Azizm Sanat E-Dergi Nisan 2018

Page 1


AZİZM SANAT ÖRGÜTÜ E-Dergi 124. Sayı Yayın Kurulu Onur Keşaplı Volkan Bağırgan Tasarım Selçuk Korkmaz Ön Kapak Balkon Odası Adolph Menzel 1845 Arka Kapak Bahçede Pat Perry (http://patperry.net/) Twitter @AzizmSanat Facebook /azizmsanat Instagram /azizm.sanat E-Mail azizm.sanat@gmail.com

www.azizmsanat.org


İÇİNDEKİLER

Rasyonalizm ve Aydınlanma İlkay Sevgi

Halil Cibran’a ve Marek’e Şiir Aslı Maraşlı

Yaşam Döngüsü İsmet Şengül

Koş Aydın Saka

Tutkular Batuhan Suiçmez

4 7 21

Editörden

Söyleşi: Ertuğrul Karslıoğlu

26 28 29 36 40 42 44

Ağaç, Ah-Aç Mustafa Bilgin

Sağ Kalan Oğuz Hendekçi

Sabır Kenan Dönmez


4 EDİTÖRDEN Bellek yitimi, son yıllarda nüfusta hatırı sayılır bir kesime tanı olarak konulan alzheimer ve demans hastalıklarıyla birlikte üzerine daha çok konuşulur bir durum halini almış olsa da hafızasızlık olarak niteleyebileceğimiz seviye, toplumsallaşamayan yığınlarımız nezdinde her daim “milli” dokularımızdan biri olagelmiştir. Kendi çevremiz üzerinden, bilimsel olmayan gözlemlere dayalı bir yorum getirmek gerekirse, bellek hastalıklarının belleğini ömrü boyunca verimli kullanan bireylerde daha çok görüldüğünü söyleyebiliriz. Ancak hafızasızlık veya amiyane tabirle balık hafızalılık aklı kullanmama/kullanamama ile büyük ölçüde doğru orantılı gözüküyor. Tehlikesi ise sosyal medya ile ayyuka çıkan sürü psikolojisinin yarattığı bulaşıcılık. Herkesin her konuda duyarlı olduğu bir ortamda duyarlılık ve politik doğruculuk buharlaşma ihtimalini içinde barındırır. Edebiyatımızın büyük kalemi Ülkü Tamer’in ölümünün adeta tüm Türkiye’yi yasa boğması ve belli bir süre boyunca Tamer’in sömürülecek olması, sanki entelektüel bir toplama sahip olduğumuzu hissettirebilir. Veya meclis başkanının kadınları sahneye çıkartmamasına karşı hiç bir toplumsallığı olmayan, kitleselleşemeyen tepkileri, kişisel tatmin uğruna gerçekleştirmek bireyin kendi kendini kandırmasının usta işi yollarından biri olabilir. Yada, tiyatro vakası ile ilgili sıfır derece muhalif Haluk Bilginer’in eleştirirmiş gibi yapıp aslında devlet tiyatrosu taşlamasına kaymasını anlayacak asgari zekadan yoksunlaşıp onu muhalif bir altın bulmuşçasına haberleştirmek kime, neye yaramaktadır? Kadınların Atatürk’ün meclisinde sahneye çıkartılmadığı gerçeği de, Ülkü Tamer adında bir edebiyat çınarımızın bu topraklardan geçtiği de yığınlar tarafından süratle unutulacak. Fakat her an her konuda fikir, duygu paylaşımıyla


yaratılacak enformasyon kirliliği baki ve kronik kalacak. Bir dönemin en güçlü hegemonya karşıtı söylemi “Türkiye Laiktir, Laik Kalacak”ı hatırlayan var mı? Hatırlamayı geçtik bugün bu cümleyi yeniden sloganlaştıracak olan bir yapılanma var mı? Cumhuriyetin ne kadar laik olduğu tartışması bir yana, Türkiye’nin laik kalacağına, kaldığına inanan var mı? Peki böylesi bir kırmızı çizginin tarumar edilmesine karşın nasıl oluyor da sözde muhalif çoğunluğun gündeliği neşe ve keyiften ayrı tutulamıyor, gözlemlenemiyor? Kurtarılmış bölgelerde yaşadığının bilincinde olmayan hatırı sayılır bir toplam ülkenin neredeyse tamamının artıklaşmış bir zihniyete teslim edilmesini görmüyor, hissetmiyor veya umursamıyor. Gelinen noktada Tüketim Toplumu adlı ünlü yapıtıyla günümüzün vazgeçilmez tabirini 1970’lerde sistematik bir yapı olarak kuramsal açıdan gözler önüne seren Jean Baudrillard’ın, kitabın başında Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ından alıntıladığı pasajın doğruluğu artık bizim kıyılarımızı da kuşattığını kabul etmek gerek: “Bütün maddi tatminleri sağlayın ona, öyle ki uyumak, çörek yemek ve dünya tarihini sürdürmeyi dert edinmekten başka yapacak bir şeyi kalmasın; yeryüzünün tüm mallarına boğun ve saç diplerine kadar mutluluğa gömün: Bu mutluluğun yüzeyine küçük kabarcıklar çıkacaktır, suyun üzerinde olduğu gibi.” Böylesi bir çerçevelemede, küçük bir yapılanma olan Azizm Sanat Örgütü’nün varlığı da sorgulanmalı. Biz ne yapıyoruz, neden yapıyoruz? Çalışmalarımızın temelinde ve zirvesinde herhangi bir gerekçe aramak, günümüz zaman/ mekanı düşünüldüğünde ne kadar doğru? Peki gerekçesizce hareket etmek ne denli dürüst, hele de manifestomuz düşünüldüğünde? Örgüt olarak varoluşsal buhranların hiç de kişisel olmayabileceğini kanıtlar bir hale büründüğümüz bu ay, Azizm Sanat E-Dergi akılcılık ve Aydınlanma ilişkisine

5


6

farklı bir yaklaşım getiren bir makaleyle açılıyor. Ülkemizin önde gelen belgesel sinemacılarından Ertuğrul Karslıoğlu ile gerçekleştirdiğimiz söyleşi ise yedinci sanata dair bu sayımızdaki yegane içerik. Değerli karikatürist Mustafa Bilgin’in ikili okumalara imkan tanıyan çizgilerinin yer aldığı sayfalarımız farklı kuşakların farklı üsluplarını içeren şiirlere ev sahipliği yapıyor. Yeniden, gür bir sesle, Türkiye’nin laik olduğunu ve laik kalabileceğini dile getirebilmek ve bellek yitimini en azından yavaşlatabilmek için gerekli toplumsallaşma adına, sanatla kalın dostlar. Azizm’in Notu: Aynı zamanda kuruluşumuzun 11. yılına ev sahipliği yapacak Mayıs ayındaki 125. sayımızda, 1960’lar ve 1970’ler boyunca ülkemizi ve tüm dünyayı sarsan 68 Kuşağının 50. yılı onuruna, Azizm Sanat E-Dergi’de 68 Kuşağı ve Sanat dosyasını işleyeceğiz. Öncelikli olarak dosya konusuyla bağlantılı olmak üzere, dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video, resim ve fotoğrafı 1 Mayıs tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.


7 Rasyonalizm ve Aydınlanma İlkay Sevgi Norman Hampson aydınlanmayı “Tarihsel olguların, sanat yapıtlarının, bilimsel buluş ve felsefi spekülasyonların birbiriyle etkileşimlerinden oluşan ve bu etkileşimin insanın tarihe, sanata, bilime ve felsefeye bakışını değiştirmesiyle biçimlenen bir ilişkiler ağı” olarak tanımlıyor.1 Üstelik 15. Ve 16. Yüzyılda tohumları atılmaya başlanan 19. Yüzyılın ortalarına kadar süratle gelişen aydınlanma düşüncesinin yukarıdaki tanımda öne çıkan sanat yapıtları, bilimsel buluşlar ve felsefe gibi konuların her birinde yaptığı sıçrama olağanüstüdür. Öyle ki tüm toplumu etkilemekle kalmayıp tüm dünyayı etkileyecek, imparatorlukları sarsacak, yeni ülkeler kurulmasına neden olacak, halen geçerli olduğunu söyleyebileceğimiz modern devletin, hukukun önceliğinin ve rasyonalizmin temellerini kuracaktır. Her şeyin dinle bağlantılı olarak açıklandığı ve insan aklının gerilerde kaldığı için boşluklar açılarak, metafizik düşüncenin bu boşlukları doldurduğu ortaçağ dönemi boyunca, her sorunun cevabı Tanrıydı ve Tanrı’nın görüşlerini insanlara aktarma göreviyle çeşitli din adamları – ruhban sınıfı- , kendi yargılarını ve fikirlerini Tanrı otoritesiyle insanlara sunuyordu. Savaşlar çağında bir çeşit düşünce tembelliği yaşanıyordu ve bu tembellik ve savaşlar birbirini güçlendirdikçe, düşünceden korkulmaya başlanmış, deney yapanlar ya da toplumun sıkı dayatmalarına uymayanlar cadı olarak nitelendirilerek Engizisyonun gazabına uğramıştı.

Kilise baskısı ve dogmaların düşünceyi nasıl olumsuz

1

Norman Hampson. 1991. Aydınlanma Çağı. Doğan Kitap


8 etkilediği konusunda Giardano Bruno’nun hayatı bize çok şey anlatır. Öncelikle Herakleitos, Giardano Bruno, Spinoza ve Yunus Emre arasındaki ortak noktayı anlatarak söze başlayabilirim. 17. Yüzyıl Hollanda filozofu olan ve düşünceleriyle aydınlanmanın özünü kuran Spinoza, 16. Yüzyıl filozofu olan ve düşünceleriyle din baskısının yıkılmasına yardımcı olan Bruno, Milattan Önce 6. Yüzyıl filozofu Herakleitos ve 13. Yüzyıl mistiği Yunus Emre arasında nasıl bir ortak nokta olabilir? Saydığım filozofların ilk akla gelen ortak noktası, kutsal ve yaratıcı gücün evrenin kendisi olduğu fikri olabilir ki bu fikir tek tanrılı dinler için materyalizmden bile daha radikaldir. Bu fikirle birlikte sorumluluk, insanın kendisine geçmekte ve dini duyguların yetki devri ya da istismarı mümkün olmamaktadır. Eğer ortak nokta bu içkin anlayış olsaydı, Antik Yunan filozoflarından Herakleitos yerine Plotinos ya da Parmenides sayılabilirdi. Bir diğer ortak nokta, sonsuzluk fikrinin bu düşünürlerde özel bir yer tutmasıdır. Hem sonsuzluk hem de birlik, düşünürlerin değindiği temel fikirlerdir. Herakleitos, felsefede ilk kez bir sistem oluşturan filozof olarak bilinir. Herakleitos, hiçbir şeyin durağan olmadığını, her şeyin değiştiğini sisteminde anlatır. Bununla birlikte değişimin bir düzeni vardır. Değişimdeki birlik, sonsuz bir döngüdür. Yunus Emre, evrende ilk var olmaya başlayan olgunun deveran (hareket) olduğunu, daha sonra hareket nedeniyle ortaya çıkan cereyan (elektrik) ile varlıkların vuku bulduğunu anlatır. Bruno, Spinoza ve Yunus Emre, cevherden, monad ya da farklı isimlerle söz ederler. Ancak bana göre asıl ilginç ortak nokta, felsefelerinde hareketin yeridir. “İnsanın teninin doğası bütün cisimlerde olduğu gibi hareket ve sükûna bağlıdır. Hareket ve sükûn halinde bulunan bir cisim, hareket ve sükûn halinde bulunan diğer cisimlerden her zaman etkilenir. Bu sonsuza kadar böyle gider. Bir başka deyişle ten ve


zihnimiz hareket ve sükûn üzerinden yükselir. Evren hareket ve sükûn üzerinde kuruludur.” (Spinoza)2 Giardino Bruno, bilimin ve tutarlılığın kahramanlarının başında gelir. Rahip, gökbilimci ve filozoftur. Kopernik sistemi ile tanıştıktan sonra mensubu olduğu tarikattan ayrıldı çünkü O, felsefenin temel yönüne uyarak iyiden ve doğrudan çok, gerçeği arıyordu. Görüşleri nedeniyle dinsizlikle suçlanarak, Avrupa’da sürekli yer değiştirmek durumunda kaldı. Cenevre’den Paris’e, Paris’ten Londra’ya ve oradan da Zürih’e ve İtalya’ya gitti. İtalya’da Galilei ile tanıştı ancak Mocenigo isimli bir aristokratla çatışınca O’nun tarafından engizisyona teslim edildi. Fikirlerini değiştirmesi için yoğun baskı ve işkence görmesine rağmen fikirlerinden ödün vermedi. Ölüm kararını kendisine bildiren yargıca: “Bu kararı açıklarken siz benden daha çok korkuyorsunuz” diyecekti. Sonuçta, ne yazık ki, 1600 yılı Şubat ayında Roma’nın Campo de’ Fiori meydanında Bruno, diri diri yakıldı. “Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de onu açıklamaktan korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım.” Ünlü sözlerinden bir diğeri ise Güneş Sisteminin dışındaki dünyaların olasılığından söz ettiği 1584’de De L’Infinito Universo E Mondi” (Evrenin Sınırsızlığı ve Birliği) eserinde yazdığı şu cümlelerdir: “ Ve bu uzay, sonsuzluk dediğimiz şey olmalı, çünkü onu sınırlayacak bir neden, kapasite, olasılık, algı ya da gerçek yok. Buna benzer sonsuz dünyalar var ve tür olarak bir farkları yok çünkü bir neden veya doğal kapasite eksikliği bulunmuyor (hem pasif hem de aktif gücü kastediyorum) ki içinde, bizi kuşatan bu uzayda yer aldıkları gibi, doğası gereği bundan farklı ya da ayrı olmayan başka bir uzayda bulunmamalılar. (Beşinci Diyalog) 2

Özgen, Mehmet Kasım. 2013. Beytulhikme An International Journal of Philosophy

9


10

“Bu yüzden de sayısız güneş, bu güneşlerin etrafında dönen sayısız dünya var, tıpkı bize yakın olan güneşin etrafında dönen yedi (gezegen) olduğunu gördüğümüz gibi” (Üçüncü Diyalog).3 Batının içinde olduğu bu dar alanın yanında Osmanlı imparatorluğu kanunları oluşturmaya çalışıyor, devlet sistemini yazılı olarak geliştiriyor, din ve milletlere saygılı bir imparatorluk için temel bir felsefe kuruyordu. Bektaşi düşüncesi, insanı ön plana çıkarak, eşitlikçi önermeleriyle toplumu temel değer etrafında bütünleştiriyordu. Arap kültürü uzayı izliyor, keşifler yapıyor, büyük kütüphanelerinde ilkçağ felsefesinin elyazması kitaplarını saklıyordu. Tüm bu gelişmeler ve teknolojinin adımlarıyla başlayan uzun yolculuklar ve kıta keşifleri, batı için şanslı bir dönemin başlangıcı olacaktı. Ancak, felsefi emeğin, sanatsal buluşların ve yukarıdaki tanımda belirtilen “etkileşimlerin” ve “ilişkiler ağının” dolayısıyla iletişimin ana hattını oluşturduğu aydınlanma; her alanda yenilenmenin, keşiflerin, bir tesadüf denemeyecek kadar birbirine bağlı gelişimin, ilerlemenin, çalışmanın ürünüydü. Descartes’in ünlü sözü, “De omnibus dubidantum”, “Her şeyden Şüphelen” fikri ile bilinen her şey, masaya yatırılıyor ve aklın süzgecinden geçiriliyordu. Şüphe etmek düşünmektir. Düşünmek var olmaktır. Şimdiye kadar sözü geçen düşünürlerin bağımsız düşünme, sorumluluk alma ve harekete geçme konusunda aydınlanma çağının alt yapısını kuranların başını çektiğini söylemek yanlış olmaz. Aydınlanmayı tek başına bir kişiyle özdeşleştirmemiz istense Leonardo da Vinci ve Nietszche arasında kalırım. Bizden de Başir Fuad. Çünkü deney, gözlem ve yaratıcılık (sanat) da aydınlanmanın olmazsa olmazlarıdır. Nietszche, dogmalara karşı savaş açarak, cesaretin, akılcılığın 3

https://www.bbvaopenmind.com/en/giordano-bruno-the-philosopher-of-astronomy/


ön şartı olduğunu ortaya koyarken, Başir Fuad, ölümün nasıl bir şey olduğunu yazmak hedefiyle 5 Şubat 1887’de intihar etmiş ve aynı deneyi yapan batılı kâşiflerin aksine gerçekten ölmüştür.

Başir Fuad Leonardo da Vinci, resim, heykel, anatomi, matematik, bilim, edebiyat, mühendislik, anatomi, jeoloji, mimari, kartografi gibi pek çok alanda çalışmalar yapmıştır. Paleontoloji ve mimarinin yaratıcısıdır. Yüzlerce anatomik çizim yapmıştır. Helikopter ve paraşüt gibi keşifleri bulunmaktadır. Tüm zamanların en büyük ressamı olduğu söylenir ve aşağıdaki “Vitruvius Adamı” olarak anılan, insanı merkeze alan çalışması ile modernizmin öncüsü olmuştur. 4 Newton’un ışık üzerinde yaptığı çalışmalar, bu çalışmalardan etkilenen Voltaire’in insan hakları konusundaki yazıları, bilimin ve modern devletin temel taşlarını kurdu. Newton’un okültizme ve simyaya olan ilgisi bilim ve bilim ötesinin oldukça yakın ilişki içinde olduğunu gösterir. 4

https://listelist.com/leonardo-da-vinci/

11


12


Bizim gibi “arada” kalmış ülkeler için Aydınlanma olgusu çok daha titizlikle üzerinde durulması gereken, farklı bakış açılarıyla anlaşılması hayati olan bir süreçtir. İnsan hakları, Osmanlı imparatorluğu, Avusturya Macaristan imparatorluğu gibi büyük imparatorlukların yıkılmasında önemli ivme oluşturan bir gelişmeydi. Çünkü her ne kadar altın çağlarında Osmanlı İmparatorluğu, örneğin Çin ve Rusya’nın aksine, Tasavvuf felsefesinin etkisiyle, dinlere ve milliyetlere saygı duyarak yüzyıllarca kültürleri aynılaştırmadan yaşamalarını sağlasa da kolektif bilinç ve toplumsallığın etkisiyle bireyi ve bireysel hakları ve özgürlükleri hiçe sayıyordu. İnsan hakları bilinci, büyük aydınlanma dalgaları oluşturarak, din otoritesiyle bir arada tutulan büyük imparatorluk birleşenlerini koparıyordu. Birey olmak, tüm dünyanın bilgisini gerektiriyordu. Artık insan, kendi adına kararlar veren ve daha ulu olan kolektifin huzuru ve bütünlüğü için kendi haklarından vazgeçmeyi kabul etmeyecek kadar güçlenmişti. Birincisi, bilimin kendi kurallarını koymaya başlaması ve keşifleriyle buharlı gemi icat edilmiş, Portekizliler ve İspanyollar gibi batı toplumları dünyayı keşfetmeye başlamıştı. Yağmalar yoluyla ülkelerine getirdikleri hazineler maddi kaynak oluştururken, bilgi serüveni ve kültürlerden öğrenme ve dinmeyen merak, yeni oluşan burjuva sınıfını hem maddi hem manevi anlamda boyun eğmeyecek bir güce ulaştırıyordu. Bu yeni sınıf, sanat ile tüm toplumu etkilemeyi ve bilgi serüvenine katmayı başarırken, 12. Yüzyıldan beri yavaş yavaş gelişen hukuk olgusunu da geliştiriyor ve modern hukuk sistemini kuruyordu. Bu vesileyle soylu sınıfın kendiliğinden sahip olduğu sınırsız haklara ve güce “dur” diyor, ekonomik ve siyasi güce ulaşmaya başlıyordu. Belki de Osmanlı Devleti olmasa batı aydınlanması bu şekilde gelişmeyecekti. Birincisi, devlet sisteminin yazılı olması, hukuk sisteminin ortaçağdan itibaren kurulmaya başlaması,

13


14

diplomasi konularında Osmanlı’nın ilham kaynağı olduğu durumlar azımsanacak gibi değildir. İkincisi, birçok tarihçi ve düşünür, coğrafi keşiflerde, doğrudan olmayan Osmanlı katkısına dikkat çeker. İmparatorluk, sınırlarını geliştirdikçe, baharat yollarından ve doğal kaynaklardan kopan batı, deniz aşırı keşiflere yönelmiştir. Ayrıca, Osmanlı’da toprağın devlete ait olması, eleştirel teoriye esin vermiştir. Sınıf çatışmalarının sınırlı olarak yaşandığı Osmanlı için Karl Marx “doğu cenneti” diyordu ve hayatının son zamanlarında önemli sırlar içerdiğini düşündüğü Türkçeyi öğrenmeye çalışıyordu. Eleştirel teori, kapitalist sistemin sürekli kendini sorgulamasını ve zaman içinde Sosyal Devlet, liberalizm gibi orta yollar bulmaya çalışmasını getirdi. Ne var ki, akılcılık ve bilim, insan hakları, modern devlet ve hukuk sistemi, birbirleriyle etkileşim içinde geliştikçe, sanat hem esin yoluyla gerçekliği sorgulayıp, hem de bilgilerin topluma aşılanıp her katmana ulaşmasını kolaylaştırdıkça, batı, birey haklarından, devlet yapısına, ekonomik güçten, kültürel iletişime kadar çok yönlü bir gelişim sağlayarak arayı açtı. İnsan hakları, o kadar belirleyici bir gelişmedir ki, o olmadan hiçbir sistemin olumlu tarafı amacına ulaşamaz. Belki de en önemli eksiği olan insan hakları konusundaki aydınlanma, Osmanlı yapısı içinde gelişemediği için Fransız ihtilali ile birlikte dalga dalga yayılan milliyetçilik Osmanlı’ya ulaşarak, milletlerin özgürlük için mücadelesini getirdi. Batı, kendi yolunda akılcılığı Habermas’ın deyişiyle “araçsal akıl” olarak kullanıp, bu gelişimi dış dünyada çıkarların önceliği ile sömürge kültürüne getirdi fakat kendi içinde eşitlikçi, özgürlükçü bir sistem kurmayı başararak dünyanın birçok kısmı için bir model haline geldi. Yine de yine Jurgen Habermas’a göre aydınlanma, tamamlanmamış bir projedir. İnsan hakları evrenselleştirilmeden gerçek anlamına ulaşamamaktadır. Belki Osmanlı, Tanzimat dönemlerinde sadece azınlıklar için değil tüm tebaa için insan haklarını geliştirmeyi başarsaydı, postmodernist dönemde


örnek teşkil edebilecek, milletleri bir arada yaşatma kültürünü, tasavvuf felsefesinin açıklığı ve eşitlik bilinciyle sürdürmeyi başarabilirdi. Tasavvuf felsefesini dini dogmalarla yan yana düşünmemek gerekir. İçkinci anlayış, bilinen tek tanrılı dinlerin çeşitli kişi ve grupların çıkarları için kullanılmasını engelleyerek sorumluluğu insana vermektedir. Bu konuda Nurettin Topçu’nun Hareket Felsefesi’ne değinmek aydınlatıcı olabilir. Nurettin Topçu, Sorbon Üniversitesinde felsefe doktorasını tamamlamış ilk Türk öğrencidir. Doktora tezi “isyan ahlakı” fikriyatının temelini oluşturmuştur. Fransa’da Maurice Blondel ile tanışmış ve O’nun hareket felsefesinden etkilenmiştir. Hareket, yalnızca maddenin yer değiştirmesi ya da eylem olarak değil, sonsuzluğa uzanan bir kavram olarak kullanılmaktadır. Doğuda kullanılan “aydınlanma” teriminin vücut bulduğu, yogilerin doğadan esinlenerek sabit postürlerde insan vücudunun esnekliğini geliştirdiğini düşünün. Bir de Anadolu mistiklerini, sürekli hareketi ve hareketteki uyumu ve birliği öne çıkaran Mevlevilerin dönüş –sema- raksını düşünün. Nurettin Topçu, tasavvuf düşüncesini ve hareket felsefesini birleştirmek için hemen harekete geçti. “Hareket felsefesinin özgürlüğe bakışı da hareket temellidir. İnsan şuurunda hürriyet yoktur. Harekette özgürlük olabilir çünkü düşüncemizde hürriyet ihtimalleri ve seçenekleri mevcut olabilir ama kişi ancak seçimini yapınca hürce hareket etmiş olur.” 5

5

Ceylan,Semih. İyinin ve Kötünün Ötesinde – Hareket Felsefesi, İsyan Ahlakı

15


16

Nurettin Topçu’ya göre irade bireyden başlar ve sırasıyla aile, sanat, toplum, ahlak ve insanlığa ulaşır. Hareketini sonsuzluğun sınırına ulaştırmış olan kişi başarıya ulaşmış olur. Bu noktaya ulaşmak için gereken irade, isyan ahlakından geçer. Adalet olgusunu içinde barındırmayan bir hareket insanı “sonsuz varlığa” eriştiremez. Adaleti zedeleyen en büyük şey ise istismardır. İnsanın inanç, irade ve hareketinin zalime, bireysel ya da toplumsal istismarcılara karşı durması gerekir. İşte bu “isyan ahlakıdır”. Batı’da aydınlanma döneminde din ve politik güç arasındaki kopuş önemli bir basamaktır. Modernizm ve postmodernizm için önemli etkileri olan bir düşünür olan Nietzsche’nin ortaya koyduğu gibi bu dönemde ve sonrası için iyilik ve kötülük, erdemli hayat ve kolektif akıl, ahlak ve özgürlük, doğru ve yanlış ayrımlarının sınırları belirsizleşecektir. Nietzsche, artık gelişimci olarak gördüğü bir olguyu nitelemek için “iyi” ya da “doğru” yerine “sağlıklı” demeyi tercih edecektir. Bu da bireyciliğin ilerleyeceği yolu ve önceliklerini belirlemek için çığır açan bir değişim olacaktır. Zamanımızın uyanışı Doğu felsefeleri ruhun arayışına girmişken, batı sadece topluma ve bilimsel bilgiye mi odaklanmıştır? Bu pek doğru değildir. İlkçağlardan itibaren batılılar da varoluş konusuna kafa yormuş, evreni ve hayatı oluşturan ilk maddeyi aramış, ruhun peşine düşmüştür. Ruhsal arayışın dinde cevaplar aradığı ortaçağ boyunca batı, kilisenin gücünü kötüye kullanmasıyla üç asırdan fazla bir süre insan aklına sırtını dönmüş, bedeni de günahların yuvası sayarak yok saymıştır. İlk kez din adamlarının doğudaki bilgi arayışına kulak vererek yazdığı yazılar ile uyanış başlamış, bilim, sanat, hukuk gibi değerlerin devleşmesiyle insan hakları toplumda yer etmiştir. Hegel’in Bilincin Fenomolojisi, Ruhun Fenomolojisi eserleri, Kant’ın


“Geleceğin Metafiziğine Giriş” eseri, Freud’un psikoloji çalışmaları ile ruh bilimini ortaya koyması sayısız girişimlerden en çok iz bırakanlarıdır. Schopenhauer, Nietszche, Goethe doğu felsefelerinden oldukça etkilenmiş ve bu bilgileri batılı sistematik dizin içinde yorumlayarak kelimenin tam anlamıyla düşünceye çağ atlatmışlardır. Spinoza, batılı aydınlanmanın temelini oluşturan bir filozof olarak, çoğu batılı kaynakta Buda’dan etkilendiği belirtilmekteyse de - aslında bu doğuyu Buda ile özdeşleştiren yüzeysel bir değerlendirmedir - aslında neredeyse tam olarak Tasavvuf felsefesiyle özdeşleşmektedir. Aslında dini filozoflar olarak bildiğimiz bazı filozoflar bildiğimiz anlamda (yani topluma yerleştiği konum olarak) dinlerin tam karşısında yer alır çünkü gücü ve kutsallığı evrenin kendisine verir. Bu durumda insan sorumluluk almak zorunda kalır. Çünkü o da bu durumun bir parçasıdır. Spinoza’nın tasavvuftan ayrıldığı tek fark belki de budur ki tasavvuf filozoflarının bazılarında da bu ayrım birbirlerine karşı görülse de temel olarak, sorumluluğu insana verme (ve gücü kutsallığı ya da yaratıcı erki evrene ya da insanlaştırılmış bir şekilde Tanrı’ya verme arasındaki fark) toplumsal anlamda her şeyi değiştirir. Spinoza bir tek özgür iradenin olmadığı iddiasıyla Tanrısal düşünceye yaklaşır, onun dışındaki görüşleri tasavvuf fikrini yansıtmaktadır. Ayrıca etkili düşünce akımlarından, Sübjektif idealizm olarak bilinen akım daha çok Buda düşüncesini yansıtır, varlığın illüzyon olduğunu nakleder, aslında demek istedikleri bilinç ile algılandığı için bilincin varlığından emin olabileceğimiz buna karşın, bilincin karşılaştıklarının tam olarak kendinde ne olduğunu bilme şansımızın pek olmadığıdır. (Platon’dan beri gerçek dünya ve illüzyon dünyayı ayırarak, dinlere de referans olan görüşün kendini bu noktada açıklayabildiğini görüyoruz.) Nitekim Kant (transandantal) aşkın idealizm anlayışını anlatırken bu farkı ortaya koymuştur, böylece Platon’dan beri gelen, doğu felsefelerinin illüzyon fikrinin gerçekte ne demek istediğini çıkarımsamıştır.

17


18

Hegel’e göre ise bilinç ve karşılaştığı varlıklar, tam olarak birbirinin aynı olmalıdırlar ki karşılaşmış olabilsinler. Bu da bize vahdeti vücut varlık ilişkisini hatırlatmaktadır. Hegel’in görüşü mutlak idealizm olarak adlandırılır, yine de Hegel’e daha yakından baktığımızda Bilincin Katmanlarını açıklayışındaki gidişte çeşitli algı farklılıklarına derinlemesine girdiğini görürüz. Hegel’e göre bilinç bir şeye bakar ve “Bu beyaz” der, fakat gece olur ve durum değişir. Burada hem duyuların değişkenliğini hem de zaman faktörünü ortaya atmış olur. Bilinç katmanlarında, bilinç kendini önce her şeyin merkezi zannedecek, her şeyde kendisini görecek, her şeyin kendisi için olduğuna inanacaktır. Bu hem felsefede Descartes dönemi ile kolektif olarak aşamayı anlamamızı sağlar (Hatırlarsanız Descartes’e göre dünya evrenin merkezindedir, güneş dünyanın etrafında dönmektedir ve insan tüm bu olup bitenlerin tek amacıdır) hem de insan hayatında genellikle ilk gençlikten orta yaşlara geçerken yaşanılan duruma benzer... Sürekli ben dediğimiz bir dönemdir. Her şeyde kendimizi görürüz ve her şeyin bizim için orada olduğunu zannederiz. Milletler hala bu evrededir ve gerçek bir çoğulculuğa geçemememiz de belki de bu yüzdendir. Hegel’e göre Bilinç, daha sonra bu durumun tam tersini yaşayacaktır. Dev evrenin içinde bir hiçtir, bir toz parçası bile olamayacak kadar küçüktür, değersizdir ve yitiktir. Evet, gerçekten de bu iki zıt aşama birbirini kovalamaktadır. Nihayetinde Hegel evrenin varlık amacını “kendi kendini anlama” olarak açıklar. Böylece akıl yine başköşeye yerleşmiştir. İlginçtir ki evren ve uzay bilimlerinin gelişmeye başlamasından iki asırdan daha fazla bir zaman önce evreni bir spiral olarak betimler bu felsefesiyle... Bu bizi şaşırttı mı? Tabii ki bilimsel akla sahip olan bizleri şaşırtmaktadır... Ancak Yunan felsefesinde mikroskobun bulunmasından neredeyse bir milenyum önce “Atomcular” diye bir grubun olması kadar ve “Kaos felsefesinin” işlenmesi kadar şaşırtmadı. İşte Leibniz,


Kant, Durkheim gibi filozofların üzerine uzun tartışmalar 19 oluşturduğu “deneyime dayanmayan bilgi gerçekten bilinebilir mi” sorusuna bir cevap niteliğindedir bu durum. Matematik tümüyle kavramlara dayanır, deney ile ispatlanamaz. Felsefe de öyledir, ama filozofların birbirini nasıl izleyip tamamladığını bilenler için felsefede de en az matematik kadar kesinlik söz konusudur. Bilimin kesinlik ve mutlak bilgi peşindeki koşusu onu sürpriz bir şekilde kuantum keşiflerine götürecek ve belirsizlik, asla yakalanamayan bir görünüp bir kaybolan parçacıklar gibi kesin denilen bilgileri elimizden alıp götürecektir. Hâlbuki biz bu bilgiler üzerine modern bir dünya inşa etmiştik bile, Nietzsche’nin tüm itirazlarına rağmen. Belki de bu yüzdendir ki, modern çağ tüm görkemiyle parlayıp, en tepe noktasında postmodernizmi filizlendirirken İnsan tekrar felsefenin merkezine kurulur. Yüzyıllarca unutulan beden, hak ettiği yere yerleşir. Ne de olsa emin olduğumuz tek şey kendi bilincimizdir ve tüm gizemlerine ve katmanlarına rağmen düşünüyorsak varızdır. Tasavvuf felsefesi, belki de bunun daha da ötesine gitmiş, evrenin var oluş amacını “kendini anlamaktan” da öteye götürmüş, aşk ile uyumun dansını, gezegenlerin hareketini yine neredeyse bir milenyum önceden tasvir etmiş, eşitlik bilincinden, öz’e, hareketin dengesinden, varlığın birliğine kadar, bu zorlu koşunun geleceği noktayı hissetmiştir. Mevlana felsefesi uzak doğuyu Anadolu’ya taşımış, Hristiyan düşüncesiyle çarpışınca, tüm bilgileri sentezlemeye koyulmuş ve görmeden hissetmiş ve şaşmaz bir şekilde insanlık ve varlık erdemlerini, hoşgörüyü, anlayışı, esnekliği ve dansı (harmoniyi) keşfetmiştir. Doğulu üstatların zihni susturarak kendini toplumdan soyutlayıp doğayı izleyerek bir dağın olgunluğuna, bir kaplanın esnekliğine ve gücüne ve gölün duruluğuna ulaşmak için yaptıkları uzun meditasyonlar, yoga ve vücut bilinci için verdikleri emek, onları sabit postürlerde bir sonsuzluk hissine götürmüştür. Nefesin mucizelerini ve iyileştirme gücünü deneyimlemişler


20

ve akabinde öğretmeye başlamışlardır. Tasavvufta ise sonsuz olan harekette bulunmuştur. Evrende sabit bir şey olmadığını, her şeyin hareket halinde olduğunu ve sonsuzluğun sırrının harekette olduğunu anlamışlardır. Üstelik doğu öğretilerine karışan kendi kültürel yapıları, ruhsal gelişime de bir kast fikrini yerleştirmeye çalışmıştır. Bireysel uyanış, bireysel gelişim tek başına ilerlemez. Uyanış öyle parıltılı olmalıdır ki, tüm toplumu ışığıyla aydınlatsın, elindekileri ve kalbindekileri sonuna kadar ve sonsuzca paylaşsın... Kişisel uyanış, bir çağa malolabilsin... Ve hiçbir aşamayı, varlığın hiçbir birleşenini atlamasın. Çünkü beden unutulduğunda aydınlanma bedenle ilgilidir, ruh unutulduğunda aydınlanma ruh ile ilgilidir ve akıl unutulduğunda zaten orada bir parça bile ışık olmaz...


21 SÖYLEŞİ: ERTUĞRUL KARSLIOĞLU

Ertuğrul Karslıoğlu, Türkiye’nin nadir belgesel yönetmenlerinden. Sırtını Anadolu’ya vermiş, gözleri her daim ufka ve çağdaşlığa adanmış bir yaşayan çınar. Taraklı’da Mühürlenmiş Zamanlar, Keçe’nin Teri, Fırat’ın Türküsü gibi dev yapımlar onun imzasını taşıyor. Kendisi aynı zamanda bir eğitimci, genç nesillere belgesel ve sinema sektörünü öğretmekle kalmayıp, onlardan birer sanatçı yaratabilmenin gayesinde. Ödülleri arasında kendine en çok yakışanlar hiç şüphesiz ki TRT Onur Ödülü ve Keçenin Teri ile aldığı Yüzyılın Belgeseli ödülüdür. *** Sayın Karslıoğlu, kariyerinize ve sektördeki faaliyetlerinize değinmeden önce, sizi biraz daha yakından tanıyabilir miyiz?


22

Yaklaşık 44 seneden beri sinema ve televizyon sektörünün içindeyim. 1973 Yılında TRT kurumuna sınavla kurgucu olarak girdim. Kısa bir süre sonra da programlar üretmeye başladım. 1992 yılında kurumdan ayrılarak özel sektörde televizyonlara diziler, reality şovlar hazırlayan bir şirketin ortaklığını yaptım. 1999 yılından bu yana da çeşitli yüksekokul ve üniversitelerde Sinema Dili, Belgesel Sinema, Kısa Film dersleri verdim ve vermekteyim.

Sizi belgesel alanına yönelten şey neydi?

Sinemayı ben sevmiyorum diyene rastladınız mı? Sinemanın büyüsüne kapılmayan çocuk ya da genç düşünebilir misiniz? Bu ilgi eğer içinizdeki heyecanı giderek yükseltiyor ve sizi o alana çekmeye zorluyorsa mutlaka sinemanın çekim alanındasınız demektir. Bu da sizi kaçınılmaz olarak öğrenmeye, araştırmaya, hatta üretmenin yollarını aramaya iter. Benzeri düşünceler içinde TRT kurumuna girdim. Gerçekliği yansıtmaya sinemanın tüm araç gereçlerini en verimli biçimde kullanarak, sayıları o dönem az da olsa (1974-75), üretilen projelerle Belgesel Sinema’nın önemini kavradım. Bilindiği üzere kurmaca sinemanın başarısı, fantastik yapımlar bile olsa hayal gücünüze dayalı senaryonuzun gerçeğe en yakın, inandırıcılığının yüzdesiyle ölçülür. Bu oran belgesel sinemada yüzde yüz olmalıdır. O dönemin BBC üretimleri ve Jacques Cousteau’nun denizlerdeki yaşamı konu alan dizi belgeseli tam bir “Belgesel Sinema” örnekleriydi. Kurgucu olarak çalıştığım dönemlerdi. Bu belgesellerin Türkçe seslendirmesini kurgu masasında senkronluyordum. Olağanüstü yapımlardı. Özellikle BBC’nin Afrika yerlileriyle ilgili sözü neredeyse olmayan bir belgeseli beni çok etkilemişti. Ancak Her iki yapım da kendi ülkelerinin dışından örnekleri sergilemekteydi. Konu mu bulamamışlardı kendi topraklarında! Bu düşüncelerle kurguya devam ederken bir taraftan da Anadolu coğrafyasını, geleneklerini, tarihini,


üzerinde yaşamış medeniyetleri, kültürünün zenginliğini notlamaya başladım. Bir ömre sığmayacak kültürlerin varlığını bir yerden başlayarak belgelemenin, belgesel sinemaya ilişkin örnekleri çoğaltacağına inandım çünkü o kadar çok değerler vardı ki! İşte sinemaya olan tutkumun belgesel sinemaya yönelimi böyle başladı diyebilirim. Auter bir yönetmenin izinden gidilerek özgün bir yol bulmak mümkün müdür? Tabii ki. Sektörde iseniz, bir biçimde sektörün herhangi bir kulvarında çalışıyor ve çalışma koşullarının ağırlığına aldırmadan, yılgınlığa düşmeden işinizi sürdürebiliyorsanız ve de sinemaya olan tutkunuzu bir taraftan okuyarak bilgi dağarcığınızı genişletirken, bir taraftan izleyerek görselliğe ilişkin altyapınızı geliştirirseniz bu kulvarda yetkin olmamak için bir neden göremiyorum.

Türkiye’de belgeselcilik nasıl algılanıyor?

Belgeselin, belgesel sinemanın ne olup olmadığı, hem akademik çevrelerde hem de sektörde çalışanlar tarafından sürekli tartışılıyor. “Şu yapım belgeselin kategorilerinden şuna girer” diyerek bir televizyon ürününü belgesel sinemayla tanımlamak bana göre hatalıdır. Gerçeği yaratıcı biçimde yorumlayan ürünler belgesel sinemanın ta kendisidir. Yani yaratmanın, sanatsal yaklaşımın, estetiğin vazgeçilmez olduğu yapımlardır belgesel sinema ürünleri. Daha ileri gideyim sinema salonlarında oynatabileceğimiz, olgunun içindeki dramayı, gerilimi ortaya çıkaran yapımlardır.

Belgeselde kurgunun önemi nedir?

Kurgu sinemanın temel unsurlarındandır. Kamera gibi, konsept ya da akış gibi, ışık gibi, efekt ve müzik gibi sinema ögelerini belli bir ritmle bir araya getiren vazgeçilmez öge.

23


24

Kamerayla görselleştirdiğimiz görüntülerden anlam yaratma sanatı kurgu! Türkiye’de belgesel hep bir adım geride kalıyor ve çok düşük bütçelerle çekiliyor. Avrupa’da ise devasa bütçelerle çekilen filmler var. Elimizde bu kadar malzeme varken belgeseli göz ardı etmemiz sinemamızı da etkiliyor olabilir mi? Maalesef durum dediğiniz gibi. Burada görev TRT kurumu başta olmak üzere kültürel zenginliğimize bilinçli biçimde değer veren kuruluş ve iş adamlarına düşüyor. Birçok kurum ve kuruluş kültürel değerleri yüceltirken bu değerleri belgesel sinema formatıyla belgeleyip geleceğe miras bırakmayı planlasalar, düşük bütçeler yerine bir diziye harcanan bütçenin onda birini dahi belgesele yatırsalar durum çok farklı olur kanaatindeyim. Samimi işler yapabilmenin en önemli anahtarının Anadolu insanı olduğunu söylediniz. Bu konuyu biraz açıklar mısınız? Belgesel sinema yönetmeni bilgi birikim sahibi olduğu kadar insani ilişkilerine de dikkat eden mütevazı kişi olmalıdır. Hele bu kadim toraklarda onlarca medeniyetten süzülerek gelen kültürlerle haşır neşir Anadolu insanıyla karşı karşıya ise! Konukseverliğinin yanında ince esprileriyle ve naiflğiyle sizi tanımaya çalışırken ayni samimiyet ve sıcaklıkla yaklaşmalısınız Anadolu insanına. Aksi halde onun değerlerine ulaşamazsınız. Başarırsanız hem çok önemli bir dost kazanmış olursunuz hem de projeniz belgesel dönüşür. Bir senarist ya da yönetmen geçmişteki hikâyelerinden birini tekrar çekmeye kalkarsa aynı tadı yakalayabilir mi? İkisi arasında ne gibi farklar olur?


Bugünlerde Hollywood konu bulmakta sıkıntı çekince geçmişte prim yapmış filmleri yeniden çekmeye başladı! Ancak farklı yönetmenlere çektirerek. Aynı yönetmenin geçmişteki çektiği hikâyeyi yeniden çekmemesi düşüncesindeyim. “Ben geliştim bu filmi daha iyi çekerim” yerine başka bir film çekerek geliştiğini ispatlasın, daha doğru geliyor bana.

Belgesele yönelen insanlara neler önerirsiniz?

Belgesel sinemacı Türk ve Dünya edebiyatını bilen, kurmaca sinemanın ünlü yönetmenlerini ve filmlerini izleyen, belgesel sinemanın ustalarından haberdar olan kişi olmalıdır. Kısaca sinema konusunda sözü olan kişidir belgeselci. Belgeselde kurulan set diğer setlere benzemez! Disiplin tabii ki vardır ama akşamları mutlaka tüm ekip günü değerlendirir. Herkesin söyleyecek sözünün olması bu nedenledir. Bugüne kadar yönetmenlik yaptığınız süreçte izlediğiniz ve sizi en çok etkileyen belgesel hangisiydi?

Baraka!

Hayallerinize ulaştığınızı söyleyebilir miyiz? İçinizde şunu da yapmalıyım dediğiniz bir şey var mı?

Daha çok belgesel çekmeliydim diyorum zaman zaman.

Ertuğrul Karslıoğlu’nun yeni projeleri var mı?

Evet var. TC Kültür ve Turizm Bakanlığının desteklediği bir belgesel projem var. Şu kadarını söyleyeyim İtalya ve Türkiye’nin iki önemli kadim kentiyle ilgili.

Zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim.

Volkan Bağırgan

25


26 Halil Cibran’a ve Marek’e Şiir Aslı Maraşlı

Çok fazla hissettiğim anlardandır bir yeraltı barında güzel müzisyenli ve loş ve yeşil Müziği güzel ve kendi de ve yaşatır Aylara dönüşsek keşke O gece, yerin altında, yaşadığımı hissettim


hayatta yaşamak, ender de olsa Yaşadığıma denk geldiğim olağandışı zamandır gözlerimi kapattığım kulaklarımı açtığım Güneşlere dönüşsek bir de Düşünürken tam şu anda yalnızlığı ve Yalnızı bir barda Uzakta Ermiş, ceplerinde eve dönme hasreti, Evde Yalnız El Mustafa, hiçbir zaman açmamıştır bahçesinin kapılarını gel gelelim yerin altına Martılar ki müzisyenin notalarında O hep bildiğim martıları ve aylardır uzak kaldığım Ilık denizleri aradığım anlarda, müzisyen var neyse ki, dedim kendime, kendi kendime, kendimce Martılar ki kanatlanıyor müzisyenin notalarında tutmak ne mümkün şimdi tam da güneşlere ve aylara dönüşmek istediğim anlar işte onlar rakılı bir akşam üstü kadar güzel o gece, o müzisyen ve o loş yeraltı barı Şubat 2018 *** Görsel: Caz Orkestrası – Fikret Mualla

27


28 Aฤ aรง, Ah-Aรง Mustafa Bilgin


29 Yaşam Döngüsü İsmet Şengül

1 Akıl beyine ruh bedene sığmayanca beyhudedir çırpınışın Kâinat dediğimiz bir ağaç misali dal budak ve ekiliş itibari ile her ne kadar çeşitli olsada, aslı her daim birdir. Değişmez bir denge ve var olma işidir. Şayet bir şeyleri anlamak gerekirse ve anlamak ister isen eğer, gönül gözünü açarak inanılması güç manalı şeyler görebilirsin.


30

Duymasını bilirsen duyarsın Bakmasını bilirsen görürsün Bilmek istersen öğrenirsin Örneğin tuba ağacı zakkum ağacına bağlıdır. Hakkın yakınlığı nesimin serinliği sam yeline karışmış durumdadır. Mutluluk ağacının gölgesi kapkara dumandan bir belirsizliği karışıktır. Derler ki nasipten öte köy yoktur. Herkes payına düşeni yaşar. Payına düşen her ne ise anca onu yer. Ötesi yalan ötesi beyhude bir bekleyiştir. Şunu da gözardı etmemek gerek; Daha fazlasını istemesi ise kişinin kendi cehennemini yaratması demektir. Peki ya nedir üstüne üstlük yaşamak zorunda bırakıldığımız bize dayatılan hayat. Her ne kadar dayanılmaz olsa da çekilmez olsada yaşam şartları. “Alnının akıyla yaşa kibiri ruhundan kiri bedeninden uzak tut, onurunu ele ayağa düşürme.” “Senin yaptığın günü gelir sana döner ektiğini biçmek misali.” “Kişi kendi özünden sorulur özüçürük olanın meyvesi de olmaz.”


31

2 Buna mukabil. Bir bakmışsın kimi deryayı ummandan kanakana içerken kimisi de kuru bir dereden damlasını bekler. Kimi bolluk deryasında yüzerken kimi de Muhannetin gölü nde boğulur gider. Yaşam döngüsü kimi zaman kısır, kimi zamanda oldukça verimli geçer. İşte burada eşitlik ve paylaşımcılık devreye girmeli. Eşitlik ve hakça paylaşım için adaletli olunmalı ne yoksulluk ne de zenginlik tek taraflı yaşanmalı. “Hak adalet ve insanlık için hayırlısını dileyenler güzelliği huy edinenler ceddi atasına saygınlık kazandırır.” Ve insanlığın yolunda büyük yol katetmiş olur. Ama ne yazıkki haktan öte çıkara dayalıdır insan yaşamı artık. Bir döngüdür bu... İlelebet bir gün mertlik namerde, eşitlik ayrımcılığa, mazlum zalime, ekmek sömürüye galebe çalacaktır. Eğer haktan adaletten yana açabilirsen gönül gözünü, söküp atabilirsen ruhundaki içten içe insanlığını kemiren ve çürüten her ne varsa kendi özünü işte o zaman gerçek alemde varsın derim. Sen sen ol Aslını bulmaya Emek sarf eyle


32

“çünkü cehalet ne ilme ulaşır ne de ilmin yayılmasına tahammül gösterir.” Ruhunda hangi maya galip gelirse Bedenin ona Mensup Sayılır. Hamuruna hangi mayayı katarsan insanlığın, kişiliğin de o ekmeğin buğusunda Yükselip yerini bulur. “Bulunduğun her yerde alçakgönüllü ve engin ol. Erdemli davranış kişinin en iyi dostudur.” 3 Bir terazi ve iki kefesi vardır. Birinde iyilik, diğerinde kötülük hamuru. İyiysen, iyilik kefesinde kötüysen, kötülük kefesinde İnsanlığını kişiliğini tartarsın. Göreceksin ki insanlığın mayası kötülüğü tartıp güneş gibi parıldarken kötülüğün hamurunda zifir gibi geceyi kaplayan karanlık misali kokuşmuş beyinleri köhnemiş ruhları sararak nifak tohumunu ekecektir. Yani insanların nur mayası kötülüğe ve zulme galip gelirse, sonucu olarak ruha niyetlik cismimiyeti alt ederse, herkesten daha faziletli daha üstün biri olursun. “Unutmaki cehalet kör bir kuyu gibidir. O kuyuya bir kez düşmeye gör, ne yolunu bulabilirsin ne de iflah olursun.”


“Ey her kişi unutmaki cehalet ilmin kapısının kırılmaz zinciri, yıkılmaz duvarı, demir parmaklığındır.” “ Ve cehalet bileklere kelepçe, gözlere perde, beyne morfin ve ayaklara prangadır.” 4 Velakin kaybedilen bir şey var hep arayıp da bir türlü bulamadığımız insanüstüdür. Eğer ki herkes canı gönülden sarılırsa o insanüstü Çınar’a en şiddetli fırtınada değil ki dal yaprak bile kıpırdamaz yerinden. Ama ne çare ki her şey fazlasıyla sahteleşmeye başladı, hürmet etmeyi bilmeyen sevgi, gönül gözü görmeyen tahammülsüz bireyler olundu işte bundan kaçar olduk ve bu kaçışlardı ayrıştırılmaları tetikleyen düşmanlığa, kine meydanı terk eyleyen. Oysaki o gitmeler hiç olmamalıydı, taki insanlık emek ve kardeşlik hak ettiği yeri bulana dek. Gelin Katarlanıp kervan olalım o yola hancı, o yola yolcu olalım bizden sonraya yaşanacak insanüstü bir dünya bırakmaya ömrümüzü adayalım. “Herkes ölüp gidicidir bu dünyadan ama asıl ölüler hayatı ve gerçeklerini bilmeden öğrenmeye gayret sarf etmeden kafasını kuma gömerek yaşayanlardır.” “Kişi kendinden yola çıkarak bulmalıdır ve görmelidir varoluşun o en ince çizgisini ve yaşama dört elle sarılıp bir çınar gibi kök salmalıdır bilgeliğiyle cehalet denen bataklığın merkezine.”

33


34

5 Bir pencere var bir de kapı. Pencere güneşe, kapı mahşere açılmakta eğer toplarsan güneşi kucak kucak eğer kapamazsan gerçeklere kapını İşte o Güneş ki mahşerin yollarınıda aydınlatacak. Eğer umuda, eğer insanlığa sevgiyi en derininden ekleyebilirsen çölü bile gül bahçesine çevirebilirsin. Yinede insanlıktan mayasını alamayanlar çıkacaktır, işte o nasipsizler ki kardeşlik ormanını yakıp talan etmek için ellerinden geleni arda koymayacaklardır. Ona göre, al gardını sıkıntıya düşürme senle gelen ardını, yol gösterici ol karanlığa haps etme yarınını. Köpeklerin ulumalarında devleştirme yalnızlığını kahpeliğin avuçlarında unufak ettirme gecenin derinliğinde geleceğin seyrine dalarken umutlarını. Onlar ki yetimin elinden ekmeğini aldılar. Gelin yüzünden duvağını. Yinede güzel şeyler düşünülmeli. Kardeşlik tüttürmeli insanlığın ocağını. Sevgi ve barış doldurmalı anaların kucağını. Zulmün gazabından korunabildiğimiz takdirde memnun olabiliyorsak ya o zaman ne olacak ya ordular kurulacak, savaşılacak ya da herkesin eşit olduğu bir ahlak ilkesi kurulacak. Hayata gözlerini açıp aklıselim olan her birey yaşamını aklına adayacağına and içmeli yemin etmeli. Aklın buyruklarına bağlı gereksiz olan her şeyden arınmış sevgiyi kendine şiar edinmiş özü özünde, özlü


katıksız bir insan olmak yolunda ter dökmeli sevip sevmenin mücadelesini vermeli. “Yetimlik anadan, öksüzlük babadan gelir.” Ama bilmezler ki asıl yetimlik akıl, bilgelik ve sevgiden uzak olmaktır. Zulme ve vahşete yön verenler dünyayı nasıl daha yaşanır bir hale getirebilirler ki. *** Görsel: Dünyevi Zevkler Bahçesi (1515) – Hieronymus

35


36

Sağ Kalan Oğuz Hendekçi


37 Yepyeni bir dünya. Sağdan sola bir hayat, Çarşıdan geçmiş bir kadın gölgesiyle Değmiyor üzerimden attığım Bu yalnızlığın zerresi tenine. Her gün yaşamak marifetmiş gibi Övünüp dururlar kendileriyle. Nedir ki adınız sizin? Ahmet mi Ayşe mi? Hepimiz aynı yerde yapamadıklarımızdan bir dağ biriktirmişken Bizim en büyük yapamadığımız, Boylu boyunca yaşamak. “Buralarda bir kedi vardı. Sesinden önce Bıyıkları gelirdi Bıyıklarından bir mevsim belirir Üzerimize yağardı.”


38

Bir gün var olacakmışız gibi Kertenkeleler ve biz Maymunlar ve tanrı. Bir şişe viskimiz, Anılarımız ve saçlarımız vardı. Koltuğumuz adımızdan önce duyulurdu Biz yoktuk Biz hiç olmadık. Eşitsizliğin ortasında sessiz bir çocuktuk Çekingeç ve yetim Babamız varken bile yetim. Bizim en büyük çaresizliğimiz Kendimizdik. Yarın dünyayı kurtarmaya uyanacağımı hissettim Yıllardır, yüzyıllardır yaşamış Normal bir insan gibi Dünya, Gittikçe daraldı Mevsimlere önce Sonra tarlalara,


Tarlalardan evlere Duvarlardan, küçücük boşluklarımıza Biz kimdik ki? Biz hangi mevsim hangi rengi giyerdik? Derilerimizden başka. O kadar seviyorduk ki yaşamayı Ne olacağını umursamadan Fareler gibi Durmadan kemirdik. Yüce insanlık Homosapiens! Beni bir tarafından anladın, Benimse buna katlanmaya Gücüm yetmedi. *** Görsel: Evrim (2016) – Pınar Büyük

39


40 Koş Aydın Saka

Koş mutluluğum, koş! Dere tepe aş şimdi; Nasıl olsa sahip değilim ya sana, Ne sözümü dinleyeceksin… Hakkındır artık. Ve hiç bakma arkana. İhtimâl dayanamaz da Dönersin geri bana.


Koş mutluluğum, koş! “Yarın hiç yokmuş gibi…” Ocak 2018 Tekirdağ *** Görsel: Casagemas Tabutunda (1901) – Pablo Picasso

41


42 Sabır Kenan Dönmez

Kimsenin hissetmediği uzak diyarlarda esen rüzgârların Saçlarını okşadığı bir iklimin ilkbaharındayım şimdi Ve yolu yalnızlığa uğramış her şairin yazarın Yalnızca kendini yazmak istediği bir kaç dörtlük İçinde nice anlamları barındıran


Ancak şahsını bulunca kendini anlamlandıran Yazarın hayatını da her iklimde yaza kavuşturan. Kimsenin okumadığı bir acının uzun havasıyım Ancak yüreği yananların anladığı Ceylanı barındıran ormanların kucak açmışlığıyla Acının ağaçlarda dal dal sallandığı Ver her meyvenin o acının ağırlığıyla olgunlaştığı Okyanusların en derin bulutların en yüksek Olduğu bir yerdeyim, dağlardayım En soğuk esen rüzgârlarla Acımı olgunlaştırıp sabır meyvesini hasattayım. *** Görsel: Sivas-Kangal, 2017-Kış

43


44 Tutkular Batuhan Suiçmez

I uzun gün taşıyacak seni bana dağlar, pınarlar, tütsüler üstünden: güneşle eskiyecek perdeler ve an geçtikçe ellerin uyuyacak karnımda.


45 II uykularımız kesikleştikçe soluklaşacak bileklerin ve teninden dökülen her kelime ilk izleri olacak yeni bir dilin. III arayacağım kayıp neyin varsa: şu çırpınan yüreğin, göğüs kafesini dövecek; kıpkızıl olacak, bir demir gibi: ancak dokunuşum seni soğutacak. IV akşamı pencerende biriktirip su vereceksin yeni bir güne; toprağın altından çıkar gibi parmakların bulacak boğazımda yerlerini. V dindireceğim yüreğin elemini! - nedir bu dikkatsiz hâlim? kaba, hoyrat - tıpkı çocuklar gibi süsleyecek başucumu gözlerin.


46 VI nedir bu dikkatsiz hâlim? bulamıyorum seni ne yanımda ne aklımda. bir izahı var mıdır? saatler geçmiyor adım başına. VII hayır, dört dönüyorum odamda; yok ki bir dakika çaresiz kalmayayım. buraya aşina hep bu tasalar. belki de aklımın çukurlarında kaybolmalıyım. VIII böylesi de olmaz ki, hep sana doğru hissetmek yerçekimini! karartmak geçmiyor içimden böyle günü ya da is kokusundan bir sabah kurmak. IX olmuyor, denemek çare olmaz benim şu sapkın hayalime. ama biliyorum, kapadığımda gözlerimi yepyeni bir alem bekleyecek beni.


47 X fakat dikişli kirpiklerim, baştan başa, endamınla; ondan ki ne zaman gözlerimi kapasam yeni bir sûretin geçiyor karşımdan. *** Görsel: https://deovend.wordpress.com/2009/12/16/passion-ii/


48


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.