Azizm Sanat E-Dergi Ocak 2010 Sayı 27 Dosya: Özgürlük Nazım ve Ritsos Beyaz Yele, Avatar, Reha Erdem Türk Resminde Kurtuluş Savaşı
1
Editörden Aralık 2008’de bu sayfalarda “Korku” temasını işlemiştik. Ülkemizde halkın üzerine çöken korkunun Polis Devleti veya Korku İmparatorluğu imgelerinde şekillendiğini hatta somut olarak hissedildiğini söylemiştik. O yazıyla bir yılı kapatırken gelecekte bu sürecin bitmesini umduğumuzu belirtmiştik. Şimdi yepyeni bir yıla, 2010’a merhaba derken tema olarak “Özgürlüğü” işlemek aslında yukarıda sıraladığımız sürecin daha baskın bir şekilde devam ettiği ve tutsak olduğumuzun altınının çizilmesi gibi bir his yaratmakta. İnsan, kendinde olmayanı ister. Huzuru ancak parası olmayan para, parası olup huzuru olmayan huzura yönelir hayallerinde. Aşırı ilgili bir babanın çocuğu daha bağımsız bir yaşam isterken ilgisizlikle büyümüş bir çocuk günün birinde babasının kendisiyle ilgilenmesinin düşlerini kurar. Eğer bizler özgürlük üzerine yazmak, düşünmek istiyorsak bu demektir ki bizler özgür değiliz ancak bunun peşindeyiz. Birkaç kişinin onlarca villası varken milyonların evsiz olduğu, topçu ve popçular gecede milyonları cebe indirirken bir aylık emek karşılığında bir ay yetecek çay-simit ücreti alanlar çoğunluktaysa, suçlular aramızda hatta tepemizdeyken kaleminden ötürü yazarlar hapse atılıyor, dergiler, internet siteleri hatta kitaplar sansüre maruz kalıyorsa o ülke tutsaktır. Dilediğimiz kadar demokrasiden bahsedelim, insan haklarından söz edelim hatta zamanında milyonları umutla haykırışa çağırdığımız “Özgürlük” şarkılarını günümüzde reklamlara satalım ve hakları ellerinden alınan, emekleri sömürülen işçilerimizin çığlıklarına rağmen sistemin “tıkır tıkır” işlediğini söyleyelim yine fark etmez, özgürlük bizim sahip olduğumuz değil peşinde olduğumuz bir kavram olarak süregelmektedir Anadolu’da. Özgürlük mücadelemizin en büyük ozanı Nazım Hikmet’in doğum gününü kutladığımız bu ay, şairimizi komşumuzun büyük ozanı Yannis Ritsos’la birlikte anıyoruz. Değerli yazarımız Adnan Binyazar geçtiğimiz ay yitirdiğimiz sanatçılarımız Zeki Ökten ve Ali Taygun’u engin kalemiyle işliyor sayfalarımızda. Cumhuriyet Gazetesi çizeri, değerli aydın Mustafa Bilgin ise özgürlüğü karikatürüyle aktarıyor bizlere. Ressam-yazar-akademisyen destekçimiz Ümran Bulut ülkemizde artık unutmakta olduğumuz özgürlüğü bir zamanlar getiren Kurtuluş Savaşı’nın Türk resminde yansımalarını ele alıyor. 2
Biyolog Özgür Keşaplı Didrickson’ın geçtiğimiz ay ilk bölümü yayınlanan Kuşların Evrimi yazı dizisi bu ay devam ediyor. Öykü ve şiirlerimizin dışında sinema yazılarımızda ise özgürlük temamız çerçevesinde usta Fransız yönetmen Albert Lamorisse’nin bir sinema klasiği olarak adlandırılan filmi Beyaz Yele üzerine çalışmamızı bulabilirsiniz. Yakın dönem Türk sinemasının yönetmenlerini işlemeye bu ay usta yönetmen Reha Erdem’le devam ediyoruz. Geçtiğimiz ay gösterime giren ve daha şimdiden sinema tarihi sayfalarına adını kazıyan, yönetmenliğini James Cameron’un yaptığı görsel şölen Avatar üzerine eleştirimiz de sayfalarımızda. Özgürlüğe erişeceğimiz ve başka kavramlar üzerine kafa yoracağımız aydınlık günler dileğiyle, Sanatla kalın dostlar…
www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
Ön Kapak: Halka Yol Gösteren Özgürlük(1830) – Eugene Delacroix Arka Kapak: Alegori-Savaş (1916) – Hüseyin Avni Lifij 3
İçindekiler Türk Resminde Kurtuluş Savaşı Teması – Ümran Bulut
s.5
Aynı Topraklarda Özgürlüğe Çarpan İki Yürek: Yannis Ritsos ve Nazım Hikmet – Selin Süar
s.14
Kavram Kargaşası Altında Özgürlük – Onur Keşaplı
s.20
Özgürlük ki Sen (şiir) – Ahmet Doksanoğlu
s.25
Beyaz Yele’nin Taşıdıkları – Onur Keşaplı
s.27
İfadesiz Kalmak – Selin Süar
s.33
İzne Çıkan Ölüler – Adnan Binyazar
s.36
Avatar’ın Gerçek Boyutu – Onur Keşaplı
s.39
Mahpus Kaça Kaça Biter (karikatür) – Mustafa Bilgin
s.47
Türkiye’de Bağımsız Sinema ve Reha Erdem – Ümit Hüseyin Girgin
s.48
Kuşların Kökeni ve Evrimi (2): Kuşların ve Uçuşun Evrimi Üzerine Teoriler – Özgür Keşaplı Didrickson
s.65
Geçmişe Müebbet (3) – Abdullah Rıdvan Can
s.78
Bir Yanım (şiir) – Tuğçe Duysak
s.80
Kalpsiz (2) – Cem Göksoy
s.81
Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! – Mustafa Balbay
s.87
4
Türk Resminde Kurtuluş Savaşı Teması Ümran Bulut Sanatın toplumsal yapılara, bağlı gelişmesiyle, sanatçının yaratımını politik, ekonomik, kültürel şartlara uyumlu bir tavırla gerçekleştirmesi özdeştir. Bu arada tarihî sürecin hiçbir döneminde varlığı inkâr edilemez olan savaşlar, tüm ulusların sanatında yer almış genel bir konu olduğu kadar, tüm sanatçılarca aynı duyguların yorumlandığı ortak bir dili barındırır. Örneğin; Fransız Devrimi'nde halkları coşturan heyecanlı anlatımlar, Türk Resmi'ne yansıyan Ulusal Kurtuluş Savaşı'yla ilgili yapılmış olan tablolardan çok da farklı değildir. Ya da Birinci Dünya Savaşı yıllarında bir Alman dışavurumcu ressamın yapıtında izlenen acı ve felâket görüntüsü, "Guernica"ya bir başka tavırla yansımıştır. Kurtuluş Savaşları, inançlar uğruna yapılan savaşlar, ideolojik savaşlar, topyekûn savaşlar[1] gibi en eski olgulardan biri olarak, toplumların içine düştükleri çıkmazlar için yapılmışlardır. Bu savaşlarda kullanılan dil, her dönemde sanatçılara esin kaynağı olmuştur; savaş acısı, hüznü, yıpratıcılığı, zorluğu, onların sanatları için adeta birer belletendir. Dolayısıyla Kurtuluş Savaşı ortamı, ressamlarımızı aynı duygularla sarıp, onların bu konunun dışında kalmasına izin vermeyen bir bütün sergilemiştir. Yapılan resimler, toplumun dramını acıyı hissettirirken; bazıları ise yaşayan vahşeti gözler önüne sermekten geri kalmaz. Savaş resimlerinde belirgin olarak izlenen halkları coşturan yaklaşım, genellikle bağımsızlık uğruna yapılan savaşlara aittir. Bunu "Türk Resminde Kurtuluş Savaşı Teması" için de söylemek mümkündür.[2] Özellikle insan figürününün çokça kullanıldığı hareketli kompozisyonlarda, ressamlar son derece başarılı olmuşlardır. Çünkü onlar, Osmanlı İmparatorluğu'nun son yıllarında yaşanan kuşkulu düzenden ve kötü gidişattan haberdardırlar: Bu düzen onların kurtuluşa karşı duyarlılıklarını arttırmıştır. Bu resimlerde hem tutkulu, hem de araştırmacı bir tavır yakalanmalıdır. Amaç, savaş hüznünü, yıkıcılığını yansıtmanın yanında, ulusallık ruhunu güçlendirmek, savaşın nasıl zor şartlarda kazanıldığını belgelemektedir. Bu konuda Ruhi Arel, Üsküdarlı Cevat, Ali Cemal, Nejat Çelik, A. Sami Boyar, Arif Kaptan, Ercüment Kalmık, Diyarbakırlı Tahsin, Halil Dikmen, Cemal Tollu, Ali Çelebi, Zeki Kocamemi, İbrahim Çallı, Avni Lifij, Hikmet Onat, Namık İsmail, Abidin Elderoğlu, Hayri Çizel gibi sanatçılar belli bir tarzda olmasa da, aynı duygularla hareket etmiş ressamlardır. 5
Kurtuluş Savaşı resimleri, Çanakkale Boğazı savunmasında gösterilen başarının yankıları ile daha da özendirici bir hal almıştır. Zaten, savaş yaşanan toplumsal olay olarak, ister istemez resimlere yansıyacaktır. Bu konuda, özellikle Şişli Atelyesi Türk resim tarihi içinde anılması gereken önemli bir etkinlik olarak gündeme gelir. 1914 kuşağı ressamlarından Sami Yetik'in önerileri doğrultusunda Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın verdiği emir ile kurulmuş olduğu düşünülen Şişli Atelyesi'nde çalışan ressamlardan Hikmet Onat (1882-1977), Ali Sami Boyar (1880-1967), Ruhi Arel (1880-1931) askeri okulda okumuş sonra resime başlamışlardır. Bu konuda Ruhi Arel için Celal Esat Arseven şu tanımı yapar: "Koyu milliyetçi bir halk çocuğu idi. Türk'e ait herşeyi büyük bir bağlılıkla severdi. Türk'ün yaşayışı, eşyaları onun için ilham kaynağı idi. Avrupa da okuduğu halde batılılaşmamış, idealist bir milli ressam olmuştur. Yapıtlarında göze en çarpan özellik, Türk işleme ve halılarındaki renkleri ve uyumu hatırlatmasıdır.”[3] Şişli Atelyesi'nde Türk insanının geleneksel davranış biçimi, ruhu ele alınmıştır. Yani resimler sadece savaş izlenimi, belgesi değildirler. Bu atelyede ayrıca Mehmet Ali Laga, Ali Cemal, Namık İsmail çalışmışlardır. Ressamlar cephede araştırma yaparak savaşı yaşamakla kalmamış, ardından, savaş araç gereçlerini atelyeye getirterek, gerçekçi bir üslûbu benimsemişlerdir. Daha sonraki dönemlerde de Kurtuluş Savaşı resimleri yapılmıştır; ancak Şişli Atelyesi eskisi kadar yoğun ilgi görmemiştir. Kurtuluş Savaşı ruhunu hissederek resim yapan ressamımız Sami Yetik, Balkan Savaşı'na katıldığı dönemde savaşın trajik yönü ile ilgilenmiş ve birçok eskiz çalışması yapmıştır. Sergilerde vurgulamak istediği şey, daha çok kahramanlık konusudur. Şişli Atelyesinde yaptığı resimler tarihi belge niteliğindedir. Bu resimler arasında "Türk Kurtuluş Savaşı'ndan", "Kurtuluş Savaşında Türk Askerleri", "Hücuma Kalkış", "Doğu Cephesinden Dönüş" adlı tabloları, sanatçının savaşı her boyutuyla incelediğini gösterir. 1914 kuşağı ressamlarımızın askeri kökenli oluşları, onların savaş temasına ilgilerini çoğaltmıştır düşüncesi, Avni Lifij’in "Savaş ve Alegori" resmi ile farklı bir boyut kazanır. Bu resim sanatçının sembolizme duyduğu yakınlığın göstergesidir. Savaşın insanlara yaşattığı felâketler, acı dolu görüntülerle verilmiştir. Sıcak renklerin derinliklerindeki mekân ve figürlerin hareketleri savaş trajedisini yaşatmaktadır.
6
Alegori - Savaş Avni Lifij 160x200cm Tuval üzerine yağlıboya Ali Sami Boyar (1880-1967) Kurtuluş Savaşı temasını, "Askerbaşı", "İtfaiye Eri", "Güvertede" ve "Borazancı" gibi resimlerinde işlemiştir. Onun resimleri askerlerin dikkatini, yardımlaşmayı, heyecanı, düzeni yansıtmaktadır. Örneğin; "Borazancı", savaşta görevli bir askerdir. Gücü ve kararlılığı temsil eder. Sanatçının sağlam deseni, bu anlatımı daha da güçlendirmiştir. 1914 kuşağı ressamlarından Hikmet Onat ise, savaş nedeniyle yurda dönerek, yurt özlemini yansıtan resimler yapmıştır. Bu konuda: "Türkiye'nin havası bizi başka yollara götürdü." dediği bilinir.[4] "Harbe Giderken", "Köyden Mektup", "Çanakkale’de Siper" adlı resimlerini savaş heyecanı ile gerçekleştirmiştir. Savaşta askerlerin psikolojisi, ölüm korkusu, özlem gibi insanî duygular ya da savaş dinamizmi içinde yaşananlar tablolarında iri fırça darbeleri ile daha da belirginleşir. 7
8
Siperde Mektup Okuyan Askerler Hikmet Onat 124x150cm Tuval üzerine yağlıboya Şişli Atelyesi’nde çalışan ressamlardan “Ali Cemal (1881-1939) “Yaralı Asker”, “Yaralı Düşman Askere Yardım Eden Türk Askeri” adlı resimlerinde savaşın askerler için de ne gibi zorluklar ve acılarla dolu olduğunu anlatır. Burada geniş bir alanın ön planında, büyükçe yer alan iki asker ve onları izleyen arkadaki at figürü, savaş kurbanları olarak, üçlü bir kompozisyonu oluştururlar. Konu yardımlaşmadır; sevgi ve şefkat kavramları, görülen sessizlik içinde daha da değerlenmektedir. İnsanın insana gösterdiği dayanışma her zaman yaşatılan insancıl bir davranış olarak, bu resimde güçlü bir anlatımla karşımızdadır. Kalın fırça vuruşlarının görüldüğü resimde, izlenimci yaklaşımın yanında, dışavurumcu bir tavır da dikkat çekicidir. Bu resim Türk Resminde dışavurumculuğun ilk örnekleri arasındadır.
9
Yaralı Asker Ali Çelebi 100x50cm Tuval üzerine yağlı boya Kurtuluş Savaşı konulu resim yapmış olan diğer ünlü ressamlarımız Ali Avni Çelebi ve Zeki Kocamemi'nin resimlerinde desen ön plandadır. Ali Çelebi çizgisel bir yapı içinde kesin geometrik ve inşaacı tavrı benimser. "Silah Arkadaşları" resmi ile aynı yazgıyı paylaşan askerleri anlatır. Bu, ulusun Kurtuluş Savaşına karşı duyduğu ortak istenci görselleştirmektir. Zeki Kocamemi'nin resimleri de aynı anlayışla sağlam bir yapı sunar. İnşaacı tavrı 10
ısrarla kullandığı "Mekkare Erleri" adlı yapıtı bu konudaki en tanınmış eseridir. Hacimselliğin iki figürün yere basışlarındaki sağlamlıkla verildiği bu resimde figürler, küçük tepeyi aştıktan sonra, yola devam etmekte kararlıdırlar. Yola devam etmek, ileriye gitmek fikri Kurtuluş Savaşı'nda zorluklarla güçlerini birleştiren insanlar için, çözüm getiren bir kavramdır. Tüm olumsuz şartlara rağmen askerler ve halkın birlikteliği bu resimdeki ince anlatımla uyum içindedir. Kurtuluş Savaşı resimlerinde Halil dikmen (1906-1964) aynı konuya farklı bir yorum getirmiştir. O da Anadolu halkının bağımsızlık ve kurtuluş özlemi ile bir bütün olarak çalıştıklarını belgelemek istemiştir. "İstiklâl Savaşında Cephane Taşıyan Köylü Kadınları" adlı eseri bu konuyu en çarpıcı yansıttığı resmidir. Tabloda renkten daha çok desene ve ışık gölgeye önem verilmiştir. Böylece, savaş ruhu dramatik bir tarzda ele alınmıştır. Toplumun milli mücadeleyi bir vücut olarak sürdürdüğü izlerini Şeref Akdik'in (1899-1977) "Kurtuluş Savaşı'nda Ekmek Saçlarından Sürgü Yapımı" isimli tablosunda iletmek mümkündür. Sanatçının "Atatürk Telgraf Başında" adlı yapıtı da aynı anlatımı üstlenmiştir. Ercüment Kalmık ise (1909-1977) "Kurtuluş Savaşı", "Çanakkale Savaşı" resimleri ile Türk askerinin gücünü vurgulamaktadır. Her iki resimde de askerin öne çıkmış hali, ileriye gidiş kararlılığını anlatmaktadır. Sanatçı bu anlatıma, güçlü desen ve ışık gölge kullanımı ile ulaşır. Kurtuluş Savaşı konulu resimlerde Cemal Tollu’nun (1899-1968) yaklaşımı daha farklıdır. Onun için önemli olan, plastik değerlerdir. Sanatın, bir yorum ya da bir duyarlılık olayı olduğunu, plastik kaygı ve estetik anlayış doğrultusunda çözümlenmiş bir ilişki olduğuna inanır. Cemal Tollu zaman zaman zor durumda olan, ya da hasret gideren askerlerle ilgilenmiş olsa da, genel olarak Türk Milletinin birlikteliğinden doğan güce hayranlığını ifade etmiştir. Türk Resim Sanatında modern dönemin başlangıcı sayılan D Grubu içinde yer alan Tollu, savaşın sonuna dek süvari teğmeni olarak görev yapmıştır. Resimlerinde inşaacı bir tavır izlediğimiz ustanın en ünlü savaş resimleri. "Manisa Yangını", "Çanakkale, 18 Mart 1915 adlı yapıtlarıdır. Resim sanatı tarihinde tüyler ürperten ve insanları derinden etkileyen savaşlara karşı ressamların heyecan, coşku, ürperti ve yada trajediyi, kendilerine özgü dille yansıtmış olmaları doğaldır. Bizler, sanatçıların savaşa nasıl tepki gösterdiğini ve ondan nasıl etkilendiğini görerek savaş vahşetini yaşarız. Bir başka açıdan ise, savaş resimlerinin bizleri etkilemesi, mutsuzluğa, umutsuzluğa 11
sürüklemesi, insanlık tarihinin geçmişiyle aynı paralellikte olduğunun en açık göstergesidir. Ancak, Kurtuluş Savaşları konulu resimler, savaşların bu dramatik yapısından çok, toplumsal bir eylemi, duyarlılığı yansıtırlar. Bu resimlerde özgürlüğe karşı duyulan özlem, acıma ya da kendini feda etme ile işlenmiştir. Türk Resminde Kurtuluş Savaşı konulu resimlerde bu durum aynı özenle anlatılmıştır. Savaşın felâketleri gibi somut görüntülere karşı yansıtılmak istenen olgu, toplum dayanışmasından doğan güç, azim ve kararlılıktır. Türk halkını heyecanlandırarak, özgürlüğe çağrı yapan duyguyu güçlendiren, birliktelikle daha kuvvetli olunabileceğini anlatan sahneler; coşturucu içeriklerin biçimlendirdiği yapılarıyla o dönemi belgelerler. Sonuçta büyük boyutlu yağlıboyalar olan bu resimlerde renkçi, lekeci, inşaacı, dışavurumcu gibi üslûpsal farklılıklarla da olsa bu yakalanmıştır. Dolayısıyla kurtuluşa duyulan istek, inanç havasına bürünmüştür. Çünkü bağımsızlık özlemi, toplumdan ayrı düşünemeyeceğimiz ressamlarımız için de vazgeçilemez bir duygudur. Hatta bağımsız olma fikrine duyulan saygı, bu konunun daha sonraları, tekrar tekrar ele alınması şeklinde kendini göstermiştir. Modern sanayi toplumunun karakteristik özellikleri arasında yer alan, bir ülkenin toplumsal ve iktisadî kaynaklarının silahlı bir çatışma uğruna azami derecede seferber edilmesini kapsayan, genellikle sivil halkı ve ekonomiyi de düşmanın saldırılarına maruz bırakan savaş biçimi: B.k.z. Gordon Marshall "Sosyoloji Sözlüğü", çev.: Osman Akınhay-Derya Kömürcü, Bilim ve Sanat yayınları, s.761, Ankara, 1999. [2] Bu konuda Türk Resminin Osmanlı İmparatorluğu'nun Batılılaşma hareketleriyle kazandığı ivme ardından ulaştığı çizgi, I. Dünya Savaşı Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Dönemi'nde yapılan resimler şeklinde incelenmelidir. B.k.z. Sezer Tansuğ, Çağdaş Türk Sanatı, s.118-135, 149153, İstanbul, 1996. Ayrıca b.k.z., "Cumhuriyet Dönemi Türk Resmi" Nurullah Berk, Kaya Özsezgin, s.13-82, Ankara, 1983. [3] Nurullah Berk, "Galatasaray Sergileri", Çağdaş Türk Resim Sanatı, Cilt:2, s.58, İstanbul, 1981. [4] Nurullah Berk, "Galatasaray Sergileri", a.g.y., s.52. [1]
KAYNAKÇA Tansuğ, Sezer; Çağdaş Türk Sanatı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1996. Boyar, Pertev, S.; Türk Ressamları, Ankara, 1948 12
Çoker, Adnan; Osman Hamdi ve Sanayi-i Nefise Mektebi, Mimar Sinan Üniversitesi Yayını, İstanbul, 1983 Köksal, Ahmet.; "Hayri Çizel'in Görsel Tanıklığı", Türkiye'de Sanat Dergisi, İstanbul, 1992, s.54-55. Gültekin Gönül., Türk Ressamları Dizisi, Ali Çelebi, Türkiye İş Bankası, Kültür Yayınları.Ankara, 1984 Eyüboğlu, Bedri, Naci, E., Aslıer, M.; Çağdaş Türk Resminden Örnekler, Ak Yayınları, İstanbul, 1982 Berk, Nurullah.; Başlangıcından Bugüne Çağdaş Türk Resim Sanatı Tarihi, Tiglat Yayınları, Cilt:2, s.47-49, 52-59, 74-76., İstanbul, 1984 Çakır, A., Bilensoy, K., Zeki Kocamemi, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Yayınları, İstanbul, 1979. Marshall, Gordon; Sosyoloji Sözlüğü, Çev: Osman Akınhay-Derya Kömürcü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara 1999.
13
Ayrı Topraklarda Özgürlüğe Çarpan İki Yürek: Yannis Ritsos ve Nazım Hikmet Selin Süar Bir şey bilmiyorum - dedi - bir şeyim yok, bir ey değilim buradaysam, dünyanın içinde, çakılmış bir büyük kanatla göğsüme, o'dur öğrendiğim tek sözcük, söyler ağlarımonu tanıyorum, onunla varım, onu haykırırım rüzgârauykusuz ıssız gecelerde öldürenlerin öğrettikleri onca taşın taşlanmanın altında - yalnız bir sözcük: Özgürlük, Özgürlük, Özgürlük. Ayrı insanların yanında, ayrı topraklarda, aynı mücadeleyi vermek için yerinden yurdundan oldu ikisi de. Diktatörlerin şiddet dolu karalamalarından, gözünü kan bürüyen faşizmin saldırılarından her ikisinin de yazgısı nasiplerini alsa da kâğıdın üzerine düşen düşüncelerinin gölgesinde barış ve aydınlık için durup soluklanan insanların kalbinde, dünya edebiyatının dallarında yeşermeye devam etti isimleri…
Yannis Ritsos 14
1 Mayıs 1909’da Monemvasia’da (Yunanistan) dünyaya gelen Yannis Ritsos, Yunan edebiyatının önemli isimleri arasında yer alır. Bugün, dünyaca tanınan sayılı Yunan şairlerinden biri olan Ritsos, şiirlerinde barış özgürlük ve demokrasi temalarını işlemiş, aynı zamanda Yunan toprağını sade bir anlatımla dizelerine dökmüştür. Ayrıntılara, nesnelere şiirlerinde sıkça rastlanır ve yalınlığından, buna rağmen çarpıcı üslubundan dolayı okuyucuyu kendi dünyasına çekip almaktadır. Ritsos, 1924 yılının Kasım ayında kurulan Yunanistan Komünist Partisi’ne ( Κομμουνιστικό Κόμμα Ελλάδας- KKE )1931 yılında katılır. 1930’lı yıllarda Avrupa’da faşizm hareketleri hız kazanmaya başlar ve KKE, faşizme karşı mücadeleyi sağlamlaştırmak üzere Halk Cephesi’ni kurar. Yannis Ritsos, burada işçi sınıfından yoldaşlarıyla birlikte faşizme, baskıya, şiddete karşı mücadele vermeye başlar. 1934 yılında Sovyetler Birliği’nde sosyalist düzeni anlattığı ve nihilizme karşı tavır aldığı ilk şiir kitabı ‘Traktör’ yayınlandı, peşi sıra 1935’te de ‘Piramitler’ geldi. Yalın bir dil kullanarak ve imgelerin birbirini takip ettiği akıcı üslupla yazdığı, Epitaphios (Yazıtlar), halkı direnişe ve birleşmeye çağırmıştır. 1936 Ağustos’unda Ephaistos, Metaksas hükümeti yönetime geldiğinde Akropolis’te törenle yakılmıştır. Ephaistos’un önemi yalnızca, halkı direnişe çağırdığı için faşist yönetimi korkutması değildir, aynı zamanda birbirini takip eden uzun dizeler ve tekniğinden ötürü geleneksel Yunan şiirinin biçimini de değiştirmiştir. Hayatını barışa ve özgürlüğe adayan şair, II. Dünya Savaşı’nda ilk başta İtalyanlara, ardından Almanlara ve en nihayetinde İngilizlere karşı direnen halkın yanında mücadeleye katılmıştır. Metaksas ve Papadopulos dönemlerinde diğer sanatçı ve edebiyatçılarla birlikte Ege adalarında sürgün hayatı yaşamış, aydınların baskısı sonucu ancak 1970 yılında Atina’ya geri dönebilmiştir. 1956’da yayınlanan Ayışığı Sonatı’yla Ulusal şiir ödülüne, 1976 yılında EtnaTaormina şiir ödülüne layık görülmüş ve bunun yanı sıra pek çok ulusal ve uluslar arası çapta ödüle hak kazanmıştır. Ancak aldığı en önemli ödül, “Bu ödül benim için Nobel ödülünden çok daha önemlidir.” dediği ve 1977’de layık görüldüğü SSCB tarafından Nobel Barış Ödülü'ne alternatif olarak geliştirilen, Sovyet 15
hükümeti tarafından dünya çapında barış çalışmalarına katkıda bulunduklarına kanaat getirilenlere verilen, Uluslararası Lenin Barış Ödülü’dür. 20. Yüzyıl Yunan şiirinin büyük isimlerinden olan Yannis Ritsos, 11 Kasım 1990’da Atina’da hayatını kaybetmiştir.
Nazım Hikmet 15 Kasım1901 Selanik doğumlu olan Nazım Hikmet (Ran), Türk edebiyatının önemli isimleri arasında yer alır. 20. yüzyılda yaşamış olan büyük dünya şairleri arasında bulunan Nazım Hikmet, 1913 yılında ilk şiiri olan Feryad-ı Vatan’ı yazar. Heybeliada Bahriye Mektebi’nde 1917’de giren Hikmet, bunun ardından Kurtuluş Savaşı’na katılmak için Anadolu’ya gelir. 1918 yılında ilk kez bir dergide (Yeni Mecmua) şiiri yayınlanır. Şiirin adı "Hâlâ Servilerde Ağlıyorlar mı" başlığını taşır. Sağlık nedeniyle bahriyeden ayrılan şair, Batum üzerinden Moskova’ya geçer ve Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde siyasal 16
bilimler ve ekonomi okur. 1924 yılında Moskova’da ilk şiir kitabı yayınlanır ve sahnelenir (28 Kanunisani). Aynı yıl Türkiye’ye döner ve Aydınlık Dergisinde çalışmaya başlar. Yazıları nedeniyle hapis cezasına çarptırılınca Moskova yolu yeniden görünür. 1928 yılında af çıkar ve büyük şair ülkesine geri döner. Başka bir dergide yazım hayatına devam eden Nazım Hikmet’in bu kez de orduyu ayaklanmaya kışkırttığı gerekçesiyle Harp Okulu Komutanlığı ve Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi Davası ile 28 yıl hapsi istenir (1938). 12 yıl boyunca hapis hayatı sürer ve 1950’de af yasasıyla salıverilir. Aynı yıl 22 Kasım'da Dünya Barış Konseyi'nin "Uluslararası Barış Ödülü"ne Pablo Picasso, Paul Robeson, Wanda Jakubowska ve Pablo Neruda'yla birlikte layık görülür (Nazım Hikmet’in ödülünü, Nazım Hikmet adına Neruda alacaktır) . Hem öldürülme endişesiyle hem de askere alınmak istemediği için 1950’de 48 yaşındayken SSCB’ye geri döner. 25 Temmuz 1951 tarihinde Bakanlar Kurulunca alınan kararla Türk vatandaşlığından çıkarılır. Bunun ardından Sovyetler Birliği'nde Moskova civarında bulunan Yazarlar Köyü’nde ve daha sonra Moskova'da yaşamaya devam etti. Kayıtlara göre 3 Haziran 1963’te sabahın erken saatlerinde gazetesini almak için kendi dairesinden apartman kapısına kadar yürümüş ve bu esnada kalp krizi sonucu hayatını kaybetmiştir. Cenaze törenine dünyanın çeşitli yerlerinden milyonlarca insan katılmış, Moskova’da Novo-Deviçye Mezarlığında toprağa verilmiştir. Bakanlar Kurulu'nun 5 Ocak 2009 tarihinde aldığı kararla Nazım Hikmet, 58 yıl sonra yeniden Türk vatandaşı olsa da, vatandaşlığa alındığı günün sonrasında hiçbir gazetenin köşe yazısında bile ismi geçmedi. Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyesi olan Nazım Hikmet, insan yaşamını konu
eder. İşçi sınıfını şiirlerine aktarmasıyla emekçi sınıfın destekçisi ve yandaşı olduğunu ortaya koymuştur. Yaşam ve ölüm, savaş ve barış, emek ve sömürü, aşk, cinsellik, yurt sevgisi, sosyalizm gibi temalara eğilmektedir. Savaşın, açlığın neden olduğu durumu sosyopolitik yönleriyle detaylara dikkat ederek insan manzaralarını ve insanların içinde bulunduğu güç durumları anlatımında ustaca ortaya koyan Nazım Hikmet’in evrenselliği, dilinin duru, anlatımının akıcı ve kelime seçimlerinin ustaca yapılmış olmasından ileri gelir. 17
Yannis Ritsos ve Nazım Hikmet’in yollarının kesişmesi aynı insan sevgisi, antiemperyalist düşünce ve faşizme karşı duruştan ileri gelmiştir. Bugünkü Fransız şairlerinin en önemli isimleri arasında yer alan şair ve edebiyatçı Louis Aragon, Ritsos’un, yaşayan en büyük şair olduğunu dile getirmiştir. Aynı şekilde Şilili şair Pablo Neruda, kendisiyle karşılaştırabileceği tek şair olarak Ritsos’u göstermiştir, ancak şiirlerinde Kavafis’ten, Whitman’dan, Elliot’tan etkilenen Ritsos, özgürlüğe, barışa, insanlara ve yurduna bağlılığıyla, içtenliğine hayran kaldığı Nazım Hikmet’in tüm bu sıfatları hak ettiğini düşünmekteydi. Ritsos’un Nazım için yazdığı şiirin son dizelerini de buraya ekleyerek bu iki büyük düşün ve sanat adamının umut ettikleri gibi gerçek demokrasiye, özgürlüğe ve insan sevgisine dayalı bir hayata, insanca yaşayan herkesin en kısa zamanda kavuşması dileğiyle yazıma son veriyorum. 2010 tüm dünya için ‘bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine’ yaşansın…
… Ama sen Nâzım hangi zindandan gecenin hangi köşesinden hangi ölümden olursa olsun gülümsüyorsun Dünyanın gülümseyişini koruyan o masmavi gülümseyişinle Nâzım kardeşim yoldaşımız bizim Selam selam Nâzım Nâzım sen bizi öyle çok sevdin biz seni öyle çok sevdik ki ön adınla çağırır herkes seni herkes sen der sana 18
Fransa da Rusya da Yunanistan da Aragon da Nâzım Neruda da Nâzım ben de Nâzım özgürlük ki adlarından biridir senin o senin en güzel adın Merhaba Nâzım. (‘Bir Ad ve Müzik Evrene Dönüşünce’ şiirinden)
19
Kavram Kargaşası Altında Özgürlük Onur Keşaplı Geçtiğimiz ay direniş temasını ele alırken direniş olmadan özgürlüğün gerçekleşemeyeceğini belirtmiştik. Konuyla ilgili çalışmalarımıza ve bu yazının ilk bölümü olarak da görülebilecek “Kavram Kargaşası Altında Direniş”e arşivden ulaşabilirsiniz değerli dostlar. Özgürlük herkesin bildiği ancak net bir biçimde ortaya koyamadığı soyut bir kavram olagelmiştir çağlar boyu. Özgürlükten kimileri toplumsal bağımsızlığı kimileri bireyin haklarını kimileri hepsini bazıları ise hiçbirini anlamak ve aktarmaktadır. İnsanlık tarihinin en büyük devrimcilerinden V. İ. Lenin ise özgürlük kavramı üzerine şunları söylüyor: “Burjuva bireycisi beyler, size şunu söyleyeyim ki sizin mutlak özgürlük konusundaki sözleriniz ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. Paranın gücüne dayalı bir toplumda, emekçi kitlelerin sefalet içinde yaşadığı bir toplumda bir avuç zengin asalak olarak yaşarken gerçek bir ‘özgürlük’ten söz edilemez.”1 Ölümünden sonra yozlaşmış olmasına rağmen halen tarihin en başarılı devrimlerinden birine imza atmış bu büyük liderin sözleri elbette kapitalist-emperyalist dünya sistemine ve bunun öncüsü burjuva ahlakına güçlü bir eleştiri niteliğindedir. Peki, ortada doğru dürüst burjuvası olmayan ve kapitalizmin Lenin öncesi dönemlerdeki ilkel hallerini yaşayan ülkemizde özgürlük kavramı ve eleştirisi üzerinde dururken nelerden söz edebiliriz? Başlığımıza da ilham kaynağı olan kavram kargaşaları bu konuda bize yardımcı olabilir. İşçi sınıfının ölümsüz önderinden alıntılarla başladığımız yazıya ülkemiz işçilerinin son büyük eylemi Tekel direnişiyle devam edebiliriz. İşçilerimiz emeklerinin hakkını aramak, direnmek ve ailelerine daha özgür yaşam koşulları sunabilmek uğruna mücadele vermektedirler. Yüce Türk polisinin milletvekillerine bile aldırış etmeden uyguladıkları şiddetin eleştirilmeye bile değmeyecek kadar ucuz, faşizan bir tutum olduğunu düşünüyoruz. Burada asıl dikkat çekici olan gelmiş geçmiş en demokrat(!) başbakanın “tüyü bitmemiş yetimler” edebiyatıyla kuvvetlenen konuşmasında Tekel işçilerinin özgürlük mücadelesini “ideolojik” olarak tanımlaması ve 1
Edebiyat ve Sinemada Yaşayan Lenin, Çeviri: İsmail Yerguz (Sel Yayıncılık 1. Baskı, 2009), s. 69.
20
eleştirmesidir. Ancak daha da vahim olanı bu direnişin başbakanın söylediği gibi ideolojik olmadığını kanıtlamak için yapılan konuşmalar ve savunmalardır. Federasyon başkanları, işçiler ve köşe yazarlarının direnişin ideolojik olmadığını söylemeleri halkımızın hakları ve geleceği açısından oldukça karamsar bir tablo çizmektedir. Gerçekten de bu mücadele ideolojik değildir ve bize göre sorun tam da buradadır. Hakkı yenen işçiler eğer sistem karşıtı bir söyleme sahip değillerse bu ülkede sınıf bilinci olan bir topluluktan söz edilemez. Zaten reklamlarda boy gösteren pek büyük sermayedarlarımıza bakarsak her şey ve en başta sistem “tıkır tıkır” işlemekte. İşçilerin genel olarak paniğe kapılmasına gerek yok, her şey kontrol altında ve söz konusu direniş küçük(!) aksaklıktan ibaret. Bu ruh halinin kökeninde Soğuk Savaş sonrası hâkim entelektüel doktrin halini alan post modern düşünürlerin “ideolojiler, büyük söylevler bitti” çığlıkları yatmaktadır. Nedense ideolojiler şeytan icadı oldu bir anda(elbette serbest piyasa ekonomisi ve liberalizm hariç) ve zaten ideolojilere çok yakın durmayan halkımız ilk kez entel(!) kesimle aynı fikirde olduğunu görünce büyük bir haz ve haklılık yaşadı. Ordunun siyasetten uzak durması ve ideolojik davranmaması nicedir en büyük sorunsallarımızdan biri oldu bu ülkede. Bunun haklı veya haksız yanlarını tartışmayı başka bir yazıya bırakarak konuya bir de şu açıdan bakalım dilerseniz; tamam asker ideolojik davranmasın peki ya polis nasıl hareket etsin? Ordunun Kemalistliğinden yakınan sözde özgürlükçü yazarlar polis teşkilatının neredeyse 40 yıldır açık açık Türk-İslam sentezini benimseniş ve uygular olmasından niye hiç rahatsız olmazlar ya da bunu köşelerine taşımazlar? (Unutmadan söylemek de yarar var, bu yazarımsılara sözde özgürlükçü derken askerimizin de Kemalistliğinin sözde olmaktan öteye geçemediği ortadadır.) Son dönemlerde yaşanan asker-polis gerilimi ve daha da önemlisi meclisten apar topar geçirilen silahlanma yasasıyla polise tanınan harp silahları alma yetkisi “ideolojik” tartışmaları daha önemli hale getirmektedir. Ülkemizin okumuş kesimine göre gerçek özgürlüğün, herkes için özgürlüğün olmazsa olmazı demokrasidir. Bu konuda hükümeti demokrasi savaşçısı gören kafa yapısına eğilmeden önce hükümeti demokrasi düşmanlığı başta olmak üzere Cumhuriyet tarihimizin tüm kötülüklerinin anası gören kesime okullarda nedense verilmeyen yakın Cumhuriyet tarihinden bir nebze de olsa bahsetmek isteriz. Bilindiği gibi Cumhuriyet Halk Partisi’nin tek parti yönetiminde 21
ideolojik yelpazenin hem sağ hem sol kutupları partideydi ve dönem dönem birbirlerine üstünlük sağlamaktaydılar. Atatürk’ün en büyük ideallerinden olan parlamenter demokrasiyi hayata geçirmek İnönü dönemine denk gelmiştir ve Celal Bayar, Adnan Menderes ikilisi önderliğinde CHP’den ayrılanlar “Yeter, Söz Milletindir!” söylemiyle Demokrat Parti’yi kurmuşlardır. Partideki bu bölünmenin asıl nedenleri pek konuşulmaz. Topyekûn kalkınma ve miladını doldurmuş düzenin artıklarının tümden temizlenmesi konusunda yapılan atılımlarda Anadolu’nun ve özellikle köylünün önemini bilen dönemin hükümeti Köy Enstitüleriyle eğitim-kültür alanında atılımlar ortaya koyarken kırsalın tek hâkimi görülen ağaları tasfiye amacıyla Toprak Reformunu yani köylüyü, çiftçiyi topraklandırma kanunu üzerine çalışmaktadır. Bizzat kendisi toprak ağası olan ve reformla birlikte imtiyazlarını kaybedecek olan Menderes, doğası gereği buna karşı çıkar ve kendi partisini kurar. İşin ilginç yanı 1950’de “Yeter, Söz Milletindir” rüzgârına kapılarak DP’yi iktidara getiren halk kitlelerinin büyük çoğunluğu toprak sahibi olma ihtimallerinden sonsuza dek vazgeçen köylülerimiz ve çiftçilerimizdir. Daha başından batılı anlamıyla peşinde olduğumuz demokrasinin güdük kalışı sonraki yıllarda ve günümüzde halen etkisini göstermektedir. Demokrasiden anladıkları sadece halk yardakçılığı olan liderler günümüze uzanan süreçte muhalif olan illeri ilçeye dönüştürme, milletvekili ve odunu aynı kefeye koyma, halk isterse şeriatın geleceğinden söz etme, kadınların imam olamadığı ülkede durmaksızın açılan İmam Hatip liselerine ağırlıklı olarak kız öğrenci yerleştirme, rüşveti devletin en yüksek makamındayken “yasal” hale getirme ve anayasa delip geçmeyi teşvik etme gibi uygulamalarla günümüze gelmişlerdir. Bu sebeple demokrasinin neden işlemediğini sorgularken ya da demokrasi düşmanlığının temeline inmeye çalışırken günümüz iktidarından öteye gitmemek ayrımcılık ya da bilgisizlik kokuyor. Kitaplara, dergilere uygulanan sansürler günümüzde internet ve televizyonda devam etmektedir. İfade özgürlüğünün durmaksızın yerle bir edildiği Türkiye’de hükümeti “aslan demokratlar” olarak adlandırmak bir trajediye yol açmakta. Muhalif olan çizerlere, yazarlara mahkeme yolunu gösteren güç sahipleri muhalif olmamak için çırpınan holdinglere bile dünyayı dar etmektedir. Medyanın üçte ikisine sahip olmanın, yandaş medyanın yanına yandaş sermayeyi yerleştirmenin demokrasi olduğu bir ülkede kaleminden ötürü yargılanan ve katledilen Hrant Dink’in katiline uygun görülen cezanın iki 22
katının bu süreci kitabında işleyen ve eleştiren bir yazara uygun görülmesi özgür(!) basınımızda pek yer bulmaz. Ergenekon’dan yola çıkıp kozmik dünyalara dalanların derin devleti yok edeceğine inanmak hayal gücünün fazlasıyla dışında. Zira altmış yıldır ülkeyi yönetenler halen iktidarda olduğundan kendi derin devletlerini yok edemezler ancak revize ederler, günümüze uydururlar. Ergenekon sayısız faili meçhul cinayeti ve katliamı çözmek yerine miladını doldurmuş derin şahıslarla günümüz muhalefetinin sağında solunda yer alan yurtseverleri tutsak hale getirmiştir. Davanın derin devletin üzerine gidemeyeceğini anlamak için yandaş medyanın köşelerindekilerin yaptıklarına bakmak yeterli. Susurluk’ta bariz bir şekilde derin devletin su yüzüne çıkması ve ülkemizde pek alışık olmadığımız kuvvette toplumsal refleks buz dağının görünmeyen kısmının su üzerine çıkması için uğraş verirken buna karşı tavır alan, derin devletin ünlü sloganı “bu vatan için kurşun atan da yiyen de şereflidir” sözünü dönemin başbakanı Çiller’e söyleten eski ülkücü şimdiki -nasıl mümkün oluyorsa- muhafazakâr-liberaldemokrat, “zaman”sız yazar Ergenekon davasını devlet içindeki mafyayı çökerten, ülkeye demokrasiyi getiren dava olarak görmektedir. Bu yazarın samimiyetsizliği konusunda Aleviler için söylediklerine ve daha geçenlerde Bahçelievler katliamı sanığı, tutuklu, ülkücü mafya lideri ve yakın dostu Kırcı’yı ziyaretine bakmak yeterli. Böyle bir şahsın sözünü ettiği demokrasi demokrasi olabilir mi? Böyle bir şahsın sözünü ettiği özgürlük gerçek anlamda özgürlük müdür yoksa türban merkezli bir özgürlük müdür? Doğan bebeklerin nüfusunda din hanesinin olduğu ve sorgusuz sualsiz “İslam” yazıldığı, şeriatla yönetilen ve nüfusu daha yüksek olan İran’dan fazla camiye sahip olan, birkaç il ve ilçe dışında muhafazakâr yaşamın baskın olduğu, oruç tutmayanların dövüldüğü, bayanların türlü taciz ve baskıyla imana çağrıldığı ülkede dinin özgürce yaşanmadığını söylemek ne kadar inandırıcı? Gayri Müslimlerin açıktan ya da alttan alta baskı altında olduğu, Müslüman olmayan komşu istemeyenlerin çoğunlukta olduğu ve belgesel çekimi için asılan haçlı bayraklarını indirip belgesel setleri fethedenlerin yaşadığı ülkede bunlara söz söylemeyen yazarların, ülkelerinde minareyi yasaklayan İsviçre’yi faşist diye nitelendirmeleri kendilerine hangi tanımı getiriyor acaba? Demokrat mı dersiniz özgürlükçü mü? Ama faşist tanımının karşılığı olarak CHP, Kemalizm ve hatta yakın tarihimizin 23
Leninist önderlerinin görüldüğü bir ülkede TV’ye çıkıp Alevileri aşağılayan şairler, belediye başkanı olduğu gibi ilk icraatı Cem Evi’ni yıkmak olan geleceğin başbakanı veya İzmir’in valisi gündemde yer tutmaz. CHP’lilerin çoğunluğundaki il meclisinin oylarıyla İzmir’de Cem Evlerine verilen ibadethane statüsü ve yasal hakların hükümetin atadığı vali tarafından “sizi feshederim, il meclisini dağıtırım” sözleriyle engellenme çabaları kavramların laf salatasına dönüştüğü, bilgi kirliliğinin hava kirliliğini yakaladığı ülkemizde gündeme nedense taşınmayan haberlerden biri. Lider saltanatıyla hükmedilen siyasi partiler, partiye oy veren milyonların değil birkaç yüz ya da bin delegenin oyuyla belirlenen milletvekili adayları ve en zengin ve güç sahibi olanın gittiği adına meclis denilen binada büyük önder Mustafa Kemal’in “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözünü yazmak kötü bir şaka hissi veriyor. Buna demokrasi deniyor ve özgürlüğe ulaşmanın koşulu olarak önümüze bu sunuluyorsa durup düşünmek gerek. Kargaşaya olanak tanımadan fikirlerin, ideolojilerin şiddetsizce çarpıştığı ve bireylerin, grupların, inançların ya da ırkların değil bir bütün olarak toplumun ve insanlığın özgürlüğe kavuştuğu bir ülke, bir dünya hayalini kuruyorsak tereddüt etmemeli, sesimizi yükseltmeli, tartışmaktan, yenilmekten, öğrenmek ve öğretmekten çekinmemeliyiz. İdeolojisiz sesler kısık ya da cılızdır. Bakmayın bize ideolojinin kötü olduğunu söyleyenlere. Her biri kendi paslanmış ideolojilerini benimsetmek derdindeler. O yüzden bizler direnmeli, mücadele vermeli ve toplumun bir bütün olarak refahı, mutluluğu, eşitliği, kardeşliği için kafa yormalı, çözümler üretmeli, bu çözümleri yaşama geçirmeliyiz. Bunlar olmadan özgürlük olamaz, olursa Lenin’in sözünü ettiği gibi asalaklar için asalak bir özgürlük olur.
24
Özgürlük ki Sen Ahmet Doksanoğlu Özgürlük benim adım. Özgürlük benim resmim. Özgürlük benim medeniyet aynasındaki yansıyışım. Ve musalla taşındaki soğuk bedenimin ışıltılı gölgesi. Bırakırım tüm benliğimi. Baştan yarat! Ruhumu yeni yüksekliklere çıkar. Ve bırak aşağı dingince Gölgesini izlesin havadan yere kadar. Kısalan mesafeyle uzun bir solukta. Ve düşercesine uçarken Bir kuşun kanadına takılır elim Bir tüy kalır arda Beyaz. Kaç kuş yakalamam gerekecek Kendime bir kanat yapmaya, Benden değil bana olan. Özgürlük! Tüm ruhumdan soyutlaşmışçasına somutlaşarak havadan ayrılan Her daim özgürlük. Hadi çıkar beni yükseklere ve bırak 25
Bir kuş tüyü gibi varlığıyla uçmayı hatırlatan.
26
Beyaz Yelenin Taşıdıkları Onur Keşaplı
Albert Lamorisse Sinema tarihinin önemli yapıtlarından Kırmızı Balon’un Fransız yönetmeni Albert Lamorisse’nin bir diğer ünlü filmi olan Beyaz Yele sıradan bir insanhayvan sevgisinden öte ideolojik simgeler içeren bir yapıttır. Yazar Rene Guillot’un aynı adlı romanından beyazperdeye aktarılan çocuk edebiyatının bu önemli eseri, 1952 yılında Lamorisse’nin kamerasıyla her yaştan izleyiciye hitap eden bir özgürlük destanı halini almıştır.
27
Guillot’un Beyaz Yele’si ve Lamorisse’nin Beyaz Yele’si
Film beyaz bir atın mücadelesini konu almaktadır. At sahipleri ve eğiticiler tarafından bir türlü yakalanamayan Beyaz Yele özgürlüğü simgelemektedir. Özgürlüğü simgeleyen atın renginin beyaz olmasının iki nedeni vardır. Bunlardan ilki beyaz rengin ve özellikle atlardaki beyaz rengin verdiği asil güçtür. Bir diğeri ise birey hakları ve özgürlüklerinin kazanılmasında öncü olan Fransız İhtilalı’nın bayrağında beyaz rengin bulunmasıdır. Tabi filmin yönetmeninin Fransız olmasının bu durumdaki etkisi son derece büyüktür. Atın birazda kabadayı tipli sahipler tarafından bir türlü yakalanamaması akla direk bireysel özgürlüğü için mücadele veren ve sahiplenilmeyi kabul etmeyen kişileri getirir. Biraz uç bir örnekte olsa köleliğe baş kaldıran ünlü savaşçı Spartaküs bu filmde akla gelmektedir.
28
Delacroix’in Halka Yol Gösteren Özgürlük adlı tablosu(1830)
29
Kuzey Amerika’nın Özgür Atları Mustanglar Burada Beyaz Yele bu mücadelesiyle aynı zamanda dünyadaki evcilleşmemiş tek at türü olan Kuzey Amerika atları Mustangları anımsatmaktadır. Mustanglar nasıl onların özgürlüğüne saygıyla yaklaşan Kızılderililerle ilişki kuruyorsa filmde de Beyaz Yele onun özgürlüğüne saygı duyan çocukla yakınlaşmaktadır. Hatta yer yer çocuğun otoritesine bile girmektedir. Ama bu noktaya gelmeden önce Beyaz Yele filmin başında kaçtıktan sonra at sürüsünü gördüğünde onların yanına gitmiştir ve çiftliğe girmiştir. Birey olarak ait olduğu yerin hemcinslerinin yanı olduğunu düşünmüştür. Fakat oradaki büyük kavga 30
özgürlüğün orada olmadığını hissettirir ve tekrar kaçarak umutsuzca özgür olmanın yolunu arar. Çocukla tekrar buluştuklarında çiftlik sahipleri yine peşlerindedir fakat artık tek vücuda dönüşmüş Beyaz Yele ve sırtındaki çocuğu yakalayamazlar. Buna rağmen peşlerindekilerden kurtulamamışlardır. Sonunda bu tek vücut olmuş özgürlük savaşçıları bireysel özgürlüğün peşinden, başka dünyalar bulmak için, okyanusa yani bir anlamda ölüme gitmeyi seçmişlerdir.
Beyaz Yele filminin sonunda gelen bu durum sıradan bir hüzünden çok dünyamızda tam anlamıyla özgürlüğe ulaşmanın neredeyse imkânsız olduğunu ve buna ulaşmak içinde ruhumuzu özgürleştirmemiz gerektiğini hissettirir. Bu da başka dünyalara, bu örnekte ölüme, ulaşarak başarılabilir.
31
32
İfadesiz Kalmak Selin Süar
Özgürlük olmayan bir ülkede ölüm ve çöküş vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası özgürlüktür. M. Kemal Atatürk 10 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nca kabul ve ilan edilmiş olan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, tüm insanların hiçbir ayrım gözetilmeksizin; cinsiyet, ırk, renk, din, dil, yaş, tabiiyet, düşünce farkı, ulusal veya toplumsal köken, zenginlik gibi fark olmaksızın kanun karşısında eşit olduğunu belirtir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde yeryüzündeki her bireyin, düşünce ve ifade özgürlüğü hakkına sahip olduğu yer alır ve bu hak, herhangi bir müdahale olmaksızın kişinin fikirlerinin olmasını; herhangi bir sınırlama olmaksızın bilgiyi ve düşünceyi her türlü araçla araştırmayı, edinmeyi ve başkalarına aktarmayı içerir. İfade özgürlüğünün korkulara ve kısıtlanmalara takılmadan uygulanabilmesi, önce bireyde, peşi sıra toplumun her katmanında özgüveni pekiştirmekte ve doğru bilgiye ulaşmada en önemli basamaklardan birini oluşturmaktadır. Farklı görüşlerin uygun üsluplarla ifade edilmesi gözden kaçan ayrıntıların, yanlışların, doğruların ortaya çıkmasına ve bir tablodaki renk çeşitliliği gibi resme anlam veren fırça darbelerinin kompozisyonu en güzel şekilde oluşturmasına neden olur. Zorlamalardan, korkulardan arınmış fikirlerle beraber toplumun her kesiminin kendini ifade etmesiyle değişimler ve gelişme kendiliğinden olmakta, önyargı kalıpları kırılmakta ve istikrarlı bir ilerleyiş mümkün olmaktadır. En basit şekilde düşünüldüğünde bile kısıtlanan, yargılanan, korkutulan bireylerdeki duygu değişimlerinin ve psikolojik sarsıntıların kendini hiç beklenmedik biçimlerde şiddet dolu olarak dışa vurması kaçınılmazdır. Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilerine göre 31 Aralık 2008 tarihi itibarıyla Türkiye nüfusu 71.517.100 kişidir. Ülkemiz, nüfusun işaret ettiği sayı fazlalığından öte çok kültürlü, ancak kültürlerin kendi iç düzenlerinde yaşandığı bir yer olma özelliğini hiçbir zaman kaybetmemiştir. Kültür, din, kimlik farklılığı bir zenginlik olmaktan öte kötü niyetli kişilerin elinde yoğrularak bambaşka yerlere çekilmiş ve felsefeden, akılcı düşünceden, geniş çerçeveden 33
hayata bakmaktan her geçen gün daha da uzaklaştırılan insanlarımız birbirine kıldırılmıştır. Oysa ifade özgürlüğüne saygı duyan ve bunu gerçekten uygulayan toplumlarda, o toplumun farklı kesimlerinden gelen farklı görüşlerle doğru bilgiye giden yolda oluşturulan tartışma ortamları ve fikir ayrılıkları bizim ülkemizdeki gibi kavga dövüşle ve hırlaşmalarla sonuçlanmamaktadır. Bilginin eksik ve yanlış olması nedeniyle sağlam temellere oturmadığı ülkemizde gün geçtikçe tahammülsüzlük artmakta; herkes birbirini suçlamaktadır. Bireylerin birbirine önyargı ve şüpheyle bakması, devletin kurumlarının ifade özgürlüğünü ihlal etme yönündeki kararlı adımlarından kaynaklanır. Türk toplumunun üzerine çöreklenen ifade özgürlüğünün son yıllarda uygulandığını söylemek oldukça komik bir durum... ‘Açılım’ maskeleriyle, demokrasi sözcüğüyle yola çıkanların demokrasiyi hiçe sayan kararları ve davranışlarıyla kendi gemisini yürütmesi, ancak derdini anlatmaya çalışan halkın insan haklarına bütünüyle ters düşen şiddet politikalarıyla geri püskürtülmesi ifade özgürlüğünün veya demokrasinin yanından bile geçemiyor. Anayasanın çok tartışılan 301. maddesi nedeniyle pek çok yazar ve gazeteci kendi öz düşüncesini söylediğinden dolayı ‘Türk toplumuna küfür ettiği veya Türklüğü aşağıladığı’ gerekçesiyle mahkûm edilmiş veya yargılanmıştır. Yine aynı şekilde pek çok yabancı yayın, Türkçeye çevrilse bile, ‘sakıncalı’ sözcükleri, hikâyeleri, durumları içerdiği gerekçesiyle yayınlanma imkânı bulamamaktadır. Uygulanan sansür, yasakçı zihniyet Türk halkının yabancı olmadığı bir durumdur. Öncesine bakıldığında darbelerle beraber Türkiye’nin geçmişine sürülen gelen kara lekeler (60 darbesi, 80’den farklı olarak ilerleme ve aydınlanma olanağı tanımışsa da en nihayetinde askeri bir darbedir), toplumun bazı katmanlarının aşağılanması, zararlı ilan edilişi ve bir diğer kesimin kışkırtılması, sinema filmlerinin bile sansürlenerek dikiş nakış işlemlerinden nasibini alması, yığınla kitabın ‘zararlı yayın’ adı altında yakılmasıyla gökyüzüne uzanan alevler özgürlüğüne düşkün olduğu iddia edilen Türk halkının özgüveninin kül olup dağılmasından başka bir şey değildir. Bireyler kendini ifade edememenin sıkıntısını yaşayıp kendi özgüvenlerini yitirmeye öylesine alışmıştır ki, toplumsal hiyerarşinin en çok görüldüğü ülkelerden biri de Türkiye’dir. Ast-üst ilişkisi hemen her yerde karşımıza çıkar. Topluma karışan her birey, sosyalleşirken kime ve neye itaat edeceğini öğrenir; daha doğrusu bu, kurumlar tarafından öğretilir. Birey, statü bakımından kendinden üstte olanı, yani başkanı, patronu veya yöneticiyi eleştirmekten mümkün olduğunca kaçınır ve topluma uygun hareket etme yönünde eğilim 34
gösterir. Eğitimin, bilginin çarpıtılmış ve yanlış olduğu ülkemizde yaratılan belirsizlik ortamı, bireyleri lider aramaya iter. A. Selami Sargut, Kültürler Arası Farklılaşma ve Yönetim adlı eserinde, “Belirsizliğin üstesinden gelinemediği zamanlarda ya da artan belirsizlik toplumu paralize ettiğinde insanlar Tanrı’ya, generallere ya da sivil politikacı babalara sığınarak belirsizliği azaltmaya çalışırlar. Kuşkusuz böylesi toplumları terör, ekonomik kriz gibi olgular çabuk paralize eder. Artan terörü ve ekonomik krizleri (artan belirsizlik) darbe ve ihtilallerin izlemesi, demokrasiyle verilen aranın geniş halk kitlelerince desteklenmesi, belirsizliği azaltma çabası içinde olan kitlelerin doğal tepkisidir.” der ve devam eder: “… İslam dini de, gerek belirsizliğe toleransın azalmasında, gerekse belirsizlikten kaçma ve belirsizliğin azaltılmasında önemli rol oynamaktadır.” Görüldüğü gibi toplumumuzun her katmanında, hangi görüşe sahip olursa olsun ‘kalksa, gelse, olsa’ gibi iç çekişlerle başlayan Mesih arayışının nedeni kendine, aklına güvenmeyen bireylerden oluşan bir yapıya sahip olmamızdan ileri geliyor. Herkese ibret olsun diye karga tulumba alıp götürülen, işkence gören, öldürülen vatandaşlarımız bu şiddet özgürlüğü altında yaşayan bizlerin ağzını sıkı tutması gerektiğini, hatta düşünmenin bile zararlı olduğunu gözler önüne seriyor. 86 yıllık yaşamında Türkiye Cumhuriyeti köhne bir köşeye çekilerek işkence altında yalan ifade vermek zorunda bırakılmış ve bu yüzden apolitik bir toplumun barınağı haline getirilmiştir. Suni yaratılan ‘tehlike geliyor’ yaygaralarında ifade özgürlüğüne sahip Türkiye, dinden, mezhepten korkmuş, laikliğinden korkmuş, ülkeyi kuranlarından korkmuş, kendi vatandaşı olan azınlıklarından korkmuş, gençlerinden korkmuş, düşünen beyinlerinden korkmuş; askerinden, komşusundan, sevdiğinden, anasından, babasından, kardeşinden, kendinden, gölgesinden, geçmişinden, bugününden ve geleceğinden korkmuştur ve korkmaya da devam etmektedir.
35
İzne Çıkan Ölüler Adnan Binyazar Rutkay Aziz, yönetmen Zeki Ökten’in tabutu başında “Biz, yaşamda izne çıkmış ölüleriz” diyor. Hüzünlendirici, yürek sarsıcı bir söz…
Zeki Ökten Dün söyleştiği dostunun ertesi gün yokluğunu yaşayan, dengesi bozuk ölümdirim sarkacı gibi nerde duracağını bilmez, bir o yana bir bu yana gider gelir. Sarkacın ölüm ucunda söylenen bu söz içime işledi, dirim ucunda da ben katılıp kaldım. Derinlere dalarak, Dede Korkut’un, eski yiğitlerin yaşadığı erdemli olayları anlattıktan sonra vardığı şu ağıtsı soruyu gün boyu ilimden düşürmedim: “Hani, dediğim o bey erenler?..” Rutkay Aziz’in sözü beni “Ölümün Gölgesi Yok” adlı romanımı yazdığım günlere götürdü. Böyle bir ada ulaşıncaya değin belleğimden ne sarsıcı sözler gelip geçmişti… Sonunda, romanın adını oluşturan sözcükleri Shakespeare’in Macbeth’inde bulmuştum: “Hayat dediğin ne ki: Yürüyen bir gölge, zavallı bir kukla sahnede. Bir saat boy gösterip gidecek…”
36
Ölümde; mantığın yerini duygu alır; mantık, “ölünün gölgesi” kavramını kabul ediyor da, “ölümün gölgesi”ne gelince duraksıyordu. “Ölü”, somuttur, “ölüm” soyut. Somutun boyutu vardır; soyut boyutsuzluktur. Boyutu olmayanın gölgesi olur muydu? Olurdu; eğer ona “yokluk” eklenirse… Ardından sorular: “Zavallı kukla”nın sahneden çekilmesi hayatın bitişi midir başlangıcı mı? Yılın son günlerinde yönetmen Zeki Ökten’le oyuncu Ali Taygun sahneden çekildi. İkisi de, yaşam denen perdenin arkasında rolünün başlamasını bekleyip, “zavallı kukla”lığını gösterdikten sonra yıldız gibi kayan oyuncular gibi, “ölüm izni”ne çıktı…
Ali Taygun “Yaşamda izne çıkan ölü” imgesinde gölgesizliği ararken, soyutluğun, yaratıcılığın önünü açtığını düşündüm. Soyut imgeler yaratmamış olsaydı, “Gözlerim örtük fakat yüzümle görüyorum” diye bir dize düşürebilir miydi ozan Dağlarca?.. Soyutluğun derinliklerine inmek isteyen, Hamlet’ten Othello’ya, Romeo ve Juliet’e, Atinalı Timon’a, Fırtına’ya, Kral Lear’e, Macbeth’e Shakespeare okuyup, sözün uç yollarına düşmeli; yoksa ne yapsa, yaşamın soyutlamalarla “anlam” bulduğunun sırrına eremez!
37
Oyuncular, Shakerpeare’in çocuklarıdır, çünkü onları Hamlet’te en iyi, Shakespeare tanımlamıştır: “Çağımızın özeti, kısacık tarihidir onlar.” Gençlik yıllarımda, ruhsal roller alan oyuncuların, bir süre sonra akıl hastanesine düştükleri anlatılırdı. O hazin öyküleri dinlerken, sahnede bir zamanlar kralları, kraliçeleri canlandıran oyuncuların hastane köşelerindeki hallerini düşünür ağlardım. Sanatçılar, izne çıkmış ölüler midir, ölümde dirimi yaşayanlar mıdır? Onlar, içlerinin ruh uçuşmalarıyla bir tükenişi yaşarken, yaşadığı dönemin dirilerini ölümün elinden kurtarır. Zamanlarının nice kişisinin, Raffaello, Beethoven, Dostoyevski gibi dehaların yaratıcılıklarında var oldukları bunu gösterir. Yaşamı yorumlayıp kendi yolunu bulacak güçteyse, ölümde dirimi, dirimde ölümü görür sanatçı. Zeki Ökten’in Rutkay Aziz’e giderayak duyumsattığı budur: Yaşamda ölüm iznine çıkmak… Bir de yaşadıklarının sanan diri ölüleri düşünün; acaba, o diriler mezarlığı kuklalarından hangisi, ölümde dirimi yaşayacak, ardından böyle sözler ettirecek denli erdem sahibidir?..
38
Avatar’ın Gerçek Boyutu Onur Keşaplı
Yönetmen James Cameron Avatar’ın Çekimlerinde
39
Hollywood’un en büyük yönetmenlerinden, aynı zamanda sinema tarihinin en çok izlenen yönetmeni unvanının da sahibi Oscar ödüllü James Cameron, son filmi Avatar ile yine kitleleri sinema salonuna çekmekte ve gündemi haklı olarak işgal etmektedir. Sinema tarihinde en büyük gişeyi sağlayan Titanic ile hatırlanan, ancak sinefillerin gönlünde Alien(Yaratık) serisinin en başarılı filmi olan Aliens ve bilimkurgu türünün kült başyapıtı Terminator serisi ile taht kuran Cameron 1990’larda şekillendirdiği Avatar’ı beyazperdeye taşımak için teknolojinin gelişmesini beklemiş daha sonra teknolojik devrimi bizzat kendisi yapmıştır. Sinemanın başlangıcından bu yana gerçekliğe en yakın görüntü, gözün görüşüne en yakın gerçeklik peşinde olan sinemacılar için nasıl ki sesin kullanımı devrim niteliğindeyse Cameron’un Avatar’da ortaya koyduğu teknoloji de benzer nitelikler taşıyan teknolojik anlamda sinemasal bir devrimdir. Özel efektler bağlamında daha önce Terminator 2 ile (James Cameron ve Terminator üzerine çalışmamız için bakınız: Bir Bilimkurgu Kültü: Terminator) devrim yapan yönetmen bu kez 3 boyutlu sinema konusunda çıtayı an itibarıyla en yüksek noktaya çıkartmıştır. Ancak içinde çevreci ve bir Hollywood sinemacısına göre oldukça muhalif mesajlar içeren Avatar’ın asıl boyutu ve önemi 3 boyutun da ötesindedir.
40
Kurtlarla Dans ve Pokahontas
Son Samuray ve Avatar Avatar’ın konusuna kısaca değinmek gerekirse, uzak bir gelecekte Pandora adlı bir gezegene militarist üstler kurmuş ve bu yolla oradaki değerli enerji ve maden yataklarının peşinde olan insanoğlunu görmekteyiz. Gezegenin yerli ve insanlığa göre ilkel gözüken halkı Naviler’in yerleşim yerleri ise gezegendeki en büyük maden yatağının üstündedir ve ırkımız onları oradan çıkarmanın yollarını aramaktadır. Bu amaçla geliştirilen Avatar sistemi insanları Navi görünümündeki tıpkılarına eşleyerek yerli halkın arasına karışma, onlar gibi olma, haklarında bilgiler toplama ve elbette köylerini boşaltma konusunda ikna etmeyi hedeflemektedir. Filmin ana karakteri Jake Sully sisteme gönüllü olan ikiz kardeşinin ölümüyle bir anda kendisini projenin içinde bulur. Yerli halkın arasına karışan Jake zamanla Navi bedeninin ve yaşamının içinde kendi benliğini, anlamını ve aşkını bularak yerlilerden biri olur. Üstün teknolojili silahlarla donanmış insanlığa karşı Navi halkını ve Pandora’yı savunmada önderlik konumuna erişir. Senaryo itibarı ile Pocahontas, Kurtlarla Dans, Son Samuray gibi filmleri fazlasıyla hatırlatan Avatar, filmde gördüğümüz yan karakterle de yukarıda saydığımız yapıtlarda yer alan karakterlerle de birebir eşleşmektedir. Yerli halk arasında yabancı ana karaktere tutum olarak mesafeli yaklaşımı, önce istemeyen ancak sonra kabul eden ve baştan sona inançlı, yardımcı ve sevgi dolu olan üç hali de Avatar benzeştiği senaryolardaki gibi kullanmaktadır. Filme katılan “seçilmiş kişi miti” ise bilimkurgu türü özelinde bizzat James Cameron tarafından ilk kez Terminator’de John Connor 41
karakterinde görülmüştür. Sonrasında ise Star Wars’un yeni üçlemesinde Anakin Skywalker ve Matrix serisinde Neo karakterlerinde “seçilmiş kişi, kurtarıcı” mitlerini görmekteyiz. Avatar’ın konu olarak bu sıradanlığını belki de en iyi özetleyen ülkemizde yaşayan Kızılderili sanatçı Jno Didrickson’ın filmi izledikten sonraki sözleridir: “Kovboylar ve Kızılderililer bir kez daha savaşıyor, ama bu kez Kızılderililer kazanıyor.” Jake Sully dışındaki karakterlerin öykü süresince yaşadıkları değişimlerin izleyici tarafından yeterince algılanamaması senaryonun bir diğer kısır yanı. Cevapsız kalan soruları (örneğin Jake Sully’nin neden seçilmiş? Bunla ilgili yerli halk arasında bir inanç mı vardır yoksa bir kehanet mi ortaya atılmıştır?) ve öyküsel anlamdaki eksiklikleri bir kenara bıraktığımızda ise görsellik olarak görüp görebileceğimiz belki de en etkileyici film var karşımızda. James Cameron izleyiciyi Pandora gezegenine ve Navi halkına inandırmak için görüntüyü, renkleri, James Horner tarafından bestelenen melankolik müziği ve film için yaratılan Navi dilini o kadar etkili kullanıyor ki bu masaldan çıkmaya imkân bırakmıyor. Nefis çevre görüntüleri, yok edilmiş Kuzey Amerika yerlilerinin dillerini anımsatan Navi dili, tek tanrılı dinlerin yıkıcılığından önce en yaygın inanç biçimi olan, insanı doğanın efendisi değil bir parçası olarak gören Şamanizm’in albenisi izleyici Pandora’ya inandırmanın ötesine geçip orada yaşama isteği uyandıracak hale getirmekte. Zaten film sonrası efektler dışında konuşulanın “Pandora’ya yerleşmek” olması yönetmenin bu konuda ne kadar usta olduğunu kanıtlar nitelikte.
42
Yönetmenin kimilerine göre halen en etkili eseri olan Terminator, aksiyondaki çarpıcılığı ve özel efekt anlamındaki büyüsüyle filmin nükleer silahlanma karşıtlığı ve teknolojinin akıldışı gelişimine karşı tavrı arka plana itilmiş hatta unutulmuştu. Bu durum Terminator’un basit bir aksiyon filmi seklinde algılanmasına yol açtı. Benzer bir durum yarattığı gerçeküstü güzellikteki evren ve kusursuz özel efektleriyle Avatar’ın iletmek istediği mesajlar için de söylenebilir. Hâlbuki film sistem içinde etkili olan bir yönetmen için oldukça muhalif sayılabilecek mesajlar içermektedir. Filmin içerdiği yoğun çevreci mesajlar Kopenhag’daki Dünya İlkim Zirvesi’yle aynı zamanda gösterime girmesiyle daha da anlam kazanmıştır. Navilerin ana tanrıçası, doğa anası sayılabilecek Eywa’ya Jake Sully’nin duaları dünyadaki toprak anayı öldürdüğümüz ve artık tek bir ağacın dahi kalmadığı mesajını içermektedir. Petrol için savaş çıkartan George W. Bush ve genel Amerikan siyasetini filmde madenler için tüm gezegeni yakıp yıkmaya hazır olan ordu güçlerinde ve elbette başlarındaki generalin gezegenlerini haklı olarak yıkıma karşı korumak isteyen yerli halka karşı aldığı tutumdan görürüz. Bush’un savaş doktrini olan “önleyici vuruş” ve “teröre terörle karşılık vermek” Avatar’da sadece görüntülerle değil bizzat generalin ağzından birazda kör göze parmak şeklinde aktarılmaktadır. Enerji kaynaklarına yani para ve güce ulaşmak için her yolu mubah gören ve tüketen sistem, günümüz dünyasında tek üretimi üçüncü dünya savaşını yaşayan ve bunu hissetmeyecek kadar duyarsız kitleler konusunda gerçekleştirmektedir adeta. Kestiği tek bir ağaç için doğadan ve ağacın ruhundan özür dileyen 43
Şamanlar, avladığı tek bir geyik için af dileyen Kızılderililer ve Avatar’daki Naviler karşısında bizlerin vurdumduymazlığı egemen sınıfların yıkıcılığını doğurmaktadır. Filmin evrensel mesajları dışında Türk izleyici olarak kaçımız altın uğruna katledilen Kozak Yaylası’nı, Kaz Dağları’nı ya da “komünist işi” demiryollarına karşı yapılan dâhiyane sahil yollarımız için yok edilen Karadeniz kıyılarını veya 50 yıllık enerji üretimi için sonsuza dek yok edilecek olan Hasankeyf’in ve Allianoi’nin doğal ve kültürel zenginliklerini düşündü? Kaçımız peşinde oldukları maden için Navilerin binyıllardır yaşadığı ağaçları terk edip başka ağaçlara gitmelerini isteyen generalin sözlerinde Hasankeyf halkını binyıllık evlerinden, kültürlerinden kopartacak “girişimcileri” hatırladı? Kaçımız Avrupa’nın sözde sosyal demokratlarıyla yüzde yüz yerli(!) tarikatlarımızın kol kola girip sevgililerimizin boyunlarını süsleyecek altınlar uğruna sevdiklerimizi götürebileceğimiz, ülkemizin Pandora’sı, Kozak Yaylası’nın mahkeme kararlarına rağmen yok edildiğini anımsadı?
44
Anadolu’nun Doğu Karadeniz’i, Allianoi’si, Hasankeyf’i ve Kozak Yaylası
Pandora’nın Yüzen Dağları Jake Sully’nin ve doğal olarak James Cameron’un insanoğlunu “Alien-Yaratık” şeklinde tanımladığı Avatar’da ortalama bir izleyici Navilerin safını tutarak filmin sonundaki zaferle Aristo’nun katarsis(arınma) hissini sonuna kadar tatmaktadır. Peki, bu arınma hissinin film sonrası akılda sadece Pandora seyahati hayalleri ve 3 boyut tortusu bırakması Avatar’ın gerçek boyutu mudur? Unutulmaması gereken şey dünyanın, güzel Anadolu’nun Pandora’yı ve fazlasını insanoğluna rağmen hala barındırıyor olmasıdır. Büyük devletler kendilerine ve bağlı oldukları sisteme yakışır bir şekilde İklim Zirvelerinden zırvalarla çıkmaya devam etmekteler. Dünyanın her bir yanındaki ölümlerin, katliamların, gözyaşlarının başlıca sebebi tüketime ve sahip olma arzusuna dayalı sistemdir. Peki, bizler bu sisteme karşı ne yapmaktayız? Filmin büyüsü ve üç boyutu etrafımızı sarmayı bıraktığında hala yaratık-insanlara küfür mü 45
ediyoruz yoksa küfrettiklerimiz gibi yaşamaya ya da üzüldüğümüz yıkıma sebep olanlara karşı kayıtsız kalmaya devam mı ediyoruz? Jake Sully beyazperdede kendisini bağlı hissettiği halkı, kültürü, tarihi, doğayı ve gezegeni insanoğlu denen yaratıktan kurtarmayı başardı. Peki bizler bizi yöneten ve görünüşe göre yönetmeye devam edecek Aliens(yaratıklar)dan kurtulmayı başarabilecek miyiz? Umut Avatar’ın üçüncü boyutunda mı yoksa zihnimizde canlandırdığı gerçek boyutun ufkunda mı belirdi? Hızla kaybedilen zaman bunu gösterecektir.
46
Mahpus Kaรงa Kaรงa Biter Mustafa Bilgin
47
Türkiye’de Bağımsız Sinema ve Reha Erdem Ümit Hüseyin Girgin
Dünyada bağımsız sinema bu şekilde evrilirken, ülkemizdeki gelişimi ise daha farklı olmuştur. Türk sineması 70’li yılları erotik sinema, sansür ve politikekonomik baskı ortamlarında geçirirken, Türkiye Cumhuriyetinin bekasını korumak amacı ile yapılan 80 Darbesi ile birlikte, siyasi ve toplumsal gerçekçi filmler çeken sinemacılarımız bu tavırlarından geri adım atarak belki de yaşanan gerginliğin ve baskınında etkisi ile içlerine çekilmişlerdir. 80li yıllar sinemacımızın daha çok sosyal sorunlara eğildiği, kadın-erkek ilişkilerinden bahsettiği, politik filmler çekilmekten uzak durulan yıllardır. Amerika kaynaklı bu darbenin olumsuz etkileri her alanda ve toplumun her sınıfında yaşanmıştır. Tabi ki sinemacıda bundan gerekli payı almaktadır. 80’li yılların durgunluğu ve düşüşünden sonra Türk sineması 90lara yapayalnız ve zayıf girmiştir. Bir zamanlar kaliteli kalitesiz yılda 300 film çeken Yeşilçam sineması yılda 10–20 filme kadar gerilemiş piyasanın tamamını Özal’ın yapmış olduğu anlaşmalar çerçevesinde de Amerikan filmleri almıştır. Her şerde bir hayır vardır terimi bir bakıma doğrudur. Atasözleri, Türk kültürünün atalarından gelen, deneyimlerini bugünlere aktarır. Türk sinemasının 80 darbesinden sonra apolitik olması ve zayıflaması gözle görünür bir gerçekken aynı zamanda Türk sineması o güne kadar hiç kendi içinde tartışmadığı konular üzerine film çekecekti. Bu konuların başında Türk kadının yaşadığı zorluklar ve bireyleşme çabaları gelmektedir. Oysaki bu filmler 80den sonra değişen, dönüştürülmek zorunda kalınan Amerikan patentli Türkiye kolektif kültür ve sinema anlayışının çökmesinden 48
başka bir anlama gelmemektedir. Amerika ve Batı uygarlığı az gelişmiş olarak gördükleri ülkeler üzerinde kurmak istedikleri kültür hegemonyası zaten ilk olarak bireyselleşmenin ve bencilliğin bu gibi kolektif zihniyetin yüksek olduğu ülkelerde uygulanmaktadır. Türk sinemasında 1987-88’de başlayan, ama köklü olarak 1994’den sonra ivme kazanan değişim-dönüşüm olgusu, birçok yönden önceki dönemle temel farklılıklar ortaya koymuştur. Büyük ölçüde var olan geleneksel sinema sektörünün dışında gerçekleştirilen bu oluşum giderek sinemamızda ‘Bağımsızlar’ adlı bir kuşağın başlangıcını oluşturmuştur. 1994’den başlayarak aynı zaman biriminde ama amaç ve eylem açısından birbirlerinden farklı hareket ederek sinema alanına giren yönetmen-yapımcılar, sinema sektörünün alışılmış ilişkilerini, kalıplarını ve alışkanlıklarını radikal bir biçimde değişime uğratarak, farklı bir sinema düzeninin temsilcisi olmuşlardır. 1994 yılından sonra ortaya çıkan bu oluşum, sinema ortamındaki olumsuz koşullardan kaynaklanan, yeni bir düzen kurma gereksinimin kaçınılmaz sonuçları olarak görülmektedir.2 90’lı yıllarda ekonomik gelişmeler ve kültürel problemler devam ederken kendi sinema dilini oluşturmayı bir tülü başaramamış tam başarma noktasına geldiğinde ise devamlı darbelerle ve baskılarla sindirilmiş susturulmuş bir Türk sineması ülkemize özel televizyonlarında gelmesi ile birlikte o an için değil ama gelecek kuşağın sinemasının televizyondan çıkacağı öngörüsünü vermektedir. 90’larla birlikte o dönemin cumhurbaşkanı Özal’ın da katkısı ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti yabancı devletler için pazar haline getirildiğinde sinemamızda yapılan anlaşmalar gereği Amerikan filmlerine muhatap olunmak 90’lı yılların sonlarında, Yabancı Sermaye Yasası’nda yapılan değişiklikle, yabancı şirketlere ülkemizde şirket kurup, dağıtım ve gösterim yapma hakları tanınmıştır. Ve hemen kısa bir süre sonra büyük Amerikan şirketleri Türkiye pazarına girmiştir. Başta sadece gösterim alanında faaliyet gösteren bu dev şirketler, giderek işletme ve dağıtım tekeli oluşturmuşlardır. Bu zaten kriz içinde zor bir dönem geçiren Türk sinemacılarının film üretimini bitme noktasına getirmiştir. Çok az sayıda çekilen filmler ise büyük şehirlerde, merkezlerdeki 2
Serpil Boydak – a.g.e. s: 24
49
salonlarda gösterim şansı elde edemez olmuşlardır. 3 Yabancı sermaye yasasında yapılan bu olumsuz değişikliklere rağmen hala Hollywood tarzı içi boşaltılmış filmlerden etkilenmeyen bir seyirci kitlesi de bulunmaktaydı. Bu insanlar yurtdışında adından başarı ile söz ettiren Türk yönetmenleri takibe almaktaydılar. Tröst himayesinde kalmış Türk sineması birçok yönetmenin kendi bağımsız yapım şirketini açması ile nefes almaya çalıştı. Yılmaz Güney’in Güney Film’i, Ali Özgentürk’ün Asya Film’i, Ömer Kavur’un Alfa Film’i gibi yapım şirketleri sistemin çarklarında ezilmeden yolunda devam etmekte kararlıydılar. Erden Kıral ve Şerif Gönen gibi sinemacılarımız da bağımsız sinemanın ülkemizde gelişmesine katkıda bulunan diğer sinemacılarımızdandır. Böylece Türk sinemasında bağımsız anlamda bir hareket başladı denilebilir. Türk sinemasının 90lı yıllarda önündeki engeller olarak özel televizyonun seyirci kitlesini olumsuz anlamda dönüştürmesi, sinemadan uzaklaştırır kültürel deformasyona uğratması ile yeni teknolojilerin ülkemize girmesiyle beraber sinemaya para vermek yerine korsanın hızla artması şeklinde sıralanabilir. Ticari sinema mevcut popüler kültüre hitap edebilirse ancak seyirciyi çekebilmektedir. 90’lı yılların sinemasını 80’lerden ayıran en önemli özellik, konu seçiminde daha toplumsal sorunların ele alınabilmesi ve bu arada bireysel sorunların hatta kadınları ele alan konuların da işlenebilmesidir. Böylece izleyenlerin kendilerini daha içinde, daha yakın hissedebileceği filmler üretilmiştir. Hemen hemen bütün filmler daha önceki dönemlere göre, daha bir sinemasal dile sahiptir.4 90’ların onca toz bulutu içinde en önemli yanlarından biri de kendi kişisel dünyalarını daha küçük ölçekli öyküler ve filmlerle anlatmak isteyen yönetmenlerin, artık belli bir düzey tutturan yapıtlarla seyirci önüne çıkmaları olmuştur. Bu kez 80’lerin başındaki gibi hedef sadece biçim anlamında değil, öz anlamında da tutturulmuştur5 hepsi birbirinden farklı hikâyeler anlatmak isteyen ve günümüz Türk bağımsız sinemasına yöne veren sinemacılarımız da bu dönemde ortaya çıkmıştır. Bir çırpıda saymak gerekirse, fotografik anlatımı almış olduğu eğitimi 3
Serpil Boydak – a.g.e. s: 25
4
Serpil Boydak – a.g.e. s: 22
5
Serpil Boydak – a.g.e. s: 28
50
nedeni ile de minimalist sinema anlayışına ustalıkla yediren Nuri Bilge Ceylan, filmlerinde özgün bir sinema dili kullanan ve ele aldığı konuları sosyo-kültürel ve politik bir biçimde işlemesi bakımından sinemamızda farklı bir perspektife oturan bağımsız sinema insanı Handan İpekçi, minimalist bakış açısından insanların içinde bulundukları durumları yine müthiş bir olay örgüsü çerçevesinde veren son dönemde hat sanatı ve minyatür ile ilgili çekmeyi planladığı üçlemenin ikincisi olan Nokta ile de dikkatleri üzerinde toplayan Derviş Zaim, ve yine minimalist bakış açısı ile ezilenlerin, şehir hayatında daralanların yani bir bakıma ötekinin hikayesini duru bir şekilde anlatan ve bunu gereksiz dramatik anlatılarla yormamayı becerebilen Zeki Demirkubuz, Kutluğ Ataman ve bu çalışmada üzerinde özellikle duracağımız Reha Erdem dönemin önemli figürleri olarak ilk gözümüze çarpan bağımsız sinemacılarımızdandır. Türk sinemasında bağımsız yapımların izlenme oranları ise düşüktür. Birkaç duyarlı dağıtımcının olanak vermesi sonucu gösterime girebilmektedirler. Çünkü tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’deki izleyici de Hollywood’un ticari filmlerine alışmıştır ve bu tarza alışmış olan izleyici, izlemek için Türk filmlerini seçse de onların arasında da görsel efektleri olan, temposu yüksek, tanınmış ve hayran oldukları oyuncuların oynadığı filmleri tercih etmektedirler. Özellikle 80’li yıllarda yapılan bazı filmleri -Sinan Çetin’in “Gökyüzü”, Şahin Kaygun’un “Dolunay”, İrfan Tözüm’ün “Melodram”ı, Orhan Oğuz’un “Üçüncü Göz”ü, Ömer Kavur’un “Gece Yolculuğu” gibi- kitlelerin beğenmemesine ve tercih etmemesine rağmen festivallerde ödül alması kamuoyunda yanlış bir kanının oluşmasına yol açmıştır. Ve zamanla bir film ödül aldıysa yönetmen sanat filmi yapmıştır bu film izlenmez diye bir kanı oluşmuştur.6 Aynı sıkıntıdan Reha Erdem de bir röportajında bahsetmektedir. Filmlerim festivallerde ödül aldığından dolayı sinemaya çok fazla kişi gelmiyor demektedir. Gerçekten de izleyicinin kafasında böyle bir şey oluşturulmuştur ve bu her nasıl olura olsun büyük yapımcıların işine gelen bir durumdur. 2002 yılında matematik, iktisat, psikoloji, sinema gibi farklı alanlarda eğitim görmüş, farklı bakış açılarına sahip ve hepsi birer sinema tutkunu genç girişimciler BİR FİLM’i kurarlar. Bir Film’in kurucusu ise mimarlık alanın da 6
Serpil Boydak – a.g.e. s: 2
51
eğitim görmüş Ersan Çongar’dır. Etrafına almış olduğu profesyonel isimlerle Türkiye’de boşluğu hissedilen bir şeyi doldurma çabasına girişirler. Bu çabanın özünde Türk izleyicisini Hollywood’dan gelecek olan tekdüze filmlerden farklı bir bakış açısı ile karşılaştırıp en sağlıklı kararı yine izleyicinin kendisinin almasını sağlamaktır. Bir Film Burcu Kaya, Kaan Ege, Kemal Ural, Tolga Akıncı ve Tunç Şahin’in birlikte kurdukları şirket üç bölümden oluşmaktadır. Bunlardan ilki, sinema seyircisinin daha çok festivallerde izleyebildiği Avrupa ve Dünya sineması ve Amerikan Bağımsız yapımlarını Türkiye sinema seyircisi ile buluşturmaktır. Bir Film'in ikinci ana bölüm internet sektörüyle ilgilidir. Bir Film, sinema üzerine ve filmlere dair web tasarımları yapmakta ve mevcut sinema sitelerine içerik hizmeti vermektedir. Şirketin henüz aktif olmayan üçüncü bölümü ise sinema yayıncılığı bölümüdür. Bu bölümü kurmaktaki amaçları Türkiye'de sinema seyircilerinin sinema üzerine okuma açlıklarını doyurmak ve sinema yayıncılığında eksiklikleri doldurmaktır. 7 Kurulmuş olduğu tarihten bu yana Avrupa dünya sinemasının bağımsız yapımlarını ve daha önce Türkiye’de hiç alışılmamış türleri getiren yapım şirketinin özellikle getirdiği akılda kalan birkaç filmi şöyle sıralayabiliriz: Alejandro Amenabar’ın ülkemizde sevilmesini sağlayan ilk filmi Tesis-Tez, Kelebek Etkisi, Karanlık Sırlar, 11 farklı yönetmen tarafından çekilen, onların bakış acısını yansıtan ve 11 farklı kısa filmden oluşan 11 09 01 -11 Eylül. Sinema yazarı Murat Özer bağımsız sinemayı; “büyük stüdyolardan bağımsız olarak çekilen, genellikle yaratıcılarının özverili çabalarıyla gerçekleştirilen ve 'stüdyo filmleri’ ile karşılaştırılamayacak kadar düşük bütçeye sahip filmleri bünyesinde toplayan bir tür ya da akım” diye tanımlıyor.8 Bir de bunun yanında sadece kendi sinema dilini aktarmak isteyen, bireysel hikayelerini anlatmak isteyen sinemacılar vardır. Bunlarda Auteur denilebilir. Auteur yönetmenler bağımsızlar gibi sisteme karşı gelmek düşüncesiyle değil de kendi anlatım biçimlerini özgürce kullanabilmeyi istemektedirler. Filmin yönetmeni filmi yapım sürecinin farkındadır ve bağımsız olmasını ister. Yönetmenin bir kaygısı 7
Serpil Boydak – a.g.e. s: 36
8
Serpil Boydak – a.g.e. s: 5
52
vardır. Burada yinelenmek istenilen düşünceye göre sinemada anlatıların bağımsız olması sinemada bağımsızlığı sağlama anlamında atılabilecek en önemli adımdır. Türk sinemasında son dönem bağımsız sinemanın en önemli yönetmenlerinden Reha Erdem de ilk uzun metrajlı filmi A AY ile o dönemin Türk sinemasından ya da Yeşilçam geleneğinden farklı bir anlatı ortaya koymaktaydı. Hatta Reha Erdem bunu sadece anlatı olarak değil, auteur bir yönetmen gibi davranarak gerekirse setinde bir işci gibi davranarak da göstermiştir. 1960 yılında İstanbul da doğan yönetmen Galatasaray Lisesini bitirdikten sonra, Boğaziçi Üniversitesinin tarih bölümüne girmiştir. Daha sonra hocalarının da teşviki ile tarih bölümünü bırakıp Fransa’ya giderek Paris VIII Üniversitesi'nde Sinema ve Plastik Sanatlar Bölümü'nü bitirir. Paris’te okuduğu yıllar da post modernliğin tanımını totaliterliğin karşıtı olmakla açıklamış olduğu için entelektüel çevrelerce fazla iyimser olmakla eleştirilen Francois Lyotard da vardır. Lyotard‘ın dünya görüşü Erdem’i etkiler. Eğitim görmüş olduğu üniversite de yine hocalarından bir olan Jean Rouch’un gerçekçi sinema ya da Cinema Direct anlayışı bağlamında sırasıyla; Ericindirect, Yayalar Durun / Attendez Piétons, Bir Yoğurt Açmayı Bile Beceremiyorsun filmlerini çeker. Hatta sinemada gerçekliği yakalayabilmek adına Bir Yoğurt Açmayı Bile Beceremiyorsun filminde öğrencilerin yapmış oldukları hırsızlığa müdahale etmeden onları çeker. Ancak bu durum Erdem’in hoşuna gitmez. Zaten bu durumu daha sonra Erdem’in sinema anlayışının farklılaşmasında da göreceğiz. Jean Rouch’un sinema yapmadaki yaklaşımını Reha Erdem şöyle özetler; “Jean Rouch’un, “Cinema-Direct” denilen bir disiplini var: belgeselleri, insanlara kendi hikâyelerini oynattırarak yapmak. Çok ilginç aslında. İnsanlar kendi hikâyelerini yeniden oynuyorlardı ve bu da belgesel gibi yapılmaya çalışılan bir şey değildi. Kısa filmlerim de o çapta yaptığım filmlerdir. Bu tür bana göre değildi. Öğrendim, çok çalıştım ama orada da, o yapının içinde de bunun en çok tartışmasını yapanlardan biriydim.”9Direct-Cinema’nın amacı yaşamı hazırlıksız, aktığı gibi, yaşandığı gibi yakalamaktır. Direct-Cinema’da seyirci gözlemcidir. Çekimi yapılan kişilerin doğal olabilmeleri için ön çekimler 9
Serpil Boydak – a.g.e. s: 48
53
yapılarak kameranın varlığına alışmaları sağlanır.10 Bu film tarzı Reha Erdem sinemasına uzaktır. Erdem gerçekliği birebir aynı olarak değil, kurgulayarak kendi düşünce evreninde tekrar üreterek sunmaya çalışır seyirciye. Kim bilir tam tersi bir durum sadece bir belgesel olmaktan öteye geçememektedir belki de. Bu yüzden de Direct Cinema akımı çerçevesinde çektiği bu üç filmi hiçbir festivale yollamaz. Kendi tarzına uygun olmadığını düşündüğü için bu filmleri kimse ile paylaşmaz da. Bunu şu sözleri ile dile getirir. Ben daha çok yapmacık yani yapılmış şeyleri seviyorum. Bu nedenle bu filmleri göstermek istemiyorum11 Gerçekten de Reha Erdem’in filmleri sosyo-kültürel bir durumu anlatsa da toplumsal– gerçekçi bir bakış açısı ile çekilse de filmin hangi döneme ait olduğunu anlamak zordur. Ne “Kaç Para Kaç” ne de “Beş Vakit”in hangi dönemde geçtiği belli değildir. Filmlerin 80’lerden sonra mı yoksa 2000lerde mi çekildiğini anlamak kolay değildir. Ama filmlerini yapısından çıkarılabilir. Örneğin kaç para kaç ironik yapısı ile sanki 90’ların başında hızla modernleşme sürecine giren Türkiye’de, homo–economicus olarak adlandırılabilecek insan profilinin, post-modern söylemlerle kolay yoldan parayı kazanma köşeyi dönüş fikrine ne kadar yaklaştığının bir göstergesi olarak görülebilir. “Gündelik olanı sevmediğim için, bugünmüş gibi değil de her zamana ait olan güzel geliyor bana. Bugün mesela bir konuşma raconu var ama 5 yıl sonra onların hiçbir anlamı kalmayacak. Ya da 3 yıl önce bu kelimelerin, cümlelerin bir anlamı yoktu. Bu 3–5 yılın ötesinde bir varlığa ait. Ya da modacıların yarattığı trendler var, onlardan uzak durmaya çalışıp, bugünmüş gibi bugünden alınmış bir parça gibi hissini vermemek için uğraşıyorum. Mesela “Kaç Para Kaç” filmimde bomboş bir İstanbul gözüküyor. O boşluk ayrı bir etki, bir his veriyor, bir durum veriyor ama bugünün İstanbul’u bambaşka bir şey. Bugünkü İstanbul’u çekmiş olsam, film bir esnafın para meselesi olur ve ‘ay o adamcağızın başına ne gelmiş’ gibi bir his uyandırır. Hâlbuki orada bir insanlık dramı var. O İstanbul’un boşaltılmışlığı tam zamanla ilgilidir aslında. Hiçbir zamana ait olmadığı için. Sanki boşaltılmış plato gibi. O adam sadece bir insan olarak algılanıyor o zaman. O adam İstanbul’da yaşıyor ama işte o filmdeki 10
Serpil Boydak – a.g.e. s: 48
11
Serpil Boydak – a.g.e. s: 96
54
İstanbul oluyor o zaman. Bizim bildiğimiz her gün yaşadığımız İstanbul değil. Sadece onun malzemeleriyle yapılmış. Bu da anlam veriyor diye düşünüyorum sinemada.” 12 Reha Erdem Direct-sinema tarzında üç kısa film çektikten sonra Kültür Bakanlığı tarafından 1995’de gerçekleştirilen “Şiir Filmleri Projesi” çerçevesinde Yahya Kemal Beyatlı’nın Deniz Türküsü şiirinin filmini çeker. Ancak bu filmi çektikten sonra bir şiiri sinemaya aktarmanın güçlüklerini fark ederek yapmış olduğu filmi beğenmez. Reha erdem kendi sinemasının bulabilmek adına, arayışlara girer. Ancak bu arayışlarında kendisine yeteri kadar destek bulamaz. Sponsor arayışları bir bir suya düşen Erdem ilk uzun metrajlı filminin gerçekleştirmek için Fransa’dan eşten dosttan yardım alır. Oynattığı sanatçılara para veremez. Ancak film ünlü olduğunda onlarla birlikte hâsılatı paylaşacaklardır. On bir yaşındaki bir kızın dünyası çevresinde şiirsel bir anlatımı yeğleyen ve William Blake, E.C. Cummings, Edip Cansever gibi şairlerin dizelerini de öyküye katan Reha Erdem, ilk filmi “A Ay” da müthiş bir plastik yaratarak Türk sinema tarihinin en ilginç çalışmalarından birini ortaya koymuştur. Reha Erdem A Ay’ı çekerken birçok ekonomik zorlukla karşılaşmıştır. Ancak bu onu yolundan çevirmemiştir kafasında yapmak istediği bir şey vardır sonuçta. Filmi yaparken Cassavates’den etkilenmiştir. Cassavetes’e göre önemli olan vücudun temsil ettiği ifadedir. Fiziksel ifade olmadan, herhangi bir kavramı aktarmak mümkün değildir ve anlamın kaynağı da oyuncudur. Yönetmenin filmlerinde oyuncular devamlı fiziksel hareket içindedirler; düşerler, kalkarlar, sağa-sola çarparlar ve bu şekilde izleyici için kavramsal algı yollarını açarlar. Reha Erdem’in “Korkuyorum Anne” filminde de oyuncular devamlı fiziksel hareket içindedirler. Düşerler, kalkarlar, takılırlar, hapşırırlar, sağa-sola çarparlar. Cassavetes ilk filmlerinde daha çok ikili ilişkiler üzerinde dururken daha sonraki dönemlerde, ‘topluma karşı birey’ olarak konumlandırdığı karakterlerle uğraşır. Bu karakterlerin en büyük derdi, topluma karşı yapmak durumunda oldukları rolü yap(a)mamak olarak özetlenebilir. Onların uyum sağlamaya çalışıp bunu başaramama süreci Cassavetes’in üzerine eğilmekten çok hoşlandığı bir diğer konudur. Reha Erdem’in filmleri için de 12
Serpil Boydak – a.g.e. s: 56
55
aynı süreçten bahsedebiliriz. “A Ay” ve “Kaç Para Kaç” filmlerinde yönetmen ana karakterler olan Yekta ve Selim’i birey olarak ele alır ama çevresinde yaşanan olayları ikili ilişkiler çerçevesinde inceler. “Korkuyorum Anne” ve “5 Vakit”te ise ana karakter olarak seçilen bireylerin ikili ilişkilerinin yanı sıra aileleriyle ve toplumla olan uyuşmazlıkları ve çatışmaları da işlenmektedir.13
İlk Uzun Metrajı: A AY Reha Erdem ilk uzun metraj filmi olan, Fransız – Türk ortak yapımı “A Ay”ı 1989’da çeker. Deneysel türde çektiği bu film, ilk kez Nantes Film Festivali’nde gösterilir ve ödül kazanır. Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Yılın En İyi Filmi seçilir ama Türkiye’de gösterime girebilmek için uzun bir süre beklemek zorunda kalır. Filmin Konusu: On bir yaşındaki Yekta, İstanbul’da, Boğaz kıyısındaki şato gibi heybetli bir evde doğmuştur. Hiç evlenmemiş yaşlı halası Nükhet Seza, oğlu ile gelininin ölümünün acısıyla yatalak olan dedesi Sırrı Beyle birlikte yaşamaktadır. Oturdukları evin daha birçok bölümünün inşaatı tamamlanamamıştır. Nükhet Seza bu bölümleri tamamlatıp bazı bölümleri kiraya vermeyi düşünmektedir ama yeterli paraları olmadığı için bunu gerçekleştiremez.14 13
Serpil Boydak – a.g.e. s: 13
14
Serpil Boydak – a.g.e. s: 63
56
Yekta her akşam ölmüş olan annesini görmek için konağın denize bakan yamacında bulunan kuleye çıkar ve annesinin odasından denize bakar. Evde yaşlı halası Nükhet Seza, yatalak dedesi Sırrı Bey ve martısı ile yaşayan Yekta her gece ölen annesi ile ilgili düşler görmektedir. Bu düşlerini halasına anlattığında ise halasın kalın kaplı rüya yorumları kitabından okuduğu bilgilere ya da kahve falından çıkan yorumlarını dinlemekten başka bir çıkışının olmadığını fark eder. Yekta’nın halası ile birlikte oturduğu konağı sık sık evin diğer kızı halanın kız kardeşi Neyir Hanım ziyaret etmektedir. Neyir Hanım Nükhet Seza’ya göre daha modern, daha gerçekçi ve akılcı bir insandır. Yıllar önce İngilizceye merak salmış ve bir İngilizce eğitmeni olmuştur. Bu yüzden hayatın gerçeklerin Nükhet Seza’dan daha iyi bilmektedir. Yekta’nın iyi bir okul da okumasını ve bu konaktan bir an önce çıkıp kurtulmasını ister oysaki Yekta ne Nükhet halası ne de Neyir halası gibi düşünmektedir. Bu o konakta bugüne kadar kendinse anlatılan tüm şeyleri sanki daha önceden yaşamıştır, bilmektedir. En çok bildiği ise annesinin ölmediği bir sandalla gece yarısı konağın önünden uzaklaşarak geçtiğidir. Rüyalar, hayaller arasındaki diliminde geçen hikâye, olayın içine kattığı martı, sandal, deniz gibi değişmeceli öğelerle filmin psikolojik açıdan alt metnini çıkarmamıza yardım olur. Yekta’nın Neyir Halası Burgaz Ada’da yaşamaktadır. Filmin ilk çatışkılarından birisini açıkça burada görürüz. Filmde Neyir Hala devingenliği, modernliği temsil ederken diğer hala konağa olan bağlılığı, onarım yapmak istemesi ile değerlerine sıkı sıkıya muhafazakâr bir insanı canlandırır. Bu yüzden birisi Yekta’yı alıp buradan uzaklaştırmak ister. Çünkü ona göre eskiyen bir yerdir burası ve saplanıp kalmanın bir anlamı yoktur. Her iki hala da farklı karakterlerdedir, konaktaki hala eski kafa düşünce yapısı ve geleneklere körü körüne bağımlılığı ve onları ayakta tutmak istemesi ile artık yerine konamayacak değerleri tekrar canlandırmak isteyen bir muhafazakâra benzerken Burgaz Ada’da yaşayan hala yeniliği geleceği, bilimi, eğitimi ama aynı zamanda hurafe olarak gördüğü tüm duygulanımları yok etmek isteyen bir modern dünya tezahürünü simgeliyor. Bundan dolayı konakta kaldığı sürece yekta ne gösterilen modern hayatı, ne de diğer halasının modası geçmiş rüya terimlerini değil, kendi gerçeğini arıyor. Gerçek ona göre bu konakla bütünleşmiş.
57
Modern yaşamın temsili Neyir Hala Onu uzaklaştırmak için Burgazada’ya götürür. Orada ona arkadaşlık yapması için öğrencisi Nuran’la tanıştırır. Nuran içe kapanık fotoğraf çekmeyi seven bir çocuktur. Nuran gerçeği sabitlemek istemektedir. Oysaki gerçek hiçbir zaman fotoğraflardaki gibi değildir. Fotoğraf anın yitimini yok oluşunu sunar, zamansızlıktır. Oysaki onun ulaşamadığı yerlerde gerçek kendisini göstermektedir. O yüzden fotoğraf sadece baktığı yeri görebilir bütünü göremez, bunu istese de yapamaz Yekta’nın Nuran’a içerlediği durumda buradır, bakmak görmek mi demektir diye tekrar eder. İstersen görebilirsin annemi derki; Nuran sonunda Yekta’nın annesini görmeyi başaracaktır. Bir gece yine annesinin odasına çıktığında kapının kilitlenmiş olmasından dolayı içeri giremez. Neyir halası kilitlemiştir ve anahtarı da yanında götürmüştür. Nükhet Seza halasıyla birlikte, anahtarı almak için adaya giderler ancak Neyir’i ikna edip anahtarı alamazlar. Gece olunca Yekta’nın çaresizliğine üzülen Nükhet Seza kilidi kırar ama o gece annesi gelmez. Sabah odasına girmesi yasak olan dedesi Sırrı beyin yanına giderek annesinin yanına gideceğini söyler. Ve tıpkı annesi gibi bir kayığa binerek kıyıdan uzaklaşır. 58
Balıkçılar bulup Neyir halasına teslim ederler. Artık Neyir halası ile birlikte adadaki okula gitmek istediğini söyler. Ve halasıyla beraber eşyalarını da toplamak için eve gelir. Martısının öldüğünü öğrenir. Onu bahçeye gömerken sakladığı küçük eşyalarını da onun yanına bırakır. Vedalaşmak için dedesinin yanına gittiğinde ona bir kutu kibrit verir. Ve Neyir halasıyla beraber adaya gider. 15 Birçok filminde olduğu gibi bu filminde de tema olarak büyümeyi seçmiştir diyebiliriz Reha Erdem için. Ve büyümenin çocuklar üzerinde ki etkinsi bu bağlamda “Parents” filminde ki çocuğa ve gördüğü düşlere gönderme yapmaktadır. Filmin dramatik kurgusunda tıpkı sonraki yıllardaki başyapıtı “Beş Vakit”te olduğu gibi büyümek, çocukluk ve ergenlik arasında ki sınırlar vardır. Büyümek bize doğru gelen ve inandığımız şeyler gerçekte doğru olmayabilir. Açılışta ardı ardına gelen, deniz, kayık, suda yüzen ölü kedi, saat, martı gibi görüntüler filmin gizemli, hayat ve ölümle ilgili düşsel yanını ilk anda izleyene sunuyor. Kurguda tekrarlarla bazı planlara dikkat çekiliyor, izleyici anlamlar aramaya itiliyor. Aslında anlam arayışı film boyunca kullanılan metaforlarla devam ediyor. A Ay bu yanıyla sinematografik bir bulmaca… A Ay’ın biçim olarak Yeni Dalga esintileri taşımasına karşın akıma ters düştüğü bir nokta, doğallıktan uzak teatral diyalogları ki bu diyaloglar karakterlerin taşıdığı donukluğu ve gizemi pekiştirmeye yaramış. Filmde kısa ve etkin rolüyle dikkat çeken ilginç bir karakter, Burgaz Ada’daki, yarı deli kilise bekçisi rolündeki Münir Özkul. Özellikle filmin finalindeki tiradı ile filmin şiirselliğini destekliyor.16
15
Serpil Boydak – a.g.e. s: 64
16
Kordela-www.akbanksanat.com
59
Filmdeki metaforlar dikkatli incelendiğinde denizin, psikolojide bir türlü yerine getirilmeyen ikame ettirilemeyen fallus imgesi ile bağlantısı olduğu ortaya çıkar. Annenin fallusunun yerini almak isteyen Yekta bu fantezilerin yerini alamadığı için, kafasında devamlı olarak annesi ile ilgili yeni şeyler kurar. Bu fantezilerden birsi de annenin sandalla açıldığı metaforudur. Ancak yekta büyüdükçe fantezilerinin yerini, gerçeğin aldığını acı ile fark eder. Filmin dramatik kurgusunda birbirlerine karşıt olan birçok unsur vardır. Çocukluk ve genç kızlığa atılan ilk adım ile beraber, çocukluğa dair imgelerde bir bir yok olacaktır. Önce sakat martı, daha sonra ise tavan arasına sakladığı gizli eşyaları aynı yere gömülürler. Yekta da hep içinde gizlediği şeyleri sırf bu dünyanın rasyonel yaşamına uyum sağlayabilmek için konağın derinliklerine gömecektir. Reha Erdem’in filmlerinde ki çocukluk olgusu insan yaşamının en masum ve en gerçeklerle yakın temas içinde olduğu dönemi sergiler. Farklı bir bakış açısı ile sinemanın ilk dönemi yani çocukluk evreni de devamlı illüzyonlar üreterek gerçeklikle yakın bağlar kurarken bugün gerçekliğin tamamen yok olduğu bir evrende hayal olanı taklit etmektedir. Bu bakımdan Reha Erdem’in yaşatmak 60
istediği gerçeklik duygusu da dönemsel olarak sektelerle uğramıştır. Ancak bu tahmin edilebileceği kamera-gerçek bakış açısı anlamında bir gerçeklik değil, içi boş bir gerçekliğin yeniden icat edilmesidir. Reha Erdem filmini siyah beyaz çekmiştir. Çünkü kendinsin de açıkladığı üzere filmi gerçeklikten koparmanın en kolay yolunun bu olduğuna inanmaktadır.
“Filmi gerçeklikten koparmanın en kolay yolu siyah beyaz çekmekti. Şimdi de isterim siyah beyaz çekmeyi. Gündelik gerçekçi sinemayı sevmiyorum... Gerçekçi olmayan, hayattan alınmış gibi olmayanı seviyorum. “A Ay”dan beri yapmaya çalıştığım şey bu.”17 Dramatik yapısına uygunluğu nedeniyle yönetmenin siyah beyaz çektiği filmin bazı bölümlerindeki geçişler sessiz sinema dönemindeki gibi yazı ile verilmiş ve bu bölümlerde ilgili kişinin sesi kullanılmıştır. Yönetmen, Yekta’nın Nükhet Seza halasına tepkisini, aynı planı birkaç kez arka arkaya bağlayarak vermeyi seçer. Arkadaş olduğunu düşündüğü için çok güvendiği Nuran’ın annesini 17
Serpil Boydak – a.g.e. s: 74
61
görmek yerine fotoğraf çekip bir şey gözükmüyor dediği sahnede ona tepkisini verirken ekranı tamamen karartıp sadece sesi kullanarak anlatmayı dener. 18
Filme geri dönersek dramatik çatışmalar eski ile yeni çocukluk ile gençlik, hayaller ve gerçekler ve tüm bunların ekseninde merkezi bir noktaya oturan inançsızlığı konu etmektedir yönetmen çünkü büyümek inancını yitirmek demektir. Ve bu koca dünya da büyüyen herkes kendi benliğini unutmuştur yalnızca Münir Özkul’un canlandırdığı karakter hariç... Sonbaharda geçen filmin öyküsü İstanbul ve Burgazada’da geçmektedir Rumelihisarı, Galatasaray’daki Aynalı Pasaj ve Mahmutpaşa kullanılmıştır. Yurtiçinde ve yurt dışında yapılan festivallerde kazanılan para ödülleri yönetmenler için artık hem isteklendirme sağlamakta hem de daha sonra yapacakları yeni filmleri için maddi destek anlamı taşımaktadır. Reha Erdem de diğer bağımsız yönetmenler gibi aldığı para ödüllerini yeni projelerinde kullanmaya başlar ve daha önceleri yurtiçinde yarışmalı bölümlere neden katılmadığını da bu anlamda sorgulamaktadır. Filmin çekimleri yaklaşık 130 bin Euro tutmuştur. Birçok yerde parasız kalınca çekimlere ara verilmek zorunda kalınmıştır. Sonuçta Fransa’dan yardım gelir post prodüksiyon işleri halledilir ve film çekilir. Zaten bir bağımsız sinemacıda olması gerektiği gibi oyuncuların çoğu para dahi almaz. Film tutarsa paralarını almak koşulu vardır kafalarında tabiî ki…
Reha Erdem’in Reklam Yönetmenliği Yaptığı Yıllar: Reha Erdem bin bir zorlukla çektiği, kurgusu için filmin negatiflerini Fransa’da ki laboratuara göndererek kurgusunu tamamladığı filmi A Ay’ı ilk başta gösterecek bir salon bulamaz. Bu yüzden yaklaşık 7 yıl beklemek zorunda kalacaktır sıradaki filmi için. Bu süreçte reklam teklifleri gelmeye başlar. Her ne kadar çok sevdiği, tercih edeceği bir meslek olmasa da sinema yaşantısına kaynak oluşturması amacıyla kabul eder. 18
Serpil Boydak – a.g.e. s: 67
62
Reha Erdem’in de geçinebilmek için para kazanması gerekmektedir çünkü çekmeyi düşündüğü ve senaryosu hazır olan ikinci filmi “Atlar, Kanatlar ve Tayfalar”ın yapımcı firması iflas etmiştir. Bu filmini yapamaz. Türkiye’ye döner ne yapacağına da tam karar vermeden gelen bu teklifi kabul eder ve 1990 yılında reklâm filmi yönetmenliği yapmaya başlar. 1994’de Atlantik Film’i kurar. Reha Erdem, 1996’da 8. Kristal Elma Türkiye Reklâm Ödülleri Yarışması’nda “Pastavilla” reklam filmiyle En İyi Yönetmen ödülünü alır.19 Reha Erdem’e göre; “Reklam filmi iyi aslında, ısmarlanmış fonksiyonel bir şey yapıyorsunuz. Son derece ne istendiği belli, ne olacağı belli ama o da aslında belki o an başka bir egzersizdi benim için. Reklâmda hoşuma gitmeyen insan ilişkileri. İş dünyasındaki gibi, bana uygun şeyler değildi. Ama prodüktörüm Ömer Atay sayesinde fazla hırpalanmadan çalışabildim. Bir de reklamda da yeni şeyler yapmaya çalıştık, onun da mücadelesini vermek zor oldu. İnsanlar, yeni şeylere son derece kapalılar fakat yine de yeniliklere ihtiyaçları olduğu için kabul etmek zorunda kaldılar. Genel olarak şöyle oluyordu. Projeyi ajansa hazırlayıp veriyorsunuz önce bir yutkunuyorlar. Çünkü bir şeye benzemeyeni herkes önce bir itiyor. Sonra film oynamaya başlıyor, beğeniyorlar-beğenmiyorlar bir süre sonra laf da edemiyorlardı. Çok mücadele ediyorduk. O sükse yapınca ve alışılınca bu değişik filmlere, bana ‘al nasıl istersen öyle yap’ demeye başladılar.” 20 “Reklam filmi çabuk tüketilen bir şeydir ama benim filmlerimin birçoğu eskimeyen yeni duran filmlerdir.” Bu yaklaşım aslında Reha Erdem’in tarzı olur. Çünkü çektiği filmlerinde de en çok dikkat ettiği ve sakındığı şey, o filmin hangi yıla ait olduğunun anlaşılmasıdır.21 Görüldüğü üzere, bağımsız sinemacıların da ister istemez çarkın içine girdiği ve kendi iyi filmlerini yapmak için sisteme kısa süreliğine de olsa çalışması 19
Serpil Boydak – a.g.e. s: 54
20
Serpil Boydak – a.g.e. s: 55
21
Serpil Boydak – a.g.e. s: 56
63
gerektiği gerçekliği hiçbir zaman değişmemektedir. Ancak sonuçta sizi amacınıza götürüyorsa her yol mubahtır denilebilir. Ve bu yolun Reha Erdem’i amacına götürdüğünü filmlerini izlediğimizde bir seyirci duyarlılığı ile fark edebiliyoruz. Tıpkı Dune’u Twin Peaks’ı çekerek bizi hayal kırıklığına uğratan ancak daha sonra ki filmleri Mulholland Drive, Eraser Head, Blue Velvet, Inland Empire gibi filmleri ile bizi derin açmazlara sürükleyen David Lynch sinemasında olduğu gibi…
Reha erdem bir dönem A Ay filmin de oynattığı sanatçının da ısrarı ile birlikte şehir tiyatroları için ir oyun yazmaya karar verir. Erdem’in oyununu sahneye koyduğu Fransız yazar Jean Genet, avangard ve uyumsuz tiyatronun önde gelen temsilcisi olarak kabul edilmektedir. Jean Genet, romanlarında daha çok mutsuz, sevgisiz, annesiz, babasız, hep suça eğilimli geçen çocukluk dönemini yazmıştır. 22 Reha Erdem görüldüğü gibi sanatın neredeyse her alanında eserler verebilecek çok yönlü kişiliği olan bir sanatçı. Meydana getirdiği eserlerin sadece filmler olmadığı görülüyor. Şartlarını oluşturduğunda ilgi duyduğu her sanat dalında eser verebilecek bir kişi aynı zamanda. Önümüzdeki ay Kaç Para Kaç, Korkuyorum Anne ve Beş Vakit’i inceleyeceğiz değerli dostlar…
22
Serpil Boydak – a.g.e. s: 59
64
Kuşların Kökeni ve Evrimi(II): Kuşların ve Uçuşun Evrimi Üzerine Teoriler* Özgür Keşaplı Didrickson 1861 yılında Almanya’nın Bavyera bölgesindeki Jura dönemine ait kireçtaşında bir asimetrik tüy fosilinin bulunması, kuşların Sürüngenler Çağı’ndan beri var olduklarının kanıtı olarak büyük bir heyecanla karşılanmıştı. Bu fosil tüyün bulunmasının hemen ardından, aynı bölgeden ve yine Jura dönemine ait, hem sürüngen hem de kuş özellikleri taşıyan bir hayvanın eksiksiz iskeletine ait fosilin bulunması ise, yaratılışçı görüşün hâkim olduğu o günlerde, kuşkusuz başta Darwin olmak üzere birçok bilim insanı için büyük önem taşıyordu. Archaeopteryx lithographica olarak adlandırılan bu fosil, bir ara-form olarak Darwin’in ortaya attığı evrim teorisini kanıtlar nitelikteydi ve bu fosilin bulunmasıyla kuşların ve uçuşun kökenine ilişkin günümüze dek süren, evrim biyolojisinin belki de en hararetli tartışmaları başlamış oluyordu. Kuşların evrimsel yolculuğuyla ilgili araştırmalar için çok önemli bir başlangıç noktası olan bu fosil, evrim teorisinin ışığı altında kuşların hangi sürüngen kolundan, nasıl bir evrim geçirerek günümüze geldiğini açıklamada bir anahtar rolü görebilirdi. Nitekim Archaeopteryx fosilleri 1861 yılından günümüze dek bu sorulara yanıt arayan araştırmacılar için her zaman önemli bir referans oldular. Günümüzde paleontologların çoğu, kuşların atasının dinozorların bir kolu olduğunda hemfikir. Yazılan birçok kitap ve makalede kuşların atasının dinozorlar olduğundan söz edildiğini ve dünyanın önde gelen birçok müzesinin dinozor bölümlerinin bu görüş doğrultusunda düzenlendiğini görmek mümkün. Almanya’nın Bavyera bölgesi ise yerini, 90’lı yıllarda ortaya çıkarılan tüylü dinozor fosilleriyle ünlenen Çin’in Lianoing bölgesine bırakmış durumda. Liaoning bölgesinde yakın zamanda bulunan dört kanatlı bir dinozor fosili de uçuşun evrimiyle ilgili önemli ipuçları içeriyor. Archaeopteryx: Ne kadar sürüngen, ne kadar kuş? Darwin’in “o tuhaf kuş” diyerek sözünü ettiği Archaeopteryx, gerçekten de özelleşmiş birincil ve ikincil uçuş tüylerinden oluşan çok gelişmiş tüyleriyle modern zaman kuşlarına oldukça benziyordu ve kendini önceleyen uzun bir kuş evrimine dikkat çekiyordu. Archaeopteryx’in hem sürüngen hem de kuş özellikleri, kuşların hangi atadan evrimleşmiş olabileceklerine dair önemli 65
ipuçları verirken, fazlasıyla modern yapıdaki tüyleri, uçuşun ve tüylerin kökenine dair çok az ipucu sağlıyordu. Tüyler ve uçuş kuşların en karakteristik özellikleri olduklarından, kuşların evrimsel yolculuğunun tamamıyla aydınlatılabilmesi için Archaeopteryx fosilleri tek başlarına yeterli değildiler. Daha ilkel yapıda tüylere sahip ara-form fosillerinin de ortaya çıkartılması gerekiyordu. Archaeopteryx, günümüzde olduğu gibi bulunduğu ilk yıllarda da, başta Huxley ve Darwin olmak üzere birçok bilim insanı tarafından kuş evriminde bir yan kol olarak görülüyordu. Bu durum, paleontologların, hem modern kuşlar hem de kuş evriminin modern kuşlara uzanan ana kolunda yer almadığı düşünülen bu eski kuş için ortak bir ata aramaları anlamına geliyordu. Ataya ilişkin kuramlar Kertenkelelerden pterozorlara (uçan sürüngenlere), timsahlardan dinozorlara kadar Mezozoik çağ sürüngenlerinin çoğunun kuşların atası olduğu öne sürülmüş. Ancak günümüze dek ulaşabilen yalnızca iki temel kuram olmuş. Bu iki kuram arasındaki en önemli farklılıklar, kuşların atası olarak hangi sürüngen kolunun görüldüğüne ve ilk kuşun ortaya çıkış zamanına ilişkin görüşlerdir. Bu iki kuramı anlatmaya, sürüngenlerin milyonlarca yıllık tarihlerine göz atarak başlamak gerekiyor.
Sürüngenler Çağı’ndan çok önce, geç Paleozoik çağda ortaya çıkmış olan kotilozorlar (kökensürüngenler) tüm sürüngenlerin atası olarak kabul edilirler. Anapsid kafatasları olan bu ilkel sürüngenlerin diapsid kafatasına sahip canlılara evrimleşen kollarından biri ise tekodontlardır. Yaklaşık 245 milyon yıl önce dünyada yaygın bir dağılım göstermiş heterojen bir sürüngen grubu olan tekodontlar, timsahların, pterozorların ve dinozorların atası olarak kabul edilirler. Tekodontların bir kolu olarak evrimleşen pterozorlar, uçma yetenekleri ve kuşlarınkine benzeyen diğer uçuş karakterleri nedeniyle bir zamanlar kuşların atası olarak gösterilmişlerse de, bu görüş hiçbir zaman fazla destekçi bulmamış ve benzerliklerin benzeştiren evrimin sonucu olduğu konusunda görüş birliğine varılmış. Aynı şekilde dinozorların iki ana kolundan biri olan Ornitiskianlar 66
(kuşkalçalı dinozorlar) da, isimlerinden de anlaşılacağı gibi sadece yüzeysel bir benzerlik yüzünden kuşların atası olarak gösterilmiş, ancak bu görüş de fazla taraftar bulmadan unutulmuş. Dinozorların diğer ana kolu olan Sauriskianlar (sürüngen kalçalı dinozorlar) ise, etçil ve otçul olmak üzere iki kola ayrılırlar. Etçil olan teropodlar arasında Jurassic Park filminden hatırlayacağımız dev T-Rex gibi büyük dinozorların yanısıra, Huxley’in Archaeopteryx ile benzerliklerine dikkat çektiği Compsognathus (bkz. Bölüm 1) gibi küçük dinozorlar da yer alırlar.
Huxley'in, 1868 yılında yazdığı ve tavuk büyüklüğündeki bir teropod dinozoru olan Compsognathus ile Archaeopteryx arasındaki benzerliklere değindiği makaleleri, kuşların teropod dinozorlardan evrimleştiği yönündeki görüşün ortaya çıkmasına neden olmuştu. Oysa Huxley’in o yıllardaki yazıları incelendiğinde, zaman zaman bu görüşünden geri adım atarak, teropod dinozorlar ve kuşlar için ortak bir atadan söz ettiği görülür. Öte yandan, 67
Huxley’in çağdaşı bazı bilim insanları kuşlara ata olarak otçul dinozorları gösterirken, bazıları dinozorları kuşların atası olamayacak kadar fazla özelleşmiş buluyorlardı. Daha o yıllarda dinozorların ve kuşların sözü edilen benzerliklerini pterozor örneğindeki gibi benzeştiren evrime bağlayan ve yine ortak bir sürüngen atadan söz eden bilim insanları olsa da, kuşların atasını daha ilkel sürüngenlerde arayan hipotezin gerçekten doğuşu ancak bir sonraki yüzyıl içinde oldu. 1913 yılında Güney Afrikalı paleontolog Robert Broom’un, alt Triyas kayaçlarından 230 milyon yıllık fosili çıkartılan küçük bir tekodontun kuşların atası olduğu yolundaki düşünceyi ortaya atmasıyla, tekodont-ata hipotezi de doğmuş oluyordu. Broom’un Euparkeria adını verdiği bu tekodont dört ayaklıydı, ancak iki ayaklılığa doğru bir geçiş sürecindeydi. Broom’a göre dinozorların fazla özelleşmiş sayıldığı noktalarda yeterince ilkel olan Euparkeria, kuşların atası olmak için gerekli tüm anatomik özelliklere sahipti. Danimarkalı paleontolog Gerhard Heilmann’ın 1926 yılında yazdığı “Kuşların Kökeni” adlı kitap da bu hipotezi destekler nitelikteydi. Günümüzde konuyla ilgili bir klasik olarak kabul edilen bu kitap, kuşların kökeni ve evrimiyle ilgili ilk kitaptı ve burada Heilmann, Euparkeria’dan, kuşların kökenini açıklayan anahtar fosil olarak söz ediyordu. Aslında tüm yazdıklarının kuşların teropod dinozorlardan evrimi için de geçerli olabileceğinin görüldüğü kitabında Heilmann, teropod dinozorlarda bir kuş karakteristiği olan lades kemiğine rastlanmamış olduğuna dikkat çekiyor, ilkel formları ve lades kemiğine sahip olmaları nedeniyle tekodontların kuşların atası olduğunu savunuyordu. Aslında Huxley’in makaleleriyle ortaya atılmış olan bu dinozor-ata teorisinin, biraz değişikliğe uğramış olarak tekrar gündeme gelmesi, paleontolog John Ostrom’un 1973 yılından başlayarak yayınladığı makalelerle oldu. Ostrom, 1964 yılında keşfettiği ve bir erken Kretase dönemi teropod dinozoru olan Deinonychus ile Archaeopteryx arasında, benzeştiren evrimden kaynaklanmayacak kadar fazla benzerlik bulmuş ve kuşların teropod dinozorlardan gelmiş olduğunu savunmuştu. Archaeopteryx’den 40 milyon yıl genç olan bu fosille Archaeopteryx’in kol, el, kalça, bilek ve omuz kemikleri üzerinde yaptığı incelemeler sonunda özelleşmiş kemikler açısında çok benzediklerini gören Ostrom, Eichsatt Archaeopteryx’inin 20 sene boyunca bir teropod dinozoru (Compsognathus) zannedildiğini de hatırlatıyordu.
68
1986 yılına gelindiğinde ise paleontolog Sankar Chatterjee, Teksas’taki geç Triyas dönem katmanlarında bulduğu ve Protoavis olarak adlandırdığı bir fosili bilim dünyasına duyuruyordu. Chatterjee’nin, kafatası ve boyun kemiklerinde modern kuşlarla birçok benzerlik bulduğu ve en eski kuş olarak sözünü ettiği bu tartışma yaratan fosil, Archaeopteryx’ den yaklaşık 75 milyon yıl gençti ve benzerlikleri kanıtlandığı takdirde dinozor ata teorisini çürütebilirdi. Ne var ki bu fosil iyi bir şekilde korunmadan günümüze ulaşmıştı ve parçacıklı yapısıyla tek bir bireye değil de, farklı birkaç türe ait bireylerin kemiklerinin bir araya gelmesiyle oluştuğu izlenimini uyandırıyordu. Bütünlükten uzak bulunan bu fosil, günümüze dek kuşkuyla sözü edilen bir fosil olarak kaldı. Kuşların tüylerden sonra en karakteristik özelliği sayılan lades kemiğinin, 20. yüzyılın sonlarına doğru Velociraptor ve Ingenia gibi bazı geç Kretase teropod dinozorlarında da bulunması, kuşların atasının teropod dinozorlar olduğu teorisini güçlendirdi. Hatırlanacağı gibi, Heilmann’ın teropod dinozorlarla kuşlar arasında gördüğü benzerliklere rağmen onların ortak bir atadan geldiklerini söylemekten öteye gitmemesinin nedeni, teropod dinozorlarda Heilmann için de çok önemli bir kuş karakteristiği olan lades kemiğinin bulunmamasıydı. Özetleyecek olursak, kuşların kökeniyle ilgili kuramlardan bir tanesi, Archaeopteryx fosilleriyle teropod dinozorlar arasında homolog olduğu düşünülen benzerlikler nedeniyle, kuşların atasının dinozorların bu kolu olduğu yönündeydi. Teropod dinozorlarla kuşlar arasındaki tüm sonradan edinilen benzerliklerin benzeştiren evrimden kaynaklandığını ve teropod dinozorların kuşların atası olamayacak kadar özelleşmiş olduklarını söyleyen tekodont ata teorisi ise, kuşların atasının teropod dinozorlardan önce yaşamış ilkel bir sürüngen olduğunu savunuyordu. Tüm bunlara ek olarak, fosilleri inceleyen bazı bilim sanlarının dinozorlar ve kuşlar arasındaki benzerlikleri, bazılarının ise farklılıkları vurgulaması, bu iki kuramın savunucularını karşı karşıya getiren önemli bir ayrılma noktasının sistematik yöntem farklılıkları olduğunu ortaya koyuyor. Günümüzde çoğu bilim insanınca kanıtlandığı düşünülen teropod-ata teorisinin uçuşun kökenine ilişkin bölümü, son olarak bulunan ilginç bir fosille birlikte çürütülmüş gibi görünüyor. Bu durum kuşların evrimsel yolculuğunu aydınlatmanın zorluğunu çok iyi anlatıyor olsa gerek. Bu yüzden, günümüz Archaeopteryx’lerine geçmeden önce, uçuşun ve tüylerin kökeniyle ilgili olan ve 69
kuşların atasına ilişkin kuramlara paralel olarak gelişen tartışmalara değinmemiz gerekiyor. Uçuşun kökenine dair Kuşların atasının hangi hayvan kolu olduğuna ve kuşların bu atadan kaç milyon yıl önce ayrıldığına ilişkin araştırmalar ve tartışmalar, doğal olarak tüylerin ve uçuşun kökeniyle de çok yakından ilgilidir. Kuşların en karakteristik özelliği olduğu düşünülen tüyler, omurgalı derisinin en karmaşık türevidir. Morfolojik bir harika olarak tanımlayabileceğimiz tüyler, çok karmaşık yapıları ve sayısız işlevleri olması bakımından çok zengin bir evrimsel geçmişe işaret ederler. Tüylerin bir şekilde sürüngen pullarından evrimleştiği genel olarak kabul edilirken, sürüngen pulundan karmaşık yapıdaki tüye kadar olan evrimsel basamaklarda hangi yapıların ortaya çıktığı ve bu yapıların canlıların çevreye uyumunda nasıl bir değere sahip olduğu konusunda yıllar içinde birçok farklı görüş ortaya atılmıştır. Tüylerin, uçuş dışında, yalıtımdan kamuflaja ve kur davranışına kadar kuşların yaşamında büyük önem taşıyan pek çok işlevi vardır. Ancak kuşkusuz uçuşla ilgili (aerodinamik) özellikler tüylerin birincil işlevidir.
Uçuşun kökeniyle ilgili görüşlerin ve ortaya atılan senaryoların kimi, tüylerin en başta yalıtım ve iletişim gibi uçmayla ilgisiz bir nedenle evrildiğini savunurken, 70
kimi de tüylerin, birincil işlevleri olan uçuştan farklı bir bağlamda evrimleşmiş olmasının mümkün olmadığını savunur. İlkel sürüngen atanın pullarının hangi işlev doğrultusunda evrim geçirerek ilkel tüylere dönüştüklerini ve buna bağlı olarak uçuşun kökenini açıklamaya çalışan iki temel kuram vardır. Bunlardan ilki uçuş evriminin yerde başladığını savunur. Bu kuramı destekleyenlerin çoğu, kuşların iki ayaklı teropod dinozorlardan geldiğini savunan araştırmacılardır. Kuşların atasının teropod dinozorlardan daha ilkel olan tekodontlar olduğunu savunanlar ise, uçuş evriminin ağaçta başladığını savunurlar. İlkel sürüngenvari kuş atasının ağaçta yaşamış olduğunu varsayan teoriye göre, sürüngen pullarında oluşacak her bir küçük değişiklik (uzama ve çatlama) bu hipotetik canlının aerodinamik yeteneklerinin gelişmesi demek olacaktı. Bu ilkel atanın sürüngen pulları karmaşık yapıdaki uçuş tüylerine dönüşürken, önceleri yerçekiminin sağladığı enerjiyi kullanarak ağaçtan ağaca süzülen canlının süzülme yeteneği zamanla gelişecek, manevra gereği ortaya çıktıkça da kanat ve kuyruk tüyleri karmaşık bir yapıya doğru evrim geçirecekti. En ünlü tekodont ata savunucusu olan Alan Feduccia’nın da desteklediği bu teori, özetle, tüylerin en başta uçuşla ilgili olarak evrildiğini varsayıyor ve kuşların atasının Triyas dönemde yaşamış küçük, dört ayaklı, ağaçta yaşayan bir tekodont olduğunu savunuyordu. Kuşların iki ayaklı, etçil teropod dinozorlardan geldiğini düşünenlerin desteklediği ve uçuş evriminin yerde başladığını savunan teori ise, tüylerin öncelikle ısı düzenleyici olarak evrildiğini varsayıyordu. Diğer bir deyişle, kuşlarda görülen sıcakkanlılığın uçuştan önce evrimleşmiş olması gerektiğini savunuyordu. 1969 yılında bazı dinozor türlerinin sıcakkanlı olmuş olabilecekleri yönündeki görüşü ilk kez ortaya atan ve günümüzün ünlü teropodata savunucusu olan John Ostrom’un önderliğindeki bu teoriye göre, kuşların teropod atasındaki ilkel tüyler öncelikle ısı yalıtımını sağlamıştı. Aktif, sıcakkanlı, koşarak avlanan bu etçil yırtıcı dinozorların ilkel tüylerle kaplanacak ön uzuvları, onların böcek ve benzeri küçük avlarını ağızlarına doğru süpürmelerini sağlayacaktı. Bu ilkel atanın avı peşinden koşarken ani manevralar yapabilmesi ya da avcılardan kaçarken tepelerden aşağıya süzülebilmesi de modern, gelişmiş kanat ve kuyruk tüylerinin evrilmesiyle gerçekleşecek ve böylelikle ilk olarak ısı yalıtımı sağlama yönünde evrilmiş olan tüyler sonradan aerodinamik işlevler doğrultusunda evrimlerini tamamlayacaklardı. 71
Tüyleriyle fosilleşmiş olarak bulunan ilk kuş olan Archaeopteryx’in fazla modern yapıdaki tüyleri ise, ne yazık ki ilk tüye ve ilk uçuşa dair pek fazla ipucu vermiyordu. Yine de Archaeopteryx’in nasıl bir uçucu olduğuna ve ne tip bir ortamda yaşadığına ilişkin araştırmalar yapılırsa bazı sorular yanıtlanabilirdi. Asimetrik tüyleri Archaeopteryx’in uçabildiğini gösterirken, fazla çıkıntılı olmayan göğüs kemiği uzun süre kanat çırparak uçamayacağını düşündürüyordu. Feduccia, bir çok farklı ekolojik alandan seçtiği 500'den fazla kuşun pençeleri üzerinde yaptığı ölçümlerle Archaeopteryx’inkileri kıyaslıyor, Archaeopteryx’in pençelerinin yerde yaşamasını mümkün kılmayacak derecede kıvrık olduğuna dikkat çekiyor ve Archaeopteryx’in kesinlikle ağaçlarda yaşadığını savunuyordu. Bu görüşe karşı çıkanlar ise, Archaeopteryx fosillerinin bulunduğu Solhofen bölgesinden hiçbir ağaç fosilinin çıkarılmadığını, Jurassic dönemde bu bölgede ağaçların olmadığını ve dolayısıyla Archaeopteryx’ in ağaçlarda yaşamış olmasının mümkün olmadığını ileri sürüyorlardı. 20 metreye ulaşabildiği bilinen Gingko gibi birçok bitkinin Jura dönemi Avrupa’sında görüldüğü ve Solnhofen fosil kayıtlarında ağaçlara ait izler bulunmamasının birçok nedeni olabileceği ise, bu itiraza verilen bir yanıttı. Yerde başlayan uçuşu savunanların karşılaştıkları en büyük itiraz ise, teropod atanın yerçekimini yenerek havalanmak için çok fazla kaldırma gücüne ihtiyaç duyacağı idi. Bu gerçekten yerinde bir itirazdı ve bu yüzden de uçuşun yerden başladığı teorisi uçuş evriminin ağaçta başladığını savunan teoriden daha az destekçi buldu. Uçuş evriminin yerde gerçekleştiğini düşünen araştırmacılar, Archaeopteryx’in kanatlarını ve uçuş kapasitesini inceleyerek bu önemli fiziksel problemi çözmeye çalıştılar. Son yıllarda yapılan ve bazı kuş türlerinin henüz uçamayan yavrularının bir tehlike durumunda dik yamaçlarda kanat hareketleriyle destekli olarak koşmalarını inceleyen ilginç bir araştırma ise, ilkel tüylere sahip koşan bir teropod atanın düşünüldüğünden daha fazla hareket özelliği olabileceğini savunuyordu. Uçuşun evrimiyle ilgili teoriler içinde şu günlerde tekrar gündeme gelen bir diğeri ise William Beebe’ye aitti. Beebee, 1915 yılında Berlin Archaeopteryx’inin bacaklarında gördüğü tüy izlerine dayanarak Archaeopteryx’ ten önce ağaçlarda süzülen dört kanatlı bir sürüngen formun yaşamış olduğu teorisini ortaya atıyordu.
72
Uçuşun kökeniyle ilgili bir görüşü olan tüm araştırmacılar, Archaeopteryx’in anatomisini ayrıntılı bir şekilde inceleyerek teorilerini kanıtlayacak karakterler ve davranış repertuarı bulmaya çalışırken biyolog Philip Regal, Kaliforniya’da yaşayan bir tür tilkinin sadece böceklerle beslendiğine dikkat çekerek uyarıda bulunuyordu. Regal, hiç bir araştırmacının bu tilkilerin anatomisini inceleyerek bu sonuca varmayacağını belirtirken, bir canlının davranışlarının sadece anatomisine dayanılarak tahmin edilemeyeceğine dikkat çekiyordu. Kuşların ve uçuşun kökeniyle ilgili tüm teoriler Archaeopteryx’in ve hipotetik kuş atalarının yerde veya ağaçta resmedildiği birçok çizimle desteklenmeye çalışılırken, Çin’in Liaoning bölgesi de kuşların kökeniyle ilgili tartışmaların ve hatta fosil ticaretinin merkezi olmaya hazırlanıyordu. Dinozorlar hala yaşıyor mu? Kretase döneminde yaşanan hızlı iklim değişiklikleri ve volkanik kül yağmurları Çin’in kuzeydoğusunda yer alan Liaoning Bölgesi’nde fosilce zengin eski bir göl yatağı oluşmasına neden olmuş. Aralarında dünyanın en eski çiçekli bitki fosilinin de bulunduğu birçok önemli fosil bu bölgeyi dünyanın doğa tarihine ışık tutan bir merkez haline getirmiş durumda. 1994 yılında burada bulunan saksağan büyüklüğündeki ilkel bir kuş Archaeopteryx’e olan benzerliğiyle dikkat çekiyordu. Confuciusornis adı verilen bu kuş, modern yapıdaki uçuş tüyleriyle belli bir mesafeyi uçabilen ilk kuş olarak kabul edildi. Bu kuşa ait fosillerden bir kısmının kuyruğunda eşeysel dimorfizme işaret eden tüyler bulunuyordu. Modern bir gaga yapısına sahip en eski kuş olarak da büyük önem taşıyan Confuciusornis’in Archaeopteryx gibi 3 kıvrık tırnağı olması ise bazı araştırmacılar için Confuciusornis’in ağaçlarda yaşamış olduğunun kanıtıydı. Öte yandan diğer araştırmacılar Confuciusornis’in el yapısını dinozorların kavrayan elinin uçan ele evriminin bir kanıtı olarak görüyor ve Confuciusornis’i uçabilen, tüylü bir teropod dinozor olarak tanımlıyorlardı.
73
Bu bölgeyi kuş kökeni tartışmalarının merkezi haline getiren fosillerden ilki 1996 yılında çıkarıldı. Sinosauropteryx adı verilen bu fosil çok iyi bir şekilde korunmuştu ve bu fosilde genelde fosilleşmeyen karaciğer gibi yumuşak dokuları bile görmek mümkündü. Ancak fosilin tartışmaları alevlendiren özelliği, başından kuyruğuna dek bir hat boyunca inen ve hav izlenimi veren yelesiydi! Kuşların atasının teropod dinozorlar olduğunu savunanlarca ilkel tüy olduğu düşünülen bu lifler, sıcakkanlılığın uçuştan önce evrimleştiğinin kanıtıydı. Bu fosil hayvanın Compsognathus’a olan benzerliği ise teropod ata teorisi savunucuları için kuşların dinozorlardan gelmiş olduğunun kesin bir kanıtıydı. Ne var ki bazı araştırmacılara göre sırt çizgisiyle sınırlılığı şüphe uyandıran bu lifler tüylerin atası olabilecek bir yapıda değildi ve üstelik bu yapılar bazı modern sürüngenlerde de görüldüğü gibi deri altındaki bir tür kolajen destek yapısı olabilirlerdi. Sinosauropteryx fosilinin yankılarının sürdüğü 1997 yılı içinde yine Lianoing’den bu kez peşi sıra iki yeni ilginç fosil daha çıkarıldı. Archaeopteryx’e benzerliğinden dolayı Protarchaeopteryx olarak adlandırılan ilk fosil, Archaeopteryx’den daha ilkel yapıda tüylere sahipti ve bu tüylerin simetrik yapısı uçuş yeteneğinin olmadığını gösteriyordu. 74
Caudipteryx adı verilen ikinci fosilde de yine benzer yapıda tüyler bulunuyordu. Bu fosilin kuyruğunda göze çarpan kabarık tüyler ise kur davranışıyla ilgili olarak yorumlanıyordu. Bu iki fosil birçok araştırmacı tarafından Sinosauropteryx ve Archaeopteryx arasında yer alan tüylü teropod dinozor formları olarak kabul edilirken, Feduccia bu fosilleri dinozorlardan çok uçamayan kuşlara benzetiyordu. Uçamamanın ikincil olarak (sonradan) evrimleştiğini belirten Feduccia, çok iyi korunmuş olduğu halde Caudipteryx fosilinde lades kemiğinin görülmeyişini bu gibi kuşlarda görülen lades kemiği kaybının bir örneği olarak görüyor ve bu kuşları “Mezozoik kivi” olarak tanımlıyordu. Bu iki fosilin uçma kaybının çok eskiden evrimleştiğinin bir kanıtı olduğunu belirten Feduccia, “Şayet Mezozoik kayaçlarda bir emu*(Avustralya'da yaşayan ve devekuşuna benzeyen, uçamayan bir kuş türü) fosiliyle karşılaşsaydık bu kuşta gördüğümüz yozlaşmış tüyleri modern tüye geçişteki bir basamak olarak mı yorumlayacaktık?” diye sorarak uçmayan kuşların uçuşun kökenini aydınlatmadaki önemini vurguluyordu.
2000’li yıllara girildiğinde ise evrim biyolojisinin bu çok tartışılan konusuyla ilgili kitap ve makalelere yenileri eklenmeye, fosil kayıtları da artmaya devam ediyordu. Arjantin’deki geç Triyas döneme ait depozitlerde kuş ayak izlerine ait 75
olduğu düşünülen fosillerin bulunması yine farklı şekillerde yorumlanırken, Lianoing bölgesinden olay yaratacak bir başka fosil çıkarılıyordu. 77 cm boyutlarındaki küçük bir teropod dinozoruna ait olan bu yeni fosil, W. Beebee adını tekrar gündeme getiriyor ve uçuşun kökeniyle ilgili tartışmaları alevlendiriyordu. Microraptor gui adı verilen bu önemli fosil gerçekten de ön ve arka uzuvlarındaki, asimetrik uçuş tüylerinden oluşan kanatlarıyla Beebee’nin hipotetik 4-kanatlı kuş atasına benziyordu. Bir tür teropod dinozoruna ait olan bu fosil bir yandan uçuşun teropod dinozorlardan evrimleştiğini gösteren bir başka kanıt olarak görülürken diğer taraftan uçuş evriminin ağaçlarda süzülmeyle başlamış olduğu teorisini destekliyordu. İlk Archaeopteryx fosilinin bulunduğu yıldan günümüze kadar yapılan araştırmalar sonucunda kuşların ve uçuşun kökenine dair birçok bilinmeyenin aydınlatıldığı ve yeni bilgilere ulaşıldığı kesin. Biyolog Richard O. Prum ise tüm bu yeni bilgiler ışığında “kuş” tanımının geçirdiği değişikliğe dikkat çekiyor. Prum, evrim biyolojisi, paleontoloji ve sistematikteki gelişmelerle kuşları dinozor atalarından ayıran anatomik boşluğun silindiğini söylüyor ve son olarak bulunan 4 kanatlı dinozor fosiliyle birlikte kanat çırparak uçuş dışında kuşlara özgü hiçbir temel karakterin kalmadığını belirtiyor. Sonuç olarak denebilir ki sayıları hiç de az olmayan bilim insanına göre dinozorlar hala yaşıyorlar. İnsanoğlunu da çok etkilemiş olan uçuş, canlıların kazandığı en karmaşık yeteneklerden biri ve bizim kuş tanımlarımızı tekrar gözden geçirmemiz gerekiyor. Bu konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgilenmek isteyenler aşağıdaki siteleri ziyaret edebilirler. www.peabody.yale.edu/exhibits/cfd/CFDintro.html www.nhm.ac.uk/museum/tempexhib/dinobirds www.isgs.uiuc.edu/dinos/de_4/dino30.htm http://dinosaur.uchicago.edu/ (bu sitede Paul Sereno’nun sesli anlatımını da dinleyebilirsiniz.) Not: Yazarın önceki yazılarına ana menüdeki “Yazı Arşivi”nden ulaşılabilir. *Bu yazı Kuş Araştırmaları Derneği yayını olan İbibik Dergisi’nin Eylül 2003 tarihli 4. Sayısında yayınlanmıştır. Kaynaklar 76
Ackerman, J.1998. Dinosaurs take wing. National Geographic. Vol.194 No.1( 74-99) Dial, K.P. 2003. Wing-Assisted Incline Running and the Evolution of Flight Science 299: 402-404 Feduccia, A. 1999. The Origin and Evolution of Birds. Yale University. 2nd edition Melchor, R.N. et al. 2002. Bird-like fosil footprints from the Late Triassic Nature 417: 936-938. Proctor, N.S & Lynch, P.J. 1993. Manual of Ornithology, Avian Structure and Function. Yale University. Prum, R.O. 2003. Dinosaurs take to the air. Nature: 323-324 Xu, X. et.al. 2003. Four-winged dinosaurs from China. Nature 421: 335-340.
77
Geçmişe Müebbet (3)* Abdullah Rıdvan Can Bahçeden kafasında bin bir düşünceyle çıktı Şahin. Adımları sert ve sıktı. Ne yapacaktı şimdi de köyde durabilecekti bilmiyordu. Böyle olacağını tahmin etmiş olsa bile bir umut gelmişti işte. Devran dönüyor dünya değişiyordu. Zalimler aynı zalim, zulümleri hep aynıydı. Köy meydanına geldiğinde adımlarını sıklaştırdı. Daha fazla kimseyle muhatap olmak istemiyordu. Başını daha bir eğdi ve daha bir hızlandırdı adımlarını. Biraz daha yürüse az ilerdeki ara yola girecek birinin kendine seslenme ihtimali hepten kaybolacaktı ya. İşte az biraz yürüyemedi. Köy meydanının öte ucundan titrek bir nida salınıverdi Şahin’in kulaklarına. Şahin duymazlıktan gelip yoluna devam etse birkaç saniye sonra her şey bitecekti. O ara yola bir girebilse bir daha sesini duyamayacaktı ya. Kendisini yakalayan ses gittikçe yaklaşıyordu. Hem gittikçe şiddeti artıyordu sesin titremesinin. Edemedi. Arkasına dönmeden edemedi. Tedirgin bir şekilde arkasına döndü. Koşarak yaklaşan adama değil sesinin git gide titremesine git gide ağıda bürünmesine şaşırdı. Kollarını açmış kendine doğru can havliyle gelen bu adam ya Sait’ti ya da Şahin hayal görüyordu. Karabasanlar gündüzleri de musallat oluyordu öyleyse hem de yolun orta yerinde… Bir süre sonra karabasan hayal olmadığını anlayacaktı. Birden kendini o titrek sesin sahibinin kolları arasında buldu. O da sarıldı. Hissedince Sait’i o da sarıldı. Sımsıkı… Yılların aralarına koyduğu mesafeyi bu iki dakikada kapatmak istercesine sımsıkı… Sonra titrek ses ağıda dönüverdi birden. Şahin içine ağlıyordu. İçine ağlamayı çok uzun seneler önce öğrenmişti. Ağabeyini köy meydanında vurduğunda, içeri girince anasıyla babasının ölümünü duyunca hep içine ağlamıştı. Gardiyan türlü işkencelerini öne Şahin’in üzerinde denerken o yine içine ağlamıştı. Yine içine ağladı. Kocaman bir cüsseyle kendini saran bu dev çocuk Sait’ti. “Gardaş ölmedik, ölmedik!” diyebilecek kadar müsaade vermişti ağıtlar harflere. O harfler teker teker çıktı. Teker teker giriverdi Şahin’in gönlüne. Gözleri ağlayamadığı için parlayan Şahin kısık bir sesle, ama yalnız Allah’ın duyabileceği bir sesle tekrar etti: “Gardaş ölmedik, ölmedik…” 78
Bu ağıt faslı geçince koskoca cüssesiyle ilk evladını parka götüren baba gibi gururlu mutlu ve sevecen bir edayla elinden tuttu Şahin’in. Az önceki o dar o ince uzun ara sokağa girdiler. Biri dev bir çocuk öteki koskoca bir dağdı. Sait elini Şahin’in omzuna attı ve o yolun kapladığı sis boyunca uzayıp gittiler. Uzunca yürüdükten sonra köyün alt başındaki çeşmenin yanına geldiler. Bir kaya buldu Şahin. Oturdu o buz gibi kayaya. “Gardaş taşa, yaşa oturulmaz derler. Çocuğun olmaz aman diyim” diye takıldı Sait. Doğru ya çocuğu olmalıydı değil mi? Bir evi bir ailesi bir kurulu düzeni… İyi de kim bu saatten sonra ister içeri girmiş çıkmış adam. Hem de asi hem de inat bir adama kız verirdi. İçinden dul bir avrat bile bulamam dedi. İçinden ama. Kendine ama sadece kendine. Sonra Sait’e tebessüm ederek karşılık verdi. Sait elinden tutacak ve kaldıracaktı onu. Sonra zeytin ağaçlarıyla kaplı o koskoca tarlalara yürüdüler. Kurak mevsimin incecik bir nehri gibi ikisi iki yandan zeytin ağaçlarına doğru aktılar. Zeytin ağaçlarının yanına geldiklerinde Sait içini çekerek “Millet ağadan korkuyor, kimse çocuğunu okula vermiyor. Kâfir yetiştiriyormuşum ben köylü orada burada söylenip duruyor” dedi. Bir süre anlamsız bir sessizlik oldu. Ortalıkta uçuşan kuşlar kendi aralarında bir şeyler için didişiyorlardı. Sonra birden Şahin işaret parmağını kaldırdı ve Sait’e doğrulttu “Eğer onlar doğruysa iki elim yakandadır, yok onlar yalansa bu köyün çekeceği var” dedi. Yıllardır hapishanede ıslah olmamış gibi… Ve sakin bir tavra büründü sonra. “Okumak ilim öğrenmek ben de isterdim şimdiki aklım olsa” dedi hafif pişmanlık duyan gözlerine inmiş kasvetle. Sait ona tebessüm etti “Yaşın geçmedi ki ne olacak her şey zamanla oturur yerine. Hem zaten köydesin artık, zorun olmaz ki” dedi. Hem zaten köyde miydi? Bunu Şahin bile bilmiyordu, Sait nasıl oluyor da böyle bir yakıştırmada bulunuyordu. Hem, dedi, yine kendine, yine içinden… “Bu köy ona cehennemden daha koyu, geceden daha kara, gündüz gözüne arafta gezinenlerden daha kötü eder beni” dedi. Sonra tebessüm etti. Bir daha hiç bırakıp da gitmeyecekmiş gibi. O ara Sait zeytin dalından bir çember yapmış Şahin’in başına geçirmişti. “İşte, işte barışın oğlu karşımda artık” diye gürledi. *Sürecek
79
Bir Yanım Tuğçe Duysak
Bir yanım haykırsa şöyle sonsuza, Bağıra bağıra yeter dese. Bir yanım uzansa sobanın kenarına, Mayışmış halde uykuya dalsa. Bir yanım binse bir otobüse güzergâhı belli olmayan, Kaybolsa şeritler arasında. Bir yanım onun yanında olsa onunla, Onsuz zamanlara inat yaşasa Bir yanım her şeyi silse Kalan ömründe mutlu olsa. Ah o bir yanım ah…
80
Kalpsiz II Cem Göksoy Yağmurlu bir geceydi. O kadar çok şimşek çakıyor ve yıldırım düşüyordu ki; sanki gökyüzünde karabulutlar arasında savaş çıkmıştı ve biz de onların bu şiddetli savaşından meydana gelen kanlarıyla yıkanıyor gibiydik. Herkes evine çekilmiş yağmurdan korunurken bense yavaşça yürüyerek ayak bileklerimi geçmiş olan su birikintisinin arasında evimin yolunu tutuyordum. Bir ara sokağın yanından geçerken hıçkırarak ağlayan cılız bir ses duymuş ve merak edip ara sokağa girmiştim. ‘O’, orada suyun içinde yatmış ve hıçkırarak ağlıyordu. Karanlığın içinde çamurlu su yüzünden kararmış beyaz elbisesi ve sırılsıklam olmuş simsiyah saçları parlıyordu. Yüzüstü uzandığı su birikintisinin üzerinde hareketsiz bir şekilde sadece hıçkırıyor ve ağlıyordu. Yanına yavaşça yürüdüm ve omzuna elimi koydum. Kulağına eğilip: “İyi misin?” demiştim. Sesim çatlak çıkmıştı ve o haldeki birine sorulabilecek en saçma soruyu sorduğumu fark ettim. Kız bana cevap vermemişti, onu omzundan yakalayıp dizlerimin üzerine doğru yüz üstü çevirdim ve kucağıma aldım. Kadının gözleri sıkıca yumuluydu ve sadece ağlıyordu. Hiçbir şey yapmadan sadece onu izlemeye karar vermiştim bir süreliğine. Çok narin, ince bilekleri ve bembeyaz soluk bir teni vardı. Dudakları, dudakları o kadar estetik ve narin duruyordu ki; eğer melek diye bir şey varsa bu kadın onlardan birisiydi. Sonunda derin bir nefes almış ve ağlarken bana o cılız sesiyle: “Beni rahat bırak!” diyebilmişti. Ne yapacağımı bilememiştim. Sanırım evsizdi, bu yüzden onu kendi evime götürüp bu karanlık sokaktan ve bu hırçın havanın etkisin almak istemiştim. Kadının o narin vücudunu kollarımla kaldırdım ve yoluma devam etmeye başladım. Kulağına doğru kafamı eğip olabildiğince kibar ve güven veren bir ses tonuyla: “Merak etme, artık güvendesin ve kimsenin sana bir şey yapmasına izin vermeyeceğim” dedim. Kız narin elleriyle beni göğsümden sıkıca kavradı ve kafasını göğsüme gömüp hıçkırarak ağlamaya devam etti. Evime ulaştığımda kızı şöminenin önüne oturttum ve hızlıca şömineye birkaç odun atıp ateşledim. Kız bacaklarını kendine doğru çekmiş ve kafasını bu sefer dizlerine gömmüş, ağlamaya devam ediyordu. Hızla üst kata çıkıp deneklerimden arta kalan kıyafetlerden onun üzerine uyabilecek bir kıyafet 81
bakmaya başlamıştım. Onun üzerindeki kıyafete çok benzeyen bembeyaz, oldukça yumuşak, narin ve güzel bir elbise bulmuştum. Hızla alt kata indim ve kızın yanına elbiseyi bıraktıktan sonra alevi biraz daha güçlensin diye şömineye bir kaç odun daha attım. Ardından yavaşça kızın yanına gittim ve oturdum. Omzundan tutup: “Hayatının sonuna kadar ağlayamazsın, hadi kendini toparla biraz. Bak sana yeni elbise getirdim. Sanırım bu üzerine olur, ben şimdi mutfağa yiyecek bir şeyler bakmaya gideceğim. Sen de istersen bu sırada üzerini değiştir. Topla kendini.” dedim. Kız olumlu bir şekilde kafasını salladıktan sonra eliyle burnuna destek olarak burnunu çekti, ardından boğuk bir sesle: “Fakat ortada bir sorun var.” dedi ve kafasını bana doğru çevirdi. Yüzüne baktığımda gözlerinin hala sımsıkı kapalı olduğunu görebiliyordum. Elimle çenesini okşarcasına tuttum ve “Sorunun her neyse ben sana yardımcı olurum.” dedim. Kız gözlerini açtığında beni şaşırtan bir şeyle karşılaşmıştım. Gözlerinin ak olması gereken yerleri dâhil, her yeri kömür kadar siyah ve mattı. Kız bana doğru gözlerini dikerek: “Ben körüm. Giyinmeme yardımcı olabilir misin?” dediğinde ilk defa bir şey hissetmiştim ve ilk hissettiğim şeyin aşk olacağını düşünürdüm hep fakat ben utanmıştım. Kızı soyunuk bir şekilde görmekten utanmıştım. Sesim bir cızırtıya dönmüştü: “Tabi ki olurum. Neden olmayacakmışım ki?” dedim panikle. Kız tebessümle: “Neyden utandın, bir körü giydirmekten mi?” dedi ve kahkaha atmaya başladı. Ben de gülmeye başlamıştım. Bilmiyorum neden oldu fakat bu geceden itibaren ruhu olmasa da, duyguları olan bir adam olmaya başlamıştım. Kıza elimden geldiğince yemek hazırlayıp, son derece güzel bir sofra kurmuştum. Kör olmasına rağmen, son derece titiz ve estetik bir sofra olmuştu. Hatta iki tane de mum yakıp masanın ortasına dikmiştim. Daha önce hiç böyle olmamıştım ve içimde hiç yerinde durmak istemeyen bir kıpırtı vardı. Bana durmadan enerji veren bu şeyin adı duyguydu. Ve ilk defa bir duygu sahibi olmanın mutluluğunu yaşarken bile bir duygu daha hissetmiş olmanın mutluluğunu yaşıyordum, mutlu oldukça mutlu olmaya devam ediyordum. Adeta bu duygular kısır döngü yaratmıştı vücudumda ve bu çok hoşuma gidiyordu. O yemek yerken ben hiçbir şey yiyemiyor, sadece onu izliyordum. Bana bir yerlerden sanki daha önce görüşmüş ve bir takım sohbet içine girmişiz gibi geliyordu. Sanki onu tanıyor gibiydim, fakat bir türlü hatırlayamıyordum. Bu da 82
beni gerçekten huzursuz ediyordu. Kız büyük bir afiyetle yemeği yerken ona hiçbir kadına bakmadığım bir şekilde bakıyordum. Sanki onu izlerken bambaşka bir diyara gidiyordum. Güneş yakmıyor ve çimenlerin üstünde o ve ben uzanıyorduk sanki. Meltem onun saçlarını hafifçe okşayarak uçuşturuyordu ve o da benim göğsüme kafasını koymuş uyuyordu sanki. Kız aniden durdu ve kaşığını yavaşça masaya bırakıp bana doğru baktı. Siyah gözleri saçlarının arasından beliriyordu, fakat bu onu daha güzel ve karşı konulamaz kılıyordu. O kadar güzel ve duygulu bakıyordu ki, kendimi ona bakmaktan alıkoyamıyordum. Solmuş bembeyaz teni ve solmuş bir kırmızılıkta olan dudağı, narin vücudu ve bir daha hayatım boyunca asla göremeyeceğim o bakışları. Tebessüm ederek: “Neden yemiyorsun?” dedi ve bir cevap beklercesine o ince ve simetrik kaşlarını hafifçe yukarı kaldırdı. Afallayıp kalmış ve ne diyeceğimi şaşırmıştım. Kız tebessüm ederek: “Sorun değil, gerçekten. Beni daha önce hiç bu kadar değerli kılan bir durum olmamıştı. Her şey için çok teşekkür ederim.” dedi ve yemeğine devam etti. Yemekten sonra salona geçmiştik ve hafif bir müzik açmıştım. Yemekten sonra her zamanki yaptığım gibi tütün kutumdan biraz tütün alıp onu sarmaya başlamıştım. Kız bana dönerek: “Sigara kullanıyorsun demek.” dedi ve el yordamıyla yanıma gelip elimden tutup: “Sigaranın öldürdüğünü söylüyorlar kimileri… Ölmeyi mi istiyorsun?” dedi. Kıza her şeyi anlatmak istedim o an da. Ölümsüz olduğumu ve başımdan geçenleri anlatmak istedim. Fakat vereceği tepkiden korkuyordum. Korku denilen şey, gerçekten kötü bir histi. Fakat elbet bir gün bunu öğrenecekti; o yüzden daha fazla bağımlısı olmadan anlatmalıydım ona gerçekleri. Başımdan geçen bütün her şeyi en ufak ayrıntısına kadar anlattım. Hatta kalbini ve beynini çiğ bir şekilde yediğim adamdan bile bahsettim. O sadece dinledi, kafasını dizime koyup tepki vermeden dinledi. Belki bana acımıştı, belki de çok korkmuş ve ne yapacağını bilememişti bilemiyordum. Onunla karşılaştıktan sonra kazandığım duygulardan da bahsetmiştim. Fakat yaptıklarımı, yaşadıklarımı ve ölümsüz olma gerçeğini değiştirebileceğini biliyordum. Tamamen her şeyi anlatıp bitirdikten sonra kız hafifçe kafasını kaldırdı ve yavaşça doğruldu. Sanırım korkmuştu. Bir şeyler diyerek onun içini rahatlatmalıydım, bu yüzden her ne kadar gitmesini istemesem de istediği zaman gidebileceğini söylemiştim. Fakat o aynı benim onu bulduğum zamanki gibi 83
beni omzumdan hafifçe tuttu ve kulağıma güven dolu yumuşak bir ses tonuyla: “Bu güne dek ne yaptığın veya ne olduğun sadece seni ilgilendirir. Sen benim için herhangi bir insandan çok daha iyisin ve çok daha önemli…” dedi. Daha sonra yüzüme yaklaşıp ufak ama çok sıcak bir öpücük kondurdu dudağıma. O dakikadan sonra başka hiçbir şeyi önemsemem gerektiğini fark ettim. Bundan sonra sadece o ve ben olacaktık. Başka hiçbir şeyin önemi yoktu benim için, hem de hiçbir şeyin. Ona hikâyesini anlatmasını istediğimde başta kabul etmemişti; fakat ben ona, ondan hiçbir şeyi saklamadan anlattığımı ve onun hakkındaki hiçbir şey benim ona olan düşüncemi veya duygularımı değiştiremeyeceğini söylediğimde anlatmaya karar verdi. Şöminenin karşısına geçip sırtımı koltuğa dayamış ve yere oturmuştum. Kız da başını göğsüme dayamış ve yere uzanmıştı. Hikâyesini anlattığı zaman gerçekten öfke dolmuştum. Ona karşı bir öfke duymamıştım tabi ki de. Öfke duyduğum insanlar onun ailesi ve ona bunları yaşatan bir adamdı. Kör, fakat çok güzel bir kızdı. Bir gün kendi başına dolaşırken birisi ona arkadan saldırmış ve tecavüz etmişti. Bunu ailesine söylediğinde ruhunun kirlendiğini söyleyip, onu bir odaya kapatmışlardı. Erkek kardeşleri içtikleri zaman onun bu haline öfkelenip odaya giriyor ve onu bayıltana kadar dövüyorlardı. Bu affedilemezdi. Senelerce başka birisinin işlediği bir günah yüzünden cezalandırılıyordu. Fakat hiçbir şey yapmayacağıma dair verdiğim söz yüzünden sadece öfke duyabiliyordum. Kız yağmurlu ve gök gürültüsü dolu bu geceyi fırsat bilerek pencerenin camından atlamıştı. Bütün gücüyle düşe kalka koşmuştu. En sonunda daha fazla gücü kalmamış ve yere yığılıp ağlamaya başlamıştı. Daha sonrasında ise gelip onu ben bulmuştum. Birbirimiz hakkındaki her şeyi öğrendikten sonra beraber yaşamaya başlamıştık. Her şey çok güzel gidiyordu ve çok da özeldi o günler benim için. Fakat aradan üç veya dört yıl geçtikten sonra, onun için biraz işler değişmeye başlamıştı çünkü o yaşlanmaya başlamıştı ve benim yaşlanmadığımı biliyordu. Ben kendimi bildim bileli hep olduğum gibiydim ve hep de olduğum gibi kalacaktım. Bana son birkaç gündür durmadan benim onu ölümsüz yapmamdan bahsediyor ve istiyordu. Açıkçası onu kaybetme korkusu bana bu fikri mantıklı kılıyordu. Ruhunun zaten kirli ve yaralı olduğunu söylüyordu. Bir ruhu olsun istemiyordu veya bir kalbi. Sonunda cevabım evet olmuştu ve bu sabah bu işi 84
halledecektik. Her şey olması gerektiği gibi planlı ve programlıydı. Laboratuarımdaki masamın üzerine yavaşça uzandı. Son bir kez daha kömür karası gözlerine baktım, bu kadında hala beni korkuya düşüren bir tanımışlık hissediyordum. Bir şeylerin ters gitme ihtimali olmamasına rağmen, hala bir şeyler ters geliyordu bana. Ellerini ve ayaklarını bağladıktan sonra anestezisini yaptım ve dudaklarına son bir öpücük kondurdum. Bir şeyler bana ters gidecek gibi geliyordu, sanki veda ediyor gibi bir halim vardı. Neden? Bilmiyorum neden? Karar verilmişti ve sevdiğim, beni seven tek kişiyi kaybetme korkusu eğer damarlarımda kan akıyor olabilseydi oraya kadar ulaşırdı. Elim o kadar çok titriyordu ki, ona farklı bir yara açmaktan korkuyordum. Derin bir nefes aldım, sol elimle keseceğim bölümü sabitledim ve çok narin bir şekilde onu incitme korkusunu yavaşça hazmettim… Göğsünü açtım. Bana değer verdiği küçük kalbi iki elimin arasındaydı artık. Ters gidecek hiçbir şey yoktu. Sevdiğim insanla sonsuza kadar birlikte olmak için yapmam gereken tek şey onun kalbini yemek olacaktı. Yavaş ve sabit bir şekilde bütün vücuduyla olan bağlarını ayırdım ve hala atmaya devam eden kalbini ağzıma doğru götürdüm ve ilk ısırığı yavaşça çiğnedim. Her ısırıkta tanımışlık duygusu biraz daha büyüdü içimde. Her aldığım ısırık bir damla gözyaşına dönüşüp akıp gitti yüzümden sadece. Kalbinin geride kalan son kısmını da kanlar içindeki ağzıma götürdüm ve yavaşça hazmettim. Sonra daha önce hiç hissetmediğim bir acı hissettim. Bütün damarlarım yanıyordu ve gözlerim adeta alevlerle çevrilmişti. Titremeye başlamıştım, sanki üşüyor gibiydim; fakat içim alevlerle çevriliydi adeta. Önce yavaş bir şekilde dizlerimin üzerinde durmaya çalıştım ve daha sonra yüz üstü yere çakıldım. Hareket edemiyordum ve vücudum ter içinde kalmıştı. Birden bir hatıra gelmişti gözlerimin önüne, bana ait olmayan bir hatıra… Bir kız çığlıklar içinde çırpınırken ona tecavüz eden kalıplı ve dev gibi bir adam belirdi gözlerimin önünde. Tecavüz eden adam; günahkâr ve benim sayemde ölümsüz olan adamın ta kendisiydi. Fakat daha öncede gördüğüm bu anıda pek dikkatimi çekmeyen şey kızın kim olduğuydu. Bu benim dünyada tek sevdiğim şeydi. Bu benim hayatımın anlamıydı ve bana değer veren tek kişiydi. Ruhu ben ölümsüz yapmadan önce bu adam tarafından kirletilmişti ve zehirlenmişti. Bu zehir o kadar etkili ve büyüktü ki kızın kalbinde hala yer alıyordu ve büyük 85
ihtimalle beni öldürmeye başlamıştı. Şu an yerde yatıyorum ve kafamı hafifçe doğrultmuş, masada yatan benimle sonsuza dek ölümsüz olmayı bekleyen kadına bakıyorum. Üzgünüm bir tanem, yolun sonuna geldik biliyorum. Parmaklarımı hafifçe oynatmayı deniyorum, fakat olmuyor. Kalbinde taşıdığın bu zehir ikimizin ve laboratuarımın altında kafası bulunan adamın sonunu getirdi. Üzgünüm sonsuza dek yaşayamayacağız, üzgünüm sana ölümsüzlük veremedim ve üzgünüm senin gittiğin yere ben gelemiyorum… …beni unutma.
86
Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı!
Mustafa Balbay Başlık, Albert Camus’nün sözü… Sanat, yeryüzünde insanlığın, karanlığa karşı mücadelesinde en önemli güçlerden biri olmuştur. Sanatın bu gücünü bilen yöneticiler tarih boyunca iki yöntem arasında gidip gelmiştir: 1- Tamamen kendi kontrolü altına almak ve kullanmak. 2- Tümüyle yok saymak ve ortadan kaldırmak. Bu iki yöntemin coğrafyası da yoktur. Hemen her yerde aynı yaklaşımla karşılaşmıştır sanatçılar. Ama ne olursa olsun, kaybetmiş gibi görünseler de kazanan hep onlar olmuştur. Büyük sanatçılar için vatan ve zaman tartışması olmaz. Onlar nereye giderse gitsin, doğduğu toprağın insanıdır. Zaman kavramı da işlemez onlara. Hatta zaman geçtikçe tazelenirler. Yeri geldikçe aktarmadan geçemediğim bir Çin sözüdür: Bir yıl sonrasını düşünüyorsan, tohum ek. On yıl sonrasını düşünüyorsan, ağaç dik. Yüz yıl sonrasını düşünüyorsan, toplumu eğit. Buna benim kendimce bir ekim var: Bin yıl sonrasını düşünüyorsan, sanatçı yetiştir.
***
87
Anadolu’nun en eski sanatçıları ozanlarımızın “söz sanatının” bütün inceliklerini kullanarak yazdıkları dörtlükler hala güncel değil mi? Yüzlerce yıl öncesinden bugüne ışık tutmuyorlar mı? Yunus Emre’nin şu sözünden daha hümanist kaç söylem vardır: “Bir insanı incittinse, bu kıldığın namaz değil!”
Bugün Türkiye’de, dini araç, vahşi kapitalizmi haraç edinmiş bir iktidar var. Doğal olarak sanata karşı. Olsa olsa ne kadarını kullanabilirim diye bakıyor. Ötesi batıyor. Hele birazcık gerçekleri söyleyen varsa, kendisine yeryüzünden köşe beğensin! Hükümet kadrolarının sanata şaşı bakışı yetmiyormuş gibi, kimi sorumlu noktadaki sorumsuzlar, özel kurumların sanata olan desteğini bile yönlendirmeye girişebiliyorlar! “Onu değil bunu destekleyin” diye dayatıyorlar. Şunu da en iyi iktidardakiler biliyor: Sanata bulaşmış bir kişi, bağnazlaşamaz… Onu, körü körüne bir düşüncenin peşinden sürükleyemezsiniz…
*** Bu durumda ne yapmalı? Sanatın gücüne inanan herkes, bütün gücüyle sanatı desteklemeli. Evet, karanlığa sürükleniş var. Ama bu karamsarlığa sürüklememeli bizi. O zaman karanlığa biz davetiye çıkarmış oluruz. Son gelişmeler, toplumsal mücadelenin bir dayanağının da sanat olduğunu gösterdi bize.
88
Resim sanatından söz sanatına, tiyatrodan müziğe her alanda sanat toplumla buluşmalı… Sanatın aydınlığı, yüzü karanlığa dönük herkesi kuşatmalı… Bir anlamda karanlığın kuşatmasını tersine çevirmeli… Gelin; sadece sanatı sevmekle, sanatçılar zor duruma düşünce onları desteklemekle kalmayalım… Sanatla iç içe olmayı bir yaşam biçimi olarak yerleştirelim. O gün kendimizi daha güçlü hissedeceğiz… Sanatın ışığı boş sandalyeleri, salonları değil, insan yüzlerini aydınlatmak ister…
Not: Mustafa Balbay tutuklu olduğu için bu yazıyı Cumhuriyet Gazetesi Ege Bölge Temsilcisi Sayın Serdar Kızık’ın izniyle yayınlıyoruz.
89
www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
90