Azizm Sanat E-Dergi Ocak 2009

Page 1

Azizm Sanat E-Dergi Ocak 2009 Say覺 15

Sonbahar, Piyanist, Dokuz

1


Editörden Polis ve iktidar korkusuyla kapattığımız yılın ardından 2009’a tüm bunların üstüne birde etkisini her geçen gün daha da hissettiren yobaz korkusu eklendi. Yılbaşında meydanları mesken tutmuş çember sakallıların yeni yılın gelişini kutlayanları “tebliğ”le engellemeye çalışmaları, parkta içki içen liseli gençlere kurşun yağdıranlar, başkentte doğalgaz kaçağından dolayı yaşama gözlerini yuman gençlere yılbaşını kızlı-erkekli kutladılar diye bu ölümü haklı gören yobaz takımı ve bürokratlar… Sanat çalışmalarına yapılan saldırılar, bir bakan ziyarette bulunacak diye nü resimleri sansürlenen sanat galerileri, mini etek içeren oyunları istemeyen belediye tiyatroları… Tüm bunların ötesinde ruhumuzun daha fazla daralmasına sebebiyet veren durum ise bu konuda sıralanabilecek örneklerin sayısının tahmin dahi edilememesi. 2009 sadece ülkemiz değil dünya yobazlarının da harekete geçmesiyle başladı. Ortadoğu’da İsrail’in yobazlarıyla Hamas yobazları arasında yaşamları, kuşakları, gelecekleri mahvedilen masum Filistin halkının, özellikle çocuklarının görüntüleri bu durumun özetidir adeta. Azizm olarak, karanlığın üzerine sanatla, bilimsel düşünceyle ilerlemeyi kararlılıkla sürdüreceğimizi bir kez daha hatırlatarak 16 yıl önce haince katledilen devrim şehidimiz Uğur Mumcu’yu ve 13 yıl önce maruz kaldığı bombalı saldırı sonucu yitirdiğimiz değerli aydınımız, sinema emekçisi Onat Kutlar’ı saygıyla anıyoruz. Aydınlığımızı yaşatmayı görev bildiğimiz bu ayda örgütümüzün en büyük destekçilerinden değerli edebiyatçı Adnan Binyazar’ı ve sanat eğitmeni-yazar-ressam Ümran Bulut’u yazılarıyla ağırlamak bizler için onurdur. Sergi bölümümüzde ülkemizin en önemli foto muhabirlerinden Mustafa Özer’in en seçkin fotoğraflarıyla dolu karma sergiyi sizlere sunuyoruz. Ayrıca, yukarıda sıraladığımız baskıların merkezinde yer alan iktidarın, şapkadan tavşan çıkarır gibi çıkardığı, “Nazım Hikmet’e itibarını(vatandaşlığını) verme” teşebbüsünü acı bir tebessümle izlediğimizi belirtmeliyiz. Dünyanın en itibarlı şairinin sanat, sevgi ve barışla dolu derin yüreğini aktardığı “Kalbim” adlı şiirini ve daha fazlasını deneme yazılarımızın arasında bulabilirsiniz. Sinema yazılarımızda ise Ümit Ünal’ın sarsıcı siyasi, toplumsal filmi 9’u, Özcan Alper’in ilk uzun metrajı olan ve katıldığı yarışmalardan büyük ödüllerle dönen Sonbahar’ını ve ünlü yönetmen Michael Haneke dosyamızın ikinci yazısını bulacaksınız. Geçtiğimiz aylarda kansere yenik düşen, Karadeniz’in çok yönlü sanatçısı Erkan Ocaklı hakkında çalışmanın dışında denemelerimiz ve karikatürlerimizle sizlerleyiz bu ay. 2


Farkında olmadan ortak bir yıkımda birleşen tüm dünyanın yobazlarına ve karanlıklarına karşı hep birlikte karşı durmak dileğiyle, Sanatla kalın dostlar… Azizm’in Notu: Siz değerli üyelerimiz geçtiğimiz haftalarda haklı olarak, yayın organımızda neden mimariyle ilgili çalışmaların daha etkin şekilde yer almadığını dile getirdiniz. Bu aydan itibaren mimariyle ilgili yazıların sanat örgütümüzce başladığını belirtmeliyiz. Ayrıca uzun bir süredir yeni çalışmalar yayınlamadığımız fotoğraf bölümü de “Ultramarin” adlı çalışmayla tekrar canlandı.

www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat

Ön Kapak: Sonbahar (2008) – Özcan Alper Arka Kapak: Piyanist (2001) – Michael Haneke

3


İçindekiler Yusuf’un Sonbaharı – Onur Keşaplı

s.5

Asayişten Güvenliğe, Polis Toplum El Ele

s.12

Haneke’nin Piyanisti – Ümit Hüseyin Girgin

s.19

Ey Gidi Karadeniz, Ey Gidi Erkan Ocaklı – Caner Uğur Lermi

s.25

Gülüşüyle Karanlığı Yırtan Aydın: Onat Kutlar – Özgür Keşaplı Didrickson s.28 Güler Yüzlü Resim Sanatı – Ümran Bulut

s.34

Bilgisizliğin Kör Karanlığı – Adnan Binyazar

s.36

15 Kara Saplı Bıçak – Tuğçe Duysak

s.38

Piyano Piyano – Sümeyye Günbaylı

s.41

Uyuyorsunuz (karikatür) – F. Utku Deniz

s.44

İç Mimarlık Üzerinden Etik Kavramının Okunması – Murat Çaylar

s.45

4


Yusuf’un Sonbaharı Onur Keşaplı

1990’lı yılları durgun geçiren Türk Sineması, 2000’lerle birlikte yapım sayısını temel alırsak yükselişe geçti. Artan yapım sayısına rağmen nitelikli eser sayısında ciddi bir gelişme yaşanmamış olması ulusal sinemamız için ciddi bir soru işareti. Ülke sineması olarak değil ancak yönetmen ve bazı eserleri anlamında geçmişte de uluslar arası başarılarımız olmuştu. Yılmaz Güney ve toplumsal gerçekçi-siyasi sineması bu konuda gösterilebilecek belki de en iyi örnek. 2000’lerde ise bunu sürdüren isimlerimizin başında Nuri Bilge Ceylan’ı görüyoruz. Geride bıraktığımız yılın sinemamız için en heyecan veren eseri olarak gösterebileceğimiz, Özcan Alper’in ilk uzun metrajı “Sonbahar”, başta Altın Koza olmak üzere ulusal ve uluslar arası birçok ödüle layık görülmüş bir yapıt. Ceylan’ın melankolik ve durağan sinemasıyla Güney’in sosyal-ideolojik içerikli anlatımını adeta bir araya getirmiş film sadece Özcan Alper’in değil sinemamızın geleceği için de umut vaat eden etkileyici bir çalışma.

5


Film bizi gerçek görüntüler eşliğinde 2000 yılındaki “Hayata Dönüş Operasyonu”yla karşılıyor. Çevik kuvvetin “Yaşam Kutsaldır, teslim olun. Ailenizi, arkadaşlarınızı düşünün…” anonsuyla birlikte filmin muhalif tavrını daha baştan hissediyoruz. Bu operasyonun nedenini, içeriğini, sonucunu anımsamamızı istiyor yönetmen. 2000 yılında F tipi hücre sistemini protesto eden çoğu 12 Eylül ve sonrasının solcu hükümlüleri, açlık grevine başlıyorlar seslerini duyurmak için. Bu eylemin etkisiz kalmasıyla ölüm orucuna başlayan hükümlüler 19 Aralık tarihinde(filmin gösterim tarihi de 19 Aralık) başta Ümraniye Cezaevi olmak üzere tam 20 cezaevinde eş zamanlı olarak planlanan kimilerine göre Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra en kapsamlı askeri operasyonla bastırılıyorlar. Helikopter destekli yaklaşık 10.000 çevik kuvvetin 6


görev aldığı operasyonda kendilerine en fazla taş ve sopayla karşılık verebilecek hükümlülere karşı binlerce gaz bombası, ağır otomatik silahlarla birlikte teni eriten kimyasal silahlara da başvuran güçler, sonucunda 32 kişi hayatını kaybetti yüzlerce kişinin yaralandığı operasyona verilen adı tam tersine çevirdiler. Hayatını kaybeden 32 kişiden ikisi askerdi ve yetkililerce yapılan açıklamaların tersine adli tıp raporlarınca çevik kuvvetin kendi silahlarıyla öldürüldükleri ortaya kondu. Yaşamın kutsallığından bahsedilerek başlatılan harekâtta kendi arkadaşları dâhil onlarca kişinin yaşamını sone erdirdi çevik kuvvet. Filmin ana karakteri, genç oyuncu Onur Saylak tarafından sade ve başarılı bir oyunculukla canlandırılan Yusuf, bu müdahaleyi yaşamış ve sonrasında nakledildiği F tipinde açlık grevine devam eden bir sosyalist. Açılış sekansından sonra hapishanenin revirine götürülen Yusuf’un ciğerlerinin iflas ettiğini öğreniyoruz. Paralel kurguyla bize gösterilen ve ölümü simgeleyen karga motifiyle beraber Yusuf’u bekleyen sonu anlıyoruz. İki dünya arasında ruhları taşıyan kargayı filmin ilerleyen bölümlerinde de sık sık göstermekte ya da sesini duymamızı sağlamakta yönetmen. Birkaç aylık ömrü kaldığı için afla salıverilen Yusuf son baharını yaşamak için memleketi Çamlıhemşin’e, Doğu Karadeniz’e doğru yola koyulur. Çamlıhemşin şivesiyle Lazcanın konuşulduğu ana evine döndüğünde geçmişini, yarım kalmış gençliğini, değişime uğramış yaşamları, değişime uğramış/uğramamış dostlarını, umudu, aşkı, melankoliyi son bir kez yaşamaktadır.

Filmin etkileyici görüntüleri, Karadeniz’in eşsiz doğası ve insanın ruhunu okşayan Karadeniz’in yerel müziği Sonbahar’ı sarsıcı konusuyla birlikte daha da güçlü bir eser haline getirmiş. Yusuf’un annesi rolünde Gülefer Yenigül doğallığıyla bir annenin sıcaklığını izleyiciye vermekte. Yusuf’un Gürcü aşkı fahişe Eka’yı canlandıran Megi Aboulzade ve dostu Mikail’e hayat veren 7


Serkan Keskin yine duru ancak akılda kalıcı oyunculularıyla göz doldurmakta. Yönetmen Özcan Alper başta Çehov olmak üzere Rus Edebiyatı’ndan etkilenmiş biri olarak Sonbahar’da hem taşranın hüznü anlamında hem de birebir alıntılarla filmin katmanlarını arttırmıştır. Aslında filmin sonlarına doğru Yusuf ve Eka’nın birbirlerinden habersiz olarak aynı anda TRT 2’de izledikleri “Vanya Dayı”dan yapılan alıntı çok önemli: “Ne yapabiliriz? Yaşamak gerek! Yaşayacağız Vanya Dayı! Çok acı çektik, gözyaşı döktük, çok acı şeyler yaşadık diyeceğiz…” Yusuf karakteri ilkbaharını bile tam olarak yaşayamamış bir sosyalist olarak son baharını işte bu şekilde her şeye rağmen yaşayarak(!), umutla geçirecektir. Filmin yaşanmış ve yaşanamamış geçmişe özlemi yansıtan melankolik anlatımına bir de bu “sonlar melankolisi” eklenmiştir. Yusuf’un gençken sabahladığı kumsalda son kez yürümesi, Karadeniz’in eşsiz havasını son kez koklaması, arkadaşı Mikail’le Karadeniz’in olmazsa olmazı yaylaya çıkmayı son kez hem de karda kışta yapması, gençken çaldığı parçalanmış tulumu film boyu onararak son kez çalması… Asla sömürüye kaçmadan, izleyiciye yalın ve sanatla harmanlanmış bir şekilde aktarılmaktadır bu duygular. Yusuf’un umudunu ve yaşamın ta kendisine ve göremeyeceği geleceğe olan inancını en net gösteren durumlardan biri de ilkokul öğrencisi Onur’a matematik dersi vermesidir. Her ne kadar “son kez” buz dansını izleyerek Onur’u biraz üzse de filmin sonlarında gördüğümüz şekilde verdiği söz olan bisikleti çocuğa alarak belki de yaşayamayacağı geleceği ve ideallerini Onur’a taşımak istemiştir. Filmin diğer hâkim duyguları elbette yalnızlık ve ölümdür. Yalnızlık konusunda Yusuf’un sık sık evde odasına kapandığını ve uzun süre hücre hapisliğini hala yaşadığını gösterir yönetmen bize. Anası ve arkadaşlarının köye, kasabaya inmesini söylediklerinde olumlu yanıt verse bile hep isteksizdir. Her ne kadar yalnızlığı tek başına satranç karesinde biraz gözümüze soksa da yönetmen bu duyguyu filmin geneline yaymıştır. Kalabalığın olduğu her ortamda Yusuf’un soyutlanmış ve yalnızlık hissini izleyici olarak bizler de hissediyoruz. Ölüm hissini taşıyan film zaten ölüm orucu direnişiyle başlayıp film boyu bizi takip eden karga motifiyle bunu fazlasıyla yaşatmaktadır. Yusuf’un katıldığı ancak sonradan yalnızlığı tercihen ayrıldığı cenaze dışında en önemli detay film boyunca evinin avlusunda yattığı ve adeta açık mezar hissi veren oturaktır. Müthiş Karadeniz doğası bile bu açık mezar hissini alıp götüremez. Ölüm hissini takiben direniş olgusunu da bulabiliriz Sonbahar’da. Zaten politik duruşu nedeniyle baskıya ve zulme karşı direnme ve mücadeleyi doğası gereği taşıyan sosyalist Yusuf, değiştiremediği gerçeklere karşı her ne kadar edilgin görünse de içsel dünyasında direnmektedir. Film boyunca adeta bir yan karaktere bürünen Karadeniz, Yusuf’un ruh halinin ve o dışa sessiz gelen iç çatışmalarının da gözle görünür halidir. Bazen durgun, bazen parlak, bazen bulanık ve filmin sonuna doğru kabarmış, coşkulu, öfkeli, fırtınalar kopan bir 8


dünyadır Karadeniz ve beraberinde Yusuf’un içselliği. İşte Yusuf’un her şeye rağmen umudunu, dik duruşuyla sağlamlaşmış direnişini bu dev dalgalara karşı duruşuyla da görürüz. Bu umudu ve direnişi kendi içselliğinden aldığı kadar saf ve imkânsız aşkından da almaktadır. Hapis hayatı öncesi aşkı bir kez yaşamıştır Yusuf ancak değişmeyen dostu Mikail’in aksine eski aşkı evlenmiştir(değişmiştir). Yusuf son baharındaki son aşkını Gürcü Eka’yla yaşamaktadır. İlk karşılaşmaları bir kitapçıda olmuştur. Yusuf’un Eka’dan etkilendiğini kitap raflarına bakarken yaşadıkları anda görürüz. Rus Edebiyatı’na yönetmenle birlikte yarattığı karakterler Eka ve Yusuf da ilgilidirler. Eka kitabı alıp çıktıktan sonra satıcının “Bunların orospuları bile kültürlü oluyor” sözü Yusuf’u kızdırır. Kadına hakaret, her doğu Avrupalı kadına hakaret ve her şeyden öte hoşlandığı kadına hakarettir bu. Bu imkânsız(!) çiftin bir sonraki karşılaşmaları pavyondadır. Mikail’in zoruyla pavyona giden Yusuf, Gürcü kızla bir kez daha karşılaşır. Evliliğinden, taşraya kapalı kalışından ve gençlik ideallerinin yerle bir edilmesinden dolayı mutsuz, hayalsiz ve yenilmiş bir hayat sürdüren Mikail, yaşayamadığı hayatı “hayat kadınları”nda aramaktadır. Yusuf’un kaldığı otel odasına arkadaşına kendince kıyak geçerek Eka’yı yollar. Yusuf istediğinin bu olmadığını söyleyerek Eka’yla yatmaz. Sabaha kadar birbirlerinin hayat hikâyelerini dinleyen ikili arasında daha derin bir bağ ortaya çıkar. Yusuf’un umudunu, direnişini güçlendiren işte bu bağ ve aşktır. İmkânsızlığını bildiği halde Yusuf’u pasaport almaya iten umut hissi işte buradan gelir. Bu karşılıklı aşk bedenlerinin ilk ve son kez birleşmesine götürür çifti. Ama Eka’nın vizesi bitmiştir ve sınır dışı edilir. Tıpkı Yusuf’un ciğerlerinin bitip yaşamdan sınır dışı edilmesi gibi… Sonbahar her şeye rağmen umudu kaybettirmeden umutsuzluğu bize yaşatan bir aşk hikâyesini barındıran bir yapıttır. Filmin uzun kapanış sekansı adeta bu durumun özetidir. Yusuf film boyu onarmaya çalıştığı tulumu çalmaktadır. Biran çalmayı keser ancak annesi gençken çok güzel çaldığını söyleyerek devam etmesini ister. Oğlunun son kez çaldığı tulumun tınısı bir ağıda dönüşürken kamera bizi odadan alıp Karadeniz’in doğasına çıkarır pencereden. Burada omuzlanmış sessiz bir cenazeyi görürüz. Tam olarak seçemediğimiz tabut sanki kızıl bayrağa sarılı görünümü verir. Ağıt devam ederken yönetmen şu sözlerle tamamlar Yusuf’un son baharını: “Her daim düşleri peşinde koşan, sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına…”

9


Bu müthiş kapanış sekansı ve söz filmin sanatsal ve hikâyesel tavrının özeti olmanın yanında politik duruşunun da özeti gibidir. Yönetmen kendi yoldaşlarıyla birlikte bu ülkede on yıllardır saldırıya, katliamlara, idamlara maruz kalmış tüm solculara adamaktadır yapıtını. Son sahnedeki cenazenin Yusuf’un cenazesi olduğunu pekâlâ söyleyebiliriz. Ancak o kızıl tabut sadece ana karakterin değil, tüm devrimcilerin hatta devrimin kendisinin tabutu olarak da görülebilir. Eka’nın dediği gibi Yusuf gençliğini sosyalizm idealine feda etmiştir. Ve her şeyden önemlisi pişman değildir. Sadece yenilmiştir. Ancak kaybeden sadece o değildir. Değişen dünya düzeni Türkiye’yi etkilediği kadar tüm dünyayı etkilemiştir. Kuşkusuz en çok etkilenen taraf Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte doğu Avrupalılardır. Sonbahar’da Eka’nın vücudunda hayat bulan kişisel dramının ötesinde değişen ve gitgide yozlaşan yeni dünyadır. Bu düzende Sovyetlerin üniversite mezunu kadınları bir anda hayatta kalabilmek için “hayat kadını” olmak zorunda kalmışlardır. Yusuf kendini sosyalizm için feda ederken Ekaların çoğalmaması için de feda etmektedir kendini bir anlamda. Çünkü galip gelen Kapitalist blokla birlikte sosyalist düzenin kadınları meta haline getirilmiştir. Yönetmen evrensel muhalif duruşunu ulusal anlamda da cesurca göstermiştir. Ara ara gerçek görüntüler eşliğinde gördüğümüz “Hayata Dönü Operasyonu”nun dışında Yusuf’un ıslık eşliğinde baktığı gençlik fotoğraflarındaki sol yumruğuyla beraber 1996 yılının şiddetle bastırılan YÖK 10


protestosuna gideriz. Yine gerçek görüntülerle ve devrimci marş eşliğinde 90ların sert biçimde bastırılan öğrenci eylemlerine tanık oluruz. Yusuf’un televizyondan izlediği avukat Behiç Ak’ın F tipine karşı ölüm orucu eylemiyle birlikte yönetmen yine gerçek görüntüler eşliğinde muhalif duruşu ortaya koymaktadır. AKP’nin samimiyetten uzak adalet bakanını da gördüğümüz bu bölümün dışında sağcı hükümetlerin yıllar boyu sürdürdüğü ve mevcut iktidarın son darbeyi indirdiği Karadeniz Sahilyolu inşaatını ve yerle bir edilen doğayı gösterir bize yönetmen arka planda. Filmi Türk Sinemasında siyasi sinemanın en başarılı örnekleri arasına taşıyan bu sahnelerin yönetmen tarafından sloganlaşmadan, gözümüze sokulmadan derinlemesine verilmesi Sonbahar’ın bir diğer başarısıdır.

İlk uzun metrajıyla oldukça başarılı bir iş çıkaran Özcan Alper’in sonraki işlerini şimdiden merakla beklememizi sağlayan Sonbahar’ı, güçlü anlatımı, etkileyici görüntü ve müziklerinin yanında melankoliyi kişiselle birlikte toplumsal ve siyasi bir anlatıya işleyen duruşundan ötürü izlemenizi tavsiye ederim değerli dostlar. Ucuz güldürülerle donatılmış salonlarda kendine bir nebze de olsa yer bulabilen Sonbahar’ın yanında Rus Edebiyatı’nı keşfe davet ediyorum sizleri. Sadece yönetmene ve filme saygıdan ötürü değil Yusuf’un son baharının ağıtına eşlik etmek için…

11


Asayişten Güvenliği, Polis-Toplum El Ele

15 Kasım 2002’de gösterime giren Ümit Ünal imzalı “9” filmi, polis teşkilatına yaptığı eleştiriden ötürü 21. İstanbul Film Festivali'nin Ulusal Yarışma kategorisinde yarıştığı sırada sansürlenmek istenmiş, ancak ortaya çıkan tepkiler sonucunda sansürden geri adım atılmıştır. Ümit Ünal'ın ilk filmi olan 9, mahalledeki kimsenin nereden geldiğini bilmediği kimsesiz Yahudi bir kızın İstanbul'da yine aynı mahallede öldürülmesi üzerine yapılan sorguyu konu almakta. Polis tarafından şüpheli olarak görülen dokuz kişinin (dokuzuncu kişi, filmin asıl devam edilebilirliğini sağlayan ve öldürülen kişidir- Kirpi) film boyunca polis kamerasına konuşmasıyla, ekranda görünmesiyle devam ediyor ve bir kişinin suçlu olmadığı halde yine polis tarafından kurban olarak seçilmesiyle sonlanıyor. Polis teşkilatının işlediği suçları keyfi olarak bir kurban bulup onun üzerine atmasını konu eden filmin sansürlenmek istenmesi de bu yüzden. Genel olarak sorgu odasında, yani tek mekânda geçmesine ve durağan sahnelere sahip olmasına rağmen oldukça etkili bir izlenim oluşturan 9, başarılı oyuncuları, ustalıklı kurgusu ve peş peşe gelen akıcı diyaloglarıyla izleyicinin merak duygusunu sürekli olarak tetikliyor. Milliyetçilik, vatan, güvenlik, korku, yabancı (bizden olmayan/öteki) imgesi, Komünizmin bir tehlike olarak görülüşü ve genç kuşağa zaman içinde bazı kavramların ters yüz edilip, bazı değerlerin anlamları yer değiştirilerek pompalanışının başarılı yansımalarını filmde gördüğümüz karakterler üzerinden bir Türkiye eleştirisi olarak okuyoruz. Boynunda Davut Yıldızı (Magen David) kolyesini taşıyan, harabe bir 12


sinagogda, mahallelinin getirdiği yiyeceklerle yaşamını sürdüren ve Türkçe bilmeyen kızın ölümü (Mahallelinin deyimiyle, Kirpi), altı köşeli olan yıldızın ve dokuz kişinin sorgulanması, sorgu odasındaki altı rakamının ardında yatan ve işin görünmeyen kısmını anlatan birbirine bağlı metaforlarla çevrili. Hz. Davut’un kılıcında, Tanrı’nın koruyuculuğunu temsil eden bu yıldızın altı köşesi, halkın koruyuculuğunu temsil eden polis ile bağdaştırılmış ve sorguya çekilen kişilerin de işin görünmeyen yüzünün, yani asıl suçun kimde olduğunun izlenimini detaylandırarak, Türkiye/Türkiyeli portresi üzerinden mükemmel bir şekilde ortaya çıkarmış.

Ümit Ünal Polis teşkilatı görevinin getirdiği yükümlülüklere bağlı olarak; bir ülkenin huzurunu, güvenliğini ve düzenini sağlamakla beraber, kişinin emniyetini sağlayan, toplumun canını ve malını muhafaza eden, yardım isteyenlere el uzatan, kanunların kendisine verdiği görevleri icra eden, silahlı icra ve inzibat kuvvetidir. Emniyet Teşkilatı olarak da geçen Polis Teşkilatı, toplumsal ve politik değişimler sonucu, kendini var olan duruma ve iktidarın getirdiği görev yetkilerinin sınırlarının artırılmasına ve yeni ihtiyaçlara göre düzenler, ancak asli görevi toplumsal huzuru sağlamak, toplumda patlak veren karışıklıkları önlemek, halkın can ve mal güvenliğini sağlamaktır. Bu tanımdan yola çıkılarak, tarihsel süreçte ve şimdiki zamanımızda olagelen polis-vatandaş ilişkisinde toplu olarak bir hafıza kaybı yaşamamız gerekirse, polis teşkilatının ülkelerin vatandaşları tarafından çok sevildiğini, kamu yararına toplumun mutluluğunu sağlamak amacıyla elinden geleni yaptığını, özellikle de demokrasiyle yönetildiğini savunan ülkelerde halk iktidarından gelen halkçı tavrıyla hep 13


halkın yanında olduğunu zannetmemiz mümkün görünüyor. Ama madalyonun diğer yüzündeki görüntüler ve yaşananlar veya polise düşen görevlerin ne kadar toplum yararına olduğu ve polisin iktidarı mı yoksa halkı mı koruduğu ve bunu yaparken de keyfi/sorumsuz davranışlarının olduğunu görmezden gelmek bir çocuk kandırmacasından bile daha trajikomik olan bir hale dönüşmüyor mu? Ülkemizde mutlaka her sene ve belki senede her ay, hatta ayda pek çok kez polisin henüz olay haline gelmeyen olaylara bile müdahale ettiği ve kaos ortamı yaşanmazken, ortalığı büyük bir savaş alanına çevirmeye niyetli olduğunu yadsıyamayacak hale geldik. Polis haftasında verilen süslü ve güler yüzlü mesajlar, polise duyulan tepkinin azaltılmasına yönelik yapılan filmler, diziler gerçeği baskılamaktan ve saklamaktan başka hiçbir işe yaramıyor. Bugünkü haliyle bir polis modeli, insani görünümünden çok karşımıza çıkan Robocop prototipleriyle insanda korku uyandırmakta ve yaşanılan olaylar da bu konuda ikilem yaratmayacak şekilde korkuyu desteklemektedir. Ülkemizde polisten korkulmasının ve polise saygı duyulmamasının nedeni yalnızca anarşizme bağlanmamalıdır. Çünkü bugün iktidar tarafında olsun veya olmasın, halkın iyiliğini isteyip, yalnızca kendi bakış açısında oluşan bir iki olumsuz gidişatı anlatmak için sokaklara dökülen, hakkını arayan, söz söylemek ve geleceğinin karanlık olduğunu düşünüp buna çare aramak isteyen kişiler de polisin saldırısına uğramaktadır. Kaldı ki, böyle eylemlerle sesini duyurmak isteyenler bir yana dursun kaza kurşunuyla can veren veya yetkileri genişletilerek sokakta terör estiren polisler tarafından ‘olayın yanlış anlaşılması’ sonucu güme giden vatandaşlarımız da mevcut. En son 1 Mayıs olaylarında hastaneye polis tarafından gaz bombası atılması veya bir turistin dövülmesi, kafeteryada oturan bir adamın hiçbir şey yapmadığı halde dayak yemesi de toplumun içindeki olumsuz hisleri artırmakta, ancak herhangi bir ayaklanma yaşandığında hâlâ gerçekleri görmekte inat eden veya sindirilerek susturulan ya da medyada “ANARŞİSTLER! KOMÜNİSTLER!” adı altında suçsuzları suçlayan, polisi aklayan çok güvenilir haber kaynaklarımız zaten bilgisiz olan halkı kendine zorla veya doğrudan inandırabilmektedir. Bugün sesini çıkaran anarşist olmakta, kendi derdini anlatmaya çalışan bölücü olmakta, konuşan tekme tokat dövülerek kan revan içinde ‘dersini almakta’, seksen öncesi süreçteki gibi ‘kayıp’ olmakta veya bir daha hayatı boyunca unutamayacağı darbelere maruz kalmaktadır. Sonuç: “Yapılan araştırmalara göre X, Y veya Z olayda polisin tavrı normal bulundu. Memurlarımız suçsuzdur.” “Açız” diye bağıran, “İşsiziz” diye feryat eden milyonlarca insan suçlu öyleyse… Açsa kendini assın; işsizse, parası yoksa vursun kendini ya da bir iyilik yapalım, biz vuralım, biz dövelim. Polis emir kulu, ülkenin can damarı 14


olan insanlar suçsuz; öyleyse suçlu kim? Her gün halkla dalga geçen iktidar/muhalefet mi? Polisin çocuklarının da, ordunun çocuklarının da hatta belki bir gün gerçekten bu ülkenin vatandaşı olup -Amerika’da yaşamayı adet edinmeyi bırakırlarsa eğer- politikada rol alan bireylerin çocuklarının da bu ülkenin can çekişen büyük kısmının içinde bulunduğu durumla aynı duruma geleceğine akıl erdiremeyen ülke yönetiminde öyle veya böyle söz sahibi olan yöneticiler, kurumlar ve havarileri mi? Bilen, okuyan, susmaya çalışan –ama nereye kadar- her kişi gibi bizler de ülkenin içinde bulunduğu ‘vur kafasına al ağzından lokmasını’ tavrını bir zamanlar M. Kemal Atatürk’ün içinde bulunduğu duruma benzetmekteyiz. Ne kadar vahim ki, onun da bir zamanlar yalnızca halkının ve kendisinin hakkını araması gibi hem parçalanmış olan ülkesi, hem de aç kalan insanları için hesap soruşu anarşizm ve bölücülük olarak karşılanmıştı. Üzülerek hiçbir şeyin değişmediğini, Türk halkının kendine güvenen ve kendi hakkını arayan bireylerden oluşmadığını, kendi kendini yiyip bitirdiğini bu ülkenin gençleri olarak görmekteyiz. Korkunun ecele faydası yok; açlığa, sefalete, işsizliğe, işgale karşı duruşun simgesi olan Atamızı iç çekerek anmak değil, iç savaş çıkacak korkumuzu bir yana bırakarak, tanımda da yazdığı gibi polis-ordu-halk el ele olmaktan başka çaremiz yok. Çünkü gidişat bu yönde ilerlerse onların da kendilerini veya kendi çocuklarını güvenli bir şekilde emanet edecek huzurlu bir ülkeleri yok. Yunan Polis Teşkilatını Alın da Başınıza Koyun… Gencecik bir çocuğun öldürülmesiyle başlayan polis-vatandaş kavgası dünyanın pek çok ülkesinde protesto edildi ve medyanın önderliğinde ‘anarşik’lerin yeniden hortlaması süslü anlatılarla yeniden gündeme geldi. Yunanistan’da çıkan olay, bir grup gencin alkol alıp polise sözlü saldırıda bulunması ve en nihayetinde içlerinden birinin boş bira kutusunu polise fırlatması sonucu çıkan arbedede bir gencin öldürülmesi olarak anlatılmakta. Bazı diğer kaynaklarda çeşitli anlatımlar da mevcut, ama o an olay yerinde olanlar, olayı dışarıdan izleme imkânı bulan kişiler olayın gelişimini böyle aktardı bizlere. Bir gencin vurulması olayını Atina sokaklarında olayı protesto etmek ve “bir gün biz de onun yerinde olabiliriz” denilerek eğitim kurumlarının, öğrencilerin, çalışanların, hatta ev hanımlarının bile tepkisini çekti ve Aleksandros için herkes sokaklara döküldü. Ancak ilerleyen zamanlarda olaylar şiddete dönüştü, yağmalama olayları patlak verdi. İşsizlik ve düşük gelire duyulan tepki bir gencin öldürülmesiyle beraber yükselerek yönetime ve onun koruyucularına karşı büyük bir şiddet patlamasını beraberinde getirdi. Yağmalamalar Yunan 15


vatandaşları tarafından başlatılsa da bundan ucundan kıyısından sebeplenmek isteyen göçmenler de olay yerinde görülünce tüm suç onlara –örneğin Arnavutlara- yıkıldı yine devlet-medya işbirliğiyle. Polis, bütün bu olaylarda elinden geldiğince şiddete başvurmadı, her zaman yaptığı ve olması gerektiği gibi kendini korudu sadece; üzerlerine atılan molotof kokteylleri ve taşlara rağmen. Yanı başımızdaki ülkede başbakana tüm derdini usturuplu veya araya küfür sıkıştırıp sayarak, kimi zaman kafasına kül tablası bile atarak bir duruma ne kadar çok sinirlendiğini gösteren, nüfusu İstanbul’dan bile az olan bir ülke halkı, o halkın içinden gelen bir birey veya gruplar her şeyi göze alarak sesini duyurabiliyor ve “sıkıysa beni/bizi suçlu bulsunlar” diyebiliyordu. Çünkü onlar da biliyordu ki, bu kişileri seçenler kendileriydi. Gerekirse ülke başsız kalsındı. Gerekirse bölücüler olsundu. Nasılsa güvenleri vardı kendilerine, topla tüfekle şov yapmadan, boy gösterilerine gerek duymadan, milliyetçiliğin suyunu çıkarmadan milliyetçi nasıl olunur biliyorlardı. Milliyetçilik önce kendilerinin ve içinde yaşadıkları halkın sorununu dinlemek, gerekirse beraberce bu probleme çözüm bulmaktı. Devlet, ordu, polis birliği Hak getire… Bugün cuntacılar ya utancından dolayı yurt dışında yaşamakta ya da sokağa bile çıkamaz haldeler. Halkın kendine karşı olana, kendi zararına iş görene uyguladığı linç bu olsa gerek. Oysa bizde en ufak bir problemde bile yaftalama teknikleri, akılsızlaştırma teknikleri, sesini duyuran olsa bile umursamama teknikleri ve ülke gitti elden korkutmaları, tabii bir de faili meçhul (!) cinayetlerimiz o kadar başarılı ki; boy gösterilerinde bas bas bağırdığımız, marşlarla yürüdüğümüz o kendine güvenen, cihanı inleten, kendiyle gurur duyduğunu söyleyen “Türk”/”Türkiyeli” kimliğiyle şu anki davranışlarımızın uzaktan yakından ilgisi yok. Komşuda pişer bize de düşer… Öyle olmasını isterdik, ama yine aynı dertleşmede onlara dediğimiz gibi “Polis var, o olmazsa ordu var.” Ordu, Türk milleti için önemli ve kutsal bir yere sahip olmuştur her zaman. Son sözü söyler, son darbeyi koyar. İktidar/muhalefet kavgasında bir ülkenin en az 20 yıl gerileyeceğini bile bile öyle çok kişi ordunun darbe yapmasını istemişti ki… Sudan sebeplerle kendi kendimize düşmeye ne kadar da hevesli olduğumuz bu isteklerden sonra bir daha tokat gibi yüzümüze indi. Laik-türbanlı tartışması, ülke gitti elden feryatları bugün bile söylenmekte. Oysa rahatı yerinde olanlar görmüyor mu ki asıl konu ne Atatürk, ne türban ne de laiklik… Tüm bunlarla çocuk oyalıyorlar demek çok isterdik, ama gerçekten oyalıyorlarmış gibi bir 16


manzara var karşımızda. Her şey bitti, herkesin rahatı yerinde, gelirler tavan yapmış durumda, alım gücü az farklarla bile olsa bütün insanların elde ettiği bir olgu ve geriye Atatürk’ün içki içmesi, sigara tüketmesi (sanki kimse bilmiyormuş gibi), türban takanların Atatürk/laiklik düşmanı olması, takmayanların veya Atatürk’ü sevenlerin dinsiz ilan edilmesi tek derdimiz. Ha tabii bir de bitmek (ya da bitirilmek istenmeyen) bilmeyen terör sorunumuz var. Neden acaba? Amaç paraysa, bir diğerinin üzerine basıp el altından ganimeti cebe indirmekse o kişilerin de ne kadar bu ülkenin iyiliği için iş yaptığını sormamak elimizde değil. İç savaş çıkması korkusu değil hiç biri, çünkü bizim iç savaşımız birleşmediğimiz için hiç bitmedi. Bizim bireysel bencilliğimiz, bırakın diğer insanlara arka çıkmayı, büyüklerimizin, “Ben kendimi kurtardım ama evladım, acaba sen ne yapacaksın, hadi sen de şans eseri kurtardın diyelim, ama çocuğun aç kalacak.” cümle kuruluşlarına kadar vardı (üç kuruş parayla evlenmeyi başarabilirsek, bir de 3 çocuk peydahlarsak bir hesap yapmamız gerekirse vay halimize… O çocuklar ‘beni niye dünyaya getirdin!’ diye ailesini linç eder). Ve peşi sıra gelen gençlerin delirmesini önlemeye çalışan aynı trajikomik söz; ‘Allah büyüktür…’ Büyük olduğunu hepimiz bilmekteyiz, ama onun bize verdiği akıl diye bir şey de var. Kırık dökük Türkçesiyle konuştuğumuz arkadaşlarımızdan birinin sözü hiç çıkmadı aklımızdan: “Sizde iki tabu var, biri Kemal, diğeri din. Bizde de Venizelos ve din önemli, ama bu kadar çok değil. Oysa her iki halk da Venizelos’u ve Kemal’i anlamadı. O kadar yazdılar, o kadar konuştular, yine anlamak istedikleri gibi anladı. Bugün Kemal ve Venizelos heykel, havaalanı ismi ve sokak isminden başka bir şey değil. Görseler ne halde olduklarını ne yaparlardı acaba? Dinler de insanların işine geldiği gibi anlaşılıyor. Para kazanma veya kavga etme nedeni olarak ortaya çıkıyor. Oysa dinler insanların birliğini ister, parasız yere iyilik yapmayı söyler…” Not: Yunanlılar Atatürk’e hep ‘Kemal’ der. Şimdi bunun için de bir tartışma nedeni çıkarmayalım. Yazıya Hasan Bülent Kahraman’ın, nasıl korku toplumuna dönüştüğümüzü (ya da gereksiz korkular yaratmayı ve birilerinin bizleri ezmesi alışkanlığımızı yüzyıllardır hiç bırakmadığımızı) Radikal gazetesindeki ‘Şeytan Avı’ adlı yazısından bir alıntıyla bitirmek isterim. “Korku bu toplumun eroini. Bu toplumun yönetenleri yönetilenleri korkuyla bir arada tutuyor. Korku bizim iletişim aracımız. Onunla toplumsal dayanışma ve 17


paylaşma duygularımızı da fark ediyoruz. Toplu tapınmamızı gerçekleştiriyor, sonsuz bir masalın büyüsü içinde asla erginleşemeyeceğimiz bir çocukluğu yaşıyoruz. Şiddet, olmayan bir korkudan beklenir ve sonunda her şeyi kapsayan bir faşizme dönüşür.”

18


Haneke’nin Piyanisti Ümit Hüseyin Girgin Ünlü yönetmen Michael Haneke hakkında hazırladığımız dosyanın ikinci yazısıyla sizlerleyiz sevgili Azizm takipçileri. Kırklı yıllarını yaşayan, soğuk bir kadın olan Erika, Viyana Konservatuarı'nda piyano dersleri vermekte ve araları çok iyi olmayan annesiyle yaşamaktadır. Annesi ile yaşamdan tek kaçışı kendine özgü yaşadığı cinselliktir. Düzenli olarak porno filmler izleyen, striptiz barları ziyaret eden Erika'nın cinselliğe bakışı kendisine zarar verecek hale gelmiştir. Yaşamını bu şekilde sürdürürken Erika'nın öğrencilerinden biri onu baştan çıkarmayı kafaya koyar ve olaylar birbirini takip eder. ( KAYNAK: İNTER SİNEMA.COM)

Bu film konservatuarda müzik profesörü olarak öğrencilere Schubbert ve diğerleri hakkında ders veren 40lı yaşlarda ki Erica adlı güzel bir bayanın toplumsal ve sosyal rolleri ile kendi bireysel ihtiyaçları (cinsellik, aşk vb…) 19


arasında kalmışlığının hikâyesidir. Erica kapitalizm ile Protestanlığın birlikte oluşturduğu püriten kültüre ve burjuva öğretisine göre eğitim almış bir kadındır. Bu yüzden bu yaşına kadar yaptığı her eyleminden sonra suçlu ya da suçsuz olsun bir vicdan azabı çekmek zorunda bırakılmıştır. Filmin hemen başında anne ve kızın arasında ki ilişkinin gerilimli bir ilişki olduğunu fark ederiz. Anne baskısının kızının üzerinde ki etkisi çok fazladır. Erica; annesi tarafından eğitilen ve gündelik kapitalizm kurallarının acımasızlığı içerisinde her zaman bir adım önde olmak isteyen modern ve konformist bir bireyin bütün özelliklerine uygun bir insandır. Psikanalizin dünyaya geldiği Viyana, teoriyi oluşturduğu toplumsal bağlamla bize bir şeyler ifade edilebilir. Bir yanda burjuvazinin görünüşte püriten, ahlakçı hayatı, diğer yanda fuhuşun, zührevi hastalıkların sokaktaki egemenliği. Hiyerarşik yapının sarsıla sarsıla var olmaya çalıştığı imparatorluk düzeni, endüstrileşme ile uyum sağlamaya çalıyor. Yahudilerin nüfus olarak en yoğun ve entelektüel üretim olarak en aktif oldukları Avrupa kenti… Jugendstil herkesin hareket etmekte özgür, ancak ağızlarının tıkalı olduğu bir ülkeye benzetirken Avusturya’yı, bağırıp çağırmanın serbest olduğu bir tecrit hücresi diye niteler. Özellikle, Viyana’da cinsel hayattaki ikiyüzlülük, kadınların cinsel kısıtlanmışlıkları, çok yaygın cinsel cehalet, her şeyi cinsellikle açıklayan Freud’un hemşerilerinin gerginliklerinin bir yüzünü oluşturur.(Prof. Dr. Yankı Yazgan-Bunca Yıl Sonra Freud) Anne ahlakçı bir kadın kurallara sımsıkı bağlı, ahlakçı bir kadın cinselliğini tam olarak yaşayamamış bir kadındır. Çünkü püritenizme göre cinsel ilişki sadece çocuk yapmak için gereklidir. Bu baskı hem annenin cinselliği ayıplamasına neden olmuş hem de kızına bugünkü davranışının katılığını kendi içinde meşrulaştırmıştır Bu bağlamda da püriten ahlakın her zaman hedonizmi(hazcılığı) dışladığı söyleyebiliriz. Tüketim toplumunda ki bireylerin hırslı davranışları, her şeyi arzu nesnesi olarak görmeleri ilişkileri, sevgiyi ve en sonunda aşkı dahi tüketmektedir, sistem insanların âşık olmasını bile engellemektedir. Saf duygular yerini bastırılmış cinselliğin getirdiği sapkınlıklara bırakır bunu filmde piyano hocasının abartılı hareketlerinden fark edebiliriz de… Bunun yanında hırs batı kapitalizminin ana öğesidir tepede tek başına kalmak birbirinin ayağına çelme takmak ve böyle giderken de hayatı ıskalamak… Belki sanatın da aşkın da ölmesinin nedenlerinden biriside bu hırs dolu dünyada elde edilebilen her şeyin para ile ölçülmesi yüzündendir “batı da aşk hırstır beraberinde hatayı getirir, doğuda aşk sabırdır ince ince işlenir.’’ Bir bakıma sadece rock müzik dinlemek sanatı öldürmez denilebilir. Kadın devamlı olarak öğrencileri üzerinde baskı kuran bir diktatör bir havasında, ancak buna rağmen hissederek piyano çalamadıkları içinde öğrencilerine kızabiliyor. Öğrencilerine bu kadar katı davranan ve onlarla 20


arasına devamlı bir mesafe koyan bir müzik öğretmeni nasıl olurda duygulu bir biçimde piyano çalmaktan bahsedebilir? Sanat kavramının nasıl değiştiğini ve ruhun kalıplarına sığmayarak oradan çekip gitmiş olduğunu anlarız böylece… Böyle bastırılmış otomatizmin uşağı bir ruhta değil sanat, hazır giyim eşyası bile durmaz Hegel’in dediği gibi sanat kendi sonunu getirerek, tözsel anlamda sonsuzluğa doğru gider. Filmin başında ve sonunda kadının kendisiyle annesiyle çevresiyle arasına kalın bir duvar ördüğünü görürüz. İnsanlarla ilişkilerinde hep bir mesafe koyar, duvarlarını yıkmaları ya da kapıyı açıp içeri girmelerine bile izin vermez, kendini her yönden tatmin etmek artık kendi içerisinde meşrulaştırdığı bir şey olmuştur. Piyanonun tuşlarına ne kadar hızlı basıp ne kadar iyi çalarsa kendi içinde ki gerçekliğe bir o kadar hâkim olabileceğini düşünür. Bu düşünce, biçimi erkeklerle ilişkilerinde de özellikle genç çocukla olan ilişkisinde ipi her zaman elinde tutma isteği ile yansıtılıyor. İnsanlar üzerinde hâkimiyet kurma isteği ve onları metalaştırmaya çalışması günümüz kapitalist anlayışına uygun bir çözümleme olarak görülebilir. Dolaysız iletişim de bu denli sorunlar çekebilen bu genç kadın, birbirinden sapkınca isteklerini dolaylı bir iletişim aracı olan mektupla rahatlıkla anlatabiliyor ve bu sıkıntısı onda bir korku yerine şuursuzca bir özgüvene, şeytani bir düşünceye yol açıyor. Bu mektupta kadının en akla hayale gelemeyecek düşüncelerini, sureti ile birlikte hayal edilemeyecek sapkınlıklarını ortaya koyduğunu görüyoruz. Kadın cinselliği fetişist bir hatalık haline getirmiştir. İki kişilik erotik film oynatan kabinlere tek başına girmesi ve diğer insanların cinsel birleşmesinden ya da mastürbasyonlarından arta kalan çöpleri koklayarak kendini tatmine gidiyor. Bastırılmış cinsellik yine aynı şekilde karşı cinse karşıda kalkanlarını kuşanmasına neden olmaktadır. Haneke filmlerinde cinselliğe karşı yabancılaşmış bir toplumun üst benliklerine de hitap eder. Toplumsalın içindeki yabancılaşma ve cinsel açlık Piyanist filminde Erica’nın açık hava sinemasına giderek sosyalleşme adına hala bir şeyler yapmasına ve burada gördüğü genç bir çiftin sevişmesinden etkilenerek oracıkta mastürbasyon yapmasına neden olur. Erica sahip olduğu statü ve arzuları arasında böylesine sıkışmış kalmış ve gün geçtikçe çaresizlik tarafından kuşatılmıştır. Toplum hayatına karşı işlenen en küçük bir hata her zaman cezalandırılmaya mahkûmdur, burjuva kurallarında da belli bir statüye sahip insanın bunun getirdiği davranış kalıplarına uymaması kınanma yolu ile cezalandırılır ve 21


bireyin bu yüzden kendisini suçlu hissetmesi sağlanır. Bu suçluluk psikolojisi yine püriten ahlak ve onun da öncesinde dinsel mitlerden kaynaklanmaktadır. İlk mit dinler yolu ile yayılmıştır, Âdem ve Havva’nın elmayı yiyerek cennetten kovulmaları dahi, her şeye bir sıfır yenik başlamak demektir. Bu eziklik psikolojisi içindeki birey, bu ruh halinden kurtulmak için kendi anlam pratiklerini değiştirmek ister ancak bu değiştirme bireye özgürlük sağlayacağına gitgide kendisine sanal bir âlem oluşturmasına, gerçek benliğinden uzaklaşmasına, bireyler arasında ki iletişimsizliğin de toplum içinde çoğullaşmasıyla sessiz tepkisiz kitleler oluşmasına neden olmuştur. Bu ezikliği Piyanist filminde kızının sürekli yüzüne vuran kişi ise annesidir onun her zaman bir suçluluk bilinciyle hareket etmesini istemektedir özünde. Bu yüzden O’na daima hesap sorar hatta hata yaptığını düşündüğünde cezalandırmak için O’na vurur bile… Ancak asıl problemi annenin kendisiyledir. O da yaşanmamışlıklarının hırsını kızından çıkartmaktadır. En büyük tokadı hep kendisine atmaktadır. Piyanist’in genç erkeğe karşı mesafeli tutumunu altında çok büyük bir şehvet yatıyor. Bastırılmış olanın kendisini bulduğu bir arzu nesnesine çeviriyor erkeği ve erkek de bu durumdan memnun olmadığı için, insanları tahrik edip bırakamazsın cümlesini kuruyor her seferinde, bu durum kapitalist toplum da bireyi dahi metalaştıran tüketim toplumuna dair bir eleştiride sayılabilir. Seninaptallığın fazla ölçülü olmak…

Mektup filmde yazılı kültür yerine geçiyor ve resmi mekanizmaları hatırlatıyor. Bireyi edilginleştirmek ve öteki olduğu hissettirebilmek adına resmi dil her zaman etkilidir. Erica da burada genç çocuğu kölesi yapabilmek için bu yola başvuruyor ancak bu kural bu sefer ters tepiyor. Çünkü aşkın ve cinselliğin olduğu yerde tüm kurallar bir daha gözden geçirilmelidir. Çünkü aşk nihilisttir tüm anlamları tekrar en baştan inşa eder. Korkulan ve bastırılan şey daima geri döner. Bu konuya korku filmlerini irdelerken değinmiştik ve yine bu geri gelen şeyin Hollywood ve klasik korku 22


filmlerinde tekrar bastırılıp yok edilerek, sonsuza gönderildiğini ve izleyiciyi belli bir katarsis e ulaştırdığından da bahsetmiştik. Haneke’nin filmlerine korku filmleri denemese de bastırılanlın daima geri dönmesi, ancak klasik çizgiden çıkarak hiçbir yere gitmemesi varlığını daima seyirciye hatırlatması seyirciyi türsel beklentilerini karşılamadığı için endişeye sürükler. Anne kızını büyüttüğü süre boyunca dış dünyanın kötülüklerinden korumuştur. Ancak eşi akıl hastanesinde ölen bir kadının bu yaşadıklarından sonra da çok normal birisi olamayacağını söyleyerek devam etmek edersek sonuçta annenin kendi iç hesaplaşmasını ve kızı üzerinden anlamlandırdığı ve onda bastırdığı cinselliği son zamanlarda sınırlar içinde tutamamış ve bastırılan duygular geri gelerek en güvenilir bölge olan kadının evinde ortaya çıkmıştır ve bu duygular bu sefer o kadar güçlü gelmiştir ki hem anneyi hem de kadını esir alır ve ırzına geçer. Esir alan çocuk değildir. Çocuğun gerçek görevi her iki kadının fantezilerine hizmet etmektir başka bir şey değil… Çok önemli olan ve sinema tarihinde pek fazla örneğine rastlayamadığımız anne ve kızın öpüşme sahnesini ise Freud’un Elektra kompleksinden yola çıkarak anlamlandırabilmek mümkün olabilir. Kısacası anne kızını belirli bir kültürel adaba ve sıkı kurallara göre yetiştirmiştir. Bu kuralların ve başarının ardındaki gizil amaç her zaman sınırsız ve özgür cinsellik hayalidir. Ötelenmiş her kız çocuğu gibi bu isteğini baba da gerçekleştiremeyen Erica da bu enerji egzogami(yunanca da dış anlamına gelen eksi sözcüğü ile evlilik anlamına gelen gamos sözcüklerinin birleşmesi) olarak da açığa çıkmamıştır. Anneyi yalnız bırakmama isteği ve suçluluk psikolojisiyle gecen bir ömrün ardından Erica annesini öperek tüm hayatındaki anne figürüne saldırıyor karşı çıkıyor, Erica tüm tabuları yıkmak için saldırıya geçiyor. Ve kısmen başarıyor da… Ancak her mastürbasyon sonrası hissettiği suçluluk duygusu gibi bu hareketinden de bir suçluluk duyarak ağlıyor ve sistemle son bir kez uzlaşma yoluna gidiyor. Çünkü artık kendisini sistemin dışına çıkarak anlamlandırması imkânsız hale gelmiştir. Annesini öpmenin altında yatan neden tam tersi de olabilir belki Erica annesine hiçbir zaman istediği gibi sarılamamıştır, öpememiştir. Bunlarda sebepler arasında olabilir… Bu mastürbasyonun ardından itiraflar geliyor… Piyanist kadının cinsel arzuları ve dışa ördüğü duvar arasında ki paradoksal ilişki kadının mektuplarında ki ağır takıntılı ve fetişist ruh halinden ve spor salonunda Walter’a(genç konservatuar öğrencisi) karşı takındığı isterik tavırlardan anlaşılabilir. Ancak ruhun bu bastırılmışlıkla beraber cinselliği en uç biçimlerde arzulaması bir yerden sonra kadına normalleşmiş geliyor böylece kadın yılların öcünü almak için en uçlarda dolaşıyor. Ancak burada Erica yıllarca hapis kalıpta birden yuvasından uçmak isteyen kuşun düştüğü hataya 23


düşüyor…. Birden uçmak isteyen ruha beden uyum sağlayamıyor ve kuş yüksekten düşerek can veriyor. Burada oral seks hakkında ve cinsellik hakkında bir deneyimi olmamasına rağmen bu kadar şiddetli arzu etmek bedeni hiç alışmadığı durumlarla baş başa bırakarak kusmasına neden oluyor? Piyanist filminin, Code Unknown ve Funny Games’in ortak noktaları üçünün de oyuna dayanmasıdır. Ayrıca üç film de kapitalist tüketim mantığı içerisinde kendilerine has olan özelliklerini yavaş yavaş yitirmeye başlayan burjuva insanının içlerinde yaşadıkları çelişki ve yabancılaşma anlatılmaktadır. Her üç filmde de oyunlar belli bir kod yaratırlar oyunun kodlarını çözen neden hayatta olduğunun ve anlamsız yaşamlarının sırlarına erişebilecekleridir.

24


Ey Gidi Karadeniz, Ey Gibi Erkan Ocaklı Caner Uğur Lermi Uzun bir aradan sonra tekrar merhaba aziz dostlarım. Bu yazımı 17 Kasım 2008 tarihinde yazmaktayım ve benim için, bir Karadenizli için büyük bir kayıp olarak gördüğüm bir çınarı daha kaybettiğimizi öğrendiğim anda yazıyorum. Belki kimilerinin tanımadığı bir kişi bu ama annelerimizin babalarımızın özellikle bildiği Karadeniz’in efsanevi sanatçısı, türkücüsü ve Karadeniz müziğine bağlamayı getiren ve Karadeniz müziğine farklı bir boyut getiren insanı kaybettik. ERKAN OCAKLI’yı kaybettik. Birçok filmde de oynayan Erkan Ocaklı artık aramızda yok.

“Erkan Ocaklının Başrol Oynadığı filmler” Ula Ula Niyazi(1991) Tabancamın Sapını(1987) Fiyakalı Enişte (1986) Dam Üstüne Un Serelim(1975) Oy Emine(1975) Aslında benim değinmek istediğim konu; Erkan Ocaklı’yı da aynı Kazım Koyuncu gibi kanserden kaybetmemizdi. Peki, soruyorum daha kaç tane önemli insanları bu yüzden kaybedeceğiz. Daha kaç tane Karadenizli kaybedeceğiz. Daha kaç tane Erkanlar, Kazımlar, kaybedeceğiz. Bu sıralarda Can Dündar’ın “Mustafa” adlı belgeseli tartışılıyor. Evet, belgesel bence de gerçeği yansıtmıyor. Ama Can Dündar’ın Karadeniz Bölgesi için yazmış olduğu yazı en azından Karadeniz’i iyi araştırdığı ve yazdığı görülmektedir. Şimdi bu yazıdan bir parçayı sizle paylaşmak istiyorum… CAN DÜNDAR / ÇIRPINAN KARADENİZ 25


1986'da Çernobil nükleer santralı patladığında Erkan Berberoğlu 1,5 yaşındaymış. Rüzgâr, nükleer serpintileri tarlalarına taşımış, Erkan'ın sütüne, yoğurduna bulaştırmış. Karadenizli'nin ekmeği, suyu, rızkı olan çay, bir günde düşmanı, celladı oluvermiş. Avrupalı yaşıtlarının mamaları imha edilirken, Erkan'ları uyaran olmamış. Tersine, "sorumlu" Bakan, "Ben içiyorum, siz de için" diye şov yapmış. Radyasyonlu çayları aşağı fabrikanın bahçesine gömmüşler. Sonra bir gün gömülü çayları çuvallarla arabaya yükleyenleri yakalamış Milliyet... Çalınan çaylar içilmiş; kalanlar yeraltı sularına karışıp zehirlemiş toprağı... Erkan, onlarla büyümüş. Hastaneye koşan ilk hastalara "Daha durun" demiş doktorlar; "Etkisi 15-20 yılda görülür bunun... Şimdi teker teker geliyorsunuz, o zaman otobüslerle geleceksiniz". Ve Erkan 20 yaşına gelince bir gün sol kolunun altında bir ağrı hissetmiş. "Otobüsler dolusu hastalar"a katılıp Ankara Gazi hastanesine gitmiş, göğsünde 12 santimlik bir tümör bulunmuş; alınmış. Tekrarlama riskine karşı yoğun kemoterapi alıyor Erkan... Tedavi, Berberoğlu ailesine ayda 1 milyara mal oluyor. Doktoru, Gazi Onkoloji Bölüm Başkanı Prof. Nazan Günel, 1990'larda kurulan Çernobil Komisyonu'nun da üyesi... Ama "Hastalık Çernobil kaynaklı diyemeyiz" diyor. Gel de Erkan'ın babasına anlat bunu... Şinasi Berberoğlu, daha önce adını bile duymadığı şeyi, Azrail diye tanıyor şimdi: "O yağmurları yiyen adam ne olur? Radyasyon almışız daa..." Öfke ve tevekkül Trabzon Belediye Başkanı Volkan Canalioğlu "Rakamlara bakmayın, hastaların çoğu Ankara'ya, İstanbul'a gidiyor. Çoğu da doktora gitmeye ürküyor. Karadeniz'de kanser patlıyor" diyor. En az kanser kadar tehlikeli bir salgın bu: Bilime, tıbba, iktidara güvensizlik... Yalanı görmüş insanlara özgü bir ihanete uğramışlık duygusu, kiminde paniğe dönüşüyor; kiminde boşvermişliğe... Arabamız patikalarda arsız dallara sürtüne sürtüne dağdan inerken, yağmur hababam çiseliyor uçsuz bucaksız yeşilliğin üstüne... Kazım Koyuncu'nun "Hep yedik o yağmurları kafamıza" sözleri çınlıyor kulağımızda... Teybimizde yine onun sesi: "Dünya benim sanırdım meğersem yanılmışım/ Felek gözün kör olsun, ne kadar geç kalmışım." 26


Bence Can Dündar bu sözleriyle her şeyi açıklıyor gibi. Bir konuya daha değinmek istiyorum. Bugün 17 Kasım 2008 çoğu kanalda, özellikle Karadeniz’in yerel kanallarında Erkan Ocaklı’nın ölümüne değiniliyor. O’nun türküleri çalınıyor, yaşamı anlatılıyor, son röportajları konuşuluyor. Peki, böyle önemli kişiler neden öldükten sonra değerli oluyor? Ölmeden önce neredeydik? Onlar yaşıyor iken onlar için ne yaptık… Bu tartışmanın içine kendimi de katıyorum. Bu yazıyı neden onlar öldükten sonra yazıyorum? Hepimiz göreceğiz onun için yazılar yazılacak, onun türküleri çalınacak, onun fotoğrafları gösterilecek… Evet, Erkan Ocaklı’nın cenazesi de aynı Kazım Koyuncu’nun ki kadar kalabalıktı. Peki, soruyorum size bu kalabalık bu ilgi ne kadar sürecek: A) Ömür boyu B) 20 yıl C) 5 yıl D) 1 yıl E) En fazla 1 hafta Sevgiyle kalmanız dileği ile… Kaynakça: 1- http://www.karalahana.com/karadeniz-forum ( Can Dündar’ın yazısı) 2- http://tr.wikipedia.org ( Erkan Ocaklı filmleri )

27


Gülüşüyle Karanlığı Yırtan Aydın: Onat Kutlar Özgür Keşaplı Didrickson Evimizde Cumhuriyet gazetesi okunur ancak herkes tüm yazarları kendi kendine keşfetmez. Buna fırsat kalmadan içimizden birisi dili, görüşleri, dünyası ile kendisini etkileyen bir yazarı diğerine öneriverir. Özellikle ortaokul, lise yıllarımda böyleydi bu. Onat Kutlar, o yıllarda önce annemin keşfettiği bir yazardı. Büyük zevk alırdı annem Onat Kutlar’ın yazılarını okumaktan. Binbir kültür denizinde dolanırken bile okuyucusuna yüksekten bakmayan, okuyucusuyla çok içten ve sıcak bir iletişim kuran Onat Kutlar, bizim dünyamıza da işte böyle girmişti. Sinemacı kimliğinden çok gazetemizin bir yazarı olarak… “ Annemin yazarı” olarak… Tüm şehirleri, köyleri, kokuları, geceleri, düşünürleri, öyküleri ile Anadolu’nun eksik olmadığı yazılarının ana örgüsünde hep edebiyatın soluduğunu keşfettiğimde mi artık benim yazarlarımdan birisi olmuştu? Herhalde. Şiirden ve felsefeden köprülerle birbirine eklediği her bir anının, imgenin, düşünce dizisinin içerisinde katışıksız bir insan sevgisi olan, şehirlerin nasıl planlanması gerektiğinden, sinema üzerindeki tekellerin kaldırılmasına kadar hem ülkesinin hem de yaşadığı dünyanın tüm sorunları ile ilgili, mizahı kaleminden eksiltmeyen, asla karamsar olmayan “ gerçek” bir aydın. Gözlerinin içi hep gülen bir bilge…

28


Sevgili Onat Kutlar’ı yitirdiğimiz zaman tam 20 yaşımda bile değilmişim. Yazılarından beslenmeye henüz başlamış olduğum bu güzel insanı kaybettiğimiz dönem ardı ardına çok kötü olaylar yaşadığımız, aydınlarımızı yitirdiğimiz bir dönemdi. Uğur Mumcu’yu aydınlıktan korkanların hain saldırısı ile yitirişimiz, 37 aydınımızın gericiler tarafından Sivas’ta yakılması nerdeyse dün olmuş gibiydi. O sıralar Ahmet Taner Kışlalı’yı da çok geçmeden bir bombalı saldırıda yitireceğimizi henüz bilmiyordum ancak güçlü olarak hissedebildiğim bir şey vardı. Anadolu toprağının taşıdığı insan sevgisini, evrensel kültürü ne yazık ki hiç hissedememiş, çıkar peşindeki insanların yaydığı karanlık gittikçe koyulaşıyordu. Koyulaşan bu karanlık o çok korktuğu aydınlığı yok etmek için her türlü kire ve kötülüğe hazırdı. Ancak şaka olabileceğini düşündüğüm şeyler oluyordu bir yandan. O sırada ODTÜ’de okumak için İzmir’den Ankara’ya geldiğim için hatırladıklarım daha çok Ankara’nın üzerindeki karanlığa dair. Ülkemizin başkentinin Büyükşehir belediye başkanı, seçildikten hemen sonra Ankara’daki bir parktan 2 heykeli Türk örf ve adetlerine uygun düşmediği gerekçesiyle kaldırtıyor ve “ böyle sanatın içine tükürürüm” diyordu. Aynı belediyenin meclisi ise kentin Hitit güneşi olan amblemi yerine camiyi kabul ediyordu. 30 Aralık 1994’te İstanbul’daki “ The Marmara Oteli”nin pastanesindeki bomba patladığında işte böyle bir karanlık içerisindeydik zaten. Ortaçağ karanlığını temsil eden bu bomba özellikle birisine yönelik değildi ancak bütünüyle aydınlığı temsil ettiğinden olsa gerek sevgili Onat Kutlar hepimiz adına göğüsledi bu bombayı.

Aydınlık insanlara ya da genel olarak aydınlığa yönelik bu bombaların bizlerin de bir parçasını öldürdüğü kesin. 30 Aralık’tan 11 Ocak’a kadar aldığımız her Cumhuriyet gazetesini, Onat Kutlar’ın iyi olduğu ve hastaneden çıktığı haberini okuyacağımız umuduyla açıyorduk kız kardeşimle. Kendisine geldiğini, konuştuğunu ve belden aşağısı felç olarak da olsa yaşayacağını okuduğumuzda 29


çok sevindiğimizi hatırlıyorum. Demek ki Onat Kutlar da yıllar önce Server Tanilli’nin yaşadığına benzer bir olay sonrası bedeninin bir kısmını karanlıkta yitirmiş olacak ancak yine tıpkı bir diğer “ gerçek” aydınımız Server Tanilli gibi yazıları ile çalışmaları ile bizi aydınlatmaya devam edecekti. Bu düşünceler içindeyken, Onat Kutlar’ın yaşayacağını düşünmeye başlamışken bir sonraki gazetede Sevgili Onat Kutlar’ı yitirdiğimizi okuduk. Ülkemizdeki büyük bir çoğunluğun ne o zaman ne de şimdi bu büyük kaybın ayırdında olduğunda sanmıyorum ancak ben o günkü hüznümü, sonraları yürekte silinmez bir ize dönüşen acımı hatırlıyorum, hala taşıyorum. Üniversiteye yeni başlamış benim ve kız kardeşim gibi gençler yanında, o sıralar ilkokula, ortaokula giden hatta daha doğmamış milyonlarca gencin, topraklarında yetişmiş nice büyük değeri bilen, böylelikle kendi gücünün farkında olan, sırtı dik gençler olabilmesi için Onat Kutlar’a ihtiyacımız vardı. Kimimiz ailemizden ve çağdaşımız diğer aydınlardan, ölmüş olsalar da eserleriyle bizi aydınlatmaya devam eden aydınlardan bu önemli öğretileri almış olabiliriz. Ancak gitgide artan bir şekilde yaygın olanın, ticari olanın “başarılı” bulunduğu, ciddi şeylerden söz edenlerin “ dinozor” olmakla suçlandığı bu yoz kültür ortamında gençler aslında farkında olmadan aşağılık kompleksi ile, yabancı hayranı olarak yetişiyor. Onat Kutlar kendisinin de aramızdan yitişine neden olan terör için “ herkesin kaybettiği tek oyun” diye yazmıştı. Bu cümle ilk başta akla getirdikleri yanında bana bunları düşündürüyor. Geleceğimizin yoz kültür ile boğulmasını bir “ kaybediş” olarak görürsek terörle yitirdiğimiz her aydın kültürsüz bir gelecek için karanlığın bir adım ilerlemesi demektir.

Patlamadan önce yazdığı ve hastanedeyken yayımlanan son yazısında yazdığı gibi 1995 yılına Piyer Loti’de kahvesini yudumlayarak giremedi belki Onat 30


Kutlar ama zaten böyle bir söz vermemişti. “Büyük olasılıkla” orada olacağını belirtmişti. “ 1995 bir bahar aydınlığı ile başlamıyor” diye sürdürdüğü yazısındaki onca karamsar Türkiye atmosferine rağmen niye o yazı beni hüzne boğmuyor? Tüm sahteliklere, yalanlara ve gökyüzündeki kire karşı bu denli temiz ve güzel kalabilen bir insanla aynı topraklarda yaşamış olmaktan duyduğum onur yüzünden sanırım. Onat Kutlar bir yazısında “ Sevgili dostlar, umutsuzluk benim işim değil. Ama galiba biraz geç kaldık” demiş. O yüzden gerçekçiliğe evet ama hüzne ve umutsuzluğa yer yok. Bilmem neden, Onat Kutlar’ı tanıyan yazarçizer dostlarının hep sözünü ettiği gevrek kahkasını kolaylıkla duyabiliyorum. Tüm fotoğraflarında gülüyor Onat Kutlar. Karanlığın en içine, en koyusuna bakıp gülmeye devam etmek gerek. Gerçek bir gülüşün güneş yüzü ile… Patlamanın olduğu gün yitirdiğimiz arkeolog Yasemin Cebenoyan’ı da saygıyla anıyoruz Onat Kutlar’ın 93-94 yılında Cumhuriyet gazetesi’nde yayımlanmış yazılarından oluşan “Gündemdeki konu “ isimli kitabından günümüze ışık tutan bazı alıntılar. “ Türkiye bir bunalım dönemi yaşıyor. Irk, din, inanç, ekonomi, bireysel kimlik konularında derin bir bunalım. Her yaştan, her kesimden, her ırk ve inanç grubundan insan içinde bu bunalımın. Buradan nereye varacağız? Ortaçağ öncesinin karanlığına mı, bir iç savaşın kanlı bataklığına mı yoksa tam bir kaosa mı? …sevgili yabandji dostlarımız, boşuna kimlik bunalımı çekmeyin. Oturun biraz ilgilenin bu ülkenin geçmiş ve bugünkü uygarlığı, kültürü ile; bu toprakların yetiştirdiği yazarları okuyun, şairleri okuyun; tiyatrosunu, sinemasını tanıyın; yapı taşlarına ve mimarlarına dikkat edin, biraz alçakgönüllü olun….” “ …..ortaçağ karanlığının her gün biraz daha koyulaştığı,köylerin, kasabaların, kentlerin etnik boğuşmalarla kan gölüne döndürüldüğü,gerçeğin mafya liderlerinden sorulduğu,hapishanelerde yazarların, bilim adamlarının çürütüldüğü, devletin ve halkın iliklerine kadar soyulduğu, soygunun soyana kar kaldığı, goygoycuların minareye kılıf hazırladığı,eğitimin ve yönetimin şeriatçılara teslim edildiği, politikacıların çoğunun iktidar labirentlerinde kaybolduğu ya da çıkar peşine düştüğü, erdemin, dürüstlüğün, onurun unutulduğu, kültürün kültürfizikle karıştırıldığı bu şiddet, soygun ve ikiyüzlülük toplumunda birçok kişi, tıpkı benim gibi, herkesin şıkıdım şıkıdım oynamadığının farkında” “ Barış , uygarlığın çocuğudur” 31


“Ölüm, yolun sonuna yerleştirilmiş bir aynadır. Arkasındaki sır nedeniyle öbür tarafı göstermez, bu tarafı gösterir. Yürünen yolu. Yani yaşamın kendisini”

32


33


Güler Yüzlü Resim Sanatı Ümran Bulut Resim artık hoş gönüllü, güzel yüzlü değil... Resmin eski hali yok artık. Sanatçı soruyor, sorguluyor. Çağdaş sanatta eski güzellik anlayışı da yok. Ölçü, uyum vb. kıstaslar bundan yüz sene öncesinden beri önemli değiller. Türkiye’de de bu var artık. Aslında “artık” bile dememeli; çünkü çağdaş sanat açılımı bizde de 1980 sonrası hızla devam edip gitmekte yolunda. Nasıl oldu bu? Yanıtı için kuşkusuz sanat tarihinde uzunca bir değerlendirme gerekir. Başlangıcı şöyle: Resim, Romantizm sonrasında dur-durak demeden farklılaşmaktaydı. Özgürlükçü dalgalar adeta bir diğeri içindi. Hızlı değişim süreçleriyle yoğunlaşan bir ‘Batılı olan’ vardı. Bu adeta bir eğretileme dünyasıydı ve ondan etkilenmiş olan ‘Türk Resim Sanatı’nda kendisini tabii ki kolayca hissetirecekti. Sonucunda Türkiye’de de çağdaş sanatta son perde oynanıyor. Anlatım özgün olsun, dil serbest… Akademisyenler dahil birçok ilgili gelişmeyi benimsemeden izlemeye almış olsalar da çağdaş sanat açılımları yadsınamaz birer gerçeklik sunmaktadırlar. İzleyici, sanat takipçisi kuşkusuz bu çizgiye gelecektir. Görsel ve nesnel sanat ürünleri ile ele alınan siyasal, ekonomik, yaşamsal olgular ve olaylar düşünülen hatta düşlenen her sunuşun okunmasını, anlaşılmasını gerektirmektedir. Çağdaş sanata gayet umursamaz biraz da küçümseyici tavır ile yaklaşılması ve de resim için sadece şunun söylenmesi ne gariptir: Ne değişmedi ki o kalsın yerinde, bitti artık resim olayı!. Bu tip bir yaklaşım gayet yetersiz hatta yersiz bir açıklamadır. Sanat; canlıdır. Yenilikleri, değişimi barındırır. Anlaşılmamak bağlamında da kendisinden uzaklaşılması mümkün olmayan bir olgudur. Hizmetkâr ise hiç olamaz. Resim sanatı kuşkusuz -henüz modern eğilimler anlaşılıyor diye- orada kalamazdı. Sanatın izlenmesi geçmişe bağımlılığı değil, geleceğe dönük olabilmeyi gerekli kılmıştır yüzyıllarca… Çağdaş sanat bu anlamda bir bitirim. Bulunca ilginç yöntem, değinince sorunlara, olayları, olguları, kavramı deşmeye meğilliysen tamamdır. Sanatçının tinselliği bu noktada varlığını iyice belirginleştirecektir. İşte, teknolojinin gelişmişliğiyle olanaklar, mekanik, dijital olan, olmayan gibi diğerleri de yanı başımızda. Beğen fotoğrafı, al onu kullan. Seç videoyu onunla çalış. Sanatsal pratikte alan pek zengin artık. Sınırsızlık delirtecek denli bağırıyor: “Bundan 34


faydalanabilirsin!” Boyama ve çizim ile uğraşanlar böylece azalmış durumdalar. Tabii ki tavrını bu dille anlatan pek çok çağdaş sanatçı da aynı güdülerle iç içedir. Bu da kabul edilmelidir. Dünya sanatçısı her dönemde geleneksel ya da onun dışındaki malzemelerle üretmiştir. Söz konusu olan düşünce ve görsel sunumun birlikteliğidir. Çağdaş sanatta videonun yeri ayrı. İzlenmekten usanılsa da, az değil ona gösterilen ilgi. Ayrıca üç boyutlular, yerleştirmeler, fotoğraf, disiplinler arası üretimler, diziler inisiyatiflerce de geçerli kılınmış durumdalar, bireysel olanlarca da. Çağdaş sanatta üretim sınırsızlığı benimsenmiş durumda. Sonuçta çağdaş sanatçı özgürce düşünüyor ve davranıyor.

35


Bilgisizliğin Kör Karanlığı Adnan Binyazar Lüleburgaz Sanat Lisesi’nden iki öğretmen, emekli bir arkadaşlarının kurduğu sanat atölyesinin girişine Leonardo Da Vinci’nin “Altın Oran” yontusu figürünü yapmaya koyuluyor. Böylece büyük sanatçının bu deha ürünü eserinin bir örneği halkın beğenisine sunulmuş olacaktır. Doğada göze hoş görünen her şey, Leonardo Da Vinci’nin “Altın Oran”ındaki denge üzerine kuruludur. Bunun doğruluğu matematikçilerce sayısal olarak da kanıtlanmıştır. Kuşkusuz, doğanın insana bağışladığı gözü, bilimin gözüne dönüştürenler ayırt edebilecektir bu oranı. *** Bilgisizlikten kötü hastalık yoktur; öyle ki, bilgi yoksunları, hem bilmediğini bilmez, hem bildiğinin kof temeller üzerine oturduğunun ayrımında değildir. Önce, atölyenin kapısına bir torba dolusu dışkı bırakarak “tebliğ”de bulunuyorlar. Birer gün arayla da kim bilir “sadaka dağıtan” hangi karanlık yüzlü kara yobazın kışkırtmasıyla, iki genç, birbirinin ardından gelip kapıya dayanıyor: “Burada kilise yapıyormuşsunuz diye duydum.” “Buraya İsa’nın çarmıha gerilişi yapılıyor.(…) Niye elin gâvurunu yapıyorsunuz, bizden birilerini örneğin Mimar Sinan’ı yapsanız daha iyi olmaz mı?” *** Onunla da kalmıyorlar, sanatçıların günlerce üzerinde çalıştıkları yontuyu bir gece paramparça ediyorlar. Saldırganlar, en başta resim, yontu, müzik gibi, insanlığı birbiriyle kaynaştıran sanatların kilise de geliştiğini bilseler bunu yaparlar mıydı?.. Yobaz, bilginin düşmanıdır; mahalle baskısı saldırganları ortada bomboş dolaşan yobazlar arasından çıkıyor; daha beterini de yaparlardı! Tecavüz, öldürme, çalıp çırpma olaylarının, darlık içindeki insanların yoğun olduğu yerlerde yaşanması rastlantı değil. 36


Bununla da kalınmıyor; “din” adı altında kafatası ritüellerle doldurulanlar, iç özgürlüklerini yitiriyorlar. Bu koşullanmayla insanın kendi içine kapanması, başkasının onu baskı altında tutmasından da tehlikelidir. İnsanımız, şu sıralar sokak başlarında mahalleli adına asayişi sağladığını sanan bu dengesiz adamların yarattıkları olayların kurbanı oluyor. *** Din, dogmalardan kurtarılırsa gerçeklik kazanır. 13. yy koşullarını düşünelim; o dönemin medreseleri tembellik yuvası değildi. Tam tersine tasavvufun, dinsel felsefenin tartışıldığı mekânlardı. İbadete ney üflemeyi, oyunu sokan Mevleviliğin gerçekte bir düşünce devrimi olduğunun kanıtı, Mevlana’nın “Mesnevi”sidir, “Divan-ı Kebir”idir, “Rubaileri”dir. Nü’lerin kalçalarına tülbent örttüren galeri yöneticilerinin, sergilerde nü’leri aforoz eden cumhurbaşkanlarının, “Böyle heykelin içine tükürürüm” diyen yöneticilerin Müslümanlıklarına kanmamalı; onlar ne Mevlana’yı tanırlar, ne onun yazdıklarından iki satır okumuşlardır… *** Yazının sonuna gelmiştim ki, Mersin Atatürk Parkı’nda Uğur Mumcu’nun “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz” sözünün yazıldığı anıtının kaidesine sert bir cisimle yazılar yazıldığını okudum Cumhuriyet’te. Elindeki saz kırılarak Karacaoğlan yontusu da bu saldırganlıktan nasibini almıştı. Sanatı tahrip et, aydınlanma burçlarına saldır; sana “barbar Türk” demelerine öfke duy!.. Bilgisizliğin kör karanlığı kafaları öylesine sarsmış ki o kafaya aydınlığın fanusu geçirilse, yobazlık virüsü saklanacak bir yer bulacaktır…

37


15 Kara Saplı Bıçak Tuğçe Duysak Daha fazla düşünmeye başladım son zamanlarda. Yaşama adanmış bir ibadet gibi adeta. Şükür? Şükür gibi değil bu cevabını bildiğim ya da çıkmazlığından – adeta- mutlu olduğum sorularla kendimi yormak. Necatigil’in “Siz böyle olsun istemezdiniz” dizlerinden bir soluk gibi, bir harf bile anlatmaya yeterken her şeyi/kafamı dolduran düşünceler/kafamda kaldı. Oysa geniş zamanlar ummuyorum, umacağımı da sanmıyorum. Ortalama yaşantımda ortalamadan fazla şeyler istiyor bunları dile getirememenin içimi acıtışını seyrediyorum. Bir felçliden farksız… Doğum tarihimdeki anlamsız rakamlar değil belimi büken. Bu acımasız hayata müdahale edemem, yine onun kendi silahları yüzünden. Binlerce kendini düşünenden biri olmam. Olmak zorunda bırakılmam, hem de bunu hiç hak etmemişken bunun için çok küçükken. Hoş benden daha küçükleri de var aç kalan, ölen, öldürülen, babası milyarlık oyuncaklar almadığı için mızmızlanan, temizlenmek için girdiği suyun sıcaklığını beğenmeyen. Evet, benden çok daha küçükleri var hayatın adil davranmadığı, şartlarını kendileri belirleyemeyecek olan. Peki, ama neden? Neden kimseler bunu dile getiremez ki? Ya da şöyle mi sormak gerekir… Neden bu cesareti kendilerinde bulamazlar? Bunun arabayla bir insana vurup kaçmaktan farkı var mıdır? Yahut ta içi çocuk dolu bir okulu yakmaktan? Bir de cesareti bulduklarını zannedenler var. Küçük gruplar halinde davranmaktan mutlu olanlar. Bedenlerini ilk başta esir alan çaresizliği bu şekilde atlatanlar. Kraldan çok kralcılar. Onlar aşırı mutlular aslında-gözlemlediğim kadarıyla- bu zorlu şartlarda bir şeyler yapıyorlar. Bende kutluyorum onları, duyarlı kalabalığı. Ne mutlu onlara, ben onlar gibi olamadım. Sadece okumaya ve yazmaya çalışıyorum. “Fazla mı duygusal düşündüklerim?” şeklinde bir soru belirdi şimdi kafamda. Detaylarda yaşamaktan bütüne erişememiş bir insan görüntüsü çiziyor olabilir miyim? Normallerine göre anormal olduğum gibi mesela. Düşünmek bir hastalıktır, en azından böylesi. Dozajı azaltılmalı ve yola devam edilmelidir. Sebep? “Yaşamak için tabiî ki başka ne için olabilir!” Şeklinde düşünenlere göre anormalim bu arada. Bu hem küçümsenen ve acınan, hem de “düşünebildiği için” –çünkü düşünmek günümüzde bir meziyettir- ayrı bir yere konulan.

38


Çok acı. Fazla acı. 18 yıllık yaşantımdan bu acıyı anlatabilecek bir kelime bile yok şuanda buraya aktarabileceğim. Şimdi anlıyorum Nazım’ın “Kalbim” şiirinde hep aynı kelimeleri tekrar etmesinin sebebini. 15 yıl küreğe konulması için alınan, karar saplamıştı 15 kara saplı bıçağı kalbine. Kaçtı ardından kalbi durana dek. Oysa nereye kadar kaçabilir ki insan toprağından. Sizlerinde kalbinizin yaralanması mı gerek anlayabilmeniz için tüm bu şeyleri, toprağınıza hasret mi kalmanız gerek? Hayata biraz daha tepkisiz kalırsanız birilerinin Nazım Hikmet’i anlar gibi sizi anlayacağını sanmıyorum. Çünkü o aldırmadığınız şey ilk başta kelimelerinizi yutuyor. Anlatamıyorsunuz ve zamanla anlatamadıklarınızı yitiriyorsunuz! Yakarışı kalbinizde duymanız dileğiyle… KALBİM Göğsümde 15 yara var!. Saplandı göğsüme 15 kara saplı bıçak!.. Kalbim yine çarpıyor, kalbim yine çarpacak!!! Göğsümde 15 yara var! Sarıldı 15 yarama kara kaygan yılanlar gibi karanlık sular! Karadeniz boğmak istiyor beni, boğmak istiyor beni, kanlı karanlık sular!!! Saplandı göğsüme 15 kara saplı bıçak. Kalbim yine çarpıyor, kalbim yine çarpacak!... Göğsümde 15 yara var!. Deldiler göğsümü 15 yerinden, sandılar ki vurmaz artık kalbim kederinden! Kalbim yine çarpıyor, kalbim yine çarpacak!!! Yandı 15 yaramdan 15 alev, kırıldı göğsümde 15 kara saplı bıçak.. 39


Kalbim kanlı bir bayrak gibi çarpıyor, ÇAR-PA-CAK!! -1925-

40


Piyano Piyano Sümeyye Günbaylı Bir parça topraktı koyduğum bavula… Kolay olmadı uçaktan serpmek Şehrin ışıklarına değdi mi, gökyüzünden parça parça dökülüp? Göremedim… Mide bulantısıyla kapadım gözlerimi Ayağımı yerden kesen aşk değilken. Göremedim, dünyanın hangi noktasında olduğunuzu Tırnağımın arasında kalan toprakları yıkarken cep tuvalette. Aşk değildi kalbimi ağzımdan fırlatan Olmaması gerekenleri içinde taşıyan bavulumla bulutlara çıkarken Bir parça topraktı korkutan güvenlikten geçerken. Kimse bilmiyor, kimse görmedi… Hangi kıtadan almışım toprağı? Nereye taşıyorum? Kime ne? Parça parça bırakıyorum yeryüzünden aldığımı, yeryüzüne. Her yolculukta biraz daha fazla alıyorum avuçlarıma toprağı Her yeni yolculukta daha kolay oluyor avuçlarımı açmak Her seferinde göremesem de nerelere düştüğünüzü. Farklı yönlere oklar çiziyor bedenim. Gün batımı siliyor her günü keyifle Her şeyden uzakta bakıyorum ufka keyifle Zihin hiç ummadığımız mesafeleri atlama yeteneğine sahipken Yolculuk hiç bitmiyor. Sıyrılarak dönüyorum. Güvenlikten geçerken daha az korkuyorum Toprak azaldı diye mi? Unuttuğumu sanıyorum. Ait olduğumu sandığım yerde, Bavulumu açtığımda bir parça topraktı içimi buruşturan. Tozlu topraklı kıyafetleri yıkıyorum hışımla. Sonraki yolculuğa temiz olmalılar. Farklı noktalara oklar çiziyor bedenim Belimden lastikle bağlı gibi Hep aynı noktadan hareketle… 41


Bir gün mandalina kokusundan, bir gün deniz tuzu kokusundan başlasam da Nokta aynı nokta. Ait olduğumu sandığım sabahlar 7 dir. Hangi noktadaki 7? Kim bilebilir? Dünya yuvarlak… ve bilmiyorum; hangi noktada bıraktım parçalarını? Hangi şehirde koku? Hangi odada gölgem? Zaman silikleştiriyor siluetleri Zihin emiyor ve tüketiyor cümleleri Yürek unutuyor şarkının ritmini Yine de hiç bitmiyor yolculuk. Özümüzden tenimize sızanlar rahat bırakmıyor belki de. Kimi, dilini bilmediği topraklarda yağmura düşüyor Telefon kulübesi kurtarabilir mi içine yağanlardan? Kimi, adını bilmediği yataklarda yorgunluğa dalıyor Rüyaları yetebilir mi doyumla uyanmasına? Kimi, gittiğini bile bilmediği anlarda uçuyor amaçları uğruna Yıllarını verdikleri sürtüyor raylara… Özgürlük örtebilir mi yalnızlığını? Nicelerimiz oklar çiziyoruz… Herkesin ait olduğu toprağı var Herkesin sahip olduğu toprağı var Birileri bizden çalıyor… Biz birilerinden… Toprağı yeşertemediğimizde atmak istiyoruz Ağırlığından kurtulmak, hafiflemek adına Ama hep aynı bavulda bir umutla çalıntı topraklarımızı sularken buluyoruz kendimizi Yalnızca hediye edilenlerin filiz verdiğini bilsek de Suluyoruz: Kurak ve çorak olanı Ürkek ama sevecen… Gitmelerin kurtardığını sanıyoruz. Bir parça raylara, bir parça otobana, bir parça bulutlara, bir parça da okyanusa. Bir yudum huzur aradığımız Bir parça tat hayattan. Yolculuk hiç bitmez mi demiştim? Hiç bitmese… Toprağın ağırlığını hiç duymasak Hep toprak kalsak. 42


Her toprağın ayrı kokusu var ya… Özledim kokularınızı… Hele ki yağmur yağıyorken… İşte öyle. Bir dahaki sefere, Görebilmeyi umuyorum hangi şehrin ışıklarına deyeceğinizi. Biliyorum; gitmeler azaltıyor. … Piano Piano…

43


44


İç Mimarlık Üzerinden Etik Kavramının Okunması

Murat Çaylar İç mimarlık tanımı mimarlığın var oluşu ile doğmuştur. Mimarlık en genel tanımı ile bir yaşam biçimi olurken; içmimarlık bu yaşam biçiminin şekillendirilmesi ile tanımlandırılabilinir. Mimarlıkta mekân; belirli bir amaç için sınırlandırılmış boşluk olarak adlandırılırken, yer ise bu mekâna toplumun kültürel, dinsel, düşünsel ve duygusal kavramları yüklemesi ile oluşmaktadır. Bu yer tanımı büyük ölçekten öznele doğru indirgendikçe, kentin, kentlinin belleği olan yapıları ve bu yapıların işlevselliği, kullanışlılığı ile kullanıcının isteklerini karşılayacak olan iç mekân ve iç mekânda yaşam konularını tasarlama durumunu ‘içmimarlık’ çizgisiyle sürdürmektedir. Mimarlık sanatı; ‘Mimar’ı ile bu mekânı sürtüktür ile tasarlarken; içmimarlık ‘Tasarımcı’ sı ile bu taşıyıcı sürtüktür ile sınırlandırılmış mekânları yer haline getirmek ve bu yerlerde kullanıcısına aidiyet durumunu en özgür şekilde yaşatmayı hedefler. İç mimarlık aidiyet durumunun tam anlamıyla temsiliyetçisidir. İç mimarlık tüm bu vasıfları ile tasarım kavramını tasarımcı niteliklerine sahip iç mimarları ile yerine getirmektedir. İç mimarlığın tasarıma bakış perspektifinin birincil kaçış noktasını; iç mimarın deneyimlerle, koşullu veya koşulsuz reflekslerle öğrendiklerini tasarım süreci içersinde kullanma becerisini öğrenmiş olabilmek, baktığını tasarım sürecinde görüp uygulama yetisine sahip olabilmek, tüm bu yetilerini pratikte, uygulama aşamasında algılanabilir ve algılayabilir bir duruş ve üslupla açıklayabilmek yeteneği oluşturmaktadır. Tasarım anlayışındaki bu temel olgunun tamamlayıcısını ise etik olarak adlandırabiliriz. Tasarımcının tasarım anlayışını tamamlayan etik unsurlarını birkaç başlık altında gruplayacak olursak eğer; Bir iç mimar kendi mesleğine sahip çıkmalı, mesleğini icra ettiği toplumun kültürel siyasal çevresel ahlakına uygun bir tavır sergilemeli (Tabi bu tavır yaratıcı düşünce ve toplusal kültür dengesi üst başlığında tartışılmalıdır)ve bu kültüre sahip çıkmalıdır. Bunu, tasarımcının kültürüne olan etik sorumluluğu olarak adlandırırız. Bir iç mimar, kendisini çevresinden aldığı verilerle belemeli, değişen ve gelişen dünyayı yakinen takip etmeli ve hep birkaç adım ötesini hedeflemelidir. Bu hedeflerinin ışığında kendisini iyi tanımalı ve tasarımcı kimliği ile örtüşen işleri 45


yapmalıdır. Bunu, tasarımcının kendisine olan etik sorumluluğu olarak adlandırırız. Bir iç mimar, kendi sanat başlığı altında işler yapmalı ve diğer sanat disiplinlerine saygı çerçevesi içersinde bir duruş sergilemelidir. Bunu, tasarımcının diğer sanat disiplinlerine karşı etik duruşu olarak adlandırırız. Bir iç mimar, varlığını sürdürdüğü toplumun maddi koşullarına duyarlı olmalı, tasarım yeteneğini bu yönde kullanma hâkimiyetine sahip olmalı ve bu gibi durumlardan doğabilecek sorunların sorumluluğunu alabilmelidir. Bu durumu, tasarımcının toplumuna olan etik sorumluluğu olarak adlandırırız.

46


47


www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat

48


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.