LIMITED 3 EYLÜL 2016

Page 2

Bilge Alkor Yazı Sami Kısaoğlu

sahnesinden bir şeyler alıyordum ve o dünya sahnesine ben de bir şeyler vermeliydim. SK: Sanat yaşamınıza ayna tutan bir kitap kısa bir süre önce yayımlandı. Kitabın kapsamı ve bunun paralelinde gelişen sanat yolculuğunuz üzerine konuşabilir miyiz? BA: Kitapta ilk bölüm olarak İtalya ve Almanya dönemimi aldım, oysa onlardan da önce bir soyut dönemim var, tam olarak çıraklık dönemim de sayılmaz. Yalnız orada kalkış noktam doğru değildi. İnanıyorum ki her sanatçının bir çağdaşı var. Willem de Kooning ve Jackson Pollock benim çağdaşlarımdı. Akademik eğitime karşı soyut resimde büyük bir özgürlük alanı sezdim. Bana baş döndürücü bir özgürlük, bir şenlik, bir şölen gibi geldi. Çünkü renklerle oynuyorsunuz, biçimlerle oynuyorsunuz. Bütün bunlara yabancı kalmak çok zordu. Bu nedenle soyut resimde bazı sağlam eserler yapmış olsam bile onları kendi serüvenimde doğru bulmadım. İtalya bir anlamda kendi dilimi arama ve o dil ile ne anlatabilirim döneminin bir başlangıcıydı. (İtalya’daki sanatçı yaşamım 1969-1982 yılları arasını kapsıyor) Çok sevdiğim ressamlar, mü-

2

BİLGE ALKOR, FOTOĞRAF: BURCU ORHON

Hüsrev Gerede ile Maçka caddelerinin kesiştiği noktada yaşı bir asırdan gün alan bir apartman. İçinde sadece yaşanmışlıklar ve bilinmezlikler değil aynı zamanda iki ayrı sanat mekanı ve sanatçılar saklı. Apartmanın art nouveau stiline selam duran asansörü ile ikinci katta çıktığımız vakit ressam Bilge Alkor ile buluşuyoruz. Sanatçının 80. yaşı dolayısıyla yayımlanan özel kitabını konuşmak için bir araya geldiğimiz söyleşide kendisinin şiir tutkusundan müze evinin oluşumuna; hayatı ve sanatının satır başlarına dair kapsamlı bir söyleşi gerçekleştiriyoruz. Sami Kısaoğlu: Sanat eğitiminizin başlangıç noktaları üzerine konuşarak söze başlayabilir miyiz? Bilge Alkor: Resim öğrenimine İtalya’dan çok önce Münih’te başladım. Münih Akademisi’ndeki eğitim çok ilginçti. Akademinin bizden beklentisi herkesin kendi yolunu seçmesiydi. Yer aldığınız atölyenin profesö-

rü gitmek istediğiniz yolda size yardımcı olacaktı. Münih Akademisi’ne 1958 yılında girdiğim zaman, 1955’de Viktor Vasarely kinetik sanatın manifestosunu yayımlamıştı. Akademi’deki birçok öğrenci bu yönde bir eğilim gösterirken ben o sanata neden olan kalkış noktasını aradım. Hatta o sırada benimle aynı devrede okuyan Heinz Mack daha sonra Zero akımının kurucusu olmasının yanı sıra kinetik sanatın baş yapıtlarını üretti. Ben o yol yerine iki üç adım geri gidip Kandinksy’nin kuramlarını, Klee’nin Bauhaus derslerini incelemeyi yeğledim. Kendi kuramlarını yapan bu sanatçılar aynı zamanda bu düşüncelerden yola çıkarak sanat başyapıtları ürettiler. Eserlerinin büyük bir kısmı ise Münih’te Lenbach galerisindeydi. (Der Blau Reiter – Mavi Atlı Grubu’nun Müzesi) Bütün bunları okuyup bir yandan da Lenbach Galerisi’ne haftada bir gitmek, çok özeldi. Tüm bunlar 1958-60 yılları arasına denk düşüyor. Dünya

TAŞ KOLEKSİYONDAN PARÇALAR

zeler hepsi elimin altındaydı. Orada Masaccio, Piero della Francesca gibi erken Rönesans ustalarını gözlemlediğim gibi Tiziano, Tintoretto gibi büyük Rönesans ustalarını da gözlemleyebildim. SK: Görsel sanatlar dışındaki sanat dalları ile olan iletişiminiz, üretimlerinize önemli bir kaynak oluşturuyor. Öncelikle tiyatronun resimlerinize dahil olma serüvenini dinleyebilir miyiz? BA: Kendimi hiçbir zaman sadece ressam olarak görmedim. Bir oyuncu

olarak da duydum. Bir kişiliğe bürünmek, bir duruma kendimi akıtabilmek ve bir anlamda saydamlaşmak. Belki de maskelere olan tutkumun altında bu nedenler yatıyor. Maske aynı anda birden fazla kişi olma halini beraberinde getiriyor. Shakespeare insanları tanıtıyor bize, “Dünya bir sahnedir” diyor. Bende o sahneye girmek istiyorum. Shakespeare’in oyunlarını resimleme isteğim ise her zaman vardı. Ressam olmasaydım da yine onları başka bir dilde anlatmak isteyebilirdim. Müzisyen de olsaydım bir şekilde Shakespeare’in Fırtına’sını bestelemek isteyebilirdim. Öte yandan tiyatroya olan sevgim Notre Dame de Sion’dan geliyor. Orada Fransız tiyatrosundan Molière, Racine gibi yazarlar hep çevremizdeydi. Defalarca okuduk ve kendimiz de oynadık. Belli zamanlarda ders olarak verildi bize. Ve biz o kişiler olduk, sonra da her Avrupa’ya gidişimde tiyatro salonlarında ne var diye baktım. Bildiğim bir oyun ve yönetmenin oyununa gitmeye çalıştım. SK: Avrupa’da kaldığınız uzun yıllar boyunca birçok sanatsal dönüm noktasına tanıklık ettiniz. Biraz bu zamanlar üzerine konuşabilir miyiz? BA: Çok önemli dönüm noktalarında hep onların yaşandığı yerlerdeydim. Örneğin, 1958’de Brüksel’de düzenlenen Dünya Fuarı. Orada bir olay çok önemliydi: Le Corbusier’nin Philips Pavyonu. Xenakis’in mimari ile müziği birleştirmesi ve daha sonra da Edgard Varèse’in Poème électronique eserini onunla birleştirmesi. Bunun örnekleri daha eskide de Wagner’de biraz daha saklı bir biçimde var. Operasında tiyatro, müzik, şiir hepsi bir arada. Bayreuth’da Wagner’in torunları Wieland ve Wolfgang’ın dedelerinin operalarını sahneye koyuşları muhteşemdi. Gesamtkunstwerk kuramı beni çok etkilemişti. Ben hiçbir zaman sanat sadece müziktir, sadece resimdir diyemiyorum. Hepsi birbirinin içinde, hepsi iç içe, birbirini besliyor. SK: Kitabınız Gérard de Nerval’in şu sözü ile başlıyor: “Düş ikinci bir yaşamdır. Görünmez dünya ile bizi ayıran o fildişi ve boynuz kapılardan ürpermeksizin giremedim.” Birçok kez yolu Türkiye’ye düşen ve dünya tarihinin en önemli şairlerinden biri olan Gérard de Nerval’in bu sözünün kitabın başlangıcında yer almasının rastlantı olmadığı düşünüyorum. Biraz bu sözün kitabın başlangıcında bir epigraf olarak yer alması üzerine konuşabilir miyiz?


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.