Azizm Sanat E-Dergi Eylül 2010 Sayı 35 Dosya: Yılmaz Güney Sineması Cesur Yeni Dünya ve 1984
1
Editörden İnsanlar birbirlerine olumlu ya da olumsuz sataşırken, eleştiri getirirken genellikle hayvanlar âlemine başvururlar. “Kuş beyinli”, “ayı-öküz-dana-it gibi” benzetmelerinin temeli yazın dilinde La Fountaine’e hatta belki de daha eskiye kadar gitmektedir. Bu yakıştırmalardan bir diğeri de genellikle kitleleri eleştirmek bağlamında kullanılan “balık hafızalı” benzetmesidir. “Bu halk balık hafızalı vb…” ithamlarda bulunarak halkın hafızasını eleştiririz. Bizce durum bundan vahimdir, ne de olsa balık gerekli bilgileri, öğretileri sonraki kuşaklara aktarır, dış tehditler dışında balıkların pek azı hafıza kaybından doğan büyük hatalarla yaşamını kaybeder. Biz de durum öyle mi? Bizler daha 30 yıl önceki faşist darbenin kim için kime karşı yapıldığını unutmuş durumdayız. Unuttuğumuz için darbe çocukları çıkıp 12 Eylül karşıtlığı yapabiliyor, ülkeyi 65 yıldır yöneten zihniyet kalkıp “vesayet rejiminden kurtulalım” yalanını rahatlıkla dile getirebiliyor. Pragmatizmden bukalemunizme kaymış bir turizm bakanı, aslan demokrat(!) başbakanın “demokrasi bizim için amaç değil araçtır” sözünün felsefi bir söz olduğunu söyleyip “insanlık ideali için aslında her şey araç değil midir?” sorusunu gülücüklerle sarfederek aslında kılıftan sorumlu devlet bakanı olduğunu kanıtlıyor. Balık hafızasından beter olduğumuzdan dolayı iki bin yıllık, dünyanın işlevsel haldeki en eski termal tesisi olarak görülen Alliaoni antik kenti hakkında “Alliaoni diye bir yer yok, bir peri kızı bir de mozaik var, önemli değil, yok orda bir şey” yalanını küstahça dile getiren başka bir bakana tepki vermiyoruz. Unutuyoruz, ancak hatırlamamız şart. Hatırladığımız anda bu zihniyetin (ideoloji demeye elimiz varmıyor zira ideoloji 2
onlar için çok yüksek bir mertebe) “evet” dediği her şeye HAYIR denmesi gerektiğini de hatırlarız. Balıklardan ve hafızadan konu açılmışken hala izlemeyenler için video bölümümüzdeki B-alık adlı kısa filmi sizlere anımsatıyoruz. Bu ay öncelikle, çağdaş Türk edebiyatının en önemli yazarlarından, değerli aydınımız İnci Aral, Orwell’in 1984’ü ve Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sından yola çıkıp başımızdaki iktidarların neye dayandıklarını hatırlatıyor. Yazarımız Selin Süar mültecilerin trajik hikâyesine çağırıyor bizleri, unutmamamız için. Sinema yazılarımızda ise Türk sinemasının belki de en dikkat çekici ismi, yönetmen, oyuncu, yazar, büyük usta Yılmaz Güney’i ölümünün 26. yıldönümünde derinlemesine bir çalışma ve örgütümüzün destekçisi karikatürist Mustafa Bilgin’in çizgileriyle anıyoruz. Ayrıca Ötenazi ve Geçmişe Müebbet öykülerimizin son bölümleri bu ay sayfalarımızda. Hafıza kaybı ve tüm kayıplarımıza direnmek için sanatla kalın dostlar… Azizm’in Notu: Ekim ayı güncellemesi için dilediğiniz konuda inceleme, deneme, eleştiri, şiir, öykü, fotoğraf, karikatür, resim ve videoyu 5 Ekim 2010 tarihine kadar editörümüze iletebilirsiniz değerli dostlar.
3
www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
Ön Kapak: Umut (1970) – Yılmaz Güney Arka Kapak: Bin Dokuz Yüz Seksen Dört (1984) – Michael Radford
4
İçindekiler Distopyadan Gerçeğe – İnci Aral
s.6
Umuda Sürükleniş – Selin Süar
s.10
Türk Sinemasında Devrimci Sinema Akımı ve Yılmaz Güney Sineması – Onur Keşaplı
s.15
Yılmaz Güney (karikatür) – Mustafa Bilgin
s.34
Ötenazi (3) – Abdullah Rıdvan Can
s.35
ne yazdığımı anlaman (şiir) – Erman Bazo
s.42
Geçmişe Müebbet (6) – Abdullah Rıdvan Can
s.44
Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! – Mustafa Balbay
s.49
5
Distopyadan Gerçeğe İnci Aral G. Orwell’in 1984 adlı romanı bir tiranlık düzeninin topluma boyun eğdirme öngörü ve uyarısıdır. Merkezi bir tek parti iktidarınca propaganda ve baskıyla kontrol altına alınmış halk ekranlardan gözetlenir, dinlenir. Teknoloji savaş sanayisi ve insanların beyin yıkama yoluyla köleleştirilmesine hizmet eder. Farklı düşüncelere hak tanınmaz. Tüm duyguları yok etmek için insan belleği yeniden programlanmaktadır. Kitaplar yasaktır. Tarih sürekli olarak değiştirilir, gerçekler gizlenir. Karşı çıkmaya kalkışan ise hemen “bertaraf” edilir.
George Orwell ve 1984 *** A.Huxley, 1931 de yazdığı Cesur Yeni Dünya’da farklı bir bakışla yeni bir karşıt ütopya oluşturdu. 26. Yüzyılda, kuluçka tekniğiyle üretilen ve toplum 6
yapısını değiştirmek üzere şartlandırma merkezlerinde eğitilen insanların dünyasını kurguladı. Mandarin sınıfından ayak işçilerine herkesin kendi rolüne razı, mutlu yaşadığı bu toplulukta düzen birçok değerin yok edilmesiyle sağlanmıştır. Kültürel çeşitlilik, sanat, edebiyat, felsefe, aile ve din kurumları bitmiştir. Fordist çalışma düzeni hâkimdir ve sınırsız seks ve eğlence serbesttir. Bunalanlara renkli rüyalara yol açan bir uyuşturucu verilir. Kitaplar yasak değildir çünkü duyarlılıkları törpülenmiş, bencilleşmiş insanlar artık kitap okuma arzusu duymazlar. Dev ekranlar yoğun bilgi bombardımanıyla her şeyi gösterir, ancak içerik kaybolmuştur.
Aldous Huxley ve Cesur Yeni Dünya Huxley, kültürün baskıyla yok edilmesi yerine, daha kolay bir biçimde, duygu sömürüsüne açık boş şeylerle yozlaştırılmasını anlatır. Gerçeğin, gizlenerek değil göre göre körleşme ve umursamazlıkla kaybolacağını vurgular.
7
1984, insanların acı çektirilerek yönetildiği, Cesur Yeni Dünya ise ölçüsüz hazzın kucağına atılarak denetlendikleri dikta düzenlerini konu alırlar. Orwell, faşizmin kaba, korkunç yüzünü sergilerken Huxley, sarsıcı bir ironiyle bizi asıl, hoşlanarak, seve seve teslim olduklarımızın yıkacağını söyler. *** Bugün faşizm dünyanın her yerinde lanetlenmiş olsa da kimi kez Orwell’in kimi kez de Huxley’in öngördüğü biçimde ve farklı ideoloji ve yöntemlerle ama daha çok sözüm ona demokrasilerle yönetilen birçok ülkede varlığını sürdürüyor. Peki, bu iki yazarın karanlık ve uğursuz ütopyalarının aynı yerde ve zamanda iç içe yaşanması mümkün müdür? Eğer her iki romandaki olgular size çok tanıdık geliyorsa neden olmasın! Korku iktidarını sürdürmek için her yana saldırıp insan onurunu, haklarını ve hukuk kurallarını ölçüsüzce çiğneyen bir zihniyet, bir yandan; özenle yetiştirilmiş
ve
adanmış
yandaşlarını,
sözde
demokrasi
aşığı
çıkarcı
yardakçılarını ve ortaçağ özlemiyle beyni yıkanmış kullarını güç, para mevki gibi ihsanlara boğuyor öte yandan; muhaliflerini sahte kanıtlar, yalancı tanıklar ve saçma sapan suçlamalarla hapislere atarak yıllarca yargılamadan tutabiliyorsa mümkündür. Böyle bir zulmü alkışlayanlar baş tacı ediliyor, olanlara kuşkuyla bakan ama tarafsız kalmaya sığınanlar siyasi rüşvet yada tehditlerle sindirilip susturuluyorsa ve bu sütuna sığmayacak değer kayıpları toplumu yıkıcı bir kaos ortamına sürüklemişse bu düzenin bir adı vardır.
8
Gazete sayfaları, ekranlar terör, cinayet, şiddet ve iftira haberleri, besleme yeni zenginlerin yaldızlı yaşamları ve kimi aymazların seks, eğlence, yeme içme iştahlarıyla doluysa, satın alınmış ya da vergi cezalarıyla yıldırılmış medya yoksulluk ve “cehalet okyanusu”nda boğulmakta olan halkı pembe rüyalarla uyutmaktan başka bir şey yapamıyorsa yazık ki o ülkede Orwell ve Huxley’in kehanetleri bir arada ve katmerli biçimde gerçek olmuş demektir ve bunun adı demokrasi kisvesine bürünmüş faşizmdir.
9
Umuda Sürükleniş Selin Süar Yaşam koşullarının türlü nedenlerle insanı yok oluşa sürüklediği, çaresizliğin dizboyu olduğu ve insanlık dramlarının yaşandığı ülkelerde çıkış noktası bulamayanlar, ölümle yaşam arasında bir seçim yapmak zorunda kalırlar. Orada kalıp sefilliğe, ölüme mahkum olmaktansa, şeytanla aynı masaya oturup zar atmaya değer diyebilenler kendi ülkelerinden kaçıp insan değerinin bilindiği ve yaşam koşullarının daha iyi olduğu başka yerlerde şanslarını denemektedirler. Aylarca aç kalıp yoktan var etmeye çalışan aileler, biriktirebildikleri parayla ve illegal yöntemlerle çocuklarını Avrupa’ya açılan kapılara yolcu ederler; o yolun sonunda bir daha hiçbir zaman görüşemeyecekleri gerçeğini bilerek… Sıkça karşılaştığımız ama bir o kadar da karıştırılan kavramlardandır mülteci ve göçmen. Mülteci kelimesi ilticadan gelir. İltica, Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde ‘Güvenilir ve emin bir yere sığınma’ olarak geçmektedir. Kendi ülkesinde sosyal konumu, dini, siyasal düşüncesi veya ulusal kimliği yüzünden kendisini baskı altında hisseden, kendi devletine olan güvenini kaybeden ve devletinin ona tarafsız davranmayacağını düşünen bireyin başka ülkeye sığınma talebinde bulunması ve bu talebi, sığındığı ülke tarafından kabul edilen kişi ‘mülteci’ olmaktadır. Göçmen ise ‘kendi yerinden yurdundan ayrılarak yerleşmek için başka bir ülkeye veya yere giden kimse’dir. Göçmenler, çoğu zaman ekonomik gerekçelerle, ülkesini gönüllü olarak terkederek başka bir ülkeye yerleşen ve yerleştiği ülke yetkililerinin bilgi ve izni dahilinde yerleşen kişi olmaktadır. 10
Günümüzde, bulundukları ülkelerin yaşam koşullarının olumsuzluğundan dolayı ülkelerini terkeden insanların durumu içler acısıdır. Emperyalist ideallerin işgalleri, bu işgallerin yol açtığı savaşlar ve milyonlarca insanın etkilenmesi, yaşam koşullarının kötüleşmesi, siyasi kavgaların, darbelerin veya iç savaşların mahvettiği üçüncü dünya ülkeleri vatandaşları; açlık, işsizlik ve geleceğe dair umutsuzluk üçgeninde kısılıp kalmaktansa belirsizlikler ağıyla örülmüş sınırlarötesi yolculuğa her türlü riski göz alıp adım atmaktadır. Havasızlıktan boğulmadılarsa, susuzluktan kurumadılarsa, karşı kıyıya geçebilmek için taşıyabileceği yükün iki kat fazlasını teknesine istifleyen gözünü para hırsı bürümüş kaptanlara denk gelmedilerse bilinmezliğin sonundaki ışığa yüzlerini çevirebilenler kendilerini yeni bir umudun kucağına atmaktadırlar. Sığınmacı ve mültecilerin çektiği sıkıntılar, yüzlerini başka yerde başlayan yeni bir güne çevirdikleri an ne yazık ki bitmemekte, asıl büyük mücadele bu noktada başlamaktadır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde bu konulara ilişkin yer alan maddeler neredeyse sembolik bir hâl almaya başladığından, gelen mülteciler için adeta bir can pazarı yaşanmaktadır. İran, Afganistan, Filistin, Pakistan, Bangladeş, İran gibi ülkelerden çeşitli nedenlerle iltica eden insanların geçiş kapısı olan Türkiye için de bu durum büyük bir sorun teşkil etmektedir. Avrupa ülkelerinin yasadışı göçle mücadeleyi artırması ve sığınma haklarında yaptığı kısıtlama nedeniyle mülteci, sığınmacı ve göçmenler Türkiye gibi geçiş ülkelerinde büyük sorunlarla karşılaşmakta, Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin göçmen ve mülteci haklarına getirdiği kısıtlayıcı kurallar nedeniyle Türkiye ‘tampon’ ülke olma durumuna itilmektedir. Türkiye’nin Avrupa’ya açılan kapılarından biri olan Yunanistan, mülteci ve sığınmacıların ulaşmak istedikleri ülkelerdendir. 11
Afganistan’ın önce Sovyetler, sonra Taliban ve ardından Amerika’nın işgali ve ezici sömürü düzeni nedeniyle kötü koşullara, işsizliğe, yoksulluğa maruz kalan bu insanlar hayatlarını kurtarmak için kendi ülkelerinde bir çıkış olmadığını gördüklerinde ‘bari çocuklarımız kurtulsun’ diyerek onları kaçak yolla önce Türkiye’ye, ardından Avrupa’ya açılan kapılardan biri olan Yunanistan’a gönderiyorlar. Bu zorlu yolculuk esnasında yüzlerce kez ölümün eşiğine gelen mültecilerden kurtulmayı başarabilenler sokaklarda aç, susuz ve evsiz yaşamaya çalışırken bir kısmı ucuz buldukları malları sokaklarda satarak gelir elde etmeye çalışıyor. Bir diğer kısımsa zarar göreceği insanlarla karşılaşıyor. Cinsel ilişkiye, çalmaya zorlanan, hatta organ mafyasıyla karşılaşan insanlar, büyük bir dramın içine sürüklenebiliyor. Yunanistan’ın bir adası olan Midilli’ye gittiğimizde karşımıza çıkan bir mülteci kampı ve sığınmacılar için kendi olanaklarıyla yardım sağlamaya çalışan kişiler dikkatimizi çekti. Midilli, illegal yollarla ve zorunlu göç edenlerin ilk uzun süreli geçici yerleşim yerlerinden biri. Afganistan, Bangladeş gibi ülkelerden kaçan mülteciler Midilli’de bulunan Agiasos’ta, çam ve kestane ormanının içinde kurulan Sanatorium’a yerleştirilmişler. Mülteci kamplarının burada kurulmuş olması rastlantısal bir çizgide gelişmemiş. Agiasos coğrafi güzelliğinin yanısıra akıl ve kültür olarak da ileri seviyede olan bir köy. İzmir’de bile göremeyeceğimiz kadar büyük ve aktif bir tiyatro salonuna sahip olan köyün büyük bir kütüpanesi de bulunuyor. Kütüphane köy halkı tarafından kullanılıyor ve burada aynı zamanda müzik aletlerinin çalınması da öğretiliyor. Müzikle ilgilenmek buradaki halkın ruhunun olduğuna, kitap okumaksa hayata daha geniş çerçeveden bakabilmeye ve akla işaret ettiğinden mülteci kamplarının burada kurulmuş olması şaşırtıcı değil. Köy halkının zeytincilik, 12
hayvancılık, orman ürünleri, tahta oymacılığı ve köyü ziyaret eden turistlere sunulan hizmet ve hatıra eşyası satımı gibi gelir kaynaklarına sahip. Birçok köyden farklı olarak geçen yüzyıla ait dokumacılık, demir işçiliği, berber malzemeleri, sinema gereçleri ve projeksiyon makinası, tarım araçları, günlük kullanılan ev aletlerinin sergilendiği bir müzesi bulunmakta.
Agiasos Midilli’nin daha büyük bir kentinde erişkin mültecilerin kaldığı bir mülteci kampı daha bulunuyor. Bu kampta bir dönem erişkinler, gençler ve çocuklar bir aradaymış, ancak Yunan Devleti ve Midilli Valiliği özellikle küçük yaştaki mültecilerin korunabilmeleri ve kısmen de olsa hayata uyum sağlayabilmeleri için Agiasos köyünde bu nedenle bir mülteci kampı daha oluşturmuş ve insan haklarına, yaşama duyarlı üç dört kişi ve bir doktor, sürekli olarak mültecilerin bakımını ve onlarla ilgilenmeyi üstlenmiş.
13
18 yaşına kadar kendi istekleri çerçevesinde kampta kalmaları serbest olan gençler, 18 yaşını doldurduklarında bir şekilde gitmek zorunda kalıyorlar. Gidenler arasında İtalya’ya gidip umduklarını bulamayıp geri gelenler, büyük şehirlere gidip dönenler olmuş. Mültecilerin hayata atılmalarında hükümet ve ilgililer ellerinden geldiğince yardım etmekteler, ancak sıkıntılar buna rağmen azalmıyor. Karşılaştığımız bir çocuk, bizi görünce önce korkuyor, ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Türkiye’den geldiğimizi, öğrenci olduğumuzu söylediğimizde yüzü aydınlanıyor ve kırık dökük İngilizcesiyle bir akrabasının İstanbul’da olduğunu, her gün sokakları arşınlayarak oyuncak satmaya çalıştığını söylüyor ve edindiği bilgiler doğrultusunda Türkiye’nin popüler şarkıcılarını bir bir saymaya, hatta şarkılarını söylemeye başlıyor. Kampa yaptığımız gezi Ramazan ayının içinde olduğundan kimi oruç tutuyor, kimiyse buna aldırış bile etmiyor. Buna rağmen her zaman ayrıksı ve öteki olduklarının bilincindelermiş gibi oturdukları yer bile Türk ve Yunanlıların oturdukları masanın etrafında sıralanan sandalyelerden olmuyor. Kampta bulunan 15 yaşındaki bir Afgan gencine soruyorlar, ‘Gelecekten ne bekliyorsun?’ diye; korkuyla bakıyor en ufak bir esintide zayıflıktan uçup gidecekmiş gibi olan genç çocuk ve başını öne eğiyor. Belli belirsiz bir ses dökülüyor
dudaklarının
arasından
‘Hiç…’.
Savaşların,
çaresizliğin,
umutsuzluğun gencecik hayalleri yok ettiği dünyamızda çözümler herkesin kendinden biraz feragat etmesinden geçmesi kadar basitken bakışlarımıza yeşermeyen umudun öfkesi sıçrıyor kamptan ayrılırken…
14
Türk Sinemasında Devrimci Sinema akımı ve Yılmaz Güney Sineması* Onur Keşaplı Ekim Devrimi’yle birlikte Sovyetler Birliği’nde Vertov öncülüğünde başlayan, ilerleyen yıllarda devrimci 68 kuşağı sürecinde Fransa’da Godard’la devam eden “devrimci sinema” tartışmaları, arayışları, denemeleri, Türkiye’de de 60lı ve 70li yıllarda konuşulmuştur. Türkiye’de sol politiğin en güçlü olduğu, sosyalist bir partinin meclise girdiği, Kemalist partinin kendini solda konumlandırdığı, işçi ve gençler arasında sol öğretinin giderek yaygınlaştığı, 61 Anayasası’nın hükümlerine rağmen uygulanmayan sendikal haklar için mücadelelerin verildiği, yasadışı sol örgütlerin mücadele alanlarının yanında sol seçmenin yüzde 40ı aşabildiği 60lı ve 70li yıllarda Türk sinemasında da solcu ve hatta devrimci arayışlar görülmektedir. Devrimci Sinema olarak adlandırılabilecek ilk oluşum, solcu yazar ve aydınların kurduğu, çağdaş ve Batı üslubunda film üretimini teşvik eden Türk Sinematek Derneği’nden ayrılan daha radikal bir grup gencin, 1968’de kurduğu Genç Sinema hareketi ve onların aynı adla yayınlanmaya başlayan dergileri olmuştur. Var olan konvansiyonel sinemayı tümden reddeden Genç Sinemacılar, Türkiye’de devrimle Türk sinemasında devrimi aynı anda istemektedirler. Genç Sinemacıların bildirisinde şu maddeler vardır: “Genç Sinema elli yıllık bir deneyden sonra Türkiye’de sinema olayının yeniden ve kökten ele alınması gerektiği kanısındadır. Bu hesaplaşmanın tek
amacı
devrimci,
halka
dönük
ve
bağımsız
bir
sinemanın 15
yaratılmasıdır. Bu amaçla aşağıdaki temel sorunları göz önünde tutarak, bilinçlenen halkın ve devrimci eylemin paralelinde bir sinemanın gerçekleştirilmesi ve halka ulaştırılması yolunda çaba göstereceğimizi bildiririz. 1.Sanatın toplum içinde ve onunla birlikte oluştuğu, toplumdan ayrı düşünülemez olduğu bir kez daha açıklanmalı, halk kavramı yeniden tanımlanmalı, halk için ve halk adına deyimleri aydınlatılmalı, halk kavramından amacın emekçi sınıflar demek olduğu belirtilmelidir. 2. Genç Sinema var olan bu sinema düzenine karşı çıkar. Onun içinde bulunduğu toplumsal düzene karşı çıktığı gibi. Çünkü her iki düzen de insanı açıklamaktan, insanı amaçlamaktan uzak düşmüştür. Halkı hem maddi hem de manevi yanıyla sömürmekten öte bir amacı yoktur. Genç Sinema bu yüzden bağımsız olmalı, hiçbir koşul ve nedenle temel ilkelerinden ödün vermemelidir. 3. Geleneksel kültürün yabancı kültürler gibi ancak devrimci bir perspektifle bakıldığında yararlı olabileceği kesinlikle anlaşılmalı ve anlatılmalı, birikmiş değerler devrimci açıdan değerlendirilmelidir. Genç Sinema bugünün insanını incelerken, ona bakarken yeni değerlere sahip yeni bir insan görür ve onu olumlu ya da olumsuz eylemleriyle bir bütün olarak ele alır. Genç Sinema özü ve biçimi devrimci açıdan ve bir arada düşünülür. Bu kavramların birbirinden ayrılmaz olduğuna inanır. 4. Genç sinema yeryüzündeki bütün Yeşilçamlara kesinlikle karşıdır. Yeryüzünün neresinde olunursa olunsun gerçekte bir tek düşman vardır. Bu anlamdaki evrensellik ulusallık düşüncesiyle el eledir. Genç Sinema sağlam, yerine oturmuş ve gerçek sanat değerleri taşıyan bir ulusal yapıtın kendiliğinden evrensel boyutlar kazanacağına inanır.
16
5. Sinemacının kendi ülkesinin gerçeklerine eğilmekle yükümlü olduğu kesinlikle belirtilmelidir. Ancak Genç Sinema bu gerçeklerin sanat yapıtlarına yansıyışındaki her türlü bağnazlığa ve dogmatizme karşıdır. Sanatçı yapıtını özgür bir biçimde yaratır. Bu amaçlara yönelmiş bir savaşı verebilmek için bir örgütün gerekliliğinin kaçınılmaz olduğuna inanıyoruz. Önemli ve asıl olan yapıtlardır ve bu yapıtların halka ulaştırılmasıdır. Gerçek bildiriyi de yapıtlar ortaya koyacaktır.”1 Politik ve sinemasal anlamda oldukça radikal olan bu bildiriyle birlikte Genç Sinemacılar, Vertov ve Godard’ın yaptıklarına benzer bir şekilde ellerinde kameralarla sokaklara çıkmışlar, başta Kanlı Pazar ve 15–16 Haziran işçi eylemleri olmak üzere dönemin politik eylemlerini ve emekçi kitlelerini filme alarak tümüyle farklı bir sinema olayına girişmişlerdir. Genç Sinema’nın kısa metraj ağırlıklı filmleri Oğuz Makal’ın aynı dönem tanımladığı “siyasal sinema” tanımıyla da uyuşmaktadır: “Siyasal sinema egemen sınıfların çıkarlarını parçalayan, antiemperyalist sinemadır. Ticari sinemada görünen, dramatik yapı içindeki olağanüstü kişiler/kahramanlara karşıdır, gerçek kahramanın kitleler olduğunu bilen sinemadır. Siyasal sinema belgecidir, olgular bütünlüğü ve yoğunluğuna önem verir.”2
1
Aktaran, Hakkı Başgüney, Türk Sinematek Derneği, İstanbul, Libra Kitap (Birinci Basım), 2010, s. 105-
106. 2
Oğuz Makal, Yapı, Kültür ve Siyasal Sinema, Gerçek Sinema (Ocak 1974), sayı: 4, s. 8.
17
Genç Sinema Hareketinin Yayınları Genç Sinemanın ülkede giderek kabaran sol siyasetle eş güdümlü yükselişi, radikal sol grupları ezen 12 Mart 1971 askeri müdahalesiyle son bulmuş, hareketin üyelerinin birçoğu tutuklanırken filmlerine de el konulmuştur.3 Ancak bu müdahaleden sonra hareketin bir daha toparlanamamasının ve kaybolan filmler dâhilinde bile çekilen film sayısının az olmasının sebebini, hareketin önde gelen isimlerinden Artun Yeres “Genç Sinema hareketinde film yapmaktan çok konuşmayı yeğledik; ortaya bir şey çıkmadı.”4 özeleştirisiyle ortaya koymaktadır. Türk sinemasında aynı dönemlerdeki Toplumsal Gerçekçi Sinema ve Ulusal Sinema akımlarında olduğu gibi Genç Sinemacılar da kuramsal tartışmalara verdikleri ağırlığı film üretimine vermemiş ve Türk sinema tarihindeki en devrimci atılım kısa soluklu bir girişim olmaktan öteye gidememiştir.
3 4
Hakkı Başgüney, Türk Sinematek Derneği, İstanbul, Libra Kitap (Birinci Basım), 2010, s. 104. Artun Yeres’ten aktaran, Hakkı Başgüney, a.g.e. s. 108.
18
Artun Yeres Türk sinemasında geleneksel anlatının aşılabilirliği ve devrimci olarak nitelendirilebilecek bir sinemanın yöntemleri konusunda tartışmalar o yıllarda yoğunlaşmış, Üstün Savaşta, “devrim için yeni bir sinemanın oluşuma çalışacak olan sinemacılar ülkemiz sinema olayını değerlendirirken, onun çok yönlü olan ilişkilerinin her birini doğru saptamak sorumluluğundadırlar. Zorlanması gereken kapıların hangileri olabileceğini, önlerine sürülmek istenen reçetelere kesinlikle karşı koyarak, yalnızca eylemlerinden ve diyalektik materyalist düşünceden çıkarmak zorundadırlar. Batı örnekleri ile yaşayan burjuva materyalist sinema önerilerinin devrim için yeni bir sinemanın oluşumunda en gizli tuzaklardan biri olduğu kanısındayız.”5 sözleriyle tartışmaya yeni bir boyut katmakta, Sinematek yöneticisi Onat Kutlar ise Türk sinemasında böyle bir girişimin zorluklarını ve çıkış yollarını şu sözlerle anlatmaktadır:
5
Üstün Savaşta, Sinema-Devrim İlişkisi, Yeni Dergi (Mayıs 1970), sayı:68, s. 381.
19
“…Yollar konformist olmak istemeyen, yepyeni bir dünyaya bakış açısını yeni bir anlatım, yeni bir biçim getirmek isteyen sinemacıya kapalıdır. Birinci yolda her şey piyasa kalıplarına bütünüyle boyun eğmekle başlamakta, ikincisinde ise bu kalıplar büyük tavizler pahasına azıcık aralanmaktadır. Öyleyse konformist olmayan sinemacı için piyasa dışında olanaklar aramak zorunludur. Dünya sinemasında teknik ve estetik alandaki son gelişmeler çok ucuz film yapmayı mümkün kılmaktadır. Böylece bu yeni sinema kuşakları yapacakları öncü filmler için sanatsever kapital sahipleri, hatta kendi paralarıyla kısa filmler çevirmek isteklerini gerçekleştirebileceklerdir. Bu girişimler başlangıçta tek tek çıkışlar olarak kalacağından belki yerli sinemayı temsil etmekten uzak kalacaklardır. Ama değerli örnekler verirlerse, sanat adına özenti çukuruna
düşmezlerse
sinemanın
uluslar
arası
olanaklarından
yararlanacaklar ve daha da önemlisi Sinematek’in, Sinema kulüplerinin, basının desteğiyle ülkede bir ‘kalite pazarı’nın oluşmasını sağlayacaklar. Bu pazar doğduktan sonra mesele kalmamaktadır. Çünkü bu alanda kazanç gören piyasa yapımcıları yalnızca kazanç amacıyla da olsa böyle filmler yapılmasına imkân tanıyacaklardır.”6
6
Onat Kutlar’dan aktaran, Hakkı Başgüney, Türk Sinematek Derneği, İstanbul, Libra Kitap (Birinci Basım), 2010, s. 100-101.
20
Onat Kutlar’ın Türkiye gerçeklerini göz önüne alarak piyasa ve konvansiyonel sinemayla işbirliğiyle doğacağını iddia ettiği devrimci Türk sineması, yine başta Onat Kutlar olmak üzere Sinematek çevresinde büyük bir beğeni ve destekle karşılanan, hayatı boyunca sansürle mücadele etmiş yönetmenlerin başında gelen Yılmaz Güney’le hayat bulmuştur. 60lı yıllar boyunca ağırlıklı olarak western/gangster türü Yeşilçam filmlerinde boy gösteren ve “Çirkin Kral” lakabıyla zalime karşı mazlumun yanında yer alan tiplemesiyle özellikle halk arasında büyük sempati toplayan Güney, öykücülükle başladığı yazarlığını senaristlikle sürdürmüş ve Lütfi Akad’ın yönettiği Hudutların Kanunu filmiyle bu alanda ilk büyük çıkışını yapmıştır. Solcu kimliğini 60ların sonuna doğru daha da açık biçimde ortaya koyan Güney, ilk büyük yönetmenlik denemesini 1968 yılında Seyit Han filmiyle yapmıştır. Filmle ilgili olarak Kemal Tahir şunları söylemektedir: “Seyit Han, dünyanın aradığı halk sineması koşullarına son derece uygundur. Sözgelimi, aralıksız kurşun yediği halde kahramanın hatta sendelememesi, hayatın gerçeğiyle, sinemanın gerçeği arasındaki büyük farkı belirleyen en iyi sahnedir. Yılmaz Güney, gerçekten halktan yetişmiş,
21
halkın her şeyi nasıl görmek istediğini belki derin ilmiyle değil, yaşantısıyla bilen bir halk sanatçısıdır.”7
Seyit Han sonrası 1970’de ise hayatın gerçekliğine biraz daha yaklaşacağı ve sadece yönetmenlik kariyeri açısından değil aynı zamanda Türk sineması açısından dönüm noktası olacak olan Umut filmini çekmiştir. “Türk sinemasının en ilerici, en cüretli devrimci, eylemci eseri”8 olarak nitelendirilen, başta sol çevreler olmak üzere eleştirmenler nezdinde de büyük beğeni toplayan Umut, göç ve çarpık kentleşmeyle dönüşüme uğrayan Adana’da süratle yükselen otomobil eğilimine karşın at arabacılığı yapan, 5 çocuğuna, eşine ve annesine bakmakla yükümlü Cabbar’ın, bir arabanın çarpması sonucu atını kaybetmesi, beraberinde geçim sıkıntısının daha da artması ve arkadaşının aklına girmesiyle birlikte bir hocanın peşinden define bulma amacıyla sürüklenmesi ve sonuç 7
Kemal Tahir’den aktaran, Agâh Özgüç, Bütün Filmleriyle Yılmaz Güney, İstanbul, Agora Kitaplığı (Birinci Basım), 2005, s. 8. 8 Salih Gökmen’den aktaran, Yalçın Lüleli, Türk Sineması ve Din, İstanbul, Es Yayınları (Birinci Basım), 2008, s. 81.
22
olarak umutsuzluk içinde kendini kaybetmesini anlatmaktadır. Atın ölümüne kadar olan bölüm filmin ilk yarısı olarak da görülebilir ve bu bölümde Güney, Türk sinemasındaki Toplumsal Gerçekçi akımı da aşacak boyutta “belgeci” bir üslup kullanarak hem şehirleşme hem de sosyo-politik anlamda çarpık “gelişmeyi/dönüşümü” gözler önüne sermektedir. Kamerasını yoksulluğun saf gerçeklikte olduğu yerlere taşıyan Güney’in Umut’unda “asker gibi dizilen apartmanlar kapitalizmin kaleleri gibi şehre ayrı bir görüntü verirken, büyüyen şehir ile küçülen kültürler yan yanadır. Otomobilin karşısında at arabasının dayanma gücü, apartman karşısında gecekondunun dayanma gücü kadardır”.9 Piyango oyunlarında bir türlü şansı yaver gitmeyen Cabbar, atının ölümü sonrası “umut” arayışlarını meslek erbabı ve esnaf arasında sürdürdükten sonra ağaya başvurmakta ve ondan da olumsuz yanıt almaktadır. İtalyan Yeni Gerçekçilik akımı filmlerinden özellikle De Sica’nin Bisiklet Hırsızları filmini andıran bu sahneler Halit Refiğ’e gerçekçi gelmemektedir. Hiçbir ağanın kapısına gelen köylüyü geri çevirmeyeceğini ve kökü ahiliğe dayanan Türk esnafının dayanışmasının filmde yer almadığını belirten Refiğ, filmin Türk toplumsal yapısına hiç de uymayan bir sınıf edebiyatı yaptığını söylemekte ve Anadolu topraklarının tasavvufi inancı yerine Batıcı yaklaşımla Hıristiyan teolojisine yakın bir anlatı içinde olduğunu söylemektedir.10 Ancak filmin, Türkiye’de kapitalizmle birlikte başlayan çarpık dönüşüme (hatta bir sahnede Cabbar’ın kızının anadilde eğitim yerine yabancı dilde eğitim veren okulda zorlanması gibi bir örnekle altını çizerek) eğilen anlatısı göz önüne alındığında Refiğ’in gerçekçi bulmadığı noktalarda ahlaki değerlerin yitirilişinin ve değişim göstermeye başlayan toplumsal yapının işlendiğini pekâlâ söyleyebiliriz.
9 10
Müslüm Yücel, Türk Sinemasında Kürtler, İstanbul, Agora Kitaplığı (Birinci Basım), 2008, s. 161. Halit Refiğ, Ulusal Sinema Kavgası, İstanbul, Dergâh Yayınları (İkinci Basım), 2009, s. 153-155.
23
24
Atın ölümüyle birlikte başlayan ikinci kısımda, Cabbar’ın arkadaşının zengin olma hayali ve hoca efendinin hurafeler yoluyla aklına girmesiyle birlikte define saplantısının Umut’a gerçekçilikten uzaklaşarak gerçeküstü bir üslup kattığı görülmektedir. Türkiye’de dinin ve hurafelerin insanlar üzerindeki yarattığı irrasyonel etkinin ve yönlendirmenin eleştirisi olarak da okunabilecek ikinci bölümde ıssız, çorak topraklar, kuru ağaç, sanrısal izlenim yaratan aşırı parlaklık, filmi tıpkı Cabbar’ın gerçeklikten metafiziğe kayması gibi gerçeklikten uzaklaştırmaktadır. Tüm umudunu/kaderini defineye bağlayan Cabbar, definenin bulunamamasıyla birlikte gerçeklikten tümüyle kopar ve hocanın tedavisiyle birlikte gözleri örtülür. Sonrasında ise Cabbar gözleri bağlanmış bir şekilde aşırı parlak, çorak arazide durmaksızın dönmeye başlar. Müslüm Yücel, “Emekçi insanlar büyük vaatlerle kandırılmışlardır ve hepsi büyük hayallerinin çukuruna atılarak, kendi gerçekliklerinden koparılarak, gözleri bağlanarak yaşamaya mecbur bırakılmıştır”11 sözleriyle, Altan Yalçın da filmin “Yüzyıllardır ezilen, sömürülen bir halkın egemen sınıflar aracılığı ile nasıl şartlandırıldığını, kendi sınıfına yabancılaştırılmış bir emekçinin kurtuluşu metafizik yollarda aramasının boşunalığını vurguladığını”12 söyleyerek 11
Müslüm Yücel, Türk Sinemasında Kürtler, İstanbul, Agora Kitaplığı (Birinci Basım), 2008, s. 161. Altan Yalçın’dan aktaran, Yalçın Lüleli, Türk Sineması ve Din, İstanbul, Es Yayınları (Birinci Basım), 2008, s. 81. 12
25
Umut’un sol tavrının altını çizmektedirler. Nebihat Yağız ise Refiğ’in Batıcılık eleştirisine karşın, filmin zihniyet özelinde ve Şamanizm Müslümanlık bileşimi bağlamında Osmanlı-Türk zihniyetine bağlı olduğunu belirterek Umut’u “gerçeklik / inanç + büyü / tasavvuf” aşamalarına geçişin simgelenişi13 olarak görmektedir.
Umut filmi sonrası yapılan bir röportajda Yılmaz Güney, kendisini memleketin politik ve ekonomik durumuyla yakından ilgili “Devrimci sanatçı” olarak 13
Nebihat Yağız, “Umut” Filmi ve Zihniyet Üzerine Bir Deneme, www.sinemasal.gen.tr
26
görmekte, ancak yapıtlarını “direnme ve mücadele bilinci aşılayan fakat devrimci film için yeterli olmayan”14 filmler olarak nitelemektedir. 1971’le birlikte yönetmenlik kariyerine süratle devam eden Güney, Acı, Ağıt, Vurguncular ve Umutsuzlar gibi Yeşilçam kalıplarıyla biraz daha barışık ve “Çirkin Kral” günlerini anımsatan filmler çektikten sonra 1971 yılında Baba filmiyle tekrar eleştirmenler nezdinde dikkatleri üzerine toplamıştır. Çaresizlik ve parasızlık yüzünden çocuklarının geleceği için patronunun suçunu üstlenip cezaevine girmeyi kabul eden babanın mücadelesinin Mustafa Sözen’e göre önemi şu yöndedir: “…filmin Yeşilçam’ın bildik melodramatik anlatı yapısına benzeşim göstermesine rağmen öykünün sosyo-politik bakış açısının getirdiği bir yüklemle yani, içinde gerçekçi sinemanın temel özelliklerini yoğun biçimde barındırmasıyla farklı bir düzleme taşınmış olmasıdır. Örneğin kesitine (Almanya’ya işçi göçü) dayandırılmakta, ayrıca yaşanılan mekânlar toplumsal hayat algısına göndermelerde bulunmaktadır.”15 Ertesi yıl 12 Mart sıkıyönetim mahkemelerince, devrimci önderlerden Mahir Çayan’a yardım ve yataklık yaptığı gerekçesiyle hapse atılan Yılmaz Güney, tutukluluk günlerini anlatan Hücrem adlı kitabında, “Sisteme can katan yanlarım açığa çıkmalıydı. İçinde yaşadığım burjuvazinin tahta atı ölmeliydi”16 diyerek sonraki dönem yönetmenliğinde görülecek sinematografik gelişimin bir anlamda haberini vermiştir. Afla cezaevinden çıkan yönetmenin ilk filmi 1974 yılında çektiği Arkadaş olmuştur. Filmde burjuvazinin yoğun eleştirisini, kırsaldan şehre göçmüş ve yolları ayrılmış iki arkadaşın yıllar sonra tekrar
14
Onat Kutlar, Atilla Dorsay ve Hüseyin Baş tarafından Yılmaz Güney’le yapılan söyleşi, Modern Zamanlar, 2009, sayı:12, s. 21. 15 Mustafa Sözen, Aynı Şeye Farklı Pencerelerden Bakmak: Baba’dan Üç Maymun’a, Modern Zamanlar, 2009, sayı:12, s. 42. 16 Yılmaz Güney’den aktaran, Müslüm Yücel, Türk Sinemasında Kürtler, İstanbul, Agora Kitaplığı (Birinci Basım), 2008, s. 168.
27
buluşmalarıyla
beraber
geçmişlerini
ve
birbirlerini
sorgulamalarıyla
anlatmaktadır yönetmen. “Arkadaş, hem yapısı ve kuruluşu, hem taşıdığı anlam bakımından, öykü özetiyle aktarılamayacak kadar zengin, birbiriyle çelişir gibi görünen ama gerçekte diyalektik biçimde birbirini doğuran, bütünleyen öğelerle dolu bir filmdi. Ve her şeyden önce 1974 Türkiye’sinin toplum katlarından, kişilerinden, toplumsal ilişkilerinden, ekonomik temelinden, kusurlarından ve erdemlerinden kesit veren üründü.”17
Politik olarak kimilerinin başarılı/gerçekçi bulduğu film bazıları tarafındansa oldukça didaktik bulunmuştur. Mustafa Sözen’in Yılmaz Güney sinemasına bu bağlamda getirdiği eleştiri şöyledir: “…Güney, gözlemlerini gerçekçi hatta didaktik bir yaklaşımla perdeye yansıtmıştır; onun filmlerinde gerçek bütün çıplaklığıyla daha açık bir anlatımla kabalığıyla ve ilkelliğiyle perdeye yansır; iyiler/kötüler, 17
Nijat Özon’dan aktaran, Burçak Evren, Yılmaz Güney, Modern Zamanlar, 2009, sayı:12, s. 10.
28
doğrular/yanlışlar vb. her şey belirgin bir şekilde çizilir ve çatışma bunlar üzerine oturtulur. Bu bağlamda filmleri didaktiktir ve klişelere yaslanır.”18
Aynı yıl Zavallılar’ı yöneten Yılmaz Güney’in filmografisi, tekrar mahkûm olmasıyla birlikte “hapishaneden yazan ve yöneten” yönetmen biçimini alır. Bu süreçte ilk önemli filmi, Şerif Gören’in yönettiği Endişe’dir. 1974’ün yoğun seçim atmosferi altında politik mesajlarla yüklü bu filmde Güney, “bir yanda emekten yana bir dünyayı, diğer yandan Kürtlerin toplumsal yaşamında kesitler vermeye çalışır. Endişe’nin emekten yana olan kısmı zamanın bütün siyasal ve toplumsal koşullarını sunar. İşçilerin örgütlenmeleri gerektiği, fabrika ya da toprak ikileminin olmadığını, sömürülenin her yerde aynı olduğunu film boyunca duyumsatır. Fabrikada işçi, tarlada ırgat sömürülmektedir, bunları sömüren fabrikada patron, tarlada ağadır. Ağalar Demokrat Parti kökenlidir: Ağa’nın odasında Menderes’in fotoğrafları vardır, tek çözüm, umut adam Ecevit’te yatmaktadır. Duvarlarda Ecevit yazılıdır, işçinin satın almak istediği kartpostal Ecevit’tir.”19 Yılmaz Güney’in güncel politikayı sinemaya birebir 18 19
Mustafa Sözen, a.g.e. s. 43. Müslüm Yücel, Türk Sinemasında Kürtler, İstanbul, Agora Kitaplığı (Birinci Basım), 2008, s. 153.
29
taşıma tercihi 1975 yılında Temel Gürsu’nun yönettiği İzin ve aynı yıl Bilge Olgaç’ın yönettiği Bir Gün Mutlaka filmlerinde daha belirgin bir üslupla öne çıkmıştır. İzin’de işçilerin grev, yürüyüş ve mitingleri hikâyeyle pek de alakalı olmamalarına rağmen filmin sonlarına eklenmiş ve Bir Gün Mutlaka’da ise “belgeci” üslup CHP’nin Taksim mitinginde Bülent Ecevit’in konuşmasını, DİSK’in mitingini, çeşitli sendikaların grevlerini ve öldürülen solcuların cenaze törenlerini belgesel biçiminde çekilip eklenmesiyle sonuçlanmıştır. Bu gibi kurmaca olmayan sahnelerle birlikte politika dozunu arttıran Yılmaz Güney sineması, özellikle sağ çevrelerden gelen eleştirilerin ötesinde sansüre uğramış ve bazı illerde gösterimden kaldırıldığı gibi kimi yerlerde “toplum düzenini bozup bazı olaylara yol açacağı” gerekçesiyle oynatılmamıştır.20
Hapishaneden yazan ve yöneten Yılmaz Güney’in hem bu dönemi açısından hem de bütün sinema kariyeri açısından en önemli yapıtlarından biri 1978 yılında Zeki Ökten’in yönetmenliğini üstlendiği Sürü filmidir. Doğuda bir aşiret 20
Agâh Özgüç, Bütün Filmleriyle Yılmaz Güney, İstanbul, Agora Kitaplığı (Birinci Basım), 2005, s. 353.
30
üzerinden töreyi, feodaliteyi, ataerkil yaşam pratiklerini, otoriteye olan bağlılığı, değişen sosyo-ekonomik koşulları ele alan film, özellikle aşiretin koyunları trenle Ankara’ya getirdiği sahnelerde Umut’ta olduğu gibi toplumsal gerçekçi bir üslupla, Ankara sahnelerindeyse devrimci gencin odasındaki afişler ve seçilen diyaloglarla Arkadaş’taki gibi didaktik bir anlatıyla ilerlemektedir. Müslüm Yücel’e göre Sürü’de, Kürtlere dair hiçbir gönderme olmamasına ve Yılmaz Güney’in politik olarak sol kimliğini ortaya koymasına rağmen film tümüyle Kürtlerin hayatına ve hikâyelerine dönüktür.21 Bu görüşe rağmen film bir ekonomik-politik düzenden diğerine geçişin sancılı süreci olarak da okunabilir.
“Sürü, sinemamızda yazılmış en zengin, en çok insan malzemesi içeren senaryolardan biri oldu. Doğu’daki bir göçer aşiretin, babanın kişiliğinde simgelenen çöküşü, yavaş yavaş yerleşmekte olan kapitalist ekonomi anlayışı içinde feodal düzenin, ekonomik yapısı ve ahlak değerleriyle birlikte yansıtıldı.”22 Sürü’de aşiretin ve eski düzenin çöktüğü yerin, aşiret reisinin oğlu Şivan’ın söylediği gibi “Başkentimiz, güzel Ankara”da olması hem kırsal-kent arasındaki 21 22
Müslüm Yücel, Türk Sinemasında Kürtler, İstanbul, Agora Kitaplığı (Birinci Basım), 2008, s. 156. Burçak Evren, Yılmaz Güney, Modern Zamanlar, 2009, sayı:12, s. 10.
31
uçurumun ve yükselen değerlerin altının çizilmesi hem de artık tek otoritenin Ankara olduğunun vurgulanması açısından dikkat çekicidir.
“Yılmaz Güney’in altı çizilmesi ve incelenmesi gereken bir başka yönü de filmlerinde Türk toplumunun feodal değerlerini paradoksal bir biçimde hem yüceltmesi hem de onunla hesaplaşmaya girişmesidir. Paradoks bu yapının sonucunda doğal olarak burada bilinçli bir toplum eleştirisi ortaya çıkmamaktadır. Anlatılarda feodalitenin yerleşik ahlaki değerleri, töreleri öylesine güçlü öylesine aşılmazdır ki, tüm insani acılara rağmen kişilerin kurtuluş yolu farklı seçenekleri yokmuş gibi gösterilir.”23 Yılmaz Güney’in yukarıdaki alıntıda ortaya konan çelişkili toplumsal eleştiri ve politik düşünce üslubu, Oğuz Demiralp’in anlatımına göre oldukça tutarlıdır. Zira “Yılmaz Güney bir tepkiler toplamıdır. Bir yandan Batılı yaşama biçimlerine gösterilen köylü/feodal tepkiler, lümpen zihniyetin yasaya ve otoriteye tepkisi, öbür yandan kapitalist sisteme karşı feodal direniş ve sosyalist
23
Mustafa Sözen, Aynı Şeye Farklı Pencerelerden Bakmak: Baba’dan Üç Maymun’a, Modern Zamanlar, 2009, sayı:12, s. 43.
32
tepkiler 1970’li yıllarda birbirine karışmıştı.”24 Türkiye Cumhuriyeti tarihinin politik anlamda en çalkantılı dönemi olan 1960-80 arası süreçte politik düşüncenin Türk sinemasındaki karşılığı konusunda Yılmaz Güney’in önemini Rekin Teksoy şu şekilde dile getiriyor: “Yılmaz Güney’in önemi, dünya görüşü ile sinema sanatını iç içe geçirmesinde, senaryolarını da yazdığı filmlerinde sosyalist dünya görüşünden yola çıkan bir gerçekçilik anlayışını benimsemesinde yatar. Kendisinden önce gerçekçi filmler yapmayı denemiş olan yönetmenlerde bulunmayan bu özellik, Yılmaz Güney’i Türk sinemasının ilk siyasal yönetmeni de yapar.”25 Evrensel anlamda, sinematografik açıdan “devrimci sinemacı” sayılamayacak olan Yılmaz Güney, ele aldığı konular ve onları işleyiş biçimleri açısından, en azından Türk sineması özelinde “devrimci sinemacı” tanımlamasına en yakın yönetmen olagelmiştir. *Yılmaz Güney üzerine çalışmamız önümüzdeki ay Yol ve Duvar filmleriyle devam edecektir değerli dostlar…
24
Oğuz Demiralp, Sinemasının Aynasında Türkiye, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları (Birinci Basım), 2009, s.
55. 25
Rekin Teksoy, Dünya Sinema Tarihi, İstanbul, Oğlak Yayıncılık (Birinci Basım), 2005, s. 748.
33
Y覺lmaz G羹ney
Mustafa Bilgin
34
Ötenazi(3) Abdullah Rıdvan Can Sınıfa girerken hala itişmeler kakışmalar devam ediyordu. Emrah öteden ağzının sakızı olan o türküyü söylüyor, Mikail ona bağırıyor, ben Mikail’i çekiştiriyorum, diğerleri bize gülüyor ve Şıho da çekine çekine kendine bizim aramızdaymış süsü vererek yürüyordu. Sonunda sıralara oturduk öğretmeni bekliyorduk. Yine o kız… Defterimi açtım. Mikail de hemen benim açtığımı görüp açtı. Sonra sonra derken en ön sıraya doğru bu kıvılcım hızla sıçradı. Sistem böyleydi. Muhakkak biri çoban diğerleri koyun olmalıydı. İlk adımı bir kişi atmalıydı. Sürü mantığını da hem de çobanlık yaparak ilk orada öğrenmişim. Öğretmen girdi içeri ve bizim sıradaki herkesin defterini çıkardığını ve diğer sıraların hala konuştuğunu görünce önce şaşırmış gibi baktı sonra diğer sıralara dönerek “utanın daha dün geldiler bak nasıl düzenliler” dedi. Ama dikkatimi çeken onlar da dün gelmemişler miydi ne yani bunlar sınıfta mı kalmıştı. Hakikaten bizim yanımızda büyük duruyorlardı. “Aman” dedim bir ara “bana ne”! Öğretmen sıraya yaklaştı ve “size mükâfat olarak güzel bir görev veriyorum” dedi. İyi de mükâfat olarak görev mi verilirdi. Bir ara ilk defteri çıkaran ben olduğum için ikinci teneffüste beni bir kalabalığın hıncı bekliyor olabileceğini düşünmüştüm ama bir baktım ben hariç herkes öğretmeni can kulağıyla dinliyor. O zaman farkımızı anlamıştım. Biz hep yüksünürdük onlar ise mutlu olurlardı görev almaktan. Onlar üretici halk biz ise bu düzendeki en sadık tüketici kısımdık. “Herkes annesinin ve babasının adını onar kez yazsın bakalım” dedi. Anne… Baba… Hemen yazmaya koyulduk. Silgiler isteniyor, kalemtıraşlar ödünç alınıyordu hemen. Kalemin ucunu açmak için çöp tenekesine gitmek belli başlı bazı vizeleri almaktan geçiyordu. Önce kalemtıraş denen o malum nesneyi bulurduk. Sonra onu bir kontrol ederdik ki boş yere bir vize hakkımızı kullanmış olmayalım. Sonra her şeyin hazır olduğuna kanaat getirince en zor kısma gelirdik. Gümrük 35
memuru metaforu olan öğretmene “örtmenim kalemimi açabilir miyim?” denirdi. Alınırdı o vize ama önemli olan birilerinden bir şeyler için izin isteme alışkanlığı. Bahçenin duvarından yere sarkan meyvesini almak için bunak amcalardan, ekmek yapan teyzelerden ekmek almak için eli sopalı ocakçı başından, oyun için anneden, eve geç gelmek için babadan, konuşmak için hocadan… Yazmaya başlamıştık ki birden pencere kenarındaki sıraya bir soru yöneltti öğretmen. Kimseden ses çıkmıyordu. Üstüme vazife olamayan işlere karışmak konusundaki ilk hareketimi-bilmeden de olsa-yapmıştım. Soruyu hatırlayamıyorum ama atıldım birden cevap verdim. Sen misin cevap veren. Hocanın sesinin kulağımı yırtması an bile sürmedi. Birden ne olduğunu şaşırmıştım. Sesim soluğum tıkandı kaldı. Kulaklarım yanmaya başladı kıpkırmızı oldum. Öğretmenin evindeki bayrak gibi… “Sana soran mı oldu?” bana soran olmamıştı ama ortada cevap bekleyen bir soru vardı. Anlamıştım o gün. Her soru seni muhatap alınarak sorulmayabilir. Ve bu bana en kötü özeliğimi kazandıracaktı. Biliyorum ki bazı olaylara duyarsız kalmamım sebep helezonunun ilk tortusudur o durum. Sustum birden. Ve akşam olup da eve gidene kadar sustum. Sonra sırama mıhlanmış gibi oturdum. Teneffüste çıktım ama çamur atmadım kimseye. Oynamadım. Nedense bilinmedik bir tatsızlık vardı üzerimde. Azarlanmanın kasveti çok kötüdür. Ben onu ilk kez-yine-köydeki okulumda tatmıştım. Dersler akıp gidiyordu. Bense her geçen ders öncekine göre biraz daha kendime geliyordum. Okula geldiğim ilk gün böyle bir durumla karşılaşmam zaten gelmeme konusundaki düşüncelerimi daha da koyulaştırmıştı. “Bundan sonra gelmem” dedim içimden. Sadece kendime… Sadece bana… Sadece içime… Son ders olmuştu. Son ders herkeste bir uyuşukluk bir salıvermişlik vardı. Çoğu dersin bitimine çok bir zaman kala özenle çantasını düzenliyor, askıda duran devletin dağıttığı tek tip gocukları sıralarına sıkıştırıyorlardı. Tahtaya çıkıp şöyle bir baksam sadece ben ve Şıho bozuyor olacaktık bu tekdüzeliği. Ben şehirden geldiğim için babam almıştı Şıho da malum ağa-pardon muhtar-torunuydu. İki kişinin oturduğu sıralara bir de gocuklar gelince sıkışa sıkışa ders dinleniyordu. Kimsenin bir işi yoktu ev gidince evleri öyle uzak da değildi. Niye böyle bir şey yaparlardı anlamazdım. 36
Mikail’le bir ara sinsice bir plan yapmıştık. Aslında her şey Mikail’den çıkmıştı. Çıkışta Şıho’nun üzerine çamur atacaktık. “Hem bugün Cuma” dedi. “Lan bugün Cuma ha! Atarık çamuru kaçarık eve. Tatilde de unutur o salak” dedi ve bir gülmeyle süsledi bu planını. Benim de aklıma yattı. Evet, çıkışta güya Şıho’dan öcümüzü alacaktık. Zil çaldı ve herkes bahçede sıraya girdi. Herkes sabahki gibi sıraya geçti. Öğretmenimizin ve yanındaki-sonradan öğretmen olduğunu öğrendiğim-adamın gelmesiyle bir sessizlik ve bir düzen sağlandı. Öğretmenimiz el yordamıyla İstiklal Marşı’nı okutmaya başladı. “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak, sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak…” İstiklal Marşı’ndan sonra yükselen bir uğultuyla bahçe kapısına doğru yöneldi herkes. Mikail beni tutarak bekletti bir süre. Plana göre çamurları buradan alacaktık. Sonra da bahçenin surlarından atlayıp önünü kesecek ve üzerini kirletecektik. Elimize çamurları aldık. Bir yandan gocuklarımızı bir yandan çantalarımızı çekiştiriyor bir yandan da çamurlar düşmesin diye üstün bir çaba sarf ediyorduk. Öyle öyle yürüdük. Surların kenarına saklandık. Şıho kapıdan çıkmış menzilimize girmişti. Önüne çıktık pis pis gülüyorduk. Şıho ne yapmak istediğimizi anlamıştı. Korkulu gözlerle bize baktı ve sona titrek sesiyle “örtmene söylerim sizi. Babama da söylerim” dedi. Biz o ana kadar gelmiştik ve zaten söyleyecekti bari keyfini çıkartalım dedik. Ve elimizdeki çamurları o lüks gocuğuna gelmeyecek şekilde sadece pantolonuna attık ve hızla oradan uzaklaştık. Şıho’yu bir daha böyle göremeyecektik. Hem sinirli hem çamurlu… Biz koşarken “o… çocukları örtmene söyleyeceğim lan sizi” diye bağırıyordu. Mikail biraz koştuktan sonra durdurdu beni. Yolu uzatarak gidiyorduk. O gün kopmak istememiştik birbirimizden. Nefes nefese kalmıştık. Bir yandan da sinsice gülerek birbirimize bakıyorduk. Mikail “o da bize sövdü. Örtmene de ben onu derim ki” diye savunma pozisyonuna geçti hemen kendini. İyi de suçlu bizdik ki. Ama hiçbir şey demedim. Yavaş yavaş yürümeye başladık. “Ben köyün alt başına gidiyorum” dedim. Mikail anlam verememişti bu saatte oraya gitmeme “ne diye gidiyon lan?” dedi. “Babam orda bekle gelip seni alacağız eve geçeceğiz dedi” dedim. Mikail de elini kaldırarak selam verdikten sonra yolun diğer yanına geçti v evine doğru yürüdü. Yol boyunca birbirimizin menzilinden çıkana kadar dönüp dönüp baktık birbirimize. Babamın bahsettiği yere gelmiştim. Bir kaya buldum. Gocuğumun ucunu kayanın üzerine serdim içine 37
girip oturdum. Etrafı izliyordum. Az ileride bahçeli bir ev vardı. Bahçedeki kadın sağa sola bağırarak iş tutuyordu. “Hatice kız Allah netmeye seni. Kız güyümü getirsene de suyu koyak” diye bahçenin öbür ucundaki tam göremediğim ama o kadar da büyük olmayan bir kıza seslendi. Hafif kafamı kaldırıp kızı görmek istedim. Bugün sınıfta gördüğüm kızdı. Bana ters çalımlar atan beni görünce yüzünü çeviren kız… Bir an heyecanlandım. Sanki yüreğimden bir şey kopmuştu. Sonra oturduğum yerden kalktım ve oralarda yürümeye başladım. Amacım kızın beni görmesini sağlamaktı. İki üç kez turlamıştım ama nafile kızın beni göreceği yoktu. Öylece yarım saat kadar geçmişti sanırım. Kıza kendimi gösterme gayretim olmasa hiç de duramazdım yarım saat. Öteden bir traktör sesi… Babamın sesini duyuyordum. Annem “aha orada ne telaşa veriyon ortalığı?” diyordu babama. Traktör yanımda durdu. Babam römorkta annemin yanındaydı. Kalktı elini uzattı beni römorka aldı. Benim gözüm hala kızdaydı. Belki son anda görür diye bakıyordum. Kız sonunda beni görmüştü. Beni tanıyana kadar baktı tanımış olacak ki okuldayken nasıl çalım atıp yüz çevirdiyse yine aynını yaptı. Bu kez okuldaki kadar hafif gelmemişti. İçimde bir burukluk oldu. Daha o zamandan alışmış olmalıydım reddedilmeye. O bir başlangıçmış demek ki diyorum şimdi. Bir başlangıç… Babam kafama vurarak “lan olum okulda nettiniz bugün?” dedi neşeli bir ses tonuyla. Ben de az önceki andan kopup gelemedim bir an. Sesim çıkmadı. “Kime diyom la ben?” dedi bu kez biraz sert biraz tehditkâr… Sonra döndüm birden “ders yaptık baba, arkadaşlarım oldu. Mikail, Emrah, Şıho…” dedim. “Şıho ağanın torunu değil mi olum, ne işin var ağanın torunuyla la?” dedi bu kez tedirgin. Ağa dedim. Ağa torunu olmuşsa ne olmuş ki? Biz de çocuktuk o da. Ama çocukları bile sınıflandırmışlar. Biz memur, o işçi, öteki boş gezenin… Demek Şıho da ağanın torunu. İyi de biz babamızın statüsünde sınıflandırılırken o niye dedesine mal ediliyordu ki? Anlayacağım çağ gelene kadar bilemedim. “Oyun oynadık ki baba bir şey yapmadık” dedim hafif suçlu gibi. Sonra biraz yatıştı sinirleri. Sinirleri yatıştığına emin olduğumda “baba öğretmen bugün bir soruya cevap verdim diye kızdı bana” dedim. Babam da güldü önce, sonra herkes güldü. Döndü “benim çalışkan oğlumu azarlayık mı öğretmeni? Belki yanlış cevap vermişsindir oğlum” dedi. “Değildi yanlış cevap değildi” demek istedim ama sustum. Karşımda bir büyüğüm vardı. O dediyse öyledir dedim. Sustum. Sonra aklına bir şey gelmiş gibi “Haa…” diye iç çekti ve bana döndü. 38
“Sen nerde oturuyodun olum?” “Kapı tarafındaki sırada” “E, öğretmen hangi tarafa soru sormuştu?” Nasıl yani ne tarafı? Taraf mı? Büyükçe bir sınıftı ve herkes aynı sınıfta ders görüyordu. Herkes… “Pencere tarafına sormuştu ki” “Heee… Onlar üçüncü sınıf olum lan” “Nasıl yani üçüncü sınıf baba?” “Lan olum senin sıran birinci sınıf, ortadaki sıra ikinci sınıf, pencereden tarafa olan da üçüncü sınıf.” Hayretler içerisindeydim. Bir an babam her halde benimle dalga geçiyor dedim. Gülmeye başladım. Babam da güldü annem de amcam da diğer işçiler de… Güldük güldük… Sonra babam elini omzuma koydu. “Lan olum orası birleşik sınıf. Yan tarafınızda da dörtle beşinci sınıf var. Ah ah zamanında o sıraları az yontmadık.” Sonra anneme dönerek “Hep de dayak yerdik Şenel ha! Haylaz değildim de gene de eksik olmazdı köteğimiz. E, dayak cennetten çıkmadır” Ben hala olayın şokundaydım ki eve vardık. Bahçeden içeri geçti traktör. Azık bohçasını kapan işçi sıçrayıp iniyordu aşağı. Sonra eyvallah deyip evlerinin yolunu tutuyorlardı. Kardeşim de evde canı sıkılmış olacak ki ben gelir gelmez hemen tepeme çullandı. Kavga istiyordu. Oyun arıyordu. Ben onu ittim ve babamın yanına sokuldum. “Şimdi bizim sınıfta büyük ağabeylerimiz mi var?” “He ya. Bizim sınıfta da vardı oğul.” Kafamı kaşıya kaşıya içeri geçtim. Babam da elinde bir poşetle çıktı gitti. Bir süre sonra ben olayı unutur gibi oldum. Kardeşimle oynamaya başladık. Annem bir yandan amcam bir yandan bağırıyordu. “Ödevin yok mu senin?” “İlk günden ödev mi verilirmiş?” diyerek devam ettik kardeşimle oynamaya. Ne kadar geçti bilmiyorum ama epey yorulmuştuk. Sonra annemin sesi geldi. “Yürüyün hadi sofraya!” Kardeşimle hemen yarışa geçtik. Koşarak içeri girdik. El yüz yıkamadan sofraya oturduk. O ara kapıda babamın sesini duydum. “Aslan olum benim la” “Ne oldu ağabey?” dedi amcam. 39
“Ne olsun olum daha ilk günden öğretmenin gözüne girik. Üçüncü sınıfların sorusuna böyle balıklama atlayık amma doğru cevabı da tak diye verik.” Bu sözlerden sonra yolda gelirken bakkaldan aldığı kırmızı lastik çizmeyi uzattı bana. Eski çizmem de kırmızıydı ama yıpranmıştı bu ise kıpkırmızıydı. Öğretmenin evindeki bayrak gibi… Herkes tebessümle bana bakıyordu. Herkes beni kutlar bir biçimde… Ama kardeşim değil. Onunla aramıza nifak tohumu serpecek ilk olay da bu olsa gerekti. İkimizin de bulunduğu ortamda birimizin yani benim övülmem. Hem de başka biri değildi öven. Babamızdı. İkimizin… Sofraya oturduk ve yüzde doksanı mutlu bir aile olarak yemeğe başladık. Demokrasi oymuş onu da ilk kez şimdi idrak edebiliyorum. Mutsuz olan yüzde kırk dokuz gibi hemen hemen yarı yarıya bir sayı da olsa demokrasi çoğunluğun safıymış. O gece kardeşimle yemekten sonra oynayamadık. Ben ders yaptım o uykum var dedi. Ama yorganı iki durup aralıyor ve oradan bana bakıyordu. Çok üzülmüştüm. Ama iktidar ne dediyse boyun eğiyorduk. Kardeş bile kardeşe düşebiliyormuş. Onu da o gün anladım. Her şey gibi onu da… * Sabah yine ezan sesini duyabileceğimiz vakitte kalkmıştık. Gün ışımadan… Evdeki herkes hazırlanıp gitmişti. Babam yine aynı neşesiyle; annem yine aynı ağırlığıyla, yorgunluğuyla… Kardeşim o gün de gitmek istememişti onlarla ve hala uyuyordu. Okula gideceğim ikinci gündü o gün. Ama kardeşim salmıştı kendini. Bensiz bir şey yapmak istemiyordu. Yanına yaklaşmış ve öpmüştüm onu. Sonra da hafta sonu çalışmışlığın verdiği yorgunluğu atmaya çalışarak üzerimi giymiş ve dışarı çıkmıştım. Elime sabahtan yapılmış sıcak bazlama almış, arasına peyniri sıkıştırıp ağzıma ite ite yiyordum. Dışarı çıktığımda az ilerde duran iki tane bizden küçük çocuk vardı. Onlar da ellerine bazlama almış sümüklerine değdire değdire kemiriyorlardı. Üzerlerinde yırtık pırtık gocuklar vardı. Çocuklarla bir müddet bakıştıktan sonra evimizin tam karşısında oturan Mikail’e seslenmiştim. O da ağzında peynirli bazlama çizmesini sürte sürte geliyordu.
40
Benim ayağımda kıpkırmızı bir çizme, onda siyah… Ellerimizde kalınca birer odun… Çamurlu sokağın az ilerisindeki köşeyi döner dönmez bize arkadan imrenerek bakan yalın ayaklı çocukların menzilinden çıkmıştık.
SON 13.02.2010 GAZİANTEP
41
ne yazdığımı anlaman Erman Bazo ne yazdığımı anlaman olsa olsa bir edebiyat sorunudur senin için aklın ermez kalemin ortaçağında kalmış üç hece eksik beş nakarat fazla seni piramitlerin raflarına kaldırmalı ra'nın yanına sokaktan çekmişsin elini ayağın işine gelmediği için hep gider geri gördüğünü de zannetmem en önde içini boşaltan sensin düşünmenin güldürüyor beni insanların danışıklı dövüşleri kalabalık görüyorum tadı kaçan dizeleri boşuna dolduruyorsunuz diyemem ama aklınızı boşa dolduruyorsunuz di'li zamanların hepsi sizin gibi suya sabuna dokunmayanlardan armağan estetik bir ekmeğin sekiz dilime bölünüp sekiz karnı doyurabilmesi estetik bir ekmeğin kavgası çocukların aç kaldığı dünyanın estetiğine tüküremiyorsan 42
çanak tutuyorsun fil dişi kulelerinden seslenen yeni nesil ağustos böceklerine reddediyorum bildiğiniz tüm dilleri sözlüklerde aramıyorum yaşamanın anlamını tam da ortasındayım kanamanın güneş gözlüklerini çıkarmadan anlatamazsın güneşi diyorsam utan -mıyorsan sözcük tasarrufu yap belki daha az zarar verip ayrılırsın harabeye çevirdiğin dünyadan
43
Geçmişe Müebbet (6) Abdullah Rıdvan Can Olanca ağırlığıyla yere serilmişti. Sait zor zekât kafasını kaldırıp kucağına koymuştu Şahin’in. Zehra, ikişer üçer merdivenlerden iniyordu. O ara yakın çevrede bulunan üç beş köylü derken on-on beş kişi olmuş hepsi de şaşkın bakışlarla Şahin’e ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Hacer ise balkonda bir yere geçmiş aşağıda olan bitenleri içi içini yiyerek izliyordu. Aşağı inemiyordu. Köylü görürse pek de iyi düşünmezdi. Zira az evvel Şahin çıkmıştı aynı evden. Köylü Hacer’in Şahin’den saklandığını falan anlamazdı. Aşk nedir bilmezdi köylü. Sevda nedir… Bir anda ortalık curcunaya dönmüştü. Bir süre sonra köy meydanının o ince yolundan eski model bir taksi geliyordu. Gürültüsü tüm köyü sarmıştı. Bir yas gibiydi bir öksürük gibi… —Hacer! Kız Hacer ne işin var orda senin kız? Her şey bir anda donmuştu sanki zaman bir türlü akmadı o andan itibaren. Saitlerin yan komşusu yaşlı, yaşlı olduğundan beter aksi Züleyha’nın sesiydi bu. Herkes ama herkes Saitlerin evinin balkonuna bakıyordu. Sait olayın şokunu atlatamamışken bir de Hacer’in kendilerinde oluşunu bu şekilde görmesiyle şaşkınlığından donmuş kalmıştı. Aslında normal bir durumdu Hacer’in onlarda oluşu. Lakin az önce Şahin’le beraber evden çıktıkları gelince aklına pek de normal gözükmüyordu artık bu durum. O an herkes baygın bir halde yerde yatan Şahin’in unutmuş Saitlerin balkonundaki Hacer’e bakıyordu. Zehra büyük bir sırrı ortaya çıkmışçasına şaşkın bir yüz ifadesiyle kalakaldı. Ne olacaktı şimdi peki? Kim aslında Hacer’in orada olduğunu Şahin bir yana Sait’in bile bilmediğini tüm bu köylüye anlatacaktı? Ya da kim, hangi köylü buna inanacaktı? Sanki yalanla doğru kemiyet değiştirmişti o an. Zehra bile hakikaten o olayın doğruluğuna inanmış gibi bir şaşkınlık gösterdi biraz sonra. Sustu herkes. Arabanın sahibi Çavuş da bir yandan Hacer’in haline bakıyor bir yandan da Şahin’i arabaya götürmek için Sait’in kolunu çekiştiriyordu. 44
Eski püskü bu taksinin öksürük dengindeki sesleri ayıltmıştı Şahin’i. Biraz biraz başı dönüyor ancak etrafındaki hiçbir şeyi idrak edemiyordu. Biraz doğrulmaya çalışınca, Sait kollarının arasındaki bu kıpırtıya kayıtsız kalamadı. Şaşkınlık üstüne şaşkınlık yaşayan köylü hep bir ağızdan uğultu şeklinde bir şeyler sayıklıyorlardı. Şahin gözleri yarım açık şekilde etrafta olan biten her ne ise idrak etmeye çalışıyordu. Sait kafasını öbür yana çevirmek istediyse de Şahin balkonda donakalmış bir vaziyette aşağıyı seyreden Hacer’ini gördü. —Hacer… diye bir mırıltı salıverdi köylünün ortasına. Zaman geçtikçe köylü çoğalmıştı ortalıkta. Sait artık tek yapması gerekeni yapıp Şahin’i uzaklaştırmalıydı buralardan. Yoksa bunca zamandan sonra Hacer’in oğlunun gelmesi an meselesiydi. Namus davasına bir yiğitlik etmeye kalkarsa Hacer’e dünya o an kararırdı. Sevdalısı ölür, oğlu çürürdü. Hayatı zindana eş bir hal alırdı. Hemen Şahin’i arabaya bindirdi Sait. Şahin hala hiçbir şey anlamamıştı. Ne oluyordu ne bitiyordu? Hacer orada ne arıyordu? Kaç zamandır yerde baygındı? Araba küskün bir edayla salına salına köyün çıkışına doğru ilerliyordu. Sait ikide bir arkaya bakıp bakıp söyleniyordu. —Hızlı Çavuş hızlı! Köyü çıkmışlardı. Bayağı da uzaklaşmışlardı. Sait hala ikide bir arkaya bakmaya devam ediyordu. —“İşte şuradan gitti” diyip ardı sıra Hacer’in oğlunu yollayacak çok şerefsiz vardı köyde. Şahin nice zaman sonra mırıltıyla karışık bir şeyler tekrarlayıp duruyordu. Sait kulağını eğdi Şahin’e doğru. —Ne? Ne dedin Şahin? —Yok bir şey Sait. Yok. —Ne demek yok Şahin? Ne mırıldanıp duruyon? —Kendimle konuşmayayım mı? Yasak mı? —Bana da de hele. Bir müddet sessizlik oldu. İkisi de dışarıyı seyrediyordu. Yanlarından akıp giden koyu zeytin ağaçlarının yaprakları neredeyse arabadan içeri girecekti. Yol tek şerit ve topraktı. Tozlar ardı sıra gelenlerin gizemini arttırıyordu gidenlerin. 45
—Sana ne oldu Şahin? Rahatsızlığın mı var? Şahin hala dışarıyı seyrediyor soruya muhatap olmuyordu. Sait bir yandan hala tozdan görünmeyen o yola, arkalarına bakıyordu. —Kime dedim ki? Şşşş Şahin… —Ne? —Nasıl ne olum? Hastalığın mı var neyin var? —Pek mühim değil. Küçükken havale geçirmişim. Onun ceremesi işte. —Madem öyle bir durumun var neden en son ben biliyom? —En başta kimse bilmiyodu ki… Başını sağa sola salladı Sait. Şahin altta kalmaz her şeye bir cevap illa ki bulurdu. Bir müddet arabadan dışarı baktıktan sonra konuşmaya başladı Şahin. —Ne heveslerle, daha doğrusu nasıl bir vaziyetle gelmiştim şu köye. Annem, babam ve abim… tüm bu geçmiş zamanın her bir şeyiyle hesaplaşıp, en nihayetinde burada muhasebesini yapıp dayanabilirsem yaşamaya çalışacaktım. Peki şimdi? Peki, benim elli metreden yakın görmediğim sevdiğimin evinde ne işi vardı Sait? Şahin allak bullak olmuştu. Sözlerine dişini sıkarak başladı. Adeta kükrüyordu. —Bak Şahin! Ben kimseden, hele de senden hele de sevdiği insanı saklamam. Bunu bil! Ayrıca Hacer, Zehra’nın yakın arkadaşıdır. Onun yanına gelmiş, biz de onları vakitsiz yakalamışsak onu bilemem. Lakin bu tereddüdün beni allak bullak etti. Ben… Tam o esnada ortamı koyu bir sessizlik kapladı. Şahin de Sait de susuverdi birden. Hem de uzunca bir müddet. Çavuş dikiz aynasından bakmaya başlamıştı her ikisi de kati bir şekilde susunca. Birden söze de giriverdi. —Şahin kardaş pek bi bildiğimden değil emme bu senin sevdan yamanmış. —Ne alaka Çavuş? —Yani diyom, anana babana sebep ol sonra kardeşini sen vurmuş ol çık bunların üstüne de köye gel. Pek bi cevvallik bu seninki. —Ne yapaydım ki? Yirmisinde genç bir kızın fotoğrafıyla mı ağlayıp dursaydım? —Ben olsam uğramazdım buralara. Bizim kız Hacer’in oğluynan evlenecekti. Bak şimdi tüm bu olaylardan sonra artık işler epey uzar. 46
Şahin sustu biranda. Ne diyeceğini bilemedi. Çavuş devam etti sözlerine. —Bak Şahin kardaş! Sen fenalaşınca hemen taksiyi getirdim. Sait seni alır da hemene atar diye arabaya. Sen gidince köylü dağılır Hacer de Saitlerin balkonunda görülmezdi. Buncacık olayda çıkmazdı. Amma velakin Hacer bacı hemen görünüverdi. Ben de apar topar seni arabaya koyuvereyim dedim ya olmadı. Sait hemen atılıverdi söze. —Çavuş ne demeye söylüyon bunları? Derdin nedir senin? —Demem şu ki çoktan bu olayın lafı oğlana yetişmiştir. Bakın ağalar ben o oğlanın Şahin’in vurmasına göz yumamam. Haaa insaniyetlik adına değil bu sözüm, ben bu güz Kayseri’ye göçeceğim bir boğaz daha masrafa giremem. Kızın gitmesini hesaplarken karşıma bu olay çıktı. —Bak çavuş diyeceğin ne hala bilmiyorum amma diyeceksen ki çek git buralardan ben zaten gelirken ölümü, geçmişimin beni öldürmesini ve ruh gibi ortalıklarda gezinmeyi göze almıştım zaten. Sen neyden bahsediyorsun artık? —Bak kardaş! Ben birazdan duracağım sen de inip gideceksin. Sana yolluk bir iki kuruş da vereceğim. Bir daha geri dönmeyeceksin. —Mantığın el veriyor mu senin be? Ben ki bunca şeyi göze almış gelmişim sen kalkmış bana git diyorsun. Sait de Şahin de sinirlenmişlerdi. Şahin ağzından tükürük saça saça gözleri buğulu bir şekilde konuşuyordu ki Çavuş onu susturdu birden. —Zaten bu katırın hızına ya yarım saat ya yirmi dakka sonra yetişiler. İyisi mi sen git yoluna. Şahin sustu birden. Sait, Şahin’e doğru bakıyordu o ise zeytin ağaçlarıyla süslü yola içli içli bakıyordu. Çavuş şahin’i böyle görünce ses tonunu inceltti birden. —Biliyom kardaş sevda böyük nimet bulunmaz bir meşkale. Lakin şu kıt kanaat geçinen adama acı. Bir boğaz daha bakamam. Fazla da dayanamam. Bu gidişle ecelim eğreti olur. Gel vazgeç sevdadan. Sana ömrünü yitiren sevdadan vazgeç. Sait buğulu gözleriyle ağlayan dostunun yüzüne bakıyordu. Şahin vazgeçmeliydi artık. Onu isteyen hiçbir durum yoktu etrafta. Herkes onun varlığına karşıydı. O ise tek başına koskoca safı idare etmeye çalışıyordu. —Hem öldürürse Hacer bacı da ölür. Hem sana hem ciğerine… 47
Şahin tek yapması gerekeni yaptı. Hiçbir zerresi dahi kalmamıştı köyde. Arabayı ağırlaştırdı Çavuş. Araba durdu birden. Arkalarından onları dörtnala kovalayan toz buğusu yeşertip geçti ortamı. Üçü de indi arabadan. Şahin yol boyunca uzayan kıvrımları takip ederek köyün bit haletindeki kemiyetine göz gezdirdi. Bir nokta makamında sallanıyordu köy. Sait’e yaklaştı. Yaşlı gözlerle birbirlerine sarıldılar. Sımsıkı. Bir asrın geçmesi bile bu zamanın hadsizliğini ele veremezdi. İyice sıkı sıkıya sarıldılar. Ağlamaklı. Çavuş haklıydı Şahin köydeyken herkes ama herkes kaybederdi. O olmazsa herkes kazanırdı. Köy meydanında bit yuvası haline gelen köyün en uyuz köpeği bile. Ne diye vardı ki? Ne diye işgal ediyordu bir bu kadar yeri? Ne diye soluyordu ki? Ölseydi ya? Niyeydi bu varlık hiçbir var olanın faydasına değmiyorsa? Çavuşla tokalaştılar sadece. Bir iki adım attı. Sanki bir şeylerini unutmuş gibi geri döndü. Sonra gerisin geriye dönüp ağır ağır uzaklaşıyordu. Köyün en uzağında duran iki kişiden bile. Sait ona gitme diyecekti. Niye desindi ki? O artık gidiyordu? Dudağında ağıtı bir ıslık yolların tozunu eme eme menziline doğru emin adımlarla yürüyordu. Kulağında yirminse yeni girmiş Haceri’inin yanık sesi… Kirpiğin kaşına değdiği zaman Bekletme sevdiğim vur beni beni… Sevdanın şafağı söktüğü zaman Diyardan diyara sür beni beni… Yollardan hallaç vehminde bir yığın toz fikrinin en sabit noktasına tecavüz ediyordu. Susuyordu. Kaşı koydukça acı çekecekti. Biliyordu. SON
48
Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! Mustafa Balbay Başlık, Albert Camus’nün sözü… Sanat, yeryüzünde insanlığın, karanlığa karşı mücadelesinde en önemli güçlerden biri olmuştur. Sanatın bu gücünü bilen yöneticiler tarih boyunca iki yöntem arasında gidip gelmiştir: 1- Tamamen kendi kontrolü altına almak ve kullanmak. 2- Tümüyle yok saymak ve ortadan kaldırmak. Bu iki yöntemin coğrafyası da yoktur. Hemen her yerde aynı yaklaşımla karşılaşmıştır sanatçılar. Ama ne olursa olsun, kaybetmiş gibi görünseler de kazanan hep onlar olmuştur. Büyük sanatçılar için vatan ve zaman tartışması olmaz. Onlar nereye giderse gitsin, doğduğu toprağın insanıdır. Zaman kavramı da işlemez onlara. Hatta zaman geçtikçe tazelenirler. Yeri geldikçe aktarmadan geçemediğim bir Çin sözüdür: Bir yıl sonrasını düşünüyorsan, tohum ek. On yıl sonrasını düşünüyorsan, ağaç dik. Yüz yıl sonrasını düşünüyorsan, toplumu eğit. Buna benim kendimce bir ekim var: Bin yıl sonrasını düşünüyorsan, sanatçı yetiştir. *** Anadolu’nun en eski sanatçıları ozanlarımızın “söz sanatının” bütün inceliklerini kullanarak yazdıkları dörtlükler hala güncel değil mi? Yüzlerce yıl öncesinden bugüne ışık tutmuyorlar mı? Yunus Emre’nin şu sözünden daha hümanist kaç söylem vardır: “Bir insanı incittinse, bu kıldığın namaz değil!” 49
Bugün Türkiye’de, dini araç, vahşi kapitalizmi haraç edinmiş bir iktidar var. Doğal olarak sanata karşı. Olsa olsa ne kadarını kullanabilirim diye bakıyor. Ötesi batıyor. Hele birazcık gerçekleri söyleyen varsa, kendisine yeryüzünden köşe beğensin! Hükümet kadrolarının sanata şaşı bakışı yetmiyormuş gibi, kimi sorumlu noktadaki sorumsuzlar, özel kurumların sanata olan desteğini bile yönlendirmeye girişebiliyorlar! “Onu değil bunu destekleyin” diye dayatıyorlar. Şunu da en iyi iktidardakiler biliyor: Sanata bulaşmış bir kişi, bağnazlaşamaz… Onu, körü körüne bir düşüncenin peşinden sürükleyemezsiniz… *** Bu durumda ne yapmalı? Sanatın gücüne inanan herkes, bütün gücüyle sanatı desteklemeli. Evet, karanlığa sürükleniş var. Ama bu karamsarlığa sürüklememeli bizi. O zaman karanlığa biz davetiye çıkarmış oluruz. Son gelişmeler, toplumsal mücadelenin bir dayanağının da sanat olduğunu gösterdi bize. Resim sanatından söz sanatına, tiyatrodan müziğe her alanda sanat toplumla buluşmalı… Sanatın aydınlığı, yüzü karanlığa dönük herkesi kuşatmalı… Bir anlamda karanlığın kuşatmasını tersine çevirmeli… Gelin; sadece sanatı sevmekle, sanatçılar zor duruma düşünce onları desteklemekle kalmayalım… Sanatla iç içe olmayı bir yaşam biçimi olarak yerleştirelim. O gün kendimizi daha güçlü hissedeceğiz… Sanatın ışığı boş sandalyeleri, salonları değil, insan yüzlerini aydınlatmak ister… Not: Mustafa Balbay tutuklu olduğu için bu yazıyı Cumhuriyet Gazetesi Ege Bölge Temsilcisi Sayın Serdar Kızık’ın izniyle yayınlıyoruz.
50
51
www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
52