Azizm Sanat E-Dergi Ocak 2008 Sayı 3 Nazım Hikmet 106 Yaşında Guernica Film Eleştirileri: Taksi Şoförü, Capote, Mavi Gözlü Dev
1
Editörden Azizm olarak, yeni yılın ilk ayında siz sanatseverlere ülkemizde ve dünyadaki olumsuzlukları bir nebze de olsa unutturacak çalışmalar hazırlama konusunda karar kılmıştık. Yeni yıla dünyaca ünlü şairimiz Nazım Hikmet’in doğum gününü kutlayarak başlamayı düşünmüştük. Ancak 2007’nin bitimine doğru yaşananlar, başka konulara da yönelmemize sebep oldu. Anıt heykel sanatının ustası Tankut Öktem ve büyük tiyatro oyuncumuz Savaş Dinçel’in arka arkaya gelen beklenmedik kayıpları, Azizm oluşumu olarak görmezden gelemeyeceğimiz olaylardı. Elbette büyük ozanımız Nazım Hikmet’in 106. yaşını örgüt olarak kutlamaktayız. Şiir bölümümüzde efsanevi şairin hayatını ve unutulmaz eserlerini sizlere sunuyoruz. Bunun yanısıra, Nazım’ın hayatını konu alan “Mavi Gözlü Dev” filmiyle ilgili bir yazıyı da bu ay sayfalarımızda bulabilirsiniz. Ayrıca bu ay sitemizde video bölümünün bir belgesel çalışmasıyla açıldığını belirtmekten mutluluk duymaktayız. Bunun yanında yeni bir uygulamamız olan sergi bölümünü açmış bulunuyoruz. Bundan böyle bu bölümde çeşitli tasarımları, resimleri ve diğer sanat dallarına dair çalışmaları sergileyeceğiz. Karikatür ve fotoğraf bölümlerimiz de yeni çalışmalarla güncellenmiştir. Sitemizde bu ay, yeni deneme yazılarıyla beraber, ünlü yönetmen Martin Scorsese’nin başyapıtlarından biri olan “Taxi Driver”ın ve Philip Seymour Hoffman’nın başrolünü oynadığı “Capote”nin eleştirilerini bulabilirsiniz. Ocak 2008, aynı zamanda ölümsüz yazılarıyla ülkemizi aydınlatmaya devam eden Devrim şehidimiz Uğur Mumcu’nun 15. ölüm yıldönümüdür. Azizm olarak değerli aydınımızı, yazılarını sayfalarımıza taşıyarak saygıyla ve özlemle anıyoruz. Bununla beraber geçtiğimiz yıl uğradığı hain saldırı sonucu hayatını kaybeden gazeteci Hrant Dink’i de anmadan geçmiyoruz. Ülkemizde yükselen bu karanlık ortam, günlük yaşantımızın yanında sanat dünyamıza da etki etmeye başladı. Saldırıya uğrayan heykeller, üstü tülbentlerle örtülen ya da bıçaklanan resimler, mahkemeye verilen sanatçılar… Dünyaca ünlü piyanistimiz Fazıl Say, işte bu duruma açık sözlülükle karşı çıktığı için 2
karanlık kesimin sözlü saldırılarına maruz kalmıştır. Mustafa Kemal’in unutulmaz sözü “Sanatçı, toplumda uzun çalışma ve çabalardan sonra alnında ışığı ilk hissedendir”i Fazıl Say, “Sanatçı toplumda karanlığı da ilk hissedendir” şeklinde geliştirmiştir ve aydın olma bilincini sergilemiştir. Azizm olarak, yaşamı boyunca memleket hasretini çeken Nazım Hikmet’in doğum gününü kutlarken, Fazıl Say’a desteğimizi iletiyoruz ve aydınlığı kuşatan karanlığa inat herkesi büyük piyanistimizin “Nazım Oratoryosu” nu bir kez daha anımsamaya çağırıyoruz. Sanatla kalın dostlar…
www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
Ön Kapak: Nazım Hikmet Ran Arka Kapak: Guernica (detay) – Pablo Picasso
3
İçindekiler Mavi Gözlü Dev’in Beyazperdeye Yansıması – Onur Keşaplı
s. 5
Nazım Hikmet Ran: Yaşamı ve Yapıtları – Duygu Yılmaz
s. 12
Martin Scorsese ve Taxi Driver – Caner Uğur Lermi
s. 25
Capote ve Bir Alt Kültür Olarak Eşcinsellik – Ceyda Şahinoğlu
s. 31
C. Metz’in Sinema Diline Yaklaşımı – Fatih Akar
s. 40
Çekim Ölçekleri – Utku Aktunç
s. 43
Türkiye Savaş’ı Kaybetti – Gökhan Baykal
s. 50
Guernica’nın Anlamları – Onur Keşaplı
s. 53
Düz Adam 2 – F. Utku Deniz
s. 59
Küçük Polat’ın Aramızdaki Maceraları – Melih Öncel
s. 60
Vaz-geç-işler – Duygu Yılmaz
s. 64
Devrim Şehidi Uğur Mumcu: Yaşamı ve Yapıtları – Onur Keşaplı
s. 66
4
Mavi Gözlü Dev’in Beyazperdeye Yansıması Onur Keşaplı Azizm olarak, bu ay 106. doğum gününü kutladığımız dünyaca ünlü şairimiz Nazım Hikmet’in yaşamı, bütün dönemleriyle beyazperdeye aktarılmayı fazlasıyla hak etmektedir. Ancak gelin görün ki sadece ülkemize değil tüm insanlığa mal olmuş bu büyük ozan hakkında geçtiğimiz yıla kadar bir film çekilemedi. Nihayet 2007 yılında, daha önce “Kayıkçı” ve “Ayın Karanlık Yüzü” gibi naif filmlere imza atmış yönetmen Biket İlhan, uzun bir uğraştan sonra Nazım Hikmet’i “Mavi Gözlü Dev” isimli eseriyle beyaz perdeye taşıdı. Filme maddi kaynağın bulunamamış olması ve filmin çekiminin bu sebeple uzamış olması bana göre Nazım’a yapılmış bir haksızlıktır. Bunu da belirttikten sonra öncelikle filmin kısa bir özeti ve akılda bıraktıklarına geçelim.
5
Filmde Nazım Hikmet’in hayatında birçok kişiye göre en verimli çağı olan Bursa Cezaevi yıllarına yani 1940’lara konuk oluyoruz. Yönetmen Biket İlhan, sürmekte olan 2. Dünya Savaşı’nı, savaşın Anadolu’ya getirdiği ağır koşulları, şairin hapishanedeki dostlukları, dava sürecini ve Piraye’yle ilişkisi başta olmak üzere özel yaşamını bir arada vermeye çalışmaktadır.
Mavi Gözlü Dev’i
“Babam ve Oğlum” da Salim rolüyle akılda kalmayı başaran Yetkin Dikinciler oyunculuğunda izlemekteyiz. Fiziksel benzerliğini vücut dili ve ses tonlamasıyla güçlendiren oyuncu unutulmaz bir Nazım portresi çizmekte ve bir ölçüde zayıf denilebilecek senaryoyu kurtarmaktadır. Dikinciler, Nazım Hikmet’e fiziksel olarak fazlasıyla benzemesinin arkasına saklanmadan karakterin içini doldurarak hem başrolü rahatlıkla kaldırabileceğini gösterirken hem de çok yönlü bir oyuncu olduğunu kanıtlamaktadır. “Babam ve Oğlum” da ki rolüyle bu filmdeki rolü arasında inanılmaz farklar olmasına rağmen Yetkin Dikinciler, iki karakteri de inandırıcı ve etkileyici boyutlarda sunabilmiştir izleyiciye. Ancak filmin diğer öğelerine baktığımızda benzer övgülere yer vermek güçleşmekte. Öncelikle filme genel bir bakış atarsak sinemasal anlatımın eksikliğinin hissedildiğini söylemeliyiz. “Mavi Gözlü Dev” bir sinema filmi olmaktan çok televizyon filmi gibi durmaktadır hatta yer yer belgesel hissini bile uyandırmaktadır izleyicide. Belki de bunun önemli nedenlerinden biri oyuncu yönetimidir. Çünkü filmin oldukça başarılı isimlerden kurulu geniş oyuncu kadrosu neredeyse hiçbir yerde varlığını belli edememiştir. Adeta birer dekor havasında Nazım’ın yanında birer süs şeklinde kalmışlardır. Pek başarılı olmayan mizansenlerde Yetkin Dikinciler’in yanında göze çarpmayı başarabilen tek isim Ferit Kaya’nın canlandırdığı ressam İbrahim Balaban’dır. Karakterin yalınlığını, Nazım’dan bir şeyler öğrenme konusundaki isteğini ve yer yer Nazım’a kattıklarını perdeye başarıyla yansımıştır. Ancak bir ölçüde benzer bir karakter olması beklenen Orhan Kemal’i canlandıran Rıza Sönmez’de ve diğer 6
oyuncularda bu hisleri yakalayamıyoruz. Sinemasal anlatım büyüsünün eksikliği Nazım’ın hapishane öncesi hayatını aktardıkları geriye dönüşlerde daha da hissedilmektedir. Yönetmenin bu sahnelerde siyah-beyaz görüntüyü tercih etmesi bana göre biraz işin kolayına kaçmaktır. Yine bu geriye dönüş sahnelerinde izlediğimiz film adeta film olmaktan çıkıp bir tiyatro oyununa dönmektedir. Mekânlarda objelerin seçimi, ışık kullanımı, oyuncuların tiyatro sahnesinde yapabileceği türde abartılı vücut hareketleri açıkçası inandırıcılığı azaltmaktadır. Sanki o görüntüler geçmiş değil de karakterler “işte bakın böyle şeyler olmuştu” demek için bir araya gelip oyun oynamışlar gibi. Ancak filmde eksikliğinden bahsettiğimiz sinemanın büyüsü özellikle bir sahnedeki geçişlerde mevcut. Nazım’ın röntgen filmlerine baktığı sahnede önce filmin üstünde İstanbul’un siluetini görürüz. Oradan şairin şiddetle hasretini çektiği İstanbul’a götürür bizi yönetmen. Büyüleyici Ayasofya görüntüsünün devamında Nazım’ın hücresine döneriz ve duvarda asılı giysinin Ayasofya hissini uyandırdığını görürüz. Başarılı bir teknikle Nazım’ın özlemini, sıkışıklık duygusunu yansıtmıştır yönetmen izleyiciye.
7
Elbette Nazım’ı anlatan bir filmde politik göndermeler ve içerikler olmazsa olmaz. Yönetmenin ideolojik bölümlerini diğer bölümlere göre biraz daha güçlü aktardığını öncelikle belirtmeliyim. Bu hissi daha filmin adı ekranda göründüğünde hissederiz. Filmin adı olan “Mavi Gözlü Dev” masmavi renktedir ancak bunun nedeni içinde mavi sözcüğünü barındırmasından çok Nazım’ın karakterinde yatan özgürlük duygusudur. Hemen altında beliren “Nazım Hikmet” yazısının da kırmızının tercih edilmesi şairin politik kişiliğiyle ilgilidir çünkü kırmızı sol kanadın rengi olarak kabul görür. Bu anlamlı girişten sonra filmin geçtiği dönem olan 1940’ların siyasi ortamında buluruz kendimizi. 2. Dünya Savaşı’nın ilk yıllarıdır ve Hitler’in Nazi Almanya’sı Avrupa’da her bölgeye hızla yayılmaktadır. Ülkemiz gibi savaşın dışında kalmayı başarabilmiş ülkelerde bile sağ-sol cepheleşmesi görülmektedir. Hitler yanlıları ve Sovyet yanlıları savaş süresince tartışmalarına devam etmişlerdir. Filmde de hapiste dahi bunun radyo başında sürdüğünü görmekteyiz. Nazım’dan hoşlanmayan sağ görüşlü mahkûm Hitler’in Moskova’yı alıp alamayacağına dair iddia teklif etmesine karşılık büyük şair “insanlık tarihinin yüz karası” olarak nitelediği faşist lider konusunda iddiaya giremeyeceğini söyler. Filmin bir bölümünde geriye dönüşte Nazım’ın sinema salonunda Hitler’le ilgili bir film izlediğini görürüz. Daha savaş başlamamıştır ancak Almanya’da halkında desteğini alan Hitler yönetimdedir ve güçlenmektedir. Çoğu düşünürün halen tartıştığı bu önlemeyen yükselişi filmde Nazım’ın dilinden özet halinde duymaktayız: “Sermayeyi de halkı da ele geçirdi. Sosyalist ahlakın terminolojisini kullanıyor. Sonra milliyetçiliğin kaba gücüyle ırkçılığın sadist ülküsüne sürüklüyor insanları. Yazık, çok yazık!” Hitler’in stratejisinin bu kısa özetinde faşist liderin sol yöntemler aracılığıyla halkın desteğini alıp sonrasında asıl amacı olan aşırı sağ yöntemleri nasıl kabul ettirebildiğini anlatmakta büyük şair. Nazi partisinin açılımının Nasyonal Sosyalist Parti olduğunu hatırlatırsak durumunu daha net 8
gözler önüne süreriz. Hatta Nazilerin bazı bildirilerinin solun en büyük hedeflerini belirttiğini ve yükseliş sürecinde ülkemizde Cumhuriyet Gazetesi olmak üzere dünyadaki solculardan destek bile gördüğünü söylersek herhalde Hitler’in stratejisinde ne denli başarılı olduğunu belirtmiş oluruz. Yönetmen, filmin politik atmosferini genel olarak geçmişe dair görüntüler olarak siyahbeyaz sunduğu sahnelerde yansıtmaya çalışmıştır. Bunu da daha çok Nazım’ı hapse götüren süreci yani orduyu isyana teşvik etme suçlaması ve beraberindeki mahkeme savunmalarıyla yapmıştır. Bunlara geçmeden önce Nazım’ın Komünist Parti’yle yaşadıklarını aktaran sahnelerden söz etmek istiyorum. Nazım Hikmet kendisi daha solda yer almasına rağmen Atatürk’e ve O’nun Kemalist devrimlerine karşı değildir. O’nun bu hoşgörüsü parti içinde huzursuzluğa sebep olur ve partililer Nazım’ı Kemalistlerle işbirliği yapan hain olarak gösterirler. “Beynelmilel” filmiyle birçoğumuzun aklında yer eden Komünist Enternasyonal marşı eşliğinde partililer Nazım’a karşı bildiriler hazırlarlar. Filmde genel politik atmosfer dışında Nazım’ın özelinde politik duruşun aktarıldığı bir diğer sahne hapishanede boşalmış bir dükkân konusunda heyecanla fikirlerini aktardığı bölümdür. Dükkânı, dokuma tezgâhı olarak çalıştırmak için dokumacılık öğrenmeye ve bir anlamda dostlarını “üretmeye” çağıran büyük şairimiz, dükkâna sahip olma konusunda ise bir kooperatif önermektedir. Böylelikle birçok kişi ortak olabilecektir. Bu diyaloglar sadece çok iyi niyetli bir adamın konuşmasından çok politik görüşünü yaşamın her alanına yayan bir idealistin düşünceleridir. Sıradan bir dükkân işinde bile Nazım Hikmet eşit bir paylaşımı ve her birlikte üretmeyi teşvik etmektedir. Son olarak değineceğimiz mahkeme sahneleri ülkemiz tarihi açısından da utanç verici karelerdir. Ülkede yükselen sağ düşünce Atatürk’ün ölümüyle birlikte daha da hız kazanmıştır ve bürokrasiyi yavaş yavaş ele geçirmeye başlamıştır. Böyle bir süreçte Nazım yargılanmaktadır. Komünist olmak ve bu düşünceler aracılığıyla 9
orduyu isyana teşvik etmekle suçlanan Nazım’ın duruşma sahneleri, her ne kadar tiyatro atmosferinden çıkılamasa da Yetkin Dikinciler’in başarılı oyunuyla gerçekçi bir dille aktarılmıştır perdeye. Savunmasında Komünist bir şair olduğunu ve bunun bir suç olmadığını söylemesinin yanı sıra kitabında Komünizmi övmek yerine İngiliz ve Fransız emperyalizmine hücum ettiğini belirtir. Kurtuluş Savaşı’nı aynı emperyalist güçlere karşı yapan bir ülkenin O’nu yargılaması kelimenin tam anlamıyla trajikomiktir. Benzer bir durum ise Lenin’le dostluk kuran ve Sovyetler Birliği’ni antiemperyalist cephede ortak olarak gören Atatürk’ün dostluğun sürmesini vasiyet etmesine rağmen 40’lı yıllardan itibaren kurduğu ülkede, komünizmin ve Sovyetler birliğinin ağza alınmayacak kelimeler haline getirilmesidir. Filmde bu yozlaşmış bürokrasinin adeta sembolü olan savcının fırsatı olsa Nazım’ı sallandırmaktan bahsetmesi oldukça acıdır. Filmin bitişi ise kişisel görüşüme göre filmin en görkemli bölümlerinden biridir. Picasso’nun da aralarında bulunduğu komitenin Nazım’ı özgür bırakmak için çabalarını yoğunlaştırdığı sırada büyük şair artık ölüm orucuna başlamaya karar verir. Öldüğünde bildiri şeklinde hazırlaması için Balaban’a bir şiir ezberletir. Şiiri beraber okudukları sırada odaya giren savcının suçlamalarına karşılık Nazım Hikmet, Balaban ve avludaki mahkûmlar hep bir ağızdan büyük şairin “Hasret” şiirinin dizelerini okurlar. Yozlaşmış bürokratın suratına çarpılan şiir Kurtuluş Savaşımızı anlatan belki de en etkileyici eser “Kuvvayi Milliye” destanından bir parçadır. Nazım’ın vatanseverliği ve özgür ruhunu bir arada veren bu başarılı sahneyle film noktalanır. Ve yönetmen bizleri Nazım’ın şiirleri eşliğinde 1953’te vatandaşlıktan çıkarılışını, 1963’te ölümünü ve halen vatandaş yapılmadığına göre “vatan hainliğine devam etmekte” olduğunu aktaran yazılarla baş başa bırakarak eserini tamamlar.
10
Genel olarak Biket İlhan’ın “Mavi Gözlü Dev” filmine baktığımızda, eksikleri olan ancak bunlara rağmen etkileyici olmayı başarabilen bir eseri görürüz. Yapılan acımasız eleştirilere inat, ben yönetmeni büyük şairimizi beyazperdeye taşıdığı için kutluyorum. Nazım Hikmet konusunda kapıyı aralama cesaretini göstermesi bile tek başıma övgüyü hak etmektedir. Yetkin Dikinciler gibi Nazım’ı
fiziksel
benzerliğiyle
birlikte
başarıyla
canlandırabilecek
bir
oyuncumuz varken dünyaca ünlü şairimizi beyazperde de daha çok görmeyi umut ediyoruz. Son olarak Pir Sultanlarla, Yunus Emrelerle aydınlanmış Anadolu kültürünü ve beraberinde Türkçemizi zirveye taşıyan Nazım’ı daha iyi anlayabilmek için Cumhuriyet yazarı, değerli edebiyatçı Turgay Fişekçi’nin “Sevdalara Doyulamadı-Nazım Hikmet” adlı kitabını herkese tavsiye ediyorum. Ayrıca insanlığın ebedi barışa “Bir Ağaç gibi Tek ve Hür ve bir Orman gibi Kardeşçesine” yaşayarak ulaşabileceğini söyleyen ölümsüz şairimizin doğum gününü bir kez daha kutluyorum.
11
Nazım Hikmet Ran: Yaşamı ve Yapıtları Duygu Yılmaz Akın var güneşe akın... Akın var güneşe akın... Güneşi zaptedeceğiz, Güneşin zaptı yakın... Nazım Hikmet memleket; memleket, Nazım Hikmet... Kafiye için yazmadık, hasret sana memleket...
Ocak ayını ustamız, üstadımız Nazım’ı anmak için şereflendirdik kendimizce. Sonra ben düşündüm uzun uzun nasıl anlatılır vatan aşkı diye... Önce vatan haini ilan edildi, sonra gurbete gönderildi. Varna’dan bakarken kendi topraklarına, vatan hainliği üzerinde demirden bir külçe gibiydi. Üstat! Çok özlüyoruz seni, ozanlığına, adamlığınla ve seninkiyse vatan hainliği, vatan hainliğinle özlüyoruz seni. Resmi olarak doğduğun gün analım ki seni, tüm dostlarımız hatırlasın bu kış ayının neden bu kadar beyaz geldiğini... Senin için söylenecek çok şey var illa ki; ama satırların zaten anlatıyor her şeyi... 12
YAŞAMI: Üstadımız Selanik şehrinde asıl olarak 20 Kasım 1901’de doğmuştur; fakat söylenilir ki birkaç hafta yüzünden bir yaş kaybı olmasın diye asıl doğum tarihi, kayıtlara 15 Ocak 1902 olarak geçmiştir. Babası şimdiki Galatasaray Lisesi olan Mekteb-i Sultani mezunudur. Önce ticaretle uğraşmış, daha sonra dışişlerine bağlı birimlerde çalışmıştır. Annesi Celile Hanım ise eğitimci bir babanın izlerini taşıyarak güzel Fransızca konuşan, piyano çalan ve resim yeteneği gelişmiş bir kadındır.
Üstadımız, dedesi Nazım Paşa’nın da etkilemesiyle şiire küçük yaşta merak salmış ve bir aile toplantısında denizciler için yazdığı bir şiiri dinleyen Bahriye Nazırı Cemal Paşa, Nazım Hikmet’in Heybeliada Bahriye Mektebi’ne girişine yardımcı olmuştur. Daha sonra yakalandığı zatülcenp hastalığı tekrar edince askerlikten çürüğe ayrılmıştır. İstanbul’un işgali döneminde hececi şairler arasında adını duyurmuş ve yazdığı şiirlerle vatan sevgisinin ve direniş gücünün tüm imgelerini sergilemiştir. Nazım Hikmet, Mustafa Kemal’e silah ve cephane taşıyan bir topluluğun yardımıyla Ankara’ya geçmiş ve burada ona verilen ilk görev İstanbul gençliğini milli mücadeleye çağıran bir şiir yazmak olmuştur. Nazım Hikmet’in Vala Nureddin ile yazacağı bu üç sayfadan daha uzun şiir daha sonradan ortalığı karıştıracak ve meclis, şiirden etkilenip Ankara’ya dolacak gençlerin nerede kalacağı ve ne işle ilgileneceği konusunda kararlar almaya çalışacaktır. 13
Ses getiren görevlerinden sonra Bolu’ya öğretmen olarak atanmış; fakat gericilerin baskısıyla burada fazla barınamayacaklarını anlamışlardır. Bolu’dayken Fransız İhtilali, Kautsky ve Sovyetler konusunda bilgi edindikleri 14
Ziya Hilmi’nin de etkisiyle Moskova’ya gitmeye karar vermişlerdir. Moskova’da Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ne yazılan iki şair burada sosyalizm konusunda bilgi sahibi olmuştur. Özellikle Nazım Hikmet, burada kaldığı dönem boyunca yazarları okumuş ve kendisine serbest ve özgün bir şiir tarzı çıkartmıştır. Üniversite bittikten sonra yine gizlice ülkesine dönen Nazım, Aydınlık dergisinde çalışmaya başlamıştır. Bundan sonra birçok kez hakkında dava açılmış, hükümler giymiştir.1928 yılında ilk şiir kitabı olan “Güneş İçenlerin Türküsü” yine kendi ülkesinde değil, Bakü’de basılmıştır. Üstadın bundan sonraki tüm hayatı, öyle ya da böyle hapishanelerde geçmiştir. Yazdıklarını yayımlayamamış ve sürekli hükümler giymiştir. Sanat hayatına açlık grevi bile sığdıran şair, hakkını yine de alamamış ve öldükten sonra bile şiirleriyle “vatan haini”(!) olmaya devam etmiştir.3 Haziran 1963’te Moskova’da geçirdiği bir kalp krizi sebebiyle ölmüş ve yazarlar birliğinin kararı ile Novodeviçiy Mezarlığına gömülmüştür.
Davaları
1925 Ankara İstiklal Mahkemesi Davası 1927-1928 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası
1928 Rize Ağır Ceza Mahkemesi Davası 1928 Ankara Ağır Ceza Mahkemesi Davası 1931 İstanbul İkinci Asliye Ceza Mahkemesi Davası 1933 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası 15
1933 İstanbul Üçüncü Asliye Ceza Mahkemesi Davası 1933-1934 Bursa Ağır Ceza Mahkemesi Davası 1936-1937 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası 1938 Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi Davası 1938 Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi Davası
Bazı eserleri
Memleketimden İnsan Manzaraları Kafatası Unutulan Adam Taranta Babu'ya Mektuplar Ferhad ile Şirin Kurtuluş Savaşı Destanı Kız Çocuğu Tahir ile Zühre Şeyh Bedrettin Destanı Sevdalı Bulut, (Tiyatro oyunu)
Şiir kitapları
835 Satır, (1929) Jokond ile Si-Ya-u, (1929) Varan 3, (1930) 1 + 1 = 1, (1930) Sesini Kaybeden Şehir, (1931) Benerci Kendini Niçin Öldürdü, (1931) Gece Gelen Telgraf, (1932) Taranta Babu'ya Mektuplar, (1935) Portreler, (1935) Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı (1936) Saat 21-22 Şiirleri, (1965) Kurtuluş Savaşı Destanı, (1965) Şu 1941 yılında (Memleketimden İnsan Manzaraları'nın 3. kitabı), (1965) Dört Hapishaneden, (1966) Rubailer, (1966) Memleketimden İnsan Manzaraları (İlk bölüm), (1966) Memleketimden İnsan Manzaraları, (1966-1967) Kuvayi Milliye, (1968)
Oyunları 16
Kafatası (1932) Bir Ölü Evi (veya Merhumun Hanesi) (1932) Unutulan Adam (1935) Ferhat ile Şirin (1965) Sabahat (1965) İnek (1965) Ocak Başında / Yolcu (iki oyun birarada), (1966) Yusuf ile Menofis (1967)
Romanları
Kan Konuşmaz, (1965) Yeşil Elmalar (yedi yazardan derleme), (1965) Yaşamak Güzel Bir şey Be Kardeşim, (1967)
Fıkraları
İt Ürür, Kervan Yürür (Orhan Selim adıyla gazetelerde yazdığı yazılar), (1965)
Masal kitabı
Sevdalı Bulut, (1968)
17
VATAN HAİNİ "Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ. Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet. Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ." Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla, bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un 66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira. "Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ." Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim. Vatan çiftliklerinizse, kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, 18
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa, vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, ben vatan hainiyim. Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla : Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ. KUVÂYİ MİLLİYE - BAŞLANGIÇ - ONLAR Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar ve kahreden yaratan ki onlardır, destânımızda yalnız onların mâceraları vardır. Onlar ki uyup hainin iğvâsına sancaklarını elden yere düşürürler ve düşmanı meydanda koyup kaçarlar evlerine ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler ve yeşil bir ağaç gibi gülen ve merasimsiz ağlayan ve ana avrat küfreden ki onlardır, destânımızda yalnız onların mâceraları vardır. Demir, kömür ve şeker ve kırmızı bakır ve mensucat ve sevda ve zulüm ve hayat 19
ve bilcümle sanayi kollarının ve gökyüzü ve sahra ve mavi okyanus ve kederli nehir yollarının, sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı bir şafak vakti değişmiş olur, bir şafak vakti karanlığın kenarından onlar ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman. En bilgin aynalara en renkli şekilleri aksettiren onlardır. Asırda onlar yendi, onlar yenildi. Çok sözler edildi onlara dair ve onlar için : zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur, denildi. JAPON BALIKÇISI Denizde bir bulutun öldürdüğü Japon balıkçısı genç bir adamdı. Dostlarından dinledim bu türküyü Pasifik'te sapsarı bir akşamdı. Balık tuttuk yiyen ölür. Elimize değen ölür. Bu gemi bir kara tabut, lumbarından giren ölür. Balık tuttuk yiyen ölür, birden değil, ağır ağır, etleri çürür, dağılır. Balık tuttuk yiyen ölür. Elimize değen ölür. Tuzla, güneşle yıkanan bu vefalı, bu çalışkan elimize değen ölür. Birden değil, ağır ağır, 20
etleri çürür, dağılır. Elimize değen ölür... Badem gözlüm, beni unut. Bu gemi bir kara tabut, lumbarından giren ölür. Üstümüzden geçti bulut. Badem gözlüm beni unut. Boynuma sarılma, gülüm, benden sana geçer ölüm. Badem gözlüm beni unut. Bu gemi bir kara tabut. Badem gözlüm beni unut. Çürük yumurtadan çürük, benden yapacağın çocuk. Bu gemi bir kara tabut. Bu deniz bir ölü deniz. İnsanlar ey, nerdesiniz? Nerdesiniz? (1956) GÜNEŞİ İÇENLERİN TÜRKÜSÜ Bu bir türkü:toprak çanaklarda güneşi içenlerin türküsü! Bu bir örgü:alev bir saç örgüsü! kıvranıyor; kanlı; kızıl bir meş'ale gibi yanıyor esmer alınlarında bakır ayakları çıplak kahramanların! Ben de gördüm o kahramanları, ben de sardım o örgüyü, ben de onlarla güneşe giden köprüden geçtim! 21
Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi. Ben de söyledim o türküyü! Yüreğimiz topraktan aldı hızını; altın yeleli aslanların ağzını yırtarak gerindik! Sıçradık; şimşekli rüzgâra bindik!. Kayalardan kayalarla kopan kartallar çırpıyor ışıkta yaldızlanan kanatlarını. Alev bilekli süvariler kamçılıyor şaha kalkan atlarını! Akın var güneşe akın! Güneşi zaptedeceğiz güneşin zaptı yakın! Düşmesin bizimle yola: evinde ağlayanların göz yaşlarını boynunda ağır bir zincir gibi taşıyanlar! Bıraksın peşimizi kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar! İşte: şu güneşten düşen ateşte milyonlarla kırmızı yürek yanıyor! Sen de çıkar göğsünün kafesinden yüreğini; şu güneşten düşen 22
ateşe fırlat; yüreğini yüreklerimizin yanına at! Akın var güneşe akın! Güneşi zaaptedeceğiz güneşin zaptı yakın! Biz topraktan, ateşten, sudan, demirden doğduk! Güneşi emziriyor çocuklarımıza karımız, toprak kokuyor bakır sakallarımız! Neş'emiz sıcak! kan kadar sıcak, delikanlıların rüyalarında yanan o «an» kadar sıcak! Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak, ölülerimizin başlarına basarak yükseliyoruz güneşe doğru! Ölenler döğüşerek öldüler; güneşe gömüldüler. Vaktimiz yok onların matemini tutmaya! Akın var güneşe akın! Güneşi zaaaptedeceğiz güneşin zaptı yakın! Üzümleri kan damlalı kırmızı bağlar tütüyor! Kalın tuğla bacalar kıvranarak ötüyor! 23
Haykırdı en önde giden, emreden! Bu ses! Bu sesin kuvveti, bu kuvvet yaralı aç kurtların gözlerine perde vuran, onları oldukları yerde durduran kuvvet! Emret ki ölelim emret! Güneşi içiyoruz sesinde! Coşuyoruz, coşuyor!.. Yangınlı ufukların dumanlı perdesinde mızrakları göğü yırtan atlılar koşuyor! Akın var güneşe akın! Güneşi zaaaaptedeceğiz güneşin zaptı yakın! Toprak bakır gök bakır. Haykır güneşi içenlerin türküsünü, Hay-kır Haykıralım! 1924
24
Martin Scorsese ve Taxi Driver Caner Uğur Lermi Martin Scorsese filmlerinde genellikle şiddetin temalarını işler. Tabi bu şiddetin gösterimi sırasında insanların nasıl ikiyüzlü davranabileceklerini, hayatlarında en güçlü kendisinin olması gerektiğini savunan karakterler vardır. Şiddet, Scorsese için gösterilmesi gereken bir olaydır ve gerçekle çok yakın olmalıdır. O sebeple şiddet sahneleri nerdeyse gerçekten oluyormuş gibi gösterilir. Bunu yapmasının nedeni belki de insanlara şiddetin gerçeğini göstererek onun ne kadar iğrenç ve acımasız olduğunu söyleme gereğidir. Scorsese’nin karakterlerine baktığımızda, onun kahramanları hedeflerine sadece kaba kuvvetle, şiddete başvurarak ulaşmaya çalışan psikopatlardır; kendilerine özgü bir adalet ve hak yorumu geliştirirler; iyinin, kötünün adını kendileri koyarlar.
Martin Scorsese belki de bu şiddeti bu kadar başarılı ve gerçekçi göstere bilmesinin onun çocukluğu ile de bir bağlantısı olabilir. Çünkü Martin Scorsese, küçüklüğünü bir İtalyan kasabasında geçirir ve bu ailenin ona din üzerine baskısından o zamanın İtalya’sının gangsterler dünyası olduğunu düşünürsek belki de şiddeti bu kadar iyi anlatmasının nedenini de kavramış oluruz. Martin Scorsese uzun bir süre astım’ın pençesinde olduğundan ve devamlı yatakta olmasından dolayı o zamanda yaşanan olayları dıştan izleyebilmiştir. Olayın içine karışmadan dıştan belli bir müdahale yapmadan bu gözlemlerini sürdürmüş. Bu olayda onun karakterlerini yaratmasına yardımcı olmuştur. Ayrıca Scorsese’nin ailesinin koyu dindar olması da onun belli bir süre din eğitimi almasına neden olmuştur ve bu şiddet gösteriminin yanında dini de filmlerinde tema olarak kullanabilmektedir. 25
Hatta “Mean Street” in jeneriğinde “Kişi günahlarının bedelini kilisede değil sokakta öder.”cümlesiyle de karşılaşırız. Bu aynı zamanda Scorsese’nin din e karşı düşüncesini de apacık ortaya koymaktadır.-1 Şimdi Martin Scorsese’nin “Taxi Driver” filmini inceleyerek neler yapmak istediği, neleri nasıl gösterdiğini inceleyelim.
Film, ilk başta Scorsese’nin yönetmenliğinin sırlarını ve olaylara nasıl baktığı en iyi gösterdiği filmlerden bir tanesidir. Bu film, ayrıca Martin Scorsese’nin şiddete bakış açısını yakalamamız içinde bulunmaz örneklerden biridir. Film başlarken ilk olarak yoğun bir sis görmekteyiz müzikte burada biraz boğucu seçilmiştir. İlk sahneden bizi germeye ve bir şeyler olacağına hazırlar gibidir yönetmen. Çünkü ne çıkacağını henüz göstermemişken, seyirciyi merakta bırakmışken aniden taksi’nin belirdiğini görmekteyiz. Ve ondan sonrada filmin ismi olan “Taxi Driver” yazısı belirir.
26
Bu sahneden sonra kahramanımızın yani Travis Bicle’ın (Robert De Niro) yakın çekimde yüzü belirtilmektedir. Bu sahnede Travis’in suratına şehrin ışıkları çarpmaktadır ve bu renler devamlı mavi kırmızı renklerde olmaktadır. Bu sahneden hem Travis’in yakın çekimden dolayı duygunsu vermişken hem de onun yüzündeki ışıklar sayesinde hem yine Travis’in bir belirsizlik içinde olduğunu hem de onun şehrin farklılığını göstermesinde yönetmenin kullandığı en güzel açıdır. Böylece iki farklı çekimde bunu yapabilirken o tek çekimde iki farklı yorumu da beraberinde getirmiş oluyor. Film ilerledikçe onu sorununu biraz daha anlamaya başlıyoruz. Geceleri uyuyamıyor ve bu sebeple de geceleri uyuyamadığı için para kazanma yolunu seçiyor. Uyuyamamasının nedeni taksi durağının sahibiyle olan diyalogundan çıkarabiliriz. Orada ki diyalogda Travis kendisinin askerde gemici olduğunu bahsetmesinden bu sebeple de uyuyamamasından şikâyet etmektedir. O Vietnam gazisidir. Yönetmen filminde savaş sahnesini onun savaşta yaşadığı olayı göstermektense, bu olayı karakterinin duruşuna ve duygusuna, mimiklerine yükleyerek onun yaşadığı duyguları bu yönde vermeyi tercih etmiştir ve bence başarılı olmuştur. Travis normalde karakter olarak sıska, kendi yolunda giden ve yalnız olan bir karakterdir. Normalde sakin durur ama o duruş ileride onun kişiliğinin sıska ve güçsüz gibi duran kişiliğinin nasıl olduğunu ve nasıl değiştiğini görmemizi de sağlayacaktır. Martin scorsese’nin yönetmeliğinin bence en büyük özelliklerinden bir tanesi filmlerinde kesme yapmadan uzun çekimler kullanmasıdır. Örneğin bir sahnede Travis’in taksicilik işi kabul edildiğinde onun ofisten çıkışından garaja pan yaparak tanıtılmasına ve tekrar Travis’in garajdan çıkısına kadar kesmeden gösterilmektedir. Ayrıca yine bir sahnede kahramanın konuşması dış ses olarak duyulurken, Martin Scorsese pan hareketiyle Travis’in odasını daha doğrusu yaşadığı yeri göstermektedir. Bu sahnede yönetmen yine Travis’in durumunu, ruh halini, psikolojisini ve yalnızlığını, daha doğrusu yaşadığı durumu göstermektedir. Bu bağlamda filmin en önemli sahnelerdendir.
27
Martin Scorsese, Mekân tanıtımını farlı kamera açıları kullanarak vermeyi seven bir yönetmendir. Örneğin; kamerayı taksinin sol ön tarafına bağlayarak şehrin cafcafını, adiliğini, çeşitliliğini görmemizi sağlıyor ve bu tür açıları da çok kullanıyor. Yine taksi’nin sol arka tarafına bağlaması aynı zamanda, kamerayı arabanın dikiz aynasına odaklayarak olan bitenleri oradan görmemize olanak sağlamaktadır. Travis’in taksi ile dolaştığı yerler diğer taksici arkadaşlarının dolaştığı yerin tersine, o taksisi ile şehrin en pislik en belalı, varoş yerlerinde taksicilik yapmaktadır. Orada taksicilik yapması onun insanları, pisliği, fahişeliği görmesine ve kötülüğün merkezi saymasına olanak sağlamaktadır. Hatta bir sahnede taksisine Amerikan senatörü, başkan adayı Palantine’in (Leonard Haris) binmesiyle birlikte aralarında geçen diyalog, Travis’in şehrin bu kesimleri hakkında ne düşündüğünü net bir şekilde görmesini sağlar izleyicinin. İkisinin arasında yapılan diyalogda Travis, o pis, acımasız olan yerin bastan temizlemesi gerektiğini söylemektedir senatöre. Senatörde bunu uzun vadede ve kolay olmayan bir iş olduğunu dile getirir. Tavis daha öncede belirttiğimiz gibi devamlı yalnız olduğundan bahseden ve sanki yaşamın içinde değilmişte dışındaymış gibi düşünen biridir. Bir gün Palantine’nin seçim kampanyasında çalışan Betsy’ye(Cybill Shepherd) yanaşmayı dener. Betsy, Travis ile yemek yemeyi kabul eder ve Travis Betsy’i 28
bir porno filme götürür. Bu olayda Travis’in durumunu ve ruhsal yaşantısını, uykusuzluğunu açmak için yapmış olduğu olaylardan biridir. Fakat Betsy bu duruma sinirlenerek onun bu yaptığının normal olmadığını söyler ama zaten Travis normal değildir. Diğer insanlardan farklı duyguya ve psikolojiye sahiptir. O sebeple bu yaptığının Travis için normal bir şeydir. Ama Betsy bu konuda Travis i anlayamamaktadır ve kısa süre sonrada ilişkilerini bitirirler. Bu olaydan sonra Travis’in yaşamında bir değişiklik olur. Yaşadığı ortamın pisliğini, kötülüğünü gören taksici artık bir şeylerin yoluna girmesi gerektiğini düşünür. Bunu da kendi yapmaya karar verir. İşte burada yukarıda da bahsettiğimiz gibi Scorsese’nin karakterlerinin durumu ortaya çıkıyor. Burada yarattığı karakterinin kendisine ait adalet ve hak yarattığının göstergesini görmekteyiz. Bunu yaparken bir düzine kadar silah alır. O silahları yapacak olduğu kötülüğe karşı başlattığı haçlı seferinde kullanacaktır. İlk olarak başlattığı yer, bir marketten alış veriş yaparken o markete bir hırsız girer kasiyerden paraları vermesini ister bu arada büyük bir güven içinde ve aniden silahını ona ateşler. Bu olay onun kötülüklerle karşı mücadelesinin başlangıcı olur. İkinci mücadelesi ise bence biraz daha kişisel olmaktadır. Bu saldırıyı senatör adayı Palantine üzerine gerçekleştirmeyi düşünür. Çünkü Betsy ile senatör arasında bir ilişkinin olduğuna inanır. Ama Palantine’yi öldürecekken korumanın onu görmesiyle bu işi başaramaz ve kaçar. Kötülükle olan mücadelesinin sonuncusu, onun halk tarafından ünlenmesine de yardımcı olmaktadır. Bu olay şöyle gerçekleşmektedir. Travis bir gece vardiyasında 15 yaşındaki fahişe Iris’e rastlar (Jodie Foster). Kızı, pezevengi Matthew’nun (Harvey Keitel) elinden kurtarmaya karar verir. O zaman Scorsese yönetmenliğini ve şiddeti verişindeki ustalığı göstererek o vahşet anını bize izlettirir. Travis üç kişiyi öldürmüştür, kendide ağır yaralanmıştır. Silahı kendine doğrultur kendini de öldürmek isterken kurşunun bitmesinden dolayı bunu başaramaz. Scorsese bunu gösterirken üst açı kullanmıştır. Belki bunu yaparak hem ortamın üstten tanıtılmasını sağlamak için farlı bir açı kullanmıştır. Hem de Travis’in o ağırlığın duygunun ve durumun verdiği ruh halini yansıtmak içinde Scorsese bu açıyla çekimini gerçekleştirmiş olabilir. Bu olaydan sonra Travis ülkede kahraman ilan edilir. Ve bütün gazetelerde onun haberleri bulunur. Bu şekilde şiddet gösterip hem de karakterini ünlendiren bu olay birçok eleştirmence konu edilmiştir. Ama Scorsese bunu göstererek bize gelenekçiliği, bir kurtarıcı arandığını, toplumun hep bekleyen olduğunu göstermek için kahramanına böle bir kurtarıcılık vermiş olabilir. 29
Bu olaylar bittikten sonra Travis, filmin son sahnesinde yine taksisinin içinde o ışıklı mekanı dolanırken yine bir arayış içinde olduğunu yine bir şeylerin yapılması gerektiğini düşünürcesine, o taksisinin ışığı ile karanlık alanı yok etmeye çalıştığını göstermiş olabilir. Bunun sonunda kapanış gerçekleşir. Sonuç olarak Scorsese filmlerinde şiddet gösterirken bunu büyük bir incelikle gerçekleştirir. Mesela şiddeti ve o gücü verirken insan daha doğrusu seyirci bu güçle ve görüntülerle belirli bir haz yaratır. Ama sonlarına doğru Scorsese bu gücün ve şiddetin sonunu öle bir biçimde verir ki; seyircinin beğendiği ya da haz duyduğu o görüntülerden bir tiksinme “ben böle şeyden nasıl haz duyarım” dedirtircesine bunu gerçekleştirir. Bu sebeple de Scorsese en önemli yönetmenlerdendir. Kaynakça: Atayman ,Veysel. Şiddetin Mitolojisi.Donkişot yayınları.sayfa 57-82 Aydın,Hasan. Ünlü yönetmenlerden sinema dersleri.İnkılap kitapevi.sayfa 123137
30
Capote ve Bir Alt Kültür Olarak Eşcinsellik Ceyda Şahinoğlu Capote, dram tünde bir filmdir ve gösterime 24 Mart 2006 yılında girmiştir ama yapım yılı 2005 dir ve ABD/Kanada da gerçekleştirilmiştir. Yönetmen Bennet Miller’ın ilk filmi olan Capote, bir kitaptan uyarlamadır. Yıl 1959, New Yorker dergisi için çalışan yazar Truman Capote, New York Times gazetesindeki bir makaleye takılır. Yazıda, Kansas eyaletinde vahşice işlenen bir katliam ve aynı aileye mensup dört kişinin öldürülmesi anlatılmaktadır. Capote, daha önce buna benzer çok haber okumuştur ama nedense bu olayda onu çeken bir şey vardır. Dergi yazı işlerini ikna ederek olayı araştırmak üzere kendisi gibi dergiye yazan çocukluk arkadaşı Harper Lee ile beraber olayın geçtiği yere yola çıkar. Bu olayın geçtiği kasaba üzerindeki etkilerinden, görgü tanıklarına ve polis raporlarına dayanarak yazılan öykü, katil zanlılarının yakalanması ve ölüm cezasına çarptırılması ile Capote’nin sanıklarla yaptığı görüşmeler ve nihayetinde onlara destek olmak istemesi ile uzadıkça ABD edebiyatının önemli eserlerinden soğukkanlılıkla adlı romanın temelleri oluşur.
Yapıt basit görünen bir konu üzerine kurulmuştur ama öyle olmamaktadır, çünkü film kahramanları kendi iç dünyaların da ve bulundukları toplum da ki 31
yaşamlarıyla tamamen bir ikilem oluşturmaktadırlar. Birbirleriyle kesişen yaşam öyküleri, ama karakterlerin yaptığı tercihler onların birbirlerinden farkıdır. Bazen duygular bizlere hükmeder, bazı insanlarda ne yaşarsa yaşasın mantıklarından iki adım uzaklaşamazlar. Bu filmin karakterleri egemen kültür altında belki de hepimizin sadece birey, onlar bir alt kültür oluşturamaz gözüyle baktığımız ve sadece bizden diye düşündüğümüzde kabullendiğimiz insanları da barındırmaktadır. Sadece egemen kültürden farklı benliklere sahip olmaları, yazılı olmamasına rağmen varlığından ödün verilmekte o kadar korkulan ve cesaret edilemeyen normlara ayak uydurmayan ve bunu benim yaşamım olarak değerlendiren aslında egemen olandan hiç farkı olmayan ama bizim diğer insan ya da insanlar olarak değerlendirdiğimiz karakterler. Filmde alt grup olarak görülen veya var olduğu düşünülen alt grup eşcinsel insanlar ve onların egemen toplumda nasıl karşılandığı. Egemen kültürde edindikleri yer ve bunun için nasıl davrandıkları, Truman Capote. İkinci olarak ise beyaz adamların içinde bir alt kültür olarak görülen Kızılderililer, Yahudiler ve Siyahlar. Bu ikinci bahsedilen alt gruplardan daha çok Kızılderililer üzerinde durulmuştur çünkü filmde ana kahramanlardan birini oluşturan yani filmde görüntüsünden itibaren sürüklenmesini sağlayan katil olarak gördüğümüz aslen Kızılderili olan ve dört önemli suçla yargılanan Perry Smith. Eşcinsel karakterimizle başlamak istiyorum. ABD önemli bir dergide yazı yazan karakterimiz Truman eşcinsel bir kimliğe sahiptir. Kitap yazmak için gideceği eyalete yalnız gidememiştir ve onun için önemli olan ve çocukluk arkadaşı olan Lee’yi almadan gitmez. Bir bayan olan Lee, Truman’a göre insanların iletişimine cevap verdiği bir karakterdir, çünkü onu görünürde egemen toplumdan ayıran bir farklılık yoktur ve kabullenilmesi daha kolaydır ve Truman’da bunun farkındadır. Toplum içinde nasıl karşılandığını ilk eyalete geldiklerinde otele gelirler ve Lee odanın anahtarlarını alırken Truman oturur ve resepsiyonistin Truman’a bakışları dikkati çekmektedir. Daha sonra cinayetle ilgili bilgi almak için karakterimiz şerifin yanına gittiğinde diğer insanların bakışı ve şerifin ve cevap vermek istememesi. Odada bulunan diğer bireylerin bakışları. Diğer yandan alınan bilgiler üzerine Truman ve Lee görgü tanığı olan kızla konuşmak için onu ararlar ve kızın kim olduğunu öğrenmek için okula giderler. Orada da artık öğrencilerle konuşan Lee’dir ve Truman’a söylediği şu söz dikkat çekicidir, bırak evinin nerde olduğunu ben yalnız öğreneyim olur mu demektedir. Truman Lee ye bakar ve olur der. Kızın evinde otururlar, kızın bakışları tedirgindir ama karakterimizin konuşmasıyla birden ortam yumuşar ve orada kim egemen kültür içinde ya da alt kültür içinde önemi yoktur. Diğer yandan aslında iletişimi tamamen kuran Lee gibi görünse de Truman’ın şerifin 32
eşiyle girdiği iletişimle bazı şeyleri aşmaya başlamışlardır. Onu başta kabullenmeyen şerif onunla aynı masaya oturur ve sohbet eder. Aslında Truman kendi bulunduğu çevrede asla yadırganmayan bir kimliktir. Sanat camiası diye adlandırabileceğimiz bu çevrede karakterimiz oldukça rahattır ve hata sevgilisi bile bulunmaktadır. Ayrıca filmin başında bir parti ortamında yapılan konuşmada Truman şu sözleri söyler yeni kitap yazan bir yazarın(Jimmy Boldwin) eseri hakkında söyledikleri Yahudi bir kimliğe sahip olan eşcinsel bir siyah der ve herkes güler. Burada yazarın bir şeyleri bastırmaya çalıştığını ve ona kimsenin inanmayacağını söyler. Hele de Güneyli bir Beyza bunu sormamalısın der. Orada bir arkadaşı ya Truman peki sen, senin eşcinselliğin der ve Truman‘da sorun değil diyerek üsteler. Ayni görmekteyiz ki karakterimizin kendi içinde yaşadığı toplumda bir alt kültür olmasına rağmen yaşamı daha rahat ve kolaydır ama eyalette bu kadar rahat eşcinselliğinden konuşamaz en azından tavırları ve ifadeleri daha farklıdır. Diğer yandan alt grup olarak görülen Kızılderili kimliğe sahip karakterimiz için en önemli nokta hapishane müdürüyle Truman konuşurken müdürün “Perry yarı Kızılderili ve ben ona iyilik yaptım” der ve “onu beyaz adam olarak kabul ettim ve öyle davranıyoruz” der. Diğer bir düşüncede şerif basın toplantısı yaptığı sırada bir karakterin “cinayeti işleyenler Meksikalıymış dimi” demesi üzerine şerif “nereli olduğu önemli değil, ister Metodis, Meksikalı ister Eskimo olsun kim ya da kimler olduğu önemli” der. Burada kendinden olmayana bir gönderme vardır. Ayrıca Truman’ın sevgilisiyle konuşurken buranın halkı beni istemiyor Lee’yi ya da senin gibi birini istiyorlar der. Sevgilisi Lee ile benzemediğini belki sadece erkeksiliği benzer der ve burada ciddi bir gönderme vardır. Alt gruba ait olan karakterimiz Truman’ın katilerden Perry’e söylediği seni kadınların hücresine kapatmışlarda ilginç bir ifadedir. Burada mahkûm karakter oldukça erkeksi ve sert gaddar bir yapıda olarak bilinse de kadınların kovuşunda bu onun için bir şey ifade etmese de Truman için etmektedir. Perry mahkûm karakterimiz Truman’ kitabın üzerindeki fotoğraf için vakur der ve peşinden ilk izlenim çok önemlidir diye ekler. Bide Truman ve Lee trenle ilk eyalete giderken zenci görevlinin Karakterimize övgü yağdırması ve kullandı replikle Lee’nin bunu sen söylettin demesi burada sanki o zenci karakter böyle bir şeyi söyleyemez gibi bir konumla karşı karşıya kalıyoruz. Anlamaktayız ki istesek de istemesek de egemen kültürü bizler yaratırız çoğunluğun olduğu kültür daha baskındır ve alt kültür ya da alt grup üyesi olan bireyler kendi ortamlarında daha rahattır ve benliklerine daha saygı duyulmaktadır. Farklı olan yok sayılır ya da dışlanır her ne durumda olursa olsun bu bir gerçektir. Ama Truman Hem egemen kültürde hem de kendinin var olduğu alt grubu içinde saygı duyulan bir kişiliktir ve önemli bir yazardır. Perry 33
ise katil olarak bilinen ve Truman dışında kimsenin onun iç dünyasını anlamak istemediği gaddar bir karakterdir. Diğer alt gruplara ait bireyler yoktur. Sadece trende çalışan zenci oda sıradan ve önemsiz bir karakterdir.
Film içinde yer alan alt kültür ve alt grup içinde yer alan karakterlerin özellikleri, Truman Capote; Çelişkili bir karakterdir. Duygusal bir kimliğe sahip olarak görünse de mantığından kendini alamamaktadır. Çünkü kendi grubu içinde farklı, eyalette insanlarla iletişimde farklı ve katil zanlısı perry ile konuşurken farklı karakter özelliklerine bürünmektedir. Zeki bir insandır ve bakış açışıyla sanatçı olduğunu diğer insanlardan farklı olduğunu hissettirmektedir. Eşcinsel bir kimliğe sahip olması onun karakterini tamamen şekillendirmiştir. Ama filmin içinde de rahatsız edici bir konuma sahip değildir 34
aksine izleyicinin özdeşim kurmak isteyebileceği bir karakterdir. Diğer karakterler göre her şeye daha olumlu bakmaya çalışan ve her şeyin önemli bir sebebi olabilir diyen karakterimiz inatçı bir yapıya sahiptir.Film içinde karakterimizin var olduğu alt kültüre dair net şeyler yoktur sadece onun yaşamından ve arkadaşlarıyla olan diyaloglarından ve sevgilisinin erkek olmasından bunu çıkarıyoruz. Aslında giyimi ok adar da absürt bir yapıda değil ama feminen hareketleri bulunmaktadır. Karakterimizin arkadaşı Lee bile ondan daha erkeksi ve sert bir yapıya sahiptir. Ayrıca karakterimiz mutsuz bir çocukluk yaşamıştır ve annesi tarafından terkedilmiştir. Diğer alt grup üyesi olan karakterimiz Perry ise çok sert görünen hatta gaddar denilecek cani denilebilecek konumda olan bir karakterdir ve erkeksi bir yapısı vardır. Ama onunda iç dünyası parçalanmışlıklar yaşamaktadır bunun sebebi annesi bir Kızılderili ve çevresinde hala bunun ayrımıyla yüz yüze kalıyor. İkincisi mutsuz ve var olan bir ailesi olmasına rağmen yetimhanede büyümüş ve iki kardeşi intihar ederek kendini öldürmüş. Kimseye güvenmek istemeyen ve kendinin hasta olduğunu düşünen bir karakterdir. Saygı duyulmak isteyen ama bunu başaramayan ama gücünü başak türlü aksettiren karakterimiz sırf bu utanç nedeniyle ve yaşadığı çatışmalarla son cinayetleri işlemiş ve kurbanın boğazını kesmiştir. Burada görmekteyiz ki iki farklı alt gruba üye olan iki farklı karakter, ikisi de geçmiş yaşamlarında benzer ve farklı acılar yaşamıştır. Egemen kültürden farklı kalmışlar babasız yetişen ve anneleri tarafında terk edilen zorluklarla karşılaşan ve bu durumdan etkilenen iki birey bu durum ikisinde de farklı etkilere neden olmuştur. Biri başarılı bir yazardır ama kimliği ile ilgili çocukluğundan beri çatışma yaşamış ve çok zorlanmış. Diğeri ise geçmişin acılarını birilerinin hayatlarını elinden alarak yapmış ve Günlüğüne yazdığı gibi başarılı olmak isterken hayal kırıklıkları olan sert bir kimliğe bürünse de, oldukça duygusal olan bir karakter olarak karşımız çıkmıştır. Film içinde yer alan ve alt kültür üyesi olarak belirlediğim en önemli karakter tabiî ki diğerlerinden daha baskın bir şekilde filme yön veren ama bunu kendi üzerinden değil senaryoyu sürükleyişiyle yapan Truman Capote’dir. İlk olarak Capote dilini çok iyi kullana bir karakterdir zaten filmde de ünlü bir yazardır. Sadece yazılı değil sözlü olarak ta insanlara kendini dinleten ve hayran bırakan bir kişiliktir. Filmin başında zaten Capote bir grup insana bir şeyler anlatır ve insanlar onu dinler ve bu durumdan zevk alıyor görünmektedir. Bu sahnelere birçok kez rastlarız. Ayrıca kitabının tanıtımın da da aynı hayranlık göze çarpar. İnsanlarla konuşurken nasıl işletişime geçeceğini bilmektedir. Nazik bir 35
konuşma ve insanların duygusal yapısını çabuk çözebildiğinden nasıl bir konuyla başlayacağını bilmekte. Şerifin evinde ki yemekte konuşması, görgü tanığı kızın evindeki konuşma ve sağladığı olumlu iletişim. En önemlisi Katil olarak bilinen karakterimiz perry ile diyalog kurması ve bunu hiç kimsenin yapamayacağı boyuta getirmesi. Sanatçı kimliği oldukça baskın olan karakterimiz dili kullanımındaki becerisi, kibar bir konuşma, yumuşak bir ses tonu özenle seçilmiş kelimeler ama ses tonundaki yumuşaklık ona feminen bir hava vermektedir. O konuşmalarında sürekli farklı bir dil geliştireceğin den bahsetmektedir ve bunu başarıyla sağlamaktadır. Çünkü ilk defa kurgu değil gerçek bir öyküden yola çıkarak dehşet verici ve başarılı bir eser olan soğukkanlılıkla’ yı yazmayı başarmıştır. Sanat açısından baktığımızda süper yaratıcı bir insan sadece edebi anlamda değil insanların ruhlarına yaklaşırken de bir sanatçı gibi yaklaşıyor. Bir konuşmasında ünlü birinin evindelermiş ve sanat muhabbeti yapıyorduk diyor ve dört saatlik konuşmanın sonunda duvarındaki dört matis tablosunun ters olduğunu ona söyleyebildim der ve burada kendini belli eder. Diğer bir yandan katillerin ailenin dört bireyini öldürürken davranışlarının farklı olduğuna dikkat etmesi mesela nansy’nin uyur vaziyette olması, başının altına özenle yastık konulması falan birçok önemli deteya dikkat etmekte ve bunu bir sanatçı gibi yapmaktadır. Kimsenin yakalayamadığı ayrıntıyı yakalamaktadır. Yemek alışkanlığına dikkat etmektedir ama çok içki kullanmaktadır, hatta aşırı içmektedir. Düzgün restoranlarda yemek yemektedir. Kesinlikle özenlidir, biriyle buluşacaksa ya da yapması gereken bir buluşma varsa mutlaka yapmaktadır. Mesela sevgilisine söz vermişti onunla kitap yazmaya İspanya’ya gidecekti ve her şeye rağmen onun yanına gitti. Perry’e onu ziyaret edeceğini söyledi ve bunu yaptı. Bunun üzerine çok fazla belirgin bir durum yok aslında ama çıkartabileceğimiz bir örnek daha kitabının tanıtımını yaptı zamanında ve sonunu biraza daha duygusal nedenlerle ve öğrenmesi gereken nokta yüzünden uzatsa da elinden geleni yaptı ve yeterli zamanda bitirdi. Değerleri kuvvetli aslında arkadaşları onun için çok önemli. Ailevi acılar çekse de anılarına bağlı yani aile onun için önemli bir kavram bence ve beklide bu konu üzerine kitap yazmak istemesinin en önemli sebeplerinden bir tanesi bir ailenin katledilmiş olmasıdır. Kuvvetli dini değerlere sahip değildir bunu belirten tek şey bu olayın sonuçlanması için dua ediyorum demesidir, hem de düşünceleriyle zıt bir şekilde bir son olmasını istemektedir. Diğer kahramanlarının ölümüyle sonuçlanacaktır. Normlara gelince belirli kuralları yoktur ama disiplinli bir çalışma temposu içerisindedir. Perry’le de konuşurken belirli bir çerçeve içerisinde konuşmaktadır. Ondan aldığı bilgiler eşliğinde kendide bir şeyler anlatmaktadır ve arkadaşı Lee’nin sorusu üzerine sende annenin de intihar etiğini söyledin mi demesi üzerine o kadar da değil demektedir. Giyim olarak takım elbise giyinmekte kadınsı kıyafetler 36
giymemektedir ama yine de taktığı bir atkı, giydiği sarı renkli bir pardüse, bardağı tutuşu, sigarayı içişi, tutuşu ve dumanı üfleyişi, Bacak bacak üstüne atışı, Konuşma esnasında elini kullanışı. Duygusal bir ortamda hemen gözyaşlarını akıtması. Bunlar onun karakteri için çok önemli belirgin özelliklerdir. Bakışları oldukça anlamlıdır, her an ağlayacak bir ses tonu, mesela Capote, Perry’e resim yapması için boya takımı almıştır, onu elleriyle besleyip intihar etmesini engellemiştir. Perry’in ablasını ailesini hatırlatan tek bir fotoğrafla ailesi hakkındaki düşüncelerini ve o gece olayın nasıl gerçekleştiğini öğrenmiştir. Bide Capote’nin Perry’ yazdığı mektuplar ve Perry’in Capote’ye yazdığı mektuplardır. Çünkü Perry mektuplarının sonunda Amigon yazıyordu. Capote birilerine hediye vererek iletişim sağlayabilmektedir, mesela dağıtımdan kaldırılan kitabı mutfakların kraliçesi. Böyle jestler insanlarda izlenimi olumlu etkiler. Diğer önemli karakterimiz alt grup üyesi olan, yani yarı Kızılderili olan Perry’dir. Bulunduğu toplumda beyaz adam mı yoksa bir Kızılderili mi bu çatışma arasında kalmıştır. Dil kullanımı iyidir ve konuşmaktan çok yazarak kendini anlatabilmektedir. Konuşmalarını Capote ile yapmaktadır ve onun onu anlayacağını düşünür. Capote ise onu dahi i anlamak için günlüğünü ister ve onu okumak istediğini belirtir. Sanatsal yönü oldukça güçlüdür çok iyi resim yapmaktadır ve kendini böyle ifade gücü daha fazladır. Yaptığı portre resimler ya da mahkeme anında yaptığı kartal resmi onun iç dünyasını yanıta bilmektedir. Gücü simgeleyen ve bunun yanında yırtıcı bir kuş. Kuş kendi başına bir özgürlük simgesidir aslında belki de bu Perry için sözsüz bir dildir. Yemek yeme alışkanlığı o bir mahkûmdur zaten ve öyle seçim yapacak bir fırsatı yoktur hatta bulunduğu durum yüzünden açlık grevi bile yapmış intihara teşebbüs etmiştir. Zaman kullanımı anlık kopmalar yaşamaktadır. Mahkemede resim çizerken hiçbir şeyi dinlememektedir bunu da Capote’nin Lee ye aklı başka yerde demesiyle anlarız. Zaman bir su gibi geçmektedir Pery için ve aslında pek de önemli değildir. Taki idam kararı alındığı ana kadar, o ana birçok söylemek ister ve içinden geçenler o aman sığmayacaktır ve aklımdakileri unuttum der. Her zaman bir gün başarı kazanabileceğini düşünerek defterine bir konuşma hazırlamıştır ama zaman bunu ona sağlamamıştır bu cümleleri anacak sadece giriş bölümünü ölmeden bir dakika önce söyleyebilmiştir. Bazı değer yargıları vardır annesi Kızılderili olduğu için onun düşüncesine göre ki Capote de ona katılmaktaydı içki içmemeliydi. Yalan söylemek istemiyor ve ona yalan söylenmesini istemiyor Capote’yi bu nedenle arada sorguluyordu. Saygı duyulmak ve birilerine gerçekten inanmak istemekteydiler. Giyimi tamamen erkeksiydi bir kovboy gibiydi, sadece şapkası yoktu. Aksayan bacağı ona farklı bir duruma getirmekteydi, belki bu Capote’de acıma duygusu yaratmaktaydı. 37
Hatta karakterimiz Perry’e âşık mı, acıyor mu yoksa kendine benzettiği için mi ona yakınlık hissediyor bunu bilememektedir. Çünkü Capote arkadaşı Lee’nin ona âşıkmısın sorusuna biz aynı evde büyüyen iki çocuğuz o evin arka kapısında bir gün çıkıp gitmiş ben ise ön kapısından diyerek sözünü bitirir. Filmdeki stereotipleri ele almak gerekirse, entelektüel bir görüntü sağlamak ve Truman’ın yaşamında kesintiler vermek için bir eğlence, kutlama anında birbiriyle yaptıkları konuşma görüntüleri. Bu konuşmalar içinde zencilere, Yahudilere, eşcinsellere göndermeler yapılması. Şerifin basın toplantısı yapması ve orada ki konuşma önemli olan hangi ırktan olduğu değil kim olduğu demesi. Belirli karakterlerin mutlaka filmin içinde bulunması. Zenci karakter sadece trende çalışan bir görevli ve onun dışında başka beyazlar dışında bir karaktere rastlanmaması. Kızılderili olan bireyin suçlu kategorisin de olması. Burada yine eşcinsel karakterimiz beyazdır ve bu onun için ayrıcalıktır bence. Stereotipler insan ilişkilerini etkiler olumlu ve olumsuz tabi ki kullanılan kavrama bağlı. Başta Capote öylesine bir eşcinsel olarak verilmedi başarılıydı ve bu kimliğinden çok yazar kimliğiyle ortaya kondu. Ama yine de eşcinseller hakkında ki düşünceler insanların tavırlarına başta eki etti. Mesela katiller Meksikalı olabilir denmesi kendinden olan bunu yapmış olamaz sanki. Bu durumlar oldukça etkilidir. Mesela Capote dışardan gelen bir yabancı ve cinayeti araştırıp kitap yazmak istiyor eyaletteki halkın başta bir yabancıyla konuşmak istememesi belirgin bir stereotip davranıştır. Çünkü bizden olmayan yabancı olan bizi anlamaz düşüncesi vardır ve bize zarar verebilir. Katillerin o eyaletten olmaması ve hatta birinin Kızılderili olması da olumsuz bir stereotip davranıştır. Ayrıca katil olabilecek bir karakterin iyi olduğunu düşünmekte olumsuz bir stereotip davranıştır ona yardım etmemek gerekmektedir. Yemek yeme esnasında ailenin bütün üyeleri aynı asmada bulunmalı bu stereotip bir davranıştır ama bunun yanında değerler içerisinde ele alınmalıdır çünkü işin içine inanç girmektedir. Önyargılar açısından filmi incelediğimizde insanlar her ne kadar büyük ya da küçük gruplar içerisinde yaşarsa yaşasın mutlaka önyargılarla karşılaşacaktır. Bazı insanlar bunu tahmin edemez bazıları ise başından bunu bilir ve ne yapacağına bu durumu nasıl tersine çevirebileceği konusunda düşünürle ve kendilerine göre yöntemler bulurlar. Örneğin Eşcinsel bir karakter olan Truman kitap yazmak için gideceği eyalete giderken arkadaşı Lee ile birlikte gider çünkü çocukluğundan beri davranışları, yani kendisi olmasından dolayı sorunlar yaşamış ve farklı kategorilere hapsedilmiştir. Bu Capote için beklide en iyi öğrenme aracı olmuştur çünkü eyalette başına gelecekleri bilmektedir. Lee’ye söylediği şu sözler onu ele vermektedir. Belki oda eyalete karşı önyargılı diye 38
biliriz ama onunki olumsuzluk değil ona karşı oluşacak olumsuzluktan kurtulmaktır. Capote’nin sözleri şunlardır; Gelmeyi kabul etiğin için o kadar çok sevindim ki, hem araştırma asistanı hem de özel koruma olabilecek vasıflara sahip tek kişi sensin. Önyargılar, Capote başta insanların ona tavırları nedeniyle onlarla konuşmakta biraz geri de kaldı ama sonun da kendi yöntemiyle önyargıları kırmayı başardı. Tabi ki önyargılar insanların birbirini tanımalarına ve bazen insanları rencide eder duruma kadar getirir. Bazen insanlar için olumlu şeylerde düşünürüz önyargısız yaklaşmaya çalışırız ama gerçeklerle yüz yüze geldiğimizde ister istemez daha önce bide önyargı altında kalsak ta başkası için düşünmekten kendimizi alıkoyamayız. Başta Capote her ne olursa olsun kitabı için olduğunu düşünse bile ki aslında sadece Karakterimiz Perry ile ortak noktaları olduğunu düşünüyordu ve onu kurtarmak için elinden geleni yaptı. Ama olay gecesiyle ilgili gerçekleri duyunca onunla ilgili yargılarına yenik düştü ve onu istemediği halde ölüme terk etti. Irkçılık nasılda istenmeyen ama insanın içine işlenmiş sanki iç dürtü gibi onu sürekli tetikleyen bir duygudur. Film içerik olarak bir ırkçılık konusu işlememektedir. Sadece alttan alta değinmeceler ile bize bunu hissettirmektedir. En belirgini Kızılderili olan mahkûma, hapishane müdürünün onu beyaz kategorisine aldık demesi. Capote’nin bir sözünde bir Yahudi ve ona âşık olan eşcinsel bir zenci demesi oldukça ırkçı bir cümledir ki bunu olumsuz ve alaycı bir tavırla söylemiştir. Aslında biz ırkçı değiliz havası veren bir dil kullanılmış şerifin katilin ırkı fark etmez demesi, Capote’nin Kızılderili olması halde Perry’e karşı hissettiği ve ismi konulmayan ilişki önemlidir. Sonuçta eğer Perry yarı beyaz olmasaydı ona tanınan yemeklerden ya da haftada bir yapacağı duştan mahrum kalabilirdi.
39
Psikanaliz ve Sinema Yazıları: -C. Metz’in Sinema Diline YaklaşımıFatih Akar Geçen ayki yazımızda, gösterge incelenmesinin bilim haline gelmesiyle, psikanalitik film eleştirisinin yolunun açıldığını söylemiştik. C. Metz, psikanaliz ile sinema kavramlarının yan yana gelmesinde önemli bir isimdir Bu ay, sayın Prof. Dr. Gülseren Güçhan’ın bu konuyla ilgili makalesinden seçtiğim bölümleri sizinle paylaşmak istiyorum. Sinema öteden beri bir çeşit düş fabrikasına benzetilir. İnsanlara gündelik yaşamlarında bulamayacakları şeyleri sunan, bir ..kaçış ortamı» olduğundan söz edilir. Seyircinin bu kaçış ortamı ya da ..düşler aleminde gördükleriyle bütünleşip, bir özdeşleşme süreci yaşadığı bilinir. C. Metz, bu eski ve bilinen görüşe, daha sistematik bir şekilde yaklaşmakta, ..özdeşleşmeyle film-seyirci ilişkileri çerçevesin de ve Lacan'ın, ..özne (ben) nin oluşum süreci» ile ilgili psikanalitik kuramının temel alarak açıklamaktadır.…Seyirci fiziksel algısı (görme, işitme) ile perde üzerindeki görüntüleri görüp, sesleri işitir. Ancak gördüklerini kavramaya yarayan zihinsel mekanizma nasıl işlemekte, seyirci film ile nasıl bütünleşmektedir? Metz'e göre, bu soruyu cevaplandırmanın yolu psikanalizin varlığın, gerekli kılmaktadır. Film-seyirci ilişkisini açıklamada, başka bir deyişle, seyircinin sinemadaki rolünü ve filmi nasıl izleyip, kavradığını anlamada insanın oluşumunun temel evrelerinden olan «birincil süreç» hareket noktası olarak alınmaktadır. Metz'e göre, bu soruyu cevaplandırmanın yolu
40
psikanalizin varlığını, gerekli kılmaktadır. Film-seyirci ilişkisini açıklamada, başka bir deyişle, seyircinin sinemadaki rolünü ve filmi nasıl izleyip, kavradığını anlamada. İnsanın oluşumunun temel evrelerinden olan «birincil süreç» hareket noktası olarak alınmaktadır… Metz'in psikanalitik film çalışmasının dayandığı temel noktalardan biri de, senaryo ile düş arasında kurduğu benzerliktir (1). Metz, düşteki anlam mekanizması ile filmsel öykünün üretiliş mekanizması arasında önemli benzerlikler kurarak, sanatçının «yaratım süreci» konusuna eğilmektedir. Seyircinin kendisine gönderilen mesajı nasıl algıladığı bir sorunsa. Bu mesajın nasıl üretildiği de bir sorundur(1) diyen Metz, «sinemada anlam mekanizmalarının nasıl oluştuğu sorusunu, perdenin önünde ve arkasında oluşan süreçlerle birlikte çözümleme amacındadır. Göstergebilimin ve psikanalizin kavramlarının yardımı ile bir film çözümlenmek istendiğinde, çözümleyicinin daha işin başında bir takım güçlükleri e karşılaşacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Çünkü Metz, -Düşsel gösteren- de film çözümlemesi için belli bazı ilkeler sunmamaktadır. Aslında Metz'in kendisi de psikanalitik yaklaşımın ne tür bir film çözümlemesine götüreceği konusunda pek emin değildir (5). Öte yandan, psikanalizin kendinden gelen bazı güçlükler de söz konusudur. Psikanalizde belli bir adın etrafında oluşturulan geleneklerin kavram ve yöntemleri her zaman tartışmaya açıktır, karşıt görüşler ileri sürülebilir(Güçhan, 1992). Bu haftaki önereceğim kitap, Saffet Murat Tura’nın “Freud’dan Lacan’a Psikanaliz”.
41
KAYNAKÇA Güçhan, G.(1992) C. Metz'in ''Göstergebilimsel psikanalitik'' yaklaşımı ile bir film çözümleme denemesi: Bez Bebek. Anadolu Üniversitesi yayınlar: Kurgu 1992, Sayı: 10, Sayfa: 101–117. (1)Güçhan, G. (1990) «Christian Metz, Göstergebilim ve Psikanaliz», S.6. Açıköğretim Fakültesi iletişim Bilimleri Dergisi. Anadolu Üniversitesi Yayınları. 1990, Kurgu: s. 109–113
42
Çekim Ölçekleri Utku Aktunç Çerçeveye oranla görüntünün boyutunun değişmesi, değişik, çeşitli ölçeklerdeki çekimlere yol açar; değişik boyutlardaki görüntüler dizisine çekim ölçeği adı verilir. Çekim ölçeği kamera önündeki kişinin, nesnenin çerçeve içinde görülen kesimini anlatan, kameranın aldığı görüntünün perdede kapladığı alanı sınırlandıran bir birimdir. Çekim ölçeği seçilen, düzenlenen, yerleştirilen insana, nesneye, konuya yakından ya da uzaktan bakılmasını sağlar. Çekim ölçeği hem konu, hem de görüntü alanına bağlı olarak, konunun görüntü boyutu göz önüne alınarak belirlenir. İnsan vücudu birim olarak alındığında altı temel çekim ölçeği vardır. Bunlar; boy çekim, diz çekim, bel çekim, göğüs çekim, omuz çekim ve yakın çekimdir (surat, baş). Yani insan vücudunun tamamı boy çekim, yarısı bel çekim, dörtte üçü diz çekim olarak, daha yakın görüntüler, göğüs, omuz, baş çekim olarak tanımlanır. Değişik boyutlardaki çekim ölçekleri, teknik değil, anlatım aracı olarak çok uzak çekimler, orta çekimler ve yakın çekimler olarak gruplandırılır. Çok Uzak Çekim İzleyicileri etkilemek amacıyla, dramatik yapıyı oluşturan olguların geçtiği çevreyi betimlemede kullanılır. Toplu Çekim Bir yerin uzaktan görüntüsünü veren çekim. Toplu çekimlerde ağırlık noktası tümüyle mekan üzerindedir. Bir diğer özelliği de ya insanın yer almadığı bir mekanı verir, ya da mekanın bir öğesi olarak insanı gösterir. 43
Genel Çekim Genel çekim hareket alanının tümünü içerir. Manzara, insanlar ve nesneler bir genel çekimde gösterilerek seyirciye bütünsel görünüm tanıtılır. Genel çekim bir sokağı, bir odayı ya da olayın yer aldığı herhangi bir dekoru içerebilir. Genel çekim ortamda ki tüm unsurları içerecek biçimde gerçekleştirilmelidir; bu şekilde seyircilerin kimlerin söz konusu olduğunu yer değiştirdikçe genel çekim yakın çekime dönüşebilir; bir yakın çekim tek bir çekimde genel çekim haline gelebilir. Genel çekimler, olgunun içinde geçtiği çerçevenin anlatılmasını, tanıtılmasını sağlar. Uzak Çekim Bir uzak çekim geniş bir alanı büyük bir mesafeden görüntüler. Seyircilerin ortamın ya da olayın büyüklüğü ile etkilenmesi gerektiğinde bu çekim kullanılabilir. Bu tür çekimler ortamın coğrafyasını betimler. Geniş açı kullanılarak yapılan bir çekim uzak çekimlere daha uyumludur. Boy Çekim Kişi ya da kişilerin genelini görmek amacıyla çerçeve içinde, tüm boyu ile yer aldığı çekim ölçeği. Boy çekim, geniş bir mekan içinde tek insanı ya da insanları kapsar. Genel bir bilgi vermek, kişiyi tanıtmak için kullanılır. Belli bir dekor, mekan içinde çekimi yapılacak kişi ya da kişileri diğerlerinden soyutlamak amacıyla kullanılır. Boy çekimleri genellikle konulu filmlerin büyük bölümünü oluşturur; çünkü genel çekimin film ortamını oluşturmasının ardından gelecek boy çekimleri, seyircileri bir orta mesafeye yerleştirmelerinden ötürü, olayların sunumu için mükemmeldir. 44
Orta Çekim Orta çekimler, uzak ve yakın çekimler arasındaki bir çekim ölçeğidir. Orta çekimlerde, insan bedeninin dizden yukarısı çerçeveye girer. İzleyiciyi olaya yakınlaştırma açısından konulu filmlerde önemli bir yeri olan orta çekimler kişinin iç dünyasını tek başına ele almaz, iç dünya ile dış dünya arasındaki ilişkiyi öne çıkarır. Diz Çekim Diz çekim grup içinde kişilerin el- kol gibi devinimlerini ya da yüz anlatımlarını görüntüleyecek büyüklükte bir çekim ölçeğidir. Kişinin çerçeve içinde diz ve dizinden yukarısını gösteren çekimdir. Bu tanım hem ayakta duran hem de oturan insan için aynıdır. İkili Çekimler En ilginç orta çekim, ikili çekimlerdir. Bu çekimde oyuncular karşılıklı olarak, yüz yüze durur ve konuşur. Bu çekimlerdeki temel sorun iki kişiden birinin üstünlüğünü vurgulamada ortaya çıkar. İkili çekim çeşitleri: 1) kişilerin karşılıklı (profil) durup, oturarak yada ayakta konuşmaları. 2) İkili çekim açılandırılarak, görüntüye derinlik kazandırılır.
Kameraya
yakın oyuncu hafifçe içeri döner; sırtı kameraya gelecek biçimde durur. Uzaktaki oyuncu kameraya 45 derecelik açı yapacak biçimde diğer kişinin karşısında durur. Omuz- Üstü Çekim Kişiyi, ön plandaki bir başka kişi üstünden gösteren çekim. Omuz-üstü çekim, kişinin ya da nesnenin çekiminde, o kişinin ya da nesnenin bakış noktasındaki 45
bir kişiden ya da nesneden bir parçanın konuyu desteklemesi durumudur. Karşılıklı konuşan iki kişinin çekiminde sıkça kullanılır. Bir omuz üzeri çekimde ön plandaki oyuncu sırtı ve yani arkadan üç çeyreklik bir açıdan görülebilecek şekilde açılandırılmalıdır. Çapraz İkili (x2) / Üçlü Çekim Yan yana duran iki ya da üç kişiyi karşıdan değil, çerçevede çapraz gösterecek biçimde veren çekim. Bel Çekim Çerçevede insanın belin hemen kemer çizgisi altından ya da üstünden yukarısının gösterdiği çekim. Bu nedenle ½ çekim de denir. İki kişinin konuşmalarında, konuşmacıların yüz anlatımlarının belirsiz kaldığı durumlarda iyi bir ölçektir. Bel planda kişi rahatça devindirilebilir. Göğüs Çekim Bel çekimin devamı gibi düşünülür. Kişinin çerçeve içinde göğsünün tamamını ve yukarısı görünecek büyüklükte yer aldığı çekim. Göğüs çekim, kişinin bel ile omuzları arasındaki bölümün yaklaşık tam ortasından, başının üstüne dek olan bölümü kapsar. Omuz Çekim İnsanın omuzlarından yukarısını gösteren çekim. Omuzların tamamı ve kol ile bağlantı yerleri çerçeve içine alınır. Baş çerçeveyi doldurur, ama geri plandaki ya da çevredeki ayrıntı parçalarının da çerçeve içine alınmasını sağlar. Karşılıklı iki kişinin konuşması sırasında kişilerin özellikle baş büyüklüklerinin ayrımlı olduğu durumda omuz çekim kullanılır. Baş Çekim 46
Kişinin yüzünü, çerçeveyi dolduracak biçimde veren çekim. Genelde, konuşan kişiye ilginin çekilmesi için kullanılır. Dinleme ayrıntıları, ünlemler, mimikler, gözlerin anlamlı bakışı baş çekimle verilebilir. Psikolojik çözümlemeye gidilir. Baş çekimi, kişinin düşünce ve duygularının izleyiciye yaklaştırır. Yakın Çekimler Daha çok psikolojik durumları anlatmakta kullanılan yakın çekimler, izleyicinin odak noktasını kişinin yüzüne, dolayısıyla düşüncelerine, iç dünyasına yöneltir. Senaryoda özel bir yakın çekim tanımı verilmediğinde, çekim genellikle baş ya da omuz olarak gerçekleştirilir. Sahnenin bütününden bir surat, küçük bir nesne, küçük ölçekli bir devinim seçilebilir ve bir yakın çekimde tüm görüntüyü kaplayabilir. Yakın çekim izleyiciyi sahnenin içine taşıyabilir; o an için gereksiz bütün ayrıntıları bir kenara atabilir ve anlatımsal vurguyu üstlenmesi gereken önemli olayı yalıtabilir. Uygun seçilmiş, uzmanca filme alınmış bir yakın çekim olaya dramatik etki ve görsel netlik katabilir. Boy yakın çekimi: Yaklaşık olarak, bel ile omuzlar arasındaki bölgenin ortasından kafanın yukarısına kadar. Baş ve omuz yakın çekimi: Omuzların aşağısından kafanın yukarısına kadar. Baş yakın çekimi: Yalnızca baş. Yüz çekimi: Dudakların aşağısından gözlerin yukarısına kadar. Yakın Çekim Tipleri İç ara yakın çekim: İç ara yakın çekimler dört kamera açısından filme alınabilir: Nesnel: Kamera yakın çekimi sahnede kişi olarak bulunmakta olan bir oyuncunun bakış açısından değil, görünmeyen bir gözlemcinin bakış açısından 47
filme alır. Nesnel bir yakın çekim izleyiciyi oyuncuya, nesneye ye da devinime yaklaştırır. Öznel: Filme alınmakta olan kişi doğrudan kameranın merceğine bakar. Bu uygulama ender olarak dramatik konulu filmlerde, bir oyuncu ye da yorumcu gelişmekte olan öyküyü betimleyebilsin ya da yorumlayabilsin diye yapılır. Omuz üzeri: Kamera, yakın çekimi karşıdaki oyuncunun omzu üzerinden filme alır. Omuz üzeri yakın çekimleri, iki oyuncu karşılıklı konuşma için yüzyüze durduğunda, genellikle uyuşumlu çiftler olarak filme alınırlar. Görüş noktası: Bu tür yakın çekimler görüntüdeki bir oyuncunun bakış açısından çekilir. Dış ara yakın çekim Dış ara yakın çekimler üç kamera açısından filme alınabilirler. Nesnel: Seyirciler yakın çekimi kişisel olmayan bir izleme açısından seyreder. Filmi izleyen kişi bir katılım olmadan konuya yaklaştırılır. Öznel: Filme alınmakta olan kişi doğrudan kamera merceğine bakar. Dış ara öznel yakın çekimler konulu filmlerde ender olarak kullanılırlar. Görüş noktası: Dış ara yakın çekimleri perdedeki bir oyuncunun izleme açısından filme alınır. Ayrıntı Çekim Kişinin bedeninin konuyla ilişkili bir bölgesinin, bir nesnenin, konunun küçük parçalarının çerçeveyi tümüyle doldurduğu çekimler. Örneğin, tüm çerçeveyi dolduracak biçimde amaca uygun göz, ağız, ayak, el, bir yara ya da bir dövme, el ayak parmaklarının devinimi, ya da kullanılan takılar, tabanca… vb.filmin gelişiminde öğretici, insancıl ve bütünleştirici anlamlar ayrıntı çekimlerle vurgulanır.
48
Nesnesi İnsan Olmayan Çekimler Yukarıda insan vücudu birim alınarak altı çekim ölçeği verilmişse de temelde üç ölçek var: yakın çekim, orta çekim, genel çekim. Diğer çekim ölçekleri bu üçünün türevi olan ara çekimlerdir. Bu durumda, nesnesi insan olmayan çekimlerin tanımlanmasında da bu üç ana ölçek temel alınır. Bel çekiminden daha yakın olan çekimlerin hepsi yakın çekim olarak kabul edilir. Ancak çerçevelenecek alanın neyi, ya da neleri içerdiği ayrıntılı olarak çekim ölçeğinin altına yazılır. Bel ve diz ölçeklerindeki çekimler, orta çekim, diz çekimden daha uzak alanlar genel çekim olarak adlandırılır ve nelerin görüntü kapsamı içinde olacağı açıkça belirtilir. Nesnesi insan olmayan çekimlerde, uygun durumlarda, nesnesi insan olan çekim ölçeklerinden herhangi biri de kullanılır. Ancak yine neyin gösterilmek istendiği açıkça belirtilir. Çekim ölçekleri sinemada son derece devingen bir özellik taşır. KAYNAKÇA: Akyürek, Feridun, Senaryo Yazarı Olmak, Medicat, İstanbul, 2004. Sinemanın Beş Temel Öğesi
49
Türkiye Savaş’ı Kaybetti Gökhan Baykal Türkiye Savaş’ı kaybetti aziz dostlar. 1942 ‘de İstanbul’da doğan Savaş Dinçel, 20 Aralık 2007’de geçirdiği iç kanama sonucu hayatını yitirdi.
Böyle, haber ajansı gibi bir giriş yaptıktan sonra kendi lisanıma hemen u dönüşü yapıyorum. Ne diyorlardı ajanslar Savaş Usta için? “Ünlü sanatçı Savaş Dinçel hayatını kaybetti…” Peki, aslında kaybeden O muydu yoksa Türkiye miydi? Bence Türkiye’ydi dostlarım. Hayatının tamamını sanata adayan bir insanı, bir sanatçıyı kaybetti güzel ülkem. Hayatın cilvesi diye bir laf vardır ya hani, işte 50
tam da böyle bir durum bu acı haber. Daha dün TV de gördüğünüz kişinin, ertesi gün ölüm haberini yine aynı aletten duyup gözyaşlarına boğulmak hem de bir bayram arifesinde... Peki, kimmiş Savaş Dinçel? Niye ölüm haberi beni gözyaşlarına boğmuş ve bu yazıyı yazmaya itmiş? Bu soruların cevabını 65 yıllık koca bir ömrü 3–5 satıra sığdırarak anlatmaya çalışacağım. 1942 yılında İstanbul’da dünyaya geldi usta oyuncu, Koca Ragıp Paşa İlkokulu'nda, İstanbul Erkek Lisesi'nde ve İstanbul Belediyesi Konservatuarı Tiyatro bölümünde okudu. Tiyatro okurken çizerliğe merak sardı ve karikatürler çizmeye başladı. Yani işin özü, tüm hayatı sanattan ibaretti usta oyuncunun. 1962 senesinden beri sahnelerdeydi derken 80 sıkıyönetimi ile tiyatrodan uzaklaştırıldı. Tiyatrodan uzakta kaldığı bu dönemlerde Güldürü Eğitim Merkezi’nde karikatüristlik yapmaya başladı. Daha sonra Günaydın’da karikatür çizmeye devam etti ve nihayet Danıştay’ın kararıyla sahnelere geri döndü. İki tane karikatür sergisi açtı. Hamlet, Vişne Bahçesi, Godot’u Beklerken, Keşanlı Ali Destanı, Yaprak Dökümü, Artiz Mektebi, Küçük Prens ve daha birçok oyunda rol aldı ve nicelerini yönetti. Bunlarla yetinmedi Uçurtmanın Kuyruğu, Gürültülü Patırtılı Bir Hikâye, Meraklısı İçin Öyle Bir Hikâye adlı tiyatro oyunlarını yazdı. Sinema filmleri ve TV dizilerinde rol aldı. En bilindik sinema filmleri arasında İsmet İnönü olarak karşımıza çıktığı “Kurtuluş” ve “Cumhuriyet”, “Ağır Roman”, “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar”, “Eve Dönüş” ve “Hababam Sınıfı Güle Güle” sayılabilir. Dizileri arasında; Bizimkiler, Oğlum Adam Olacak, Ekmek Teknesi, Sessiz Gemiler gibi birçok yapım bulunuyor. Ve son olarak bahsetmek istediğim özelliği ise can dostu Müjdat Gezen’le beraber “Çizgilerle Nazım Hikmet” adlı bir çizgi roman kitabı çıkararak büyük usta Nazım Hikmet’i anması, tabi ki bu kitap zamanında her aydının kitabının başına gelen bir sorunla karşılaştı ve yasaklandı ama şu aralar tekrar yayınlandı. 51
Kitabı tüm aziz dostlara tavsiye ediyor, Nazım Usta’yı da doğumunun 106. yılında saygıyla andıktan sonra bu ayki yazıma son veriyorum… Gelecek ay görüşmek aziz dostlar, sevgi ve dostlukla kalın.
52
Guernica’nın Anlamları Onur Keşaplı Kasım ayında Pan’ın Labirenti filmini incelediğim “Fantastik Öğelerle Bezeli Faşizm Labirenti” adlı yazımın sonunda filmin bir anlamda sinemanın Guernica’sı olduğunu belirtmiştim. Aralık ayında yazdığım “Sinemada 12 Eylül’le Yüzleşmek”te ise Beynelmilel filminin Halkevi sahnesinde duvarda Guernica tablosunun bulunduğunu aktarmıştım siz sevgili sanatseverlere. Bunun dışında yine Aralık ayında, aziz Gökhan Baykal dostumuz ilgi çekici denemesi “Sanat ve Şeytan Üzerine”de Guernica’dan bahsetmekte. Peki, ama nedir bu çeşitli yerlerde karşımıza çıkan Guernica? Bu kadar önemli yapan nedir O’nu? Sıradan bir kasabadan ya da tablodan öteye nasıl geçer?
Guernica’nın Efsanevi Meşe Ağacı Guernica kasabası İspanya’nın Atlantik Okyanusu kıyısında uzanan Bask bölgesinin Fransa sınırına yakın bir bölgesinde yer almaktadır. Stratejik açıdan öyle pek de önemli bir konumda olmayan Guernica tarih boyunca Avrupa’nın en 53
eski dillerinden olan Euskera’yı (Bask dilini) konuşan topluluklar bakımından önemli bir merkez olmuştur. Yüzyıllar boyunca kasabanın önde gelenleri ve yöneticileri, simge haline gelmiş Meşe Ağacı altında toplumları için adil olacaklarına dair yeminler etmişlerdir. Bölge halkı için her zaman manevi değeri yüksek olmuş olan kasabanın adını insanlık literatürüne geçiren olay ise kanlı İspanya İç Savaşı olmuştur. Seçimle iş başına gelen Cumhuriyetçileri, Faşist Franco’ya karşı destekleyen Bask Bölgesi direnişin önemli bölgelerinden biri haline gelmiştir. Ve elbette Guernica’da bu bölgenin kalbi. Bu koşullar sırasında direnişi kırmakta zorlanan General Franco en büyük destekçilerinden Adolf Hitler’e kendi ülkesini ve insanlarını bombalaması için istekte bulunur. 1937 yılının 26 Nisan’ında Hitler’in en seçkin birliklerinden olan Kondor Lejyon’una bağlı ağır bombardıman uçakları 5000 civarında nüfusa sahip Guernica’ya doğru yola çıkarlar. Hitler, ilk defa deneyeceği bombardıman uçakları için bir test sürüşü olarak görmüştür bu kanlı operasyonu. Ve olaydan sadece birkaç yıl sonra 2. Dünya Savaşı’nda, Guernica katliamını sessizce seyreden emperyalist Fransa ve İngiltere aynı uçaklar altında ezilecektir. Guernica’yı haritadan silmek için seçilen gün kasabanın pazarının kurulduğu pazartesidir. Konumundan dolayı herhangi ağır bir saldırıyı beklemeyen Guernica halkı o gün insanlık tarihinin en kanlı saldırılarından birine maruz kalır. Tam 1654 kişinin öldüğü ve binlercesinin yaralandığı bu saldırıda kasaba kelimenin tam anlamıyla yerle bir olur, adeta haritadan silinir. Binalar ve evler yok olmuştur. Guernica’yı ve direnişin kalbini ezdiklerini düşünür faşist liderler. Evet, kasaba somut olarak yok olmuştur ancak sağlam kalan efsanevi Meşe Ağacı ve Guernica’nın ruhu asla yıkılamamıştır.
54
Kimilerine göre gelmiş geçmiş en büyük resim sanatçısı olan kübizm akımının sembolü Pablo Picasso, “Guernica” adlı ünlü eserinde, işte bu kanlı saldırıyı resmetmiştir. Geçtiğimiz yüzyılın en önemli resmi kabul edilen bu efsanevi çalışma aslında yine aynı adla Cumhuriyetçi Hükümet tarafından 1937 yılında Paris’te gerçekleşecek Dünya Fuarı’nda İspanya’yı temsil etmesi için Picasso’ya sipariş edilmiştir. Aslında boğa dövüşleriyle tasarlanıp sergilenmeyi bekleyen bu yapıt kanlı saldırı sonrasında Picasso tarafından tekrar ele alınarak son halini almıştır. Sanatına politik görüşlerini aktarmamayı prensip haline getirmiş büyük sanatçı için “Guernica” tablosu adeta siyasi anlamda savaşa, Franco’ya ve temsil ettiği tüm değerlere karşı bir duruş niteliğindedir. Tüm bu ağır duygularını resmetmek için Picasso tuvalini 3,5 metre yüksekliğe ve 7,8 metre genişliğe taşımıştır. Siyah-beyaz kontrasın etkisini daha ilk bakışta hissettirdiği bu büyük eser aynı zamanda Kübizmin doruk noktalarından birini oluşturur. Belki de parçalanmışlık, dağınıklık hissini uyandıran Kübist sanat tam da bu durumun verilmek istendiği çalışmada daha derine inmiştir. Picasso’nun çalışmasında geniş bir oda haline getirdiği “Guernica” şok hissini tüm objelerinde izleyiciye hissettirir. Yüzler, at ve boğa başta olmak üzere hayvanlar, bebekler, binalar kısacası her şey ani bir şokla, baskınla yüz yüzedir. Şokun hemen devamında 55
gözlerimizi ve bedenimizi saran parçalanmışlık ve acı hissini alırız resimden. Çocuğunu emziren annenin feryadını duyarız sol tarafta. Altında atmakta olan askerin gözünde çaresizlikle birleşmiş acıyı görürüz. Elindeyse kırılmış bir kılıç ve hemen yanında sanki toprağa gönderdiği canıyla yeşermekte olan ve saldırıya inat canlanan bir çiçek görürüz. Hemen üzerinde İspanyol kültürü için son derece önemli olan Boğa ve At figürlerini görürüz. Saldırı olmasaydı muhtemelen daha az ünlü olacak tabloda özgürce, capcanlı koşturacak olan hayvanlar burada parçalanmış ve dehşete kapılmış bir şekilde acı çekmektedirler. Picasso özellikle bu bölümde yaşanmakta olan vahşeti küçük ve gizli figürlerle aktarmıştır insanlığa. Acıyla haykıran atın burnu ve üst dişleri küçücük bir kuru kafayı meydana getirir. Ölümü küçük ama etkili bir şekilde sembolize eden sanatçı kurukafanın hemen altında gizli bir başka kafatası figürü yerleştirmiştir. Atın, boğanın ve kırık bir mızrağın birleştiği bu bölümde adeta tanınmayacak hale gelmiş bir kafatası bulunmaktadır. Picasso katliamı olabildiğince acımasız ancak yine sanatın inceliğiyle vermektedir izleyiciye. Eser, boğanın kuyruğu olmanın yanı sıra dumanları tüten tepeyi de simgeleyen sol uçtan başlayıp, sağ uçta yanmakta olan binayla tamamlanır ve sanatçının büyük bir oda olarak tasarladığı resimden çıkılır. Ancak yukarıda bahsettiğimiz figürlerin dışında can çekişmekte olan insanlar Kübizmin tekniğiyle değişik açılardan ve bölümlerden meydana geldiklerinden çektikleri acılarda bu kadar farklı boyutlarda görülmektedir. Bu karanlık resimde güneş bile odayı aydınlatmakta yetersiz, çaresiz kalmıştır. Öyle bir vahşet ki gökyüzündeki yaşama can katan kuşlar tabloda görülemeyecek kadar siliktirler çünkü Guernica’da gökyüzünü Nazi bombardıman uçakları ele geçirmiştir. Guernica’da olan vahşeti izleyenin canını sıkmak pahasına gerçeklikle veren Pablo Picasso modern sanatın zor anlaşılır duvarlarının bile bu vahşeti kapatmaya yetmeyeceğini kanıtlamıştır bu efsanevi eseriyle. Ancak resim sergilendiği sırada oraya gelen Nazi subayları burun kıvırırcasına Picasso’ya 56
sorarlar: “Bunu sen mi yaptın?” Büyük ressamın cevabı unutulmazdır: “Hayır, siz yaptınız!” Sadece geçtiğimiz 20. yüzyılın değil belki de tüm zamanların en önemli resmi olan “Guernica” Paris’te sergilenişinden sonra çeşitli şehirleri dolaşır ve New York Modern Sanat Müzesi’nde konuk olur yıllarca. Ünü git gide yayılmaya başlayan efsanevi tablo, Franco tarafından da İspanya’ya getirilmeye çalışılır. Ancak Picasso buna izin vermez. İspanya’da faşist rejim yıkılmadan tablonun anavatanına gitmesine razı olmaz. Ve nihayet 1981’de Franco ölümünden sonra Sosyalist Parti iktidarında “Guernica” İspanya’ya, Franco’nun ve rejiminin başkenti Madrid’e gelir. Reina Sofia müzesinde dev bir salonda sergilenmekte olan “Guernica”, efsanesini yaymaya devam etmektedir.
Peki, tüm bunların sonucunda Guernica, Picasso’nun bile adını aşan bir üne sahip resim midir yalnızca? Hayır! Guernica tarihtir, Guernica derstir, Guernica insanoğlunun en vahşi hayvan olabileceğinin kanıtıdır, Guernica sanattır, Guernica sevimli bir kasabadır, Guernica direniştir, Guernica soldur, Guernica militarizme karşı hümanizmdir, Guernica savaş karşıtlığının simgesidir, Guernica barışa duyulan özlemdir, Guernica insandır… İşte bu yüzden Guernica’nın bir kopyası bugün her ne kadar bilincinde olmasalar da Birleşmiş 57
Milletler Güvenlik Konseyi’nin duvarında asılıdır. İşte bu yüzden Guernica ülkemizin faşistlerince kapatılan Halkevlerinde büyük devrimcimiz ve “Yurtta Barış, Dünyada Barış” sözünün mimarı Atatürk’ün resminin yanında duran eserdir. Tüm insanlık için büyük ve derin bu simgeyi, Guernica’yı daha fazla incelemek isteyenlere “nişancı anarşist” lakaplı Juan Antonio de Blas’ın sürükleyici romanı “Guernica’da Ağaç Var mı?”yı şiddetle tavsiye ediyorum.
58
D端z Adam 2 F. Utku Deniz
59
Küçük Polat’ın Aramızdaki Maceraları Melih Öncel Türkiye'nin en uzun süre en fazla reyting alan dizisi: Kurtlar Vadisi. Rekor bütçelerle çekilmiş onlarca bölüm, etkileyici senaryo, sonrasında gelen sinema filmi... 7 den 77 ye, üniversite gencinden kahvedeki işsiz vatandaşa kadar herkes sevgili halk kahramanı Polat'ı takip ederken, cam ekranın ardında ki hayat bizi hangi alanda ne kadar etkiliyor acaba diye düşünen çok fazla insan yok ne yazık ki. Dizi iki sezon ve bir sinema filmiyle sürüp giderken en sonunda RTÜK inceleme başlattı ve bu sürecin sonunda dizi "yayınların şiddet kullanımını özendirici veya ırkçı nefret duygularını kışkırtıcı nitelikte olması” nedeniyle gösterimden kaldırıldı. Bir süre önce Polat ve "arkadaşları" kaldıkları yerden ülkelerini kurtarmaya yeniden başladılar. Peki, neden herkesin merakla beklediği, severek izlediği bu dizi hukukçular tarafından açılan davalarla karşı karşıya kaldı, sanatçılar tarafından eleştirildi, üniversite hocaları tarafından kötülendi? Hrant Dink'in Danıştay saldırısından sonra yaptığı bir konuşması var. Diyor ki: “Türkiye'de milliyetçilik yükselen değer olarak gösteriliyor; ama hayır, milliyetçilik aslında yükseltilen bir değer günümüzde". Yükseltilen bu değer sizce kimler tarafından nasıl yükseltiliyor? Sevgili kahraman Polat, bir demokratik, sosyal, hukuk devletinde kalkıp kendi kurallarını koyuyor; silahıyla, kurşunlarıyla, kendi kanununu benimsetiyor ve 60
biz de ekranın karşısında büyük bir zevkle izliyoruz. Popüler kültür istesek de istemesek de artık hepimizi bir şekilde etkiliyor. Ve bu kültürün yarattığı kahramanlar gözümüzün önünden gitmez oluyorlar. Sokaklar, okullar, toplumun iç içe olduğu her yerde Polat'a özenen, onun gibi giyinen, onun gibi konuşan insanlar türedi. Bunun en önemli kanıtı silah firmalarının “Polat'ın silahını biz yaptık, dizide kullanılan silahlar bizim ürünümüz” şeklinde reklâmlarıyla bu kitleleri hedef almaları. Zaten bireysel silahlanmayla ve şiddetle başı dertte olan Türkiye'nin Polat Alemdar'ın milli arenada boy göstermesiyle sorunu daha da artmıştır. Dizinin hitap ettiği kitleye bakınca en çok etkilediği kesim: işsiz, eğitimsiz, ezilmiş ve içinde bulunduğu unutulmuşluktan çıkmak için kandırılmaya hazır insanların olduğu göze çarpıyor. Üret(e)meyen, kendi kimliğini oluşturamayan, yarattıklarıyla kendini ortaya koyamayan bu kesim içimizdeki tahammülsüzlük ve bizden olmayana karşı yer alan bir nefretle birleşince ölümcül boyutlar alıyor. İçindeki şiddet duygusu ve kendini önemli biri gibi hissetme ihtiyacıyla beraber abilerine yaranmak için önemli şeyler yapmaya başlıyorlar. Polat elindeki tek bir silahla dünyayı gayet güzel bir şekilde dize getiriyor. Ne bir bilimi, ne bir kitabı ne de felsefesi var. Kurşunlar kendini ortaya koymaya yetiyor. Zaten etrafta bir sürü entel dantel hiçbir şey yapmayan insan varken, ülkeyi kurtaracak bu sinirli kalabalık, sorgulamadan gelişmiş duygularıyla kullanılmak için kendini hazırlamış oluyor. Bu süreçten bahseden Hrant Dink öleli 19 Ocak'ta tam bir yıl olacak. Bizim gibi düşünmediği, aynı noktadan bakmadığı için öleli. Hrant Dink'in davasında olayların aydınlanması adına hiç bir gelişme yok. 61
Bunun yanı sıra dava dışında birçok gelişme yaşanıyor. Milli duygularımızın ürünü birçok gelişme. Mesela Hrant Dink için bir klip yapıldı. Ülkesini seven bir vatandaş kendince eğlenmek, vakit geçirmek için özendiği şeylerin ve kişilerin ışığı doğrultusunda yaptığını söylediği bu klipte Hrant Dink'in suikast sonrası görüntüleri yer alıyor. Arka fonda çalan müzikse "türüt bir şarkıcının" yaptığı bir türkü. Öldürülen kişiden hala hıncını alamayan insanlar şarkıyla beraber “akıllı ol” mesajlarına devam ediyorlar ve geride kalanlara kendilerinden farklı fikirler savunmaya devam ederlerse sonlarının böyle olacağının söylüyorlar. Bu klip internette en çok izlenene videolar arasına girerken cinayeti işleyen O.S. yargılanmak için mahkemeye getiriliyor. Üstünde "ya sev ya terk et" yazan bir araçla. Kamuya ait bu arabayla, kendi düşüncelerini özel araçlarında ki gibi ifade eden görevliler hakkında bir işlem yapılmak bir yana olayın ne kadar ciddi boyutlarda olduğu da görmezden geliniyor. Mahkeme girişinde ve çıkışında O.S. bir kahraman gibi ilgi görüyor. Ülkenin dört bir yanından tebrik alan O.S. yaşının sanılandan daha küçük olduğu anlaşılıyor. Sanayide üretilmiş gibi aynı düşüncelere sahip çocukların arasına, ezber bir sloganla bir yenisi daha ekleniyor. Dizinin üzerimizdeki etkisinin sonuçları çoğu kez gözümüzün içine kadar girmiştir; ama bunlara yeterli önemi vermemiş olduğumuz açık. Geçen aylarda İzmir, Bayraklı'da bulunan Saint-Antuan Kilisesi'nin rahibine bıçaklı bir saldırı gerçekleşti. İlk ifadesinde cinayeti şöhret için yaptığını, işsiz ve parasız olduğunu söyleyen zanlı ayrıca Hrant Dink, Rahip Santoro cinayetlerinden ve de Kurtlar Vadisi dizisinden etkilendiğini söylemiş. Toplum olarak içimizde ki şiddet eğilimine karşı çıkmaya çalışmamız yerine bu dizi gibi milliyetçiliği, ırkçılığı savunan hukuk dışılığı özendiren, hatta belki de derin devleti meşrulaştıran popüler kültürün ve onun yarattıklarının esirleriyiz. 62
Danıştay saldırısı, Rahip Santoro cinayeti, Hrant Dink cinayeti, Malatya'da ki yayınevi baskını, Beyoğlu'nda dövülen Yunan gazeteci içimize işleyen etnik faşizmin göstergeleridir. Konuyu biraz abartılı bulanlar olabilir, tabi ki de tüm bunların sadece bir televizyon dizisiyle iliştirmek büyük hata olur; ama sadece bizi etkilemiyor diye de zararlarını görmezden gelemeyiz. Bu tip diziler, söylemler, kliplerle bizden olmayana tahammül sınırımız git gide aşağılara çekiliyor ve tek düzeleşen hayatlarımızda tek doğrunun kendimiz olduğunu sanıyoruz. Sınırsızca gördüğümüz şiddetin esiri oluyoruz. Sınırsızlıktan bahsetmişken aşağıda diziyle ilgili birkaç rakama bakmakta fayda var. Dizinin şiddet içeriği sayısal olarak gösterilebilir niteliktedir. Dizinin 55 bölümü üzerine yapılan bir araştırmaya göre "55 bölümdeki örtülü şiddetin görsel ve sözel kullanımında 296 bağırma, 145 küfür ve hakaret, 131 dolaylı küfür, 174 tehdit, 149 dolaylı tehdit, 161 baskı, 119 dolaylı baskı, 111 dışlama, 127 ilgisizlik, 124 aşağılama, 122 alay, 149 ima ve 113 yerme var. Açık şiddet yöntemlerinin dağılımı da şöyle: Silah kullanma 145, silah gösterme 226, çatışma 111, öldürme 411, yaralama 152, saldırı 137, dayak 147, tokat 155, kavga 175, işkence 110, tecavüz üç, taciz 191, bombalama üç, adam kaçırma dört. Milliyetçiliğin simgeleri de görsel ve sözel olarak kullanılıyor. 55 bölümde vatan kelimesi 128, millet 142, bayrak 240, kan 13, feda olmak, canını vermek, uğrunda ölmek 144, ülke 164, onur, gurur 123, asker, ordu 255, harita 313, din 299, onlar (dazlak, Yahudi, Amerikalı, Kürt vs.) 513, hilal 117 kez geçiyor."
63
Vaz-geç-işler Duygu Yılmaz Ayaklarım yeni elverdi toprağa. Gözlerim, yosun deryasından kurtulduğu kadarıyla. Ne hüzün kaldı tırnağımla etim arasında, ne de keder. Tümü yitip gitti gözyaşlarıyla.-İnsanlık için yapılacak bir şey kaldıysa, söylenmemiş sözcüklerdedir-,demiş şair. Ne de eksik söylemiş, nasıl fazla... Kestirip atmış onca göz, onca kaş, onca el, tırnak, yürek umudunu.-Sözcüklerdir- demiş -tek ümidi insanlığın-.Oysa ne emeğin sabrı var yeni şeyler duymaya, ne de yıllardır kanını hayata çeviren toprağın. Sokaklarda devam ediyor hayat. İnsanlar hasta, insanlar yorgun ve habersiz insanlar, doğacak ölüler ve çürümüş yaşayanlardan. Onlar ki yarınını bir heves için değil, yoksulluktan, yokluktan bilmeyenlerdir. Onların dünyası, bir küçük pencereden gündüz görünen ay, gece görünen güneştir. Böyleyken halkım ve bana yakın-uzak gezinen insanlar ülkemin topraklarında, benim yüreğimde bir yas, öyle bir yas ki asırlardır akıp, yatağını ıslatmayan bir nehir gibi kendi kuyusunda... Çiçekler açamadan soldu sesimin sularında. Kuraklıkta yetişen nilüferler kadar canlıydı yeşilleri ve dikenleri vardı, onca güzelliklerine bakmadan kıskandıkları güller gibi. Onlar solunca, bir ışık söndü kentin ıslak sokaklarına uzanmış bir evin soluk odasında. Bir kuş öldü yuvasına varamadan ve çarparak tüm duvarlarına gecenin. Bir kapı kapandı kendiliğinden tüm gündüzlere ve kırıldı bir beşik ağırlığıyla, taşıdığı hayatın, yılların. Ben uyandım, uyanmazdan önce. Yoldaydım tüm sessizliğimle ve yangınlara daldım, hayatın anlamını, direnerek zaman denilen bu keşmekeşe, sana adadım, uyandım. Akıp giderken tüm acımasızlığıyla dünya, bir baktım ki, ben hep senin ardında kaldım... Seni hala kimseler bilmiyor. Görüyorlar elbet kirpiklerimin ucunda, sesimin yankısında ve boşluğunda kelimelerimin. Ama öylesine saklıyorum ki gözlerimdeki izini gözlerinin, senden önce yaşanmamış sevinçlerim dökülüyor ve paramparça edilmiş hüzünlerim. Denizler üzerinden aşıp gelen kanatlar kadar yorgun dilimden sana dökülen kelimeler. Dönmediğin için kırgın, aşka dair tüm heveslerim. Oysa sevgili, ben artık umuda verdim tüm senelerimi. En acısı ayrılıkların, sevişirken kopar gibi teninin seherinden, susuyorum şimdi sana adadığım tüm özlemlerimi. Nasihatlerine benzer gibi,-öylece bırakarak seni severken dağıttığım evimi ki hala duruyor koltuğun üzerinde kederinin izleri, masada birkaç parça can ve koridorda solan, yüreğime yapışıp kalan sevda sözleri-bırakıp gidiyorum kederini sevgili... 64
Neden vazgeçmek, senden, adından sonra en sevdiğim şey, diye sorarsan eğer, düşünmeden veririm cevabını sevgilim... Çünkü ayaklarım yeni elverdi toprağa. Gözlerim, yosun deryasından kurtulduğu kadarıyla. Halkım yokluktan çektiği acılarla, ben yüreğim ellerimde, onca yıllardır senin sularında. Ama sorarsan umut nerede?-diye, yine de beklemektedir derim sana. Beklemekte elbet amma; seni değil, geleceği umutla beklemekte illa... Toprağa değil, insanlara dönerek yüzümü; sevgiyi, veren ellerle paylaşarak olduğunca beklemekte... Çünkü sevgilim; Sen hala koskocaman, masmavi ve apaydınlık bir dünyasın gözbebeklerimin içinde. Ama gel gör ki; o dünyanın miadı, uzun yıllar oldu, doldu bende...
65
Devrim Şehidi Uğur Mumcu: Yaşamı ve Yapıtları Onur Keşaplı Ailesi Ankaralı olan Uğur Mumcu, 22 Ağustos 1942 tarihinde, babasının memuriyeti dolayısıyla Kırşehir’de, dört kardeşin üçüncüsü olarak doğdu. İlk ve ortaokulları Ankara Bahçelievler Deneme Lisesi’nde okuyan Mumcu çok aktif bir öğrenciydi. Üniversite eğitimini 1961–1965 avukat olmak üzere başladığı Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni tamamladı. 26 Ağustos 1962’de Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanan “Türk Sosyalizmi” başlıklı makalesiyle Yunus Nadi Ödülü’nü aldı. 1963’de fakültede öğrenci derneği başkanı seçildi. 60lı yıllarda ve 70li yılların başlarında Doğan Avcıoğlu’nun “Yön” dergisi başta olmak üzere “Türk Solu”, “Ankara Hukuk Fakültesi Dergisi”, “Ant” ve “Devrim” dergilerinde yazılar yazdı. Askerliğini yapmaya hazırlandığı sırada 12 Mart Döneminde bir yazısında kullandığı "ordu uyanık olmalı" sözleriyle, "orduya hakaret etmek", "sosyal bir sınıfın öteki sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü kurmak" suçunu işlediği iddiasıyla gözaltına alındı. Mamak Askeri Cezaevi’nde pek çok aydınla birlikte bir yıla yakın kalan Uğur Mumcu, bu davadan dolayı 7 yıl hapse mahkûm edildi. Fakat Yargıtay’ca karar bozuldu ve serbest bırakıldı. Bu olaydan sonra Mumcu askerliğini, 1972–1974 yılları arasında Ağrı’nın Patnos ilçesinde, resmi tanımıyla "sakıncalı piyade eri" olarak tamamladı. Patnos'ta, ağır koşullar altında askerliğini yaparken, zaten uzun zamandan beri var olan ülseri yüzünden mide kanaması geçirdi. 1974 yılında Yeni Ortam’da, köşe yazarlığı yapan Uğur Mumcu, 1975’ten itibaren Cumhuriyet’te Gözlem başlıklı köşesinde düzenli olarak yazmaya başladı. Aynı zamanda Anka Ajansı’nda çalışmaktaydı. 1975’te Mart dönemini sergilediği makalelerinden oluşan “Suçlular ve Güçlüler” adlı kitabını yayınladı. Aynı yıl, Altan Öymen’le birlikte hazırladıkları, Süleyman Demirel’in yeğeni Yahya Demirel'in hayali mobilya ihracatını konu edinen, “Mobilya Dosyası” adlı kitabı yayınlandı. 1977 yılından sonra sadece Cumhuriyet için yazmaya başladı. Gözlem başlıklı köşesinde 1991 yılının Kasım ayına kadar aralıksız olarak yazdı.
66
1977’de “Sakıncalı Piyade” ve “Bir Pulsuz Dilekçe” kitapları yayımlandı. Ertesi yıl, Sakıncalı Piyade adlı yapıtını Rutkay Aziz ile birlikte tiyatroya uyarladı. Oyunu Ankara Sanat Tiyatrosu tam 700 kere sahneledi. 1978’de, ünlünün yaşam öykülerini, siyasal geçmişlerini, bir güldürü zenginliğiyle anlattığı kitabı “Büyüklerimiz” yayımlandı. 1981’de “terörün silah kaçaklığıyla ilgisini ortaya koymak ve kamuoyunu bu konuda uyarmak..." için yazdığı “Silah Kaçakçılığı ve Terör” yayımlandı. Aynı yıl, Mehmet Ali Ağca’nın Papa’yı öldürme girişiminden sonra Ağca üzerine inceleme ve araştırmalarını yoğunlaştırdı Ülkede terör olaylarının artması nedeniyle 1979 yılında 12 Mart Dönemi öncesi ve sonrası gençlik liderlerinin yaşadıklarını kendi ağızlarından yansıttığı ve silahlı eylemlerle bir yere varılamayacağına dikkat çektiği kitabı “Çıkmaz Sokak”ı yayımladı. 1982’de Ağca Dosyası, ardından Terörsüz Özgürlük adlı makale derlemesi yayımlandı. 1983 yılında Ağca ile cezaevinde röportaj yaptı. 1984 yılında Aziz Nesin öncülüğünde bir grup tarafından Cumhurbaşkanlığı ve TBMM Başkanlığına sunulan ancak, darbeci Kenan Evren’in imzalayanları "vatan hainliği" ile suçlayarak dava açtığı Aydınlar dilekçesinin hazırlanmasına katıldı; 12 Eylül Döneminde aydınlara yapılan işkenceyi anlatan “Sakıncasız” adlı oyunu yazdı; “Papa-Mafya-Ağca” kitabını yayımladı. 1987’de araştırmacı gazetecilik açısından büyük bir başarı kabul edilen “Rabıta ve 12 Eylül” adlı kitapları; 1991’de en önemli araştırmalarından biri olan “Kürtİslam Ayaklanması 1919–1925” yayımlandı.
67
1991 yılında Hasan Cemal’in Cumhuriyet Gazetesi’nin yayın politikasında yaptığı değişiklikler nedeniyle İlhan Selçuk ve yaklaşık seksen Cumhuriyet çalışanı ile birlikte gazeteden ayrıldı. Bir süre işsiz kaldı. 1 Şubat – 3 Mayıs 1992 tarihleri arasında Milliyet Gazetesi’nde yazan Mumcu, Cumhuriyet Gazetesindeki yönetim değişikliği üzerine 7 Mayıs 1992’de Cumhuriyet’e döndü. Mumcu, 7 Ocak 1993 tarihinde “Mossad ve Barzani” isimli bir yazı yazdı. Bu yazısında Barzani, CIA ve Mossad arasındaki bağlantılara değindi ve yazısını şöyle bitirdi: “Kürtler sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı yapıyorlarsa ne işi var CIA ve MOSSAD"ın Kürtler arasında? Yoksa CIA ve MOSSAD, antiemperyalist savaş veriyorlar da dünya bu savaşın farkında değil mi?” 8 Ocak 1993 tarihli Cumhuriyet Gazetesindeki “Ültimatom” başlıklı yazısında ise yakında yayınlayacağı kitabında istihbarat örgütleri ile bölücü Kürt milliyetçileri arasındaki bağlantıları açıklayacağını yazmıştı. Kardeşi Ceyhan Mumcu, cinayetten önce Uğur Mumcu'nun İsrail elçisiyle görüşme yaptığını basına gönderdiği açıklamada yazmıştı. Gazetecilik hayatı başarılarla dolu olan Mumcu 24 Ocak 1993 tarihinde uğradığı bombalı saldırı sonucu hayatını kaybetti. Ölmeden önce ayrıca polis-mafya-siyaset ağının derin boyutlarını araştırmaktaydı. Ardında sayısız ödül ve ölümsüz eserler bırakan Uğur Mumcu’nun cinayeti hala aydınlatılamamıştır. Uğur Mumcu anısına ailesi tarafından Ekim 1994'te Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı adında bir vakıf kurulmuştur.
68
SESLENİŞ Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık. Babamız, sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi. Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerlerken bizler bir mum ışığında bitirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık. Vurulduk ey halkım unutma bizi… Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım unutma bizi… Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı gözbebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin ellerine terk edildik. Direndik küçücük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi, taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden. Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi… Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde öldürüldük acınmaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerinde kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu. İnsanlık sustu. Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi… Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce kolumuzu, omuz başından keserek yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık attık önlerine. Sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi… Giresun’daki yoksul köylüler, sizin için öldük. Ege’deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğu’daki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul’daki, Ankara’daki işçiler, sizin için öldük. Adana’da, paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük. Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi… Bağımsızlık, Mustafa Kemal’den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Mezar 69
taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular. Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi… Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha da dik tutabilmekti bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler. Vurulduk ey halkım, unutma bizi… Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eline değmemişti ellerimiz. Bir sevgiliden mektup bile alamamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere. Asıldık ey halkım, unutma bizi… Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile bağırmamış insanların gözleri önünde öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, Batı uygarlığı adına, bizleri, şafak vakti ipe çektiler. Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi… Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi… Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi. Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi…
70
Uğur MUMCU 25/ 8/ 1975 tarihli Cumhuriyet gazetesinden BEN ATATÜRKÇÜYÜM; BEN CUMHURİYETÇİYİM. BEN LAİKİM. BEN ANTİEMPERYALİSTİM. BEN TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE’DEN YANAYIM. BEN ÖZGÜRLÜKÇÜYÜM. BEN İNSAN HAKLARI SAVUNUCUSUYUM. BEN TERÖRÜN KARŞISINDAYIM. BEN YOBAZLARIN, HIRSIZLARIN, VURGUNCULARIN, ÇIKARCILARIN DÜŞMANIYIM. ÖYLE İSE VURUN! PARÇALAYIN! HER PARÇAMDAN BENİM GİBİLER, BENİ AŞACAKLAR DOĞACAKTIR...
UĞUR MUMCU 22 Ağustos 1942 – 24 Ocak 1993 Kaynak: www.umag.org.tr
71
www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
72