bkulliye47

Page 30

parçalı yazı ile yapma ediminin, Batı medeniyetinin söylem rejimlerine ters düştüğü besbellidir. Ama bu yaklaşımın, yani Nietzsche’ninkinin, söylemler arası farklılaşmanın gerçekleşmediği Batı-dışı medeniyetler için geçerli ve kullanılabilir bir araç olduğu öne sürülebilir: Hilmi Ziya Ülken’in felsefeden saymadığı hikemiyat ve tefelsüf, işte tastamam bunu yapmaktadır: Felsefenin, edebiyat ve ağırlıklı olarak şiir ile bilimsel, ahlakî ve hukukî söylemlerin içinden yapılması... Öyle anlaşılıyor ki, sadece Batı dışı medeniyetlerde değil, Batıda da, sistemli, bütüncül ve merkezileşmiş bir felsefe geleneği inşa edemeyen toplumlar da felsefeyi, özellikle edebiyatın içinden yapmaktadırlar. İlk örnek, Japonya’dan. Japon düşünürü Shuişi Kato, Le Monde gazetesinden Philippe Pons ile yaptığı konuşmada (Le Monde, 18 Ocak 1985) “Japon kültürü, terimin Batılı anlamıyla sistematik bir felsefe üretmemiştir.” diyor ve şöyle sürdürüyor konuşmasını: “Bir kültürün dile geliş biçimleri, bir medeniyetten ötekine değişir. Salt bu kadar da değil! Bu biçimler, bir uygarlığın içinde de dönemlere göre de değişiklikler gösteriyor.” “Kuşkusuz” diyor Şhuişi Kato, “Japonya Buddhacılığın soyut düşüncesini felsefe olarak benimsedi. Ondan sonra da felsefi düşünce sistemlerini, sürekli olarak Kıta’dan, Çin’den aldı: Önce Konfüsyüsçülük, sonra da Yeni-Konfüsyüsçülük.” Bu sonuncusunun, özellikle 18. ve 19. yüzyıllarda Togukawa döneminde, Japonya’da iyice yerleştiğini de belirtiyor. Yine de, ona göre bu felsefeler Japon halkının büyük çoğunluğunca benimsenmiş değil. Kato, “Japon düşünce sistemini, Japon kültürünün değerlerini kavrayabilmek için edebiyattan yola çıkmak gerekir.” diyor. Japonya’da edebiyatın ikili bir işlevi var öyleyse: Edebiyat bir yandan geleneksel olarak kendi işlevini yerine getiriyor; öte yandan da Batıda felsefe sistemlerinin üstlendiği işlevi üstleniyor. İlginç bir rastlantı: Bundan yirmi beş yıl önce, Edebiyat Cephesi dergisinde yayımlanan Teori ve Felsefe Geleneği adlı yazıma şöyle başlamıştım: ‘Türk toplumunun sistemleştirilmiş bir felsefi düşünce geleneğine sahip olmayışı, bizim düşünce tarihimizin ayırt edici özelliğidir.’ Demek ki Japonya ile Türkiye sistemli bir felsefe geleneği üretememiş olmak bakımından benzer tarihsel- entelektüel süreçlerden geçmişler ya da geçiyorlar! Buna İspanya’yı da katabiliriz. Dilimize Batıda Sol Düşünce adıyla çevrilen kitabında Perry Anderson, 19. yüzyılın sonunda, İspanya’da Miguel

de Unamuno’nun etkinliklerinden söz ederken şöyle diyor: “Unamuno, İtalyan düşünürü Croce’ye oranla çok daha önemsiz bir düşünürdü. Genelleştirirsek, Unamuno’nun yetersizliği İspanya’nın İtalya’ya göre temel, sistematik bir felsefe geleneğinden çok daha yoksun olmasından geliyordu; edebiyatta, resimde ya da musikideki ustalığına karşılık felsefe, Rönesanstan Aydınlanmaya kadar İspanyol kültürünün yoksun kaldığı bir şeydi.” Şimdi, Şuişi Kato’nun Japonya, benim Türkiye ve Perry Anderson’un da İspanya bağlamında yaptığımız bu saptamalardan nereye varılabilir? Türkiye’de de, Japonya’da da, İspanya’da da sistematik bir felsefe geleneğinden değil, ama edebiyatın gelişmişliğinden ve onun felsefenin yerini almışlığından söz ediliyor. Burada sorulması gereken soru şudur: Sistemli bir felsefe geleneğinin yokluğu, Perry Anderson’un ima ettiği gibi olumsuz bir durumu mu imliyor? Felsefenin gelip tıkandığını, açmaza düştüğünü, insan yaşamını derinden kavrayacak çözümler üretemediğini öne süren Iris Murdoch, o çok ünlü Against Dryness adlı yazısında -bu yazı Yavanlığa Karşı adıyla dilimize çevrilmiştir- şöyle demiyor muydu: “Dilbilimsel ve varoluşçu davranışçılık ile romantik felsefemiz, sözcük dağarcığımızı daralttı ve iç yaşama ilişkin görüşümüzü basitleştirip yoksullaştırdı.” Edebiyat, çağdaş felsefenin bu ‘iç yaşamı basitleştirici ve yoksullaştırıcı’ etkisine karşı ne yapabilir? Sistematik bir felsefe geleneği üretemeyen toplumlar için çözüm yolu bu sorunun yanıtındadır. Iris Murdoch şöyle sürdürüyor yazısını: “Edebiyat özellikle daha önce felsefenin gerçekleştirdiği görevlerin bir bölümünü üstlendiği için bu bağlamda büyük önem taşımaktadır. Edebiyat aracılığı ile yaşamımızın yoğunluğu duyumunu yeniden bulabiliriz.” Sonuca geliyoruz. Edebiyat birtakım kategoriler içinde kavramıyor dünyayı; tersine kategorilere ayrılmış olanı bir bütünlük içinde kavrıyor. Bir söylem olarak edebiyat kendi nesnesini üretiyor. Salt bilimin ‘nesnel gerçeklik’ diye betimlediklerini değil, dinin, büyünün, mitosun bir başka deyişle pozitivist bir epistemolojinin ‘yanlış inançlar’ olarak betimlediklerini de kuşatıyor; onları da içine alıyor. Lenin, “Felsefe böler.”demişti; edebiyat, felsefenin böldüğünü bütünleştiriyor. Iris Murdoch haklı. İç yaşamımıza ilişkin görüşümüzün yoksulluktan kurtulması, sadece bilimin değil ama din, mitos ve büyü söylemleriyle ortaya konulan gerçekliklerin edinimini gerektirir. Bunu da ancak edebiyat yapabilir. ■

30

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 1


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.