Azizm Sanat E-Dergi Kasım 2010

Page 1

Azizm Sanat EDergi Kasım 2010 Sayı 37

Yazı Dizisi: 2000’lerde Türkiye’deki Politik Düşüncenin Sinematografik Sunumu

Cat People

1


Editörden Sanatsal düşüncenin, yaratımın en sıkıntılı ve zorlu olduğu ülkelerden biri olduğumuz konusunda sanırım herkes hem fikirdir. Yalnız bir konuda diğer ülkelere fark attığımız kesin. Evet, ülkemizde sanat merkezleri saldırıya uğruyor, sanatçılar dövülüyor, sanat eserleri parçalanıyor, heykeller yıkılmanın ötesinde tükürüklere maruz kalıyor. Nü resimlerin üzerleri ülkemizin son dönemlerdeki milli özgürlük simgesi olagelen(!) bez parçasıyla örtülüyor. Filmler, makaleler, kitaplar sansüre uğruyor, düşün insanları hapse atılıyor, öldürülüyor. Evet, sıraladıklarımız korkunç ancak tüm bunların yaşandığı başka ülkeler de var. Farkımız tam da burada devreye giriyor. Söyler misinizin hangi ülkede bir bakan ince ince sırıtarak “halkın sağlığı için” alkollü içeceklere zam yapıldığını söyler? Bir diğeri yok edilecek tarihi sağlık kenti Allianoi için “bir sütun bir de peri çıktı ya abartmayın” sözleri sarf edebilir? Hangi ülkede bir takım siyasiler “darbeyle, faili meçhullerle hesaplaşıyoruz” diye meydanları inlettikten sonra faili meçhulleri araştırma komisyona izin vermemekle birlikte darbeci adlarının sokaklardan, meydanlardan, okullardan silinmesine engel olur hatta daha da ileri giderek devlet televizyonunun “milli katilleri” konuk etmesini “özgürlük” olarak övebilirler? Öfkenin bir hitabet sanatı olduğunu söyleyenler yalanın da bir sanat olabileceğini mi keşfettiler yoksa? Bu soruların cevabı bilinmez ancak güzel Anadolu’nun doğal ve tarihi zenginliklerini herhangi başka bir alanda zenginliğe tercih etmeyenlerin terörist olduğu bir ülkede yaşadığımız bir gerçek. Genç yavrularımızı bu korkunç terörden korumak için Milli Eğitim şurası toplandı ve çözümü buldu. Öyle bazılarının umduğu gibi laiklik ilkesiyle çelişen zorunlu din dersinin kalkmadı. Onun yerine zorunlu din dersinin yanına bir de seçmeli din dersi konuldu ve din eğitimine başlama yaşı 10dan 6ya çekildi. Ne de olsa kutsal olan tek kitap diğer tüm kitaplara bedel! Böyle bir gündeme sahip ülkede sanatsal düşünce ilerleyebilir, toplumsal tabana yayılabilir mi? İktidar aygıtının tepeden tırnağa “gerçeküstü” olduğu bir ülkede Dali ve Bunuel gibi ustalar gerçeküstücülükten “sıradancılığa” dönüşüverirler tek bir gecede. Yine aynı gecede Mona Lisa’nın gülüşü Munch’un Çığlığına 2


evrilebilir. Akılcı düşüncenin küresel ölçekte dogmalar karşısında gerilediği bir zamanda ülkemizin düşün dünyası “çılgın dogmalar” altında ezilmedir. Örgütümüzün aylık yayın organı www.azizm.org’un yayın hayatına başlayışının üçüncü yılında tüm bunları aşmanın yegâne yolunun aydınlanmadan geçtiğini bir kez daha haykırıyoruz! Bu ay en büyük destekçilerimizden, edebiyatımızın önemli ismi Adnan Binyazar, Cumhuriyetimizin kuruluşunda Mustafa Kemal’in akılcılıkla temellerini attığı bilgi toplumunu hatırlatıyor bizlere. Değerli bilim insanı Osman Bahadır ise son zamanlarda eline mikrofon alanın saldırmaya yeltendiği Harf Devrimi’nin önemini ortaya koyuyor. Tüm bunlarla birlikte büyük ozanımızın Nazım Hikmet’in doğum gününü kutlarken, karşı kıyıdan tüm dünyaya tıpkı Nazım gibi akılcılığı, umudu, direnişi aşılayan büyük şair Yannis Ritsos’u ölüm yıldönümünde anıyoruz. Sinema yazılarımızda ise 2000li yıllarda Türk sinemasındaki politik sunumları ele alacağımız araştırmamıza Ümit Ünal’ın yönettiği Dokuz filmiyle başlıyoruz. Cat People incelememiz psikanalitik eleştiri ağırlıklı ikinci bölümüyle sayfalarımızda. Ayrıca birbirinden değerli yazarlarımızın şiir, deneme ve öykülerini de bu ay Azizm’de. Dogmalara karşı sanatla kalın dostlar, Sanat Aydınlanma İçindir…

Azizm’in Notu: Yayın organı

www.azizm.org‘un

üçüncü yılını kutladığımız bu ay

yazarlarımız Özgür Keşaplı Didrickson denemesiyle, önde gelen edebiyat dergilerinden Sözcükler dergisinde yer alırken, Selin Süar denemesiyle Sol Kültür’ün “Yoğun Yazılar”ında yer aldılar. Azizm’in tüm emekçileri adına yazarlarımızı kutluyoruz. Yayın hayatımıza başlayışımızın üçüncü yılı adına 2008 Azizm yapımı “Kuzgun Öykülerinden Yaratılar” adlı belgeselimizi http://www.vimeo.com/16567451

adresinde yayınlıyoruz. Aralık ayı güncellemesi için

dilediğiniz konuda inceleme, deneme, eleştiri, şiir, öykü, fotoğraf, karikatür, resim ve videoyu 10 Aralık 2010 tarihine kadar editörümüze iletebilirsiniz değerli dostlar. 3


www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat

Ön Kapak: Kedi Kız (1982) – Paul Schrader Arka Kapak: Dokuz (2002) – Ümit Ünal

4


İçindekiler

Atatürk’ün Yaratmak İstediği Bilgi Toplumu – Adnan Binyazar

s.6

Harf Devrimi’ni Anlamak – Osman Bahadır

s.19

Kukumav Düşünceler (şiir) – Can Ceylan

s.22

Ayrı Topraklarda Özgürlüğe Çarpan İki Yürek: Yannis Ritsos ve Nazım Hikmet – Selin Süar

s.25

2000’li Yıllarda Türkiye’deki Politik Düşüncenin Sinematografik Sunumu (1): Dokuz – Onur Keşaplı

s.31

Psikanalitik ve Feminist Yaklaşımlarla Cat People (2) – Selin Süar

s.39

Dostuma – Melih Öncel

s.52

Veda İçin Yağan Yağmur – Mahmut Bektaş

s.54

Et Bayramı – Abdullah Rıdvan Can

s.57

Türban: Yetmez Ama Evet(!) – Onur Keşaplı

s.60

Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı – Mustafa Balbay

s.65

5


Atatürk’ün Yaratmak İstediği Bilgi Toplumu

Adnan Binyazar Kemalizm, bugünkü adlandırmayla Atatürkçülük, düşünsel bir dizgi olarak, çağdaşlıkla eşdeğerlidir; değişimi, yenileşmeyi, ileri düşünceyi gerektirir. Bu bağlamda, Mustafa Kemal, Anadolu’ya ayak basıp Kurtuluş Savaşını planlarken, toplumun alt yapısını sağlamlaştıran “müreffeh” bir Türkiye yaratmayı temel amaç saymıştır. “Müreffeh Türkiye”, toplumun çağdaşlaşması demektir. Atatürk Devriminin varmak istediği hedef, siyasal, ekonomik bağımsızlığını sağlamış, laik ve demokratik bir Türkiye Cumhuriyeti’dir. Atatürk, bu büyük devrimi yaratmada inançlı ve kesin kararlıdır. Cumhuriyet’in 10. yılında Afet İnan’a yazdırdığına göre “Devrim, mevcut kurumları zorla değiştirmek demektir. Türk ulusunu son yıllarda geri bırakmış olan kurumları yıkarak, yerine ulusun medeni gereksinmelere göre ilerlemesini sağlayacak yeni kurumları koymuş olmaktır.” Tanımını yaptığı bu devrimin kararını, daha eyleme geçmeden yıllar önce, “Bağımsız cumhuriyeti kurmanın, şeriatı hukuk düzeninden silmenin, laikliği devletin temel ilkesi yapmanın bir düş olduğu” 1919 yılı Temmuz ayının 7’inci gününü 8’ine bağlayan gecenin geç vaktinde, Mustafa Kemal, Bitlis valisiyken Damat Ferit Paşa tarafından görevinden alınan Mazhar Müfit’i(Kansu) çağırtır ve not defterine şunları yazdırtır: “ 1) Zaferden sonra hükümet biçimi cumhuriyet olacaktır. 2) Padişah ve hanedan için zamanı gelince gereken işlem yapılacaktır. 3) Tesettür kalkacaktır. 4) Fes kalkacak, uygar toplumlar gibi şapka giyilecektir. 5) Latin harfleri yürürlüğe girecektir.” Bunları yazdırdıktan sonra, Mazhar Müfit’e, “Defterin bu sayfasını kimseye göstermeyeceksin, sonuna dek gizli kalacaktır,” der. (İlhan Selçuk, Cumhuriyet, 25 Temmuz 1998). Anadolu’da o gece Türk aydınlanmacılığının temeli atılmıştır. Kurtuluş Savaşı boyunca bir yandan düşmanla, öte yandan içteki gerici ve işbirlikçi güçlerle 6


savaşılarak, aydınlanma düşüncesinin çatısı da çatılmıştır. Bu, Atatürk’ün düşlediği çağdaşlık ışığıdır.

Devrim, devletin bütün kurumlarını değiştirip yeni bir yapı kurmayı gerektiriyordu. O gün için bir “utopia” sayılan “çağdaş” Türkiye bu inanç ve direngenlikle kurulmuştur. Mustafa Kemal, tasarlıyor, tasarladığını anında uygulamaya geçiriyordu. Nitekim hemen halkın katılımını sağlayarak TBMM’yi toplamış, egemenliğin kayıtsız şartsız ulusta olduğunu özellikle vurgulamıştır. Bu, her şeyin ulusun iradesiyle, ulusun gücüyle, ulusun birlikte yapabileceği anlamına geliyordu. İlk adım, işgale uğramış yurt topraklarının kurtarılmasıydı. Bunun için güçlü bir orduya gerek vardı. Toprak bağımsızlığından yoksun bir halkın eli kolu bağlı olurdu. Yurdu işgalden kurtarmadan devrim yapılamazdı. Mustafa Kemal bu gerçeği üstün sezgisiyle kavramış; çağdaş dünyayla da ilişkilerini sürdürerek Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini barut kokuları ortamında atmıştı. Cumhuriyet, en kısa tanımıyla, halk yönetimidir. Cumhuriyetle yönetilen ülkelerin halkı, Ziya Gökalp’in deyimiyle cemm-i gafir (kalabalık) değil, hakkını hukukunu bilen, demokratik anlamda halk(public, bilinçli halk topluluğu) olmalıdır. Tarık Zafer Tunaya’nın “Türk Devriminin dili” dediği Atatürkçülük, böyle bir halk yaratma yolunda girişilmiş bir uygarlık arayışı, bir bilgi devrimidir. Atatürkçü cumhuriyetin temeli kültüre dayanmaktadır. Atatürk, toplumsal onurun, çağdaş dünyayla bütünleşmenin, ulusal kültürle gerçekleşeceğine inanmıştı. Devrim ilkesi olarak benimsediği, “Doğu’nun dinsel, sosyal, siyasal baskısından olduğu kadar Batı devletlerinin siyasal ve ekonomik zorbalığından uzak bir devlet kurmak ve toplum yaratmak” kültürel birikimlerle olurdu. Nasıl temeli kültüre dayanmayan devlet gerçek anlamda devlet olmazsa, kültürel temelden yoksun bir cumhuriyet de olamazdı. Misak-ı Milli ile yurdun toprak sınırlarını çizen Mustafa Kemal, “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” sözüyle de Türkiye’nin kültürel sınırlarını çizmişti. Atatürkçü kültür devriminin amacı, başka kültürlerin boyunduruğu altında ezilerek kimliğinden uzaklaşmış 7


bir toplumu yeniden var etmek, birey olarak yüzyıllarca kültürel sömürüye uğramış insanımıza güven kazandırmaktır. Cumhuriyet’in ilanından çok kısa bir süre sonra başlayan, eğitimin laikleştirilmesi bu amacı yürürlüğe koymanın ilk adımıdır. Laik eğitimle, düşünce de laikleştirilmiş olacaktır. Bu uygulamayla, bilgi belli kesimlerin tekelinden kurtarılıp halk kesimlerine de yayılacaktır. Böylece bilgi özgür kılınacak, özgür düşünüşlü Türk insanı, çağdaşlık yolunda, elinde “müspet bilimin meşalesi”ni tutarak ilerlemeye koyulacaktır.

Düşünce, ancak bilimin gerçek kaynaklarına inilerek özgürleştirilebilir. Ulusal bilinç, bilgiyle donanmış düşüncenin ürünüdür. Kendi dilini ve düşüncesini yaratmamış hiçbir ulus gerçek anlamda özgür değildir. Mustafa Kemal’in devrim ilkelerinin kaynakları sayılan halkçılık, ulusalcılık, “kültür” kavramıyla eş tutulması gereken cumhuriyetçilik kavramı, gelip bu ulusal bilinç gerçeğinde yoğunlaşıyor. Ulusal bilinç gibi, ulusal kimliğin kaynağı da bilgidir. Ulusal bilinçten yoksun kesimlerin ulusal kimlikten de yoksun oldukları, kendilerine bir kimlik yakıştırmak için cumhuriyetin karşısına ümmetçi ve çağdışı bir anlayışı dikmek istemelerinden bellidir. Ulusal kimlik kazanmamış toplumların çağdaşlığından da söz edilemez. Çağdaşlığın, kendini tarih içinde bir dil varlığı olarak kanıtlamış toplumların ürünü olduğunu, Avrupa’nın aydınlanma döneminde geçirdiği deneyimler kanıtlamaktadır. Kendi dilini, dolayısıyla düşüncesini yaratamamış toplumların, başkalarının dışlamasına gerek kalmadan, kendilerini çağlarının dışına fırlatıp attıkları; bilgide, yaşayışta çağdışı düşüncelerin kulu olmayı yazgıları saydıkları, gelişmiş ülkelerin alt kültür tüketicileri olarak nasıl sömürüldüklerini her gün televizyonlarda görüyoruz, gazetelerde okuyoruz. Oysa Atatürk, özgürlük ve insanca yaşama haklarını egemen ulusların denetimine bırakmayı erdem sayan “kalabalık” toplum anlayışını yok edip, halkı bilinçli toplum olmanın erdemine inandırmaya çalışmıştır. Bu yönden, Türkiye Cumhuriyeti bilinçle, bilgiyle, erdemle var olmuş bir aydınlanma devrimi sayılmalıdır. Tarihi boyunca toprak bağımsızlığını sağlamış bir toplumun bireyi olarak, Mustafa Kemal, bu halkın, İtilaf devletlerinin Türkiye’yi yok etme planını 8


bozacağını bilinçle kavrayarak Anadolu’ya geçmiş, onların arasına katılmıştır. Bir bakıma sivil toplum örgütlenmesi olan kongrelerden sonra, “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” inancıyla geldiği Ankara’da Türkiye Millet Meclisi’ni toplamıştır. Toplumsal örgütlenmeyi bilinçli halkların başarabileceğine yürekten inanmaktadır. Mustafa Kemal, Türk halkının tarihten gelen bu gücüne dayanarak, zaman yitirmeden, yurt ve bilgi bağımsızlığını sağlayacak savaşımlara girişmiştir. Yaşamı boyunca, egemenliğin ulusta olduğuna inanmış, bunu halkçı ve ulusalcı anlayışın, demokratikleşmenin temel ilkesi saymıştır. İşin ta başında, dinciliğin karşısına ulusalcılığı çıkarırken, eğitimin laikleştirilebileceğini düşünüyordu. Çünkü “ilerleme ve gelişme yolunda, uluslar arası ilişkilerde Türk toplumunun çağdaş uluslarla yan yana ve bir uyumda yürümekle birlikte kendine özgü karakterini ve bağımsız kimliğini esas tutma” amacı, ulusalcı bir dünya görüşüyle, laik eğitimle gerçekleştirilebilirdi. Eğitimin laikleştirilmesi, Mustafa Kemal’in kaçınılmaz saydığı bir devrim ilkesidir, devrimci eylemin temelidir. Eskinin bütün çürümüş kurumları, ancak laik eğitim uygulamalarıyla eğitimi iki başlılıktan kurtarmakla yıkabilirdi. Mustafa Kemal’in tarih sahnesine çıkışından bu yana, en ağır saldırıların laik eğitim uygulamalarına yapılması bir rastlantı sayılmamalıdır. Hemen her dönemde, gelişmelerin önüne engeller çıkaran gericilik, kökten dincilerin sığınağı olmuştur. Bir atasözümüzde dile getirilen, suyun uyuyup düşmanın uyumadığı gibi, zaman uyuyor da gericilik uyumuyor! Bilerek ya da – daha kötüsü- bilmeyerek, devrim ilkelerinden bir ışık çizgisi kadar ödün verildiğinde, gericiliğin ağır bulutları ülkenin çağdaş yüzünü hep karartmıştır. Son zamanlarda ise, “karartma” bir yana, Atatürk devrimleriyle yaratılan bütün çağdaş kurumları hedef göstererek, cumhuriyet rejimini sarsacak boyutlara varmıştır.

9


Çağdaşlaşmayı Türk devriminin temel hedefi sayan Mustafa Kemal’in, daha cumhuriyet ilan edilmeden, Türk halkını çağdışı kalmaktan çıkaracak laik eğitimi neden gerekli gördüğünü, 1922 yılında anı defterine yazdıklarından öğreniyoruz: “Okul, genç dimağlarda, insanlığa saygıyı, vatana ve ulusa sevgiyi, bağımsızlık onuruna sevgiyi ve bağımsızlık tehlikeye düşecek olduğu zaman, onu kurtarmak için izlenmesi gereken kurtuluş yolunu öğretir. Okul sayesinde, bilim ve fen sayesinde Türk ulusu, Türk sanatı, Türk edebiyatı bütün güzellikleriyle kendini gösterecektir.” Dinsel eğitim ise bunun tam tersini yapmaktadır. Daha sonra, bunu gerçekleştirecek olan öğretmenleri de şöyle uyarır: “Hiçbir zaman hatırınızdan çıkmasın ki, Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür kuşaklar ister.” Eğitim izlencesini de, toplumsal yaşamımızın ve çağın gereklerine uygun düşecek biçimde düşünmüştür. Bu tam anlamıyla laik eğitim izlencesidir. 10


Kurtuluş Savaşı yıllarında, Mustafa Kemal’in “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” kuşakların özlemini çekmesinin anlamı bugün daha iyi anlaşılıyor. Öyleyse, Mustafa Kemal’in özlemini duyduğu düşüncesi, vicdanı, duyarlığı, anlayışı ve kavrayışı özgür; çağdaş Türk insanı nasıl yetişecekti? Bir topluma ulusal bilinç ancak bilgi yoluyla kazandırılabilirdi; Mustafa Kemal’in başardığı da budur. Halkını çağdaş bir bilgi toplumu yapma yolunda her şeyi yerinde ve zamanında planlamayı bilmiştir. Cumhuriyetin ilanından 5 Ay sonra Eğitimin Birleştirilmesi Yasası çıkmıştır(1924). Bu, eğitimi dinsel etkilerden kurtarmanın başlangıcıdır. Önce çağdaş bir dünyada okuma yazma bilmemenin utanılacak bir şey olduğunu belirtmiş, bu yasadan sonra büyük bir eğitim seferberliği başlatılmıştır. Herkes birbirini etkileyerek, bilen bilmeyene öğreterek okuma yazma sorunu çözülecektir. Atatürk için önemli olan, toplum içinde bir dinamizm yaratmaktı. Yurdunda kendini bağımsız kılan bir halk, en kısa sürede eğitimi de laikleştirecekti. Eğitimi dinsel baskılardan kurtarmayı amaçlayan Eğitimin Birleştirilmesi Yasası, laik, çağdaş eğitimin temellerini de atmıştır böylece. Türkiye’ni var olmasında “Cumhuriyet” ne ise, düşünsel bağımsızlıkta da “laiklik” odur. Arap yazısının, ancak eğitim görmüşlerce çözülebilen bir yazı olduğu bilinmektedir. Sözcüklerin kökleri, üreme kuralları ve biçimleriyle bağlantılı bu karmaşık yazıyı çözüp, okuma yazmayı yaygınlaştırmak pek öyle kolay değildi. Bilgiyi yaygınlaştırmak, o bilgiyi iletecek araçlara da bağlıdır. Latin abecesinin Türk diline uygun düştüğü, Tanzimat Dönemi’nden bu yana zaman zaman tartışma konusu olmuştur. Ancak, bu tartışmaya son verip Latin abecesi temeline dayanan Türk abecesini kabul ettirmeyi Mustafa Kemal başarmıştır. Devrim, çok tez davranmayı ve göze almayı gerektirir. Konuyu araştırıp Atatürk’e öneri getirenlerin beş altı yılda gerçekleştirileceğini tasarladıkları Latin kökenli yeni Türk harflerini Mustafa Kemal üç aşamalı olarak bir iki yıl içinde yaygınlaştırmıştır. Bu abece, Türk toplumunu çağdaş dünyaya yaklaştırmıştır, toplumlar arası iletişimin yaratılmasında da etkili olmuştur. Bize eski kültürümüzden kopardığı savıyla eleştirilen abece devrimi, bilgi toplumu olma yolunda Türk aydınlanmasının önemli bir aşamasıdır.

11


Ulusal duygu yönünden, bir toplumun tarihsel kökenlerini araştırması büyük önem taşır. Ulusal bilincin kaynağı sayılan tarih bilincinden yoksun sayılan toplumlar, kendilerine başkalarının biçtikleri kimlikle yetinmek zorundadırlar. Atatürk devrimi içinde yer alan tarih ve dil çalışmaları bu yönden ulusal düşünce devriminin temelidir. Bugün “resmi tarih” diye küçümsenmek istenen, bir yönden de abartılı bulunan bu ilk çalışmalar olmasaydı, acaba, Türk bilimi tarih yönünden bugünkü nesnelliğine ulaşabilir miydi? Kuşkusuz, Türklerin bütün ulusların atası olduğuna yönelik bir tarihsel yorumun bugün geçerliği kalmamıştır. Ancak kendini yeniden var etmiş bir toplumun böyle destansal bir yaklaşımdan güç alacağı da unutulmamalıdır. Atatürk’ün amacı, toplumuna güven vermek, onu uluslar içinde bir varlık olduğu bilincini aşılamaktı. Zaman göstermiştir ki, gerçek amaç, İslam kimliği içinde eritilmiş bir Türk tarihi değil, tam tersine, Türklük bilinci içinde çağdaş bir tarih yaratmaktır. Devrimlerin odağı ulusal bir bilinç yaratmak olduğuna göre bir toplumun var oluş öyküsü de sayılan tarih, neden Anadolu gerçekleri dışında yorumlansın? Atatürk’ün ulusalcılığı vurgulayan tarih anlayışındaki coşkuyu o günün koşullarında değerlendirmek gerekir. O’nun kurduğu Türk Tarih Kurumu (1931), toplumun, toprakların varlığı olduğu bilinciyle, özellikle Anadolu tarihine yönelerek, tarihimizi Orta Asya ile sınırlayan ön yargılı değerlendirmeleri ortadan kaldırmıştır. Tarih yaratmakla kazanılan ulusal bilincin ne denli önemli olduğunu şu gözlemlerden çıkarabiliriz: Berlin’de, Kanuni Süleyman adına düzenlenen sergi için, Kütahya çinilerinin, British Museum’dan ödünç alındığı, Türk tarihinin önemli kaynağı “Oğuz Kağan” destanının Paris’te Bibliothque Nationale’de, yine tarihsel öneminin yanında Türk anlatı ve öykü sanatının başeseri sayılan “Dede Korkut” kitabının Dresden’de Staatsbibliothek’te bulunması, Bergama’dan götürülen taşlarla Berlin’de, neredeyse küçük bir kent görünümdeki Pergamon Museum’un kurulması, tarihsel varlıklarımıza nasıl sahip çıktığımız (!) bir ölçüsüdür. Ulusal anlamda tarih bilinci kazanmış toplumlar, Berlin’de bir müze oluşturacak tarihsel değerleri yapılarda temel taşı, kapı önlerinde binek taşı, koyunları tut yalama taşı, tuvalet ayağı… olarak kullanmaz. Ürgüp’teki aziz fresklerinin gözlerini oymaz, her biri müzeleri baş eseri olacak heykellerin kollarını, bacaklarını, kafasını, cinsel organlarını, burunlarını… koparmaz. 12


Yakup Kadri Karaosmanoğlu, tarihi topluma ulusal bilinç aşılamanın aracı sayan Atatürk’ün, tarihe neden önem verdiği şöyle anlatır: “Atatürk, milli tarihimizin sınırlarını zenginleştirmek hareketiyle hem Kemalist devrimin en kapsamlı bir izahını yapmak, hem bu devrimin köklerini üstünde yaşadığımız toprağın en derin tabakalarına kadar ulaştırmak, hem de Türk ulusunun asaletini şüphe götürmez soy kütükleriyle ispat etmek istemiştir.” Atatürk’ün tarih yazmayı tarih yapmak kadar önemli saymasının temelinde yatan budur. Çünkü tarih yazmak, bir ulusun yaşamını belgelemektir. Çağdaş dünya değerlendirmesini bu belgelere dayanarak yapacaktır. Onurlu bir ulus, tarihinin yalnızca başkaları tarafından yazılmasına razı olmaz. Cumhuriyete değin, tarih yazımı konusunda gelişmeler olmamış değildir. Ne var ki, araştırmaya, belgelere dayanılarak nesnel tarih yazımı cumhuriyetle gerçekleştirilmiştir. Tarih, Atatürk için, toplumun kendi geçmişine, varlığına, geleceğine sahip çıkmasının belgesidir, her fırsatta Türk varlığını “barbar” diye niteleyen Batı devletlerinin önyargılarına bir tepkidir. Bugün bile Avrupa Birliği tartışmalarında, Avrupa ülkeleri Türk tarihini kurcalama gereksinimi duymaktadırlar. Bir toplumda ulusal bilinçle kültürel kimlik hem birbirinin içinde, hem birbirinin tamamlayıcısıdır. Tarih gibi, o toplumun yapıp ettiklerinin bir göstergesi olan kültür de o topluma kimlik kazandıran temel etkenlerden biridir. Onun için Atatürk tarih çalışmalarıyla dil çalışmalarını birbirinin bütünleyicisi olarak düşünmüştür. Toplumsal kimlik açısından ikisini birbirinden ayırmanın ne denli olanaksız olduğunu tarih bilimi göstermektedir. Dil ise, kültürel varlığı belirleyen en yaratıcı olandır. Toplumların ancak kendi yarattıkları öz dille gerçek kimliğini kazandığı bir gerçektir. Çünkü dilini tanıyan, duygusunu, düşüncesini, yaratıcı gücünü, anlatımını, mantığını, çağdaş dünyadaki yerini, her şeyini tanıyacaktır. Dil devrimi, bir toplumun yaratıcılığını ortadan kaldırmaya yönelik baskılara baş kaldırmadır. Atatürk’e göre halk, yeniliklerin yaratıcısı olmalı, bu yaratıcı gücüyle çağdaş dünyadaki yerini bulmalıdır. Bu bağlamda Atatürk, dilsel gelişimi, ulusal bilinç kazanmanın kültürel tabanı saymıştır. Diliyle kişiliğini bulmamış toplumların sığıntı duygusu içinde kimlik bunalımlarına girdikleri biliniyor. Atatürk’ün her alandaki bağımsızlık, özgürlük, uygarlık kavramlarıyla anlatmak istediği, toplumların başka kültürlerle iletişim içinde kendi öz dillerini geliştirmesi, karşılıklı olarak, 13


birbirlerini üstün görücü ya da alçaltıcı bir duygu yaşamamasıdır. Türk Dil Kurumu (1932) bu gerekçenin ürünüdür. Atatürk’ün dile ne denli önem verdiğini hemen her vesileyle anılan şu sözlerinden çıkarabiliriz: “Ulusal duygu ile dil arasındaki bağ çok güçlüdür. Dilin ulusal ve zengin olması ulusluk duygusunun gelişmesinden başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil bilinçle işlensin.” Türk toplumunun bunda büyük başarı göstereceğini belirtmek için de, kazanılan bağımsızlık savaşını anımsatarak, “Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk ulusu, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” Dilin boyunduruk altında olması, düşüncenin de bağımsız olmadığı anlamına gelir. Atatürk’ün vurgulamak istediği dil bağımsızlığı, yalnızca düşünceyi özgür kılmayacak, yazı dili ile konuşma dili arasındaki uçurumu da kapatacak, böylece toplumsal iletişim kurulacaktır. Türkçe, bilim ve kültür dili olma yolunda gelişme göstererek bir düşünce dili düzeyine ulaşacaktır. Bu amacın gerçekleştirilmesinde de toplumsal bir dayanışmaya gidilmiştir. Türk Dil Kurumu’nda, derleme, tarama, türetme çalışmaları başlatarak Türk dilinin temellerine inilmeye çalışılmıştır. Kurumun öncülüğünde köy kent demeden, başta öğretmenler olmak üzere halk ağzından derlemeler yapılmıştır. 11. yüzyılda Kaşgarlı Muhmut’un oba oba gezip halkın dil varlığını devşirmesi gibi Dil Kurumu da sözcük(atasözü, deyim, mecazlı kullanımlar…) derleme işini toplumun her kesimine yaymış, halkın ağzından halkın dilini, Halk Ağzından Derleme Sözlüğü’nde bir araya getirmiştir. Atatürk’ün doğumunun yüzüncü yılında 13. ciltlik bu yapıt, Cumhuriyet döneminin en önemli çalışması olarak değerlendirilmiştir. Dili, zekâları bilgiyle ışıtıp donatmanın aracı sayan Leibniz (1656–1717), Latincenin egemenliğine karşın İncil’i Alman halk diline çeviren Luther’in başarısını söz konusu ederken, O’nun halklın diline bakarak konuştuğunu belirtir. Gerçekten, Luther, kasaplarla, bahçıvanlarla konuşmuş, Almancanın geniş anlatım olanaklarını onların dilinde bulmuştur. Türkiye’de yapılan da budur. Atatürk, halkın kendi varlığından kopararak yarattığı kültür birikimlerine önce dille başlamıştır. Halk ağzından derlenen bu sözcüklerin çoğunun yüzyıllar önce Türkçe’de canlı biçimde kullanıldığı 14


görülmüştür. Dil devrimiyle, 600 yıllık Arap ve Fars baskısı ortadan kaldırılarak dilin öz kaynaklarına inilmiştir. Eskiden olduğu gibi, artık Arapça ve Farsça sözcüklere karşılık olabilecek Türkçe sözcükler aranmıyor, Türkçe, kaynağından ürüyor. Dili bağımsız kılmanın en önemli aşaması bu derleme çalışmaları olmuştur. Bir yandan da, yazma eserlerdeki sözcükler taranarak, bunlara ne gibi Türkçe karşılıklar kullanıldığı saptanmıştır. 8 ciltlik Tarama Sözlüğü de bu çalışmanın ürünüdür. Çağdaş gereksinimleri karşılama yönünden ise bu kaynaklara dayanılarak türetme çalışmaları başlatılmıştır. Bugün, Öz Türkçe Sözlük, neredeyse genel sözlüğün oylumuna varacak. Ozanların, yazarların, çevirmenlerin, felsefecilerin, genç bilim adamlarının diline baktığımızda, dilimizin geniş anlatı olanakları kazandığını görebiliriz. Türk kültür varlığını simgeleyen sanatçılar, yazarlar, bilim adamları başka dillerin kültürleriyle değil, kendi öz dillerinin birikimiyle düşünüyorlar, duyuyorlar. Gerçek anlamda kültürel ulusallaşma budur.

Bu olumlu gelişmelere karşın, Cumhuriyet tarihi içinde en çok dil devrimi saldırıya uğramıştır. Yeniliğe, çağdaşlığa ayak uyduramayanlar, her fırsatta öz 15


Türkçe’ye karşı çıktılar. Ama bu kültürel akışın önünü kimse alamadı. Ellerine fırsat geçtiğinde öz Türkçe’yi yasaklayan, bugün devletin en yüksek kademesinde bulunanlar, bugün, yasakladıkları sözcüklerle sesleniyorlar halka, özellikle de gençlere… Atatürk’ün, Türkiye’nin geleceğini güvenle onlara bıraktığı gençler ise, Batı dillerine özenip dillerini bozanların dışında, analarının ak sütü gibi, tertemiz bir Türkçe’yle konuşuyorlar.

Halkçılık, hangi alanda olursa olsun, halkı üretici durumuna getirmek demektir. Atatürk’ün halkçılığını bu bağlamda düşünmek gerekir. Meşrutiyet döneminde, Türklüğü araştırma amacına yönelik olarak kurulan Türk Ocakları’nın sonradan Halkevleri’ne (1932) dönüştürülmesinin özünde, halkı kendi içinde üretici kılmak ve kültürel birikimlere onun katılımını sağlamak amacı güdülmüştür. Türk Ocakları’nın halk kesimleriyle bağlantısı sınırlıydı. Daha çok uzmanlık konularının ele alındığı bir yerdi Türk Ocakları. Halkevleri ise kısa sürede yayılmış, kendi içinde kültür üretirken bir yandan da üretilen kültürün yayıcısı olmuştur. Birçok Avrupa ülkesinde etkinlik gösteren kültür merkezlerinin yerini Türkiye’de Halkevleri tutuyordu. Acaba, Halkevleri, kurulduğu yıllardaki üretkenliğiyle bugünlere ulaştırılsaydı, halk çocuklarından oluşan orkestralar yarattıkları düzeyli sanat ürünleriyle Türkiye’nin ya da Avrupa’nın merkezlerinde konserler vermezler miydi, oyunlar oynamazlar mıydı, sergiler açmazlar mıydı?: Halkevleri, halkı üretici kılarak, sanatsal ve bilimsel yaratıcılığın kaynağı olarak düşünülmüştür. Kısa sürede de bu amaç gerçekleşmiştir. Ülkenin bakanları, milletvekilleri daha oturacak masa sandalye bulamazken, Ankara’da Devlet Konservatuar, Devlet Opera ve Balesi, Devler Tiyatrosu kurulmuş, halkı yaratıcı kılan kurumlaşmaya gitmenin yolları aranmıştır. Üniversitelere sağlanan bilimsel özerklikle birleştirilirse, toplumda düşüncenin nasıl bağımsız kılındığı anlaşılır. Atatürk’ün zamanında temeli atılan, ölümünden iki yıl sonra kurulan Köy Enstitüleri ise kentli-köylü, varsılyoksul demeden ülkenin çocuklarına eğitim eşitliği sağlamıştır. Bunlar, hep bir bilgi toplumu yaratmanın devrimci çabalarıdır. Cumhuriyet’in 10. yılı dolayısıyla yaptığı konuşmada, Atatürk, başlattığı devrimlerin anlamını bir kez daha dile getirmek gereksinimi duymuştur: Yurdu 16


dünyanın en gelişmiş ülkeleri düzeyine çıkarmak, müreffeh bir Türkiye yaratmak, ulusal kültürü çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarmak… Türk insanının çalışkanlığını, zekâsını vurgulayan Atatürk, sözlerini “Türklüğün unutulmuş uygar niteliği ve büyük yeteneği, bundan sonraki gelişmesiyle geleceğin uygarlık ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır!” diye tamamlamaktadır. Atatürk’ün kullandığı her sözcük, yaratmak istediği bilgi toplumunun ana sütunlarını oluşturuyor. Atatürk, Söylev’ine başlarken, “manzara-i umumiye” diye çizdiği o batık ülkeden, on dört yıl içinde, çağdaş bir Türkiye Cumhuriyeti yaratmıştır. İsmet İnönü’nün belirttiği gibi, vatan, Atatürk’e “minnet” borçludur. Türk ulusu büyük çoğunluğuyla bu minnet duygusunu, yüreğinde Atatürkçü inanca ve coşkuya dönüştürmüş; O’nun onuruna layık demokrasiyi kurmuştur. Türk ulusunu bu yoldan döndürecek, O’nu Atatürk inancından saptıracak hiçbir güç düşünülemez. Ancak, O’nun, ulusal bilincin ve kültürel varlığın kaçınılmaz iki kurumu olarak, kendi kişisel tasarruflarıyla desteklediği Türk Tarih ve Türk Dil Kurumu’nu, hukuk kurallarını çiğneyerek kapatanlar, tarihin yüzüne nasıl bakacaklar? Halkevleri gibi, sanattan, yazından yoksun bırakılmış halka yaratıcı gücünü yaşatma olanağı sağlayan kurumları yok edenlerin devrim tarihi karşısında alınları açık olacak mı? Günümüzde, ulusal eğitimi paralıların tekeline sokanlar, eğitim eşitliğini bilgi toplumunun temel ilkesi sayan Atatürk’e o bilinçle yetişmiş Atatürkçü kuşaklara nasıl yanıt vereceklerdir? Yüzyıllarca yoksul bırakılmış bir halkın çocuklarına ilk kez eğitim olanağı sağlayan Köy Enstitüleri’ni kapatıp o kaynağı laikliğin tam karşıtı dinsel eğitime yönelterek çağdışı ve Atatürk düşmanı kuşaklar yetiştirenler, Atatürk’ün özgür kılmak istediği vicdanlarının sesini ne zaman duyacaklardır? Cumhuriyetin 85. yılında, yaşlı genç demeden O’nun devrimlerine sahip çıkmak ve çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmakla kalmayıp onun da üstüne çıkmayı amaçlamak, bütün Cumhuriyet kuşaklarının namus borcu olmalıdır. Türkiye’de neredeyse her kuruluş kendi üniversitesini açıp, kendine gerekli adam yetiştirme programı uyguluyor. Gittikçe çemberi daralan eğitim koşullarının. Halk çocuklarından uzak tutulması, ileride çözümü zor durumlar yaratacaktır. Atatürkçülüğün temel ilkesi, sınıf ayrımı gözetmeden, eşitlikçi eğitimi egemen kılmaktı. Eğitimde bu ilkeye uyulmadığı için, Atatürk gençliğinin tüm 17


özelliklerini taşıması gereken halk çocukları, onları aldatanların oyununa gelip, Atatürk’e düşman kesiliyorlar. Bir çıkar uğruna, kendilerini çağın nimetlerinden, ulusal ve kültürel bilinçten, bilimsel özerklikten, kişi olarak dünyadaki varlık nedenlerinden yoksun bırakan gençler, bir gün, yalnız Türkiye’de değil, bütün dünyada da çağdaşlık yolundan başka bir yol olmadığını, bu yolu da Atatürk’ün, ulusu için çok erken uygulamaya soktuğunu anlayacaklardır. Babaların, annelerin, öğretmenlerin, öbür büyüklerin gençler üzerinde etkili olmaları doğaldır; gene de hiçbir genç, bilincini, özerkliğini, insan olma hakkını kimsenin çıkarına hizmet edecek yolda kullanmamalıdır. Bitki bitkiliğiyle, zaman zamanlığıyla kendi varlığını yaşarken, insanoğlu nasıl olur da birilerinin yönlendirmesiyle kendini tutucu düşüncelere kaptırıp çağdışı kalmayı yeğler? Not: Adnan Binyazar’ın bu yazısı Cumhuriyet Kitapları’ndan yeni çıkan Ağıt Toplumu adlı eserindendir.

18


Harf Devrimi’ni Anlamak Osman Bahadır 1928 Harf Devrimi’nin nedenlerini anlayabilmek için, devrimden önceki dilimizdeki iki asırlık evrim sürecinin dinamiklerine bakmak gerekir. Bir ulusun diliyle alfabesi arasında nasıl bir ilişki vardır? Bir ulusun dili, hangi alfabeyle olursa olsun kendisini tam olarak ifade edebilir mi, yoksa özgün dil ile alfabe arasında belirli bir uyumun varlığı zorunlu mudur? Dilimiz dilimizin matbaanın kuruluşu ile Harf Devrimi arasındaki 200 yıllık gelişme sürecine baktığımızda öncelikle şunu görüyoruz: Türkçenin seslisi çok (8 sesli), Arapçanın ise seslisi az (2 sesli) diller olmaları ve ayrıca gramer yapısının özelliğinden dolayı Arapçadaki bu iki seslinin her zaman aynı sesi vermemesi, Arap harfleriyle Türkçe yazımında her zaman büyük sorunlar yaratmıştır. (Örneğin, Arapçanın sesli iki harfinden biri olan ‘ayın’ harfi Türkçede, ‘e’ harfi hariç, sesli diğer yedi harfe karşılık gelebiliyordu. Ayrıca sessiz Arap harfleriyle ilgili sorunlar da vardı). Türkçe sözcükler kullanmak isteyenler, bu sözcüklerin Arap alfabesi kurallarıyla okunduğunda farklılıklar ve belirsizlikler oluşturması ve bu nedenle de zorluklara, yanlışlıklara yol açması yüzünden, çoğu zaman Türkçe sözcükler yerine Arapça karşılıklarını aramaya ve kullanmaya yöneliyorlardı. Bu durum Arapça için çekim gücü yaratmış ve Türkçenin gelişimine her zaman büyük bir engel oluşturmuştur. Bu engelden kurtularak bir sözcüğü Türkçe tam olarak ifade edebilmek için bazı yardımcı işaretlerin kullanılması yoluna gidilmiştir. Bu amaçla çok sayıda yardımcı işaret geliştirilmişti. Arapça sözcüklerin, kavramların, deyimlerin, tamlamaların dilimize girişinin ve yaygınlaşmasının temel filolojik dinamiği ve itici gücü budur. (Arapçanın 19


Türkçeye nüfuzunun bilimsel, kültürel, siyasi vb. dinamikleri burada konumuzun dışındadır). Ancak Türkçe okuma zorluklarını gidermek için yardımcı işaretlerin kullanılması, sorunu çözmeye yetmiyor ve bazen daha büyük zorluklar yaratabiliyordu. 1860’lı yıllardan başlayarak, Türk dilinin Latin harfleriyle daha rahat ifade edilebileceği ve bu nedenle bu sorunun en köklü çözüm yolunun Latin harflerinin kullanılması olduğu görüşü çeşitli yazarlarca dile getirilmeye başlandı. Harf Devrimi öncesinde, Latin harflerine geçilmesi gerektiğini savunan önemli bir literatür oluşmuş bulunuyordu. Arap alfabesinin terk edilmesi konusundaki ikinci dinamik, Osmanlı Türklerinin uluslaşmasıyla ilgilidir. Dil, bir topluluğu ulus yapan etkenlerin başında gelir. Ulusal bilincin doğması ve gelişmesine bağlı olarak dili Türkçeleştirme akımları güçlendi ve yukarıda değindiğimiz pratik zorluklardan sıyrılma düşüncesi, ulusal dilin yabancı dillerin egemenliğinden kurtarılması düşüncesi ve isteğiyle birleşti. Arap harflerinin ulusal dilin özgürce gelişip serpilmesine ayak bağı olduğu düşüncesi, özellikle Cumhuriyetin kuruluş yıllarında büyük bir güç kazandı. Harf Devrimi’nin arkasındaki iki büyük dinamik bunlardır. Ayrıca bu devrimi kolaylaştıran iki de ikincil olgu vardır. Bunlardan birincisi, başka etkenlerle birlikte Arap alfabesiyle okuma yazma öğrenmenin zorluğu ve caydırıcılığı nedeniyle de 1928’de ülkemizdeki okuryazar sayısının son derece düşük olmasıdır. 1928’deki Türkiye’deki okuryazar kitlesi, toplam nüfusun %11’ini oluşturuyordu. Bu okuryazar topluluk içindeki gerçekten iyi okuryazar sayısının ise çok daha az olduğunu söyleyebiliyoruz. Bu çok az sayıdaki okuryazar da zaten kısa sürede yeni harflerle okumayı yazmayı öğrendiler. (Bu nedenle Harf Devrimi, bazılarının iddia ettiği gibi, ulusu bir günde dilsiz bırakmadı, tam tersine ‘dilsiz’ bir ulusu çok kısa bir sürede kolaylıkla okuryazar hale getirdi). İkinci kolaylaştırıcı etken, Arap harfleriyle yazılmış kültürel mirasımızın 200 yılda çok büyük bir birikim oluşturamamış olmasıdır. Bu yüzden de eski yazıdan kopuş, büyük bir bilimsel ve kültürel sarsıntı yaratmamıştır. Seyfettin Özege, matbaanın kuruluşundan Harf Devrimi’ne kadar olan dönemdeki yayınların tamamının 25 bin kadar başlık altında olduğunu saptamıştır. Üstelik bu 20


başlıkların sadece birkaç bini, bilimsel ve kültürel değeri yüksek eserlere aittir. Osmanlı kültürel mirasını oluşturan çalışmaları küçümsemekle ve değersiz görmekle ilgili olmayarak (çünkü bu bizim tarihimiz) bu birikimin zayıflığının da Harf Devrimi’nin gerçekleşmesini kolaylaştırmış olduğunu söyleyebiliriz. Harf Devrimi’nden sonraki Cumhuriyet hükümetleri ve entelektüelleri, ancak Osmanlı kültür mirasının önemli bölümlerini yeni harflerle yeni dünyamıza yeterince yansıtmamış olmakla eleştirilebilirler. Harf Devrimi’nin yapılmış olmasını eleştirenler, dilimizle Arap alfabesi arasındaki sorunlardan ve Türklerin geçen yüzyılın başındaki yükselen uluslaşma mücadelelerinden habersiz olanlardır. 1928 Harf Devrimi, ulusal gelişmeden ve ulusun kendisini özgürce ve rahatça ifade etme istek ve iradesinden ayrı düşünülemez.

21


Kukumav Düşünceler Can Ceylan Mehtap derin uykusunda yakamozdu vakitler Huzurlu bir ağ keyfinde ay toplardım geceden Yosun kokusu sinerdi dingin bakışlarıma İnadına dökerdim işi vazgeçmezdim seyirden

Çomak sokardı geceme kukumav düşünceler Zihnimin kuytu yerinden karşı konmaz köşeden Savrulur sürüklenirdim giderdim uçsuzlara İnadım da kar etmezdi kopardım bu şehirden…

ANASON VAKİTLER Sindim akşam üstünü sığınak kuytusuna Anason vakitlerin sarhoş telaşındayım Ne kul keser hımı ne de azgın kasırga Yalan rüzgâr safında gerçekle savaştayım

Dalga dalga hüzünler vurur gönül kıyıma Tepe taklak girdabın tam da ortasındayım Çınlayan kulaklarım bir bozlak sancısında 22


Kırmızı gözlerimle buğulu bir yastayım

Çırpınırım kör kütük dingin durgun sularda Oyun bozan uykunun hükmüyle kızaktayım Tılsım saçan düşlerde ıssız loş diyarlarda Elem der ve kederden bir duble uzaktayım…

GAMLI BAYKUŞ Sevinçler kederlerin Hayaller gerçeklerin Kıvılcımlar bir alevin Peşindeler pür telaş Bir yandan da ömrümüz Tükenir yavaş yavaş

Bense sükûnet denilen Bir gemiye taht kurmuşum Değil mi ki hüzün çökmüş Fikrim denizlere küsmüş Gül kurusu akşamların Seyrinde bir gamlı baykuş…

23


FİLMİN SONU Yeryüzünde bir kul idik Bir boşlukta yüzer olduk Yedik içtik ve tükettik Arkasından bakar olduk

Zevk-ü sefa içindeydik Sonunu hiç düşünmedik Gün oldu per perişandık Başa gelince anladık

Saat vurdu donakaldık Nokta kadar kalakaldık Tükenmişti film şeridi Tekrar başa saramazdık…

24


Ayrı Topraklarda Özgürlüğe Çarpan İki Yürek: Yannis Ritsos ve Nazım Hikmet Selin Süar Bir şey bilmiyorum - dedi - bir şeyim yok, bir ey değilim buradaysam, dünyanın içinde, çakılmış bir büyük kanatla göğsüme, o'dur öğrendiğim tek sözcük, söyler ağlarımonu tanıyorum, onunla varım, onu haykırırım rüzgârauykusuz ıssız gecelerde öldürenlerin öğrettikleri onca taşın taşlanmanın altında - yalnız bir sözcük: Özgürlük, Özgürlük, Özgürlük. Ayrı insanların yanında, ayrı topraklarda, aynı mücadeleyi vermek için yerinden yurdundan oldu ikisi de. Diktatörlerin şiddet dolu karalamalarından, gözünü kan bürüyen faşizmin saldırılarından her ikisinin de yazgısı nasiplerini alsa da kâğıdın üzerine düşen düşüncelerinin gölgesinde barış ve aydınlık için durup soluklanan insanların kalbinde, dünya edebiyatının dallarında yeşermeye devam etti isimleri…

25


Yannis Ritsos 1 Mayıs 1909’da Monemvasia’da (Yunanistan) dünyaya gelen Yannis Ritsos, Yunan edebiyatının önemli isimleri arasında yer alır. Bugün, dünyaca tanınan sayılı Yunan şairlerinden biri olan Ritsos, şiirlerinde barış özgürlük ve demokrasi temalarını işlemiş, aynı zamanda Yunan toprağını sade bir anlatımla dizelerine dökmüştür. Ayrıntılara, nesnelere şiirlerinde sıkça rastlanır ve yalınlığından, buna rağmen çarpıcı üslubundan dolayı okuyucuyu kendi dünyasına çekip almaktadır. Ritsos, 1924 yılının Kasım ayında kurulan Yunanistan Komünist Partisi’ne ( Κομμουνιστικό Κόμμα Ελλάδας- KKE )1931 yılında katılır. 1930’lı yıllarda Avrupa’da faşizm hareketleri hız kazanmaya başlar ve KKE, faşizme karşı mücadeleyi sağlamlaştırmak üzere Halk Cephesi’ni kurar. Yannis Ritsos, burada işçi sınıfından yoldaşlarıyla birlikte faşizme, baskıya, şiddete karşı mücadele vermeye başlar. 1934 yılında Sovyetler Birliği’nde sosyalist düzeni anlattığı ve nihilizme karşı tavır aldığı ilk şiir kitabı ‘Traktör’ yayınlandı, peşi sıra 1935’te de ‘Piramitler’ geldi. Yalın bir dil kullanarak ve imgelerin birbirini takip ettiği akıcı üslupla yazdığı, Epitaphios (Yazıtlar), halkı direnişe ve birleşmeye çağırmıştır. 1936 Ağustos’unda Ephaistos, Metaksas hükümeti yönetime geldiğinde Akropolis’te törenle yakılmıştır. Ephaistos’un önemi yalnızca, halkı direnişe çağırdığı için faşist yönetimi korkutması değildir, aynı zamanda birbirini takip eden uzun dizeler ve tekniğinden ötürü geleneksel Yunan şiirinin biçimini de değiştirmiştir. Hayatını barışa ve özgürlüğe adayan şair, II. Dünya Savaşı’nda ilk başta İtalyanlara, ardından Almanlara ve en nihayetinde İngilizlere karşı direnen halkın yanında mücadeleye katılmıştır. Metaksas ve Papadopulos dönemlerinde diğer sanatçı ve edebiyatçılarla birlikte Ege adalarında sürgün hayatı yaşamış, aydınların baskısı sonucu ancak 1970 yılında Atina’ya geri dönebilmiştir. 1956’da yayınlanan Ayışığı Sonatı’yla Ulusal şiir ödülüne, 1976 yılında EtnaTaormina şiir ödülüne layık görülmüş ve bunun yanı sıra pek çok ulusal ve uluslar arası çapta ödüle hak kazanmıştır. Ancak aldığı en önemli ödül, “Bu ödül benim için Nobel ödülünden çok daha önemlidir.” dediği ve 1977’de layık 26


görüldüğü SSCB tarafından Nobel Barış Ödülü'ne alternatif olarak geliştirilen, Sovyet hükümeti tarafından dünya çapında barış çalışmalarına katkıda bulunduklarına kanaat getirilenlere verilen, Uluslararası Lenin Barış Ödülü’dür. 20. Yüzyıl Yunan şiirinin büyük isimlerinden olan Yannis Ritsos, 11 Kasım 1990’da Atina’da hayatını kaybetmiştir.

Nazım Hikmet 15 Kasım1901 Selanik doğumlu olan Nazım Hikmet (Ran), Türk edebiyatının önemli isimleri arasında yer alır. 20. yüzyılda yaşamış olan büyük dünya şairleri arasında bulunan Nazım Hikmet, 1913 yılında ilk şiiri olan Feryad-ı Vatan’ı yazar. Heybeliada Bahriye Mektebi’nde 1917’de giren Hikmet, bunun ardından Kurtuluş Savaşı’na katılmak için Anadolu’ya gelir. 1918 yılında ilk kez bir dergide (Yeni Mecmua) şiiri yayınlanır. Şiirin adı "Hâlâ Servilerde Ağlıyorlar mı" başlığını taşır. Sağlık nedeniyle bahriyeden ayrılan şair, Batum üzerinden 27


Moskova’ya geçer ve Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde siyasal bilimler ve ekonomi okur. 1924 yılında Moskova’da ilk şiir kitabı yayınlanır ve sahnelenir (28 Kanunisani). Aynı yıl Türkiye’ye döner ve Aydınlık Dergisinde çalışmaya başlar. Yazıları nedeniyle hapis cezasına çarptırılınca Moskova yolu yeniden görünür. 1928 yılında af çıkar ve büyük şair ülkesine geri döner. Başka bir dergide yazım hayatına devam eden Nazım Hikmet’in bu kez de orduyu ayaklanmaya kışkırttığı gerekçesiyle Harp Okulu Komutanlığı ve Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi Davası ile 28 yıl hapsi istenir (1938). 12 yıl boyunca hapis hayatı sürer ve 1950’de af yasasıyla salıverilir. Aynı yıl 22 Kasım'da Dünya Barış Konseyi'nin "Uluslararası Barış Ödülü"ne Pablo Picasso, Paul Robeson, Wanda Jakubowska ve Pablo Neruda'yla birlikte layık görülür (Nazım Hikmet’in ödülünü, Nazım Hikmet adına Neruda alacaktır) . Hem öldürülme endişesiyle hem de askere alınmak istemediği için 1950’de 48 yaşındayken SSCB’ye geri döner. 25 Temmuz 1951 tarihinde Bakanlar Kurulunca alınan kararla Türk vatandaşlığından çıkarılır. Bunun ardından Sovyetler Birliği'nde Moskova civarında bulunan Yazarlar Köyü’nde ve daha sonra Moskova'da yaşamaya devam etti. Kayıtlara göre 3 Haziran 1963’te sabahın erken saatlerinde gazetesini almak için kendi dairesinden apartman kapısına kadar yürümüş ve bu esnada kalp krizi sonucu hayatını kaybetmiştir. Cenaze törenine dünyanın çeşitli yerlerinden milyonlarca insan katılmış, Moskova’da Novo-Deviçye Mezarlığında toprağa verilmiştir. Bakanlar Kurulu'nun 5 Ocak 2009 tarihinde aldığı kararla Nazım Hikmet, 58 yıl sonra yeniden Türk vatandaşı olsa da, vatandaşlığa alındığı günün sonrasında hiçbir gazetenin köşe yazısında bile ismi geçmedi. Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyesi olan Nazım Hikmet, insan yaşamını konu

eder. İşçi sınıfını şiirlerine aktarmasıyla emekçi sınıfın destekçisi ve yandaşı olduğunu ortaya koymuştur. Yaşam ve ölüm, savaş ve barış, emek ve sömürü, aşk, cinsellik, yurt sevgisi, sosyalizm gibi temalara eğilmektedir. Savaşın, açlığın neden olduğu durumu sosyopolitik yönleriyle detaylara dikkat ederek insan manzaralarını ve insanların içinde bulunduğu güç durumları anlatımında ustaca ortaya koyan Nazım Hikmet’in evrenselliği, dilinin duru, anlatımının akıcı ve kelime seçimlerinin ustaca yapılmış olmasından ileri gelir. 28


Yannis Ritsos ve Nazım Hikmet’in yollarının kesişmesi aynı insan sevgisi, antiemperyalist düşünce ve faşizme karşı duruştan ileri gelmiştir. Bugünkü Fransız şairlerinin en önemli isimleri arasında yer alan şair ve edebiyatçı Louis Aragon, Ritsos’un, yaşayan en büyük şair olduğunu dile getirmiştir. Aynı şekilde Şilili şair Pablo Neruda, kendisiyle karşılaştırabileceği tek şair olarak Ritsos’u göstermiştir, ancak şiirlerinde Kavafis’ten, Whitman’dan, Elliot’tan etkilenen Ritsos, özgürlüğe, barışa, insanlara ve yurduna bağlılığıyla, içtenliğine hayran kaldığı Nazım Hikmet’in tüm bu sıfatları hak ettiğini düşünmekteydi. Ritsos’un Nazım için yazdığı şiirin son dizelerini de buraya ekleyerek bu iki büyük düşün ve sanat adamının umut ettikleri gibi gerçek demokrasiye, özgürlüğe ve insan sevgisine dayalı bir hayata, insanca yaşayan herkesin en kısa zamanda kavuşması dileğiyle yazıma son veriyorum. 2010 tüm dünya için ‘bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine’ yaşansın…

… Ama sen Nâzım hangi zindandan gecenin hangi köşesinden hangi ölümden olursa olsun gülümsüyorsun Dünyanın gülümseyişini koruyan o masmavi gülümseyişinle Nâzım kardeşim yoldaşımız bizim Selam selam Nâzım Nâzım sen bizi öyle çok sevdin biz seni öyle çok sevdik ki ön adınla çağırır herkes seni herkes sen der sana 29


Fransa da Rusya da Yunanistan da Aragon da Nâzım Neruda da Nâzım ben de Nâzım özgürlük ki adlarından biridir senin o senin en güzel adın Merhaba Nâzım. (‘Bir Ad ve Müzik Evrene Dönüşünce’ şiirinden)

30


2000’li Yıllarda Türkiye’deki Politik Düşüncenin Sinematografik Sunumu 1: Dokuz Onur Keşaplı GİRİŞ 21. Yüzyıla girerken Türkiye, önce 1999 yılında Marmara depreminin yarattığı maddi/manevi büyük yıkımı, ardından 2001 yılında DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetinin sonunu getiren büyük ekonomik krizi yaşamış ve bu istikrarsız süreçler sonunda 2002 seçimleri, 90larla başlayan koalisyon dönemlerinin de sonunu getirmiş, Adalet ve Kalkınma Partisi tek başına iktidara gelmiştir. 28 Şubat 1997 askeri müdahalesinin iktidardan indirdiği RP’nin içinden doğan ve RP’nin aksine muhafazakâr siyasetinde Amerikan karşıtlığı yapmayan, liberal ekonomiyi benimseyen AKP, 2000li yıllar boyunca tek başına iktidarda kalarak cumhurbaşkanlığı dâhil devlet erkinin tüm mevkilerinde egemenlik kurmuştur. Siyasal İslam’ı serbest piyasa ekonomisiyle birleştiren AKP iktidarı boyunca Türkiye’de, başını Atatürk’ün partisi CHP’nin çektiği muhalefetle rejim tartışması yaşanmış, özellikle laiklik ve türban sorunu gibi konularda gerilim iyice artmıştır. MSP-RP ekolünün İslamcı “Milli Görüş” politikasını reddetmeyen AKP’nin tek başına iktidar olması “siyasal İslam” terimini de ülke gündeminin birinci maddesi haline getirmiştir. Siyaset bilimciler siyasal İslam’ın iktidar sürecini şöyle dile getirmektedirler: “Siyasal İslam genellikle tabandan tavana, devlet ve statükoya meydan okuyan bir hareket olarak işlemektedir, ancak onun devlete meşruiyet kazandıracak biçimde tam tersi bir rol üstlenmesi mümkündür. Bir uçtan 31


bir uca İslam dünyasında hemen hemen bütün siyasi liderler kendilerini meşrulaştırma çabalarında İslam’ı kullanırlar.”1 Laik rejimin tasfiyesi anlamına gelen siyasal İslam’ın devlet egemen olmasının yarattığı gerginlik sonucunda çeşitli saldırılar meydana gelmiş, 12 Eylül’ün Türk-İslam sentezinin mutlak hâkimiyeti sonucunda yazar Hrant Dink’in öldürülmesi

başta

olmak

üzere

gayrimüslim

yurttaşlara

suikastlar

gerçekleşmiştir. Basın ve diğer medya üzerinde giderek artan AKP baskısı, askerin iktidarı indirme planları iddialarıyla, 2007 yılında açılan Ergenekon davasıyla daha da artmış, dava vesilesiyle muhalif yazar, akademisyen ve siyasiler “darbeci” tanımlamasıyla cezaevlerine gönderilmişlerdir. 2000li yıllarda dünya siyasetini ve beraberinde Türkiye’yi etkileyen en önemli olay ise 2001 yılında ABD’nin New York kentinde düzenlenen terörist eylemlerdir. Binlerce kişinin öldüğü bu saldılar sonucunda ABD, Samuel Huntington’ın Soğuk Savaş sonrası şekillenen yeni mücadele sahasını anlatan “Medeniyetler Çatışması” tezini siyasi doktrin olarak ele almış ve saldırıdan sorumlu tuttuğu aşırı dinci terör örgütü El Kaide’yle savaş adı altında Afganistan ve Irak’ı işgal etmiştir. AKP hükümetinin özellikle Irak işgalinde ABD yanında yer alması sonucunda El Kaide İstanbul’da terör eylemlerinde bulunmuş ve yüzlerce kişi hayatını kaybetmiştir. ABD’nin yeni savaş politikası ve Türk dış politikasının yeni konumuyla beraber, 1999 yılında liderinin yakalanmasıyla birlikte sessizliğe bürünen PKK tekrar güç kazanmış ve AKP iktidarı süresince saldırılarını sistematik olarak arttırarak 90lı yılların yoğun çatışma ortamını güneydoğu Anadolu’ya yeniden getirmiştir. PKK terörüyle eş güdümlü olarak yükselen Kürt siyaseti, Demokratik Toplum Partisi bünyesinde meclise gelmiş 1

Aktaran, Sabire Batur, Siyasal İslam Sineması Örneğinde İran Sineması, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Enstitüsü, İzmir, 2007, s. 40.

32


ve Kürt nüfusuna bir takım haklar verilmesi gerektiği doğrultusunda mücadele vermiştir. AKP’nin Kürtçe devlet televizyonu açması gibi bir takım gelişmeler ortaya çıkmış ve 2009 yılında iktidarın “Demokratik Açılım”, muhaliflerinse “Kürt Açılımı” adını verdiği siyasi paket gündeme oturmuştur. Somut bir atılım ortaya koyamayan bu açılım, PKK kamplarından gelen kimi militanların alkışlarla karşılanması sonucunda gerilimlere sebebiyet vermiş ve yükselen milliyetçilikle birlikte ülke çapında şiddet ortamı meydana getirmiştir. Sonuç olarak 2000li yıllar laik-dinci, Türk-Kürt olmak üzere toplumsal kamplaşmaların meydana geldiği, politik açıdan da oldukça çalkantılı ve gerilimli bir dönem olmuştur. 2000li yıllarda Türk sineması, 90ların sonunda yakaladığı olumlu ivmeyi sürdürmüş, çekilen film sayısı neredeyse her yıl artarak 30 film üzerine çıkmış, bundan da önemlisi izleyiciler yıllar sonra ilk kez Türk filmlerine Amerikan filmlerinden daha çok ilgi göstererek gişede 4 milyonu aşan yerli yapımlar görülmüştür. Gişede tekrar izleyicisine kavuşan Türk sineması, bir yandan da başta Nuri Bilge Ceylan ve Semih Kaplanoğlu olmak üzere bağımsız sinemacılarla yurt içi ve yurt dışında büyük ödüllere uzanmış ve dünya çapında Türk sineması yıllar sonra tekrar gündeme gelebilmiştir. Ancak buna karşın 2000lerin Türk sineması çoğunlukla yüzeysel güldürü filmlerinin ve televizyon dizilerinin devam filmleri niteliğinde yapımlar egemenliğinde kalmış, dönemin yoğun politik ortamı sinemaya düşük bir oranda yansımıştır. Yine de dönemin politik düşüncesinin temsil edildiği filmler çekilmiştir. Bunlar arasında ele alacağımız filmlerden Yazı Tura, çok katmanlı konusuyla farklı örneklerdeki aynı politikalara değinmekte, Kurtlar Vadisi Irak, yükselen Amerikan karşıtlığını beyazperdeye birebir yansıtmaktadır. Takva, egemenliğini pekiştiren İslami çevrelere muhalif bir anlatıyla yaklaşırken, Nefes ise güncel tartışmalara 33


yakın geçmişte yaşanan olaylar üzerinden eğilmektedir. Bu bölümde ele alacağımız ilk film ise, egemen politik düşünceye toplumsalın her kesimi üzerinden ilerleyerek eleştiriler yönelten Dokuz adlı yapımdır.

Dokuz (2002)

12 Eylül ve 82 Anayasası bireyi ezen, hak ve özgürlükler bağlamında yasakçı olarak nitelendirilebilecek bir metindir. Bu darbeyle birlikte süratli bir değişime giren, piyasa dışında serbestliğe pek de imkân vermeyen Türkiye’de iktidarın yeni politik düşüncesi, 2000li yıllarda da yarattığı yeni insan modeli üzerinden ele alınmış ve eleştirilmiştir. Ümit Ünal’ın 2002 yılında çektiği Dokuz, bir mahalle üzerinden, değişime uğramış yeni Türkiye’nin resmini ortaya koymaktadır. Eleştiri için seçilen yapının mahalle olması, bu toplumsal yapının Türk insanı için önem arz eden ve yeni yaşam biçimleri sonrası “özlenen” bir hal 34


almasından kaynaklıyor olabilir. Oğuz Demiralp, mahallenin Türk toplum yaşantısı için önemini şu şekilde anlatmaktadır: “Mahalle klasik Osmanlı toplumunda sosyal dokunun temel birimidir. Cami ve çarşı çevresinde örgütlenmiş kendi içinde tutarlı bir sosyal ilişkiler bütünüdür mahalle… herkesin birbirini üç aşağı beş yukarı tanıdığı, uyulacak sosyal ve ahlaki kuralların pek değişmeden kuşaktan kuşağa aktarıldığı, bireyin kendini dış dünyaya ve geleceğe karşı güven içinde hissettiği, dünü ve yarını birbirine benzeyen hayatın huzur içinde aktığı ortamdır. İstanbullunun toplumsal kimliğinin

ilk maddesi

mahallesidir.”2

Ümit Ünal Film, İstanbul’da bir mahallede, evsiz ve yabancı olarak addedilen bir genç kızın öldürülmesi sonrası, mahalle sakinlerinin polis merkezinde ifadelerini vermeleri üzerine şekillenmektedir. Toplumun değişik katmanlarından, ancak aynı 2

Oğuz Demiralp, Sinemasının Aynasında Türkiye, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları (Birinci Basım), 2009, s.

88.

35


mahalleden gelen bu kişiler, film boyunca polisin sorularına cevap vermekte ve başta birbiriyle uyum içinde gözüken genci, yaşlısı, esnafı, muhafazakârı, solcusu tüm mahalleli, giderek kendileri ve birbirleriyle çelişmekte ve çatışmaktadır. Sorgulanan karakterlerden birinin ağzından dökülen “Hiçbir şey çıplak gözle görüldüğü gibi değildir. Bu pis, bu tozlu sokakların altından kızgın bir lav tabakası akar” sözleri Dokuz’un özeti gibidir. Zira hiçbir şey görüldüğü gibi değildir, katil tipine en uygun milliyetçi, maço görünümlü genç masum ve belki eşcinsel, mahallede fotoğraflarıyla gerçeği yakalayan fotoğrafçı gerçekleri en çok saklayan kişi, muhafazakâr kadın gayri resmi çocuk sahibi ve hümanist görünümüyle filmde en aklı başında gözüken karakteri eski devrimci çocuğuna sahip çıkmayan bir babadır. Filmin sonunda aslında polisin işlediğini anladığımız cinayet muhafazakâr kadın ve devrimcinin oğullarıdır ve onunla birlikte hapse atılan aynı zamanda bir ülkenin geleceği, hatta umududur.

Filmde diyaloglar yerine karakterlerin kameraya, izleyiciye bakarak polisin sorularına verdikleri cevapları görürüz ve buradan yola çıkarak filmin “polis devleti” yani baskıcı, gözetleyen devlet modeline dikkat çektiğini söyleyebiliriz. Aksiyonu olaylar yerine söze bağlayan filmin eleştirileri konusunda Ümit Ünal’ın bir röportajda verdiği yanıt önemlidir:

36


“…Türkiye’de ataerkil toplum anlayışının ve yapısının hayatımızın birçok alanını zehirlediğini düşünüyorum. Buna karşı bir nefretim var. Bunun için bu anlayışla alay etme, onun foyalarını ortaya çıkarma gibi bir tavır oluştu bende zaman içerisinde… Burası İsveç değil, otoriteyi çok yoğun bir şekilde hissettiğimiz bir ülke. Ve hayatımızı aşırı şekillendiren, mahveden devlet otoritesi veya gizli devlet otoritesi var başımızda.”3 Sözü edilen bu otorite, farklılığa, çeşitliliğe tahammülü olmayan bir politik düşünceye sahiptir ve ötekileştirmeyi sistematik olarak gerçekleştirmektedir. Filmde, “Boynunda Davut Yıldızı (Magen David) kolyesini taşıyan, harabe bir sinagogda, mahallelinin getirdiği yiyeceklerle yaşamını sürdüren ve Türkçe bilmeyen kızın ölümü”4 polisin elinden olmakta ve ötekileştirilmiş azınlık, mahalleden silinmektedir. Ancak otoritenin temizliği bununla da sınırla kalmayıp suç mahallenin en akıllı genci olarak nitelendirilen Kaya’nın üzerine atılmakta ve bir mahallenin, bir ülkenin parlak geleceği sistem tarafından karartılmaktadır. Ancak Dokuz’un eleştiri yalnızca polis ve polis üzerinden otoriteye yönelmemektedir. Bunun ötesinde film, Rekin Teksoy’un belirttiği gibi, “sıradan insanların gündelik ilişkilerindeki faşizmi vurgulayan”5 bir yapımdır. Türk toplumundaki “kol kırılır yen içinde kalır” sözünü hatırlatan muhafazakârlık ve şoven milliyetçilik filmde hem eleştirilmekte hem de yönetmenin yukarıda belirttiği üzere alaya maruz kalmaktadır. Örneğin Kaya’nın arkadaşı sorular sorulara verdiği her cevapta milliyetçi, vatansever vurgusunu gerekli gereksiz kullanmakta, abisinin Türklük aşkını vurgulamak istediğindeyse Türkçü abisinin yurtdışında yaşadığı ortaya çıkmaktadır. Böylece yönetmen, 12 Eylül sonrası toplum üzerinde egemen politik düşünce haline 3 4 5

Olkan Özyurt, Ümit Ünal Röportajı, Empire, Mart 2008, sayı 3, s. 95. 9’dan Asayiş Güvenliğe, Polis-Toplum Elele, www.azizm.com, Ocak 2009. Rekin Teksoy, Dünya Sinema Tarihi, İstanbul, Oğlak Yayıncılık (Birinci Basım), 2005, s. 764.

37


getirilmek istenen Türk-İslam sentezinin Türklük kısmının tutarsızlığının da altını çizmektedir. İslami kısımdaysa filmde Kaya’nın annesini görürüz. Her soruya din vurgusuyla cevaplar vermekte olan kadın, sürekli suçladığı eski solcuyla yasak aşk yaşadığı ve benzeri gerçekler açığa çıktıkça başörtüsünü açmakta ve yönetmen toplumdaki hâkim muhafazakârlığın da eleştirisini yapmaktadır. 2000li yıllarda 12 Eylül’ü ve otoriteyi eleştirme amacıyla çekilen tarihi filmlerde görülemeyen ideolojik eleştiri, 9 filminde güçlü bir şekilde ortaya konmaktadır. Demiralp, değişen düzenle birlikte mahalleden geriye sadece mitinin kaldığını söyledikten sonra bu filmle birlikte o mitin de yok olduğunu6 belirtmektedir. Film bunun da ötesine geçerek sıradan insanları ve olağan bir mahalleyi masaya yatırarak salt polis devletini ya da 12 Eylül’ü değil bütün olarak toplumsal yapıyı ve bireyi ezen sistemi/otoriteyi eleştirmektedir. 2009’da İnan Temelkuran’ın yönettiği Bornova Bornova filminin de, benzer çıkış noktasıyla, bakkal önünde zaman öldüren apolitik ve işsiz gençlerin içlerindeki barındırdıkları bastırılmış öfkenin/faşizmin açığa çıkışını 12 Eylül ve sistemle bağdaştırması, Türk sinemasında yeni Türkiye düzenine ve hâkim politik düşünceye muhalefetin devamlılığını göstermesi açısından önemlidir. Önümüzdeki ay araştırmamız kapsamında Uğur Yücel’in yönettiği 2003 yapımı Yazı Tura’yı ele alacağız değerli dostlar.

6

Demiralp, 2009, s. 88-89.

38


Psikanalitik ve Feminist Yaklaşımlarla Cat People (2) Selin Süar

“Freud, ‘gerçek dış dünyanın etkisi altında, alt benliğin bir parçasının özel bir gelişme’ gösterdiğini, ‘dış uyaranları algılayan ve aşırı uyaranlara karşı ruhsal yapıyı koruyan bir dış tabakadan’ giderek, özel bir yapı geliştiğini ve bu yapının

39


‘altbenlik ile dış dünya arasında bir arabulucu’ görevini yüklendiğini ileri sürdü ve gelişen bu yapıya ‘benlik’ adını verdi.

Sigmund Freud Düzenleyici dizge olarak da adlandırabileceğimiz benliğin özelliklerini ve işlevlerini şu şekilde özetleyebiliriz:  Benlik, ruhsal yapının düzenleyici, denge ve uyum sağlayıcı (homeostatik) parçasıdır. Bu düzenleme ve uyum sağlama görevi şu yetiler aracılığı ile gerçekleşir: - Dürtüsel gereksinmelerin içeriden algılanması - Dış dünyadaki durumların ve koşulların algılanması 40


- Bütünleştirme ve birleştirme yetisi ile dürtülerin birbirleriyle, üstbenliğin istekleriyle düzenlenmesi ve çevresel koşullara uyabilecek bir niteliğe uydurulabilmesi - Yürütme (executive) yetisi ile istemli davranışın eyleme geçirilmesi  Benliğin temel işlevi uyumdur (adaptation). Bu uyumu yaparken benlik, bir yandan organizma içindeki ilkel dürtüsel güçlerle, bir yandan çevresel koşullar ve gereklerle, bir yandan da üstbenliğin istekleriyle bağdaşmak; bunlar arasında bir uzlaşma sağlamak zorundadır.  Benliğin görevi, organizmayı acıdan korumak ve doyum sağlamaya çalışmaktır. Çocukluğun ilk dönemlerinde organizma daha çok acıdan kaçma ve haz ilkesinin etkisi altındadır ve gereksinmelerinin hemen doyurulmasını bekler. Oysaki zamanla gelişen benlik; neyi, nerede ve ne zaman doyurabileceğine karar verme, dürtüleri ve gereksinmeleri bekletebilme, erteleyebilme gücünü kazanır. Altbenlikteki dürtüler; zaman ve yer kavramı tanımaz, tek amaç; boşalım, doyum ve haz sağlanmasıdır. Bekletme, erteleme söz konusu değildir. Görülüyor ki, ilk çocukluk çağında altbenlik egemendir. Bekletebilme, erteleyebilme, dürtülere başka türlü doyum yolları bulma, onları değiştirebilme, onları bastırabilme, uygun yer ve zamanda onların doyumunu sağlayan eyleme girişme; ancak gelişmiş benlik aracılığıyla olur. Bir başka deyişle, benlik dürtüler üzerinde göreceli bir egemenlik kurmayı öğrenir. Benliğin dürtüleri erteleme, bekletebilme gücüne engellenmeye dayanma gücü (flustration tolorance) de denir.

41


 Böylece anlaşılıyor ki, altbenlikte egemen olan doyum ve haz ilkesine (pleasure principle) karşılık, benlikte egemen olan gerçeklik ilkesidir (realitiy principle). Gerçeklik ilkesinin uygulanabilmesi, yukarıda tanımladığımız gibi iç ve dış uyaranların, iç ve dış gereksinimlerin ve koşulların algılanması ve değerlendirilmesiyle olur.

 Gerçeği değerlendirme yetisi (reality testing) bireyin ruhsal dünyası içinde ve dışında olup bitenlerin ayırt edilebilmesidir. Neyin düşünce, neyin eylem ve olay, neyin imge (hayal), neyin gerçek olduğunun bilinmesidir. Bu bir benlik işlevidir. Benliğin bu işlevi, özel durumlarda bozulabilir ya da gelip geçici olarak aksayabilir. Örneğin korkulu bir düşten hemen uyandığımızda, henüz bilincimiz tam uyanıklık durumuna geçmeden önce, belki birkaç saniyelik bir süre içinde gördüğümüz düşün düş mü yoksa gerçek mi olduğunu ayırt edemeyebiliriz. Az sonra bunun bir düş olduğunu, yani kendi ruhsal dünyamızda zihnimizde yaşanmış bir olay olduğunu; gerçekte dış dünyada olmadığını ayırt ederiz. Bu bir düştür deriz ve rahatlarız; artık gerçeği değerlendirme yetisi işlemektedir. İşte, benliğin bu işlevi de, engellenmeye dayanma gücü gibi benlik gücünü yansıtan önemli bir özelliktir. Genellikle gerçeği değerlendirme yetisinin süregen zayıflaması, benliğin zayıflaması ile birlikte gider.

 Benliğin içten gelen uyaranlarla dışta bulunan koşullar arasında bir denge kurmaya çalışması, bir yandan organizmanın doğal gelişme yetileri

42


( bellek, algılama, zekâ, uyaran eşiği gibi) bir yandan da engellenme ve çatışmalara karşı geliştirdiği savunma yolları ile gerçekleştirilir.”7

Irena’nın şiddeti ilk kez görmesi de abisinin ya da kafesteki saldırgan kedinin hayvanat bahçesinde çalışan bir görevlinin kolunu koparmasıyla olur. Zaten Paul, o günün akşamı bir insana dönüşerek kafesten kaçmıştır. Irena, eve gelen abisini görünce önce onun nerede olduğunu sorar ve aldığı cevap da şu olur: “Hapishanedeydim. Suçlarımdan kurtulmak için…” Paul’ün bu sözü, onu kafese kapatan toplumun, ona kabul ettirmeye çalıştığı kurallardan başka bir şey değildir. Ancak, bu sahnenin devamında Paul’ün kız kardeşine her şeyi açıklaması ve onu “ensest” ilişkiye zorlaması, Irena’yı büyük bir çelişkinin ve kabullenememenin eşiğine getirir. Irena, içindeki kediliği reddetmekte ve cinselliği “sevdiği adamla” yaşamak istemektedir. Zaten geçmişinde de kimseyle beraber olmamıştır. Çünkü bakılması için bir eve gittiğinde, baba konumunda olacak adam ona sarkıntılık edip onu taciz etmiştir. Cinsellikten belki de bu yüzden korkan Irena için asıl sürpriz, abisinin de kendisine aynı tip yaklaşımda bulunmasıyla su yüzüne çıkar. Filmin, psikanalizme bağlı olan iki ideolojisi de bu sahneden sonra ortaya çıkmaktadır: “Ataerkil toplum” ve “Günahkar ırk”… Filmde sıkça karşılaştığımız ideolojilerden biri de ataerkil toplum yapısının baskın konumda oluşudur. “İdeolojik film eleştirisi yapısalcılık, göstergebilim ve psikanaliz kuramlarından da destek alarak varlığını sürdürmüştür.”8

7

Prof. Dr. M. Orhan ÖZTÜRK, “Ruh Sağlığı Ve Bozuklukları”, Ankara, Nobel Tıp Kitapevleri Ltd. Şti., 2004, sf. 40, 41

43


Yazdığım eleştiride şu zamana dek sürekli Freud’un psikanaliz kuramı üzerinden irdelemeler yaparak ilerledim. Ancak, sanat eleştirisine nevrotik bir hastaya yaklaşır gibi, metin içeriklerine ve göstergesel kodlara yaklaşan psikanalizciler, ister istemez ideolojik eleştiriye de yönelirler. İdeolojik eleştiri asıl olarak kaynağını Marksist kuramla temellendirse de günümüzde ideoloji kavramı içine giren pek çok yan konular ve kavramlar bulunmaktadır. İdeolojik eleştiri; bir filmin seyirciye anlatmak istediği çağı ve bu zamanda gelişen toplumsal kodları içinde barındırsa da, insanların “neden” bu yöne yöneldiğini ve “zaman değişimini” gösteren simgesel içerikleri bünyesinde toplamaktadır. İşte bu yüzden insan ırkının yapılandırdığı toplum yasalarının niçin bu şekilde olmak zorunda olduğunu anlayabilmek için de ideolojik eleştirinin bir ayağı psikanaliz kurama dayalıdır. Çünkü insan, kendi süper egosu ile toplum yasalarını oluşturmaya katkıda bulunmakta ve oluşan normlara uyabilmektedir.

Filme geri dönüp konuyu toparlayacak olursak, daha ilk sahnelerde bile erkeklerin değil de kadınların kurban olarak leoparlara sunulduğunu görüyoruz. Filmde zaten tüm kodlar “gözle görünür biçimde” yerlerine oturtulmuş bulunmaktadır. Bunun nedeni kadınların, cinselliğe armağan edilen ve doğurganlığıyla beraber bir leoparın vücudunda hayata yeniden dönecek olan dişi varlıkların olmasıdır. Ancak filmde tam bir toplum-birey çatışması bulunmaktadır. Irena ve Paul’ün gelmiş olduğu ırk, sadece cinselliği özgürce kullanabilmesi ve ensest ilişkiye bile kötü gözle bakmaması yüzünden günahkârdır. Çünkü hayvansılığını ve şiddetini kullanmaktadır. Ve çünkü cinsellik bastırılamaz, sadece ket vurulabilir. 8

Zafer ÖZDEN, “Film Eleştirisi”, İstanbul, Afa Yayıncılık, 2000, sf. 141

44


Irena’nın bakire olması ve “hayatının erkeğini” bulunca en büyük hazinesini ona hediye etmek istemesi ataerkil toplum ve “bekâret” anlayışının bir başka yan göstergesidir. Irena; içinde bulunduğu zor koşullara baş kaldırıp kendi kaderini çizebilmiş, ancak sonunda demir parmaklıklar ardına gönderilmiştir. Abisinin isteğini reddedip de kendini güvendiği başka bir erkeğin kollarına bırakması, onun hem başlangıcı hem de sonu olmuştur. Oliver’in yatağında cinselliğini özgürce ve istediği gibi yaşayabilmiştir ancak işlediği günah yüzünden ikinci beraberliğinde yatağa bağlanmış ve sonrasında dişi bir leopara dönüşüp erkeği tarafından kafese kapatılmıştır. Çünkü artık Irena, Oliver’indir. Film, Oliver’in, leopara dönüşen sevgilisini demir parmaklıklar ardından beslemesi ve onun boynunun altını okşamasıyla son bulur. Erkek; egemenliği yeniden kazanmıştır 45


ve kadınını elde etmiştir. Oliver özgürdür, ancak bekâretini teslim aldığı Irena artık kendi adamının ellerinde ve kafesindedir. Aynı, uzun süredir toplumun normlarına işlemiş olan kadın-erkek ya da beraber olan eşlerin görüntüsü gibi. Kadın, erkeğin içindeki cinselliği uyandırır ve ona hayatının en büyük zevklerinden birini yaşatır. Ancak, bu şiddetli cinselliğin, sarsılmaların ve kasılmaların sonunda dişi vücut, uysal bir kediye dönüşür ve erkeğine muhtaç olur. Onun korumasına, sevgisine ve şefkatine boyun eğer. Yani kadın, yatakta günahkâr bir dişi, bunun dışındaki zamanlarda ise uysal bir kedi veya şefkat dolu bir annedir. Filme bir başka yönden bakacak olursak, erkek egemen ideolojiye baş kaldıran feministlerin bu içeriğe ve sahnelere oldukça sert bir eleştiriyle yaklaşacağını düşünüyorum. Çünkü toplumda veya toplumun bir yansıması olan sinemada kadınların durumu daima arka planlarda kalmıştır. Gizliden de olsa, doğrudan da; kadınların ezilmişliği ve her zaman erkeğin bir adım gerisinde kalmışlığı feminist eleştiriyi ve dolayısıyla feminizmi meydana getirdi. Sinema dünyasında kadının sunumuna bakacak olursak… “Birçok dikkat çekici gelişmeye rağmen sinemadaki feminist konum 1970’li ve 1980’li yıllarda fazla ilerleme kaydetmedi.”9 Cat People’ın gösterime girdiği yıllarda da James Monaco’nun dediği gibi kadının sunumu yalnızca kadınının içindeki cinselliği sömürme amaçlıydı. Sürekli kötü ve yoldan çıkarıcı olarak aktarılan kadınlar, feminizmle beraber bu düşüncelerin silinebilmesi için uğraş verdiler çünkü perdeye taşınan göstergeler ve ideolojik içeriklerle seyirci özdeşleşmekte ve kendini toplum içinde o şekilde konumlandırmaktadır. 9

James MONACO, “Bir Film Nasıl Okunur?”, çeviri: Ertan Yılmaz, İstanbul, Oğlak Yayıncılık, 2001, sf. 259

46


“Sinemada cinsel politika filmlerin ‘düşsel işlev’ dediğimiz yönüyle yakından ilişkilidir. 1970’lerin sonu ile 1980’lerin akademik eleştirilerinin çoğu film deneyiminin bu yönünden bahseder. Sinemasal kahramanlarla yaşadığımız güçlü özdeşleşme, filmlerin içimizde düşlerimizden farksız olarak işlediğine dair kolayca gözlemlenebilir bir durumdur. Bu, sinema politikasının içsel yanıdır: Filmlerde nasıl karşılıklı ilişki kurarız? Sinemanın ilk günlerinden bu yana sinemacılar romantik aşk ve aksiyon ya da bunların çağdaş eşanlamlılarını kullanırsak, seks ve şiddeti pazarlama işinin içinde olmuşlardır. Bu açıdan sinema, edebiyattan çok farklı değildir. Popüler filmler, popüler romanlar gibi, bu ikiz libidinal saikin motive edici güçlerine dayanır. Konu karmaşıktır: Film, libidoyu yalnızca fantazyalara bir tür hayat vererek değil ama aynı zamanda daha çok biçimsel olarak, ister romantik ya da hareketli, isterse cinsel ya da şiddetli olsun, içeriğine hiç bakmadan stiliyle de tatmin eder.”10 Feminist eleştiri, kadının sinemadaki ezik ve güçsüz, aynı zamanda da kirletilmiş haline karşı çıkmakta ve bu tür erkek egemen görüşü değiştirmeye çalışmaktadır. Ancak günümüzde daha çok, kadının bir yükü olarak gösterilen erkekler ve zamanın değişimi sonucu kadınların da birçok konuda söz hakkına sahip olması, sinemada ve toplumda kadının değersiz konumunu değiştirmiş ve ataerkil ideoloji kendini olduğu gibi değil de, toplumun içine sinsice sızarak belli etmeye çalışmaya başlamıştır. Fakat feminist eleştiri, psikanalizmle karşıtlık alanları oluşturmaktadır bana göre çünkü insanın doğasına göre onu ve davranışlarını çözmeye çalışan psikanalitik kuramda, her hareketin id-ego ve süper egodan kaynaklandığı söylenmektedir. İnsan doğası, taşıdığı genlerle paralellik arz ettiğine göre, kadın ve erkeğin 10

James MONACO, “Bir Film Nasıl Okunur?”, çeviri: Ertan Yılmaz, İstanbul, Oğlak Yayıncılık, 2001, sf. 263

47


davranışları doğal olarak farklı konumlarda olacaktır. Bir erkekten çocuk doğurmasını nasıl isteyemezsek, kadına da bir kadın gözüyle bakmasını isteyemeyiz. Her şeyden evvel, kadın doğası korunmaya ve şefkate muhtaçtır. Bu, kendi içyapısından gelen bir şeydir ve bunu istese de koparıp atamaz. Bu yüzden sinemada da kadın ve erkeğin bu iç dünyaları gösterilmeye çalışılmıştır. Zaten, yönetmenler ve senaryo yazarları da insan olduğu için her zaman, belli kalıplara ve alıştıkları içyapıya göre hareket etmek durumunda kalır ve bu şekilde bir kısır döngü her zaman yaşanır. Önemli olan, işi abartmadan yapmaktan ve aşağılanacak ya da yüceltilecek bir durum olmadığından dolayı doğal olana nefretle yaklaşmak gibi bir aptallık yapmamaktan geçer. Cat People’da bu, bir erkeğin; Paul’ün Irena’ya yaklaşımı eğer “ensest ilişki” gibi bir abartı olmasaydı, uysallığından ötürü durumları eşit olarak tutabilirdi. Çünkü Paul, her ikisinin de aynı yerden geldiğini ve aynı kaderi paylaşmak zorunda olduklarını belirtmişti. “Beni ancak sen kurtarabilirsin, seni ancak ben kurtarabilirim” sözleri kadın-erkek eşitliğine dayanan diyaloglardır. “Türe özgü davranış terimi içgüdüsel davranış terimiyle hemen hemen aynı anlama gelmektedir. Psikologlara göre içgüdüsel davranış tümüyle genetik tarafından kontrol edilen, başka bir deyişle doğuştan olan herhangi bir davranıştır. Fakat çevresel etkenler, genetik temeli olan davranışları değiştirebildiği için, gerçekten içgüdüsel olan davranışları saptamak güçtür. Bunlara ne isim verirsek verelim, her ikisinde de ‘saptanık davranış örüntüsünün’ (Fixed Action Pattern) yer alması gerekmektedir. Saptanık davranış örüntüsü türün tüm üyelerinde görülen ve bir uyarıcı tarafından başlatılmış bir kalıplaşmış hareketler örüntüsüdür. Davranış, çevredeki özgün

48


yaşantılar tarafından daha fazla kontrol edilmektedir. Bir başka deyişle, öğrenme ve mantık yürütme önem kazanmaktadır.”11 Ancak yine bu anlayış, erkek egemen ideoloji tarafından kırılmak istenircesine, sırf bir kötü noktası bulunsun diye kardeş kardeşe yaşanan ilişki konumuna getirilmiş ve Paul, toplum tarafından cezalandırılıp öldürülmüştür. Irena, ortada kalmıştır ancak o da toplumsal bir mekân olan yetimhanede yetiştirildiğinden kardeşinin bu sözlerini ve yapmak istediğini yanlış algılamış ve erkeği olan Oliver’a davetiye çıkarmış; Paul’ün ona teklif ettiği özgürlüğünü bir kenara itmiştir. Paul’ün öldürüldüğü sahnede Irena, sanki çelişkilerinden kurtulmanın acı verişini yaşar gibi o hiç tanımadığı ama “aynı yerden gelen” erkek kardeşi için sağanak yağmurun altında bağırarak ağlamakta ve Tanrı da bu olayı desteklercesine; “kızım sen doğru yoldasın” dercesine sağanak yağmuru Irena’nın ruh kirlerinden temizlenmesi için gökyüzünden aşağı indirmektedir. Bu da göstergebilimsel çözümlemenin ve metaforun psikanalizmle kurduğu göstergesel ilişkilerdendir. Filmde, Nastassja Kinski’yi ormanda koşarken, ağacın dalına sarılan kırmızı bir yılanın karşısına en erotik haliyle çıkarken, beyaz ve saf bir güzellikte ve masumlukta olan tavşanı yakalayıp yemek üzereyken görürüz. Kırmızı renkteki yılan ve gecenin siyah rengi, karanlığın içinden gelecek olan gizemi çağrıştırmakta ve kedi kızın içgüdüsel dürtülerini açığa çıkarmaktadır. Irena, kendini kaybetmiş bir biçimde yüzü gözü kana bulanmış şekilde eve geri döndüğünde ise onu gören Oliver’a “bana bakma” diye haykırmakta ve masumluğunun aslında sadece sabahları olduğunu, asıl yüzünün geceleri ortaya çıktığını ve cezalandırılan bir varlık olarak ona bakılmasını istemediğini belirtmek istemiştir.

11

Clifford T. MORGAN, “Psikolojiye Giriş”, Ankara, Meteksan Yayınları, 1986, sf. 31

49


Nastassja Kinski Filmde abartılarak gösterilen bir başka uzuv da “göz” dür. Görmenin, dokunmaktan daha çok iz bıraktığını, aşkın ölümle ve öldürmekle koşut gittiğini, kaybolmuş olan tutkuların yerini saf ve fedakârlık gerektiren bir sevginin alması değinilen önemli temalar arsındadır. Nastassja Kinski’nin kısacık kadınsı saçları, kedi yürüyüşü ve orantılı vücudu, onun bu role uygun bulunmasına neden olmuştur. Onun geçmişine baktığımızda da aynı büründüğü roldeki gibi bir çizgide gittiğini görüyoruz. Asi bir genç kız olan Nastassja, zamanında hırsızlık yapıp evden bile kaçmış. Cinselliğini bir zamanlar açıkça sergilemekten hoşlanan Kinski şimdi, bir çocuk sahibi ve uslanmış durumda… SONUÇ OLARAK… 1980’lerin daha sıkı, muhafazakâr olan atmosferinde gösterime giren film, bir yandan toplumdaki tabulara baş kaldırmakta, bir yandan da tepki çekmemek için 50


ilginç olmayan bir sonla bitmektedir. Korku ve gerilim türündeki filmler, toplumda var olan korkuların ve çarpıklığın ifade biçiminin en güzel göstergeleridir. Cat People, insanlara kaybettikleri tutkulu cinselliklerini anlatırken bunu ideal olan yollardan yapmakta ve sadece insanları düşündürme yoluna gitmektedir. İnsan doğasına sıkı bir giriş yapan ve insanın asıl kimliğini hatırlatan filmde bilincin üç kademesinin de çarpışması gözle görülür biçimde sergilenmiştir. Cat People içinde bulundurduğu erotik sahnelerle, insanın içine işleyen ve uzun süre insanda etki bırakan görüntüleriyle, hala daha erkeklerin yüreğini hoplatan filmler arasında yer alıyor. O zamandan sonra çıkan kedi kadınlar daha çok kırbaçlı olsalar ve hırsızlık yapıp kötü karakter rolünde olsalar da “kedi kadın” imajı, çoğu erkek için bir fenomen durumunda. Son olarak daha önce yazdığım bir makalenin giriş yazısını bu eleştirinin sonuna koymayı uygun buluyorum: “Adem ve Havva yasak elma yüzünden cennetten kovulduğunda birbirlerinden ayrı olarak yeryüzüne indirildiler. Yıllarca birbirini arayan “sevgililer” yedikleri elmaya benzeyen dünya sınırları içinde buluştuklarında; çektikleri özleme inat birçok çocuk yaptılar. Çocuklar çoğaldıkça lanetli ama bir o kadar da lezzetli olan elmanın dört bir yanına dağıldılar. Gittikleri yerlerde doğa koşullarına uygun olarak kendi dillerini ve kültürlerini geliştirdiler. Öyle çok çoğaldılar ki; ayrıldıkları noktaya geri döndüklerinde artık “kendi kardeşlerini” bile tanıyamaz hale geldiler...”

51


Dostuma Melih Öncel Acı bir şekilde kaybettiğimiz, çok sevdiğim dostum, insan gibi insan, Mutlu Sulu'ya... Hayat, senin elinde olmadan yaşamını ne kadar da güçlü etkiliyor, öyle değil mi? Aklının ucunda bile yokken öyle bir dokunuyor ki sana tamamen farklı yerlere savruluyorsun. Birkaç gün önce tekrar dokundu bana. O günden beri savruluyorum. Senden binlerce kilometre uzakta, uzaklığın hiç birşey olduğunu görerek, acıyla, ağlayarak ve eksik bir şekilde savruluyorum. Gözümü kapatıyorum bir an, küçücük iki çocuk var gözlerimin önünde. Tertemiz, hayattan habersiz, ailelerinin yanindan dış dünyaya ilk defa adım atan iki çocuk. Gülüyorlar; ama biraz da korkuyorlar sanırım. Küçük çocuklardan biri ben. Ve hayat bana dokunuyor -belki de ilk defa- ve insan vucuduna düşman ilkokul sıralarında, kalbime, ruhuma düşüncelerime dost oluyor diğer çocuk. Çocuklardan biri sen, Mutlu; digeri ben, mutlu. Sıralar mı küçülüyor yoksa biz mi büyüyoruz anlayamadan geçiyor zaman. Okuma-yazma dışında yeni şeyler, yeni duygular öğreniyoruz. Bizi biz yapan şeyler duygu ve düşüncelerimizdir öyle değil mi? Ben, öğrenirken yanımda yürüyorsun hep. Ben, ben olurken sırtımı hep sana dayıyorum. Seninle beraber büyüyorum, ruhumu seninle beraber eğitiyorum. Hayat beni o sıraya oturturken bana bir arkadaş mı vermek istedi, dost mu yoksa kardeş mi bilmiyorum... Gözümü açıyorum ve düşünüyorum hangi kardeş bu kadar içine işlemiştir diğerinin? Hayat, bana kendimden bir parça veriyor o gün, hiç ayrı kalamayacağımı düşündüğüm bir parça, aklımın derinliklerine yerleşmiş bir parça. Ve ağlıyorum tekrar, savruluyorum oradan oraya. Gözümü kapatıyorum. Büyüdük mü? Ne çabuk? İlk Metallica kasetini daha dün 52


almamış mıydık? Gitarların taksitleri bitti mi? Geçen hafta stüdyoda değil miydik? Daha geçen gündü Fenerbahçe forması giyiyorum diye KSK servis şöförünün beni servisten indirmeye çalışması. Liseye bile geldik demek? Ve hala hayatımda benimlesin. İki genç var şimdi gözümün önünde. Hala yaşamı öğreniyorlar ve hala beraber büyüyorlar. Biri sen, Mutlu; digeri ben, mutlu... Hayat bize her an müdahale etmeye devam ediyor, öyle değil mi? Yine de o ilk dokunuşu hissediyorum diğer dokunuşlarda. Sen olmasan aşkı bile öğrenemeyecektim belki de. Ben, aşkla, sevgiyle büyürken sen hala hayatımda bir parçasın. Yanında, güveneceğin dostun olmalı derler. Bence de, sadece yanında olduğunda değil; en çok karşına geçtiği zamanlarda güveneceğin dostun olmalı. Birseyler öğrenmelisin sana küfrettiğinde, haketmiş olduğunu bilerek. Hala rüyalarıma giren yaptığım; o aptalca şeyden sonra bile bana birşeyler öğretiyorsun sen... Susarak ya da söverek... Gözlerimi açıyorum. Hayat aramıza şehirler, hatta ülkeler sokmuş. Gözlerimi kapatamıyorum tekrar. Korkuyorum. Hayatın onca müdahalesine rağmen yaşamımda değişmeyen tek şeyin sen olduğunu biliyorum. Ve korkuyorum gözlerimi kapatmaktan. Bir bebeğin doğduğu evde, boyu pencereye yetişince arka bahçede gördüğü büyük ve yaşlı bir ağaç gibisin aklımda. Güven veren, hep orada olan ve kökleri olabildiğince derinlere uzanan bir ağaç. Hayat, bana bir dost değil, bir kardeş değil kendimden bir parça vermiş yıllar önce. Her zaman orada olacak bir parça. Gözlerimi kapatıyorum, tek başımayım bu sefer. Arka bahçede o ağacın dibinde. Ne olursa olsun sırtımı dayayabileceğim o ağacın... Gözümü açıyorum. Yanlızım, herkesden daha yanlız. Teşekkür ediyorum sana, benimle beraber büyüdüğün için... Ağacın dibinde ağlıyorum... Sen, Mutlu; ben, mutsuz...Mutlusuz...

53


Veda İçin Yağan Yağmur Mahmut Bektaş Döndüğümüzün akşamıydı. İki yabancı gibi, birbirine uzak kıyılara iliştik. Gidilecek başka yer olsaydı, ikimizden biri o an çekip gidecekti sanki. Bir tutsaklık anıydı yaşadığımız. Hücrelerinden başka gidecek yeri olmayan iki mahkûm gibiydik. Ne bir söz çıktı ağzımızdan, ne anlamlı bir bakış, ne isyan ne de öfke. Kanıksadığımız bir yabancılıktı bu, hiçbir zaman kurtulamadığımız. Koltuğun iki ucuna ilişmiştik. Yaşamın iki ucuna ilişen iki yabancı gibi. Zoraki bir birliktelikten çok şey çıkardı ama bizden hiçbir şey çıkmadı. Hayır, doğru değil bu. İkimizden çıkan, içi bir türlü doldurulamayacak olan koca bir boşluktu. Uçurumdan üzerimize doğru yuvarlanan bir koca sessizlikti. İkimizi yutmaya hazır. Sadece ikimizi mi? Tüm geçmişimizi, bugünümüzü ve geleceğimizi de içine alarak bizi yutacak olan koca bir sessizlik. Ne kadar süre orda oturduk, bilmiyorum. Tek hatırladığım, birbirimize doğru bir kez olsun dönmeyişimizdi. Birbirimize bakmıyorduk. Baksak ne görebilirdik ki? Birbirine bakan iki kişi birbirini bulmaya çalışır ya da birbirlerinde bulamayacaklarını bildikleri halde gene de o şeyi bulmak için birbirlerine bakmaya devam ederler. Bunu biri umar, bu umusuyla öbürüne bakar, öbüründe aradığını bulmaya çalışır. Öbürü de kendisine doğru bakana dönerek, ya da gizliden gizliye onu izleyerek, onun kendisinde ne bulmaya çalıştığını merak eder. Gerçekte bulduğu nedir? Bunu ancak hiç kimse bilebilir. Çünkü ne bulduğumuz ne de bulamadığımız sadece baktığımız kişidir. O hem tüm bulduğumuz hem de tüm bulamadığımızdır. Bu ilişki çok mu gerekliydi, 54


bilmiyorum ama artık birbirimizden bulabileceğimiz hiçbir şeyin olmadığına inanıyorduk ya da hiçbir şey bulamayacağımıza o kadar emindik ki, böyle bir çabaya bile girmeye gerek duymuyorduk. İşte tam da böyle bir andı, aramızda yaşanan ya da bir türlü yaşanamayan. İlk defa o an bittiğini hissetmeye başladım. Bitmesi gerekiyordu, bitmezse sonsuza dek karşımızdakine hiçbir şey bulamayacak gözlerle bakacaktık. Hiçbir şey bulamayacağına o kadar emin olan iki çift gözün esiri olacaktık. Her bakışın yeni bir umut, yeni bir bilinmezlik olduğunu unutan iki göz bebeğinden ibaretti gözlerimiz. Ne birbirimizi ısıtabiliyor, ne de birbirimizi yakabiliyorduk. Bakışlarımız varla yok arasında bir yerdeydi, bakmasına bakıyorduk ama birbirimize değil. Birbirimizi delip geçiyordu gözlerimiz. Bir başkasına mı değiyordu artık gözler, bunu hiçbir zaman bilemedim. En sonunda sen başka bir odaya bense başka bir bilinmezliğe ilerledim. Girdiğin odalar, çıktığın odalar seni yeni bir sen yapıyordu ve ben o seni hiç mi hiç tanımıyordum. Her odaya girişin yeni bir belirsizlik oluyordu, konuşulmayan, paylaşılmayan bir vedaya dönüşüyordu her giriş çıkışın. O odaya son girişin hala gözlerimin önünde. Odaya girdin, sanki uzun bir yolculuktan gelmiş biraz dinlendikten sonra yoluna devam edecekmişsin gibiydin. Tek isteğin deliksiz bir uykuydu sanki. Birden benimle göz göze geldin. Gözlerinin benimle olan o karşılaşmasında ne buldun bilmiyorum ama ağzından çıkan tek söz git artık oldu. Çayın demlenmesi gibi, kuluçkaların olgunlaşıp, civcivlerin yumurta kabuklarını kırıp hayata merhaba deyişleri gibiydi. Başka bir söze de gerek yoktu. Gözlerimi yanıma alarak çıktım o gençliğimin geçtiği kapıdan, yürekten, sıcaklıktan. Çıktım ve yürüdüm. Keşke bir yağmur yağıyor olsaydı. İçimde ne var ne yok götürürdü, siler, yıkar, paklardı beni. Ama o an bana çok gerekli olan yağmur hiç yağmadı. Kirimle baş başa kaldım. Yapış yapış bir sıcakla baş başa yürüdüm. Apış arasından gelen pis 55


koku nasıl katlanılmaz bir basınç ve iğrelti yaratırsa işte öyle bir iğreltiyle yürüdüm. Yürüdüm yürüdüğümün farkında olmayarak. Her adımda daha da kirlendim, daha da iğrendim. Koku katlanılmaz bir haldeydi ve ben arkama bakamadan yürüyordum. Yoldan geçenlerle göz göze gelmemek için küçüldükçe küçülüyor, top top oluyordum. O an bir uçurum olsa hiç çekinmeden atlayacaktım, içimdeki yâri kendime alarak yardan atlamaya hazırdım. Oysa ne yağmur yağıyordu, ne de atlamak için bir yar vardı. Tek yapabildiğim kokuma biraz daha alışarak, o kokuyu duyumsamaz hale gelmekti. Ben de bunu yapmıştım işte. Şimdi git artık sözünle yüzleştim. Gittim ve geriye bir kez daha bakmıyorum. Gittim ve kendi kokumla baş başa kaldım. Gittim, şimdi yağmur da yağıyor, yıkandım, üstümde iğreti duran ne varsa çıkardım attım. Yağmur yağdı ben yağdım. Ben yağdım yağmur hızlandı, o kadar hızlandık ki tüm kir pas gitti üzerimden, içimden, bakışlarımdan, gözlerimden. Gözlerimi yeniden sana diksem ne bulabilirim? Gözlerimle kendimi yeniden görsem ne bulacağım? Bunu görmek için daha çok yağmur yağacak, ben yağacağım. Belki işte o zaman, kendimi bulacağım. Kendimi tekrar bulduğumda, yağmurlar tekrar yağacak, işte o an ben de sana veda edeceğim. Söylenememiş tümcelerimle seninle ve geçmişimle hesaplaşacağım, barışacağım ve hepinize, herkese ve her şeye veda edeceğim. Bu hesaplaşmadan ve vedalaşmadan kendimi alıp gideceğim. Kendimi alıp kendime gideceğim…

56


Et Bayramı Abdullah Rıdvan Can

İnsan geçmişe şöyle bir yaslanıp da geleceğe baktığı zaman bazen korkar bazen susar bazen de tedirgin olur. Zira gelecek karanlığın tam da ortasında bir yerde öylece durmaktadır. Gerçi gözlerimizin algılayamayışı zihnimizin yetersizliğindendir ya neyse. Göremediğimiz gelecek bizlere ikilemlerle dolu korkular getirir. Olmasını istediğimiz hayallerinin kucağında meşk ederken elde kalanlarla yetiniriz çoğu zaman. (Bu çoğu zaman kavramı aslında her zaman diye de yazılabilirdi de gönlünüzde ufacık da olsa bir ışığa kavuşma umudu olsun diye şey ettimdi açıkçası.) Neyse işin, bu zıkkımın kökü gibi acı ve çekinesi zor yanı bir yana bir de geçmiş denen bir olgu var ki kaymaklı dondurma yanında halt etmiş. Geçmiş dediğimiz şey genelde hatırladıklarımızdır. Hatırladıklarımız ise genelde gülmek ya da övünmek için bohçamızın en üstünde bir yere iliştirip günü gelince tüketilmeyi bekler. Yoksa insan sıradan bir anısını neden aklında tutar ki? Aslında hatırlayamadıklarımız da geçmişimizde bir yerdedir ama geçmiş çoğu zaman hatırladıklarımız kadardır. İşte o geçmiş denen anımsadığım olaylarımın ucunda kıyısında bir mesele var ki tam da denk düştü kurban bayramı hadisesidir. Ben o zamanlar yedimdeydim kardeşim ise altısındaydı. Küçükken bizim oralarda(ki bu söz çok ama çok klişedir)bayram başka olurdu. Hele de kurban bayramı... Kardeşim! Bir yıl boyunca yiyemediğimiz etin dibine vuracaktık daha ne olmalıydı ki? Sabah kavurma, öğlen kebap, akşam gene kebap, sabah gene kavurma, yok yok sabah bu kez kebap… Bin bir çeşitlisini yapardık etin. Evirip çevirip etliğini asimile etmeden onu hayallerimizin iktidarından somut bir iktidara taşırdık. Her sene kurbanda seçimi et kazanırdı. Baba, anne, akrabalar, el öp harçlık al meselesi… 57


Hepsi yalan olurdu bu mevsimde. Bu mevsimde ağaçlar et açardı, kuşlar et et diye öterdi, rüyalarımızda et savaşları yapardık. Bir et imparatorluğu kurulurdu üç buçuk gün sonra tekrar talan olmak şartıyla. Bunlar bir yana büyüdükçe mutlu olmak istemedik. Zira sonu vardı bu mutluluğun da her mutluluk gibi. Etler yine bitecek yine pirinç, bulgur, mercimek… Ne olursa olsun pilav olacaktı kesin. Sonra sevinmemeye başlamıştık. Bayramlar artık pek de neşe falan kaynağı değildi. Geçmiş oldukça hatırlandıkça yani pek de içinde bulunduğumuz durumlar bizi tatmin etmiyordu. Ama bir gün var ki pek bir sık hatırlarım. Hele de kurban olsun olmasın kışın ayazını hissettim mi şakağımda durup dururken düşer aklıma. Bir arife günü… Kışın ortasına denk düşmüştü bu kez kurban. Annem bizi yıkayacak, paklayacak ertesi gün de kurban kesildikten sonra süs biberi gibi oturtacaktı bir köşeye. O, bayram önceleri hamam sahneleri hiç gitmez gözümün önünden. Evde banyoya kurulan büyük su sobasının altı odunla doldurulurdu. Sonra su ısınmasını beklerdik. Su ısınırken anne boş durmazdı. Evde çamaşır mamaşır ne varsa torlar toplar yıkardı. Ama elleriyle. Makine evimize girecek kadar ucuz değildi o vakitler. Ev buz gibi olurdu. Göçüp gideceğiz sanardım her banyo haftasında ya bu kez arifeydi ve arife günleri daha bir uzaklara göçeceğimizi sanardım. Bayram sabahı yemek yapılacağı için malzemeler hazırlanırdı. Bir yandan bulaşıklar, çamaşırlar yıkanırdı. Evlerin halıları kalkardı yerlerinden. Ortalık, evin genç kızı tarafından silinmeliydi. Sonra su kaynardı. Derken önce biz, iki küçük, kardeşim ve ben girerdik banyoya. Yan yana iç içe… Annem alırdı dizlerinin arasına, başlardı kaynar suyla haşlamaya bizi. Bitler pireler haşlanmalıydı, yarın kurban bayramıydı çünkü. Bağırışlar çağırışlar arasında yıkanırdık. Kıpkırmızı kesilirdik kardeşimle banyodan sonra. Oturturlardı sobanın başına. Ellerimizde salçalı ekmekler. Uykuya dalardık biraz sonra. Ablam sonra abim derken anne baba da ayrı ayrı paklandıktan sonra arife günü temizlik merasimi biterdi. Gece herkes bir yana düşerdi. Yorgunluktan ağır çekimde olurdu hareketler. Babam bir yandan televizyon izler bir yandan biz iki küçükleri dizinin dibine alır sohbet ederdi. Babam bize muzipçe bir soru patlatırdı. 58


“Yarın ne çocuklar?” “Et bayramı” diye inletirdik etrafı. Sonra babam sus işareti yapardı parmağını ağzına götürerek. Biraz sonra sobanın ardına tek tek düşerdik yorgunluktan. Uyuyup kalırdık iç içe. … * Geçmiş çoğu zaman hatırlamak istediklerimizdir. Biz neyi istersek o bizim geçmişimiz olur. Ben kurban bayramını yazmadım. Çünkü o herkeste aynı değil. Ama arife günü herkeste aynıdır. Tek farkla: babam biz uyuyunca rahat uyudu belki ama başka babalar evlatları uyuyunca yarın onları nasıl avutabileceğini düşündü gece boyunca. Her evin eşiğinde bu heyecanın yaşanması umuduyla… 2010–11–02 İzmir

59


Türban: Yetmez Ama Evet(!) Onur Keşaplı Telaşlanmayın bu yazıda türban(affedersiniz başörtüsü demeliydim) konusu bir “sorun” olarak ele alınmayacak. Hele de türbanın kadın özgürlüğüne, kadınerkek eşitliği bağlamında neyi simgelediğine dair tek bir satır yer almayacak. Zira büyük başkan(!) Erdoğan’ın ısrarla altını çizdiği üzere kadın ve erkek asla eşit değildir asla eşit olmayacaktır. Devlet büyüğümüzün fermanına karşı gelmek olmaz ama bazı densizler kadın erkek eşitliği denilen saçma soyutluk kavram söz konusu olduğunda dünya sıralamasında sonlarda olduğumuzu söyleyip duruyorlar. Artık anlayın, kadın erkek eşit değildir, asla olamaz! Büyük başkan buyurdu o yüzden yapay gündemler yaratmayın. Bu konuda artık hem fikir olduğumuza göre asıl gündemimize geçebiliriz. Başlıktaki vurgumuz referandum sürecinde “yetmez ama evet” akımının öncüleri olan ve dünyada eşi benzeri bulunmayan bir formülle liberal-muhafazakâr olabilmeyi

başarabilen

özgürlükçülerimize(!)

sitem

ilericilerimiz, içeriyor.

aslan

Referandum

demokratlarımız sonrası

bu

ve

“değerli

entelektüellerimizin” bir kısmı yargıdaki gelişmeler üzerine pişmanlıklarını dile getirmek gibi çok büyük bir yanlışa ön ayak oldular. Hâlbuki özgürlükler hızlanıyor ve büyük başkanın söylemiyle “benim milletimin” ilerlemesi hız kazanıyorken bu tarz yaklaşımlar son derece yanlış. Türban konusunda örneğin bu değerli liberal-muhafazakârlarımızdan daha cesur olmalarını beklerdik. Bu ülkenin en önemli gündem maddesi olan, Anadolu kahvelerinde babalarımızın tavla keyiflerini yaşamalarına mani olacak kadar dert yandıkları türban 60


meselesinin çözümünde bu kanaat önderlerimizi daha çok kanalda, daha çok gazetede görmek istiyoruz. Mümkünse çoğaltılmalarını talep ediyoruz. Üniversitede türbana özgürlük tartışmalarında başbakanımız bu özgürlüğün doğal olarak üniversitelerde sınırlı kalmayacağını buyurdu. Buna destek olması gereken özgürlükçülerimizi arıyor gözlerimiz. Özgürlüklerini arayan “sivil toplum örgütü” Hizbullah’ın eski bir üyesi olan masum babanın ufacık türbanlı(affedersiniz başörtülü) kızının dramı yürek burktu adeta. Küçük kızın ataerkillikten gelen özgür iradesiyle(!) bir sabah uyandığında saçlarını örtmesi ve okula girmek istemesi maalesef “provokasyon” olarak nitelendirildi. Burada liberal aydınlarımıza çok ama çok büyük işler düşüyor. Masum baba bir canlı yayında “Allah beni tehdit ediyor, Allah’ın buyruğunu yerine getirmemiz gerekiyor. Devlet beni Allah’ın tehdidinden korumalı” sözleriyle durumun tehlikesini gözler önüne seriyor. Peki, liberallerimiz niye bu yurttaşımıza yeterince sahip çıkmıyor? Allah’ın tehdidinden korunma özgürlüğünü bir insanın en büyük hakkıdır, bunu yerine getirmesi gereken de devlet aygıtıdır. Zaten devletler niye kuruldu, Allah’ın tehdidine karşı arabuluculuk yapmak için. Özgürlükçülerimiz bunu hatırlamalı. Bir diğer TV programında türbana özgürlüğü her yerde savunduğunu dile getiren büyük özgürlük savaşçısı(!) AKP’li bir kadın, erkek elini asla sıkmayacağını çünkü bunun batı geleneği olduğunu yine batıdan aldığı yüksek entelektüel anlamlardaki kavramlarla açıklıyor. Ve haklı olarak “erkek eli sıkmama özgürlüğünün” garantisini istiyor. Karşısındaki başı açık ilkeller ise utanmadan bu özgür hanımefendimizi eleştiriyorlar. İnsan üzülüyor bu görüntüye çünkü gönül isterdi ki o stüdyoda liberallerimiz olsaydı ve başı açık ilkellere karşı erkek eli sıkmama özgürlüğü peşindeki William Wallace’ı savunsalardı. Böyle bir doğal hakkı eleştirmek, medyada kadın temalı bir 61


programda kadın yorumcuyu “sana anlayacağın şekilde cevap verirdim ama hadi neyse” diye yanıtlayan kendisini “aslan gibi erkek” olarak nitelendiren “büyük entelektüelimiz, özgürlük savaşçısı” Mehmet Metiner’in sözünü ettiği “yanlış konuşma özgürlüğü” kapsamına bile alınamaz. Erkek eli sıkmak gibi batılı bir geleneği masum kadınlara dayatan Kemalist rejime haddini bildirmek için yapılması gereken şey belki de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidip “batılı değerleri reddetme özgürlüğümüz engellemez” savıyla başvurmaktır. Referandum sonrası yeni düzenlemeyle AİHM’ye başvurmak için önce Anayasa Mahkemesi’nden

izin

almak

gerek

ama

orayı

“evet”

oylarımızla

AKP’leştirdiğimiz için bir sorun çıkacağını sanmıyorum. “İktidar ve masum halk el ele” türbanı inşallah her yerde özgürleştirmeyi başaracağız. Peki ya ondan sonra? Bu yeterli olur mu hiç? Türban zaten Kuran’da açıkça belirtilmiş bile değil. Bunu aştıktan sonra “dört eş”, “şahitlikte iki kadının bir erkeğe denkliği”, “mirasta kadının erkeğe göre yarı miktarda pay olması” ve Nisa Suresinin 34’üncü ayetinde açıkça görüleceği üzere “erkeğe itaat etmeyen kadının dövülmesi” gibi hükümleri yerine getirebilme özgürlükleri konuşulmalıdır. Türban iyi güzel evet, ama yetmez! Unutulmaması gereken nokta devletin(laikmiş değilmiş bir önemi yoktur) görevinin insanları Allah’ın tehdidinden korumak olduğudur. Bu gerçekliğin, bu özgürlüklerin halka anlatılması konusunda da liberallerimize, muhafazakârlarımıza büyük iş düşüyor. Referandum sonrası galibiyet rehavetlerini biran önce üzerlerinden atıp hükümetle eş güdümlü olarak çalışmaya başlamaları gerektiğini düşünüyoruz. Hükümet bu konuda üzerine düşeni fazlasıyla yapıyor, Kürt sorununun bile çözümünü buldular; daha çok cami, daha çok imam daha çok Kuran kursu! Futbol sever olarak bizden de bir tavsiye, bakmayın siz Hıristiyan ülke takımlarının başarılı, Müslüman ülke takımlarının başarısız gibi görünmesine, 62


önemli olan İslami yaşam tarzındaki futboldur ve dünya çapında başarılar için yapılması gereken Hakan Şükür açılımıyla beraber futbol dünyamıza daha çok cami, daha çok imam ve daha çok Kuran kursu kazandırmaktır. Bu ülke gerçekten(!) ileriye gidiyor, aksini iddia eden provokasyon yapmaktadır ve Ergenekoncudur, ötesi yok! Kimileri “madem türban üniversiteye giriyor o zaman başı açıklarda camiye girebilsin bu da özgürlük değil mi” gibisinden kışkırtıcı ve ilkel istekler de bulunuyor. Bazılarıysa cenazelerde kadın erkek yan yana olmalı bu da bir özgürlük diyor. Hala anlamadılarsa büyük başkanın sözlerini yineleyelim: Kadın erkek eşit değildir ve asla eşit olmayacaktır arkadaş! Hadi diyelim başbakanın iyi niyetine inanmıyorsunuz, peki Kuran’ın hükümlerine de inanmıyorsunuz? O zaman bu devlet Allah’ın tehdidine karşı sizi korumaz tabi! Son söze gelirken hala Türban özgürlüğü konusunda sıkıntı yaşayanların telaşlanmamaları adına Orhan Bursalı’nın 21 Ekim 2010 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki yazısından küçük bir alıntı yapalım: “Dedik ki burada, Erdoğan ve şürekâsı türban meselesini çözmek istemiyor. Çünkü isterse çözer! Anayasada 30’a yakın maddeyi Meclis’te hiçbir uzlaşma aramadan değiştiren, Meclis’e gerekli sayıya ulaşamayınca referanduma götüren AKP değil mi? RTE, neden türban konusunda aynı yolu izlemiyor? Meclis’te türban sorununu çözmek için herhangi bir partiye ihtiyacı yok!? Ee, o halde? İki hedefi var RTE’nin: 1)Türban konusunda CHP ve diğer partileri -durmadanher fırsatta sopalamak ve mağduriyete oynamak. Bizim seçmenin mağduriyeti oynayarak her an kafakola alınmaya hazır olduğunu 8 yıl boyunca iyi gözlemlediler… 2) Türbanda total çözümü dayatmak. Başbakan açıkladı: Türban milletin bulunduğu her yerde olmalı. RTE’yi üniversite kesmiyor, lise ve 63


ilköğretimde de türbanın serbest olmasını istiyor. Tabi devlet dairelerinde haydi haydi!” Görünen köy kılavuz istemiyor, Türkiye’nin ilerlemekte olduğu yol budur ve bu yolda bir değişiklik olmadığı sürece bizler maalesef bu “trajikomik” bile

denemeyecek

sorunları,

tartışmaları,

üslupları

yine

mizahi

sayılamayacak bir dille anlatmak, eleştirmek gibi “işlevsiz” bir yönteme mecbur kalacağız. Ne dersiniz bu durum değişir mi? Yetmez ama evet mi?

64


Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! Mustafa Balbay Başlık, Albert Camus’nün sözü… Sanat, yeryüzünde insanlığın, karanlığa karşı mücadelesinde en önemli güçlerden biri olmuştur. Sanatın bu gücünü bilen yöneticiler tarih boyunca iki yöntem arasında gidip gelmiştir: 1- Tamamen kendi kontrolü altına almak ve kullanmak. 2- Tümüyle yok saymak ve ortadan kaldırmak. Bu iki yöntemin coğrafyası da yoktur. Hemen her yerde aynı yaklaşımla karşılaşmıştır sanatçılar. Ama ne olursa olsun, kaybetmiş gibi görünseler de kazanan hep onlar olmuştur. Büyük sanatçılar için vatan ve zaman tartışması olmaz. Onlar nereye giderse gitsin, doğduğu toprağın insanıdır. Zaman kavramı da işlemez onlara. Hatta zaman geçtikçe tazelenirler. Yeri geldikçe aktarmadan geçemediğim bir Çin sözüdür: Bir yıl sonrasını düşünüyorsan, tohum ek. On yıl sonrasını düşünüyorsan, ağaç dik. Yüz yıl sonrasını düşünüyorsan, toplumu eğit. Buna benim kendimce bir ekim var: Bin yıl sonrasını düşünüyorsan, sanatçı yetiştir. ***

65


Anadolu’nun en eski sanatçıları ozanlarımızın “söz sanatının” bütün inceliklerini kullanarak yazdıkları dörtlükler hala güncel değil mi? Yüzlerce yıl öncesinden bugüne ışık tutmuyorlar mı? Yunus Emre’nin şu sözünden daha hümanist kaç söylem vardır: “Bir insanı incittinse, bu kıldığın namaz değil!”

Bugün Türkiye’de, dini araç, vahşi kapitalizmi haraç edinmiş bir iktidar var. Doğal olarak sanata karşı. Olsa olsa ne kadarını kullanabilirim diye bakıyor. Ötesi batıyor. Hele birazcık gerçekleri söyleyen varsa, kendisine yeryüzünden köşe beğensin! Hükümet kadrolarının sanata şaşı bakışı yetmiyormuş gibi, kimi sorumlu noktadaki sorumsuzlar, özel kurumların sanata olan desteğini bile yönlendirmeye girişebiliyorlar! “Onu değil bunu destekleyin” diye dayatıyorlar. Şunu da en iyi iktidardakiler biliyor: Sanata bulaşmış bir kişi, bağnazlaşamaz… Onu, körü körüne bir düşüncenin peşinden sürükleyemezsiniz… *** Bu durumda ne yapmalı? Sanatın gücüne inanan herkes, bütün gücüyle sanatı desteklemeli. Evet, karanlığa sürükleniş var. Ama bu karamsarlığa sürüklememeli bizi. O zaman karanlığa biz davetiye çıkarmış oluruz. Son gelişmeler, toplumsal mücadelenin bir dayanağının da sanat olduğunu gösterdi bize. Resim sanatından söz sanatına, tiyatrodan müziğe her alanda sanat toplumla buluşmalı… Sanatın aydınlığı, yüzü karanlığa dönük herkesi kuşatmalı… Bir anlamda karanlığın kuşatmasını tersine çevirmeli… 66


Gelin; sadece sanatı sevmekle, sanatçılar zor duruma düşünce onları desteklemekle kalmayalım… Sanatla iç içe olmayı bir yaşam biçimi olarak yerleştirelim. O gün kendimizi daha güçlü hissedeceğiz… Sanatın ışığı boş sandalyeleri, salonları değil, insan yüzlerini aydınlatmak ister…

Not: Mustafa Balbay tutuklu olduğu için bu yazıyı Cumhuriyet Gazetesi Ege Bölge Temsilcisi Sayın Serdar Kızık’ın izniyle yayınlıyoruz.

67


www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat

68


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.