Azizm Sanat E-Dergi Temmuz 2010

Page 1

Azizm Sanat E-Dergi Temmuz 2010 Sayı 33 İlhan Selçuk Anısına Sinema: Antonioni, Visconti, Chaplin Pearl Jam

1


Editörden Azizm Sanat Örgütü, Aydınlanma Bilgesi’ne çok şey borçlu. O olmasaydı bizler sanatın aydınlanma için olduğunu öğrenemez, içselleştiremez ve vurgulayamazdık. Penceresinden saçtığı aydınlıkla büyüdük, 80 sonrası kuşak olmanın olağanca karanlığına inat. O, nasıl hiç tanışmadığı halde Mustafa Kemal’le buluşabilmişse, bizlerin de aslında hedefleri arasında hep zihinlerde, ideallerde, devrimlerde, hümanizmde İlhan Selçuk’la buluşabilmek vardı… İlhan Selçuk, yaşamı boyunca askeri ve sivil darbelerin O’na uygulamaya çalıştıkları baskıya, tutsaklığa inat, direnişin, özgürlüğün simgesiydi. İlhan Selçuk, günümüzün tatlı su demokratlarından daha demokrattı, cehaletin olduğu yerde demokrasinin yürüyemeyeceğinin bilincinde ve giderek mevzi kazanan cehaletle savaşacak kadar cesurdu. İlhan Selçuk, günümüzün pek ateşli(!) solcularından daha devrimciydi, devrimin lafla değil idealler ve eylemlerle mümkün olacağını çok iyi biliyordu, bu yüzden askerinden siviline tüm gericiler ona karşı birleşti. İlhan Selçuk, despot hükümdarlar ve gericiler yüzünden Rönesans’ı, aydınlanma devrimini kaçırmış olan Anadolu’ya Rönesans’ı ve aydınlanmayı aşıladı… Ölümünde bile bizleri, hüzünden öte aydınlığa boğdu. Azizm olarak tüm çalışmalarımızı İlhan Abi’ye adadığımız bu ay, edebiyatımızın önemli ismi Turgay Fişekçi kalemiyle, en büyük destekçilerimizden Cumhuriyet gazetesi çizeri Mustafa Bilgin ise büyük ustayı çizgileriyle anıyor. İlhan Selçuk’un “En sevdiğim parça” olarak nitelediği, efsanevi besteci Rahmaninov’un 2. Piyano Konçertosu’nu ise yazılarımızın tümünde dinleyebilirsiniz.

2


Bu ay denemelerimizde, şiirlerimizde, araştırmalarımızda, İlhan Selçuk’un bizlere mirası, aydınlığı arkamıza alarak Madımak’ı dumana boğan karanlığın üzerine gidiyoruz. Atina’dan yazan Dimostenis Yağcıoğlu milliyetçiliğini işlerken, Alaska’dan yazan Özgür Keşaplı Didrickson grunch rock müziğinin efsane grubu Pearl Jam’le bizleri buluşturduktan sonra doğa anaya karşı Meksika Körfezi’nde ayyuka çıkan kapitalist terörü ele alıyor. Sinema yazılarımızda ise üç büyük üstadı işliyoruz. Ölümünün üçüncü yılında andığımız, dünya sinemasının en büyük isimlerinden İtalyan yönetmen Michelangelo Antonioni’ni üzerine yazı dizimizin ilk bölümünü yayınlarken bir başka büyük İtalyan yönetmen Luchino Visconti üzerine geçtiğimiz ay başlayan yazı dizimizde bu kez usta yönetmenin Rocco ve Kardeşleri filmini inceliyoruz. Giderek unutmaya başladığımız “gülme”yi, belki de en çok ihtiyaç duyduğumuz bu ay, unutulmaz oyuncu, yönetmen Charlie Chaplin’le tekrar hatırlıyoruz. Aydınlanma Bilgesi İlhan Selçuk’un, Penceresinden, zamanın sonuna dek yayacağı ışığı tüm dünyaya hâkim kılmak adına, sanatla kalın dostlar… Azizm’in Notu: Örgütümüzün yazar, senarist ve yönetmenlerinden Selin Süar’ın yazıp yönettiği, Azizm yapımı Umut, dünyaca ünlü sanatçıların yer aldığı jürinin oylaması sonucunda Uluslararası Hrant Dink Vakfı’nın düzenlediği Vicdan Filmleri Festivali’ni kazandı. www.vicdanfilmleri.org adresinden izleyebileceğiniz filmle ilgili detaylı bilgileri ana menümüzdeki “çalışmalarımız” bölümünde bulabilirsiniz. Ağustos ayı güncellemesi içinse dilediğiniz konuda inceleme, deneme, eleştiri, şiir, öykü, fotoğraf, karikatür, resim ve videoyu 4 Ağustos 2010 tarihine kadar editörümüze iletebilirsiniz değerli dostlar.

3


www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat

Ön Kapak: Yolcu (1975) – Michalengelo Antonioni Arka Kapak: Yumurcak (1921) – Charles Chaplin

4


İçindekiler

En Uzun Günde Ölmek – Turgay Fişekçi

s.7

Çizgilerle İlhan Selçuk – Mustafa Bilgin

s.11

Milliyetçiliğin “Ahlaksızlaştırıcı” Etkisi – Dimostenis Yağcıoğlu

s.12

Cinnete Dönüşen Nefret – Selin Süar

s.15

Pearl Jam ile Okyanusların Sesini Dinlemek – Özgür Keşaplı Didrickson

s.20

Michelangelo Antonioni ve Sineması – Gökçen Usta

s.25

Gülmek (2): Charlie Chaplin – Selin Süar

s.31

Luchino Visconti’den Rocco ve Kardeşleri – Onur Keşaplı

s.43

5


Dön Bir Bak Etrafına (şiir) – Erman Bazo

s.48

Ötenazi (1) – Abdullah Rıdvan Can

s.50

Ölmeden Önce Görülecek Yer – Tuğçe Duysak

s.56

Sözün Bittiği Yer - Melih Öncel

s.58

Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! – Mustafa Balbay

s.60

6


En Uzun Günde Ölmek Turgay Fişekçi Okurlarımızdan Özgür Keşaplı, gönderdiği başsağlığı iletisinde, İlhan Selçuk’un yılın en uzun günü olan 21 Haziran’da aramızdan ayrılışını, hepimizi ışığa boğan bir ayrılış olarak nitelendirmiş.

Gerçekten de İlhan Ağabey, düşüncelerinden yaşam biçimine dek ülkemiz aydınlanmasıyla simgeleşmiş bir bilgeydi. Aydınlanmayı yalnızca toplumsal yaşamdaki yenilikçi düzenlemeler, çağdaşlık atılımlarıyla sınırlamadan, kültür ve doğayla bütünleşmiş bir yaşam biçimi olarak görmesiyle de benzersiz bir örnekti. Her şey bir yana, yalnızca şiir alanını düşünsek bile, onun kaybının aynı zamanda ülkemiz basınında çağdaş şiirimizin en büyük dostlarından birinin kaybı olduğunu söyleyebiliriz. Pek çok yazısında çağdaş şiirimizin ustalarından seçtiği dizeler, düşüncelerine eşlik ederdi. Melih Cevdet’ten Sabahattin Kudret’e, onun köşesine konuk 7


olmamış ozanımız neredeyse yoktur. Günlük hayatında da edebiyatçılarla dostluğunun ayrı bir yeri vardı.

Melih Cevdet ve Sabahattin Kudret Şiir sanatıyla aydınlanma savaşını onun kadar bütünleştirebilen bir başka yazarımız olmadı basınımızda. Cumhuriyet’e yeniden döndüğünde ilk yaptığı işlerden biri de Kültür sayfamızın gelişmesi, yetkinleşmesi için Memet Fuat ve Cevat Çapan’ı göreve çağırmak olmuştu. Tahsin Yücel’le, Attilâ İlhan’la kültürel zenginliği derinleşmişti gazetemizin.

Mehmet Fuat, Cevat Çapan, Tahsin Yücel ve Attila İlhan *** 8


Dahası, 2006 yılındaki Melih Cevdet Anday Şiir Günleri’nde yaptığı konuşmada, “Türkiye’yi şairler yarattı” diyerek şiir sanatımıza onurların en büyüğünü vermişti: “Atatürk, Namık Kemal’e, Tevfik Fikret’e çok şey borçludur. Namık Kemal, vatan yokken vatan diyor. Tevfik Fikret özgürlük yokken hürriyet diyor. O vatan bir bilinçti. Türkiye’yi şairler yarattı.” Bu görüşlerini 13 Ağustos 2006 Pazar günkü yazısında da okurlarıyla şöyle paylaşmıştı: “Edebiyatımızın varoluşumuzdaki katkıları çok büyüktür... Mayamızda şiir var... ... mayamızda şiirin bulunuşu, kuruluşumuzun ve oluşmamızın ortak bilinç ve kültürümüzün şiirle yoğrulması, en büyük güvencemizdir.” Ne büyük bir onur, bir ülke edebiyatı için bu sözlerin söylenebilmiş olması! *** Tekdüze görünen bir hayatın nasıl yaşamı derinliğine algılayabileceğini gösteren bir örnek olarak, 19. yüzyılda yaşamış Amerikalı Emily Dickinson da İlhan Ağabey’in sık andığı bir ozandı.

9


Emily Dickinson Hayatı boyunca doğduğu kentten dışarı adımını atmamış, şiirleri ancak ölümünden sonra yayımlanabilmiş ozanı, “bilincinde yaşayan, duyularının evreninde uçsuz bucaksız gezilerini gerçekleştiren” olarak tanımlardı. Ardından da o temel soru: “İster dışa dönük yaşayın, ister içe dönük bir ömür sürün, hayatın sonundaki bilançoda ele gelen nedir?” Vecihi Timuroğlu, “Türk Devrim Tarihinin Önemli Bir Yazarı: İlhan Selçuk” (Edebiyat ve Eleştiri Kitaplığı) adlı incelemesinde bu sorunun yanıtını şöyle veriyor: “Kimi zaman insanın onuru, devletin onurunu aşar. Hatta kişinin onuru, devletin onurunu kurtarır.” Bu yüzden İlhan Ağabey’in onurlu yaşamı, hepimizin onurudur.

10


Çizgilerle İlhan Selçuk Mustafa Bilgin

11


Milliyetçiliğin ‘Ahlaksızlaştırıcı’ Etkisi Dimostenis Yağcıoğlu Ailesiyle, dostlarıyla ve komşularıyla ilişkilerinde dürüst, sevecen, yardımsever olan çoğu kişinin, milliyetçiliğin işe karıştığı konularda ve alanlarda nasıl çelişkili, yüzsüz, yalancı ve şiddet taraftarı olabildiğini hep üzüntüyle gözlemlemişimdir. Bu yazımda milliyetçiliğin -- şu ve ya bu milliyetçiliğin değil, her milliyetçiliğin -- işte bu “ahlâksızlaştırıcı” diyebileceğim etkisine dikkat çekmeye çalışacağım. Aslında aynı özellik başka “bizci” fikir sistemlerinde de görülebilir. Büyük ve küçük her grupta (aile, cemaat, spor kulübü camiası, vs.), o grubu “dışarıya” karşı,”ötekilere” karşı korumak ve güçlendirmek amacıyla üyelerde “bizci” fikirler gelişebilir. Fakat milliyetçilik, günümüzde “bizci” fikir sistemlerinin en sistemli ve en baskın olanı olduğu için, “ahlâksızlaştırıcı” olan bu özellik çok daha belirgindir. Milliyetçiysen, kendi milletinin diğer her milletten daha değerli ve daha önemli olduğunu düşünürsün. Bu, dolaylı olarak, seni de başka milletlere mensup insanlardan daha değerli ve daha önemli yapar. Milliyetçi zihniyet, her milletin çıkarları olduğunu varsayar. Bu çıkarları kim belirler? Genellikle liderler (politikacılar, sivil ve askeri bürokratlar) belirlerler ve eğitimle, medyayla halka benimsetirler. Eğer kendi milletin daha önemliyse, kendi milletinin çıkarları, başka milletlerin çıkarlarından daha önemlidir. O nedenle bu çıkarları, başka milletlerin 12


çıkarlarıyla (ki zaten onlar da milliyetçi liderler tarafından belirlenmiştir) çakışacak veya çelişecek şekilde tespit edebilirsin. Ve bunu yaparken de ne adalet anlayışını incitirsin, ne de vicdanın sızlar. Bu durumda, ister-istemez milletler arasında çıkar çatışması olacaktır. Milliyetçiysen, kendi milletinin çıkarlarını korumak ve kollaman gerekir. Ve bunu, gerektiğinde, ancak başka milletlerin çıkarlarına zarar vererek yapabileceğine inanırsın. Uzlaşmak, karşılıklı tavizler vererek anlaşmak, hiç hoşuna gidecek alternatifler değildir. Eğer kendi milletin senin için en fazla değer verdiğin şeylerden biriyse, onun kollamak, onun çıkarlarını taviz vermeden korumak ve savunmak da senin için en önemli şeylerden biri olur. Bu çok önemli vazifeyi îfa ederken, normalde ahlâken yanlış olduğunu bildiğin önce bazı küçük şeyleri, sonra bazı büyük şeyleri yapmak durumunda kalırsın. Eğer kendi milletinden bazı kişiler bu yanlış şeyleri yaparken sana karşı çıkarlarsa, bunu, milletine, dolayısıyla da sana, zararlı bir hareket olarak görür ve o insanların muhtemelen kötü niyetli, başka milletlerin çıkarlarına hizmet eden insanlar olduğunu düşünürsün. Yani onların "hain" olduklarından kuşkulanırsın. Önce kendi milletinin haklılığını göstermek, pozisyonunu güçlendirmek, çıkarlarını savunmak için, küçük abartmalar yaparsın, sonra aşırı genellemelerde bulunursun, sonra küçük yalanlar söylersin, sonra büyük yalanlar söylersin, sonra bazı insanları tehdit edersin, bazı insanları kandırır ve kullanırsın, sonra hırsızlık yaparsın, sonra... Sonra iş işkenceye, adam öldürmeye, vahşete, katliama kadar gider! Bunları kendin yapmazsın genellikle, ama bu tür insanlık dışı eylemleri savunursun, haklı ve gerekli görür, haklı ve gerekli göstermeye çalışırısın. Yani... Milliyetçiysen, gittikçe ahlâksızlaşır, hatta insanî değerlerini yitirirsin. Ne kadar milliyetçiysen, o kadar ahlâksızlaşır, o kadar gayri insanîleşirsin. Milliyetçiliğin bu ahlâksızlaştırıcı etkisinin kurbanları arasında, bir ülkede, baskın millete mensup sayılmayan ve/veya mensup olmak istemeyen etnik, dinî ve kültürel azınlıklar bulunur. Milli çıkarlara zarar verebileceklerinden şüphelenilen bu azınlıkların özgürce ve insanca yaşamalarına engeller konur ve bu engeller baskın milletin milliyetçileri tarafından kolaylıkla savunulur. Milliyetçiler, kendi ülkelerindeki azınlıklara konan engelleri desteklerken, başka ve bilhassa “düşman” veya “rakip” olarak algıladıkları ülkelerdeki azınlıkların haklarının korunması konusunda çok hassas davranırlar. Hele oralardaki azınlıkları “soydaş” kabul ediyorlarsa... Ama bu azınlıklara yardım etmeye karar verirlerse bile, bunu "davamıza katkısı olur" düşüncesiyle (yani "milli çıkarlara hizmet eder" anlayışıyla) yaparlar. Yani onları kullanmak isterler. Sorunlarını 13


kullanmak isterler. Üstelik bu insanları kullanırken, abartılara ve yalanlara başvurdukları için, onlara yarar yerine zarar bile verebilirler. Peki, milliyetçiliğin bu zararlı etkisiyle nasıl baş edilebilir? En başta söylemek gerekir ki, bu etkiyle mücadelede, milliyetçiliğin, milliyetçi fikir ve duyguların ifadesine getirilecek yasaklamalar ve engellemeler etkili ve başarılı olamaz. Üstelik bu tür yasaklar başka türlü adaletsizliklere ve şiddete neden olabilir. İsteyen etnik kimliğini, isteyen milli kimliğini rahatlıkla ilân edebilmeli, onu korumak ve geliştirmek için başkalarının haklarını ve özgürlüklerini sınırlamayacak şekilde faaliyette bulunabilmeli. Aynı milli veya etnik kimliğe sahip insanlar, isterlerse o kimliğin adını taşıyan dernekler kurabilmeli. Milli kimliği vurgulamak gerçi milliyetçiliği güçlendirebilir; milliyetçilik de, bu yazımda göstermeye çalıştığım gibi, ahlâksızlığa sebep olabilir. Ama milli kimliklerini vurgulamak isteyenler zaten milliyetçilikten etkilenmiş kişilerdir. Özgürlüklerinin kısıtlanması onları sadece daha öfkeli ve daha koyu milliyetçi yapar. Milliyetçilik, insanın vicdanına, adalet duygusuna ve beynine hitap eden alternatif fikirleri geliştirip, yaymak ve sevdirmekle zayıflayabilir. Bu fikirler her insanın Tanrı tarafından yaratıldığını ve Tanrı'nın insanları birbirleriyle tanışmaları ve anlaşmaları için farklı kabileler, gruplar halinde yarattığını söyleyen dini felsefelere de dayanabilir, her insanın eşit değere ve eşit haklara sahip olduğunu söyleyen hümanist düşünceye de. Milli çıkar denen şeyin aslında bireylerin kendi çıkarlarına ne derece zarar verdiği gösterilerek, insanların bu kavrama daha rasyonel bakmaları da sağlanabilir. Şimdiki şartlar altında ütopik olduğunun bilincindeyim ama şuna kesinlikle inanıyorum: Milliyetçiliğin gerilediği ve insanî değerlerin yani sıra çok kültürlülüğe, çok kimlikliliğe saygının da baskın olduğu bir dünya, şimdikinden daha ahlâklı ve dolayısıyla daha barışçıl ve daha mutlu bir dünya olacaktır. Azizm’in Notu: Bu yazı daha önce Batı Trakya Aylık Haber Yorum Dergisi Azınlıkça’nın Kasım 2009 tarihli 52. Sayısında yayınlaşmış ve sitemizde yazarın izniyle yayınlanmıştır.

14


Cinnete Dönüşen Nefret Selin Süar Henüz ebeveynlerine bağımlı ve hiçbir şey öğretilmemiş olan bir bebek suya bırakıldığında boğulacak sansanız da başını mümkün olduğunca yüzeye çıkarıp elleri ve ayaklarıyla ‘içgüdüsel’ tırmanma hareketin gerçekleştirip yüzmeye başlar. Bir de bakmışsınız ki aynı bebek aradan birkaç yıl geçince serilip serpilir, ama suya bırakıldığında ciyak ciyak bağırıp yüzmek istemez, boğulacağından korkar. Birilerini rol modeli olarak mı almıştır yoksa suda kötü bir anısı mı vardır; orası önemli değil; korkmayı öğrenmiştir artık. Korkunun onu öldürebileceğinin farkında bile değildir. Onu suya sokmak isteyenlere karşı çıkar, elinden geldiğince saldırganlaşır, işi inada bindirir ve en sonunda vücudunun yarısına kadar girebildiği sudan çıkıp bir köşede söylene söylene ağlamaya başlar. Aynı çocuk daha da büyüdüğünde öğrendiği korkunun üzerine gitmemişse büyüttüğü engel daha da köklü olmuştur, fakat bu kez arkadaşlara rezil olmak vardır işin içinde. Gülümseyerek doğruyu söyler veya çok diretilirse grup içinde birbirine hırlaşan köpekler misali kavga bile çıkabilir. Bilimsel bilgiler bile işe yaramaz, suyun kaldırma kuvvetinin var olması onun için önemli değildir. Ne ısrar, ne bir adım ötesini düşünebilmek, ne de karşısındakine güvenip biraz da karşı tarafı dinlemek zorunda olmak değildir neden; neden sadece korkudur. Korku, nefreti, hırsı ve saldırganlığı da beraberinde sürükler. Çeşitli korkular ve onların derecelerine bağlı olarak bu duygular da paralel olarak şiddetlenebilir veya azalabilirler. Korkunun getirdiği bu temel üç hissin sonunda insan genel olarak kendine veya bu hisleri yönelttiği nesneye/kişiye baktığında yıkımı görür. Kendini dışarıdan gözlemlediğinde ve bilinçli davrandığında yaptıkları, 15


hissettikleri nedeniyle üzülebilir. Oysa bireyin elinde olmadan veya bilerek dışa vurduğu bu üçlünün kişide bıraktığı sonuç her zaman hüzün veya pişmanlık olmamaktadır. Saldırganlık, insan ve hayvan dürtülerinde genel olarak savunmaya yönelik olarak ortaya çıkmaktadır. Joan Riviere ve Yılmaz Öner’in ‘İçimizdeki Kavga’ adlı eserinde saldırganlığa dair yapılan incelemelerde bireyin sözel olarak veya davranışa dökerek yaptığı eylemlerden haz aldığı da belirtilir. “Kan ve dehşet kokan filmler, öyküler, yarışmalar, tüyler ürpertici kazalar, canice eylemler vb söz konusu eğilimlerini başka yönlere saptırmayı öğrenememiş insanların tümünde şöyle ya da böyle heyecan uyandırır.”1 Saldırganlık, ayakta kalmak için sınırları bilindikçe doğal ve sonuçları telafi edilebilen bir dürtü olsa da saldırganlığın kine, nefrete ve şiddete dönüşmesinde kırmızı alarm yanmaya başlar. Şiddet, normalleştiğinde toplumda ciddi bir anormallik söz konusudur ve o toplumda yaşayan bireyler için tehlike var demektir. Günümüzde şiddete dair yayın içerikleri, haklı/haksız yaka paça götürülen ve (insanlığına sığmadığından olsa gerek) padişahların ve kralların bile yapmadığı keyfiyeti uygulayan zihniyetlere yaptırım uygulatabilecek sesi çıkarmamak,

bilgisizliğinden mi

yoksa uzlaşmak istemediğinden mi, düşüncelerinizi aktarmak istediğiniz kişinin dönüp dolaşıp aynı noktaya gelebilecek kadar anlayış kıtı olması ve daha pek çoğu toplumumuzdan bize yansıyan görüntülerden… Sıcak bir gün, Türkiye iktidara gelenler anlamında yine karışık. Bitmek bilmeyen koalisyonlar… Bu gündem hep aynı da, o güzelim yaz vaktinde ailemin dehşetle, kimi zaman bağırarak, bazen gözyaşlarıyla, ama hep yüksek 1

Joan Riviere-Yılmaz Öner, “İçimizdeki Kavga”, Belge Yayınları, İstanbul, Temmuz 1992, s.12.

16


tonlarda televizyona kilitlendiğini hiç unutamam… Kemal Atatürk’ün “Silin burayı haritadan!” diyecek kadar sinirlendiği ve üzüldüğü gerici hareket Menemen faciasından sonra şahit olduğumuz 78 Maraş Katliamının ardından, ‘muhasır medeniyetlere ermesi beklenen akılcı ve ilerici Türkiye’nin’ gerici, katil, cani vb bile denilemeyecek kadar insanı kelimesiz bırakan zihniyetinin ve bu

zihniyetin

bekçi

kulübesinde atılan

sopayı

havada kapmak

için

bekleyenlerinin el ele verip gerçekleştirdiği SİVAS KATLİAMI veya MADIMAK OLAYI olarak tarihe dahi geçemeyen, çünkü geçmesi engellenen olayının üzerinden 17 yıl geçti de Türkiye’nin aklı büyüyeceğine, yıldan yıla daha ileri gideceğine daha da ufaldı. “İnsanlığın, kabaca söylersek, nefret eve saldırganlıkla başa çıkabilmek için yardımcı bir araç olarak geliştirdiği bir kurum var, yani DİN. Nefret ve saldırganlığın o denli çok çeşidi var ki, aklın alamayacağı kadar uzun zamanlardan beri var olan bu kurum, bu eğilimlerle başa çıkmakta yine yetersiz kalıyor.”2 Pir Sultan Abdal Şenlikleri kapsamında Pir Sultan Abdal Kültür Derneği tarafından organize edilen etkinlik için dönemin Sivas valisinin (Ahmet Karabilgin) davetlisi olarak Sivas’a gelen ve Madımak Oteli’nde kalan pek çok sanatçı ve aydının yaydığı ışıktan Allah’tan korktuklarından bile daha çok korkan ve gözü dönen bir grup 2 Temmuz 1993 tarihinde Madımak Oteli'ni ateşe vermiş, içeridekiler canlı canlı yakılmış, çıkmaya çabalayanlar da linç edilmek istenmiştir (Aziz Nesin ikinci kattan inerken itfaiye erinin Aziz Nesin’i tartakladığını kameralar olduğu gibi çekmişti). Âşık Veysel gibi duyarlı bir insanın çıktığı memleketin alnına kara leke süren dehşet verici felaket bugün hâlâ anılmaktaysa da gericilerin ve korkakların kanlı ve 2

pis

ellerinden

dolayı

enine

boyuna

tartışılıp

gerçek

anlamıyla

A.g.e, s.57.

17


anıtlaştırılmadığı, bir ders olarak öğretilmediği için işte asıl katliam bizi bugüne dek getiren o 17 yıl içinde yapılmıştır. Sivas katliamı, Kanlı Pazar veya 78 Maraş Olayları gibi bilinçli şekilde tezgâhlanmış ve bu tezgâhın arkasında duranlar, sopayı havada kapanları da katlettikleri insanlarla beraberinde harcamıştır. Hoş, onlar ‘sahipleri’ için Tanrı yolunda doğru bir görev yaptıklarını zannetseler de hiçbir kitabın, hiçbir inancı öğretemeyeceği ve kafalarının hiçbir zaman basmayacağı o tek korkuyu enselerinde hissedene dek ‘cinayet işlemenin hem kul hem de Tanrı tarafından asla affedilmeyeceği’ gerçeğini göremeyeceklerdir. ‘Nefret Suçları Kimin Sorunu?’3 adlı makalesinde nefretle beraber işlenen suçlarda tek sorumlu aramamanın gerektiğini belirten Melek Göregenli, “Bir kişi ya da gruba, ait olduğu kimliği, inancı, politik görüşü, cinsiyeti ya da cinsel yönelimi gibi nedenlerle, farklı biçimlerde zarar verme amacıyla saldırılması sonucunda oluşan suçlar genel olarak nefret suçları olarak adlandırılmaktadır” olarak bu suçları tanımlıyor ve “Nefret suçları konusuyla ilgili her şey doğası gereği toplumsaldır; sadece saldırganların ya da mağdurların değil toplumun tümünün yaşama biçimiyle, toplumu oluşturan farklı grupların birlikte yaşamaya ilişkin anlayışları ve bu anlayışın, ideolojinin sonuçlarıyla doğrudan ilişkilidir, dolayısıyla bütünüyle politiktir.”diyerek anlatımına devam ediyor. Sivas Katliamında da olduğu gibi planlı olarak zarar verme arzusu, saldırganları kışkırtan ve saldırganların dâhil olduğu grubun söylemlerine eklemlenen önyargılar olmaktadır. Dolayısıyla insanı tehlikeli ve bencilce davranışlar yapmaya iten korkulara set çeken vicdan da bu noktada susar ve karşı grubun hiçbir açıklaması, hiçbir düşüncesi kabul edilemez. Bu türden bir uzlaşıma,

3

Melek Göregenli (2009). Nefret Suçları Kimin Sorunu? http://www.kaosgl.com/content/nefret-suclarikimin-sorunu (17 Eylül 2009)

18


hoşgörüye gerek bile görülmez, çünkü diğer gurubun düşünceleri, söylemleri ona karşı olan bir diğerinin iktidarını ve varlığını tehdit ediyor olarak algılanır ve dolayısıyla bu bire bir ‘yok olma’, ‘hiçe sayılma’ korkularından ibaret olan hislere, fikirlerle ayakta kalamama korkusu da eşlik edince ‘yok etme’ ile iktidarı koruma kaygısı git gide arttığında ‘galeyana gelme’ler kendini gösterir. Sivas Katliamına yönelik korku, nefret ve saldırganlık üzerinden aktarmaya çalıştığım konunun başlığını yine İçimizdeki Nefret adlı eserin bir ara başlığından seçtim. Cinnete dönüşen nefret olaylarında kalıcı olarak halkın üzerinde kalan psikolojik travmalar, devlete olan güvenilirliği de sıfıra indiriyor haklı olarak, çünkü bu tip olaylarda tüm oyunu tezgahlayan asıl ‘yapımcı’nın kim olduğu biliniyor ve toplumda ‘kendi vatandaşlarının canını hiçe sayan’ bu yapımcıya dair manevi bir kaos, büyük bir nefret yaşanıyor. -Hangi taraftan olursak olalım- ‘bir gün sıra bana da gelebilir’ korkusu ve bastırılmışlığıyla birey sinmeyi tercih ediyor ve zaten önemli olan da ideolojilerin, inançların gerçekten istenmeyen olaylara zemin oluşturması değil. ‘İstediğine inan, yeter ki ağzın kapalı kalsın, iktidarım sarsılmasın’ uyarısını bu travmalar ve olaylarla halktan her kesimin içine kazımak; aynı bir Yunan atasözünün söylediği gibi: “Barış zamanında ağzını kapalı, savaş zamanında ağzını çivili tut.” *** ∞ Düşünceleriyle, Türkiye’mize kazandırdıklarıyla daima yaşayacak olan İLHAN SELÇUK gibi değerli aydınların güneşiyle yüzünü aydınlığa dönen gençler olarak bizler; ülkemizde daha nicelerini aydınlatmak, nicelerine ışık olmak için onların bize öğrettiklerinin ardından daima gideceğiz. Bu dünyada olduğu gibi orada da ışığın bol olsun... ∞ *** 19


Pearl Jam ile Okyanusların Sesini Dinlemek Özgür Keşaplı Didrickson

Pearl Jam Müzik su kadar yaşamsal benim için. Müziksiz kalmak nerdeyse susuz kalmak ile eşdeğer. Hem içmek hem de içine dalmak için sizi en çok çağıran su, nasıl berrak olan ise müzikte de öyle. “İçi dışı bir” müzisyenlerin yüreğinden dökülenler, sırf melodisi kulağınıza hoş geldiği için sevdiğiniz bir şarkıdan daha derin izler bırakır. Pearl Jam işte böylesi müzisyenlerden oluşan bir grup. Güçlü müzikleri, solistleri Eddie Vedder’in yazdığı derin ve başkaldıran sözler, sahtelikten uzak oluşları ile daha ilk çıktıklarında çarpmıştı bizleri Pearl Jam. Nerdeyse 20 yıl önce çıkardıkları ilk albümleri tüm dünyada büyük bir etki yaratmıştı. Yakaladıkları bu büyük başarının kendilerine sağladığı gücü, daha ünlü ve daha zengin olmak için değil, müzik endüstrisinin kodlanmış davranış biçimlerini reddetmek ve diledikleri gibi müzik yapmak için kullandılar. Dokuz stüdyo albümünü kapsayan müzik kariyerlerinde sadece bir elin parmakları kadar video çektiler. Onların da çoğunluğu konserleri sırasında ya da kamera karşısında müziklerini yaparken çekilmiş doğal görüntülerden oluşuyor. Ülkelerinde uzun bir süre konser verememelerine neden olsa da bilet fiyatlarının indirilmesi için de uğraştılar. Çevre, sosyal ve politik konularda her zaman 20


söyleyecekleri bir şey, destekleyecekleri bir eylem oldu. Her zaman bir duruşları, destekledikleri politik görüşleri vardı. Meksika Körfezi’nde büyük bir doğa katliamının yaşandığı bu günlerde ise okyanusların korunmasına adadıkları özel internet sayfaları* ile karşımızdalar.

Bu siteye ismini veren büyüleyici “Oceans / Okyanuslar” şarkısı, 1991 yılında çıkan ilk albümleri “Ten” de yer alıyor. Pearl Jam üyelerinin doğaya olan bağlılıklarının, sevgi ve saygılarının izinin tüm kariyerleri boyunca ve hem müziklerinde hem de eylemlerinde sürmenin mümkün olduğunun ilk işaretlerinden bu şarkı. “Whale Song / Balina Şarkısı” , “Force of the Nature / Doğa’nın Gücü”, ayakkabılarımızın bağcıklarına yapışıp bizlerle oradan oraya taşınan bitkilere selam eden “Hitchhiker/ Otostopçu” şarkıları bu konuda yazdıkları şarkılardan ilk aklıma gelenler. Yeni internet sitelerinde, son albümlerinde yer alan “Amongst the Waves/ Dalgaların Arasında” şarkısı için hazırlanmış bir video var. Videosuyla çocuklardan, yunuslara, albatroslardan sörf yapanlara kadar yaşamın her yanına, okyanusun dokunduğu her yaşama değinen şarkının ABD satışlarından kazanılacak tüm gelir Conservation 21


International’ın (Uluslararası Koruma Derneği) denizel kampanyalarına bağışlanacakmış.

Eddie Vedder Sörf yapmayı çok seven Eddie Vedder ve diğer Pearl Jam üyeleri bu siteyle bir anlamda okyanusa olan şükranlarını dile getiriyorlar. Çok anlamlı ama bir o kadar da doğal bir davranış. Çok sık görmemiz gereken bu davranışı niçin bu kadar az görüyoruz çevremizde? Niçin birçok vatandaşımız çocuklarını ve kendilerini eğleyen denize olan saygılarını geride bıraktıkları sigara izmaritleri ve çöplerle gösteriyorlar? Denizi çok seviyor olması gereken dalgıçlarımızın bir kısmı niçin yunus tesislerinde dalış yapmakta hiç sakınca görmüyorlar? Sokaktaki insanlarımızdan daha çok okuyup araştırmasını bekleyeceğimiz kimi yazarlar dahi niçin yunuslara olan sevgilerini onlarla yüzerek ve bunu köşelerinden herkese önererek gösteriyorlar? Hiçbir maddi sorunu olmayan bir sürü şarkıcı ve türkücümüz televizyon ekranlarında yunuslarla, dünyanın hiçbir derdi yokmuş, yunuslar kendileriyle yüzmekten zevk alıyormuş gibi kocaman sırıtışlarla yüzerlerken, dünyanın 22


acılarını yüreğinde hissedenler bu yaraları sarabilmek için neler yapabileceklerini düşünüyor. Örneğin birçok dernek ve vakıf dünyamızın, denizlerimizin gelecek nesillere sağlıklı bir şekilde aktarılması için yapmaları gereken çalışmalara harıl harıl fon bulmaya çalışıyorlar. Ülkemizde bu derneklerin kapılarını kendiliğinden çalan ve çalışmalara destek olan ünlülerimizin sayısı ne kadar da az. Sosyal, politik çalışmalara destek olanların sayısından da az. Toplumumuzun bir kısmında, börtü böceklerle ilgilenen kişilerin insana daha az değer verdikleri gibi mantıkdışı bir düşünceye rastlandığı için mi ünlülerimiz doğa konusunda çalışan derneklere destek vermekten kaçınıyorlar? Doğanın, bir parçası olan insana sağladığı yararlar saymakla bitmez. Ancak en büyük yararı belki de verdiği ilham olan doğa, bizim ülkemizdeki sanatçılara yeterince ilham vermiyor olabilir mi? Sözüm sanatını türlü maddi ve manevi zorluklar içinde yapanlara ve kendi dünyasında kalarak çalışmayı yeğleyenlere değil elbet. Sözüm ülkemizde belirli bir üne ve güce sahip olan, bir sürü kişiye seslenme olanağı bulan kişi ve gruplara. Az da olsa bu dünya için sorumluluk duyan sanatçılarımız tabii ki var. Bulutsuzluk Özlemi, Kazım Koyuncu, Şevval Sam, Aydilge ilk aklıma gelen isimler. Yunus tutsaklığı konusundaki çalışmalarımıza destek veren ve hep daha fazlasını yapmaya hazır olduğunu belirten Sevgili Anjelika Akbar ise bizim toprakların “berrak” müzisyenlerinden. Onlar doğanın, okyanusun sesini duyuyorlar ve iyi ki varlar. Meksika Körfezi tarihte görülmüş en büyük doğa felaketlerinden biri nedeniyle can çekişiyor. Deniz kuşları, balıklar, balinalar yaşam savaşı veriyor. Etkisi uzun sürecek ve o bölgeyle sınırlı kalmayacak bir felaket. Bizlerin Meksika Körfezi için yapabileceklerimiz ilk bakışta sınırlı belki de, ancak yerkürenin tüm suları bir değil mi? Birbirleriyle kucaklaşmıyor mu? Göç eden bir sürü canlı yerkürenin su kütlesinin farklı bölümlerini farklı dönemlerde ev bellemiyor mu? Bize uzak görünen bu felaketi bizim saymalı ve hemen bugün denizlerimizin sesine kulak vermeliyiz. Kaldı ki zaten dünyanın tüm denizlerinde tehlike çanları çoktan çalmaya başladı. Tüm okyanus ve denizler, içindeki canlılarla birlikte, kirlilik, ses kirliliği, yaşamalanı kaybı, deniz trafiği, iklim değişikliği, aşırı ve yasadışı balıkçılık gibi tehditlerle karşı karşıyalar. Bizim denizlerimiz yapıları nedeniyle daha da zor durumda. Akdeniz ve Karadeniz’in sularının yenilenmesi sınırlı denizler olması, iklim değişikliğinin deniz sıcaklığını, tuzluluğunu ve kimyasalların ve besinlerin hassas dengesini değiştirerek yarattığı tehdidin de sularımızda daha ciddi boyutlara ulaşabileceğine işaret ediyor. Kıyı alanlarımızdaki insan yoğunluğu ve faaliyeti de tehditlerin ciddiyetini arttırıyor. Büyük miktarda şehirsel atık arıtma işlemi görmeden 23


Akdeniz’e dökülüyor. Avrupa’nın önemli bölümünün atıklarının döküldüğü Karadeniz ise, dünyanın en kirli denizlerinden biri. Akdeniz ve Karadeniz can çekişiyor. Öyle ki kıyılarına vuran deniz kabuklarının içindeki ses bile farklı artık. Duyuyor musunuz? Balinaları, yunusları, balıkları, deniz kaplumbağalarını, anemonları, denizatlarını ve daha birçok türü gelecek nesiller de görebilsinler, yerçekiminden kurtulmak ve ferahlamak için temiz ve berrak sulara onlar da dalabilsinler diye eyleme geçmemizin tam zamanı. Ben kendi adıma şarkılarını ara sıra dalgaların arasındayken yazan ve belki de bu yüzden birkaç kez okyanusta kaybolmuş olan Eddie Vedder’in üretmeye ve bana müziğiyle çalışma gücü vermeye devam edebilmesi için bile okyanusları korumaya hazırım. Ya sizler? * Pearl Jam’le okyanusun sesine kulak vermek için www.pearljam.com/oceans adresine doğru “sörf” yapmanız gerekiyor. Bu adreste okyanuslar için neler yapabileceğiniz üzerine bilgiler ile dünyaca aktif bazı çevre kuruluşlarının bağlantıları yer alıyor. Ülkemizdeki denizel çalışmalar yapan bazı kuruluşların adresleri ise şöyle; Greenpeace Akdeniz Ofisi- kampanyaları arasında “Akdeniz’i koruyoruz” yer alıyor. Daha fazla bilgi için http://www.greenpeace.org/turkey/ Sualtı Araştırmaları Derneği – Bünyesindeki 9 araştırma grubuyla Akdeniz Foku'ndan sualtı arkeolojisine dek birçok alanda çalışmalar yapan derneğin yunus tutsaklığı karşıtı çalışmaları ile ilgili bilgilenmek için "Deniz Memelileri Araştırma Grubu -DEMAG" sayfasını ziyaret edebilirsiniz. www.sad.org.tr Türk Deniz Araştırmaları Vakfı – www.tudav.org.tr WWF Türkiye - http://www.wwf.org.tr/

24


Michelangelo Antonioni ve Sineması Gökçen Usta

1912 yılında İtalya'nın kuzey doğusundaki Ferrara'da doğan ve Bolonya Üniversitesinde ekonomi eğitimi gören Michelangelo Antonioni, 1930'ların İtalyan komedilerini çok sert dille eleştiren yazılarıyla dikkat çekti. 1940'larda

İtalyan ulusal sinema okulu Centro Sperimentale'ye yazılan Antonioni, kısa süre içinde senaryo yazarlığına başladı, Roberto Rossellini ve Enrico Fulchignoni gibi yönetmenlerle birlikte çalışmaya başladı. 1942 yılında Roberto Rossellini’nin “Un Pilota Ritorna” ve Enrico Fulchignoni’nin “I Due Fosçari” filmlerinin senaryosunu yazarak sinemaya girdi. II. Dünya Savaşı yıllarında kısa metrajlı belge filmler yaptı. 1950 yılında Cronoca di un Amore (Bir Aşkın Güncesi) adlı ilk uzun metrajlı filmini yonetti. 1960 yılında yönettiği ve Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü alan L'Avventura (Macera) filmine kadar uluslararası sinema çevrelerinde 25


adını duyuramayan Antonioni, bu süreç içinde I Vinti (Yenilmişler–1952, La Signora Senza Camelie (Kamelyasız Kadın–1953), Tentato Suicido (1953), Le Amiche (Kadınlar Arasında-1955), Il Grido (Çığlık–1957) gibi filmler yaptı. Oyunculuğu ön plana alan, kurgunun hareketinden uzak durmaya çalışan ve burjuvazinin tüketim arzusunu eleştiren Antonioni sinemasının çehresi de bu yıllarda oluşmaya başladı.

1960’lı yıllar ile birlikte Antonioni sineması farklılaşmaya başladı. Birer yıl arayla çektiği L’Avventura (Macera-1960), La Notte (Gece-1961) ve L’Eclisse (Batan Güneş-1962) filmleri ile sinemanın kalıplaşmış anlatı tekniklerini tersyüz etme denemeleri yaptı. Bu filmlerde kadının, daha geniş bakış açısıyla kadınerkek ilişkisinin çağdaş toplum içindeki yerini sorguladı. Monica Vitti’nin ünlenmesini de sağlayan L’Avventura, ıssız bir adada aniden ortadan kaybolan bir kadının izini süren sevgilisiyle, bir kadın arkadaşı arasındaki duygusal yolculuğu konu edindi. Sonraki film olan La Notte, ünlü bir yazar ile karısının yaşamından, bir günden ertesi gündoğumuna dek uzanan bir kesit verirken, burjuvazinin bunalımına değindi. L’Eclisse’de ise Antonioni, bireyin yazgısının yalnızlık olduğunu ve bu yalnızlığın aşk ile dengelenemeyeceğini vurguladı. 1964 yılında ilk renkli filmi olan Il Deserto Rosso (Kızıl Çöl)’yu çekti. Filmde evli bir kadının bunalımlarını ve erkeklerle iletişimsizliğini anlattı. Antonioni, filminde renklerle oynayarak bireylerin kendilerine ve çevrelerine 26


yabancılaşmalarına değindi.1966'da Arjantinli yazar Julio Cortazar’ın bir öyküsünden uyarlayarak çektiği Blow Up (Cinayeti Gordum) ilk İngilizce filmidir. Filmde 1960’lar Londra’sında bir fotoğrafçının çektiği fotoğraf ile bir cinayete tanık olduğunu sanması temasını işledi. Blow Up, Antonioni’nin seyirciden ilgi gören ilk filmiydi. Film, 1967 yılında iki dalda Oscar’a aday oldu (En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo dallarında) ve aynı yıl Cannes Film Festivali'nde 'Altın Palmiye' ödülünü kazandı.

Blow Up filminin başarısından sonra Hollywood’dan teklifler almaya başladı. Ve 1970 yılında Amerika’nın kendisinde uyandırdığı duyguları resmettiğini söylediği oldukça iddialı Zabriskie Point filmini yönetti. Filmde, 1960’ların sonunda iki üniversite öğrencisinin öyküsü ön planında bir Amerika portresi çizdi. 1975 yılında ise yine filmografisinin en önemli parçalarından biri olan The Passenger (Yolcu) filmini yaptı. Filmde hayatının anlamsızlığından sıkılmış gazeteci David Locke’un, bir Kuzey Afrika ülkesine gerillalarla röportaj yapmak üzere gitmesi ve kaldığı oteldeki gizemli yabancının ani ölümüyle onun kimliğine bürünmesi konusunu ele aldı. Bireyin geçmişinden kaçamayacağı, kendine yabancılaşma filmin ana temasını oluşturdu. 27


1981 yılında İtalya’da televizyon için video formatında çekip sonradan 35 mm.ye aktardığı Il Mistero di Obervald filmini yönetti. 1982 yılında ise filmografisinin önemli filmlerinden biri olan Identificazione Di Una Donna (Bir Kadının Tanımlanması) filmini yönetti. Kendi hayatından da paralellikler kurduğu filmde bir yönetmenin karısından ayrılması ve çekeceği film için başrolde yine ayrıldığı eşini oynatması konusunu işledi. Film, Antonioni’ye Cannes Film Festivali 35. Yıl Özel Ödülü’nü kazandırdı. 1985 yılında felç geçiren Michelangelo Antonioni, bununla birlikte kamera gerisinde çalısmaya devam etti. 1995 yılında Wim Wenders ile birlikte Al Di La Delle Nuvole (Bulutların Ötesinde) filmini yaptı. Birbirine bağlı kısa öykülerden oluşan filmde kadın-erkek ilişkileri, yabancılaşma ve doyumsuzluk temalarına değindi. "Film çevirmek benim için yaşamak demek" sözleriyle sinema tutkusunu anlatan Antonioni'nin son filmi, 2004 yılında Eros üçlemesinin parçası olan Il Filo Periçoloso delle Cose (Olayların Tehlikeli Dizilişi) idi. 1995 yılında Michelangelo Antonioni'ye, sinemaya katkılarından dolayı özel bir Oscar Ödülü verildi. Antonioni modernizm, iletişimsizlik ve yabancılaşma gibi temalar üzerine etkileyici filmler üretmiş olan bir yönetmendir. İtalya’da Yeni Gerçekçilik’in etkilerinin sürdüğü bir dönemde film yapmaya başlar. Enteresan bir şekilde bu toptancı hareketin seline kapılmadan, onları kenardan izleyebilmiş bir yönetmendir. Antonioni temalarında daha da olgunlaşarak güvensizlik duygusu, yalanın boşunalığı, karakterler arası uzaklık ve yitirilenlerin bıraktığı boşluk üzerine eğilir. Ayrıca teknik açıdan da yönetmenin uzun planlarıyla dört kadının hayatlarından kesitler veren filmde karamsarlık baskın duygudur. Antonioni filmleri bitmez. Filmler, son sahnede Antonioni’nin ‘FINE’ yazısını seyircinin gözüne sokmasıyla sonlanır. Çünkü Antonioni’de bir olay kurgusuna rastlanmaz... Bu tekniği en saf haliyle kullandığı ilk filmidir Serüven (The Adventure, L’Avventura, 1960). L’avventura değişen toplumsal yapıyla birlikte bireyin çevresine yabancılaşmasının ve giderek yalnızlığa sürüklenişinin hikâyesidir. Antonioni bu filmde uzun çekimlerle hayatın gerçek ritmini yakalamayı dener, saf sinemanın içine dalan geleneksel öğeleri ayıklamaya çalışır: Giovanni Fosco’nun müziği (jeneriklerinin dışında) filme ancak 45. dakikasında adım atar. Oyuncular, klasik oyunculuk geleneğinin dışında, sanki belli karakterler çizmekten çok belli anları 28


yaşama izlenimi vermeye çalışırlar.4 L’avventura genellikle Antonioni’nin tam olgunluğunun başlangıcı kabul edilir: anlatım biçimi, yönetmenin teknik bilgisi bütünüyle ustalaşmıştır. Bundan böyle yapıtları yalnızca aynı temanın çeşitlemelerinden oluşur5. L’avventura, La Notte ve L’eclisse Antonioni’nin yalnızlık üçlemesi olarak adlandırılır. Her üç filmde de Antonioni’nin ele aldığı konu, bireyin yalnızlığıdır.6

L’avventura filmiyle eleştirmenlerin dikkatini çekmeyi başaran Antonioni artık anlaşılamayan sanatçı olarak bir köşede kalmaktan kurtulur. Cinayeti Gördüm (Blow-Up, 1966), ünlü Arjantinli yazar Julio Cortazar’ın İngilizce’ye aynı adla çevrilmiş hikâyesini temel alır. Hikâyedeki gerçeklik sorgusunun daha derinini yaparken aslında konuyu biraz da yüzeyselleştirerek tekrarlarla ele alır. Filmin asıl önemli noktası bir gerçeklik sorgulaması olması değil, kendi özüne yani sinema üzerine düşündürdükleridir. Bu yönden Cinayeti Gördüm, büyük bir karmaşayı basit bir dille anlatmasıyla da sinema tarihinde efsane olmuş bir film niteliğini kazanır Yolcu (The Passenger, Professione: Reporter, 1975), Jack Nicholson’ın başrolünü üstlendiği olgun bir Antonioni filmidir. Bu filmde yönetmen, diğer filmlerinden farklı olarak trajik bir geçmişi olan insanın kimliğini değiştirmek yoluyla bu yazgısından kurtulma imkânının olup olmadığını sorgulamaya çalışmıştır. Finaldeki yedi dakikalık sekansın, 4 5 6

Dorsay, 100 Yılın 100 Filmi, S.223 Aslı Bekdik (Der), Michelangelo Antonioni, 25.Kare, S.1 S.84 Sivas, İtalyan Sineması, S.103-104

29


sinemasal zamanın gerçek zamana eşlendiği bu çekimin sonunda, insan kendi geçmişinin çizdiği gerçeği aşabilirse de yeni kimliğinin dünyasına uyum sağlayamaz. Öncü Sinema Dili Antonioni’nin öncü sinema dilinden bahsedersek, saf dramatik ve saf epik bir yapıdan yoksun yani konuşmayan ve anlatmayan bir sinema dili kullandığını görürüz. Duran, durmasıyla seyirciyi bir duygulanıma zorlayan bir dil. Belki de bu yüzden, bu atmosferi kurmanın zor olması nedeniyle Antonioni’nin seyirciyle uzun zaman geçirmesi gerekir, filmlerinin süresi çoğu kez iki saati aşar. Bu süre içerisinde Antonioni’nin seyirciden beklediği şey kendilerini filmin akışına bırakmaları ve filmin olay örgüsünü çözmeye çalışmadan—zira bir nedensellik bağı olmadan kurulmuş olaylarla karşılaşırız çoğu kez— filmin gösterdiği ile bir duygulanıma ulaşmaktır. Ayrıca Antonioni’nin karakterlerini karelere yerleştirirken mekânı kullanma tarzı da ayrı bir sanattır. Uçsuz bucaksız keşfedilmemiş mekânlar çoğu kez karakterin boşluk hissiyatını ve insan ruhunun keşfedilmesi güç noktalarının varlığını ihsas eder. Önümüzdeki ay usta yönetmenin en önemli üç filmini, L’avventura, Blow-Up ve The Passenger’ı sinematografik bakışla ele alacağız değerli dostlar.

30


Gülmek (2): Charlie Chaplin

Selin Süar Charlie Chaplin için anahtar temalardan ilki Gezginci Yahudi kavramıdır. Sinema serüveninde pandomimi ustalıkla kullanması ve ele aldığı karakterler, konular onun bu özelliğini açıkça ortaya koyar. Her ne kadar bu kimliğini gizlemek istese de annesinin dayandığı kökler bunu işaret etmektedir. Yahudi tiyatrosunda Commedia Del Arte’yi andıran Purim oyunlarında mim sanatının temelleri bulunmaktadır.

Charlie Chaplin ve Şarlo Purim: Yahudi bayramlarının hemen hepsi dini bir gereklilikten çok şeytanın bacağını kırarak en güç durumdan sıyrılma sonucu olmuştur. Tarihte kesin kayıtlar bulunmasa da Yahudi ırkının Pesah’ta (Mısır’dan çıkış) ve Purim’de, yani dini bayramlarında şükretmeleri akıllarını kullanarak ve yine onlara göre Allah’ın yardımıyla en zor işten sıyrıldıkları içindir. Pur; zar demektir, Purim ise zarlar. Purim’in hikâyesi de Yahudilerin yaşadığı bir krallıkta, krala karşı yapılan 31


suikasti Ester adında bir Yahudi’nin ortaya çıkarmış olmasından ileri gelir ve ne tuhaftır ki aslında ilk Hitler o zaman ortaya çıkmış, suikast düzenlemeyi planlayan kişi aynı zamanda kralı tahttan indirerek bütün Yahudilerin de katlini yapmayı planlamış, ama bunda başarılı olamamıştır. Purim’de bunun için yalnızca Ester adındaki kişiler bir gün öncesinden oruç tutar. Yüzyıllardır, bunu kutlamak amacıyla Purim bayramı bir şenliğe ve karnavala dönmüş, kralı, krala suikast düzenlemek isteyenleri ve kurtarıcıyı anlatan canlandırmaya dayalı tiyatro oyunları sergilenmiştir. İkinci olarak ve daha az söylenen şekliyle Purim, Ester adında bir Yahudi kızın Filistinli bir Arap’la evlenmesi ve çocuklarının olması, kavimlerin birbirine karışması ve Yahudi ırkından gelen çocuklarla, Arap çocukların birbirinin kuyusunu kazması, aralarında çıkan olaylar yüzünden birbirinden nefret etmeleri yönündedir. Ester adını alan her Yahudi, bu hatanın bedelini ödemek için Purim’den bir gün önce oruç tutar. Her nasıl olursa olsun Filistin ve Yahudi halkları aslında kardeş çocukları olduklarını saklamazlar, ama sonsuza dek sürecek olan nefretten de bahsederler. Mimik ve jestlerle anlatım bir Akdeniz geleneğinin habercisidir. Onun Yahudi kimliğini, pek çok araştırmacı özellikle incelemiştir, çünkü sosyetik bir sınıfa dâhil olmak isteyip de aşağılanan, her şeyi eline yüzüne bulaştıran, yine de hayatın tüm olumsuzluklarından bir saflık ve iyilik perisi olarak değil, bir kurnazlıkla kurtulmayı başaran ve erdem timsali olmayan tiplemesi kendi filmlerine damgasını vurmuştur. Yahudi kimliği taşıyan kişiler de hayatın katı kuralları ve belli grupların aşağılamalarına karşı üzerlerine geçirdikleri iki zırhın, gülüp geçmek ve soy ile manevi açıdan onları birbirine bağlayan din olgusunun varlığını bugün bile vurgulamaktadırlar. Yahudi edebiyatı da üç tipte kahramanlarla varlığını sürdürür:

32


- İşsiz güçsüz dolaşan adam: Fırsatlardan yararlanır, tefecilik, eskicilik, kaçak satış gibi işlerle uğraşır. - Şanssız, sakar, başına sürekli olmadık işler gelen tip. - Yılışık, asalak, dilenci tipi: Çaldıkları ile yaşar veya hayatını şaklabanlık yaparak kazanır. Bütün bu özellikler ise birinin ya hayata karşı ödlek veya alçak gönüllü oluşuyla veya kendine aşırı güvenmesi ve şiddet yanlısı oluşuyla vücuda gelir. Bütün bunlar en nihayetinde Museviliğin daha evrensel açılımında yatan Kabala öğretisinde soylu bir iyimserlik, zekânın kaba kuvvete üstün gelmesi, ilahi adaletin önünde sonunda gerçekleşmesi ve Tanrının yansıması olan insanın soyluluğunda bütün bunların mevcudiyetiyle tanımlanır. Charlie Chaplin, Şarlo kılığına büründüğünde bütün bu özellikleri kendisinde toplar ve böylece evrensel bir insan imgesi meydana getirir. Ele alınan bir diğer özellik de Gezginci kimliğidir. Kendi filmlerinde de mutlaka bir yerlerden gelir, bir yerlere gider, ama gittiği yer; yani çıkış sahnesi yalnızca bir uzamdır. Gittiği yer belli değildir. Bu yüzden Şarlo “Avare” veya “Serseri” olarak da adlandırılmıştır. Babasının ölümünden sonra çocuklarına bakamayacak duruma gelen annesi, Chaplin henüz üç yaşındayken akıl hastanesine kapatılmış, tedaviden sonra, dışarı çıktığında, çocuklarını da alarak düşkünler yurduna sığınmıştır. Henüz çocukken sefaleti tanıyan Chaplin, 1901’de Karno topluluğuna katılır ve bir oyuncu olarak Amerika’ya ayak basar. Oyun başarısız olsa da topluluğun Amerika’da çok tanınması, Chaplin’in hayatının değişmesine neden olur ve aldığı bir telgrafla Mack Sennett’le tanışır. Gezginci kimliğine gizlenen bir diğer not da o dönem Yahudilerin, Avrupa’da hor görülerek çareyi Amerika’ya göç etmelerinde bulmaları, yani başlı başına gezginci olmalarıdır. Şarlo’ya atfedilen Avare tiplemesi de bu yüzden diğer Yahudilerinkine benzer şekilde bir köle niteliği taşır. 33


Üçüncü özellik ise kahraman karşıtı bir direnmede yatar. Önemli olan ülkülerdir ve Şarlo, kendi soylu-insancıl idealleri için her zaman bir savaş verir. Şarlo’nun Giysileri: Şarlo’nun giysileri, dışa vurmak istediği karakter çizgisiyle yakından bağlantılıdır. İlk etapta kendi tarzını yakalayamayan Chaplin, müzikhol giysilerini

yeniden

üzerine

geçirdiğinde

sahip

olduğu

Avare/Sereseri

tiplemesinde kendini daha rahat ifade etmiş ve izleyiciler de bu tipleme üzerinden gidilen durum komedilerini daha çok beğenmişlerdir.

Chaplin giysilerini çevresindeki kişilerden ödünç aldığı parçalarla meydana getirmiştir. Charlie Chaplin’e göre oldukça büyük beden bir pantolon, arkadaşı Fatty’nin, 45 numara ayakkabılar Ford Sterling’in, çekmiş / daracık ceket Billy Gilbert’in, melon bir şapka Minta Durfee’nin babasından kalma, bir baston ve Mack Swain’in bıyığından kesilerek uydurulmuş minik fırça bir bıyık. 34


Melon şapkası ve bıyığı soylu görünme çabasından, dar ceketi, bastonu ve bunlarla birleşen tüm jestleri ise soylu görünme çabasına ek olan canlılık ve kibarlık taşıyan aksesuarlardır. Giysileriyle kendini “soylu”ymuş gibi sanan Şarlo, asıl olarak dünyanın çizdiği soyluluk kurallarına karşı çıkar, biçimi reddeder ve hem kendisiyle hem de dünyayla alay eder. Çünkü diğer kişiler de aslında soyluluk sınıfına geçmek isteyip de tökezleyen, yani kendine gülen sınıfın arasındandır. Soylu olmadığını bile bile öyle görünmeye çalışır, başına olmadık işler gelir ve örneğin patrondan tekmeyi yer. Ancak kedere boğulmak yerine tekme yiyeceğini bildiği için kendisi özellikle arkasını döner. İşte bu alay ederek, sonunu görerek intikam almak, karşı durmaktır. Modern Zamanlar:

İnsan ve makinenin savaşını anlatan Modern Times, Serseri/Avare (Tramp) Şarlo’nun zamana karşı makineler içindeki yarışını, vardiyalı çalışma saatlerini, kapitalizmin işsiz ve parasız olan kişilere nasıl yaşam olanağını tanımadığını ve 35


refah yaşamın bir eleştirisini ortaya koyar. Sessiz filmden ilk sesli filme geçiş olan Modern Times, bu açıdan da Chaplin güldürüsü açısından önem taşır. Değişen ve sanayileşen dünyada zamanın ilerleyişiyle beraber filmin ismi çerçeveye düşer ve peşi sıra “Endüstri ve Özel teşebbüsün hikâyesi, İnsanlık mutlu olmak için mücadele veriyor.” yazar. Filme asıl geçiliş çoban gösterilmese de güdülen koyun sürüsünün çerçevede gösterilmesinin hemen ardından, metrodan çıkıp işine yetişmek için koyun sürüsü gibi güdülen insanların görüntüsüyle devam eder, her iki sürü de bilinçsizce bir yerlere güdülmektedir. İnsanlar,

otomatikleşmiş

biçimde

işlerinin

başına

kurulurken

müdür

(sanayileşmiş toplumda “Tanrı”nın işlevini üstlenen müdür), kendi odasında can sıkıntısından yapbozla uğraşmakta, ardından canı sıkılınca gazeteye göz atmakta ve sekreterinin getirdiği ilaçla –çünkü sanayileşen toplumda gastrit, stres gibi modern hastalıklar da ortaya çıkmıştır- kendine gelmekte ve fabrikasını her yerden gözetleyen kamerasını açıp işçilerin hızını kontrol etmektedir. Beşinci bölümün daha hızlı çalışması için ana kumanda dairesinde olan yapılı ve kaslı adama (ki emekçi kişinin, doğayla savaşan adamın profilidir bu tipleme, oysa artık makineleri kontrol etmektedir) talimat verir ve beşinci bölümün işçileri, makinelerin hızlanmasıyla daha da seri hale gelirler. İşleri bozan Avare Şarlo olur, azar işitir, ama çalışmaya devam eder. Nöbet değişim sırası geldiğinde artık kasları bile iş yapmaktan dolayı şartlı olarak kasılmakta, vida sıkıştırmaktadır.

36


Ancak asıl ipler yemek vaktinde kopar. İşçilerden daha iyi verim alınabilmesi için yemek saatlerinin kayıp vakit olmaktan çıkıp yemek yeme makinesiyle fabrikaya prestij kazandıracağını ve müdüre, zaman yarışında daha hızlı olacağını söyleyen firma, makineyi denemek için Şarlo’yu kurban seçer ama makineleşmiş insan ve insanlaşmış makine burada devreye girer. Makine, insana karşı savaşmaya, onunla dalga geçmeye başlar ve Şarlo, aklını oynatarak akıl hastanesine kapatılır. Çıktığındaysa şehir yine aynı kaostadır.

37


Şehrin gürültüsü içinde bir yerlere yetişmeye çalışan insanlar… Durmak bilmeyen zaman… Sanayileşen ortamda emek kaybolmuştur, zanaat yoktur artık. Yetim kalan kızların, aç kalan insanların çektikleri de kimsenin umurunda değildir. Bireyselleşme önem kazanır, refah toplumu için güzel olarak gösterilen özgürlük söylemleri, insanın paraya, zamana, makinelere kulluğundan başka bir şey değildir aslında. Polisler yine kanun koruyucu, sistemin devamını sağlayıcı bekçilerdir. Kendi aşkını da polisten kaçan yetim kızda bulur Şarlo. Bu kız için “çalışması gerekse bile”, insanlığını ve duygularını kaybetmesi gerekse bile başlarını sokacakları bir ev ve yemek sağlamaya yemin eder adeta. Yine de bulduğu işten sakarlığı yüzünden kovulur ama genç kız, Avare aşkına sadık kalır ve bulduğu iş yerinde ona da bir iş ayarlar. İnsanların, bir makinenin veya bir saatin çarkları gibi işleyen dans pistindeki oluşturduğu kalabalık arasında aldığı işi beceremeyip garsonlukta da yüzü gülmeyen Şarlo, şarkı söyleyerek insanları 38


eğlendirmeyi başarır, ancak tam ikisi de huzura erecekleri vakit, kızı arayan polisler Şarlo’nun kız arkadaşını götürmek için gelseler de yine onların ellerinden kaçıp kurtulurlar ve en başa dönerek sonu belli olmayan bir yöne doğru yola çıkarlar.

Bütün bu mekanikleşmeye, maddileşmeye, duyguların kayboluşuna ve zamana yetişme telaşına karşı yapılacak en iyi şey kahkaha atmaktır. Her gün mecburen gidilen işten kaytaran bir kişinin iş arkadaşlarının ekşimiş yüzlerini görmesi esnasında, sistemin yargısına göre baş kaldırdığı için kovalanan bir kişinin, kanun koruyucuların elinden kurtulduğunda kahkaha atmaktan başka yapılacak daha iyi bir iş yoktur. Tüm bunlar içinden gelir insanın, durup kendini dinlemeye bir neden oluşturur her biri. Modern Zamanlar’ın sonunda ‘insanların mutlu olmak için mücadele etmesi gerekmez’ denir üstü kapalı olarak; insanlığını koruması, dayatılan kalıplara ara sıra da olsa durup gülmesi, işleri karıştırması ve mekanikliği, durağanlığı, katılığı bozması yeter söylemi vardır. Modern Zamanlar, Chaplin’in sessiz sinemadan sesli sinemaya geçişteki ilk filmidir. Chaplin, sesin sinemaya gelmesini büyük bir kayıp olarak görür ve sesli sinemaya şiddetle karşı çıkar. 39


Sese bu denli karşı çıkışı belki de dil kalıpları içine sıkışmış dünya görüşüyle sınırlanan insanın, sessizlikle bir karşı duruş sergileyeceğinden dolayıdır. *** Komedi, varlığını temellendirdiği sırada oldukça nitelikli eserler vermesine rağmen zamanla ilk ortaya çıktığı tarzlardaki haline bürünmeye başladı. Suya sabuna dokunmayan meseleler ve plot oluşumu sırasında basit bir olaya dayandırılarak beyaz perdeye aktarılan komedi günümüzde daha çok gençlerin cinselliği yaşamasını sulandıran veya filmleri ‘ti’ye alan bir şekle büründü. Özellikle Amerikan komedilerinde gördüğümüz Road Trip veya American Pie serisi, karşımıza konulan romantik komediler, yaşamın içinde yer alan ve gündelik olayların ters gidişatından ortaya çıkarılan komediler veya en ciddi konuları, en ciddi yapıtları ve tarih sahnesinde göz dolduran kahramanlıkları şimdiki kültür ve değerlerin değişimiyle oldukça basit ve güldürmek için zorlayan türlerde ele alan komedi tarzı neredeyse tüm dünyayı etkisi altına almış bulunmakta. Türk sinemasında da nitelikli eserler veremeyen, bir yönüyle (daha doğrusu pek çok yönüyle) mutlaka Amerikan komedi türünden nasiplenen sinemamız, gençlere nitelikli komedinin bu olduğu yönünde telkinler vermekte ve ucuz komedi dönemi Türk sinemasına da Çılgın Dershane, Recep İvedik, Maskeli Beşler furyası vb. ile damgasını vurmaktadır. Biraz olsun Türk insanının (Kemal Sunalvari, başı eğik, ama zeki ve her işten sıyrılmasını bilen) görünümünü sunan GORA gibi yapımlar da mevcut ama yine de söylenen yeni bir şey yok. Bazı eleştirmenlerin ‘çıtayı yükseltti’ söylemlerinin aksine aşağılamayacağım, küfür etmeyeceğim derken, yüksek bütçesine rağmen oldukça zorlama bir film olan AROG tam bir facia. Yine de Dünya sinemasında hemen her filminde mizahı bir köşesinden yakalayan Almodovar, Kusturica gibi yönetmenlerimiz de mevcut. Ancak unutulmamalıdır ki komedinin işlevini görmesi için mutlaka siyasi iğnelemelere girmesi şart değil. İnsanlar, en zor 40


anlarında kaçış için komediyi seçmekte ve olayları ağlayarak değil gülerek karşılamak istemektedir. Komedi ve Tarih filmlerinin tavan yaptığı zamanlar da sırf bu yüzden ülkelerin en karışık zamanlarına denk gelir. Ancak sansür, korku nereye kadar gidecek, hiç birimiz bilmemekteyiz. Sonuç olarak insan zekâsı olayları farklı biçimde görüp ‘güleriz acınacak halimize’ yorumlarını yaptığı ve zekânın inceliği kurgusal bütünlükte çalıştığı sürece güzel yapıtlar da ortaya çıkacaktır ya da en azından çıkmalıdır, çıkmak zorundadır. Daha önceden de söz ettiğimiz gibi mizah, komedi veya güldürü; adına her ne dense densin yaşamın içinde haşarı bir çocuk olmaya devam edecek, insanlık var olduğu sürece nitelikli eserler az da olsa ortaya konulacaktır. Kaynakça: 1-BERGSON, Henri, “Gülme, Komiğin Anlamı Üstüne Deneme”, Fransızcadan Çeviren: Yaşar Avunç, Ayrıntı Yayınları, 2. Basım, 2006 2- Modern Zamanlar Dergisi, “Dünden Yarına Türk Güldürü Sineması”, Güz 2008, Sayı 7 3- DORSAY, Atilla, “Sinema ve Çağımız”, 1. Baskı, Hil Yayın, 1985 4- BRECHT, Bertolt, “Sinema Yazıları”, Çeviri: Bertan Onaran, Yurdanur Salman, Görsel Yayınlar:1, 1. Basım, Hilal Matbaacılık, Mart 1977 http://www.sevivon.com/bayramlar/purim/purim_abc.asp http://www.holidays.net/purim/ http://www.imdb.com/title/tt0027977/ http://thelosthighway.blogcu.com/modern-times-charlie-chaplin_3948467.html http://cache.eb.com/eb/image?id=59661&rendTypeId=4 http://www.athinorama.gr/cinema/movies2008_2009/comedies.htm http://www.benjamins.nl/jbp/series/IDJ/10-2/art/hol1.gif http://tr.wikipedia.org/wiki/Emir_Kusturica http://www.imdb.com/name/nm0000264/ http://gulengecim.azbuz.com/readArticle.jsp?objectID=5000000004141140 http://www.tumgazeteler.com/?a=4424383 41


http://yenisafak.com.tr/sinema/?t=23.02.2008&i=101477 http://pacific.jour.auth.gr/emmeis/issues/02/2kalitexn2.html

42


Luchino Visconti’den Rocco ve Kardeşleri Onur Keşaplı Luchino Visconti’nin 1960 yılında çektiği Rocco ve Kardeşleri ya da Düşman Kardeşler

ele

aldığı

konu

ve

anlatım

biçimi

olarak

yönetmenin

gerçekleştiremediği Yer Sarsılıyor üçlemesinin devamı gibidir. Zaten Visconti de bunu kabul eder. Filmde dul bir anne ve onun 5 erkek çocuğundan oluşan Sicilyalı bir ailenin kuzeye, Milano’ya göçmesini izleriz. Kuzey güney farklılığının, kopukluğunun fazlasıyla keskin olduğu İtalya’da en güney ve yoksul bölgeden sanayinin kentleşmenin üst düzeyde olduğu Milano’ya gelen bu ailede çocukların çözülüşlerini ve çatışmalarını izleriz.

Filmin anlatımını beş bölümde işlemiştir Visconti. Yaş sırasıyla kardeşleri takip ederiz. Güneyli ailenin Milano’ya geldiği gar sahnesi ve devamındaki otobüs 43


sahnesi, hayatlarında ilk defa “kent” gören kardeşler hakkında fikir sahibi yapar bizleri. Çocuklarının heyecanının yanında annenin tedirginliği son derece gerçekçidir. Bu sahnenin devamında aileden önce Milano’ya yerleşmiş evin büyük oğlu Vincenzo’nun evine gideriz. Evin salonunu ve içindeki kalabalığı uzun bir sekansta izleyiciye sunan Visconti, güneyli ailenin eve girişiyle kuzeygüney tezatlığını net bir şekilde gözler önüne serer. Filmin ilerleyen bölümlerinde sık sık duyacağımız aşağılanmalarla da buralarda karşılaşır Rocco ve kardeşleri. “Köylü, dağlı, bir bunlar eksikti şehirde” şeklinde yaklaşımlarla, yeni gerçekçi akımın temsilcisi yönetmen, ülkesinde bölgesel çatışmayı aktarır. Ülkemizde doğu-batı ve köyden kente göç olgusunu yakından tanıdığımızdan, filmin dokusu bize fazlasıyla tanıdıktır. Filmde kardeşlerin çözülüşü açısından önemli bir aracı olan boks, Vincenzo’nun bu işi yapmasıyla kardeşlerin hayatına girer. Bu işi yapmak istemeyen büyük ağabeyin aksine diğer kardeşler bunu ister, özellikle Simeone. Salona ilk girişlerinde sigara içtikleri için azarlanan kardeşlerden sonra paralı ve önemli biri olduğu belli bir adamın puro içmesi düzenin işleyişi hakkında küçük detaylardan biridir. İkinci

bölümde

Simeone

merkezli

anlatıya

geçeriz.

Simeone

boksu

umursamayıp bırakan abisinin aksine bu işe hırsla başlar. Zar zor iş bulup geçinmeye çalışan kardeşler arasında para konusunda küçükte olsa “rekabet” güdüsü ortaya çıkmaya başlar. Dul annenin çocukları üzerinde anaç idaresi yeni düzende kentin eline geçmektedir. Filmde ailenin çözülüşünün ve yıkımının merkezinde yer alan Simeone zenginlik ve lükse kapılan, bu uğurda hırsızlığı ve her yol mubahtır tavrını bu karakterden görürüz. Sahip olma, elde etme arzusu sevgilisini bile bıktırır ve ilerleyen bölümlerde Rocco’yla yaşacakları korkunç olaylarda da bu sahip olma güdüsü artarak görülecektir. Arzuladığı kadına yaklaşabilmek için hırsızlık yapar hatta orada da başkasıyla birlikte olurken 44


ilgilendiği şey mücevherlere dönüşmüştür. Bu anlatım ve tercihlerden kapitalizmin “kardeşliğe” karşı olduğunu bireyciliği ön plana çıkarttığını söyleyebiliriz. Visconti dünya görüşünü sanatına ustaca yedirmiştir.

Filmin temelinde yatan kardeş yani Rocco’ya geldiğimizde ise şehre uyum sağlama konusunda bir anlamda en tutarlı ama bir o kadar da isteksiz bireyi görürüz. Saf kalmayı başarabilen tek birey O’dur. Aynı zamanda güneydeki adaletsizliğe değinen, bunu eleştiren Rocco şehre alışamadığını da filmin çeşitli bölümlerinde tekrar eder. Filmde fazlasıyla dindar annenin en temiz oğlu olmasının yanında iyiliği ve başkaları için kendini feda etme anlamında azizlik mertebesine yükselmektedir Rocco. Örneğin kardeşi Simone, Rocco’nun birlikte olduğu kadını O’nu dövecek kadar çok arzuladığını ve kadın için yerle bir olduğunu gördüğünde, o kadını çok sevmesine rağmen eziyeti kabul eder. Kendisine çok kötü davrandığı halde Simeone’nin mutluluğu için sevdiği kadını bırakır. Tutkusuzca yaptığı boks maçlarında aldığı galibiyet sonucunda ağlamasının sebebi olarak da abisine duyduğu nefretin maçı kazandırdığını hissetmesi olduğunu söyler.

45


Dördüncü kardeş Çiro sanayinin işçi sınıfında yer bularak uyumluluk bağlamında en başarılı kardeştir. Güneye dönmeyi aklının ucundan bile geçirmez. Akdeniz kültürünün sıcak duygularını taşıyan güney yerine mantığın ön planda olduğu soğukkanlı kuzeyin bireyi olur. Örneğin Simeone’nin işlediği cinayet sonrası aziz Rocco sevgisinden dolayı bu olayı örtbas etmeyi bile düşünür. Hem de Simeone’nin öldürdüğü kadın sevdiği kadındır. Ancak Çiro kardeşini polise ihbar etmekten hiçbir şekilde çekinmez. Zaten Simeone’le içten içe en fazla çatışan da odur. Çiro’nun işçi olmasını alay konusu yapan Simone asla elindekiyle yetinmeyen kapitalist sınıfın emeğe bakışını da gözler önüne serer. En küçük kardeşe geldiğimizde onun muhtemelen güneye dönecek biri olduğunu görürüz. Rocco güneyi en çok ona hatırlatma gereği duyar. Belki diğer üç kardeşin kuzey ve taşıdığı değerlerle yoğrulmaları sonucunda tek umut olarak Luca’yı görmektedir. Filmin bu bölümünde Rocco’nun şampiyon olduğu ve bunu kutladığını görürüz. Filmin başlarındaki uzun salon sekansının bir benzerini burada görmekteyiz. Burada ailenin ve paylaştıkları apartmanda muhtemelen fakir komşuların neredeyse sistemin kuzeyli burjuvaları gibi hareket ettiklerini görürüz. Neredeyse, çünkü şarap içme sahnesindeki acemilik 46


onların bir anlamda o kılıfa büründüklerini ancak içselleştirmediklerini gösterir. Rocco’nun insanoğlunun adaletine inanmıyorum demesi inançsızlığın ve ümitsizliğin doruk noktalarındandır. Visconti bir anne ve beş kardeş üzerinden sistemi, yozlaşmışlığı, ümitlerin tükenmesini, fedakârlığı ve bir anlamda melankoliyi yalın bir anlatımla kusursuzca aktarmıştır perdeye. Visconti hakkındaki yazı dizimiz önümüzdeki ay, usta yönetmenin en önemli filmlerinden Leopar ve Venedik’te Ölüm üzerine yazılarla devam edecek dostlar.

47


dön bir bak etrafına Erman Bazo dön bir bak etrafına sonra sor bana nereden düştük hep sağ şeritten giden acılara bu can pazarına bu kangren olmuş akıllara kafiyesi eyleminden büyük mısralara sonra sor bana nerede kaldı yargılayacak dedikleri tarih bir bebek anasının karnından doğuyorken gece bombardımanının kucağına ezilip kalıyorken çocuklar attıkları çakıl taşının altında ve nasıl oluyor da vize sormuyorlar adama bir ucuna dünyanın giderken savaşa biliyorum cimri kalıyor sevinçler saçılmak için meydanların ortasına her sıçrayışında durdurmak için güneşin batışını bir doğrunu götürerek önüne sürüyorlar üç yanlışını biliyorum uzattıkça ellerimi dokunamıyorum sana ama sen sor bana sor ki 48


sökülsün ilmiği ne kadar karanlık varsa

49


Ötenazi* Abdullah Rıdvan Can Sabah, ezan sesini duyabileceğimiz vakitte kalkmalıydık. Gün ışımadan… Zira babamlar mahsullere el atmazlarsa zeytinimiz ağaçta kalacak ve eve eli boş dönecektik. Köydeki herkes uzattıkça uzatırdı işlerini. Çünkü uğraşacak ikinci bir eylemleri olmayacaktı zeytin toplama dönemi geçince. Oysa babam acele etmeliydi sadece bir aylık izni vardı ve bugün üçüncü günüydü. Babam evlendikten dört beş sene sonra memur olmuş. Ağabeyim üç yaşındaymış o memur olduğunda. O yıllardan beri adliyedeki her memur arkadaşı gibi yazları değil aksine kış mevsiminde iznini kullanıyormuş. O yüzden hep bir içerlenme olmuştu babamda. “Ulan emekliliğim gelsin izin mizin derdi yok. Çıkıp yazları gezerim sonra da kışın zeytinimin başına giderim. Ha öyle çalışmam, patron gibi başında duracam’’ derdi. En büyük hayali buydu onun, bir de emekli ikramiyesinin ev aldıktan sonraki arta kalanıyla arkası geniş bir pick-up almak… Aslında babamın izni bitse bile bizden sonra amcalarım işçi tutup gider, hallederlerdi ama annem hep içinde olmak isterdi. Kimseye güvenmezdi. Bir keresinde gelmemiş de zeytin toplamak için, o zaman en kötü zeytinleri ona göndermişler. Hep anlatırdı. Hasta hasta dolanır hiç oturmazdı. İş yaptığı yoktu aslında ama illa ki zeytinin toplandığı yere gitmeliydi. Astımı vardı. Babası gibi… O zamanlar bilemezdik tabi astım ne. Ama bugün biliyorum ve daha da ileri düzeyde şimdi hastalığı. İçime doğuyor-söylerken titriyorum ama- onu da mahvedecek astım, babasını ettiği gibi… Ben ve kardeşim ise bu kadar işin ortasına getirilmiş iki kurbandık. Birinci sınıfa başlamıştım o eylül. Kasımına köye götürdüler beni. Daha okul ne bilmeden köyde bulmuştum kendimi. Derslerden geri kalırım falan hiç düşünmemiş miydi ki babam da daha bir aylık okula başlamış bir çocuğu alıp köye götürmüştü.

50


Ablam ve ağabeyim büyük oldukları için teyzemlerde kalmışlar biz ise küçüğüz altımızı ıslatırız diye alınıp köye götürülmüşüz. Ama babam her ayrıntıyı düşünmüş. Ben bir aylığına köydeki okula devam edecekmişim. Aslında kulağa hoş geliyordu ya ben istememiştim. Ve köye gideli dördüncü günümüzdü ve ben hala okula adım atmamıştım. O gün yine sabah ezanını duyunca kalktık. Ama hava bugün yağmurluydu. Yağmuru gören tekrar yatağa gömülüyordu. Bir ben bir de babamın dışında. Herkes erken kalkardı herkes… Tabi köy yeri… Televizyon yok. Herkes yorgun. En geç sekizde dokuzda yatıyor ahali. Ve sabah böyle kalkılması çok normal… Ve biz çocuklar… Kardeşim ve ben geldiğimiz günden beri sürekli zeytin toplanan yerlere gidip oralarda çuvallardan zeytin aşırıp köyün bakkalına satardık. Karşılığında ya bir avuç çerez ya beş on tane sakız ya da… Ya da kalem almalıyım dedim o gün. Bir de defter. Okul yoktu bari kendim bir şeyler yapmalıydım. Ne yapacağımı da bilmiyordum ama yine de o gün kardeşimle birbirimize girmemize akşam kardeşimin beni babama söylemesine rağmen defter ve kalem almıştım. İlk kez aldatmak nedir farkına varmadan kendimden öğrenmiştim. Aldatmaya da “kardeşi aldatma’’ gibi en büyük vebaliyle başlamıştım hem de. Babam kızmıştı. Ama defteri ve kalemi aldığıma değil nasıl aldığıma… Belki biraz daha üzerime gelse ben daha aldatmak fiiline gebeyken içimde ölecek ben de onu bir kanalizasyon deliğine atacaktım. Sabahları ayrı bir durum olurdu. Zor zanaattı sabahın erken deminde kalkıp da buz gibi suyla el yüz yıkamak. Ben o buz gibi yatağımdan dışarı çıkıp da bir avuç suyla yüzümü yıkama cesareti gösterirdim her sabah. Ama kardeşim hep gün boyu öylece gezerdi. Annem “gece kediler pisler olum suratınıza onun için kalkınca ilk iş elinizi yüzünüzü yıkamak olsun’’derdi. Ben de bu ortak bilgimiz doğrultusunda onunla alay ederdim. Suratına kedilerin pislediğini söyleyerek dalga geçerdim. Çok kavga ederdik bu yüzden. 51


Yine her günkü gibi kalkmış yüzümü yıkıyordum. Ama bugün biraz geç kalkmıştık her zamankine göre. Yağmur hala devam ediyordu. Yüzümü yıkarken avlunun öteki tarafından “lan olum yıka da yüzünü gel bak bi yere gidecez’’ diye seslendi babam. Alelacele yıkadım ve hemen yüzümü silip koştum babamın yanına. Ayağımda terlikler vardı. Babamın yanına vardığımda “lan olum çizmaların nerde. Donup ölüverecen. Hadi çizmalarını gey gocuğunu da sırtına al da gel’’ diye azarlar bir tavırla geri gönderdi beni. Gittim yeni alınan çizmemelerimi hemen sobanın yanında buluverdim. Kırmızıydı. Kıpkırmızı. Sonra ayağıma geçirdim eğreti bir biçimde ve yolda yürüye yürüye ağır aksak ayağıma geçirmeye çalışıyordum. Bir yandan da başını alıp giden babama yetişmeye çalışıyordum. Hep böyleydi. Seslenirdi sonra alıp başını giderdi. İşin yoksa takip et. Alıp başını gittiği yolun bir yerinde durdu beline keleplediği ellerini ağzına dayayarak sesine siper ediyordu. “Lan olum yörüsene lan. Sabah sabah bu ne uyuşukluk?’’ Bu sözlerinin üzerine durdum eğilip çizmelerimi ayağıma geçirdim ve son sürat çizmelerime baka baka koşmaya başladım. Yanına vardığımda elini tutup kafamı kaldırdım. Tebessümle gözlerinin içine baktım. Hiçbir şey soramadım. Hep öyleydim hala da öyleyim. Yağmur hafif de yağsa ıslatmıştı babamı. Saçlarındaki yağmur suyunu biriktiriyor sonra onları avucunun içiyle bir hamlede atıyordu kafasından. Bir hamlede… Uzunca bir yol yürüdük. Köyün daha önce gelmediğim bir yerine gelmiştik. Arkama dönüp baktığımda köyün meydanına doğru incecik bir yol, kasvetli mi kasvetli bir kıvrımla sanki ‘’gelmeyin’’ der gibi uzuyordu. Sonra geri önüme döndüm. Babam hem sanki bana demek istiyordu hem de sanki kendine söylüyordu. Fısıltıyla karışık ‘’geldik’’ dedi. İyi de nereye gelmiştik ki? Bu sarı, küçük ev ilkokul beşinci sınıfa kadar perspektifsiz çizdiğimiz evlere benziyordu. Çok küçüktü. Ve tepesinde “artık yanmak istemiyorum’’ diyen cılız ve aciz bir sobanın dumanı tütüyordu. Tuğla örülü küçücük bir duvarın üzerinden zıplayarak bahçeye girdik. Sonra üç, tam üç basamak kara beton bir merdiveni çıktıktan sonra kapının önüne geldik. 52


Babam kapıyı çalmaya başladı. Bir kez vurduktan çok kısa bir süre sonra kapı aralandı. Babam az önceki bana bağıran adam değildi artık ses tonunu yumuşatıp “sabah sabah lüzumsuzluk ettikse af ola’’ dedi. Daha önce pek rastlamamıştım bu yirmi beş otuz yaşlarındaki ince bıyıklı limon gibi sarı benizli tıknaz bu adama. Bizi ilk andaki tavrını bırakıp gülümseyerek içeri buyur etti. Babam bir hamlede girmişti bile. Bense çizmelerimi çıkardım özenle bir kenara koyup ağır ağır içeri geçtim. Giriş kısmı bir mutfağı anımsatıyordu. Sonra bir kapı vardı sadece ve oradan da bu müstesna yapının tek odası olan bölmeye girdik. İçeride evin bacasından çıkan dumanı destekler biçimde yanan sobanın hemen yanına oturmuştuk babamla. Ellerimizi sobaya borularına temas etmeye yakına kadar getirip ısıtmaya çalışıyorduk. Bir süre sonra bu genç adam içeri elinde koca bir tepsiyle girdi. Kapıyı ayağıyla kapatırken babam “lan olum kalksana’’ diye gözlerini kısarak söylendi. Tam kalktığımda ise kapı çoktan kapanmıştı. Genç adam elindeki tepsiyi yere indirdikten sonra babama dönüp “hadi bakalım Kemal Ağabey kahvaltı yapalım sonra konuşuruz’’ dedi. Ne konuşacaklardı ki? Hem ben neden buradaydım? Kahvaltı sofrasına doğru yanaşırken babam “ne zahmet ettin be evladım. Sen yeseydin biz şurada otururduk’’ dedi. Genç adamsa “olur mu ağabey öyle şey’’ diye babamın olmayan tereddüdünü çürüttü. Sofra bezini dizlerimize çekmiştik. Ne de olsa bekârdı bu genç adam. Hem evdeki boşluk hem de düzen eksikliği ele veriyordu bu durumunu. O yüzden yerler kirlenmemeliydi. Ağır ağır yerken bir yandan da eve göz gezdiriyordum. Duvarda çerçevede yan yana duran iki yaşlı çift, az ilerisinde bir asker fotoğrafı, o fotoğrafın üzerinde-sonradan öğrenmiştim şehit kardeşinin künyesiymişdemirden iki tane dikdörtgen şeklinde ince madalya, az ilerde kırmızı bir Türk Bayrağı… Kıpkırmızı… Ben eve göz gezdirirken babam ağzındaki lokmayla adama “bu benim askeri(babam çocuklarına her yerde ‘asker’ diye hitap ederdi) ne yapacağız?’’ dedi. Adam sakin ve sevecen bir tavırla “derslere gelecek ve okulundaki derslerden geri kalmayacak’’ dedi. 53


Ben o ara duvardaki Türk Bayrağını, yaşlı çiftleri ve her ne varsa hepsini unutmuş birden kafamı babama çevirmiştim. O an anlamıştım ki bu genç adam öğretmendi. Babam buradaki okula gitmek istemediğimi biliyordu. Bana tuzak kurmuş meğersem. Kahvaltı bitmişti. Babam geriye doğru çekildi yavaş yavaş. Sonra öğretmen sofradakileri tepsiye koyarken babama “sen istersen git biz beraber gideriz okula’’ dedi bana tebessüm ederek. Babam da pencereden dışarı bakarak “yağmur da durmuş vallaha siz gidin aha da ben bi koşu bizimkileri uyarayım. Zeytine gideriz. Sen de memursun anlarsın izin ne kadar değerlidir’’ dedi gülerek. Öğretmen de babama tebessüm ederek cevap verdi. Babam “lan olum bak bu sefer taa öğretmenin evine getirdik. Kaçayım deme evde hesap veremezsin’’ dedi ve kapıya doğru yöneldi. O ara birden döndü “ha akşam da çıkınca köyün alt yanında bekle traktörle geçerken alırık seni’’ dedi. Başımı salladım hemen. Sonra geri döndü ve kapıya doğru yarım kalan adımını tamamladı. Öğretmen de babamı kapıya kadar geçirmek için dışarı çıktı. Ben hemen pencereye koştum. Yüzümü cama iyice yapıştırmıştım ancak böyle görebiliyordum. Kapının önünde babam çizmelerini ayağına geçirene kadar konuştular. Babam çizmelerini giyince elini kaldırarak selam verdikten sonra arkasını döndü ve hızlı adımlarla uzaklaştı. Hemen sobanın yanına indim. Isınıyormuşum gibi yaptım. O ara öğretmen girdi içeri. Sofra bezini koltuğunun arasına aldı ve tepsiyi tutup dışarı çıkardı. Kapı açık kalmıştı. Zaten ince bir ateş vardı sobada ve zor zekât ısınmaya çalışıyordu oda. Bu durum odanın biraz daha soğumasına sebep oldu. Hem aslında mecazi bir soğukluğa gebe gibiydi bu oda. Ve Şimdi daha iyi anlıyorum, ömrümün odalarının neden bu kadar soğuk oluşunu. Nerden nereye! Öğretmen girdi içeri ve kapının arkasındaki pantolonunu ve gömleğini alarak “üzerimi giyineyim çıkalım’’ diyerek mutfak tarafına geçti. Mahremi bir yabancıda görmüştüm. Gizlilik arz eden bir durumu muhafaza etmeyi… Mahremi ilk kez öğrenmiyordum tabi ya, bir yabancıda ilk kez görmemdi asıl olan. Kapı deminkine göre biraz daha kapalıydı ama soğukluk gittikçe artıyordu. Bir süre sonra elindeki pijama ve kazakla içeri girdi. Kapının ardına astı ve yine aynı yerden ceketini alıp giydi üzerine de sobanın arkasında koltukta duran 54


muhtemelen ısınması için konulmuş paltoyu aldı ve giydi. Sonra bana dönerek “hadi çıkalım’’ dedi. Ben hemen fırladım yerimden. Kapıya koştum çizmelerimi geçirdim ayağıma kapının önünde öğretmeni bekledim. Bir süre sonra çıkıp geldi. Sonra babam gibi aştığımız o tuğla yapıdan kurtularak yola çıktık. Yine o uzunca yolu yürüyorduk. Önümde köyün meydanına doğru incecik bir yol kasvetli mi kasvetli bir kıvrımla, sanki “gelmeyin’’ der gibi uzuyordu. Biz ise “gidiyorduk…’’ * Devam edecek…

55


Ölmeden Önce Görülecek Yer Tuğçe Duysak Bugün ayın bilmem kaçı, canım yazı yazmak istiyor. Yarım bıraktığım öykülerim var ki bunlardan birini yazmayı fazlasıyla istiyorum, sonra planladığım birkaç şey daha... Hepsi onların gerisinde kalan her şeyin bulunduğu yerde, kafamda. Pazar yerinden farksız kafamın içi. Dörtnala rakamlar koşturuyor harflerin ardından. 2ler, kâğıt 20likler 50likler. Toplamalar çıkarmalar daha oluşturamadığım cümlelerimi azaltıyor, engel olamıyorum. Kelimeler eksiliyor ve sonunda göğsüme bir fil oturuyor. Nefes alamıyorum! Biraz daha ileride bir demir parçasına rastlıyorum kafamda, ufuktan yavaşça gelen gemi gibi git gide büyüyor. Demir parçası, v şeklinde demir parçası, anten, sehpa üzeri anten, televizyon üzeri anten ve haberler. Mehmet ıı Ali ıı Birand'ın haberleri açık kalmış ne hikmetse. Kafamda onun haberleri de dönüyor. Önemliler önemsizler derken herkes konuşuyor ekranda. Düşünüyorum herkes kendince haklı olabiliyor, kimini destekliyorum. Birand ben de konuşmak istiyorum, en çok herkes gibi! Reklâmları biraz ileri de kafa içi aile meclisinde izliyorum. Tencere kapaklar, paylayıp sönen baloncuklar... Kan bağları yerine gönül bağlarını tercih edesim geliyor. Oraya gidiyorum. Burası çoktandır yaşamak için kullandığım bir yer gibi. Yıkık biraz, bir kısmı yanmış. Çok kötü kokuyor, epeydir kokuşmuşları konuk etmişim sanırım. Biraz daha ilerliyorum burada, birkaç güzel oda görüyorum. Biri gün batımının o kışkırtıcı uyutucu ve bütün zıtlıkları içinde barındıran havası içerisinde. Buram buram yenilenmek kokuyor, buram buram tutku ve aşk. Tüm ev böyle olsun istiyorum. Odaları birleştirip bu kokuyu yayabilir miyiz geçmişe? Teşekkürler, başlayalım o zaman. Geçmişi kim temizleyecek, birini bulmak lazım. Kafa içi temizlik a.ş.'den Ayşe teyze süpürüyor geçmişi. Benim ürünüm olanları bir köşeye toplayacağız, diğerlerini ise yakacağız. Dikkat sakın geri dönüşüme vermeyelim çöpleri! O burayı süpürürken ben yerde geçen sattığım akbilimi görüyorum. O da ne pasom da orada. Akbil yuvarlanıyor, değeri altı lira, ardından paso ve ben. Koşuyorum. Taksim, Karaköy, Eminönü, Gülhane, Beyazıt, Laleli, tekrar Eminönü… Raylı sistem gibiyim, akbilim yoksa kazıklanmamak için kendi kendimi götürürüm. Saatime bakıyorum, ulaşım aracından bile daha hızlıyım. 56


Bir bardak su aramaya başlıyorum. Reklâmdaki gibi bozuk paralar geliveriyor ardımdan, hepsi 50 kuruşluk. Kaçmalı mı, toplamalı mı? İki ucu cicili değnek. En iyisi tükürükle idare etmeli. Yutkuna yutkuna yürürken arkadaşlarımı görüyorum. Biri uçuyor, biri kaçıyor, biri dargın, biri üzgün. Bu tepkiler bana mı? Özür dilerim. Aşırı kaybetme korkumdan ötürü sizi kırmamak adına kafa içi sigorta olarak eskiyen, zarar görmüş her şeyi onaracağız. Demek istesem de diyemem. Dicle'nin çökerti fili hala göğsümde. Herkese yetişemiyorum, sevsem de. Deniz ve yol her şeyi unutturuyor insana, gözlerim kısık gidiyorum. Ölmeli mi bu an? Ne fark eder ki küçülemedikten sonra yaşamak. En mutlu olduğum bir anda alsana beni hayat, yanına. Gerçeğin insan ürünü olmadığı senin insan ürünü olmadığın bir şey diliyorum. Diliminde insan ürünü olmadığı. Çok kirlendik, beni doğaya geri ver. Beni özümde olana bırak. Anlamsız tüm bunlar. Biri kurdu, biri düzenledi, biri sahneledi, biri oynadı diğerleri hani bana hani bana dedi. Ben demiyorum. Al beni, diğerleri çarpışsın kendi arasında. Al sevdiklerimi. Başa dönebilir miyiz?

57


Sözün Bittiği Yer Melih Öncel “zenginler savaş açtığında ölen yoksullar oluyor.” Jean-Paul Sartre “Sözün bittiği yere” geldik dedi bir büyüğümüz... “Sonunda!” demeyi çok isterdim; ama bu durumdan pek de emin değilim. Ne yazık ki aklıselim bireyler olabilmek için bu yolda daha çok zaman geçireceğimizi düşünüyorum. Haberler, politikacılar, devlet ve hatta çevremdekiler bana bunu hissettiriyor. Uzun zamandır aynı doğrultuda; ne içinde bulunduğumuz durumu, ne de kendimizi geliştirerek ilerliyoruz. Attığımız her adımda aynı hikâyeyi sürüklüyoruz peşimizde. Sözün bir an için bile bitmediği, söylenen sözlerin de asla dinlenmediği gidiş bu gidiş. Yol üstünde ölü bedenler uzanıyor, yolun kenarlarında yitip gitmiş yaşamlar var. Boşaltılmış köyler, terk edilmiş hayatlar var arkamızda. Hırs uğruna, inat uğruna devam eden bir çatışma; karşı tarafı duymamak için kullakları kapalı sıkılmış kurşunlar var etrafta. Sözün bittiği yerde duygularımızı harekete geçiren ve bir filmi kurgular gibi müziklerle, görüntü efektleriyle kurgulanmış haberler var; fakat elimizde çözüme giden bir yöntem değil duygularımızın körüklediği nefret ve kaybettiğimiz sağduyumuz var. Yine de ilerliyoruz aynı şekilde; iletişimden bahsediyoruz; fakat kendi akıllarımızda yasaklamışız bir dili konuşmayı ve yanımızda duyunca geriliyoruz bir anda; hatta kızıyoruz; ama nasıl engellersin bir ananın evladıyla konuşmasını? Yine de devam ediyoruz, otuz yılı aşkın bir süredir görmezden gelerek ilerliyoruz. Bütün bunlar olurken ben, milliyetçiliği tetikleyen milliyetçilikten uzaklaşmaya, yalan politikalardan sıyrılmaya çalışıyorum. Vicdanımı kaybetmemeye uğraşıyorum, hümanizme sarılıyorum. Ve sonra canciğer bir arkadaşımla kavga ediyorum. Romantik diyor bana. Hümanistlikle hiçbir şeyin çözülemeyeceğini söylüyor. Çatışmalar çözdü mü peki sorunlarımızı? Ateşlenmiş hangi kurşun daha haklıydı bu savaşta? Gözümü gerçeklere kapatmakla suçluyor beni; oysa göremiyor mu ki iki taraflı nefret minik parmaklarda taş olur uçarken havada, ne devlet kalıyor ortada, ne terör, ne de kahramanlık? Gözümü kapatan ben miyim; yoksa yıllardır sağ partiler tarafından yönetilmiş, sağ bir düzene oturtulmuş ve sağ bir cahilliğin esiri olmuş devlet mi? Çocuk mu kandırdık yıllarca sorun yok diyerek? Başarılı olduk mu? Kandırdığımız çocuklar mı şu anda hapiste olanlar? En güzel çocukluk yıllarını yaşayamamış canlar heba olurken ve dostum hala bana düzeni savunurken bir 58


kez bile sevişememiş canlar için ağlamak istiyorum, babasız kalan çocuklar, unutulmuş insanlar için. Kendimizi eleştirmenin zamanı gelmedi mi artık? Acı hepimizin acısı değil mi? Vatanı kurtarmak 5 ay askerlik yapmak mı sadece? Yoksa biz sıradan insanlarında atabileceği daha somut adımlar var mı? Ben bir politikacı değilim, ben bir asker değilim (zaten iddia edilenin aksine kimsenin asker doğduğu falan da yok ya!); ama eğer konu sorumluluksa vatandaş olarak yapabileceğim tek şey demokratik biz düzende oy vermektir ve oyumun arkasında durmak, takip etmektir. “Vatanı kurtarmak” istiyorsak ezberimizi bir kenara bırakmak zorundayız. Poltikacılara saldırmalıyız; farklı renklere, farklı görüşlere değil. Ya örümcek ağı dolu kafalarını temizlemeye zorlamalıyız ya da yerlerini başkalarına bırakmaya. Evet, ordunun görevi bizim güvenliğimizi sağlamak; ama unuttuğumuz noktalardan biri de bu sanırım. Ordunun görevi sadece güvenlikle ilgili. Barış, çözüm ve toplumsal ilerleme bayrağa sarılı tabutların ya da bir yerlerde unutulmaya bırakılmış cesetlerin sayısıyla doğru orantılı değil ne yazık ki. Sosyo ekonomik boyutunu unutuyoruz sorunun, bunun kimin nasıl çözebileceğini unutuyoruz. Bizlerse bu değişimi sağlamak için elimizde ki gücü göremiyoruz. Unuttukça sorunu güçlendiriyoruz. Yoldaki kanlar hepimizi kana buluyor. Kadın, erkek, Türk, Kürt, asker, politikacı, sen, ben, hepimizi...

59


Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! Mustafa Balbay Başlık, Albert Camus’nün sözü… Sanat, yeryüzünde insanlığın, karanlığa karşı mücadelesinde en önemli güçlerden biri olmuştur. Sanatın bu gücünü bilen yöneticiler tarih boyunca iki yöntem arasında gidip gelmiştir: 1- Tamamen kendi kontrolü altına almak ve kullanmak. 2- Tümüyle yok saymak ve ortadan kaldırmak. Bu iki yöntemin coğrafyası da yoktur. Hemen her yerde aynı yaklaşımla karşılaşmıştır sanatçılar. Ama ne olursa olsun, kaybetmiş gibi görünseler de kazanan hep onlar olmuştur. Büyük sanatçılar için vatan ve zaman tartışması olmaz. Onlar nereye giderse gitsin, doğduğu toprağın insanıdır. Zaman kavramı da işlemez onlara. Hatta zaman geçtikçe tazelenirler. Yeri geldikçe aktarmadan geçemediğim bir Çin sözüdür: Bir yıl sonrasını düşünüyorsan, tohum ek. On yıl sonrasını düşünüyorsan, ağaç dik. Yüz yıl sonrasını düşünüyorsan, toplumu eğit. Buna benim kendimce bir ekim var: Bin yıl sonrasını düşünüyorsan, sanatçı yetiştir. *** Anadolu’nun en eski sanatçıları ozanlarımızın “söz sanatının” bütün inceliklerini kullanarak yazdıkları dörtlükler hala güncel değil mi? Yüzlerce yıl öncesinden bugüne ışık tutmuyorlar mı? Yunus Emre’nin şu sözünden daha hümanist kaç söylem vardır: “Bir insanı incittinse, bu kıldığın namaz değil!” Bugün Türkiye’de, dini araç, vahşi kapitalizmi haraç edinmiş bir iktidar var. Doğal olarak sanata karşı. Olsa olsa ne kadarını kullanabilirim diye bakıyor. 60


Ötesi batıyor. Hele birazcık gerçekleri söyleyen varsa, kendisine yeryüzünden köşe beğensin! Hükümet kadrolarının sanata şaşı bakışı yetmiyormuş gibi, kimi sorumlu noktadaki sorumsuzlar, özel kurumların sanata olan desteğini bile yönlendirmeye girişebiliyorlar! “Onu değil bunu destekleyin” diye dayatıyorlar. Şunu da en iyi iktidardakiler biliyor: Sanata bulaşmış bir kişi, bağnazlaşamaz… Onu, körü körüne bir düşüncenin peşinden sürükleyemezsiniz… *** Bu durumda ne yapmalı? Sanatın gücüne inanan herkes, bütün gücüyle sanatı desteklemeli. Evet, karanlığa sürükleniş var. Ama bu karamsarlığa sürüklememeli bizi. O zaman karanlığa biz davetiye çıkarmış oluruz. Son gelişmeler, toplumsal mücadelenin bir dayanağının da sanat olduğunu gösterdi bize. Resim sanatından söz sanatına, tiyatrodan müziğe her alanda sanat toplumla buluşmalı… Sanatın aydınlığı, yüzü karanlığa dönük herkesi kuşatmalı… Bir anlamda karanlığın kuşatmasını tersine çevirmeli… Gelin; sadece sanatı sevmekle, sanatçılar zor duruma düşünce onları desteklemekle kalmayalım… Sanatla iç içe olmayı bir yaşam biçimi olarak yerleştirelim. O gün kendimizi daha güçlü hissedeceğiz… Sanatın ışığı boş sandalyeleri, salonları değil, insan yüzlerini aydınlatmak ister… Not: Mustafa Balbay tutuklu olduğu için bu yazıyı Cumhuriyet Gazetesi Ege Bölge Temsilcisi Sayın Serdar Kızık’ın izniyle yayınlıyoruz.

61


www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat

62


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.