Azizm Sanat E-Dergi Şubat 2019

Page 1


AZİZM SANAT ÖRGÜTÜ E-Dergi Şubat 2019, 134. Sayı Tasarım Selçuk Korkmaz Ön Kapak Proun El Lissitzky 1925 Arka Kapak Şişe ve Balıklar Georges Braque 1912

Twitter @AzizmSanat Facebook /azizmsanat Instagram /azizm.sanat E-Mail azizm.sanat@gmail.com

www.azizmsanat.org


İÇİNDEKİLER

Adsız Gülbike Keşaplı

Opera Mustafa Bilgin

Vaveyley Ziza Rumas

Can Kafeste Uyurken Ahmet Ayberk Aykul

Yola Düşenlerin Işığı İsmet Şengül

4 8 10 19 20 21 24 26 30 32 51

Editörden

Steve Cutts Filmlerinde Tüketim Çılgınlığı Eleştirileri Orçun Üzüm

Hatlar Karıştı Zeki Gümüş

Odamdayım Kemâl Hatipoğlu

Yakarış Batuhan Suiçmez

Sağcılık Özgür Karakaya


4 EDİTÖRDEN Gerçekliğin kronik saldırılar karşısında mevzi yitirdiği, katı olan her şeyin tarihte belki de hiç görülmedik ölçüde buharlaştığı bir dönemden geçmekteyiz. Sıkça görünerek, çok ve her konuda konuşarak var olmanın dayanılmaz hafifliğindeki albeni, sırtımızı yasladığımız, kendimizi umutsuz hissettiğimiz anda imdadımıza yetişen pek çok değer, olgu ve karakteri çekip alıp dayanak olmaktan çıkartmakta. Çaresizce umudun peşine düşerken ister istemez kendimizi bir çekim merkezi, ağırlık noktası, odak ararken buluyoruz. Bu arayışın sonucunda kendi benliğimizi hareket noktası kabul etme hatasının, fizyolojimizin sunduğu öznel kamera açısı neticesinde çoğunlukla meydana gelen bir netice olduğu görülüyor. Ya da görülüyor mu? Herhalde görülüyor olsaydı her kişi veya kurum kendini biricik özne, merkez, odak ve sıçrama noktası olarak kodlamazdı. Ancak ne yazık ki, güneşin bile merkez olmadığı, hatta bir merkezin olup olmadığı bile henüz açıklanamayan evrende hemen herkes kendisini ve taşıdığı fikirleri merkez sanma yanılsamasını yaşıyor. Daha da kötüsü, taşıdığı fikirlerle hemfikir insan sayısı ne kadar çoksa kendi belirleyiciliği konusunda yaşadığı/yaşattığı illüzyon artıyor. Sanat ve Arzu adlı yapıtta, Leibniz’in bakış açısı ve perspektifini yorumlayan Ulus Baker’in “bakış açısı öznede değil de nesnelerin içerisinde. Dünya bize göre değil, biz dünyanın bakış açılarına yerleştiğimiz ölçüde özneleşiyoruz” ifadesi söz konusu yanılsamanın felsefi eleştirisi olarak dikkat çekiyor. Buna göre ancak nesne olarak adlandırmaya meyilli olduğumuz nesneler üzerindeki yansımalarımızın tetiklediği bakış açılarına göre özneleşmemiz mümkün. Tehlike, tektipleştirilmiş ya da o yönde davranma belirtisi gösteren nesnelerdeki yansımasının


giderek bir devaynasına dönüşmesinde yatıyor. Güvenli bölgelerin genişlemesi, olası bir başka yansımaya ve beraberinde bir nesneye tahammül edememeye yol açarken ülkemizi ve dünyayı, dini olsun olmasın, cemaatler toplamına dönüştürüyor. Toplum ve insanlık düşmanı cemaat olgusunu insanlığın ilericiliğini sırtlama iddiasındaki birey ve topluluklarda görmek umut kırıcı ancak özne olma arzusunun rafa kaldırılmadığı, düşün dünyası ve zihniyette de en az ideolojide olduğu kadar eşitlikçi olunmadığı sürece ötesini ummak güç. Hatta başat umut kırıcının özne olma ve odak arama eylemlerinde saklı olduğu söylenebilir. Sanatında deha seviyesinde, son derece yetkin ve kültürel olarak hâlihazırdaki zihniyetle çatışma halindeki bir piyanistin muhalifliğini abartarak onu merkezi bir kahramana dönüştürme zorlaması ne kadar yanlışsa, kahramanlık talebi olmayan kahramanın pek de kahramanca olmayan bir tercihi üzerinden en başta talep etmediği kahramanlığı çekip onu düşmana çevirmek bir o kadar yanlıştır. En kötüsü ise kişi sırf kendisi ve bağlı bulunduğu cemaat ve komşu cemaatler bu konuyu tartışıyor diye tüm gündemini buna göre şekillendirmesi ve toplumun Fazıl Say olayını umursadığını sanmasıdır. Burada ikili bir olumsuzluk ve işgal söz konusudur. İlki kendi gündemini, özne olma duygusunun yarattığı etkiyle, herkesin gündemi sanma ikincisi ise ağzından çıkacak laflara bakan alt kademelerin bu yönde kandırılmasıdır. Çoğunluğun haftanın neredeyse tamamında çalışmak zorunda olduğu, ay sonun getirmekte güçlük çektiği, kaygı hissi egemenleşemesin diye türlü kaçışları tercih ettiği bir gerçeklikte insanlık düşmanı bu sistemi değiştirme gayesindekilerin işlevsiz ve lüks gündemlerle özne olma çabalarına bir şekilde dur demenin gerekliliği kendisini fazlasıyla hissettiriyor. Özne olmak gibi bir iddiası ve arzusu olmayan Azizm Sanat’ın 134. e-dergisi farklı dokulardan ve güdülenmelerden

5


6

hareket eden şiir, öykü ve denemelere ev sahipliği yapıyor. Değerli karikatürist Mustafa Bilgin’in, yeterince slogan atmadığı ve bu yüzden anlaşılması güç bulunduğunu bizzat öğrendiğimiz Opera adlı yapıtı ile en değerli kasımızı etkinleştirecek bir çıta yakalarken bir aylık aranın ardından sinema yazılarımız Steve Cutts’ın yapıtlarına yönelik göstergebilimsel çözümlemelerle yeniden sayfalarımızda. Bir kez daha düzen inşasının sağlanacağı ancak her nedense önceki yirmi yılda olduğu gibi “hayati önem taşıyan” yerel seçimler yaklaşırken, sağ ve sol görünümlü sağın ne olduğu üzerine zihin açıklığı vermesi amacıyla, ismi lazım olmayana anlatır gibi basit, anlaşılır bir dil tutturan metin de bu ay dergimizde. Özneleşme güdüsünün aşılıp nesneler zenginliğine varmak adına,

Sanatla kalın dostlar.


Azizm’in Notu: Azizm Sanat E-Dergi’nin Mart 2019 tarihli 135. sayısı için dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video, resim ve fotoğrafı 3 Mart tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.

7


8

Adsız Gülbike Keşaplı

Kim’den uzaklaşıp Ne’ye yaklaşmak Ve’den başlayarak Bağlamak kendini… İn’e çekilip İn’san olmak Dört ayakken İkiye ulaşmak Eksilmek…


Eksiltmek uzuvlarını Kurban edip akıtmak kanını Ve düşmek muse’lerin peşine İskeletin toprakla buluşmadan önce. Yalnızca soğuk beyazın güzelleştirdiği Yokkentlerde, Adımlamak, Ad imlemek, Dilimlemek kendini; Kaldırım taşlarıyla simetrik… Beklemek. Bel kemiği gün/gecenin Servi biter dibinde Dinlenmek için Ki yeniden ulaşsın diye Dörtten ikiye Ayaktan ele… *** Görsel: Ölüm ve Genç Kadın – Jim Boden

9


10

Steve Cutts Filmlerinde Tüketim Çılgınlığı Eleştirileri: ‘Happiness’ ve ‘Man’ Kısa Filmleri Özelinde Göstergebilimsel Çözümleme

Orçun Üzüm

Giriş Çağımızın en büyük sorunlarından biri tüketim çılgınlığı. Kapitalizmin beslendiği ve yarattığı rekabet ortamında öne çıkan en önemli olay reklam ve pazarlama stratejileri oldu. Toplumların kültürünü değiştiren, yaşayış tarzlarını tek tipe indiren, bireyleri bencilleştiren, ‘daha fazla’ ve ‘daha iyi’ kavramlarını içselleştiren, hırsı körükleyen söylemler toplumlarda gereksiz tüketime yol açtı. Bu tüketimi besleyecek sermayeler, reklam ve pazarlama stratejilerini her alanda olduğu gibi ana akım sinema içinde de yoğunlaştırdı. Ana akım sinema, yapı itibari ile izleyicinin talep ettiği türde ve tarzda filmler yapan yapısını izleyiciyi tüketimde yönlendirmek üzerine değiştirdiği aşikâr bir gerçek. Ana akım sinemada izleyici, müşteri. Bu durum basit bir ekonomi ilişkisinin yanı sıra, üretilen filmlerin konularının tekdüze olmasına yol açtı. Hırs, para tutkusu, tüketmenin mutluluğu, her şey insan için anlayışı yani sınır tanımayan kapitalizm anlayışı ana akım / egemen sinemayı toptan sarmış durumda. Bu bağlamda birçok alanda gerek politik gerekse sanatsal eleştiriler ve incelemeler yapıldı, yapılmaya devam ediliyor. Sinemada tüketim çılgınlığı konusunu, Londra’da yaşayan illüstratör ve yönetmen Steve Cutts’a ait Happiness ve Man isimli iki animasyon kısa film üzerinden, tüketim toplumu eleştirisinin filmlerde nasıl kullanıldığı ve hangi göstergeler kullanılarak kodlandığını inceleyelim.


11 Göstergebilimsel çözümleme yaparken odaklanacağım sorular ise; • Anlatı sırasında hangi göstergeler kullanılmıştır? Göstergelerin düz ve yan anlamları nelerdir? • Filmlerde tüketim çılgınlığı eleştirisi yapılırken, yönetmenin sinematografik tercihleri nasıl olmuştur. Çekim açısı, kameranın konumu, netlik, ışık vb. nasıl kullanılmıştır? Bunların anlama katkısı nedir? Happiness Filmi Göstergebilimsel Çözümleme Künye Yönetmen: Steve Cutts Senarist: Steve Cutts Tür: Animasyon Yapım Yılı: 2017 Ülke: İngiltere Dil: İngilizce

Filmin konusu Bir farenin günlük rutinini takip eden animasyon filmi. Etrafı mutluluk ürünleri ile dolu fare ve fareler, her yolu denese de bir türlü mutluluğa ulaşamıyor. Film Bağlantısı: https://www.youtube.com/watch?v=e9dZQelULDk https://vimeo.com/244405542


12 Seçilmiş Görüntüler Gösterge

Ekstra Sinematik Kodlar Düz Anlam Yan Anlam Boyutu Gösterilen Boyutu Gösterge Bu çekim, filmin ilk sahnesini oluşturur. Sinematografi: Burada tren bekleyen fareler metaforik Yarı Genel Plan, olarak insan göstergesidir. Ayrıca istasyon Renkli ve trenin içi oldukça kalabalıktır, burada Ses: Müzik sesi insan nüfusunun ve şehir yaşamının Mizansen: Tren kalabalıklığına metonomik bir çıkarma bekleyen fareler yapılabilir. Soluk ama hareketli renkler kullanılmıştır, bu kullanım hayatın hızlılığını ve rutinliği üzerine bir anlam yaratır. Kurgu: 1,2,3,4 Kesme Cut Geçiş Sinematografi: Ayrıntı plan, Renkli Ses: Müzik sesi Mizansen: R e k l a m tabelaları, Araba direksiyonu

Bu çekimlerde, tabelada görülen reklamlarda markaların hepsinde ‘Happiness’ ‘Mutluluk’ yazısı ve araba markasının sembolünde ‘Smile’ ‘Gülen Surat’ vardır. Bu durum metaforik olarak markaların mutluluk sattığını ve vaat edilen ürünün mutluluk getireceği olur. Zaten ana karakter, mutluluğun peşinden yani markaların peşinden giderek ona gösterilen her markayı tüketmek ister. Burada metonomik açıdan tüm markalar ele alınırken, birey ve toplumun tüketim çılgınlığı ve tüketimi mutlu olmak adına yaptığı saptaması yapılabilir durumda. Mutluluk ve tüketim eş değer iki kavram olarak görülmekte. Detay çekim olarak kullanılan bu planlar, oldukça renkli. Bunun nedeni ise reklam ve pazarlama dünyasının albenili olması ve ilgi çekici olması olarak kullanılmıştır.


Sinematografi: Genel Plan, Renkli Ses: Müzik sesi Mizansen: Black Friday indiriminden yararlanmak için mağazaya hücum eden kalabalık

Bu çekimde, fareler yani insanlar indirim gününde mağazaya 13 akın ediyorlar. Gösterilmek istenen mesaj ise, kapitalist ekonomik sistemin indirim günlerinde insanları nasıl etkilediği ve insanlarda ki indirimli ürünü ihtiyacı olmasa bile ‘fırsattan’ yararlanmak uğruna tüketme ihtiyacı. Bu da gereksiz ve fazladan tüketimi eleştiren bir bakış açısı getiriyor.

Kurgu: 1,2 Kesme Bu sıralı çekimlerde, metaforik olarak cut geçiş insanların ürün tüketimi ve satın alma Sinematografi: hazzı uğruna birbirine ne kadar zarar Yarı genel, Ayrıntı verebileceği gösteriliyor. plan, Renkli Ses: Müzik sesi Mizansen: Ü r ü n l e r i birbirlerinden almak için mücadele eden ve birbirlerine zarar veren fareler Kurgu: 1,2 Kesme cut geçiş Sinematografi: Kapanış jeneriği, Renkli Ses: Müzik sesi Mizansen: Fare ışıklı mutluluk

Bu çekim, filmin son karesini oluşturuyor. Finalde, farenin ışıklı mutluluk tabelasının kablosunu kemirmesi ve ardından tabelanın ışığının sönmesi metaforik olarak, insanların kendi var olan mutluluklarını kapitalizm ve tüketim çılgınlığı etkisiyle sönümlendirdiği ve yok ettiği anlaşıyor. Burada tabelanın ışığı

y a z ı s ı n ı n umudu ve mutluluğun varlığını temsil k a b l o s u n u ederken, ışığın yok olması mutluluğun kemiriyor ve yitimini temsil ediyor. mutluluk yazısının ışıkları sönüyor


Man Filmi

14

Göstergebilimsel Çözümleme Künye Yönetmen: Steve Cutts Senarist: Steve Cutts Tür: Animasyon Yapım Yılı: 2012 Ülke: İngiltere Dil: İngilizce

Filmin Konusu Öğrenilmiş tüketim çılgınlığı üzerinden bir bireyin, doğayı katletmesi ve dünyayı bir bireyin tüketimi üzerinden nasıl kötü bir haline getirildiğini anlatıyor film. Ayrıca, insanın doğal dünya ile olan ilişkisi üzerine saptamalar yapıyor. Filmin Bağlantısı https://www.youtube.com/watch?v=WfGMYdalClU Seçilmiş Görüntüler Gösterge

Ekstra Sinematik Kodlar Düz Anlam Yan Anlam Boyutu Gösterilen Boyutu Gösterge Kurgu: 1,2 devam eden görüntü S i n e m ato g ra f i : Genel plan, Renki Ses: Müzik Sesi Mizansen: Adam yılanı ayağına geçirir ve ayakkabı yapar

Bu sıralı çekimde, adam yolda gördüğü yılanı ayağına ayakkabı olarak geçirir. Burada hayvanları endüstriyel bir meta olarak kullanma durumu söz konusudur. İnsanların bencilce, kendi çıkarları uğruna hayvanları katlettiği ve kendisine ihtiyacının dışında bir tüketim malzemesi elde ettiği görülür. Karakterin ifadelerinden yola çıkarak, insan egosunun kendini en güçlü canlı görmesi ve kendisinden küçük gördüğü canlıyı yok etmesinden aldığı haz da anlaşılmaktadır.


Kurgu: 1,2,3 devam eden görüntüler S i n e m ato g ra f i : Genel plan, Renkli Ses: Müzik sesi Mizansen: Adam tavuğu makineye atar ve fkc (hazır çıtır tavuk) olarak makineden alır, devamında yolda gördüğü kuzuyu

15

Sıralı çekimlerde, adamın tavuğu makineye koyması hayvan üretiminin endüstriyel bir hal alması anlamında bir eleştiridir. Bunun devamında makineden çıkan hazır tavuk ‘fkc’ kovasının içindedir. Bu kova kapitalist sermayenin metaforik bir örneğidir, burada bahsediler global güçlü firma ‘kfc’dir. Bu karede Kfc firması hayvan üretiminin endüstriyel olması ve canlı tüketimi üzerinden kar yapması üzerine eleştirilir. Diğer karede de

elindeki bıçak ile benzer bir durum vardır. Genel olarak keser tüketim üzerine toplu bir eleştiriden ziyade, tüketimi ve gereksiz üretim çılgınlığını yaratan firmaya net bir eleştiri yapılmıştır. Kurgu: 1,2 devam Bu çekimde, Adam kendisinden eden görüntüler büyük cüsseli bir ayıyı silah yardımıyla S i n e m ato g ra f i : öldürür ve yavrusunu esir alır, vahşice Genel plan, Renkli kafasını tablo olarak kullanır ve Ses: Müzik sesi yavru ayıyı gösteri malzemesi olarak Mizansen: Adam kullanır. Burada hayvan katliamı ve ayıyı vurur, eğlence tüketimi uğruna canlıların yavrusunu esir alır hayatına verilen zarar belirtilmiştir. ve demir kafese Tüketimin temel dayanağı olan reklam koyar. Öldürdüğü burada da ışıklı ‘dance’ tabelasıyla ayının kafasını eşleştirilmiştir. tablo olarak sergilerken, yavru ayıyı da ‘dance’ yazısı altında insanlara sunar.


16

Kurgu: 1,2,3 Devam eden görüntüler S i n e m ato g ra f i : Genel plan, Renksiz Ses: Müzik sesi Mizansen: Adam teknolojik alet çöplüğünün t e p e s i n d e durur ve zafer kazanmışçasına sevinir, sonrasında

Bu sıralı çekimlerde, adam sadece doğa tahribatı ile kalmayıp, gereksiz teknolojik eşya tüketiminden kaynaklı bir çöplük yaratmıştır. Bu çöplüğün tepesinde ki zafer kutlaması, tüketim bolluğunu ne kadar çok yaptıysa o kadar başarı eleştiri ile gösterilmiştir. Sonraki görüntüde şehir, teknolojik malzeme çöplüğünden dağlara dönüşmüştür. Bu gösterge metonomik olarak yaşanılan dünyanın bu hızda bir tüketim çılgınlığıyla yok olacağı anlamındadır. Son karede adam yarattı ortamın kralı olmuştur, burada

çöplüğün her yerde olduğu gösterilir. En sonunda adam tahta oturur ve tacını takar

kişisel hazla beraber kapitalizmin yani tüketim çılgınlığının yarattığı ego tatmini söz konusudur. Görüntülerin renksiz olması, ortamın distopik atmosferini güçlendirici niteliktedir.

Kurgu: 1,2,3 devam eden görüntüler S i n e m ato g ra f i : Genel plan, Renksiz Ses: Ortam seni Mizansen: Adam

Bu çekimler, filmin son sahnesini oluşturur. Adam rahatça yerinde otururken uzaylılar gelir. Burada ki uzaylılar isimsiz, belirsiz bir insan grubu olarak da anlamlandırılabilirken bir kurtarıcı oldukları net bir biçimde ortadadır. Diğer bir şekilde

tahtında otururken uzaylılar gelir, etrafa bakınır. Sonrasında adımı tutup döverler ve en sonunda katlayıp giderler

istilaya gelmiş uzaylılar olarak da anlamlandırılabilir. Her iki sonuçta da etrafa bakınan bu tipler, etrafta adamın tüketmesinden kaynaklı hiçbir şey bulamaz ve adamı alırlar. Adamı alıp dövmeleri ve sonrasında ‘welcome’ şeklinde bırakmaları ise, bir intikam alma olarak yorumlanabilir. ‘welcome’ yazısı, izleyenlere tüketim dünyasına hoş geldin derken, gerçeklerle yüzleşmeye hazır mısın? Der nitelikte.


Sonuç Steve Cutts filmlerinde, tüketim toplumu ve tüketim çılgınlığı eleştirisinin filmlerinde nasıl kullandığını ve hangi göstergeler kullanarak kodladığını incelemeyi amaçladım. Bu doğrultuda yönetmenin tüketim çılgınlığı eleştirilerini kodlarken, metaforik ve metonomik anlam kullanımından fazlaca yararlandığını aşikâr durumda. Yönetmen filmlerinde tüketim çılgınlığının sorgulamasını yaptırırken, bu sorgulamaları belirli somut örneklendirmelere de dayandırıyor. Örnek olarak ‘kfcmercedes-black friday-jack daniels’ gibi, kapitalist ve liberal ekonominin dev firmalarına reklam ve pazarlama stratejileri üzerinden açık biçimde saldırıyor. Steve Cutts, auteur bir yönetmen. Filmleri animasyon olmasına karşın, tüm prodüksiyonu, senaryosu, animasyonları ve operatörlüğü kendisine ait. Ekonomik olarak, filmlerini sosyal medyadan izleyici ile buluşturuyor ve alternatif bir kaynak yaratmış oluyor. Bu durum aynı zamanda filmlerinde ki eleştirel bakış açısına özgürlük kazandırıyor. Sinema gösterim koşulları, temel bir ekonomik ilişkiyi beraberinde getirir, bu durum yapımcı ve sinema salonu işletmecisinin gişe hasılatını bölüşmesiyle sonlanır. Salonlarda gösterilen tüm filmler bu ekonomik bağlamda özgür değildir veya sanat kaygısı, eleştiri kaygısını kaybeder cümlesini kuramıyoruz bunun sebebi alternatif yayın mecralarının var olan ekonominin üzerine çıkamaması ve yeterince yaygın olamamasından kaynaklı. Gerçi şu anda var olan alternatif yayın organlarında da ne kadar sansürsüz ve ekonomik getirinin ön planda olmadığı filmlere yer verip alan açtığı konusu da tartışmaya açıktır. Fakat şöyle bir gerçeklik vardır ki ana akım/egemen sinema bahsettiğimiz ekonomik ilişki üzerine, izleyici sineması yani izleyiciyi müşteri olarak görerek bir tüketim sineması yapmaktadır. Yönetmen, filmlerini sosyal medyalarda göstererek aslında kişisel olarak da bu duruma da bir eleştiri getiriyor. Auteur kavramının

17


18

gerekliliğini yerine getirdiği gibi, eleştiri samimiyetini de bizlere gösteriyor. Sinematografik anlamda, iki filmde de dinamik bir kurgu söz konusu. Hatta Man filminde plan sekans kullanılmış durumda. Hikâye anlatımını görselleştirirken yönetmen tercihini, başlangıç-bitiş yani bir bakıma neden-sonuç ilişkisi üzerine kurmuş. Renk kullanımları hikâye durumunu yansıtır nitelikte yer yer fazla ışıltılı ve canlı renkler varken, bazen de ortamın distopik gerçekliğini anlatabilmek için solgun renkler ve siyahbeyaz bir renk kullanımı tercih etmiş. Steve Cutts, animasyon yönetmeni ve aynı zamanda bir illüstratör olduğundan kaynaklı, film karelerini kendisi tasarlıyor. Bu durum filmlerinde ki öznel bakış açısını koruduğu gibi, ona filmin bütününe hâkim olma durumu kazandırıyor. Auteur kavramını oldukça karşılayan yönetmen, eleştirel bakış açısıyla ve düzgün hikâye anlatım kodlarıyla tüketim çılgınlığı eleştirilerini oldukça yerinde ve güzel gerçekleştirmiş. Kullandığı göstergeler sinematografik öğelerin dışında metonomik ve metaforik olarak filmin içerisine iyi bir biçimde kodlanmış. İzleyene hem seyirlik bir zevk yaratıyor hem de dert edindiği ve sorgulatmak istediği sorgulatıyor.


Opera Mustafa Bilgin

19


20 Hatlar Karıştı Zeki Gümüş

o kadar basit ki kırmızıya dokunmak mavi kurtarır hayatı bilmiyorum hatlar karıştı kışın seslerde bozuk öksürüyor duygular yağmurlu sabaha *** Görsel: Numara 14 (1060) – Mark Rothko


21 Vaveyley Ziza Rumas

Tavuklarla horozların tanrısına tanı koyma kırılganlığım. Validemin vaveyley nidalarının nedenselliği üzerine kafa yormaya gerek yoktu çoğu zaman. Gelecekçe henüz ne olacağımızın belirsizliğindeyken, bize dönmezlik âdetince rahmete erişip hepimizi yalnız bıraktıktan sonra bile olumsuz olguların haberci haykırışı her daim kulağımda yankılanır, canlıca gür halini özler dururdum.


22

Bir kaç düzine yeğenle iki odalı hanedeki yaşam yarışı zarfımızdayken, henüz yeni yürümeye başlamış bebelerimizden birinin merdivenin ilk basamağında dengesini kaybedip son basamağı boylaması süresince vaveyleler ardı sıra yankılanırdı validemin dudaklarının arasından. Hepimiz koşup çocuğu yerden almaya yeltenirken, bebenin kendisi haminnesinin haykırışının niteliğinin ancak ölümle eşdeğer olabileceği bir olgunlukla olduğu yerde ağlamadan uzanırdı. Sekizinci basamağın dış kapımızın arkasında kalan düzlüğünde, büyük bir savaştan yenik ama başı dik çıkmış bir emir eri olgunluğuyla karşılardı bizi. Hepimiz valideme dönüp “Ödünü kopardın çocuğun! Ağlamasını askıya aldıracak kadar mı bağırılır!” serzenişinde bulunurken, o ise: “Her olanla, alamadığına ağlamasınlar zaten sizin gibi!” diyerek küçükken ona çektirdiğimiz çilelerin faturasını tek cümlesiyle kesiyordu, biz bir bütün kardeş, yeğen ve yenge sıfatındakilere. Beş yüz elli beş metre karelik birkaç meyve ağacının aralarına serpiştirilmiş sebze dikim bahçemizin bakımı için her gittiğinde, başıboş sokak gezginleri yaşıtlarım arasında argo sözlüğüne aşinalığıma engel olma gayesiyle ve bir şeftali veririm vaadiyle beni de yanında götürdüğü günlerden bir gün, henüz olgunlaşmamış armut ağacının altında sararıp yumuşayacak armut özlemiyle şeftalimi bitirmek istemezce ısırırken, kulağıma koşar adım gelen vaveyley haykırışıyla irkilerek valideme doğru bakındım. Kızıla kaçan tüy rengiyle bahçe komşumuzun anaç tavuğu vaveyley senfonisine katılma arzusu gösterircesine ka-kaka-ka hecelemesine paralel pır-pır-pır-pır kanat silkelemesiyle bir savaş uçağı hiddetince yerden havalanarak kaçıyordu. Bir sonraki yılın erzakı niyetine büyümeye bırakılan patlıcanların içindeki tohuma merak sararak yeme isteğine yeltenen tavukcağız, tohumların ağırlığından ve aşağıya doğru doluşmalarından ötürü güney kutupları şişkinleşmiş yerlerinden gagasıyla delik deşik ederek patlıcanların karınlarını yarmıştı. Validemin yan bahçedekilere tavuklarını şikâyet edip serzenişte


bulunduğu günün ardından birkaç gün sonra, şefkatini şeftali yumuşaklığında yaşadığım validemle tekrar bahçemizdeydik. Güneşin öğlen selamına durduğu zaman diliminde, elinde bir yemek tabağı ve üzerine kapak niyetine bırakılmış tandır ekmeğiyle beraber, komşumuz yanımıza çıkageldi. Şeftali ağacının gölgesinde bize öğlen yemeği getirmekle yetinmeyerek, sanki vaftiz törenine katılmışçasına kendisinden kaynaklı hataları sıralayarak adeta günah çıkarıyordu. Validemin teselli çabaları esnasında tandır ekmeğini tabağın üzerinden kaldırıp pişirdiği karnıyarığın karnını elindeki çatalla bir kez daha deşerek içindeki tavuk parçalarını gösterdi. İkimiz bakınıp hadi yiyelim edimine kavuşmayı beklerken, komşu Teyze: “O gün tohumluklarınızı yararak zarar veren şıllık kızıllı tavuğumuzdan yiyin. Kimin başına ne geldiyse meraktan geldi! Patlıcanların içini mi merak ediyordun? Al sana! Tam içine girdin de ne oldu? Akılsız horozlar da: ‘Vadedilmiş vaktin dışında ötsem acaba insanlar ne yapar?’ meraklarının encamında sahiplerinin körde kavrulmuş bıçaklarıyla ne yaptıklarını gördüler de ders alıp akıllanmadılar! afiyetle yiyin.” deyince, o an ölmüş olan gariban tavuğun kaçışı ve uçuşu görüntüsü gözlerimin ferinde bitmek bilmeyen bir sanrı siluetinde canlanıverdi. Tabağın başından hızlıca kalkıp bahçe girişindeki maydanoz kümesine doğru yürüdüm. Bütün çağırmalarına rağmen kemirgen açlığıma: “Aç değilim! Yemiyorum.” fermanını kabul ettirip, kırılganlığımı maydanozların ince gövdelerini okşayarak teselliye yeltendim. Yıllar ve yollar sonra vaveyley nidasının gölgesinde canlı ama bir o kadar da ölümü bekleyen kutup soğukluğundaki o çocuksu bakışı ve patlıcana yem olmuş ölü tavuğun uçuşu hisse kaldı. Çocuklar haminnelerinden acıya karşı dimdik durmayı ayaklanır ayaklanmaz öğrendiler. Tavuklar ve de horozlarsa elimizce çizilmiş kaderlerine yenildiler. *** Görsel: Spartacus II (2015) – Mehmet Resul Kaçar

23


24

Odamdayım Kemâl Hatipoğlu


25

(la douleur exquise)

Odamdayım, dirseklerimi çürütmekteyim. Işık açık, kapı kapalı, masa başında. Ah! Gezip tozmak varken, şu gencecik yaşımda, Gözlerim kapalı ve seni düşünmekteyim.

Tekirdağ, 2018

Bir ara, uslu bir çocuk olup, eski meşhurlarımızın nakışlarını inceledim ve bu şiiri işledim. İyi mi ettim, kötü mü ettim bilemedim. Görüldüğü kadar da zor değilmiş, basit; üç ters, bir atla, üç ters, bir atla.. *** Görsel: Buz Fırtınası (1971) – Andrew Wyeth


26 Can Kafeste Uyurken Ahmet Ayberk Aykul

Kasımda yağmaya başlayan kar, Ocak ayı bitmeden eriyip gidiyordu. Evrenin, başkalaşmış insan tininin yarattığı yaşam temposuna ayak uydurma, uyduramama şekliydi bu. Her şey o kadar hızlanmıştı ki, hiçbir yaprak bekleyemez olmuştu ne sararıp solmak ne de yeşermek için. Acı böyle başlamıştı; kimseye hissettirmeden ama aniden değil aksine yavaş yavaş, kapı aralıklarından geçerek belki parmak uçlarında belki emekleyerek. Üstüne sinen koku gibi, sinmek bu arada sinmek…


Üç gün yeterliydi artık, dört mevsimi görmek için. Baharları aynı güne sığdırdılar, Sadık Erdem ağladı. Bir detaydı, bir sevinç, bir yaşam çığlığı yaşamak için. Masumca süzülen gözyaşı yanaklarında iz bırakarak vurdu yerde, dağıldı sonra. Aynada gördü ağladı. İzlere dokunmanın tatlı anısı kaldı elinde. Bunu anlamadı. Dokunmak, çoktan unutulmuştu, birileri tarafından alçakça unutturulmuştu. Bütün bunların içgüdüsel şekilde yarattığı acı sarıp sarmaladı bedenini, içi içini içti. Soğuktu teni fakat üşüyemedi. Aynanın ötesinde bir başka sararan yaprak toprağa dokunup yeşillendi. Birden havalanıp ağaç dalında eski yerini aldı. Herkesin gözünün önünde yaptı bunu. Bırak göz mü kalmıştı! Kaldıysa herkes mi kördü yoksa zamanla işlevi mi değişti? Uyku hali bu. Acı çek. Unut. Devam et. Acı çek. Unut. Devam et. Ertesi gün uyandığında bütün üstü başıyla, yatağa hiç de benzemeyen bir yatakta, her yerinde kar vardı Sadık Erdem’in. Ağladı, sımsıcak ağladı. Öyle ki gözleri yandı, hissetmedi. Sıradaki gözyaşı da bunun içindi. İnsan, eşref-i mahlûkat! Vücudu boyunca aktı yaşlar. Buzlar çözüldü, battaniye eridi. Denizler oluştu. Ve mavilikte aşk kendini buldu. Bir kadın biçimde aşk; kısa süreli boğulma hissi, gözleri onu beşik gibi sallıyor, çevreliyor… Sadık Erdem hatırlamadı. Çoktan unutmuştu. Unutmakla hemdem olmuştu sanki. Tam da bu sırada suda yansımasını gördü, iyice baktı, tanımıyormuşçasına baktı. Önemli değildi, yaşlıca gözlerine de alışacaktı. Bir ses geldi çok uzaklardaki kayalıklardan. Kırlangıç üflüyordu ve güneş, daha yakındaydı şu an, iyiden hallice yaklaşıyordu iyice. Sudaki yansıması kaldı, su yok oldu. Kapattı perdelerini Sadık Erdem, iyice sıkınca iki damla daha boşaldı, önce resmini silip onlar da yok oldu. Sessizlik doğdu, rahatsız edici hırıltısında sallanan memeleriyle nefret sarstı geceyi. Sadık Erdem yalnızlıktansa nefreti tercih etti. Nefretle yattı o gece, kapılar kilitlendi.

27


28

Çırılçıplak, yer yer kan ve tırnak izleriyle uyandı Sadık Erdem. O kan, derisinde kavruldu. Azap bütün çölü sardı. Etrafta ağır bir ter kokusu… Ve de palavra. Sadık Erdem kaçtı, bu sefer ağlamadı. İlikleri acılarına işledi. Bir rüzgâr ile delik deşik oldu. Bir gül açmaya başladı sonra sırtında. Yavaş yavaş doğruldu, diken verdi. Sadık Erdem yetişip de alamadı. Uğraştı, uğraştı. Çenesi arasında dişleri kırıldı, dilini kopardı. Sırtında açan gül kaşınıyordu. Kaşınıyordu sırtında açan gül. O kokusuna muhtaçtı. Uzanamadı. Kum parmak uçlarını ıslattı, yaktı. Sadık Erdem kırlangıca yalvardı. Üstündeki kanları kusunca, kırlangıç da ötmeyi kesti, güneş yavaş yavaş eski yerine döndü. Bir kadın sarhoşça çaldı piyanoyu, parmakları biraz kanayana dek. Gül soldu, düştüğünde kokusu yoktu. Önümüz bahardı, ertesi gün Sadık Erdem alçakça her şeyi unuttu. Gözlerini tekrar açtığında zamanın üstündeydi. İşemek, kahvaltı yapmak ve ofise yetişmek üzere doğrulurken örtü kıvrılıverdi geriye. Sadık Erdem bunu istemezdi. Gecede ay, gündüzde güneş yok oldu. Önce gölgeler yok oldu. Yok olmak yani öyle basit değil, sen-ben gibi, geldiğinde bir daha olmamak üzere, yaşamak gibi bir şey bu. Yok olmak, hiçliğin sonsuzunda kayıplara karışmak gibi. Her taraf yangın yeriydi, yuvarlak bir alev topu dönmekte, bir yıldız ötekinin içinde. Sonra akıl, sonra bütün duygular; aşk, tutku hissiyat… Teker teker yok oldu. Adını kaybetti o delikte Sadık Erdem bir hatırladığı o vardı zaten. Güç ve nefret kendilerini takdim ettiler, fıtratla tanıştı S.E. Onlar da yok olunca tin ve tinin de ötesinde görünmez eller, el sallıyordu zaman kıvrılınca geriye. Hepsini birer birer hatırlatmıştı unuttuğu. Geriye yalnızca o görünmez eller kaldı; her şeyin başındaki, büyükçe, görünmez eller. Daha gerisi yoktu geldiği yerde. Yaklaştı, ellerde o vardı bir yadsımayla. Saf insan bir masumiyetti oysa. İnsan, eşref-i mahlûkat! Ta ki fıtratına kadar.


Ağladı Sadık Erdem, haysiyet ve şahsiyet için, alçakça unuttuğu hissiyatlar, anlamlar için. Yaşamak adı verdiği uykuda bütün rüyaları umut ederek geçirdiği için en çok. En çok da bunun için. “Yaşamı yadsımak, her an, işte şu an ölmek yeni güne aldırmadan. Sen aldırırdın. Seni unutup, kalanı hatırlamak. Merhametten korkmamak ki merhamet yalnızlıktır. Yaşamı yadsımak, her an, işte şu an ölmek istemek bu bedenden, başkalaşmış tinden fakat yitip gitmek değil buradan. Ne kadar acı bu hissediyor musunuz? Görünmez ellerin son başyapıtı, ruhun soyluluğunu ne akılla yaşamın gölgeleri ile deşmeli? Öyle değil her an, işte şu an ölmek istemeli ki bu istememek demektir. Sen isterdin, yaşam istemektir o dilde yaşam. Oysa ölüm için her an işte şu an daha az istemeli. Görüyor musunuz? Bir ıslaklıkla açıldı mı sizin de perdeleriniz? Yoksa artık iyice delirmenin tatlı yalnızlığı sadece benim mi?” dedi ve kırlangıcın son sözleriyle ışık da yok olurken onun tini yüce karanlığın sonsuzluğunda bir yıldız oluverdi. “topraktan topraktan topraktan geldin. toprağa toprağa toprağa gideceksin” *** Görsel: Melankoli (2011) – Lars Von Trier

29


30 Yakarış Batuhan Suiçmez


31 Bir büyük boşluktayım şimdi. Kurdum sandalyemi, sallanıyorum bir o yana bir bu yana. Arada bir ses işitirlerse eğer, çevremi saran korkak ışıklar, ürkmesinler sakın. Sandalyeden geliyordur olsa olsa. Çünkü söz verdim konuşmamaya, bir daha hiçbir sözcükle açmayacağıma cansız gırtlağımı. Boşunadır zaten kaderdeki kelimeyi aramak. Çünkü biz onu bulamadan o çoktan bize yerleşmiştir. Ancak mesele onu dillendirmek değil, onu işittirmek hiç değil. Ondan kurtulabilmek sadece. Ankara *** Görsel: Paul Gaugin’in Sandalyesi (1888) – Vincent van Gogh


32 Yola Düşenlerin Işığı İsmet Şengül


33 Döngünün biçimsel yanı. Belleğin bedene, bedenin ruha, ruhun vicdana yüklediği en büyük yüktür asalakça yaşamak. “Özünde gerçeği haykıramayanlar esaslarına yüreklice bağlanamayanlar, ya asalaklığından çıkamamıştır, ya da insanlıktan yana nasibini alamamıştır” “Varoluşun deryasında bir katre olana, amansızca gelen dalgalar ne eyler ki? Özünde özgürlüğü yüceltip Hakkı bulana, fırtınalar kopsa dahi söyle ne eyler ki?” Yaşamın kıyısında bir yer tutunamayanlar, ne ömürlerini bağlayabilecekleri bir halata, ne de halatı atabilecekleri bir limana asla varmazlar, ömürlerini karanlık sularda geçirmeye mahkûm olurlar, bu mahkûmiyete kendilerini mecbur kılanlar, kendi köhnemişliklerinden her ne kadar kurtulmaya çalışsalar da bir kaşık suda dahi olsa boğulmaktan asla kurtulamazlar. Hayat çekilmez, hayat erişilemez olur onlar için, topal yürüyüşlerine, kokuşmuş beyinlerine. O beyinlerde sade ve sadece üç şey mevcuttur. Ateş, barut ve bir de dinamit. Ateş; yakanların, barut; ateşi tutanların, dinamit ise fitili ateşleyenlerin ellerindedir her daim. Gecenin zifirinde yönünü bulup sabaha düşemeyenlerin, aydınlığa gözlerini açamayanların ve destansı bir hayatı yiğitçe yaşayanların hikâyesidir bu hikâye. Aşk olsun, geleceğe doğru bir yol olana, o yolda hancı, güneşe varan kervancı olana. Aşk olsun, yıldızlarda sancak yapanlara, halka baş, yoksullara ekmek aş olanlara. “Bu ışık, yola düşenlerin IŞIĞIDIR”


34

ÖZGÜRLÜK Özgürlük, gökyüzündeki yıldızlar gibidir. Bir uçtan bir uca kuşatandır sonsuzluğu. Engel tanımadan, kural koymadan, hakkaniyetlice güneşten aldığı ışığı ve hakkaniyetlice eşit yansıtandır. Kendi patlamışlığından yepyeni galaksiler yaratan sınırsız bir kâinattır. Ne eylesen de sığmaz bendine, ne de mümkündür kesmek önünü. Yön belli, gidiş belli, hür oğlu hürüm der, karar belli söz belli. Kaynayıpta geldiği göz belli. “Özgürlük, su gibidir içmesini bilene.” “Özgürlük, dikeni olmayıp, engebesiz yol gibidir yürümesini bilene.” “Özgürlük, ateşten gömlek de olsa giyeceksin eğnine, demirden leblebi de olsa yiyeceksin dört elle sarılarak geleceğine.” Hürriyet ateşten dağlar aşıp demirden ağları geçmektir. İnsanlığa hizmet, kölelik düzenine bir son demektir. “Bu yol, ateşe yön, insanlığa boy verenlerin yoludur.” UMUT Denizin ortasında kuru bir kütüğe sarılmak, uçurum kenarında incede olsa bir dala tutunmak, en amansız fırtınada bir oyuntuya sığınmak gibidir. Umut gecenin renginde ışığı süzmek, namlunun uçunda ki kurşunu şakağında hissetmek gibidir. Her ne kadar ihanetle kuşatılsa da varlığı, hep var olacaktır, ayrık otunun hüküm sürdüğü bu topraklarda. “Bu yol, umutsuza umut olanların yoludur.” “Bu yol, köleliği hürriyetlikle taçlandıranların yoludur.”


GÜLÜMSEMEK Acıya çakılan Altın bir mısmar çivi gibidir. Kederli yüzlere atan şafak, tarlalarda bire on veren, sarı sıcak endamıyla salınıp duran, altın başlı başak, aya düşen ışık gibidir gülümsemek. “Öylesine içli, öylesine derindir ki gülümseyerek hayata bakmak, erir gider karşısında buzdan dağ olsa.” “Gülümsemek kupkuru çölde suya gark olmak. Yusuf misali düştüğün kuyuda çıkmak gibidir.” “Göz yaşıyla sulanırsa geçmişin izleri, filizlenip boy verir ayrılığın devleri.” “Göz yaşı yakışmaz acıya gülenlere, acıyla da gülünse gülmek tanrılara yaraşır.“ “Göz yaşıdır düşen köleliğin payına, gülmek tanrılaraysa ağlamak hayvanlara yaraşır.” “Bu yol, acıya gülerek, ayakta dimdik duranların yoludur.” MERHAMET “Çeliğe verilen su gibidir.” Ateşe köz, köre göz, dilsize söz, kuru dala öz gibidir. Merhamet kurumuş toprağa inen her bir damla. Merhamet insana verilmiş en asil duygulardan biridir. Merhamet var olan yaşamların sürekliliğinin sağlanmasında en ana etkendir. Merhamet sığınılacak bir liman, koruyup kollayan kanattır. Merhamet evrensel bir anlayıştır. Başkalarına karşın merhametsiz olanlar kendi yakınlarına karşın da vicdandan yoksun ve acımasız olurlar.

35


36

“Merhametten yoksun beyler utansın, tutuşsun ay ışığı geceler yansın yansın!” Güneşimizi çalan eller, karanlığa gömen eller, şu taşlaşmış yüreklerimize mısmar çivi çakan eller Utansın oy, oy utansın! “Ne acılar çektik merhametten yoksunların elinden, yokluğa gark olduk muhannetin gölünde, nicedir ki kavruluruz çölünde.” “Gözlerinde süzülüp gitse de ışık, dizlerinde çekilip gitse de derman, durmak yok, yürüyeceksin inançla, katılmak için merhametin göçüne.” “Bu yol, yoludur.” “Bu yol, yoludur.”

yönünü

merhametten

yana

çizenlerin

içindeki çocuk vicdanını öldürmeyenlerin

SEVGİ Sevgi tek amaç, tek gaye olmalı biz insanlar için, sevgi ana temeldir, kolondur, kiriştir betonu güçlendiren demirdir, alaşımdır. Sevgi ebediliktir, sonsuzluktur. Sevgi güneştir, aydır. Sevgi kurulu bir yaydır, cümle yaratılmışlığa sevgi okunu fırlatan. “Sevgi bireyleri bir arada tutup yücelten en asil duygulardan biridir.” “Sevgi harcıyla atılmayan bir temel yükseltmeden kendini yıkılmaya mahkûmdur.”


“Öylesine içli, öylesine derindir ki, yürekten sevgiyle coşup gelen o bakışlar, erir gider karşısında buzdan dağ olsa.” “Ne çare ki nice zamandır dikene dönüşür oldu insanlığın toprağına ektiğimiz sevgi ve hoş görünün gülleri.” “Bu yol, tarlaya buğdayı ekenlerin, buğdayı başağa, başağı harmana dökenlerin, emeği umuda döndürenlerin yoludur.” “Bu yol, sevgiyi aşk ile sevdaya katanların yoludur.” AŞK “Aşk ateşten gömlektir giymesini bilene, aşk demirden leblebidir yemesini bilene.” “Gerçek aşk, aşk ehlinin işidir. Aşk ehli bu yükü lekesizce taşımasını bilen kişidir.” Aşk ki sevdaya dönüşürse sevgi ırmağında, can bulursa derin denizlerin aydınlığında, yelken açarsa aşk ile, sevda ile bezetilen ufuklara, keşif etmektir muradı el ense çekmeden hayatın tozlu yollarında, uğurlanmadan yaratılmışlığın sonsuzluğuna. “Derin denizlerin yalnızlığında eserken sevdamız efil efil geçerken üstümüzde sevdanın güneşi, aya tutunmaktır gecenin zifirinde, düşmeden yüreklerimizin uçurumuna.” “Aşkın badesinde içenler bilir, zehir dahi olsa yüz dönmemeyi.” “Ateşten gömlek de olsa giyeceksin aşkı eğnine, demirden leblebi de olsa yiyeceksin yürekte bağlanarak sevdiğine.” “Bu seyri sefer, aşk ile sevgi ile sevda ile ateşten dağları eritenlerindir.”

37


38

DİRENMEK Eğer ki yaşantın öyle ya da böyle bir şekilde yürüyorsa orada alt edilemeyen bir direniş vardır, o mevcut direniştir ki ayakta tutar biz direnenleri. Her şeyin olması gerektiği asıllığı hakkında bilgi sahibi olanlar, en nihayetinde geleceğin kaynağını ve esaslarını aramaya koyulacaklardır. Ve çokça zaman geçmeden yeni yaşam döngüleri kurulacak ve yepyeni pınarlar vücuda gelip gizemin derinliklerine doğru akacaktır. Yaşantımızda ki depremler işleyen birçok yanımızı enkaz altında bırakırken, kuvvetli yanımızla birlikte gizli yanlarımızı da açığa çıkarır. Düşene dayanak, aça ekmek, zayıfa güç olsun diye acı çekip dururken hep bir yanımız. Bir yanımız dağ rüzgârı, bir yanımız kıtlık kıran sefaletlik, bir yanımız ise sarı başağı. Bir yanımız derin dehlizlerin yalnızlığı, bir yanımız artan zulüm, bir yanımızda der ki asla olmayız itin uşağı. “Bu yol zorbaya direnenlerin yoludur”. YAŞAMAK Döngünün sundukları tarihin götürdükleriyle birlikte bize getirdikleri, başlı başına bir deneyimdir. Yaşam döngüsü devinimle iç içe hemhal olmuş fikirlerin kuramların ana kaynağıdır, o kaynakta beslenmesini bilene. Ezenle ezilen, sömürenle sömürülen, boyun büküp ram ettirilmeye çalışılan bu doğrultuda ve bu boylam üzerinde sınanır, olabildiğince deneyim kazanır, bu gidişattan bir pay çıkarıp almasını bilene. İşte bu kazanım çok uzun bir aramanın, isabetli bir bakışın ve de isabetsizliğin, öğrenmenin ve de öğrenememenin süreci yeni deneyimlerin ardında gelir. Oldukça uzun soluklu bir maratondur yaşadığımız hayat. Asıl mesele devraldığımız


maneviyatı nasıl ve ne şekilde tamamlayacağımızdır. İnsanlığın var olma olgusu ve insan topluluğu bir devingenlik haliyle uzun soluklu bir arayıştır. Yaşamları boyunca yüreklerinde korkuyu besleyip büyütenlerin, köleliği seçenlerin, yani bu yarım yamalakların böylesi değer yargılarını yerle yeksan edip parçalayınız! “Bu yol, sımsıkı yumruk misali, hayata tutunanların yoludur.” İYİLİK İyilik saf kan bir at gibidir, menzilini alamayan. İyilik gecenin ardında söken şafak gibidir, hududunu bulamayan. İyilik güneş gibidir ısıtır ama yakmaz. İyilik ışık gibidir kendi yönünü bile aydınlatamayan. İnsanların hayatını ve geleceğini tehlikeye atan unsurlar nelerdir ve de kimlerdir? Ne çare ki kötülüğün karşısında acze düşen iyilik, zarar vermektedir insanlığın mihenk taşına. İyilik ak libas giyinmiş tertemiz bir olgudur. Kötülük, zırhına bürünmüş yalın kılıç dörtnala üzerine gelendir. On iyilik de yapsan bir kötülüğe galebe çalamazsın. Adaletli ve iyilik sahibi olanlar bir kelebeğin kanadındaki zaman diliminde yol alırlar, sınırı yoktur menzilleri belirsizdir. Dişliler iyilikten aldığı güçle çevirir kötülüğün çarkını. İyilik bendini aşamayan su gibidir ne eksilir nede aşar kendini. Dünya iyi insanların yüzü suyu hörmetine dönüyor olsaydı eğer, bugünümüz de kötülük galebe çalıp her şeye hâkim olabilir miydi? Sadece iyiliğin adaleti hüküm sürüyor olmaz mıydı? Dünya iyilerin değil, kötülüğü ağır basan

39


40

fitnebazların ellerinde ve ekseninde dönüyorken, bu sav ne kadar yerli yerinde olup gerçeği çağrıştırabilirki? Bundandır ki zarar veren tek olgu ve etken iyilik ve iyiler olmuyor mu? Kötülükle mücadele edecek güç dengesini sağlayamayıp zulmün ordusuna emsal güç yetirmeyen iyilik, zarardan başka hiçbir fayda getirmez insanlığın yaşamsal döngüsüne. En büyük tehlike iyilerden ve adillerden gelmiyor mu? İyiliği beklerken kötülüğün darbesi ne de yamandır. İyiler ve adiller var ile yok arasındaki kısacık bir zaman diliminde yol alırlar. Yolları engebe yolları diken doludur. Galebe çalamayan her ne olgu olursa olsun bir söz, bir manadan fazlası olamaz hiçbir zaman. Velhasıl; iyiler hep sonun başlangıcıdır. Ve kötülük her zaman iyilikten beslenir bu şekilde alır gıdasını. İyiler hiçbir vakit bir denge unsuru olamamışlardır. Kendi erdemlerini oluşturamazlar. Kendi özel erdemlerini oluşturanları ipe çekmeye mecbur hissederler kendilerini her zaman. Hissiyatları gerçeklikle asla bağdaşmaz, özüyle uyuşmaz, var olma olgusuyla bütünleşmez. Gerçek budur! İnsanlığı kendi öz varlığında bir seyri sefere çıkartırsak eğer, yıkım ölüm ve kaoslar zincirinden oluşmuş bir korku tünelinden başka hiçbir şey olmadığını ve olamayacağını görürüz. Bu ahval büyük bir akıl tutulması ve tiksinti veriyor insana. Sadece kötülüğün karşısında kullanılıp söylenen bir cümleden başka hiçbir şey değildir iyilik. Merhamet iyilikten gelir. Boşuna mı söylemiş atalarımız “Merhametten maraz doğar!” diye. İyilikten de garez doğar, kin doğar. İyiliğin maneviyatı güçlü olup maddiyatı zayıftır. Oysa dünyadaki hüküm süren yaşamlar, maneviyattan soyutlayarak kendilerini sadece ve sadece maddiyatta bağlanmışlardır. İyilik artık cılız bir daldır tutunanın elinde kalan. İyilik kötülüğe sunulan bir sürek avıdır avcısı hiç azalmayan. İyilik beyinde kalbe, kalpten dile gelip dudak ucunda kalan bir damlacıktır,


güneşi görmeden kuruyup giden. İyiliğin savunucusu olanlar hep yalan söylerler, yalanla bezetirler dünyalarını, çünkü insanlar murat edip de başaramadığı söylemlerin yalancısı olurlar, bu doğrultuda tek çareyi yalan söylemekte bulurlar. Sizlere sesleniyorum iyilikten dem tutanlar. Bundan sonra insanlığın ve doğruluğun cesur, yürekli, kararlı, azimli savunucuları olunuz. Yüzünüze taktığınız iyilik kisvesinden sıyrılıp kurtulabilirseniz eğer. Ey insanlar doğru olun bu doğrultuda yol alın, doğruluk adaletin ve iyiliğin başlangıç noktasıdır. Dalgalı bir denizde insanlık sizlere tutunarak kurtulmasını öğrensin. Her şey kişinin kendi dahilindedir. Kendindeki seni bulmak bana getirir bütün yollarını. Aynı menzil için birleşen yollar, geleceğe sağlam yıkılmaz bir köprü olur. “Yüreğiniz ki dağlar kadar yüksek, sevgileriniz ki denizler kadar engin, umutlarınız ki paha biçilemeyecek kadar zengin, iyilikleriniz ki sonsuzluk kadar güçlü olsun.” “Bu yol, kendilerini iyiliğe, adalete ve insanlığa adayanların yoludur.” KARARSIZLIK VE ÇÜRÜMÜŞLÜK Bir kısım insanlar oldu olası çözümlenmesi güç ve de imkânsızmış gibi duran birçok sorunun üstüne gidip, çözümlenemez gibi algı uyandırarak kendilerinde, üstesinde gelemeyeceklerini kabullenip uğraş vermeden acizliklerine boyun bükerek olumlu olumsuz her şeyi benimseme yoluna giderler. Bu hal bir çürümüşlük ve kokuşmuşluk halidir. Çözümleme sanatını kendi öz varlığında geliştiremeyenler, yüzeysel bakıp derinlemesine inmekten korktukları her şeyden kaçarak görmezden gelirler. Başarısızlık korkusu daha basite indirgenmiş, daha kolay gözüken boylama yönlendirir onları, kendilerini kandırmaktan öteye gidemezler. Bu hal kararsızlığın

41


42

en bariz göstergesidir. Oysaki bu kaçışlar iradeyi zayıflatır, ruhu köhneleştirir, vicdanı kurutur, gönül gözünü köreltir, tutarsızlığı güçlendirir ve mayayı bozup özü çürütür. Ne yazık ki düşünce biçimlerinin tamamen dengesiz ve tutarsız oluşu, ölçüp biçmeden, sağlıklı bir şekilde düşünmeden kabullenilen varsayım ve olasılıklar sürekli tepemizde dönüp duran üst yapısal ideolojiler tarafından belirlenip şekillendirilmektedir. İnsanlar üretken olmalıdır ve geliştirdiği formüller toplum yaşam döngüsünde yararlı olup sürekliliğini koruyabilmelidir. Alt yapısını güçlendirerek üst yapısallığı modernize edebilmelidir. Yapısallıktaki gelişmiş teknolojik ve sistemli yenilikler görsel sanatın yapısal boyutunu ve geleneklerini geçersiz ve anlamsız hale getirmemelidir. “Bu yol, kararsızlığı çürümüşlükle bezetenlerin değil, yaşamı sanata dönüştürenlerin yoludur.” İZLENİMCİLİK Doğru bir payda üzerinde görünümlerin ışıkla nasıl değiştiğini ve etkileşimin nasıl meydana geldiğini gösterir. Doğru bir izlenimcilikle akıp giden zamanı, zamanın sürüklediği nesneleri ve nesnel olguları sabitlikten uzak hareket halinde olarak fark ederiz. Gerçeklikle böylesi bir olguyu bağdaştırıp, öznel görüntüsünü yeni baştan üretmek asıl amaç olmalıdır. Yaratılacak böylesi bir algı değişkenleşir asıl bu değişkenliğin altında yatan bir bütünsel kuramın peşinde olunmalıdır. Bunun ana temeli ise elementlerin ve geometrik katı cisimlerin kendisinde bulunmaktadır. Oysa doğa bizlerin görüp de algıladığımızın çok ötesindedir. Sağlıklı bir şekilde algılayamadığımız doğanın gizemi kendi sonunun başlangıcı olmuştur. Biz insanlar gizeme hayranız, o gizemin etkisinde kurtulamayanlar çözümsüzlüğün ve doğru


olmayan izlenimlerin rüzgârına kapılarak, doğayı kendimizden, kendimizi doğadan soyutlayıp kendi yaşam döngümüzü bozuk işleyen çarkın dişlileri arasında parçalatarak işe yaramaz hale getirmiş olmaktayız. En azından bilimle sanatı birbirinden ayrı bağımsız olarak, ama birbirini tamamlayan ölçütlerinde anlamlaştırıp, tamamlayıcı tutumlar geliştirerek sıkça görülmeyen tarihsel bir boylama taşımalıyız. Çoğul ve eş zamanlı görüşlerimizin açılarıyla, birlikte yol almalıyız. İnsani duygularımızdan ve kişiliğimizden uzaklaştırmadan kendimizi, sınırlarımızı çizip birbirimizle kutuplaşmak yerine, aynı boylamda tek düze bir yaklaşım sergileyip, biz insanların gerçekliğin ve doğruluğun dışında olmadığımızı iyi belleyip, kabul ettirmeliyiz birbirimize. Tarihsel ve kuramsal olarak ne kendimizden öncekilerle bir savaş halinde olmalıyız ne de gelecektekilere aynı savaşın oluşumu için zemin hazırlamalıyız. Sürekliliğini kaybetmeyen verimli bir işbirliği içinde olmalıyız daima. “Bu yol, ortak değerler ve doğru paydalar üzerinde insanlığa hizmet edenlerin yoludur.” GERÇEK DEĞERLER Mesele neyi nasıl yaptığın da değildir yeni deneyler ve yeni organlar yapmak da değildir. Aslolan yaptığınız şeylerin, kimlerin ve kimin iktidarının benimsenip kabul edeceği ve meşrulaştırılacağıdır. Asıl mesele yapılanın edilenin doğruluğudur. Ederi var mıdır yok mudur? Meşrulaştırmanın doğru yerinde ve zamanında olması mutlak önem taşır. Popülerliği olmayıp gerçeklikten yana alakasız duran, benimsenirliği sıfır hiçbir tutarlılığı olmayıp da kurumsal beğeni standardı haline getirilmesi doğruluk ve dürüstlükten ne kadar da uzak. Hiçbir sanatsal değeri olmayan bir eserin, bir objenin çok da büyük bir değeri varmışçasına görüşe ve satışa

43


44 sunulması gerçeklikten ne kadar da uzak ve yanlış. Bütün

yanlışların gerçeklik dışı olan her şeyin, her olgunun fırsata çevrildiği bir zamanda yaşamaktayız. Sanatın gerçek üretenleri değil, sahtecileri pastada en büyük payı kapmaktadır. Sanatsal ticaretin işlevi ve boyutu azımsanmayacak kadar büyük. Serbest piyasada yer edinen ekonominin klasikleşmiş bir örneğidir. Ederi belirlendiği kadar olmayan ve lakin ederinden daha yüksek değer bulan, sahtecilik nasıl olupda el üstünde tutularak meşrulaştırılmıştır? Ya gerçek anlamda sanata boyut ve derinlik katanlar, neden olması gereken yerinden ve çizgisinden koparılıp uzak tutulurlar? Sahtecilik neden daha yüksek bir payeyle ödüllendirilir? Anlamını yitiren gerçek sanat, özünü kaybeden sanatseverlik, yönünü şaşıran sistem, doğruluk ve dürüstlüğe ne kadar yakın olabilir ki? Sanatseverlik hak edene, sanata ve sanatçıya hak ettiği değeri vermekle başlar. Üretip sofraya sunan; sunulanı kendine mal ederek tüketenden daha mı değersiz? Haksızlığın ve sanat sömürüsünün bile boyumuzu aştığı bu zamanda, haktan hukuktan hangi yüzle bahsedilebilir ki? Üretenin sömürülüp değersizleştiği bir zamanda üretkenlik nasıl olurda işlevini geliştirip büyüyebilir. Unutulmamalıdır ki hünerli ellerde güzelleşir sanat ve güzelleştirir çevresini. “Bu yol, geçmişi geleceğe bağlayanların, sanatla dünyayı güzelleştirenlerin yoludur.” BURJUVAZİ ve YOKSUL HALK Tarihsel gelişimle ilgili olması gerekmeyen “derin yapı” nedir? Konuşan herkesin olasılığın dışında kontrolsüz bir düzeyde paylaştığı dilin alt yapısıdır. Yapısalcılık varoluşçuluğa uymayan var olan ve zamanla değişime uğrayanı değil, şimdi var olanı inceler. Sistem insanları eğitmez, eğitim adı altında gericiliği, bağnazlığı ve cehaleti yük ederek belleklere, akıl fukaralığıyla beyinden yana sakat bırakır. Varoluşculuk koşullarıyla


sistemin dayattığı gibi, kendi kısır yaşamlarına empoze ederek, kendilerince algıladıkları boyutta sunulan apayrı bir dünya biçimi yaşamsal sistemlerine oturtuldu. Böylesi bir durumda gerçek suçlulara karşın verilecek olan mücadele olağan üstü bir vaziyette güçleşecektir. Toplumdan kopmuş olanların tekrar topluma kazanımı olasılığını tamamen ortadan kaldırmış olacağı gibi, suçlular kervanına yenilerini de katmış olacaktır. Cezai işlemini tamamlamadan serbest kalanlar, örgütlü suç işleyenler için bulunmaz bir kaynak olacaktır. Eğitimsiz toplumlarda suçlular dizginlenemez; birer suç makinasına dönüşürler. Halk için ve ülke için geleceğe dair en güzelini savunup isteyen bizler; proletaryanın öncülüğünde hareket ederek, sosyalist devrimi savunmalıyız. Büyük ve küçük burjuva olarak bilinen burjuvazi reformistleri olan, sivil ve de askeri bürokrasinin öncülüğünde demokratik devrimi savunmaları gerçeklikten ne kadar da uzak. Sosyalist devrimin geçeceği yeni bir aşamayı sisteme oturtmak gerekliliktir. Askeri nitelik taşıyan emperyalizmin yükselmeye dair hiçbir aşamada sağlıklı yol alması mümkün olamaz. Verdiğimiz sosyalist mücadele yani antiemperyalist, anti feodal ve antikapitalist bir mücadeledir. Sözde mücadele yanlısı olarak gözüken küçük burjuva, yani emperyalizme karşı olduklarını savundukları bu noktada tam da yapmaları gereken, verilmekte olan mücadelede tarafını belli edip mücadeleye katılarak, bizimle aynı gayeyi gütmek zorundadırlar. Gelecek için güzel şeyler murat edenlerin, insanlık için mücadelenin en şanlısını doğru ve yerinde, aynı enlem ve boylam üzerinde vermelidirler. Ve bu mücadele etabının en zor aşamalarını başarıyla geçerek kazanımları daha ileriye taşıyabilmelidirler. “Cesaretini kırarak kendini canlı canlı mezara gömmek, sunulan varoluşçuluğa, alınan nefese, doğan güneşe yapılan en büyük ihanettir.” “Bu yol, düzenbaza dur diyenlerin yoludur.”

45


46

ŞÜKÜRCÜLÜK Yüzyıllardır ki hüküm ve yargı sahipleri, kendilerini vasatın üstünde gören inanç sahipleri, yani din tacirleri, kendilerini üst bilgiyle donatamayan kısır kalmış dimağlara şükürcülüğü yükleyerek asırlardır uyutmayı başarmışlardır. Kendileri tomar tomar tanrılar yaratarak günlerini gün ederek, yoksul halkın, ezilen sınıfların üzerinde hegemonyalarını kurarak, yaşattıkları her olumsuzluğun, her sıkıntının, her açlığın, sefaletliğin, her belanın Allah’tan geldiği hissini empoze ederek şükürcülükle kurdukları sistemin çarkını sekteye dahi uğratmadan döndürmekteler. Oysaki sadece Allah’tan geldiğine inanılan her ne ise ona şükür edilmelidir, kuldan gelene değil! Asırlardır hiç değişmeyen tanrılara ideal bir tapınak olan bu sonsuz ve canlı evrene hayran olmamak mümkün mü? İnsan varolmuşluğa sonsuzluk olmayı hedef olarak seçmeli. Ama doğmuş olup, doğurmuş olan biz değişen varlıkların sonsuzluğu, değişmeyenin sonsuzluğuyla bir tutulabilir mi? Dünya varoluşçuluğun en mükemmel ve en işlevli mekanizmasıdır. Biz insanlar ise o mekanizmayı bozup hiç ettik, dağıtıp piç ettik, yağmalayıp talan ettik, hırsıza talancıya yol ettik, kurutarak her bir kaynağını kıtlık kıran çöl ettik. “Dünya bizlere ne verdi?” diyenlere karşın dünyanın sundukları aşikâr. Peki, sizler insan olarak varolmuş ve varolacaklar, sizler bu cömert ve bir o kadar da alçak gönüllü olan bu kainatın incisine ne verdiniz bu güne kadar? Ölüm ve yıkımdan başka! “Bu yol, insanlığa, varoluşçuluğa hizmet edenlerin yoludur.” UÇURUMUN KIYISI Yüksekler olmamalıdır bizleri korkutan, çünkü en korkuncu uçurumun kıyısına paralel yamaçlardır. Tutunduğun yerde bir kez aşağıya bakmaya gör. İşte o an tehlike çanları


çalıp, ölüm davulu patlatırcasına döver döşünü. Beynin döner, aklın başından firar eder, tüm değerlerin sıfıra iner o an, kan basıncı tavan yapar, uyuşur gider vücudu diri tutan her ne varsa. Gücün son raddeye gelir, gözlerin kararır, parmakların kaybeder hissiyatını. Ölümle yaşam arasındaki o ince çizgide gelgitleri yaşarsın, ruhun bedenine isyanlardadır. Salisede sorgularsın bütün yaşanmışlığını. Gün hesap günüdür, kendini yargılayıp, kendine verirsin hesabını. Yargılayan yargıcın da savcın da sen olursun. Ama insan bir tek kendi avukatlığını yapamaz. Yaşamla ölüm arasındaki ince çizgideyken, mahkeme salonu sonsuzluktur jüri ise uçurum yamacındaki, seni bekleyen yalçın kayalıklardır. Hâkimin ise tutunduğun her ne ise odur. Ya kıracaktır kalemini ya da yeni baştan kazandıracaktır iradeni. Riya terk ederse insanlığın toprağını, o toprak ki seni alıp yüceltir yukarı, en yukarıya. Yani “insan üstü”ne. Gerçek irade bunu istemeli, insanlığın başlangıcı ve bitişi. Ağır bir yara almış olan kibir, bütün acıların, bütün dramların anası değil midir? Beğenmişlik, ayrıştırarak kendini, insanlardan soyutlanmaktır. Asıl sorun kendi beğenmişlik derecesini ölçememeleridir. Bu tip kişiler kendi ederlerini sürekli başkalarından öğrenmeye çalışırlar, pohpohlanmak onların geçim kaynağı ve gıdasıdır, çok değerli, çok yüce bir kişi olduklarının hissiyatını verir kendilerine. Kendilerini üstün insan olarak görmeleri ayaklarını yerden keser. Sırtlarını verip pembe bulutlara, ayakları havada, başları yerde pembe hayaller içinde yaşar giderler. Alçak gönüllülük nelere katlanmadı ki? Irmaklarım var vadilerimde akan, güneşim var dünyamı aydınlatan, yağmurlarım var bulutlarımda yağan, rüzgârlarım var harmanımı savuran, dağlarım var arkamda duran. Yüreğim var umutsuzluğa yan bakan.

47


48 “Unutmayın ki içtenlikle el veren, düşenleri yerden kaldırır. Ovalara omuz veren dağları yerinden oynatır.” Bilir misiniz bilmem çimenlere çiğ gecenin en sakin vaktinde düşer. Göçe yüz tutmuş duvar, gecenin en sessiz vaktinde devrilir. Doğal felaketler en beklenmedik anda yüz gösterir. Sen, sen ol gidişatını asla unutma, yoluna ters düşenler geldikleri uçurumun kenarını bile göremezler. Büyük yalanlar üzerine büyük emirler verenler, en üst noktada yerini alır, yalanın sesi tok ve gür olur, bastırır doğruluğun naif ve sade olan sesini. Yapılması gereken büyük işleri başaramayan emir buyurucular, yalanın arkasına sığınarak yürütürler yararsız işlerini. Dışarıya yansıtılan ise büyük işlerin yapılmış olduğu havasıdır. Pohpohlanmak kabartır doymak bilmez iştahlarını. Oysa bilmezler ki “fırtınayı getiren engin düşen sözlerdir” güvercin kanadından gelen hür fikir ve özgür düşüncelerdir. Varoluşçuluğu idare edenler olgunlaşmalı, güzel iradenin meyvesi olgunluğa erişebildikçe var olur insan. Zaferinde mağrur ol. Kibirlenme. Kim kibirin getirdiği zafere yenik düşmedi? Kimin gözü kibirin gün batımında körelmedi? Kim bende-i kibiriyle toprağa gömülmedi? Hangi kibir kervanı, kinin nefretin sahrasında dağılmadı? Kimin kibir binası yerle yeksan olmadı? Senin olan her ne ise sana döner sonunda, kendine baraktığının iyi yap hesabını. “Bu yol, mağrur ve muzaffer olanların yoludur”. “Bu yol, gözünü ufka dikenlerin yoludur”. “Aşk olsun bu uğurda “insanüstüne “erenlere”.


49 DUYAN SAĞIR, BAKAN KÖR Dikkatini kendinden uzaklaştıran çok şey görüp, çok şeye de vakıf olur. Kendi üstünde yükselmesini bilen yıldızları yukarıda seyreder. İşte zirve budur, çıkmasını bilene. İnsana kalan, sadece onurdur, aşağılık dünyanın aşağılık yüzüne gülene. Yazgısı düzgün olan son yolculuğuna iyi hazırlar kendisini. “Ahhhh! Birde benim bu gece gece bezginliğim olmasa” belki de ufuklara kanat çırpan bir anka kuşu misali küllerimden yeniden doğar umutla bezetirdim yarınlarımı. Bizler ki bir gizemin içerisinde korku çağını yaşamaktayız. Gizi çözemedikçe korkunun esiri olmaktan öteye taşıyamayız kendimizi. Korku dağlarının yaratıldığı bir çağ ve bu korkunun arkasına hapis edilmiş idrakten yoksun iradeler. “Bir insanın gösterebileceği iki yüzü olmalı, biri hakka diğeri halka.” Bedenindeki bütün organların duyu ve işlevselliğini unutan kişi, her daim sınırlı ve temkinli olur. Dilinin ses olduğunu, kulaklarının duyusunu, gözlerinin görüşünü unut. Zamansız esen fırtınanın sürükleyeceği belirsiz bir nesne olmaktan uzak tut kendini. Unutulmamalıdır ki şiddet, baskı, zülüm korkunun çocuğudur. Değil midir ki korkaklık, ihanet ve kalleşliğe iten insanı? Değil midir ki güven duygusunu ortadan kaldırıp katleden insani yanımızı? Değil midir güç zehirlenmesinin diğer yanı? İnsanları baskı altına alarak şiddet uygulanması, korkaklığın en belirgin örneğidir. “Kendini hikmet sahibi gösteren şarlatan ulema takımıyla cennete gitmektense, bilge ve aklıselim ilim adamlarıyla cehennemde olmayı yeğlerim.”


50

“Mekkenin fütursuzluğunu, ikiyüzlülüğünü ve küstahlığını adaletli kılıcı ile gidermiş Muhammet Mustafa’nın aşkına, çivisi çıkmış bu coğrafyanın küstahlığına adaletin kılıcıyla bir son verin.” En belirgin mesafesi güneşe ve tutkulara uyarlanmış, genişliğiyle zamanın iki yüzü vardır. Sonsuzluğun çöplüğüne atılan, çağdaş dünyanın artıkları olmak istemiyorsak, gerçeğin ve geleceğin ta kendisi olmalıyız. Gezden, gözden ve arpacıktan düşürülen çağın kurbanları olmamak adına, ilim irfan sahipleri olarak insanlığın yarınlarına hizmet edelim. Yarına, yarına umutla bakan çocuklar için. “Bu yol, geçmişin küllerinden yeni bir gelecek kuranların yoludur.” “Bu yol, insanlığa hizmet edenlerin yoludur.” *** Görsel: Toplumun Sütunları (1926) – George Grosz


Sağcılık

51

Özgür Karakaya

İnsanların politik görüşlerine göre sağcı ve solcu diye ayrılmasının kökeni 1789 Fransız İhtilali’yle başlamaktadır. Devrimden sonra açılan Fransız Ulusal Meclisi’nin ilk oturumunda Başkan’ın sağ tarafındaki koltuklarda Kralı destekleyenler; sol tarafındaki koltuklarda ise Devrim taraftarları oturuyordu. Siyasal felsefe olarak, sağcılığın temeli 18. yy’da Edmund Burke tarafından atılmıştır. Muhafazakârlık ve milliyetçilik gibi unsurlar barındırmaktadır. Sosyal demokrasi de sağcılık içerisinde yamalı bohça durumudur. Sol gibi görünse de aslında sağın ömrünü uzatan bir görüşü yansıtır.


52 Serbest piyasa ekonomisini destekleyerek sermayeye tavır almaz. Olaylara sınıfsal bilinçle yaklaşmamaktadır. Sistemi dengeleme görevini yerine getirir. Verilen bilginin dışına çıkmamayı ve sorgulamamayı getirir. Tüketimi destekleyen reklam sloganlarını benimsetmeye çalışır. Kaybetme korkusuyla hareket ederek, Vatan elden gidecek, devlet elden gidecek ve tabii ki “din elden gidecek” temel söylemiyle. Sormadan, eleştirmeden boyun eğer. Ekonomik alanda özelleştirmeden yana olmaktır. Ekonomik bağımsızlıkla fazla ilgilenmez. Bilmek değil inanmak belirleyicidir. Ege ormanlarının maden firmalarına peşkeş çekilmesi, Karadeniz yaylaları, çeşitli çevresel sorunlar gündeminde yer almaz. Toplumlarda yerleşik olarak bulunan değerlerin üstünde şekillenerek onlardan beslenmektedir. Statükonun yanındadır. Hiç bir değişimden yana değildir. İnsanların eşit olmadığına inanırlar. Toplumda zenginler ve güçlüler varsa, mevcut zenginliğe ve güce saygı gösterilmelidir. Bu dinsel telkinlerle de desteklenmektedir. Mevcut sistemin, kapitalist ya da feodal etkili kapitalist yapının korunmasından yanadırlar. Sermayenin yanında olmadır. Sağı belirleyen başka bir önemli unsur da sola karşı olmasıdır. Özünde gelenekçiliği taşır ve durağanlığı getirir. Siyasal bakış, düşünsel perspektifini ağırlıklı olarak bireyin aidiyetleri üzerine kurulur. İtaat ve çile kültürü ön plandadır. Otorite ve devleti de yüceltmektedir. . Kadınların saçı uzun aklı kısadır, sözünü sevmeyi getirir. Adaletin “özlenen adalet”, ya da “İlâhî adalet” söylemiyle hareket eder. Toplumsal hiyerarşiyi savunur. Belirli kişilerin ya da grupların üstünlüğünden yanadır. Hakkını arama yerine “buna da şükür” denilmektedir.


53 “Halk devlet içindir” söylemi de yer almaktadır. Kraldan çok kralcılık yapılmaktadır, güce tapma, düzeni sevmeyi ve ilkesizliği getirir. Çıkar ve düzen devamlılık arz edecekse uzlaşmaktan çekinmemektedir. Her dönem güçlünün yanında yer alıştır. *** Görsel: Bataklığı Geçerken (2018) - Jon McNaughton


54


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.