da son zamanlarda farklı film gösterimlerine ev sahipliği yapan Tayfa Kitapkafe’de yapıldı. Bakalım bu yılki festival nasıl geçmiş: 16 Ocak Perşembe: 20:00 – Festival güncelerimde hep yazıyorum. Festivallerin açılış ve kapanış törenleri genellikle çok ilgimi çekmiyor. Uzun kokteyller ve açılış konuşmalarından sıkılıyorum açıkçası. KuirFest’in açılışlarının farklı olduğunu önceki yıllardan biliyordum ama hiç katılmamıştım. Ama bu yıl festival programında başka bir filmle çakışan bir film açılışta gösterilince kaçırmamam lazım diyerek gittim. Gerçekten de açılış töreni kuru kuruya yapılan konuşmalardan ziyade teatral bir performans içerecek şekilde kurulmuştu. Elbette cinsel kimlik üzerine dokundurmalar yapılırken politik göndermeler ve direniş vurgusu da ihmal edilmedi. Ufak bir eleştiri olarak açılışın doğaçlama gibi görünecek şekilde planlanmasına rağmen önceden yazılmış bir metne bağlı kalındığının fazlasıyla belli olduğunu söyleyebilirim. Açılış filmi, Kim Korkar Vajina Wolf’tan (Who’s Afraid of Vagina Wolf?) adını taşıyordu. Filmin adındaki oyuncaklı yapı, filmin mizah dozunu da ele veriyordu zaten. Filmin başında vajina kostümü giymiş ana karakterimizle tanışıyoruz. 40 yaşına basmasını kutlayan Anna adındaki bu kadın, önünde yeni bir projesi olmayan bir yönetmen. Aynı zamanda o dönem bir kız arkadaşı da yok (lezbiyen olduğunu vurgulamaya gerek yok sanırım). Bir süre sonra Katia ile tanışan Anna, ona âşık olur ve onun da teşvikiyle Kim Korkar Virginia Woolf’tan filminin yeni bir uyarlamasını yapmaya girişir. Anna karakterini yönetmenin kendisinin oynadığını, gerçek adının da Anna olduğunu düşünürsek filmin otobiyografik öğeler taşıdığını düşünmek yanlış olmaz. Tam da bu yüzden bazı karakterlerin ve olayların yönetmenin gözündeki önemine biz seyirci olarak çok nüfuz edemedik. Kötü diyemeyeceğim, hatta eğlenceli ama çok da önemli olmayan bir film olarak niteleyebilirim.
yaşayan, üstelik verem olan bir cenaze levazımatçısıyken, kardeşi de kendisini kadın olarak hisseden bir erkek. Her ikisinin de anneleri ile sorunları olması da cabası. Bir de hikâyeye sonradan eklemlenmiş gibi duran yüzü ve vücudu deforme olmuş, ancak ölülerle cinsel ilişki kurabilen bir karakter daha var. Arka planda cesetlerin yer aldığını söyleyebileceğimiz bu öyküde zamanla karakterlerin başına o kadar kötü şeyler geliyor ki film giderek daha karamsar bir noktaya gidiyor. Yönetmen filmin içine kimi umut ışıkları yerleştirse de genelde karanlık bir modern dünya tasviri çiziyor. Festivalin beğendiğim filmlerinden olduğunu söyleyebilirim ama insanın da içini karartıyordu doğrusu. 18 Ocak Cumartesi: 19:15 – Aslında bugün festivalde Kuir Direnişin Yeni Formları ve Kuir Gezi Hikayeleri başlıklı iki ilgi çekici atölye vardı. Önceden planladığım başka işler olduğu için bunlara katılamadım ama aklım da kaldı doğrusu. 19:15 için seçtiğim filmden önce Tayfa’da Voltrans belgeselinin bir kısmını izleyip Büyülü Fener’e geçerim diye düşünmüştüm ama filmin gösteriminde teknik bir sorun yaşandığı için bir gecikme olunca bu düşüncemden vazgeçmek zorunda kalıp Büyülü Fener’e doğru yola çıktım. Bu seansta izlediğim Sarah Koşmak İstiyor (Sarah Préfère la Course / Sarah Prefers to Run), derdini adı ile anlatan filmlerden biriydi. Film tam da tek amacı koşmak olan Sarah adlı bir genç kızı anlatıyordu. Sarah gelecek vaat eden ve hayattaki en büyük tutkusu koşmak olan bir genç kız. Quebec’de bir üniversiteden atletizm bursu alınca oraya gitmek üzere planlar yapıyor ama maddi durumları buna pek uygun değil. Bunun üzerine çözümü devlet yardımı almak için bir arkadaşı ile evlenmekte bulan Sarah bu engeli atlatır ama bu kez de karşısına sağlık sorunları çıkar. Evlilik her ne kadar kâğıt üzerinde başlasa da devamında sorunlar oluşmaya başlar. Sarah Koşmak İstiyor, ilk anda çok bayılmasam da üzerinden zaman geçtikçe iz bırakan filmlerden oldu. Yönetmenin sakin ve mesafeli anlatımı başkarakterinin dünyaya bakışı ile uyum içindeydi. Aynı hastalığı paylaştığımız Sarah rolündeki Sophie Desmarais de gerçekten izlemeye değer bir performans sunuyordu. Ancak filmin sonunda aklımızda bir soru vardı. Bu film neden KuirFest’te gösterildi? Birkaç arkadaş ile filmi değerlendirdik ama uzaktan uzağa bir lezbiyenlik iması dışında kuir meselesi ile bir ilgisini kuramadık. Sinema salonlarında karşıma çıkan en ilginç olaylardan birini bu filmde yaşadığımı eklemeden geçemeyeceğim. Filmin ortasında, tam da Sarah’ın hastalığından bahsedilirken bir adam salona girdi, karanlıkta şöyle bir salona baktı, “Handan, burada mısın” diye seslendi ve “Değilmiş” diyerek çıktı. Aslında filmin sonunda aklımızda olan asıl soru buydu. O adam Handan’ı bulabildi mi???
17 Ocak Cuma: 21:30 – Festivalin ilk gününü tek filmle geçirdim. Yük (The Weight) adlı bu Güney Kore filmi gerçekten ilginç bir yapımdı. Filmde karşımıza çıkan hemen hemen tüm karakterler fiziksel ve psikolojik olarak çeşitli problemler yaşayan karakterlerdi. Ana karakterimiz Jung büyük bir kambura sahip, eklemlerinde sorunlar
21:30 – Geçtiğimiz yıl KuirFest’te Axel Ranisch’in Heavy Girls filmini izlemiş ve çok sevmiştik. Ranisch bu kez I Feel Like Disco (Ich Fühl Mich Disco) filmiyle karşımızdaydı. Yönetmen bu filminde yine karşımıza farklı yapıda bir aile çıkarıyor. Annesi ile disko şarkıları söylemeye bayılan Florian, babasının koçluğunu yaptığı yüzme takımında başarılı olmak için beyhude bir çaba gösterirken (ki aslında derdi sporda başarılı olmak değil babasının takdirini kazanmak) yavaş yavaş da eşcinselliğini keşfetmektedir. Hoşlandığı çocuk
108
109
Sinema
Sinema
da yüzme takımından yakışıklı bir gençtir. Annenin hastalığı sonucunda baş başa kalan Florian ve babası giderek birbirlerine daha anlayışlı davranmayı öğrenirler. Ranisch bir karakterini ölümcül bir hastalık nedeniyle hasta yatağına mahkûm etse de yine gayet eğlenceli bir film yapmayı başarıyor. Zaman zaman hayal âleminde geçen disko sahneleri ile birlikte eşcinsel oğluna ne kadar hoşgörülü olduğunu göstermeye çalışırken işleri eline yüzüne bulaştıran baba figürü ile izlenmeye değer bir filmdi. 19 Ocak Pazar: 16:45 – Her festivalde seyirciyi ikiye bölen bazı filmler olur. Jaurès de bu festivalin sev ya da nefret et filmi oldu sanırım. Festival sonrasında bu filmi festivalin en iyi üç filmi arasında sayanlara rastladığım gibi film sırasında “şu anda çok saçma bir şey izliyoruz, farkında mısın” şeklinde bir yorum da duydum. Elbette sonunu beklemeyip çıkanlar da oldu. Peki Jaurès ne anlatıyordu? Film temel olarak yönetmen Vincent Dieutre’nin arkadaşı Eva Truffaut ile birlikte, eski sevgilisi Simon’la birlikte çektikleri ev videolarını izlerken üzerine yaptığı yorumlardan ibaret. Biz de bir yandan bu videoları izlerken Vincent ve Simon’ın ilişkisi üzerine detaylar alıyoruz, bir yandan da zaman zaman bu videoları izleyen Vincent ve Eva’yı izliyoruz. Bu videolar bir yandan da evin karşısındaki metro istasyonunda Afgan mültecilerin kurdukları yerleşim alanını da göstermekte. Filmin diğer bir yanı da mültecilerin durumu ile ilgili. Jaurès’in zor ve fazlasıyla kişisel bir film olduğu bir gerçek ama ben de kendimi sevenler tarafında buldum. Yönetmenin görüntüler üzerine yaptığı konuşmalar gerçekten etkiliydi. Bu arada filmle ilgisiz olsa da izlerken aklıma takılan bir noktayı buradan da paylaşayım. Yukardaki paragrafı okurken Eva Truffaut, François Truffaut’nun akrabası mı diye düşünenler olmuş olabilir. Kendilerini bir Google araması yapmak zorunda bırakmadan hemen cevaplayayım. Kızı oluyormuş. 19:15 – KuirFest ilk yılından beri sanat tarihinde önemli yer tutan lezbiyen kişilikler ile ilgili biyografilere de yer veriyor. Bu yıl da Nadide Çiçekler (Flores Raras / Reaching for the Moon) filminde Pulitzer ödüllü şair Elizabeth Bishop’ın hayatı konu ediliyordu. Şunu baştan söylemeli, Bishop’ın hayatı gerçekten de bir filme malzeme olacak kadar çok malzeme içeriyor. Eski bir arkadaşını ziyaret için Rio’ya gidip orada arkadaşının sevgilisine âşık olup yıllarca orada kalan Elizabeth’in hayatı sadece arkadaşı Mary ve her ikisinin de sevgilisi olan Lota de Macedo Soares’in yaşadıkları aşk üçgeni çerçevesinde anlatılsa bile yeterince ilgi çekici. İşin içine bir de alkolizm ve Brezilya’nın o dönemdeki politik çalkantıları da girince ortaya zengin bir hikâye çıkmış. Yönetmen Bruno Barreto bu konudan ortaya zarif bir film çıkarmış doğrusu. Ama kimi anlarda bir sinema filminden ziyade kaliteli bir televizyon filmi havası veriyor (daha da özelleştirirsek HBO filmi diyebiliriz hatta). Barreto hikâyenin kimi dönemeçlerinde daha riskli seçimler yapabilecekken genellikle güvenli sularda yüzmeyi tercih etmiş. Bu da daha başarılı olabilecek bir filmin potansiyelini kısıtlamış.
110
20 Ocak Pazartesi: 16:45 – Pazartesi günü için seçtiğim ilk film olan Komedyen (The Comedian) festivalin fazla iz bırakmadan geçen filmlerinden biri oldu. Yönetmen Tom Shkolnik, belli ki bilinçli bir tercihle filmini her türlü fazlalıktan arındırmış. Esasen komik olmaktan çok agresif stand-up şovları sergileyen bir komedyenin hayatından bir kesit sunan film, Londra’nın gerçek mekanlarında çekilmiş. Komedyen Edward ile arkadaş/sevgilileri Elisa ve Nathan arasındaki ilişkileri anlatırken Edward’ın gündüz bir çağrı merkezinde çalışmasını da bir motif olarak vurgulayan filmin en başarılı yönü başroldeki Edward Hogg’un performansıydı kanımca. 19:15 – Yeri geldiğinde İtalyanlar ve Türkler birbirlerine çok benziyorlar deriz. Bu seans için seçtiğim Palermo’da Bir Sokak (Via Castellana Bandiera / A Street in Palermo) tam da bu cümleyi yeniden kurabileceğimiz bir film. Filmin hikâyesi çok basit bir fikre dayanıyor aslında. Tek bir arabanın geçebileceği daracık Palermo sokaklarında iki araba karşı karşıya gelir ve iki tarafın da işi inada bindirmesi sonucunda arabalar bir milim bile yerlerinden oynamazlar, ilk hareketi karşıdan beklerler. Arabaların birinde lezbiyen bir çift varken diğer arabada geleneksel bir İtalyan ailesi bulunmaktadır. Bir süre sonra ailenin hepsi zaten aynı cadde üzerindeki evlerine giderler ama arabada ailenin en büyük üyesini bırakırlar. Böylece iki arabada üç kadının saatler sürecek inatlaşması başlar. Geçen zaman elbette karakterleri kendileri ile hesaplaşmaya da mecbur bırakacaktır. Daha çok tiyatro ile tanınan Emma Dante bu ilk filmini kendi romanından uyarlarken elbette senaryoyu da kendisi yazmış ve inatçı kadınlardan birini de kendisi canlandırmış. Bu yüzden hikâyeye oldukça hâkim olduğu hemen anlaşılıyor. Filmde zaman zaman inadın bu kadarı da fazla diyorsunuz ama inandırıcılığını da kaybetmiyor açıkçası. Festivalin iyilerindendi. Bu arada yazılar devam ederken görülen final sekansının, gördüğüm en uzun planlardan biri olduğunu da söylemeliyim. 21 Ocak Salı: 14:00 – Günün ilk seansını kısa filmlere ayırdım. Kuir Kısalar başlıklı seçkide altı kısa film vardı. Bu filmler arasında özellikle kasabalarında tanınmış bir şarkıcı olan babasına eşcinsel olduğunu açıklamaya çalışan bir gencin hikâyesini anlatan Yumuşakça Öp Beni (Kus Me Zachtjes / Kiss Me Softly) ve bir gece barda hoşlandığı güzel kadının evine giderlerken onun ameliyatlarını tamamlamış bir trans olduğunu fark eden bir adamı ve aralarındaki bir gecelik ilişkiyi kafamızda kurduğumuz cinsel kimlik rollerini sorgulayacak şekilde anlatan Soy Beni (Ta Av Mig / Undress Me) öne çıkan filmlerdi. Aynı seansta yer alan Oslo GL Film Festivali seçkisinde de beş kısa film yer alıyordu. Bu bölümde çocukların da bir cinsellik algısı olduğunu gösteren, onların bakış açısıyla orgazmın nasıl bir şey olduğunu
111
Sinema
Sinema
konu alan Aman Tanrım! (Oh, My God!) öne çıkan filmlerden biriydi. Cezbeden Tuzak (Haien Kommer / Shark Bait) ise abisi eşcinsel olduğu için alay konusu olan ve tartaklanan bir çocuğun sorununu şiddete başvurmadan çözme çabasını anlatıyordu. Bu seçkinin, hatta bu seansın en iyisi ise Keladam (Skallamann / Baldguy) idi. Oğullarının kel bir adamı öpmesi sorunsalı ile baş etmeye çalışan bir aileyi anlatan bu kısa müzikal son derece eğlenceliyken vermek istediği mesajı da çok başarılı bir şekilde veriyordu. Bu arada aile açısından sorunun oğullarının başka bir erkeği öpmesi olmadığını vurgulayalım, sorun oğullarının “kel” bir erkeği öpmesi! 16:45 – Festivalin Okul Yolunda başlıklı bölümünde trans bireylerin eğitim hayatında karşılaştıkları sorunlarla ilgili filmler vardı. Arjantin’den gelen Veronica Videla’nın Tutkusu (La Pasión de Verónica Videla / Veronica Videla’s Passion) trans bir kadının üniversitede psikoloji okumak üzere kayıt yaptırmaya çalışması ile başlıyor. Veronica açısından bu çok zorlu bir süreç. Çünkü Arjantin’de 80 sayılı Kabahatler Yasası çerçevesinde polisler isterlerse sırf giyimlerini öne sürerek trans bireyleri tutuklayabiliyorlar. Her ne kadar film tek bir birey üzerinden bu mücadeleyi anlatsa da filmin sonunda benzer durumda olan diğer bireylerin de çabasıyla beraber günümüzde durumun daha iyi bir noktaya geldiğini öğreniyoruz. Doğrusu özellikle oyunculuklarını epey beğensem de daha iyi olabilirdi dediğim filmlerden biri oldu. 18:30 – Yine Okul Yolunda başlıklı bölümde yer alan bir diğer film de Dikkat! Okulda Trans Var adını taşıyordu. Önceki yıllardaki Uçan Süpürge ve KuirFest’ten tanıdığımız LGBT hareketinde ön planda yer alan isimlerden Barış Sulu’nun yönetmenliğini yaptığı 25 dakikalık bu belgesel, altı trans erkeğin çocukluk ve ilk gençliklerinde okulda yaşadıklarını anlatmaları üzerine kurulu. Filmi izlerken her anlamda farklı olanı törpülemeye çalışan bir eğitim sisteminde trans olmanın da en az diğer farklılıklar kadar zor olduğunu görüyoruz. Konu ilginç olsa da doğrusunu söylemek gerekirse teknik açıdan biraz sıkıntılı bir yapımdı. Zaten film sonrasındaki söyleşide de Barış Sulu da bunu belirtti ve film çekimindeki zorluklardan bahsetti. Yaklaşık yarım saat süren filmin söyleşisinin filmin dört katı kadar sürmesi belirtilmesi gereken bir ayrıntıydı (ki ben bir sonraki film öncesi bir şeyler atıştırmak için kalktığımda söyleşi devam ediyordu). Gerçekten de laf lafı açınca eğitim sistemindeki sıkıntılardan başlayan konu, ülkemizdeki ameliyatlardaki özensizliğe, bu konuda iyi olan doktorların fazlasıyla pahalı olmasına, trans bireyler ile ilgili yasal düzenlemelerdeki çarpıklıklara, hatta LGBT hareketinin kendi içindeki sorunlara doğru gelişti. Benim en ilginç bulduğum noktalardan biri, farklı hâkimlerin cinsiyet değişimi durumunda kimliğin değişmesi davalarında verdikleri çok farklı kararlar oldu. Kimisi tüm ameliyatlarını tamamlayan bir kişiye bile yeni kimlik vermezken kimisi de henüz ameliyat olmamış bir kişiye psikolojik durumundan dolayı yeni kimliğin verilmesini uygun bulabiliyor. Ayrıca uzaktan uzağa LGBT hareketinde de bir iktidar sorunu olduğunu seziyordum ama ilk defa bu kadar net tartışıldığı bir ortamda bulundum. Anlaşılan belli bir güce ulaşan her sivil toplum hareketinde gördüğümüz iktidar mücadelesi, LGBT hareketinde de kendini göstermiş.
112
21:30 – Günün son filmi olan Bir Sıfır Bir (One Zero One) iki trans performans sanatçısı ile ilgili ilginç bir belgesel. Sahne adı olarak Cybersissy ve BayBjane isimlerini kullanan Antoine ve Mourad zaten azınlık olarak görülen bir gruba mensupken fiziksel özellikleri nedeniyle bu grubun içinde bile azınlık durumundalar. Özellikle Mourad hem kısa boyu, hem kemiklerindeki hastalık, hem de aile geçmişinin Fas’a dayanması nedeniyle bu konuda tam anlamıyla ekstrem bir örnek. Antoine ile tanışmasa çok farklı bir hayatı olacaktı belki de ama bugün, bu iki sıra dışı kişilik beraberce sınırları zorlayan gösterilere imza atıyorlar. Bir Sıfır Bir de hem bizi bu gösterilere götürüyor hem de ikilinin özel yaşamlarının ve iş ilişkilerinin detaylarına göz atıyor. Kimi zaman durağan olsa da ele aldığı kişiliklerin ilginçliği ile öne çıkan bir belgeseldi. 22 Ocak Çarşamba: 14:00 – KuirFest’in bugünkü programında izleyeceğim filmleri ve söyleşileri tümüyle Peter Kern filmlerine ayırdım. Peter Kern, Viyanalı bir yönetmen ve oyuncu. Özellikle Alman sinemasının yeniden yükseldiği dönemde Fassbinder ve Wenders ile çalışmış. Çok fazla tanımadığımız bu yönetmen ile ilgili festivalde arka arkaya iki belgesel izledik. Aslında programda bir de Kern’in yönettiği film vardı ama zaman sorunları nedeniyle onu izleyemedik. İzlediğimiz iki belgesel Kern’i tanımak açısından tamamlayıcı unsurlar içerdiği için beraberce ele alabiliriz. Axel & Peter belgeseli, Peter Kern ile bu festivalde I Feel Like Disco filmini izlediğimiz Axel Ranisch’i bir araya getiriyor. Bu farklı kuşaktan iki yönetmen ortak noktaları olan eşcinsellik ve aşırı kilo üzerinden giden bir sohbete girişiyorlar. Sohbetin yönünü belirleyen daha baskın kişiliği ile Peter Kern oluyor. Hatta Ranisch’i kimi yerlerde kendi oyuncusu gibi de kullanıyor. Bu belgeselde gördüğümüz Kern’in baskın kişiliği, doğrudan Kern’in kendi adını taşıyan bir sonraki belgeselde daha da ön plana çıkıyor. İlk filmde de gördüğümüz Kern’in çocukluğu ile ilgili anlattıkları ikinci baskı gibi gelse de onun kendi çektiği bir filmin setindeki ve belgeseli yapanlara karşı takındığı tavırlar onun çok daha agresif başka bir yönünü getiriyor karşımıza. Bunun yanında filmin ele aldığı karakter ile söyleşi yapmaktan ötede bir noktaya gittiğini de görüyoruz. Kimi anlarda Kern, kamera karşısında oynadığını bilerek açık ediyor. Bunları görünce acaba Kern tüm film boyunca aslında kendi kurguladığı Kern karakterini mi oynuyor diye düşünüyorsunuz. Belli ki yönetmenler de bu sahneleri filme koyarak seyircide bu soru işaretini uyandırmayı seçmişler. Gerçekten de bu durum filme ayrı bir katman katıyor. Bu iki belgesel sonrasında festivali hazırlayan isimlerden Bilge Taş’ın Sinema dergisinden (ne yazık ki kapanmış bir dergiden söz ediyoruz) Engin Ertan ve İstanbul Modern’in sinema programlarını yapan Müge Turan ile söyleşisi vardı. Söyleşide öncelikle Bilge, Kern ile nasıl iletişime geçtiklerinden ve filmleri gösterme haklarını alabilmek için ne kadar çabaladıklarından bahsetti. Bunun dışında Kern’in filmografisi ve genel olarak sinema anlayışı üzerinde duruldu. Bir tiyatro geçmişinin de olduğundan hareketle mizansen oluşturmayı çok iyi bildiği ama filmlerinde çoğunlukla bilinçli olarak bildik dramatizasyon kalıplarından uzak durduğu belirtildi. Bu söyleşi sonrasında Kern’in filmlerini merak ettim doğrusu. Umarım gelecek yıllardaki festivallerde onun filmlerini izleme şansımız olur.
113
Sinema
Sinema 23 Ocak Perşembe: 14:00 – Göz açıp kapayana kadar bir hafta daha geçti ve bir festivalin daha son gününe ulaştık. Günün ilk senası yine kısa filmlere ayrılmıştı. Bir Aile Meselesi başlıklı bölümde dört kısa film yer alıyordu. Bu bölümün öne çıkan filmi Yaz Tatili (Hofesh Gadol / Summer Vacation) idi. Bu filmde yaz tatili için geldikleri mekânda yakışıklı bir adamla karşılaşan bir ailenin hikâyesi anlatılıyordu. Ailenin bilmediği şey, bu yakışıklı adamın ailenin babasının eski sevgilisi olduğudur. Aslında 22 dakika süren bu filmde uzun metraj bir filme yetecek kadar malzeme vardı. Ama belki de hikâyeyi sündürmemek daha doğru bir tercih olmuş. Aynı seanstaki ikinci kısa film seçkisi ise Transcreen Amsterdam Film Festivali’nden geliyordu. Bu seçkide de yedi film vardı. Birbirinden çok farklı ama genelde başarılı filmlerdi bunlar. Yine öne çıkan birkaç tanesinin adını anmamız gerekirse LGBT hareketinin birleşerek yola çıkmasını adeta törensel bir müzik klibi ile anlatan Daha Yeni Başladım (I’ve Only Just Begun), bir rahibin “kirli” düşüncelerini animasyon şeklinde anlatan Peder John Thomas’ın İtirafı (The Confession of Father John Thomas) sayılabilir. Seçkinin en iyisi ise bence kara çarşaflı bir kadınla bir drag queen’in asansörde sıkışıp kalmalarını anlatan Neye Bakıyorsun? (What You Looking At?) idi. İlk bakışta birbirlerinden çok farklı gözüken bu iki kişi iletişim kurmak zorunda kalınca aslında ne kadar ortak noktaları olduğunu görüyorlardı. 16:00 – Bu seans için seçtiğim Margarita filmi Kanada’da kaçak olarak yaşayan Meksikalı bir dadının hikayesi. Dadı denince akla yaşını başını almış bir kadın gelmesin. Bu Margarita, genç, güzel ve lezbiyen bir dadı. Yıllardır bu aile ile birlikte yaşıyor, sadece dadılık değil evin her işini yapıyor. Zaten ailenin kızı da artık dadı gerektiren yaşı geçmiş, Margarita ile arkadaş olmuşlar. Lezbiyenliğini de açıkça yaşıyor (bu arada filmde bahsi bile edilmiyor ama ülkemizin de içinde olduğu pek çok yerde yetişme çağında kızı olan bir ailede lezbiyen dadı olması bambaşka sorunlara yol açardı sanırım, ailenin böyle bir kaygısı hiç yok). Artık evin bir üyesi gibi olmuş. Ama aile maddi açıdan sıkıntıya düşünce masrafları kısmak için de ilk akla gelen Margarita’yı işten çıkarmak oluyor ve olaylar gelişiyor. Doğrusu Margarita eğlenceli ama fazlaca naif bir film. Ailenin ve çevresindekilerin Margarita’ya yardım etmek için teklifleri fazla hayalci. Genel olarak da keyifle izlenen ama hızla unutulan filmler arasına sokabiliriz.
ihtimalle o gün de öyle görülüyordu ama bu kadınlar sadece ve sadece kadınların yaşadığı yerleşim alanları kurmayı başarmışlar. Film o günlerden kalan gerçek görüntüler ve fotoğraflarla birlikte o döneme tanıklık etmiş kadınlarla yapılan söyleşilerden oluşuyor. Bir belgesel olarak çok büyük bir özelliği yok belki ama bilmediğimiz bir dönemi anlatması açısından ilginçti. Örneğin bu bölgelerde erkek çocukların büyüyene kadar annelerinin yanında kalıp kalmayacaklarına karar vermek için yapılan tartışma enteresan bir noktaydı. 21:30 – Ve festivalin kapanış filmi Trans Salyangozlar (Pojktanten / She Male Snails). Aslında bu filmin bu seansta gösterilip gösterilmeyeceği konusunda önce bir karışıklık oldu. Önce iptal oldu dendi, sonra yok yok değilmiş dendi. İzleyemeyeceğim için üzülmüştüm ama sonuçta festivalin son filmi olarak izlemeyi başardım. Ama doğrusunu söylemek gerekirse çok içine girebildiğim bir yapım olmadı. Film için temel olarak deneysel bir belgesel demek mümkün. Film temel olarak çocukluğundan beri kendini farklı bir cinsiyete ait hisseden bir bireyin yaşadıklarını farklı bir sinema diliyle anlatıyor. Arşiv görüntüleri ile günümüze ait stilize mizansenlerin birleştiği filmin bir yerden sonra seyirciyi sıktığını söylemem mümkün. En azından benim açımdan böyle oldu. Yine de alıştığımız belgesellerden farklı yerde duran bir film izlemek için tercih edilebilir. İşte bu yılki KuirFest de böyle geçti gitti. Festivalde emeği geçen Bilge Taş, Gizem Bayıksel ve Simge Yazıcı başta tüm ekibe teşekkürler. Umalım ki gelecek yıl daha da iyi bir festivalle tekrar karşımızda olsunlar. Gelecek yıldan bahsedince kaçınılmaz olarak bu festivalde çeşitli söyleşilerde de bahsedilen bir konuya değinmeden yazıyı bitirmeyelim. Uzunca bir süredir festivallerde gösterilen filmler bakanlık denetimine tabii değildi. Bunun sonucu olarak vizyona kesilerek giren bazı filmleri festivallerde sansürsüz olarak izleme şansımız oluyordu. Ancak bu yıl bakanlığın festivallere ilettiği yazıya göre, festivallerde gösterilen filmler de denetlemeye başlanacak. Bunun sonucu olarak kimi filmlere gösterim izni verilmemesine kadar varabilir bu iş. Tahmin edilebileceği gibi muhafazakâr bir denetleme kurulunun uygulamalarından en fazla etkilenebilecek festival KuirFest olur. Bu yüzden festival ekibinin aklında haklı olarak önümüzdeki yıl bu festivali yapabilecek miyiz endişesi vardı. Böyle bir sonuçla karşılaşmayacağımızı umarak yazımızı bitirelim. Hasan Nadir DERİN http://sinemamanyaklari.com/
18:30 – Festivalin belgeselleri arasında yer alan Lesbiana: Paralel Bir Devrim (Lesbiana: A Parallel Revolution), lezbiyen hareketin içinde hiç bilmediğim bir yapıyı anlatıyordu. Özellikle 70’lerden 90’lara kadar olan dönemde bazı lezbiyenler sadece kendilerinin yaşayacakları yerleşim yerleri hayal etmişler ve bu hayallerini gerçekleştirmişler. Bugün bakınca fazlasıyla radikal bir hareket gibi durabilir, hatta büyük
114
115
Pin-up
116