Azizm Sanat E-Dergi Mart 2011

Page 1

Azizm Sanat E-Dergi Mart 2011 Sayı 41

Dünya Emekçi Kadınlar Günü

Söyleşi: Şükran Moral

Siyah Kuğu, Nefes

1


Editörden Araştırmalara bakılırsa ülkemizde mutluluk oranı yüzde 60 imiş(yetmez ama evet?). Geçtiğimiz ay bu sayfada “kültüre bakan”ımızın mutluluğuna değinmiştik şaşırarak, meğer normal ve sağlıklı olan kendileriymiş. Yüzde altmış… İşsizlik artıyor, gelir dağılımındaki adaletsizlik giderek derinleşiyor, üçüncü sayfa haberleri gazetelerin tümünü ele geçiriyor, muhalefetin bütün tonları zindanlara gönderiliyor, Mustafa Balbay’ın kalemi iki yıldır tutsak ediliyor ama yüzde altmış mutlu! Son 7 yılda artmış bu mutluluk, son 7 yılda kadın cinayetleri yüzde 1400 artmış, rastlantı mı acaba? Töre cinayetleri, tecavüz, taciz, dayak, kadına karşı her türlü şiddet giderek artarken yüzde altmışın kaçı erkek merak ediyor insan. Sorun değil, ne de olsa cennet anaların/kadınların ayakları altında değil mi, bu fani dünya da erkeklerin ayakları altında olsa ne fark eder? Yüzde altmış mutlu bu ülkede! “Dekolte Giyenlere Tecavüz” diye kürsüsünden haykıranlar, köşelerinde su testisinin kırılmasından ve muhalif kadınlardan “çirkin” diye bahsedenler mutlu! Azınlık olmanın gururunu yaşıyoruz büyük bir mutsuzlukla bir kez daha! Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü kutlarken bu mutsuzluğu bizlerle paylaşan, sanatıyla yalnızca ülkemizin “erkekliğini” değil tüm dünyanın “erkekliğini” yerle bir eden sanatçımız Şükran Moral’la yaptığımız söyleşiye çağırıyoruz mutlu mutsuz herkesi! Kadınlarımıza adadığımız bu ayki çalışmalarımızda değerli bilim insanı Nevzat Yüksel, kadınlarımızı niçin koruyamadığımızı araştırıyorken yazarımız Özgür Keşaplı Didrickson Alaska semalarında Sabiha Gökçen’in izini sürüyor. En büyük destekçilerimizden ressam, yazar Ümran Bulut ise karikatürün üstadı Turhan Selçuk’u anıyor aramızdan ayrılışının birinci yılında. Şiir bölümümüzdeyse büyük usta Şükran Kurdakul’un dizelerine yer veriyoruz. Sinema yazılarımızda 2000’li yılların politikasının Türk sinemasındaki karşılıklarına değindiğimiz yazı dizimizi Levent Semerci’nin yönettiği Nefes filmiyle sonlandırırken yazarımız Selin Süar, Darren Aronofsky’nin 2


yönetiminde Natalie Portman’a Oscar kazandıran, Siyah Kuğu’yu derinlemesine ele alıyor. Ayrıca birbirinden dikkat çekici deneme ve şiirlerimizle bu ay karşınızdayız. Sanat ve aydınlanmayla birlikte mutsuzluğumuzun dümenini mutluluğa kırmak dileğiyle… Azizm’in Notu: Bu aydan itibaren sitemizin ana menüsünde, örgütümüzle ve örgütümüze katkı sağlayan tüm destekçilerimizle ilgili haberlere, gelişmelere yer vereceğimiz/vereceğiniz “Azizm Haber” bölümümüz yer alacaktır. Eleştiri ve görüşlerinizi bekliyoruz. Nisan ayı güncellemesi içinse dilediğiniz konuda inceleme, deneme, eleştiri, şiir, öykü, fotoğraf, karikatür, resim ve videoyu 7 Nisan 2011 tarihine kadar editörlerimize iletebilirsiniz.

www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat

Ön Kapak: Siyah Kuğu (2010) – Darren Aronofsky Arka Kapak: Siyah Kuğu-Kamera Arkası (2010) – Darren Aronofsky

3


İçindekiler Kadınlarımızı Niçin Koruyamıyoruz – Nevzat Yüksel

s.5

Atatürk’ün Ma(ne)vi Kızı: Sabiha Gökçen – Özgür Keşaplı Didrickson

s.8

Birkaç Karikatür Yeter – Ümran Bulut

s.16

Şükran Moral ile Söyleşi – Onur Keşaplı

s.20

Bu Tabloyu Martın Sekizinde Yaptım (karikatür) – Mustafa Bilgin

s.27

Dişiliğin Metamorfozları: Siyah Kuğu – Selin Süar

s.28

2000’li Yıllarda Türkiye’deki Politik Düşüncenin Sinematografik Sunumu (5): Nefes – Onur Keşaplı

s.39

Aşk’a Dair (Şiir) – Ali Çetinkaya

s.46

Ayağa Kalkıp Tanyerine Doğru Koşma Zamanı – Özgür Keşaplı Didrickson

s.49

Tarihe Dair – Duygu Yılmaz

s.55

Ütopya (Şiir) – Abdullah Rıdvan Can

s.57

Yaşamı ve Yapıtlarıyla Şükran Kurdakul – Duygu Yılmaz

s.58

Karaktersiz (1) – Gökhan Baykal

s.64

Kâbus Oturumları – Melih Öncel

s.67

Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! – Mustafa Balbay

s.70

4


Kadınlarımızı Niçin Koruyamıyoruz? Nevzat Yüksel “Son 7 yılda kadın cinayetleri % 1400 arttı. Adalet Bakanlığı istatistiklerine göre Türkiye’de günde ortalama 5 kadın öldürülüyor.” 11.2.2011, Cumhuriyet. Cumhuriyet’in haber haline getirdiği kadın cinayetlerindeki artışı, bir ruh hekimi olarak, toplumdaki genel eğilimlerdeki değişimlere bakarak insan ilişkileri açısından incelemek isterim. Yukarıdaki bilgiler ülkemizde, tutum olarak kadına yönelik saldırganlığı (agresyon) açıkça göstermektedir. Son 7 yılda kadınlara karşı saldırganlıkta açık bir artış olmuştur. Bu artışın nedenlerini bu dönemde aramak gerekir. Şiddet, insana ait özelliklerden biridir. Açık tehdit ve güç kullanımı ile birliktedir. Çevreyi kontrol etme ve hükmetme amacı taşır. Başta öldürme olmak üzere çevreye ve kendisine zararlı her türlü davranış bu gruba konulabilir. Bu zararlar genellikle fiziksel olmakla birlikte fiziksel yaralanmanın her zaman olmadığı, ırza geçme, çocuklara sarkıntılıklar gibi temelinde şiddet olan davranışlar da bu grup içine sokulabilir. Bunlar dışında darp, gasp, soygun ve kundaklamayı da içerir. Ancak bunlarla sınırlı değildir. Hangi davranış biçiminin gösterileceği büyük ölçüde o kültür ve kişisel yetiştirme biçimlerinde gizlidir. Saldırganlık ise daha kapsamlı bir kavram olarak bir tutumu ifade eder. Duygular ve düşünceler de bu kavram içindedir. Saldırgan davranış sözel ve fiziksel olabilir, şiddeti içermekle birlikte onunla sınırlı değildir. Bir objeye yönelebilmekle birlikte hiçbir şeye yönelmemesi de olasıdır. Saldırganlık doğumsal bir insan eğilimi olup, eğitim, kültür, sosyal etkenler vb. gibi birçok nedenden etkilenir. Psikiyatride ayrı bir tanı kategorisi olarak yer almaz. Yani saldırganlık ve şiddet davranışı tek başına bir insana tanı koymak için yeterli değildir. ŞİDDET HASTALIK MI? Saldırgan davranışa neden olabilen çok sayıda hastalık bulunmakla birlikte, şiddet davranışının bir hastalığın semptomu olma zorunluluğu yoktur. 5


Genellikle bu davranışlar bir amaç ve isteğin engellenmesi ile ortaya çıkarlar. Ancak bu özgül düşünceler, duygu ve eylemler her zaman açık olmayabilir. İzlenen öfke ve saldırganlığa karşın bunun her zaman mantıklı bir açıklaması olmayabilir. Saldırganlığa her zaman açık bir eylem eşlik etmeyebilir. Bazen de bu tür duygular, tamamen bastırılarak ruhsal kökenli fiziksel (psikosomatik) belirtilerin ortaya çıkmasına neden olabilirler. Freud, agresyonun insanın kaçınılmaz, içgüdüsel bir parçası olduğunu düşünmüştür. Teorik olarak sağlıklı işlev gören bir benlik, cinsel dürtülerle olduğu kadar saldırgan dürtülerle de baş edebilir. Kültür dürtüleri kontrol edebilmeyi kolaylaştırabileceği gibi zorlaştırabilir de. Aile ortamı şiddetin sık görüldüğü bir ortam olup aynı anda gelecekteki şiddet davranışı için kültür ortamı ve örnek oluşturur. Çocuklardaki şiddetin en etkin belirleyicisi, ailenin şiddet davranışını, çatışmaları çözmede bir yol olarak görmesidir. Sokak kavgaları, çatışmaları çözmede şiddeti ne kadar çok kullandığımızın kanıtıdır. Ataerkil toplum ve erkek egemenliği, kadını kontrol etmeyi temel amaç olarak görmektedir. Tarih boyu süregelen eğitim ve çocuk yetiştirme biçimlerimiz kadınları ve kız çocuklarını sıkı biçimde denetleme ve kontrol etmeyi erdem saymaktadır. Evde verilen sorumluluklar ve kural haline gelmiş rol paylaşımı da kontrolün sürmesini sağlamaktadır. Ahlaki değerlere uyumda erkek ve kız çocuklarından beklenilenler önemli ölçüde farklıdır. Kontrol görevleri büyük ölçüde baba tarafından yapılmakla birlikte buna sık olarak erkek kardeş de katılmaktadır. Gazete haberlerinde erkek kardeşleri tarafından öldürülen kızların haberleri de ön sıralarda yer alıyor. Psikososyal gelişim süreci boyunca erkekler korunmakta, kızlar ise hizmetçi gibi görülmektedir. Yerleşmiş gelenekler de bu durumun katı biçimde sürmesine neden olmaktadır. Örneğin kızların kısmeti çıkar, erkeğin kısmeti çıkmaz. Kız istemeye gidilir, erkek istemeye gidilmez. Kız ve erkek anlaşarak evlenmeye karar verseler bile kız isteme töreninden vazgeçilmez. Evlenince kadınlar işten ayrılır, erkekler ayrılmaz. Yemek yapma kadın işidir. Bazı işlere başvurmak kadınların aklından geçmez. Böylece kızlara vazgeçemeyeceği toplumsal roller hatırlatılır, deyim yerinde ise hadleri bildirilir. DİNSEL BASKILAR 6


Önemli siyasi çalkantılar yaşayan ülkemizde başörtüsü de bir özgürlük gibi sunulmaktadır. İnançları gereği başörtüsü kullanma adı altında kadınlar erkekler tarafından denetlenmektedir. Örtünmenin mantıklı dini bir temel olmamasına karşın kadının cinsel nesne olarak görülmesine bağlı olarak din adına kadın kontrol edilmeye çalışılmaktadır. Kadın cinsel nesne ise erkek de öyledir. Neden kadın örtünür de erkek örtünmez? Bunu kimse sormamaktadır. Bu konu o kadar katı biçimde savunulmaktadır ki, gerçekte denetim ve esaret aracı olan örtünme kişisel özgürlük gibi sunulmaktadır. Alınan eğitim de bu denetim düzeneğinin altındaki kontrol isteğini görmeyi engellemektedir. Örtünme ve başörtüsü siyasal bir meta haline gelmiştir. Bazı siyasi gruplar başörtüsü ile beslenmektedir. Son yıllarda ülkemizde dini eğilimler ve kadını daha çok kontrol etme eğilimleri devlet politikası haline gelmiştir. Bu eğilimler özdeşim düzeneği ile hemen halkın davranışına da yansımaktadır. Toplum muhafazakârlaşmıştır. Erkeklerde kadınları daha çok kontrol etme, onları daha çok alınır satılır bir nesne gibi görme düşüncesi artış göstermiştir. Kadınlarda da eskiye göre kendi seçimlerini ön plana alma eğiliminin artması erkekte kontrol kaybı kaygısını arttırmıştır. Bu da bir nesne olan kadın bedeni üzerindeki hakkını kullanan erkeğe, kadın bedeni üzerinde tasarrufta bulunma ve öldürme cesaretini vermektedir. Yasalarda yer alan ve kadınları koruyan kurallar, toplumdaki genel eğilimlere ve devlet politikalarına uymuyor. Uygun yasalarımız var. Uyan yok. Bu politikaların sürmesi halinde kadın ölümlerinin giderek artacağını da bekleyebiliriz.

7


Atatürk’ün Ma(ne)vi Kızı: Sabiha Gökçen

Özgür Keşaplı Didrickson

Sabiha Gökçen Kuşlar gibi değil ama uçabiliyoruz. Ayaklarımızı yerden kesip mavinin yapabiliyoruz. Kocaman uçaklarda ya da yamaç paraşütüyle. Kalabalık ya da yalnız. Gökyüzüne yaklaşıyoruz. Kuşlar gibi değil ama uçuyoruz yine de, mavinin içinde. Çağrışımları güzel şey uçmak. Özgürlük, cesaret… Kimimiz en güvenli yolculuk biçimi olmasına rağmen hala korkuyoruz uçmaktan. Anlaşılır, ayaklarımız yerden kesiliyor. Kaza az olsa da, sağ çıkan pek olmuyor. Bir uçak yolcusu olmak bile cesaret isteyebiliyor. “Pilotlar cesur insanlar “ deseler itirazımız olmaz. Cesaret istiyor uçmak.

8


Ya 1930’ların Türkiyesi’nde uçmak? Bir uçağı uçurmak? Daha yakında bir belgesel kanalında Alaska’nın küçük uçaklarını uçuran pilotlarla ilgili bir program başladı. Alaska’nın çetin doğasında küçük uçaklarla başarıyla uçmak hala hayranlıkla izlenen, cesaretle anılan bir şey. Coğrafi koşulları Alaska kadar zorlamayacak yerlerde de uçsanız 2011’in teknolojisinden yoksun 1930’larda uçmak kimbilir ne kadar cesaret isteyen bir şeydi? 1930’ların Türkiyesi’nde tabii ki bu cesareti gösterenler vardı. Bunlardan biri mavi bir kadındı. Bu topraklarda gökyüzüne yaklaşan ilk kadındı. Atatürk’ün mavi kızıydı. Adı Sabiha’ydı. Soyadı Gökçen.

Gökyüzüne yaklaşan 3.mavi kadın olsaydı da öyküsünden aynı derecede etkilenirdim. Türkiye’nin 2.,3.,7., 33. kadın pilotlarını da saygıyla selamlayarak bu mavi kadının öyküsünden beni etkileyen bir iki noktaya değinmek isterim. Sabiha Gökçen’in fotoğraflarını ilk ne zaman gördüğümü hatırlamıyorum ama ben o fotoğraflardan ve sessizce anlattıklarından çok etkilenmiştim. Belki de ilk o fotoğraflarda görüp tanımıştım Sabiha Gökçen’i. Türkiye’nin ilk kadın pilotu olduğuna göre güçlü, cesur, öncü bir kadın olduğu belliydi ama ben aynı zamanda çok güzel, zarif ve vakur bir kadın görüyordum o fotoğraflarda. O yılların koşullarında ve üstelik savaş pilotu eğitimi alan bir kadın daha başka türlü de görünebilirdi sanki. Yüz çizgileri daha sert olabilirdi mesela. Bu da 9


etkilemişti beni. Belli ki Kurtuluş Savaşımızın haklılığından, destansı yapısından da izler vardı o fotoğraflarda. Sabiha Gökçen sadece kendini, kendi özgür, cesur öyküsünü değil Türk kadınını, Türk kadınının özgürlüğünü ve geleceğini temsil ediyordu. O fotoğraflardan etkilenmemek olanaksızdı.

Tarihe ismini yazdıran pek çok büyük isim gibi Sabiha Gökçen’in öyküsü de başından beri içinde taşıdığını gizil gücün başarısında ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Sabiha Gökçen henüz 12 yaşındayken, Bursa’yı ziyaret etmekte olan Atatürk’ü görmeye gidebiliyor. Belli ki cesareti, kararlılığı, okuma isteği ile Atatürk’ün dikkatini hemen çekebiliyor. Sabiha Gökçen’in öyküsü belli ki Atatürk onu evlat edinmeden önce başlıyor. 10


Atatürk’ün bu güçlü manevi kızına, soyadı kanununun çıkmasından sonra ama bu kararlı kız havacılıkla henüz ilgilenmemişken “Gökçen” soyadı vermiş olması da çok etkileyici. İçinde o yıllara özgü pırıltıyı taşıyan bir rastlantı. Bir bilim dergisinde okuduğumu hatırladığım gibi doğduğu gün ölen bazı büyük isimlerden biri olması da (22 Mart 1913 – 22 Mart 2001). 1936 yılında henüz 22 yaşındayken ilk uçuşunu yapan Sabiha Gökçen’in daha bir sürü önemli, ülkemizi gururlandıran başarısı olmuş. “Dünyanın ilk savaş pilotu” unvanını kazanması (bunun yerine “çatışma” teriminin niçin kullanılmadığını merak ediyorum), dünya havacılık tarihine adını yazdıran 20 pilottan biri ve bu listedeki tek kadın olması gibi. İçinde “ilk” kelimesi geçtiği için bunlar en önemlilerinden sayılabilir ancak ben 1938 yılında tek başına Balkan turuna çıkmasından etkileniyorum en çok. Türk kadınını ve Türkiye’yi cesaret isteyen bir barış uçuşunda başarıyla temsil edişini. Onu yolcu eden, haberlerini heyecanla bekleyen, turda ziyaret ettiği başkentlere tek tek başarıyla indiğinde rahatlayan, gururlanan, onu örnek alan kadınların öykülerini de merak ediyorum. Ancak merak ettiğim ve ne yazık ki yazımın dilini, tonunu değiştirecek bir şey daha var. Bize bunca gurur yaşatan bu öncü Türk kadınının adını taşıyan bir havaalanına niçin ancak ölümünden 2 ay önce, kavuşabildi ülkemiz? Üstelik Sabiha Gökçen 88 yaşına dek yaşamışken! Biz nasıl bu denli vefasız olabildik? Nasılsa her yere “ Atatürk” ismi vererek, yakamıza Atatürk rozeti takarak Atatürk’ün mirasçısı olmayı hak etmediğimiz ortada. Niçin mesela İstanbul’ın ilk havaalanının adı “Sabiha Gökçen” yapılmadı? Türkiye Cumhuriyeti’nin Türk kadınına saygısını, onun uygar, özgür konumunu (şimdi böyle olmadığı kesin ama en azından kurulduğunda özlenen bu değil miydi?)dünyaya ve ondan da önemlisi tarihine yabancı halka hatırlatmak için çok iyi olmaz mıydı? Atatürk de kesinlikle böyle olmasını isterdi bence. Bu soru yıllarca çok kurcalamıştı kafamı ama nedense bazı kişi ve kurumlara sormamışım hiç. Bu da benim ayıbım. Acaba gerçekten başka bir nedeni mi vardı bu geç kalışın bilemiyorum. Mesela İstanbul olmadıysa da neden Ankara havaalanına verilmedi Sabiha Gökçen’in ismi? Hele İzmir’in havaalanına “Adnan Menderes” isminin verilmesini anlamam mümkün değil. Bizi 11


havacılıkta tüm dünyada onurlandıran bir öncü Türk kadını dururken nasıl olur da İzmir gibi aydınlıkla anılan bir şehre ülkemizi karanlığa götüren isimlerden birinin adı verilebilir? Adnan Menderes’in idam edilmesini bir hata olarak algılıyorsak bu iyi, ancak bir tür özür mü dilenmek istenmiştir kendisinden havaalanına ismi verilerek ölümsüzleştirilerek? Vefayı bilmiyoruz ama tuhaf yanlışları tuhaf özürlerle kapamaya çalışmakta üstümüze yok. Sabiha Gökçen’in öyküsü benim için “ilk”lerle ilişkimiz açısından da çok önemli bir örnek. Aşağılık kompleksine sahip bir toplum olduğumuzu söylersem çok yanlış olmaz herhalde. İnsanlarımızın çoğu büyük sanatçılarını, bilim insanlarını vs. tanımadığı için her önemli şeyi, her büyük başarıyı ilk önce ve sadece yabancılar yapıyor sanıyor. Kendi değerimizi bilmiyoruz. Sanatçılarına, bilim insanlarına ve bu örnekte olduğu gibi Sabiha Gökçen’e layık olduğu değeri vermeyen vefasız bir ülkenin halkı, biraz da eğitimsiz ise böyle hissetmeye mahkûm oluyor. Belki daha vefalı olabilseydik kendilerince “sıra dışı“ olan bir Türk veya Türk kadını görünce tuhaf şaşırma nöbetleri geçiren yabancılarla da daha az karşılaşırdık. Bir kısmımız önemsiz konularda ve/veya doğru olmayan nedenlerle “sıra dışı” bir Türk, bir şeyi “ilk” yapan Türk sayılınca seviniyor. Oysa ve ne iyi ki Türkiye’de bazı şeyler, hem de çok önemli şeyler ilk kez, kendimizi pek modern saydığımız bu zamanlarda yaşanmadı. Ne iyi ki Türkiye’nin ilk kadın pilotu Sabiha Gökçen mesela 1966 yılında değil, 1936 yılında uçtu. Saçma nedenlerle bir şeyi “ilk” yapan Türk olmayı “göklere” çıkarırken asıl göklerde yazılmış bir ilki ve benzer gerçek “ilk”leri unutmamız ya da yeterince değerlerini bilmememiz gerçekten çok üzücü. Elbette Türk Hava Kurumu başta olmak üzere pek çok kişi ve kurum Sabiha Gökçen’e saygıda ve değerbilirlikte kusur etmemişlerdir. Ben sadece kendi duygularımı dile getirmek istedim. Belki bilgi eksiğimin olduğu noktalar vardır ancak ne kadar düşünürsem düşüneyim Sabiha Gökçen isimli bir havaalanından bir uçağın kalktığını ancak aramızdan ayrılışından 2 ay önce (bunu tam teyit edemedim ama açılıştan kasıt uçuşların yapılması ise böyle yazabilirim sanırım) görmesini ülkemizin bir ayıbı olarak değerlendiriyorum. Sabiha Gökçen isminde bir havaalanı açma girişiminde bulunan ve Atatürk’ün mavi kızı hayata gözlerini yummadan bu projeyi tamamlayarak onu 12


onurlandıran kişi ve kurumlara teşekkür ederim. Sabiha Gökçen Havaalanı yetkilileriyle bu yazıyı yazmadan bir süre önce yazıştım. Benimle çok yakından ilgilendiler, kendilerine teşekkür ederim. Bu yazıyı daha kapsamlı bir araştırma sonrası yazmayı düşünüyordum ancak Mart ayında yazmam gerektiğini fark edince havaalanı yetkililerinin nazik yönlendirmelerine rağmen bazı konuları öğrenmem mümkün olmadı. Örneğin Sabiha Gökçen’in havaalanı hakkındaki duygu ve düşüncelerini, açılışla ilgili anı ve fotoğrafları çok merak etmiştim. Sabiha Gökçen Havaalanı’nın sayfasında “Sabiha Gökçen kimdir?” bölümü var (http://www.sabihagokcen.aero/sabiha_gokcen_kimdir)Belki bu sayfada bu tür bilgilere de yer verebilirler. Bir de her yıl 22 Mart’ta Sabiha Gökçen’i nasıl andıklarını sormuştum. Sergi, belgesel gösterimi gibi etkinlikler içeren anma programları düzenliyorlarmış. Belki bir 22 Mart’ta Atatürk’ün mavi kızının adını taşıyan havaalanında ayaklarınızı yerden kesip gökyüzüne yaklaşmak istersiniz…

13


Alaska’da Uçuş 14


Ben ise ancak deniz ve hava yoluyla ulaşılan bu Alaska şehrinde, içine pilotla birlikte ancak 6 kişi sığdığımız uçaklarla gökyüzüne yaklaştığım, hatta bu uçakları gördüğüm her an Atatürk’ün mavi kızını düşünüyorum. Mümkün değil ya, bir gün deneyecek olsam bile “ilk Türk kadın pilot” olamayacağım için ve mümkün değil ya, “Alaska’da uçan ilk Türk kadın pilot” olmak istesem bana güç vereceği için kendisine çok teşekkür ederim. Anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

15


Birkaç Karikatür Yeter Ümran Bulut

Turhan Selçuk Turhan ağabey, geçenlerde özgür kadını çizdiydiniz...

Kadın özgürleşiyor! Erkek gözünden kendini nasıl koruduğunu sergiliyor. Başını sarıp sarmalamış kadın, kız, çoluk çocuk. Koruyorlar kendilerini. Etekleri ise terelelli, belli ediyor durumları!

16


Turhan Selçuk Sergisi’ndeyiz. Olanca yalınlık özellikle açık koyu çizgilerle zenginleşen etkileyici çizimler hepimizin aklına kolayca kazınıyor. Bir Turhan Selçuk işi dendiğinde, bildiğimiz tanıdığımız o estetik seçkinin, o anlatımın, o edebiyat ağırlığının çizginin özgün kullanımı ile ne denli güçlü karikatürlerde yaşadığını görüyoruz.

Serginin adı, “Aydınlanmanın Bilgeleri Anısına Turhan Selçuk Sergisi” İmoga’da, İstanbul Grafik Sanatlar Müzesi’nde 8-30 Mart 2011 tarihleri arasında. İzliyoruz. 40 adet karikatür karşısındayız. Her birinde ayrı bir durum var. Türkiye var. Dünya var. Özgürlük güvercini, kitapların içinden çıkıp nasıl da açılıyor engine. Heyhat! Diğerinde insan en dipte. Mahvolmuş bir zavallı, zorluyor çaresizliği, bir diğeri öpüyor etekleri... Abdülcanbaz’a yaklaşalım. O, iyi biri. Kah Çinli olur, kah Fransız; hep insanı, sosyal düzeni, adaleti savunur, çalışanın yanındadır; ne iyi ki, hep yaşar, hep bizimledir. Bir bakarız neşeyle şapkasını çıkarmış, bisikletinde geziyor. Mutlu oluruz. Gün gelir kara mizahın 17


en doruğundadır. Gözlüklü Sami’leri alt eder. Ezer geçer olumsuzluğu, kötüyü, çirkini. Düşünürüz, sorar, sorgularız ve içimizdeki Abdülcanbaz’ ı hep koruyalım deriz.

Abdülcanbaz evrenseldir, çok iş yapar, dürüstlüğün timsalidir ve kolayca okunur.

Turhan Selçuk’un sonraları geliştirdiği dili de tıpkı onun gibi rahatça paylaşılan bir dil oldu. Yalın ve çok güçlü bir dil bu. Toplumsal tarih çizimi olduğu kadar, günlük alavere dalaverenin da bir dökümü. Doğu’dan Batı’ya hepimizi kavrıyor. Yazarlar boşuna demiyor: “Biz sayfalarca anlatıyoruz, Turhan ağabey de aynı şey, hem de daha etkileyici biçimde birkaç çizgiyle karşımızda!”

Elimizde Turhan Selçuk’tan onlarca karikatür var. Dinin dini imanı sanki para, koltuğun, şanın şöhretin ise sanki yalan dolanmış. Yalan dolanmış da, insanlar fır döndü olmaktan bir yerde duramıyorlarmış. Hiddet her yerdeymiş. Öncelikle lafta sözde barınıyormuş. Önü alınamaz bir şaha kalkıştaymış. Pervasız konuşan gibi, sözü sakıncasız kullanan da ödüllendiriliyormuş. Şiddet de öyle, sanki her daim kullanılanmış, en geçerli olanmış. Olanmış da, diktanın en keskin gücü oluyormuş. Bir dil bu. Bir dil, bir karikatür yetiyor bu özeti okumamıza.

Turhan Selçuk F. Goya’yı hep sevmiştir. İnsanın kıyımına karşı duruşunu özümsemiştir. Onu insanlık adına düşünen ve aydınlanmayı savunan bir sanatçı olarak tanır.

G. Grosz Alman, H. Daumier ünlü Fransız ressam. Grosz’un dünya savaşlarını ve zulmü anlatan karikatürlerinde özellikle nazi subayları vardır. Almanya’nın bir dönemini, Hitler’i ele alan bu yapıtlarda bazen askerin yaşadığı zorluklar bazen de açlık, acı ve sefalet en yırtıcı kızgınlıkla yer alır. Ezilenler ayaklar 18


altındalar, yaşama şansları hiç yok! Kapitalizmin vahşi düzeninde zavallı halkın savaşının lafı bile olamıyor. Sonuçta Grosz’un çizgileri bize sadece alt üst edilen düzende yaşanan acıyı ve felaketi anlatır.

H. Daumier’ye ise daha genel bir dilde uğraşıyor. Toplumsal yetersizlik, düşkünlük, gericilik, adalete duyarsız kalış, zayıf bir hükümetin beceriksizliği gibi yerel olaylardan yola çıkıp insanın kaderine boyun eğmemesini anlatan çizimleri ile tanınıyor. Mahkeme salonlarında dolaşıyor, yargıçları belgeliyor. Politik içerikli olanlarla burjuva toplumunun göreneklerini eleştiriyor. Fransız kralını doymak bilmeyen bir dev biçiminde çizdiğinde ise hapis cezasına çarptırılıyor. Sonuçta haksızlıklara karşı duruşunu savunmasına karşın mahkûm edilen Daumier çizmekten hiç vazgeçmiyor.

Daumier’ nin birkaç karikatürü yetmiş hapis olmasına, Turhan Selçuk’un ise birkaç karikatürü doğala, güzele ve sevgi dolu yüreğini okumamıza da yetiyor. Politik tavrını, haksızlıklara karşı direnişini, devrimci ruhunu gösterdiğinde, yanlışı, haksızlığı çizdiğinde eleştiri bombardımanına tutuluyor. Defalarca gözaltına da alınıyor, Balmumcu Kışlası’nda işkence de görüyor. Kaburgalarını kırıyorlar ustanın...

Turhan Selçuk’un yargılanmaları hayatı boyunca süregitmiştir. O ise her defasında daha da güçlenip kalemini iyice bilemiştir. Çünkü o doğrudan yanadır, bir insan hakları savunucusudur.

19


Şükran Moral ile Söyleşi Onur Keşaplı Bundan birkaç ay önce güncelleme mesajlarımıza kısa ama insana garip bir güç ve güven veren bir tebrik mesajı aldık. "Şükran Moral" imzalı bu mesajdan sonra hemen "düz adam" hesabı internette arama yaptık ve karşımızda sanat eğitimleri almış olmamıza rağmen görmeye pek de alışık olmadığımız sanatsal yaratımlar çıktı. Utancın da verdiği etkiyle bu sıra dışı, kalıplaşmış değer(!) yargılarını kıran sanatçının eserlerine daldık. Bu araştırma bizi kadınlar karşısında bocalayan erkek hamamına, bir modern sanat hatta belki post modern sanat merkezine dönüşen bir geneleve, aslında farkında olup somutlaştıramadığımız "kutsal aile" masasındaki şiddete ve kadınların sorunlarının tümüne götürdü. Daha o zaman Şükran Moral'la söyleşi yapmayı kafaya takmıştık. Artık zamanı geldi derken, ülkemizde sanat eğitimizi aldıktan sonra sanatıyla ülke sınırlarımızı çoktan aşan, özellikle video ve performans sanatlarında dünyanın önde gelen isimleri arasına adını yazdırmış Şükran Moral'ın çok ciddi ölüm tehditleri alması sonrası Roma'ya yerleştiğini öğrendik. Kendisine e-posta yoluyla ulaştık ve yine e-posta yoluyla bize zaman ayırıp sorularımızı yanıtladı. İyi okumalar...

Ortaya koyduğunuz sanat yalnızca bizim toplumumuzun değil dünya halklarının da alışageldiği sanattan ayrılıyor. Bazı kesimlerce bilinen her şeyi altüst ettiği, kitlelerin inandığı değerleri bozguna uğrattığı 20


düşünülüyor. Öncelikle siz buna katılıyor musunuz ve Şükran Moral’ın öğrencilik yıllarında sanata yönelmesinde neler etkili olmuştur? Performans sanatının şu andaki aşaması dünya sanat tarihinde de daha yeni yeni anlaşılıyor. Küçük bir sanat çevresi ancak bunu anlayıp, hazmedebiliyor. HERKES KENDİ KÜLTÜRÜRÜ çerçevesinde anlayabilir. Bir öğrencim Marina Abramoviç‘in iskeletle olan performanstaki ilk sorusu şu oldu “neden çıplak?”, “giyinik olsa olmaz mıydı” diye. İnanılmaz hiç o gözle bakmamıştım. Neden çıplak Davit heykeli de, Boticelli’nin Venüs’ü de çıplak. Bu bir kültür meselesi. Aydınlanmanın yani Rönesansın başlangıcınde sanat tarihine bakıldığında Batı, çevreyi tanıyarak perspektifi, vücudu tanıyarak anatomiyi buldu. Bizde bu kavramlar ne zaman başladı? Öğrencilik yıllarında sanata yönelmemin birçok nedeni var, ama çok meraklı ve hassas bir çocuk olmamdı. Aynı zamanda haksızlığa tahammül edemeyişim.

Sizle ilgili araştırma yaptığımızda herkesin sizi ve sanatınızı farklı nitelemelerle yorumladığını görüyoruz. Siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz; feminist, radikal, ateist, avangart veya bunların dışında bir niteleme? Bunların hepsi de bir arada doğru olabilir. Kendimi sadece sanatçı olarak nitelendiriyorum, o kadar.

Türkiye’de sanata yaklaşım ve Avrupa’daki sanata yaklaşımın farkları nelerdir? Bu farkta, ülkemizde, burjuvazi yerine belli bir dünya görüşünden ve estetik gözden uzak salt zengin sınıfımızın olmasının bir etkisi var mı? Para birikimi yetmez bir de kültür birikimi olacak ki sanatçıyla sağlam bir diyalog kurulsun. Yoksa moda şeylerin peşinde koşulur. Bizde de az olmakla birlikte yavaş da olsa bir uyanma var. Türkiye’nin de Medici ailesi olabilir.

21


Türkiye’de sanatçıların yalnızca “sansasyonlarla” veya siyasilerce saldırıya uğrayan eserleriyle gündeme gelmelerini neye bağlıyorsunuz? Ülkenin kültür-sanat gündeminin yasaklanan resimler, yıkılan heykeller, kuma gömülen tarihi eserler ve basılan galerilerden arınmasının bir ihtimali var mı sizce? Sanat genelde geniş kitlelere yayılmaz. Andy Warhol gibi sanatçılar çok az çıkıyor. Ama bazen sansasyon da çıkabiliyor. Duruma göre değişir tabii. Sanatın yasaklanması çok ilkel bişey. Sanat her zaman kalır, yasakçılarsa gidici. Bu arınma yine bilinçle ilgili. Sanılmasın ki kültürden ayrı bir ekonomik gelişme olur. Öyle olsaydı Arap ülkeleri bugüne düşmezlerdi. Kültürü olmayan parayı ne yapacağını bilemez.

Gazete/dergilerin ve özellikle internette haber sitelerinin porno siteleri aratmayan içeriklere sahip olduğu bir ülkede cinselliğin sanatla birlikte var olduğunda en ilerici geçinenlerden bile tepki toplamasını neye bağlıyorsunuz? İşte bunun cevabı çok uzun. Nedenleri uzun. İleride bu olayı kitap haline getirirsem bunun cevabını kısmen verebiliriz. En azından bir sanatçı savaş resmi çiziyorsa savaşı savunur anlamına gelmez. Yani bunu dahi açıklamak zorundasın. Beğenmediğin şeye hakaret etmek, onu hedef göstermek çok ilkel bir davranış. Tarihin kara sayfasında çok güzel yerlerini alacaklar.

“Kadın olmak” yani “ötekilerin” en büyüğü olmak sizde ve sanatınızda nasıl bir karşılık buluyor? Öteki olmak demek toplumun seni ezdiği alanlarda yüzmen ve onun bilincine vararak sanatınla cevap vermendir. Ben bir sanatçıyım ama toplum sana kimlik olarak kadın, eşcinsel, Çingene, siyah tenli, deli, fakir diye de bakabiliyor.

22


Jinekoloji Masası – Video Performans

Eserlerinizden belki de en çok konuşulanlar; “Jinekoloji Masası” adlı video performans eseriniz ve “İşte Suçlu” isimli fotoğraf çalışmanız, yani kadının doğurganlığına, hayat vermesine, vajinaya dair çalışmalar. Bu kadar doğal, insani ve gerçek bir olgunun bu denli dikkat çekmesini, ilgi görmesini ve tepki topluyor olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu durum sizin sanatınızı ne ölçüde etkiliyor? Kadın düşmanlığının sonu yok. Sanat tarihinde de kadın sanatçı çok az, erkek sanatçıların yaptığı cinsel organ yorumları bu denli tepki almıyor. Kadını sanatçı olarak kabul etmemekten de kaynaklanıyor. Bu beni etkiliyor, tabiki sanatıma da yansıyor, ilham kaynağım.

23


Terni/Bir Türk Kızının Gerçek Hikayesi – Performans

Bir anlamda, olabildiğince “biriciklik” özelliğini sürdüren performans sanatlarında, izleyicinin sanat eserinin şekillendirilmesinde etkisi olduğunu düşünüyor musunuz? Sizin sanat evreninizde seyircinin/izleyicinin konumu ve önemi nedir?

24


Performans sanatının tarihini bilenler kadın performns sanatçısının başarısını onun fiziksel acıya dayanabilmesiyle değerlendirdi genelde ve çok acı çektiyse sadık bir şekilde o sanatçıyı sevdi, onayladı. Ben bir yerde bundan ayrı yeni bir şey deniyorum, fiziksel acı gösterisinden çok, toplumsal iki yüzlülükleri açığa çıkaran performanslar yaptım ve birçoğu seyircinin tavrıyla eşdeğer gelişti. Onlar ‘tükürelim bu sanata’ diyerek kendi yapılarını, kimliklerini ortaya koymuş oldular. Birileri, “Şükran Moral, ‘benim sanatımı beğenmeyen tükürebilir’ demiş“ diye yalan söyleyerek beni tenkit ettiğini sanabilir ki bunu yaptılar da. O zaman, ‘göster, nerede?’ dedim, cevap veremediler. İkincisi, bu sanatı anlamayan görmeyen insanlara beni hedef göstererek nefret ortamı yarattılar. Dünyanın hiç bir yerinde sanatçıya bu şekilde yaklaşılmaz; tetikçiler bunlar... Ayrıca kendileri de bu olayı görmeden yazdılar.

Siz sanatınızı yaratırken izleyicileri, günlük hayatta belki farkında olmadan sürekli yaptıkları bir eyleme; röntgenciliğe yönlendiriyorsunuz ve hatta onları “röntgenliyorsunuz”. Tacize ucundan kıyısından ama mutlaka bulaşmış kalabalıkları taciz etmeyi özellikle mi amaçlıyorsunuz? Bu tarzınız karşısında “laik” Türkiye’nin ve “laik” İtalya’nın(Avrupa’nın) tepkileri nasıldı? Yaptığım olaya bağlı sanatçı olarak tabiki işlerim insanları sarssın isterim bu doğal. Ayrıca genelleştirmeyi sevmem, bazen bizim seyirciye bayılıyorum çünkü çok heyecanlılar, Her şeye çıplak mı değil mi diye bakmaları da yorucu. Avrupa seyircisi bu tür performansı çok problem yapmaz, tabi ki onlarında cahili çok.

Türkiye’de sanat eğitimi ve çağdaş sanatın ülkemizdeki geleceğini nasıl görüyorsunuz? Umarım iyiye gider ne diyebilirim?

25


Son olarak Türkiye’ye dönmeyi düşünüyor musunuz ve önümüzdeki dönemde sizi hangi konularda ve üsluplardaki sanatsal yaratımlarla takip edeceğiz? Hangi insan ülkesinden ayrı yaşayabilir? O kafesin içinde ayrılık performansını yaparken 2003 yılında ülkeme özlemimi dile getirmiştim. Ben hala o kafesin içindeyim… Konularıma bu son yaşadıklarım kesin girecek…

26


Bu Tabloyu Mart覺n Sekizinde Yapt覺m Mustafa Bilgin

27


Dişiliğin Metamorfozları: Siyah Kuğu Selin Süar “Kuğu Gölü” veya orijinal adıyla ‘Lebedinoye Ozero’; Pyotr İlyiç Çaykovski’nin bestelediği dört perdelik bale için yazılmış bir eserdir ve ilk temsili 1877 yılında Moskova’da yapılmıştır. Büyücü Rodhart tarafından kuğuya dönüştürülen Prenses Odette, yalnızca geceleri insana dönüşür ve sonra tekrar güzel bir kuğu olur. Prens Siegfried günün birinde bu kuğuyu takip etmeye karar verir ve gizemi öğrenir.

Büyünün bozulması ise Prensese âşık olan Prens Siegfried’ın, aşkını itiraf etmesine bağlıdır.

28


Bale denince aklımıza ilk gelen eserlerden biri, belki de tek eser olan Kuğu Gölü, prensin aşkını itirafının ardından büyünün bozulması ve mutlu sonla perdenin

kapanmasıyla

bitmemektedir.

Gerilim/dram türlerine

imzasını

başarıyla atan yönetmen, Darren Aronofsky’nin yorumuyla beyaz perdede farklı bir görünüme kavuşan ve psikanalitik alt okumalara temel oluşturan bir eser halini alan, senaryosunu Mark Heyman ve Andres Heinz’ın yazdığı “Siyah Kuğu”nun konusu şu şekildedir:

29


Nina (Portman), New York’ta yaşayan çok yetenekli bir balerindir ve balerinler içinde başarılı olmak için elinden geleni yapmakta, çok çalışmaktadır. Eski bir balerin olan Erica (Hershey), Nina’nın zamansız doğumu yüzünden çok hırslı olduğu baleyi bırakmak zorunda kalmıştır. Annesiyle beraber yaşayan Nina, annesinin kendine yaptığı baskılar yüzünden normal bir çocukluk geçirmemiştir ve her zaman saygılı, çok çalışkan ve kural sahibi olmak durumunda kalır. Oyun yönetmeni Thomas Leroy (Cassel) bir gün, Kuğu Gölü’nde baş balerin olan Beth MacIntyre’ın (Ryder) yerine daha genç ve yeni bir yüzün gelmesine karar verir. Yeni sezonda, yorumlayacağı Kuğu Gölü Balesi’nde hem Beyaz Kuğu’yu, hem de Siyah Kuğu’yu oynayacak tek bir kişiye ihtiyacı vardır. Kuğu Gölü hikâyesi mutlu sonla bitmiyor demiştik... Hikâyede Prenses Odette’in (Beyaz Kuğu) yansıyan görüntüsünün temsili olan Odille (Siyah Kuğu), kötü büyücü Von Rothbart’ın kızıdır. Prens, kendi doğum günü balosunda Odette'e olan aşkını tam söyleyecekken, büyücü gelir ve Odette'i, prensin elinden alır. Ertesi akşam da prensin kutlaması devam etmektedir ve kraliçe, oğluna kızlardan birini seçmesini ve dans etmesini ister. Prensi, istemeyerek kızlardan biriyle dans eder, ancak onun aklı Odette’tedir. Kötü büyücü kendi kızını sihirle Odette'e benzetip baloya getirir ve Prens, Odille’e (sahte Odette) aşkını ilan eder. Odette bu esnada onları dışarıdan izlemektedir ve ikisini de bu şekilde gören Odette, oradan kaçar. Prens, olan biteni bu şekilde anlar ve Odette'in peşinden gider. Odette, bu arada oldukça üzülmüş ve diğer kızların, yani kuğuların arasına karışmıştır. Prens, en nihayetinde kızı bulur ve olanları anlatıp, kızın kendisini affetmesini ister.

30


O sırada kötü büyücü ve kızı gerçek görüntüleriyle göle gelirler ve büyücü, Prens'ten sözünü tutup, kendi kızıyla evlenmesini ister. Prens, Odile ile evlenmektense ölmeyi tercih eder ve Odette'in elinden tutup, onuunla beraber göle atlar. Büyü oracıkta bozulur ve kalan kuğular insana dönüşürler. Büyücü ile kızı Odille’i de suya atarlar ve onlar da Prens ile Odette gibi, gölde boğulurlar. Kuğu Gölü’nün hazin hikâyesinde, kızkardeşinin aşkını çalıp mutlu bitecek olan öyküde tutkusu ve baştan çıkarıcılığıyla Prens’i kazanan Odille’de hainliği, saf aşkın ölümünü, iktidarı ve rekabeti gören Odette, aşkıyla beraber intihar ederek kendini bu siyah dünyadan arındırır.

31


Filmin olay örgüsüne geri döndüğümüzde, Nina’yı yolda yürürken, metroda veya kendisiyle baş başa her kaldığında kendi ikizini gördüğünü zannederken buluruz. Nina’nın hayatı ve davranışları da kendinden ayrı hareket eden imgesinin somut izdüşümü olan Lily’nin ortaya çıkmasıyla değişmeye başlıyor. Nina’da tutkuyu ve rekabeti göremeyen Thomas Leroy, Nina’nın bu rölü oynayamayacağı şüphesiyle Lily’i de yedekte tutar. Leroy’u etkilemeyi başaran Lily, Siyah Kuğu’nun ne kadar karşılığıysa, Beyaz Kuğu da Nina’nın o kadar karşılığı durumundadır.

Senaristler veya yönetmen özellikle mi seçmiştir, bilemiyoruz, ama isimlere bakıldığında bir yanıyla Havva’dan da önce yaratılan, erkekle eşit yaratılan dişi efsanesinde dışlanan öteki olarak ismi dahi anılmayan Lilith’i andıran tonlaması ve diğer yanıyla Latin kökenli olan bir çiçek isminin ‘saflık’, ‘güzellik’, ‘masumiyet’ anlamlarına gelen Siyah Kuğu Lily ile linguistik olarak İbraniceİspanyolca kaynaklı olan ve“Küçük Kız” anlamına gelen Beyaz Kuğu Nina’nın önce kendiliğinden gelişen arkadaşlıkları ve ardından Nina’daki kaybetme korkusu, ezilmişlik ve mükkemmeliyetçilik arasında gidip gelen sapkınlık 32


eğilimlerinde Lily’i yok etme arzusuyla gelişen ‘tek olma’ dürtüsü olay örgüsünün kırılma ânını oluşturuyor. Cinselliğin temelinde saldırganlık ve şiddet eğilimlerini de arayan Psikanalizme göre, İD (Bilinçaltı: Cinsellik ve saldırganlık), EGO (Benlik: Dengeleyici unsur) ve SUPER EGO (Üst benlik: Toplumsal normların, dış etkenlerin şekillendirdiği üst bilinç) bireyin dürtülerinin ve eylemlerinin arka planında yer alıp onu yönlendirmektedir. Kadın ve erkek libidolarında her ikisinin doğasından gelen farklılıklar mevcuttur. Buna göre iki cinste yer alan cinsellik, sadizm ve mazoşizm boyutunda yansır. Kadının cinselliği mazoşizm ile, erkeğinkiyse sadizm ile temellenir. Lacan, “Mazoşizm bizi, ‘kurgular düzeni’ olarak simgesel düzen paradoksuyla karşı karşıya bırakır. Taktığımız maskede, oynadığımız oyunda, itaat ve takip ettiğimiz ‘kurgu’da, maskenin ardında gizlenen şeyde olduğundan daha fazla hakikat vardır. Mazoşistin varlığının çekirdeği, tam da karşısında mesafesini sürekli muhafaza ettiği sahnelenen oyunda dışsallaştırır. Ve tam da mazoşist histerikleştiğinde –özne, Ötekisinin keyfinin nesnesi-aracı rolünü oynamayı reddettiğinde, Öteki’nin gözünde objet a’ya (fantazi nesnesine) indirgenme ihtimali karşısında dehşete kapıldığında- şiddetin Gerçeği patlak verir; bu çıkmazdan kurtulmak için passage à l’acte’a (harekete geçişe), ötekine yönelik ‘irrasyonel şiddete’ başvurur.”der.1 Nina, kendine karşı bilinçdışı uyguladığı mazoşist eylemlere, kendinde fiziksel derin yaralar bırakan hareketlerine, bir anlamda erkeğini elinden almasından ve oyunda yerini almasından korktuğu Lily’i öldürmesi ve bunda hiçbir suçluluk taşımamasıyla son verir. Dolayısıyla, irrasyonel şiddete başvurmadaki pişman olmama hali;

1

Slovaj Zizek, Kırılgan Temas, çev: Tuncay Birkan, Metis Yay., İstanbul, 2006, s.121.

33


onu bu eyleme iten nedenin, kurbanın yaptıkları, kışkırtıcı hareketleri olduğunu düşünmesi nedeniyledir.

Kendi içindeki kışkırtıcı dişiyi öldürüp, iktidara sahip olan, birincil konumda olan ve elde eden Nina, bir anlamda simgesel ölüm yaşar, ölümle beraber yeni bir yaşama adım atar veya başka bir deyişle ‘Küçük Kız’, büyümeye başlar.

34


Nina’daki metamorfozların yansıması, cinsellikle paralel seyreden şiddetin dışavurumuyla da görülebilir. Kazanmak için kendi bedenine acı çektiren, ayak tırnağını yararcasına çalışan, karamsarlığa düştüğü anlarda ve psikolojik döngülerinde; masumiyetten cinnete geçiş anlarında bedenini büyük acılar çekerek parçalayan ve bir nevi büyümenin, dişi olmanın; kutsiyetten ateşe dönüşmenin acılarını yaşayan Nina, olması gereken dişil özneyi Lily’de buluyor. Eski güzel balerinin yerine gelen genç balerin, Beth’in güzelleşmede kullandığı birincil aksesuarları yanına alarak kadın olarak var olma çabası güdüyor. “Lacan’a göre öznenin oluşumu daima ‘öteki’yi varsayar. Ben’in ortaya çıkabilmesi için, çocuğun kendisini ‘öteki’ olarak görebileceği bir ayna evresi zorunludur. Aynada görülen (ve bedensel bir bütünlük, tamlık yanılsaması yaratan) öteki, ben’in temelidir.Bu ilk ‘öteki’, Lacan’a göre ‘küçük öteki’dir. Zamanla çocuk, başka küçük ötekiler’i de algılar; bu algılar bedenin tamlık yanılsamasını bozduğu için de, parçalanmaya, eksik’e saldırganlık tepkisiyle

35


karşılık verir. Ancak tüm bu öteki’ler imgesel düzeyde var olurlar”.2 Gecikmiş bir ergenliğin temelinde, kuralların bastırılmışlığında ve anne imgesinin, bilinçaltında meydana getirdiği imgeler bütününde Nina, ‘Büyük Öteki’yle yüz yüze geldiğinde bedensel ve ruhsal bir değişimle pençeleşmek ve acı çekmek zorunda kalır. Lacan’a göre bu, şu şekilde gerçekleşir: “...’Büyük Öteki’ ise simgesel düzenin ta kendisidir. Bir muhatap değil, hitap edenin içinde var olduğu simgesel sistemin belirleyicilerinin toplamıdır. Özne, küçük öteki ile imgesel düzende karşılaşıp bir ben inşa etmeye başladıktan sonra, kelimenin psişik ve gramatik anlamında bir ‘özne’ olabilmesi için, simgesel düzende de ‘Büyük Öteki’ ile karşılaşmak zorundadır. Büyük Öteki, oradan kendimize bakarak, kendimizi olmak istediğimiz gibi gördüğümüz konumdur. Büyük Öteki, bir eksik’i olmadığı varsayılarak (eksik’i gizli tutularak), tüm arzunun mekânı olarak kurulur; bu mekânı Babanın-Adı, devlet, Tanrı, yasa; kısacası özne için simgesel düzenin bütünlüğünü temsil eden herhangi bir şey doldurabilir”.3 Kendi yüzünü ve öteki yüzünü gördüğü aynalarda, bilinçaltına ayna tutan rüyalarında dişil ötekiyle, yani kendinden bir parça olan ikiz kız kardeşle savaşan Nina, bastırılmışlığının dışavurumunda kendine yardım eden, kendi güdülerini tatmin eden ikiz ruhunu, iktidar savaşında benliğinde eriterek, yani onu öldürerek onun yerine geçecek ve ‘uslu’ kızı gerektiği zaman ortaya çıkarıp, ‘yaramaz’ kızı elde etmek istediği baba figüründe, iktidarda, görünür olmada kullanacak ve her iki yüzü de kendi psikolojik gelgitlerine yedirmeyi başaracaktır.

2 3

y.a.g.e., s. 307. y.a.g.e., s. 307-308.

36


Kadınlığına erişme yolunda bakire/fahişe, kutsal/şeytan, masumiyet/yoldan çıkarma gibi tüm ikilikleri Nina’nın ruhunda görürken erkek egemen ideolojisine de vurgu yapılıyor. Filmde, Leroy’un; yani arzulanan erkeğin istediği kadın tipinde olmak için ruhsal girdaplar içinde çırpınan balerinin yaşadıklarında, erkek ideoloji temelli kapitalizm söylemleri de tekrarlanmıştır. ‘Üretkenlik’, ‘Rekabete girmek’, ‘İddialı olmak’ gibi alt başlıklar, kapitalist düzenin tüketim nesnesi haline gelen metalarından biri olan KADIN imgesini filmin satır aralarında vermiştir. Beth bir zamanlar Leroy’un ‘Küçük Prensesi’yken yaşlanıp yerine yeni ‘Küçük Prenses’ getirilince kendini arabanın altına atarak ölmek istemiştir. Nina ise tüm bunlara şahit olup, Beth’de kendi sonunu görmektedir. Buna rağmen bu ihtişam ve elde etme hırsından geri durmaz ve büyülü dünyaya giden yolda kutsallığına sapladığı keskin nesneyle

37


rahmini parçalayarak beyaz kuğunun, masumiyetin, anaçlığın, saflığın ölümüne neden olur. Birbirini tamamlayan imgeler bütününde olağanüstü bir gerilim içerisinde dişiliğin girdaplarını, ikiz kız kardeş düzleminde, iyi ve kötü ekseninde anlatan Siyah Kuğu çok farklı çağrışımlar bütününde irdelenebilir olsa da genel olarak çizdiği alt anlamlar ve metaforlarla simgesel düzeyde görsel bir şölen sunmaktadır.

38


2000’li Yıllarda Türkiye’deki Politik Düşüncenin Sinematografik Sunumu (5): Nefes Onur Keşaplı

Yönetmen Levent Semerci 2000’li yılların sonlarına doğru ülke siyasetinde gündemi teşkil eden konu, PKK’nin terör eylemlerini yeniden arttırması ve AKP’nin güneydoğu/Kürt sorununa çözüm bulma amacıyla ortaya koyduğu “Demokratik Açılım” politikasıdır. Muhalefet tarafından “Kürt açılımı” olarak anılan bu politikayla birlikte Kürtçe eğitim vb benzeri tartışmalar açılmış ancak açılımın program anlamında içeriğinin ne olduğu bir türlü tam olarak anlaşılamamıştır. Bu süreçte konuyu merkezine alan filmler çekilmiş, 2009 yılında çekilen Güneşi Gördüm doğudaki savaşı ve göçü merkeze almış ancak fazlasıyla yüzeysel bir dil 39


kullanarak sorunu tarihsel bağlamından kopartmıştır. Aynı yıl çekilen İki Dil Bir Bavul ise belgesel anlatıyla anadilde eğitim sorununa eğilmiş, sinematografik açıdan oldukça zayıf ancak cesur bir film olmuştur. Yine 2009’da çekilen ve yönetmenliğini Levent Semerci’nin üstlendiği Nefes, “Demokratik Açılımın” ilan edildiği ve peşi sıra PKK saldırılarının arttığı bir dönemde gösterime girerek büyük ses getirmiştir.

Hem milliyetçileri hem liberalleri memnun edip aynı zamanda bu kesimlerin tepkisini toplayan film, terörün en yoğun ve şiddetli olduğu 1993 yılında, güneydoğuda

bir

sınır

karakolundaki

jandarma

birliğinin

yaşantısına

eğilmektedir. Oldukça zorlu bir coğrafyada, bulutların da üzerinde yer alan bu karakola, yakın arkadaşı Orhan’ı daha yeni kaybetmiş olan ve arkadaşının 40


ölümünden sorumlu tuttuğu, doktor lakaplı PKK liderini öldürüp intikam alma gayesi güden bir yüzbaşı gelmiştir. Genel olarak film, karakoldaki askerlerin tümünü izleyiciye eşit mesafede sunmuş, hiçbirinin öne çıkmasına ve izleyicinin ağırlıklı olarak bir karakterle özdeşleşmesine izin vermeyen bir üslupla ilerlemiştir. Saldırı bekleyişiyle süren film boyunca askerlerin yaşamlarına, acılarına, sevinçlerine, gülüşlerine izleyiciyi ortak eden Nefes, özellikle askerlerin aileleriyle konuştuğu sahnede “bütün bir ulus” çağrışımı yapmayı hedeflemiştir. Doğulu-batılı, Türk-Kürt-Arap, zengin-fakir, dindar-laik kısacası toplumun tüm katmanlarından gelen askerlerin hikâyelerini gözler önüne sererek film, izleyen herkesin kendini yakın hissedebileceği bir anlatıyı sergilemiştir. Yakın plan çekimlerle verilen bu telefon sahneleri, izleyicinin askerlerin her biriyle

yakınlaşmasını

sağlamakta,

Enver

Gülşen’e

göreyse

Nefes,

“Güneydoğu’da hepimizin ailesinden, yakınından genç insanların çektiği acılardan bir propaganda malzemesi”4 çıkarmaktadır. Doktorun telefon tacizlerinden bunalan yüzbaşının kurduğu pusu sonrasındaysa daha sonra doktorun sevgilisi olduğunu öğreneceğimiz kadın militan yaralı ele geçirilmekte ve karakolda tedavisi için uğraşan Türk askerinin engelleme çabalarına rağmen yüzbaşı kadına şiddet uygulamaktadır. Bu noktadan sonra film yüzbaşı özeline inmiş ve beklenilen saldırının gelmesiyle birlikte şiddetli çatışmalarla doktorla yüzbaşı kozlarını paylaşmış, ikisi dâhil hemen herkes ölmüştür.

4

Enver Gülşen, Nefes Filmiyle Kürt Sorununa Bakmak, www.derindusunce.org

41


Sıklıkla Türk bayrağının ve Atatürk büstünün gösterildiği filmin politik açılımı ise başarılı sinematografik anlatının ve şiddetli savaş sahnesinin ötesinde yüzbaşı ve doktorun telsizlerdeki atışmalarıdır. Yüzbaşının “O bayrak için sende savaştın” sözüne karşı doktor, “Bunu unutan sizsiniz. O bayrakta benim halkımın da kanı var” diyerek etnik ayrışmayı yaratanın Türk milliyetçiliği olduğu öne sürmektedir. Bir diğer diyalogda ise doktorun tıp eğitimini yarıda kesip dağa çıkmış bir PKK’lı olduğu gerçeği üzerine yüzbaşı ona dağdan inip okulunu bitirmesini ve köyde doktor olmasını tavsiye eder. Türkiye’de hemen her iktidarca zaman zaman gündeme gelen “dağdakilere af” politikasının söylemi olan bu cümlelere doktor “Bırak bu propagandaları. Senin okulunda olmaktansa kendi dağlarımda özgürce dolaşırım” der. Son atışmalarında ise karşılıklı köy basan PKK, köy boşaltan TSK suçlamaları ardından doktor “Yoksulluğu halkıma kader yaptınız” derken yüzbaşı “Her yoksul dağa mı çıkıyor? Bu toprak hepimizin” diyerek cevaplar. Bu tartışmalarda egemen ideolojinin argümanlarını görmenin yanında dönemin TV programlarında tartışmalardaki dayanakların birebir sunumlarını görürüz, “bu vatan için birlikte savaştık” ve “bizi yoksul bıraktınız” söylemleri Türk ve Kürt politikacılarca sıklıkla yinelenen söylemlerdir. Yüzbaşının filmin sonlarına doğru ağzından dökülen “Savaşta haklı yoktur. Ben savaşın böyle kazanılamayacağını bilmiyor 42


muyum sanıyorsun?” sözleri Nefes’in savaş karşıtı, anti militarist bir film olduğu yanılsamasını doğurmaktadır. Doğan Yılmaz bu konuda şunları söylemektedir: “Savaşın anlamsızlığı, yanlışlığı, gayri insaniliği üzerine bir şey söylemekten çok askerlerin içinde bulundukları ruhsal duruma odaklanır film… Bu, yönetmenin açık politik bir tutumunun olmamasından, ülkenin doğusunda

olanları

tarihsel

ve

toplumsal

bir

bağlam

içene

yerleştirememesinden kaynaklanır.”5

Nefes’te ortaya çıkan bir başka ikilem, iki tarafın da beylik söylemlerine yer vererek tarafsızlık amacı güderken, tüm filmin tek bir bakış açısıyla ilerlemesidir. Kötüleme anlamında dahi olsa PKK tarafı gösterilmemekte, doktorun sesi dışında da hiçbir konuşma yer almamaktadır. Buna rağmen Murat Belge’nin doktorun konuşmalarına yer verilmesinden yola çıkarak nesnel 5

Doğan Yılmaz, Kişisel Öç Duygusuyla Alınan Nefes, Yeni Film, Ocak-Mart 2010, sayı 19, s. 19.

43


bulduğu film6 yalnızca Türk askerinin bakış açısıyla sunulmasından ötürü taraflı bir anlatıma sahiptir. Gülşen’e göreyse bu yanlılık yüzbaşı imgesinde vücut bulan ve hemen her görüntüde yer alan Atatürk büstünün temsil ettiği ideolojidir.7 Özellikle filmin sonunda hayatta kalan birkaç askerin yerdeki büstü kucaklaması, yaralı PKK’lının vurulmaması(gerçekçilikten alabildiğine uzak ama verilmek istenen mesaj anlamında gerekli olan) ve karakoldan geriye kalan son görüntünün ölü PKK’lı, arkasında Atatürk büstü ve Türk bayrağıyla birlikte “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözü olması bu görüşü doğrular niteliktedir. Sonuç olarak Nefes hamasi söylem ve şoven milliyetçiliğe yer vermeyen anlatısı, şehitler üzerinden yürütülen propagandanın yüzeyselliğini gözler önüne sermesi açısından dikkat çekicidir. Filmin konumuz açısından asıl önemiyse, 2000li yıllarda Türk toplumunun, Kürt sorununa bakış açısındaki egemen politik düşüncenin, yani tarihsel ve toplumsal bağlarından koparılmış ve salt PKK’la mücadeleye indirgenmiş yaklaşımın8, sinematografik açıdan taraflı ve çatışma merkezli verilerek birebir sunulmuş olmasıdır. SONUÇ Yazı dizimiz kapsamında ele alınan beş film üzerinden genel bir değerlendirme yapılacak olursa 2000li yılların politik düşüncesinin, ülkedeki yoğun politik çatışma ortamını sinematografik açıdan sunmakta eksik ve sıkıntılı olduğunu ancak 80li ve 90lı yıllara kıyaslandığında güncel olayların ve tartışmaların beyazperdede daha dolaysız yer aldıkları görülmektedir. Örnek olarak tek bir güncel olay, çuval hadisesi, Kurtlar Vadisi Irak’ta, ülke gündemi uzun süre meşgul eden demokratik açılım politikasıysa Nefes filminde konu olmaktadır. 6 7 8

Murat Belge, “Nefes” Üzerine, Taraf, 16 Şubat, 2010. Gülşen, a.g.e. Yılmaz, 2010, s. 20.

44


Öte yandan var olan egemen politiğe karşı muhalif duruşlarını, güncel veya gerçek olaylardan yola çıkarak ele alma yöntemini kullanmadan, toplumun bütününe ve zihniyetine yayan Dokuz ve Yazı Tura, 80 öncesi Toplumsal Gerçekçi Akım ve Yılmaz Güney sinemasında görüldüğü gibi politik sinema anlayışına sinematografik açıdan da uygun nitelikli çalışmalar olarak öne çıkmaktadırlar. Dikkat çeken bir diğer durumsa ülkedeki egemen politika halini alan siyasal İslam’ın, önceki dönemlerde Türk sinemasında görüldüğü gibi Milli Sinema akımı ya da İslami filmler gibi unsurlara ihtiyacının kalmamasıdır. Egemenlik kazanan, iktidar olan politik düşüncenin sinemada sunulmaması 2000lerde de sürmüş ve İslam’ın konu olduğu filmler, Takva örneğinde olduğu gibi bu yaşam biçimine ve politikaya muhalif yapımlar olmuşlardır.

45


Aşk’a Dair… Ali Çetinkaya

Kime Ne Yeşil sarı bulutlardan Mavi yağmur yağarken Kaf Dağı’nın büyük ejderi Ağzından alev saçarken Düşünüyorum, Hayal mi gerçek, gerçek mi halay Mor kumların üstünde Eflatun denizi seyrederken Ellerim yeşil saçlarımda Sarı gözlerim ufuklara dalmış Ağlıyorum, Masal mı gerçek, gerçek mi masal Kırmızı yapraklı ağaçların Aydınlık gölgesi dibinde Gökteki alabalıkların Kanat çırpışları altında İçimdeki boşvermişliğin 46


Verdiği huzur ile Yatıyorum, İster hayal İster masal İster gerçek olsun yaşam O benim, Kime ne?

Bana Gel Birazdan birazdan Karanlıklar ağaracak Birazdan Gül mü çiçek mi Bilemem Bir çiçeği sıkıştır Dudaklarının ucuna Bana gel Keder ışıklarını Yakar içimde Sabredemem Sen soluk soluğa Bana gel 47


Simsiyah saçlarından Tuttum geceyi bekletiyorum Sen yaşadıklarını Gençliğine yakışır gülümseyişlerle Geçmişine terk ederek Bana gel Birazdan birazdan…

48


Ayağa kalkıp tanyerine doğru koşma zamanı

Özgür Keşaplı Didrickson Siz bugünlerde mutlu olabiliyor musunuz eskisi gibi? Günbatımına karşı rakı sofrasında dostlarla? Çok sevdiğiniz bir müzisyenin konserinde? Çoktandır görmediğiniz bir arkadaşınızla sohbet ederken? Bindiğiniz vapurun yanı başında bir yunus belirdiğinde? Siz bugünlerde mutlu musunuz? Balıkların çoğunun tükendiğini öğrendiğinizde, çocukluğunuzdaki tada sahip olmayan bir şeftaliyi ısırdığınızda, nerdeyse her gün karşınıza çıkan iklim değişikliği ile ilgili haberleri okurken mutlu musunuz? Allianoi’nin sular altında kalabileceğini bilirken? Haydarpaşa Garı’nın cayır cayır yanışını ekranlardan gördüğünüzde? Yine bir kadının şiddete uğradığı haberini okuduğunuzda? Ülkemizdeki işsiz sayısı ile ilgili son rakamları öğrendiğinizde? Gazeteciler tutuklanırken? Zaten çok uzun süredir, hukuka aykırı olarak hapiste tutulan diğer gazetecilere psikolojik baskı uygulanırken? Mesela Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan’ın, gece yarısı 3’e kadar ellerinde poşetlerle bekletildikten sonra tek kişilik hücrelere koyulduklarını okuyunca? Hafta sonu gideceğiniz konserde şöyle en içinize kadar mutlu olduğunuzu hissedebilecek misiniz? Yakında Alaska’ya orman perilerine benzettiğim sinek kuşları ve hayvanlar âleminin en uzun ve karmaşık şarkılarından birini söyleyen kambur balinalar 49


gelecek. Onları gördüğümde mutlu olabilecek miyim? Evet. İliklerime kadar mı? Hayır. Evet ve hayır. Belki de hepimizin durumu bu, bugünlerde. Hayır, çünkü bizler duyarlı insanlar isek tabii ki iliklerimize kadar mutlu olamayız bu şartlarda. Ne ülkemiz, ne de yerkürenin durumu hiç iç açıcı değil. Evet, çünkü her şeye rağmen güzellikleri yaşarken mutlu olmalıyız. Suçluluk duymadan. Eksik de olsa. Savaşmak için gerekecek gücü sadece kötülükleri konuşup tartışmaktan almadığımız açık. Ben sürekli kötü olayları okumaktan, yaşamaktan bunaldım. İnsana bir noktadan sonra yılgınlık getiren kötü olaylara karşı donanmak için bile daha çok gitmeliyiz konsere, tiyatroya, bir sahil kasabasına. Daha çok yürüyüş yapmalı, arkadaşlarımızı daha çok yemeğe çağırmalıyız. Bize iyi gelen ne ise, yapabildiğimiz ölçüde yapmalıyız. İyi olmalıyız. İyi olmayı ihmal etmeden uzun soluklu bir savaşa hazırlanmalıyız. Uzun soluklu çünkü hepimizin bildiği gibi önümüzdeki seçim tek başına bir hedef olamaz. Ülkemizin sorunları bu seçimi CHP alsa bitecek mi? Kurtuluş Savaşı’nın Türkiye Cumhuriyetinin inşasında sadece bir bölüm olduğu gibi. Ne özgürlüğümüzü ne de farkına bir türlü varamadığımız nice değerimizi sadece savaşa değil ayrıca savaş sonrası döneme borçlu olduğumuzu unutmadan uzun soluklu bir savaşa hazırlanmalıyız. Atatürk’ün manevi mirasçıları isek, üzerimize düşeni yapmalıyız. Savaş uzun soluklu olacağı için, herkesin katkısı gerekeceği için iyilikleri çoğaltıp, paylaşma zamanı. Bazı insanlar açken, işsizken, karnı toklar kadar istekli savaşamayabilirler. Sorunlara duyarsız görünmeleri, savaşmakta kararsızlıkları sadece böyle teknik şeylerse ve biz çözebileceksek çözmeliyiz. Sonra gördük ki boşuna olmuş desteğimiz. Buna da çok takılmadan ilerlemeliyiz. “İyilik yap, denize at” dememişler mi? Başkalarından hayatımızda hiç kazık yemedik mi? Başımıza bu gelir diye yardım edebileceğimiz eşe, dosta yardım etmemek zamanı değil. Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun güzel insan 50


Türkan Saylan’la söyleşilerini içeren “Güneş Umuttan Şimdi Doğar” kitabını okumak bu tür kaygılardan arındırabilir bizi. İlle de 5 ayakkabı ve 10 pantolonumuzun olması gerekmediğini, paylaşmanın, birbirine yardım etmenin ne kadar güzel bir şey olduğunu hatırlatabilir. Ancak tek başımıza, sadece kendi eş dost çevremizle iyi olmamız, paylaşmamız da yetmez. Bence ülkenin tüm aydın insanları aktif bir iletişim ağında birleşmeli. Birbirine daha çok dokunmalı. Bazen gerçekten istediğimiz halde ekonomik durumumuz yüzünden gidemiyoruz tiyatroya, konsere. İstediğimiz bir albümü, kitabı alamıyoruz. Belki bizim gidemediğimiz o oyunda o gece 5 koltuk boş kalıyor, bir konserde sahnedeki müzisyen kendisini dinlemeye gelmediği belli olan kişileri sessiz olmaya çağırırken bulabiliyor kendini. Bizim sanata ihtiyacımız olduğu kadar sanatçıların da bize ihtiyacı varsa belki bu durumlar için de bir çözüm bulunabilir. Sadık ve saygılı bir tiyatro izleyicisini, müzikseveri bulmak zor mudur? Aramızda bir iletişim ağı olsa ve o gece o 5 koltuk dolsa. Nasılsa boş kalacaksa, dolsa? O konserde 5 kişi de para ödemese, bir kitabı bir yayınevi 10 kişiye ücretsiz gönderse? Donanımlı ama ekonomisi bozuk kişilere verilecek böylesi bir destek karşılıksız sayılır mı? Bizler kimi zaman bir tiyatro oyununa, ödüllü olmasına rağmen küçücük salonda oynatılan filmlere oldukça kalabalık bir eş dost grubunu götürmüyor muyuz? Bir konser olduğunda bu müzisyeni henüz dinlememiş arkadaşlarımızı ikna edip birlikte gitmiyor muyuz? Bizler o salonları mümkün olduğunca biletimizle dolduranlar değil miyiz? Sevdiğimiz bir kitabı çevremize yaymıyor muyuz? Hatta kitapları sürekli paylaşıldığı için kaybolanlar da bizler değil miyiz? Bir konsere gidecekken “gelir misin?” diye sorduğumuz arkadaşımıza olsa bilet parası verecek olan, olduğunda veren de biz değil miyiz? Bence edebiyatçılar, sanatçılar ekonomik durumu olmayanlara bir şekilde ulaşmalılar. Sanat en iyi ilaç olduğu için, karanlıklarda can havliyle ona koştuğumuz için. Ancak tabii ki ülkemizde sanatçılar da acı çekiyor. Maddi olarak da zorluk çekiyorlar. Ve o 5 bilet önemli olabiliyor. O yüzden bizi birleştiren, buluşturan diğer sanatseverler de olabilir. İletişim ağı işte bu denli geniş olabilir. Durumu iyi olan sanatseverler fazladan bilet, kitap, CD alabilirler. Bunlar bir tür 51


kumbarada birikebilir. Böylelikle sanatseverler de hem sanatçıyı hem de durumu olmayan sanatseverleri desteklemiş, ülkenin iyi ve aydınlık olmasına böyle katkıda bulunmuş olurlar. Bunu kurumlar da yapabilir belki. Sosyal etkinliklerle ilgili fonlar da kurabilirler. Karnımızın doyması kadar ruhumuzun da doyması gerektiğine inanan kurumlar. Her tiyatronun, müzisyenin, yazarın kumbarada birikenleri kimlere nasıl ileteceği ile ilgili farklı yöntemi olabilir. Ya da ortak bir sistem geliştirilebilir. Ayrıca bilet karşılığı bir şey de talep edilebilir belki, bazen. Mesela diyelim ki bir konserdeki 5 şanslı biletin sahipleri sinema-TV mezunu gençlerden seçilmiş olsun. O müzisyen bu gençlerden bilet karşılığında bir lisedeki sinema kulübü öğrencilerine sinema üzerine bir atölye çalışması yapmasını isteyebilir. Emekle karşılık verilebilir. İşte böyle iletişim olsun, birbirimize dokunalım. Ekonomik durum gibi nedenler iyi olmamıza engel oluşturmasın. Örneğin korsan kasetler ya da çok pahalı konserler sanatçı ile sanatseveri birbirinden uzaklaştıran, birbirine küstüren şeyler değil mi? Herkes birbirinden bir şey beklemek yerine soruna birlikte çözüm getirmeye çalışarak birbirine yaklaşmış da olur böylelikle. Sanat, sanatçı ve sanatsever birlikte iyi olur. Ve sanat ile sanatseverin birlikte sohbet ettiği, tartıştığı ortamların da sayıca ve bölgece artması gerek. Ankara ve İzmir’de yaşarken İstanbul’daki pek çok etkinlik için iç geçirdiğimi ve bu duruma çok üzüldüğümü bilirim. Yıllar önce İzmir’de YKY’nın yaptığı Salı toplantıları (sanırım adı böyleydi) ne kadar iyi gelmişti bize. Ankara’daki Kare Kitabevi’nin bizi sıcacık bir ortamda yazarlarla buluşturması da. Bu yayınevlerine teşekkür borçluyum. Yayınevlerinin, konser salonlarının vs. özellikle İstanbul dışında bu tür etkinliklere çok önem vermesi gerek. Belki kumbara bu etkinlikler için de kullanılabilir. Ve bu etkinliklerdeki buluşmaların ayaküstü karşılıklı övgü sözcükleri ile de sınırlı kalmaması gerek. İyileştiren, sorgulatan, karanlığa karşı aydınlatan sanatı tüm topluma ulaştırmanın bu tür yollarını bulmamız gerek. 52


Ayrıca mesleklere göre değil düşünce biçimine, ortak ideallere göre birlikte olma ve üretme zamanı. Mavi Yolculuk’la ilgili okuduklarıma bu açıdan hep özenirim. Doktor, heykeltıraş, sanat tarihçisi, ressam… Nasıl buluşmuşlar? Ne güzel. Biz neden kendi meslek alanlarımızda sıkışıp kalıyoruz? Birbirimizi besleyeceğimiz böylesi dostlukları kaçımız yaşıyoruz? Zaten modern hayatta öyle yoğunuz ki hepimiz, bu tür dostluklar olsa da kim bilir nelere teğet geçiyoruz? Balinalarla ilgili bir biyolog olarak bir mimar arkadaşımızla daha uzun buluşabilsek mesela Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Balina ile mandalina” kitabına ve değerli ozanımıza selam eden bir çeşme tasarlayıp Oyuncak Müzesi’ne koyacağız ama zamanımız olmuyor, yapamıyoruz. Hepimiz sanki dünyayı kurtaracakmışız gibi yoğunuz. İyiliklere, dostlarımıza, kendimize bile teğet geçerken tabii ki bu savaşla yeterince ilgilenemeyebiliriz. Bu düğümleri çözmek de önemli savaşta. Bu denli yoğun yaşayarak daha iyi bir yere doğru gitmiyor olduğumuzu birbirimize hatırlatmalıyız. Ülkemiz aydınlık olsa bile zaten yerkürenin sorunları nedeniyle yine de durmamızın zamanı. Yavaşlamamız gerek. Durup nereye gidiyor ya da gitmiyor olduğumuzu görmemiz. Ancak ülkemizin karanlığına dönersek… Önceliğimiz kariyerimiz, ekonomik durumumuz, ailemiz olduğu için bu denli yoğunsak bile, ülkemiz aydınlığa kavuşmaz ise zaten tüm bu önceliklerimizin de daha çok tehlikeye gireceğinin farkında değil miyiz? Kendimizle, sadece kendi hayatımızla ilgilenmek hakkımız. Ancak ne yazık ki bu karanlık sürecek olsa bizim bu biricik hayatımızın ne kadar anlamı olacak? Ya da böyle sürdürebilecek miyiz hayatımızı? Bu savaş sadece kendi hayatımızla ilgilenme hakkına sahip olabilmemiz, bu hakkı korumamız için bile gerekli. Çocukların geleceği için de gerekli. Çocuğumuz, yeğenimiz, torunumuz yok mu?

53


Ayrıca en başa dönersek, ben iliklerime kadar mutlu olmayı özlediğim için de savaşmam gerektiğini biliyorum. Birileri bu kadar acı çekerken mutlu olamayacağım için. Bence sizler de iliklerinize kadar mutlu olmayı özlediniz. Sayın Mümtaz Soysal’ın 7 Mart tarihli “Sonun başlangıcı” yazısında “Karanlık koyulaştıkça tanyeri yaklaşıyor” cümlesini gülümseyerek okudum çünkü ben de bugünlerde kendime ve çevreme böyle söylüyor, bunu hatırlatıyorum. Farklı kelimelerle de olsa. Bu yazımdaki “hayır” karanlığın koyulaştığını bilmek ve hissetmekle ilgiliydi diyebilirim. “ Evet” de tanyeri olsun. Ben tanyerini oturduğum yerde bekleyerek değil, ayağa kalkıp ona doğru koşarak karşılamak istiyorum.

54


Tarihe Dair… Duygu Yılmaz Ben seni, anadilimde özledim önce. Yılgın; ama umut dolu bekleyişlerin tam ortasında, kaynağından yeni boşanmış ırmaklar gibi çağlayan bir şarkıydı yüzün. Ümidini dudağının kıvrımlarından, tamamlanmamış tüm cümlelerini ise, kirpiklerinin titreyen yanından alıyordu. Bazen çocuk oluyordu sesin, sevgilere, özlenmeye hasret, durmadan masallar anlatan birini bekleyen küçücük bir ağızdan çıkıyordu sanki. Kimi zamansa öylesine yaşlanıyordu ki, yaşlandırıyordu seninle ve benimle birlikte bekleyen her şeyi de, beraberinde. Sesini duyan herkes, intihara bir adım daha yaklaşır sanarken sen, aslında o insanların hepsi, uçurumlarını kaybettikleri denizlerin sularıyla dolduruyorlardı bir bir. Çünkü sen, o kahve gözlerinle, düşmesini değil, yüzmesini öğretiyordun yaşı sana benzer ya da benzemez, herkese. Adını söylemek, uzun hastalıklardan sonra iyileşmek gibiydi benim için. Öylesine onarıcı, kurtarıcı ve tazeleyici bir rüzgârdı isminin tüm harfleri, özleminle ağırlaşan dudaklarımın arasında. Söylediğim zamanlarda, seni andığımda yani, yeni şehirler gezdim, yeni yollarda yürüdüm ve başka hiçbir şey, o kadar derinleştiremezdi adımlarımı… Ben seni, başka dillerde de özledim. İnsanlarla konuşurken, her gün, aynı kışın farklı gününe uyanırken, baharı biraz ürkek, biraz sevinçle; ama en çok da seni getireceğini umarak beklerken, gözlerinden her saniye yağar gibi akan hüzün dolu huzuru sevdim. Her ülkede biraz bir şeyler buldum senden. Gitmem gerekmedi, dinlediklerimde de buldum. Hindistan kadar renkliydi kumaşların senin, dokununca anlıyordu insan, uzak diyarlardan geliyordun sen. Dokunmasan rengini duyuyordun, uzak diyordun sonra, uzak olsa da, bir gün mutlaka gidilmeli, diyordun. İnancınsa Uzak Doğu gibiydi hep. Kimse senin gibi inanamazdı; ama sen, geceleri, kimse görmeden dua edenler gibi, hep sessiz dileniyordun, diliyordun. İçindeydi senin anlatacakların; ama sen her şeyi, önce 55


kendinden istiyordun… Dünyanın diğer ucunda, her şey, en az cümlelerin kadar renkliydi. Sadece duyabildiğin, ne kadar yakın olursa olsun, hiç dokunamadığın… Anladım ki, ben seni her dilde özledim. Her gün, hiç durmadan aynı şeyleri söyledim. İlk defa, inanmanın bu kadar hafifletici olduğunu gördüm ben. Yıllardan sonra, ilk defa, kendim için bir şey istedim, öyle bir şey ki, ne kadar uğraşırsan uğraş, elde edemezdin, ne kadar hak etsen de, sana gelme zamanını, sen belirleyemezdin… Yılın son günleri, akşam saatleri tatlı bir telaşla geçerdi ya hep, herkes bir araya gelir, yeni bir yıla başlamanın herkese neler getirebileceği, geçen yılın kimden, neler götürdüğü konuşulurdu. O gün herkes daha fazla anlardı birlikte yaşamanın kıymetini, herkes birbiri için içten dilerdi her şeyi. Ben, bu sene biterken, sevdiğim, sevdiğimi bildiğim herkes yanımdayken, birini dilemiştim. Kim olduğunu bilmeden, merak etmeden, kahretmeden, sessizce, usulca dilemiştim… Bu kadar toplu, bu kadar dağınık, bu kadar yorgun, bu kadar kırgın, bu kadar güzel, bu kadar uygun, bu kadar benim, bu kadar senin geleceğini nereden bilebilirdim… Sadece seni görmek için bile olsa, başıma gelen tüm ölümlerden dönebilirim… İşte bu satırlar, Tarihe dair, geleceğe dair, sana dair, bana dair ve artık her şeyden öte, bize, ikimize dair…

56


Ütopya Abdullah Rıdvan Can

bir güneş var... biliyorum. buraya doğandan daha parlak ve yakıcı, daha uzun müddet ısıtacak yuvalarımızı. bir ülke var... biliyorum. kavgasız ve suçsuz bir ülke... kollar kol, fikirler fikir içinde. bir yol var... biliyorum. kimsenin kimseyi itip kakmadığı kin tutmadığı, kin kusmadığı... bir yaşamak daha var... biliyorum. ve zamanlar üstü bir eylem, duruşu karışık sonu aşina bir denklem...

57


Yaşamı ve Yapıtlarıyla Şükran Kurdakul Duygu Yılmaz

Hayatı: Şükran Kurdakul da, Türkiye’deki her “iyi” şairin de başına geldiği gibi, bolca tutuklama görmüş, bolca sıkıntılar atlatmıştır. 1927 yılında doğan şair, İzmir, İstanbul ve Balıkesir’de yaşamıştır. Kurdakul, Yelken adlı derginin yayın yönetmenliğinin yanı sıra, Ataç ve Eylem adlı dergilerin yayımcılığını da gerçekleştirmiştir. Daha sonra Ataç yayınevini kurmuş ve yönetmiştir. Toplumcu şiirleriyle ünlü bir şair olarak bilinen Kurdakul, 2004 yılında hayata veda etmiştir. Eserleri: Şiir    

Tomurcuk (1943) Zevklerin ve Hülyaların Şiirleri (1944) Giderayak (1956) Nice Kaygılardan Sonra (1963) 58


      

İzmir’in İçinde Amerikan Neferi (1965) Halk Orduları (1969) Acılar Dönemi (1977) Bir Yürekten Bir Yaşamdan (1982) Ökselerin Yöresinde (1984) Ölümsüzlerle (1985) İhtiyar Yüzyıla (1997)

Öykü   

Tanığın Biri (1970) Beyaz Yakalılar (1972) Onların Çocukları (1975)

Oyun 

Zindandaki Şair (1991)

İnceleme-Araştırma      

Sosyalist Açıdan Türk-İş Yargılanıyor (1966) Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (1971) Çağdaş Türk Edebiyatı Meşrutiyet Dönemi (1976) Namık Kemal (1977) Çağdaş Türk Edebiyatı Cumhuriyet Dönemi (1987) Şairce Düşünmek (1990)

Ödülleri 1982 Nevzat Üstün şiir ödülü (Bir Yürekten Bir Yaşamdan ile)

59


BENDEN SOR Bunca acının çiçeği içimde büyüdü Mahpushane saksılarındaki baharı benden sor... Kulak ver gecenin sessizliğinde ağan sese, Ölümcünün böldüğü uykuları benden sor. Silahlar doğanın yüreğini arıyor durmadan, Bu kan kokusunun ürettiği soruları benden sor... Gördük ki, türkülerin sonu yok dilimizde, Kopup geldikleri dağları benden sor. BİR ÖYKÜYDÜM SADECE Edremit'in Tahtakuşlar köyünde sağdıcım, Zeytin ağaçlarından denize doğru rüzgârlanan Dargın bakışlarınızı uykularıma çizerek Zamanı böldüğüm dağ yollarında, Gerçeği kendi yüreğinde kanayan Çaresiz bir yolcuyum, oraya doğru Bir öyküydüm, Gözlerinizde yazıla yazıla. Bakın bakalım, Bir akşam sesi gibi ürkek Nice anahtarın kilitleyemediği gözlerime. 60


Susun bakalım, Sordukça yüreklendirmek için sizi. Alın bakalım çocukluğu, gençliği, kanı Kırk yılın sömüre sömüre bitiremediği. Bir vuruşta dağları devirip yol açan Edremit'in Tahtakuşlar köyünde sağdıcım. Bir öyküydüm, sadece.. Bir kahve sohbetinde söyleye söyleye Kendi dudaklarında kanayan. DALGIÇ Kendi denizlerimin dalgıcıyım ben Bir alışkanlığı sürdürür gibiyim belki Soluğum son aşamalarına geldi Geçtim durdum bilincin dehlizlerinden. Bahçeler mi yoktu, eski ve yeni Şarkılar mı, anılara benzer Gemiler mi yoktu, küsmüş yelkenleri Gözümün önünde eriyip gittiler. Bilirdim çizgen neresiydi, yol neresi Dalardım mavilerin güneşle buluştuğu yerden Hevesleri, coşkuları, sevinçleri Ben yaratmışım gibi dökerdim içimden. Ne varsa doğayla aradığım uyumda Çiçeğe durmuş ağaçlar gibi iyimser... Ve sesinin masalında sevdalı, Bize özgü sözcükler getirdim koynumda. Kendi denizlerimin dalgıcıyım beni Bir alışkanlığı sürdürür gibiyim belki Soluğum son aşamalarına geldi, Gidiyorum içimdeki sesin peşinden. DİYORUM Durdum baktım, içlenmekse herkesler içleniyor Durdum baktım, herkes ince, herkes kırık 61


Nöbet gecelerinde saatler sabahlamak bilmiyor Ampul sönük, yürek garip, tavan basık Beri yanda bir sıra iplik çıkar Bir sıra iplik girer Beri yanda ayakta durmamak ister artık Bütün tezgâh başındakiler. Durdum baktım, içlenmekse herkesler içleniyor Bir diyorum, göz kapaklarına yazık Bir diyorum diz kapaklarına Düşüversem evimin sokaklarına bir Bir diyorum Asiyemin sıtma iğnesi Bir diyorum yoksulluğun buncası Bir diyorum onca dokumanın parası Elimize binde kaçı verilir Durdum baktım, içlenmekse herkesler içleniyor Ampul sönük, yürek garip, tavan basık Hikâyeler gazetede aynen devam ediyor Dinmemiş göz yaşları Ferdane teyzenin Postacının çantasına merak boşuna Radyolara boşuna kulak veriyor Bir diyorum, göz kapaklarına yazık Bir diyorum Asiyemin sıtma iğnesi Bir diyorum yoksulluğun buncası Diyorum yetmeli artık. ELİNDE SENİN Gecenin karanlığında bir yol bul Sokağımı ara, yokuşumdan in Gölgemi görürsen penceremi vur Anıların feneri elinde senin. Bezginlik mi saran kentimi, Burama kadar dayandı işte... Mağaralara kapanmış gördüm kendimi Haramiler arasında bütün gece. Neyi bildik acılarla gelen, Kapattı kapımı, penceremi... Işığını söndürdü, tuttu elimden, Sayrılıksa bu, n'apacağı belli mi? 62


Gecenin karanlığında bir yol bul Sokağımı ara, yokuşumdan in. Gölgemi görürsen penceremi vur, Umarların feneri elinde senin. KIRIK DEĞİRMEN Bir içimin alacakaranlığında dayanmak meselesi, Bir bu fena İstanbul akşamını yaşamak Nice odaların kapanmış penceresi Gene bana iniyor yalnızlığıma sığınmak. Gene benim, şimdi tek başına, sonra beraber. Bir yanım mağrur sağlam, bir yanım gücüme gider. Bir yanımda karşı koyma, bir yanımda ezilmeler. İkili tutkular gibi canıma okuyacak. Her şeyler devam eder bu bildiğim gidişte. Evli evine giderken yolcu yoluna. Ne rüzgârlar yapacağını yapmış ki bana Kırık değirmenler gibiyim, dönemiyorum işte. YORGUN YÜREK Bir solukta yaşadım ve tükettim tümünü Bir solukta gördüm elli üç yılda gördüğümü... Sonunda yorgun yürek "duy..." dedi işte, Sessiz sedasız gidilecek günü.

63


Karaktersiz* Gökhan Baykal Karaktersizlik; büyük bir ayıp, başkalarına olmasa bile -ki olmadığına rastlanmamıştır- yapan kişinin kendisine saygısızlık. Söylediği lafla yaptığı eylemler arasında bir fark varsa kişinin bu kişi karaktersizdir bence. Kolay kolay defedilemeyen bir hastalık olur yapışır bünyeye, yavaştan bağışıklık sistemini çökertir ve omurgalarda dayanılmaz bir ağrı baş gösterir ve nihai sonuç olarak insanı omurgasızlaştırır. Bu aralar (5-6 aylık bir dönem) bu mevzu konusunda büyük bir gelişme gösterdim. Karaktersizin, omurgasızın önde bayrak taşıyanı oldum. Adeta Karaktersiz Spor’un en ateşli taraftarı ve amigosu oldum. Hiçbir maçını kaçırmadım, deplasmanlara gittim, holiganı oldum, olaylar çıkardım, stat kapattırdım, hakem dövdüm… Her şey okulun bitmesiyle başladı. İlk 1-2 ay aylak aylak evde yatarak vakit geçirdim, dostlarımla kağıt oynadım, zorla briç öğretmeye ve oynatmaya çalıştım –ki ben de çok anlamam- gezdim dolaştım, zevk-i sefa eyledim hayatımı. Cepte beş kuruş para yok, çalışmıyorum, günde iki paket sigara içiyorum (8,5 TL) , bildiğiniz hala evdekilere yük olmaya devam ediyorum ama durumdan pek mutlu değilim çalışmam lazım falan derken bir iki arkadaşımın kıyağıyla iş başvurusu yapıyorum ve çaaat anında kabul ediliyorum, pazartesi gel başla durumları. İşe başlamadan önce gidip diplomamı falan alıyorum ve 64


İstanbul’a ışınlanıyorum Skati tarafından en acısız şekilde, ama içim içimi yiyor, durulamıyorum… Ve nihayetinde İstanbul günleri başlıyor. Ama ortada benim açımdan çok fena can sıkan mevzu var, var olmasına var da dillendirmeye hiçbir zaman yeltenemiyorum. Daha işe bile doğru düzgün başlamadan kovulmak, işsiz güçsüz,

beş

parasız

olmaktan

korkuyorum

ve

doğal

olarak

sesimi

çıkartmıyorum. Ses çıkartmayı bırak kendime de yalan söylemeye başlıyorum. “Artık 28 yaşına geldin, o veya bu şekilde paranı kazanmak zorundasın, beynini kurcalayan mevzuyu kenara bırak ve işine odaklan, kimse seni yargılamaz ya da kınamaz “ diyorum. İşte karaktersizliğim burada baş göstermeye başlıyor. Beni tanıyanlar bilir, Aydın Doğan kişisinden hazzetmem ve okul hayatımda da kurduğum cümlelerin başında “ Umarım Aydın Doğan’a muhtaç olmam” gelirdi. Ulan kahpe hayat, ulan şerefsiz kapitalizm, ulan bari dakika 1 gol 1 yapmayın ama ya, değil mi?

Şansıma edeyim, işe başladığım şirket beni

Yaprak Dökümü dizisine kamera asistanı olarak yolladı. Dizi sayesinde çok güzel dostlarla tanıştım, ve hatta son plan bittikten sonra hüngür hıçkırık,salya vıcık ağladım falan filan. Arkadaşlık, iş ortamı, kariyer vs. olarak süper bir başlangıç, aksini iddia etmek aptallık olur. Ama mevzu o değil, daha ilk işimde kendimle çelişmeye başladım. Yıllarca Aydın Doğan’a arabalar dolusu laf söyle, gazetesinden söyleşi için gelen Tufan Türenç’e laf söyle hatta bundan büyük zevk al falan fişmekan. Sonra kaderin trikotaj makineleri ağlarını çatır çatır örsün ve git Kanal D’nin işinde çalış. Çalışıyorum ama ha bire “kazandığın para Aydın Doğan’dan gelmiyor oğlum” diye kendimi avutuyorum. “Aydın Doğan yapım şirketine veriyor parayı, yapım şirketi senin şirkete veriyor parayı ve son tüketici olarak 65


sen kendi şirketinden alıyorsun parayı” gibi güzel bir bahaneyle mutlu oluyorum ha bire… Önümüzdeki ay ‘eylemler’e, ‘yürüyüşler’e ve ‘bir tencere reklamı ile yeşil sermayenin köpeği olma’ya değineceğimiz yazının ikinci bölümünde görüşmek üzere… *Devam Edecek…

66


Kâbus Oturumları Melih Öncel

Bu yazı, hayal ürünü olup gerçek kişi, kurumlar ya da olaylarla bir ilgisi yoktur... Belki de vardır... Geçen akşam fena bir rüya gördüm. Kâbus mu desem karabasan mı bilemiyorum. Sizlerle paylaşmak istedim. Memlekette gündem her zamanki gibi çok yoğun. Seçim de geliyor ya, son yıllarda olan her şey bir anda aklıma gelmiş olmalı. Rüyamda tekrar ilkokula dönmüşüm. Bu sefer küçük bir çocuk olarak değil ama. Okul aynı, sıralar aynı; fakat olaylar günümüzde geçiyor. Hepimizi toplamışlar tekrar, kocaman adamlar olmuşuz. Yanımda yine Mutlu oturuyor. Gülerek “ne yapıyoruz abi biz burada?” diye soruyor. Rüyalarda buluşabiliyoruz artık. Keyfini çıkarayım derken öğreniyoruz ki sevgili(!) hükümetim çağırmış bizi. Bugüne kadar neler yaptıklarını, ülke olarak ne kadar geliştiğimizi anlatacaklarmış. Haydi, buyur bakalım! Bekliyoruz başımıza neler gelecek diye. O sırada kapıdan içeri devlet bakanı ve başbakan yardımcısı zat-ı muhterem giriyor. Rüyada bile rahat yok iyi mi?! Başlıyor konuşmaya. Sevgili öğrenciler, hoş geldiniz, beş gittiniz laf ve salatalarıyla söze giriyor. Ya henüz anlamadı bizim normal öğrenciler olduğumuzu ya da bizi meydanlarda dayak yiyen (ve bazılarına göre yemeği hak eden) öğrencilerden çok cumhurbaşkanıyla yemek yemeği hak eden lüks otomobil sahipleri olarak görüyor. Ekonomiden bahsediyor ilk başta. Yeşil sermaye ile büyüyen namuslu insanlar kadar anladığım da yok ekonomiden ama az çok biliyorum kapitalizm denen illetin bir halta yaramadığını. Sevgili bakanım, -zengin daha da zenginleşir, fakir daha da fakirleşirken ve aradaki uçurum daha da açılırken- ekonomik 67


büyümeden bahsediyor ve oldukça başarılı olduğumuzu söylüyor. Rüya benim rüyam ya, dayanamıyorum araya giriyorum: “peki ya işsizlik? Çocuk işçiler? 2009 yılında ölen binden fazla işçi? Sadece patronları zenginleştiren taşeronluk ve maliyeti düşürmek için hiçe sayılan işçi hakları?” Bakan Bey, yanlış rüyaya girmiş olmalıyım diye düşünürken aslında pek de etkilenmiş görünmüyor. Sonuç olarak o da biliyor memlekette açlık sınırının 800–900 lira ve yoksulluk sınırının 2500–3000 lira arasında olduğunu. Yargı bağımsızlığından söz açılıyor. Adaletin işlediğini söylüyor. Ve çetelere karşı demokrasi için savaşıldığından bahsediyor. Yine atlıyorum ortaya: “ya içeri alınan onlarca gazeteci? Siyasetimiz “özgürleşirken”; basın, özgürlüğünü mü yitiriyor yoksa? “Çete üyesi” denilen insanlara sorulan sorular yaptıkları haberler, yazdıkları kitaplarla ilgili. Silahlı örgüt kurmanın kanıtı bu mu sizce?” Bana cevap olarak İçişleri Bakanının sözlerini hatırlatıyor: “basın özgürlüğü açısından ABD’den daha ilerideyiz!”. Yandaş medya sayısının batıdan daha fazla olduğundan bahsediyor sanırım diye düşünüyorum. Ve soruyorum tekrar: “Peki Hrant Dink öleli kaç sene oldu? Adalet yerini bulana kadar zaman ilerlerken, daha kaç yaş gençleşecek zanlılar? Daha ne kadar işin içindekileri görmezden gelmeye devam edeceğiz?” Sayın Bakan beni dinlemiyor bile. Sırada hak ve özgürlükler var. Yapılan iyileştirmelerden ve alınan yoldan bahsetmeye başlıyor. Ben de artık onu dinlemiyorum. Sanırım konuşması sırasında aldığımızı iddia ettiği yolun ortasında öldürülen kadınları görmezden geliyor. Boşanma davası açtı diye dövülen, hatta öldürülen kadınlarının pek bir özgürlüğü yok herhalde. Ne de olsa “dayak cennetten çıkmadır” ve ataerkil bir toplumda, erkeklerin yaptığı her şey yerindedir. Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanımızın da dediği gibi: “yasal düzenlemelerimiz birçok ülkeye göre çok ilerde; ama yine de münferit vakalar olabiliyor” -Aynı bakan, “ben eşcinselliğin biyolojik bir bozukluk, bir hastalık olduğuna inanıyorum. Tedavi edilmesi gereken bir şey bence” de demişti-. Münferit vaka olarak gördüğü şeylerin başında yirmi birinci yüzyıl demokratik Türkiye’sinde hala devam eden töre olsa gerek. Kadını bir birey olmaktan uzaklaştıran, özgürlüğünü kısıtlayan, belli sınırlar dışına çıktı mı hayatını elinden alan töre. Ve “namuslu” toplumumuzda, polis, “aksırana ve tıksırana” kadar içki içilmesini engellemek için restoranlarda –hatta yol 68


ortasında yayalara bile- kontrol yaparken ve alkollü içecekleri tezgâh altına gizlerlerken; kadınlar şiddete maruz kalmaya devam ediyor. Cinayetlerin, ensest ilişki kurbanı çocukların sayısı her geçen gün artıyor. Ama unutalım bunları; zaten kadının asıl görevi çocuk bakımı ve ev işi değil mi!? (Başını da örtüyorsa ne ala!). Gerisi önemli değil. Bakan Bey, konuşmaya devam ediyor. Hala hak ve özgürlüklere giden yolda ilerliyor. Yol boyunca ağzımıza burnumuza biber gazları doluyor. Ve şanslıysak bir kaç morlukla yola devam ediyoruz. Yolun sağında hoşgörü toplumunun bireyleri “noel baba” figürünü bıçaklıyorlar. Yolun diğer yanındaki ilkokulda Darwin’den ve evrim teorisinden bahseden öğretmene ceza veriliyor. Milliyetçilik tam gaz geçiyor yanımızdan. Şiddet, işgence, ayrımcılık devam ediyor. Yolun sonunda korku devleti görünüyor. Rüya, bir kâbusa dönüşüyor o noktadan sonra. Uyanmak istiyorum artık. Uyanmadan hemen önce polisler gelip beni dışarı çıkartıyorlar. Meğer bizim ilkokulda da artık İstanbul Üniversitesi’nde olduğu gibi polis denetimi varmış. Meğer ilkokullardan başlanıyormuş artık tek tip insan yetiştirilmeye. Aydınlanma yolundaki en önemli araç olan eğitim de çoktan tek tipleşmiş. Uyanmışım. Yoksa hala uyuyor, uyutuluyor muyuz bilemiyorum. Durmak yok Türkiye yola devam. Sen Türkiyesin, büyük düşün; çünkü henüz yeteri kadar büyük düşünemiyoruz biraz daha uykuya ihtiyacımız var.

69


Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! Mustafa Balbay

Başlık, Albert Camus’nün sözü… Sanat, yeryüzünde insanlığın, karanlığa karşı mücadelesinde en önemli güçlerden biri olmuştur. Sanatın bu gücünü bilen yöneticiler tarih boyunca iki yöntem arasında gidip gelmiştir:

1- Tamamen kendi kontrolü altına almak ve kullanmak. 2- Tümüyle yok saymak ve ortadan kaldırmak.

Bu iki yöntemin coğrafyası da yoktur. Hemen her yerde aynı yaklaşımla karşılaşmıştır sanatçılar. Ama ne olursa olsun, kaybetmiş gibi görünseler de kazanan hep onlar olmuştur.

Büyük sanatçılar için vatan ve zaman tartışması olmaz. Onlar nereye giderse gitsin, doğduğu toprağın insanıdır. Zaman kavramı da işlemez onlara. Hatta zaman geçtikçe tazelenirler. Yeri geldikçe aktarmadan geçemediğim bir Çin sözüdür:

Bir yıl sonrasını düşünüyorsan, tohum ek. On yıl sonrasını düşünüyorsan, ağaç dik. 70


Yüz yıl sonrasını düşünüyorsan, toplumu eğit.

Buna benim kendimce bir ekim var: Bin yıl sonrasını düşünüyorsan, sanatçı yetiştir.

***

Anadolu’nun en eski sanatçıları ozanlarımızın “söz sanatının” bütün inceliklerini kullanarak yazdıkları dörtlükler hala güncel değil mi? Yüzlerce yıl öncesinden bugüne ışık tutmuyorlar mı?

Yunus Emre’nin şu sözünden daha hümanist kaç söylem vardır: “Bir insanı incittinse, bu kıldığın namaz değil!”

Bugün Türkiye’de, dini araç, vahşi kapitalizmi haraç edinmiş bir iktidar var. Doğal olarak sanata karşı. Olsa olsa ne kadarını kullanabilirim diye bakıyor. Ötesi batıyor. Hele birazcık gerçekleri söyleyen varsa, kendisine yeryüzünden köşe beğensin!

Hükümet kadrolarının sanata şaşı bakışı yetmiyormuş gibi, kimi sorumlu noktadaki sorumsuzlar, özel kurumların sanata olan desteğini bile yönlendirmeye girişebiliyorlar! “Onu değil bunu destekleyin” diye dayatıyorlar. Şunu da en iyi iktidardakiler biliyor: Sanata bulaşmış bir kişi, bağnazlaşamaz… Onu, körü körüne bir düşüncenin peşinden sürükleyemezsiniz… 71


*** Bu durumda ne yapmalı? Sanatın gücüne inanan herkes, bütün gücüyle sanatı desteklemeli. Evet, karanlığa sürükleniş var. Ama bu karamsarlığa sürüklememeli bizi. O zaman karanlığa biz davetiye çıkarmış oluruz. Son gelişmeler, toplumsal mücadelenin bir dayanağının da sanat olduğunu gösterdi bize. Resim sanatından söz sanatına, tiyatrodan müziğe her alanda sanat toplumla buluşmalı… Sanatın aydınlığı, yüzü karanlığa dönük herkesi kuşatmalı… Bir anlamda karanlığın kuşatmasını tersine çevirmeli…

Gelin; sadece sanatı sevmekle, sanatçılar zor duruma düşünce onları desteklemekle kalmayalım… Sanatla iç içe olmayı bir yaşam biçimi olarak yerleştirelim.

O gün kendimizi daha güçlü hissedeceğiz… Sanatın ışığı boş sandalyeleri, salonları değil, insan yüzlerini aydınlatmak ister…

Not: Mustafa Balbay tutuklu olduğu için bu yazıyı Cumhuriyet Gazetesi Ege Bölge Temsilcisi Sayın Serdar Kızık’ın izniyle yayınlıyoruz.

72


73


www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat 74


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.