Sosyalist Dayanışma Dergisi Haziran-Temmuz 13. Sayı

Page 1

Akp’nin Planlarını Bozacağız! Biz Kazanacağız! Erdoğan Ne Yapıyor? Fiyatı: 1,5 TL

www.sosyalistdayanisma.org

HAZİRAN/TEMMUZ 2012 YIL: 2 SAYI 13

YOKSULUZ, KÜRDÜZ, ALEVİYİZ,

KADINIZ, GENCİZ, İŞSİZİZ...

AKP’NİN ZULMÜNÜ

HEP BERABER

YENECEĞİZ!

Kürtaj Yasağı İşten Atılan 305 İşçinin Geri Alınması İçin... Direniyoruz Yıkımlara Karşı Mücadele Neyi Savunmalı? Hapishanelerde İsyan Ateşi Yanıyor… Konuştukça Batıyor! Avrupa Yangınına Yunan Çözümü İnsanca Tüketmek?! 4 AY, 3 HAFTA, 2 GÜN Yoksulların Örgütü Sodap’la Direnişe, Devrime, Sosyalizme! Kenan Budak Yoldaşı Anıyoruz


Sosyalist Dayanışma / Haziran/Temmuz 2012

Çıkarken 30 HAZİRAN CUMARTESİ ETKİNLİKLERİ HALK KONSERİ: İLKAY AKKAYA ARZU ŞAHİN Zulme Teslim Olmayacağız Ya Adalet Ya Kıyamet Program; Açılış Konuşması Şiir Dinletisi Müzik Yer: Erişler Muhlis Akarsu Parkı Çayırova Saat: 19:00

2 TEMMUZ ANMASI Sivas’ta Yakanlardan, Katilleri Aklayanlardan esap Soracağız! Program; Yürüyüş Konuşmalar Âşık Gülabi Grup Bir Nefes Semah-Şiir Dinletisi Sinevizyon Yer: 2 Temmuz Parkı Yeşilkent/Avcılar Saat: 19:00

Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 2, Sayı: 13 Haziran/Temmuz 2012 Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Sezgin Kartal Adres: Piyalepaşa Mah. Can Sk. No: 8/B Beyoğlu İstanbul sosyalistdayanisma2010@yahoo.com www.sosyalistdayanisma.org Basım Yeri: Yön Matbaacılık Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34

2

KAVURAN ATEŞİNİZ ÖZGÜRLÜĞÜN YOLUNU DÖŞÜYOR AKP’nin Sivas’ın katillerini “hayırlı olsun” diyerek neden affettiği artık daha iyi anlaşılıyor. Kavurucu sıcaklarla birlikte ülkenin kaymağını yiyenler tatil beldelerini, koylardaki villalarını doldururken bizler cayır cayır yanmaya devam ediyoruz. Uludere’nin yangını yüreklerde sönmeden Urfa’da alev alev olan insan bedenleri ülkenin kaba gerçeğini bir kez daha yüzümüze vurdu. Yoksulsan, Kürtsen, Aleviysen bu ülkede kaderin yanmak…. Esenyurt’ta işçi barakalarında yanan gariban işçilerin yevmiyesini görgüsüz patronların şımarık çocukları kaç saniyede tüketir? Uludere’de 50 lira için sınır aşan, savaş uçaklarının alev bombaları ile paramparça olan Roboskili Kürtlerin taşıdığı kaçak sigaralardan zengin olan hangi mafya babaları ne yerler ne içerler? Her 2 Temmuz’u bunca acımız karşısında hala yaşayabiliyor olmaktan utanır olduğumuz bir lanetli gün haline getirenler cayır cayır yanan bir insanın ne olduğunu bilirler mi? Hepimiz yanıyoruz. “Sen yanmasan ben yanmasam” demişti ya Nazım, tam da öyle yanıyoruz. Bu düzenin kahrolası yangını hepimizi alev çemberine alıyor bir gün. İşte grev haklarına sahip çıkmak için grev yaparken işten atılan THY işçileri… O afili THY reklamlarında gösterilen güleç yüzlü futbolculara alınterleri saçılan “kamu işletmesi” THY işçileri artık işsiz. Çünkü bu ülkede işçiysen, hele de onurluysan, hele de hakkının peşindeysen, hele de dilini yutmadıysan, başına her şey gelebilir. THY bu işçi katliamıyla tarihin karanlık sayfalarındaki yerini sağlamlaştırmıştır. AKP ülkeyi koca bir yangın yerine çevirmeyi başardı. “Kürt Sorunu yok artık” diyen Erdoğan bugün dökülen tüm kanların birinci dereceden sorumlusudur. AKP, Kürtleri kandıramıyor. Batı’da başardığını Kürdistan’da sürdüremiyor. Çünkü Kürt halkı örgütlü. Çünkü Kürt halkı ölümlere, hapislere, bombalara, yangınlara, tehditlere inat direniyor. İnsanlığın yüz akı oluyor. Demirtaş’ın en son meclis konuşmasında “Erdoğan’a değil Edirne’den Hakkari’ye kadar faşizme direnenlere minnet duyarız” diyebilmesi bu halkın direnerek edindiği bilincin en kristalleşmiş halidir ve gerçekten minnet duyulası bir duruştur. Maalesef Batı’da hala AKP’den Erdoğan’dan demokrasi bekleyen, kendisine ve ezilenlere zerre kadar inancı kalmamış bir güruh sol, solculuğu, devrimciliği zehirlemeye devam ediyor. Batı’nın en büyük güçsüzlüğü buradan kaynaklanmaktadır. İnançsızlık en büyük düşmandır. Kapitalizmin kaleleri krizlerle sallanırken, Ortadoğu halkları ABD’nin zoruyla kanlı mezhepsel boğazlaşmalara doğru itilirken, Mısır halkının kanıyla canıyla kazandığı özgürlük elinden alınmaya çalışılırken, kadınlar, gençler, işçiler, Aleviler, Kürtler, Karadeniz’in yiğit köylüleri AKP’nin maskesini her geçen gün biraz daha düşürürken susmak ve oturmak insanlığa ihanettir. Büyük insanlığın bu Engizisyon yangınına mahkum olduğunu düşünmek tarihle ilgili hiçbir şey bilmemektir. Ezilenlerin her şeyi sineye çekme konusunda sınırsız kapasitesi olduğunu düşünmek taş kafalılıktır. Tek bir görev var. “Karanlıktan aydınlığa çıkmak için”, ezilenlerin sesini duyurmak için önce inanmak, sonra SODAP’ta ve HDK’da örgütlenmek. Yalnız kalmamak. Kurda, kuşa yem olmamak. İçin içini yiyerek kendini tüketmemek. Düzenin önümüze koyduğu, “başka yol yok!” diyerek dayattığı senaryoya uymamak. Düzenin aklının cehaletinden kurtulmak; direnişin, yoldaşa güvenin, insanlığa inanmanın, ezilenin öfkesine sarılmanın yoluna düşmek… Bu yolda yürüyen tüm kardeşlere bin selam, isyanı örgütlemeye devam!


Haziran /Temmuz 2012 / Sosyalist Dayanışma

AKP’NİN PLANLARINI BOZACAĞIZ! BİZ KAZANACAĞIZ! inanmayan yazının devamını okumasın...

Ü

lkede ve dünyada son yaşananlar çok yönlü gelişmelere gebe bir dönemden geçildiğini gösteriyor. Bu gelişmelerin en tepesinde de özellikle Avrupa’da çok ağır bir biçimde kendisini hissettirmeye başlayan küresel ekonomik krizin adının yazılı olduğunu görüyoruz. Avrupa’nın Fransa ve İtalya gibi en önemli ekonomileri dâhil olmak üzere, özellikle tüm Güney Avrupa ülkeleri büyük bir durgunluk ve bütçe açıkları riski ile karşı karşıyalar. Bu ülkelerde işsizlik de almış başını gitmiş durumda. Uygulanmaya çalışılan sosyal devleti ortadan kaldırma ve emek sömürüsünü yoğunlaştırmaya dönük kemer sıkma politikaları yaşanan krizi daha da ağırlaştırıyor. Sermaye, Avrupa’da güçlü işçi sınıfı programlarından miras kalan kazanımları neo-liberalizme feda etmek için bastırdıkça bu vahşi politikaları uygulamanın siyasi koşulları ortadan kalkıyor. Yunanistan seçimleri bunun en güzel göstergesi. İstikrar programlarının uygulanmasına çomak sokacağı düşünülen solcu SYRIZA’ya karşı bütün bir Avrupa gericiliği el ele verdi. Kıl payıyla sağcı Yeni Demokrasi’yi seçtirebildiler. Fakat Yunanistan’da programların maliyetinin halkın sırtına yıkılmaya çalışılmasına karşı çok güçlü bir bilinç ve örgütlülük ortaya çıkmış oldu. Küresel kapitalizm tarihinin en ciddi kâbuslarından birini yaşıyor. Dünya ekonomisinin lokomotifi olarak görülen Çin’de de büyüme oranı düştü. Kapitalizmin talep canavarı tüketim merkezleri, işsizlik ve yoksulluk sarmalına yuvarlandıkça küresel fabrikaların hızı da kesiliyor. 2008’de başlayan kriz, kapitalizmim yakasını kolay bırakacak gibi gözükmüyor. İşçi sınıfının tarihsel birikiminin oldukça güçlü olduğu

Güney Avrupa, kapitalizme karşı küresel direnişin yükselişine yeni bir ivme kazandırabilir. Ders 1: Küresel kapitalizm sallanıyor. Mezar kazıcılarını daha gür bir sesle davet ediyor. Küresel kapitalizmin krizinin bir başka tezahürü Ortadoğu devrimleri, Libya ve Suriye operasyonları ile devrimi gerçekleştirenlerin kendisini vuracağı bir hatta sokulmaya çalışılıyor. Devrimin sembolü Tahrir direnişçilerinin ülkesi Mısır’da ABD destekli ordu, devrimi halktan çalma noktasında yeni adımlar atıyor. Suriye’de Türkiye’nin gırtlağına kadar battığı bir istikrarsızlaştırma operasyonu son hızıyla devam ediyor. Irak’ta federasyonu oluşturan üç bölge arasındaki bağlantılar giderek zayıflıyor. Sünni başbakan yardımcısı kaçarak Türkiye’ye sığınıyor. Suriye’de Rusya yönetime açık destek vermeye devam ediyor. Suriye ve Lübnan iç savaşın eşiğine doğru adım adım yaklaşıyor. İran’ı nükleer silah yapmadan durdurma çılgınlığı, İsrail ve ABD’nin gözünü döndürmüş durumda. Pakistan’ın, Hindistan’ın, İsrail’in nükleer olduğu bir bölgede, yıllardır tehdit altında yaşayan İran’ın nükleer silah edinme ve kendisini dokunulmaz kılma çabaları bölgede gerilimi arttırıyor. Bölgede gerilimin daha da yükselmesi bütün sınırların birbirine gireceği yeni bir etnik, mezhepsel gırtlaklaşmanın taşlarını döşüyor. Bölgede sol güçlerin zayıf olması insanlığın yeni etnik temizlik manzaraları ile karşılaşmasına yol veriyor. Eğer Suriye’de işler bir adım daha ilerlerse ki birçok göstergeye göre kaçınılmaz olarak ilerleyecek, o zaman Ortadoğu tam bir cehenneme dönecektir. Türkiye hem Suriye Kürtlerini baskılamak hem de yağmadan pay kapmada kimselerin gerisinde kalmamak

için bölgeye askeri anlamda müdahaleye kalkışabilir. Ateş çemberine dönen bir Ortadoğu’da Sünnilerin kılıcı olarak rol oynamaya kalkan Türkiye, kendi toplumunu bu gerilimin dışında tutamaz. Ders 2: Ortadoğu’da Türkiye’yi de içine alacak bir yangın harlanmaya devam etmektedir. Suriye’ye müdahalenin sonucu kesinlikle Irak gibi tek bir ülkeyle sınırlı olmayacaktır. Türkiye de içinde bulunulan bu bölge ve dünya koşullarına paralel bir biçimde siyasi parçalanma süreçlerinin eşiğindedir. CHP, kendi içinde Kılıçdaroğlu taraftarları ile ulusalcılar arasında var olan kopma noktasına gelen gerilimle yoluna devam etmektedir. Tarafların yaklaşan kongre sürecine ellerini güçlendirerek yürümek istedikleri ortadadır. Kılıçdaroğlu’nun son “barış” açılımı hem CHP’ye kamuoyunda proaktif, süreci belirleyen bir imaj kazandırmaya çalışmakta hem de parti içindeki çatlamayı şimdiden kendi istediği bir zeminde gerekçelendirerek desteğini büyütmeyi amaçlamaktadır. Roboski katliamı sonrasında yaşanan yeni atmosfer bu manevranın yaratacağı sempatiyi büyütmüştür. Bir ABD gazetesinde katliamda hükümetin sorumluluğunu neredeyse açıkça ortaya koyan bir haberin Pentagon’a dayanılarak yapılmış olması aslında Kürt Sorunu ile ilgili bir takım planların bulunduğunu düşündürmektedir. Güneyli güçlerin devreye daha aktif bir biçimde devreye sokulması, Zana’nın yaptığı açıklamalar, seçmeli Kürtçe dersi, Öcalan’a ev hapsi açıklamaları bu yeni planın çerçevesinde ortaya çıkan gelişmelerdir. AKP, yine birkaç göz boyayıcı hamleyle, Erdoğan’ın kendine özgü esnaf el çabukluğu ile Türkiye’nin en

M.Mert SİNAN

Türkiye’de bugün düzen demek AKP demektir. Düzene karşı çıkmak demek AKP’ye direnmek demektir. En acil politik görev, Kürtlerin yılmaz direncinden feyz alarak, onunla omuz omuza vererek ama Batı’nın örgütlenme zeminini güçlendirecek meseleleri de ele alarak halkın sesini örgütlemektir. Adalet ve özgürlük isteyenlerin birlikteliğini ve bu birlikteliğin çekim merkezini kurmaktır. HDK bu çekim merkezi vasfını kazanabilmek için desteklenmeli, büyütülmelidir.

3


Sosyalist Dayanışma / Haziran/Temmuz 2012

kadim meselesini ‘halletmeye’ çalışmaktadır. Kürt siyasetçiler ise geçen açılım sonrasında uğranılan büyük hayal kırıklığının dersleri ve hala devam eden siyasi soykırım operasyonlarının bilinciyle oldukça net ve kapalı tutumlar almaktadırlar. Önümüzdeki hafta başlayacak KCK Ana Davası öncesinde Kürtlerin kitlesel tepkilerinden çekinen hükümetin yeniden beklenti yaratma siyasetine sarılması da göz önünde bulundurulmalıdır. Bu süreçten herhangi bir beklenti içine girmenin hiçbir âlemi yoktur. Tükürük şampiyonu ve taklacı sever İçişleri Bakanı bile evine gönderilemiyorken Kürt Sorunu gibi devasa ve çok boyutlu bir meselenin çözümünde Erdoğan’dan medet beklemenin bir karşılığı olmayacağı açıktır. Leyla Zana’nın açıklamalarının Barzani’nin girişimlerini güçlendirmeye dönük, Türkiye’deki siyasi atmosferi gevşetmeyi amaçlayan bir müdahale olduğu görülüyor. Fakat bu kızgın yaz sıcağında, tepe noktasına ulaşmış bunca gerilimin temel ekseninde bir hava değişimi böylesi manevralarla oluşamaz. Kürt halkı somut bir takım kazanımları elinde görmeden, öncelikle de iradesi muhatap alınmadan yeni bir beklenti ruh haline girmeyecektir. AKP’nin riyakârlıkları yeterince güçlü bir bilinç yaratmıştır. Fakat bütün bu süreçten AKP’nin ikiyüzlülüğünün yanı sıra bir de Kürt halkının yenilmez iradesini görerek sonuçlar çıkarmalıyız. Kürt hareketine, KCK operasyonlarından Kemal Burkay’a, Roboski katliamından Öcalan’ın izolasyonuna kadar dayatılan bütün kuşatmalar boşa çıkarılmıştır. Dünyanın bu kadar zor bir coğrafyasında, siyasi ittifakları son derece zayıflamış bir halkın bu tarihi direnişi karşısında büyük bir coşku duymamak imkânsızdır. Erdoğan’ın günde beş vakit Kürtlere laf atması bu direnişi kıramamaktan duyduğu acizliğin bir ifadesidir. Roboski’de parçalanan bedenler Kürt halkının özgür geleceğinin yapıtaşları olarak tarihe geçecektir. AKP bugün cebinden yeni kırıntılar çıkarmak zorunda kaldıysa, seçim döneminde “Kürt Sorunu bitti, artık pazarlık yok,

4

verecek bir şeyimiz kalmadı, TRT 6’yla idare edin” diyen Erdoğan laflarını yutmak zorunda kaldıysa, AKP tarihinin siyaseten en güçlü anında da Kürt halkının iradesine diş geçiremediyse bu yazılan direniş destanının sonucudur. Ders 3: Örgütlü halklar yenilmez. Kürtler, ölümüne direnişleriyle AKP’nin topyekûn savaş konseptini boşa çıkarmışlardır. CHP yoğun bir iç kargaşa yaşarken İslamcı cephede de sular durulmamaktadır. Erdoğan, Özel Yetkili Mahkemeleri kapatmak için harekete geçmiştir. Özel Yetkili Mahkemelerin savcılığına soyunmayı çok seven Erdoğan, MİT krizinde Cemaat’in gözünü ne kadar karartabileceğini görünce bu yeni ikili iktidar durumundan kurtulmak için üst üste manevralar yapmaya başladı. Polis sürgünlerinden sonra hâkim sürgünleri de gerçekleştirildi. Bütün bunlar yapılırken Anayasa tartışmaları sırasında Başkanlık tartışmaları bir kez daha açıldı. Şurası çok açık ki Erdoğan açısından yeni Anayasa’nın anlamı Başkanlık sistemidir. Başkanlık sistemi olmayacaksa AKP anayasayı değiştirmeyecektir. Cemaat basını bu uygulamaları şimdiye kadar alışık olunmadığı biçimde eleştirmektedir. Erdoğan’ın Gülen’e yaptığı “geri dön!” çağrısı karşısında Gülen’in salya sümük “orası benim için tehlikeli, gelemem” açıklaması aslında aradaki gerilimin seviyesine uygun bir dengesizlikle nitelenebilir. AKP’yle Cemaat arasındaki gerilimde kısa vadede kimim üstte olduğundan ziyade önemli olan bu kopuşmanın AKP için tepeden inişin başlaması anlamına geldiğidir. Cemaat’in 30 yıllık pragmatizmi bugün hiç kimsenin aklına gelmeyecek kimi yakınlaşmaları mümkün kılabilir. AKP’nin belki de tarihinde ilk kez bu kadar karman çorman bir görüntü vermesi bundan kaynaklanmaktadır. Birisinin ak dediğine diğeri rahatlıkla kara diyebilmektedir. Ders 4: Düzenin en büyük iki partisi de içinde yoğun gerilimlerle yüklüdür. Bu gerilimler, ikisi üzerinde de çok tahripkâr sonuçlar yaratmaya gebedir. Erdoğan Suriye konusunda

İslamcı kimi çevrelerden de tepki gördükçe; en son kamu çalışanlarının zamları ile ilgili olarak, işkolundaki neredeyse tüm sendikaların eylemi oldukça etkili sonuçlar yaratınca; Kürt halkının direnişi karşısında çaresiz kaldıkça; demokrasi havarisi maskesi her geçen gün daha çok insan için düşürüldükçe; Avrupa’da derinleşen krizin ilk dalgaları büyümenin yavaşlaması olarak ülkenin kıyılarına vurmaya başladıkça; cemaatle çatışması kendi cephesinde çatlaklara yol açtıkça; İslamcı söyleme daha sıkı sarılmaya başladı. Bu da ülke içindeki fay hatlarını daha kırılgan hale getiriyor. Ortadoğu’daki SünniŞii kamplaşmasının bir benzeri de burada yaşanıyor. Aklına gelen her konuda ahkâm kesmeyi filozofluk sanan Erdoğan her gün farklı bir kesimin tüylerini diken diken eden açıklamalara ve uygulamalara imza atıyor. Bir gün kadınların bedeni üzerinden politika yaparken öbür gün kentsel dönüşüm kapsamında evleri zorla yıkmaktan bahsediyor. AKP’nin en büyük mahareti kurmayı başardığı sadaka ağları ile toplumun en dışlananlarının öfkesini büyük oranda soğurabilmesi. Yoksullar için beka stratejisine dönüşmüş olan bu mekanizmaların yanı sıra Cumhuriyet tarihi boyunca “solcu” CHP tarafından mağdur edilen gariban Müslümanların öcünü alma masalıyla devşirilen destek aslında oldukça hassas dengeler üzerinde yükseliyor. AKP’yi ayakta tutan neo-liberal popülizmin sınırları cemaatle yaşanan gerilimler ve dünya üzerinde şiddetlenen krizle daha da daralıyor. ABD seçimlerinde yaşanabilecek bir sürpriz veya Suriye’de yaşanacak bir kontrol dışına çıkma, ülkeyi şu günkü görece istikrarlı görünümünden hızlıca uzaklaştırır. İşte bugünün en önemli siyasi görevi böylesi bir momentte halkın önüne güçlü bir politik alternatif çıkarabilme meselesidir. Düzen partilerinin dışında kapitalizmin hayatlarımızı tüketen gerçeği karşısına halkın sesini çıkarabilmek için şu andan yapabileceğimiz çok şey var. 2012 Taksim 1 Mayıs’ı AKP’nin tüm zorbalıklarına rağmen bu ülkenin teslim olmayan insanlarını

daha da görünür hale getirdi. “Tükenmeyiz kırmak ile sayılmayız parmak ile” dizelerinin gerçek olduğu bir gün yaşadık. On binler 6 Mayıs’ta Deniz’lere sahip çıkmak için sokaklardaydı. Müslüman anti kapitalistler İslamcılığın içinden dahi sınıfsal sömürünün ortadan kalkmasına baş koymaya hazır insanların sayısının artmaya başladığı gösterdi. Zıvanadan çıkmış reklam kampanyalarına, sponsorluk anlaşmalarına milyon dolarları dağıtan badem bıyıklı THY yönetimi, kendisini bu kriz koşullarında ayakta tutan emekçilerden 300 tanesini gözünü kırpmadan sokağa attı. İş güvenliği yasasını görüşen Meclis’in kapısında işçi iş kazasında öldü. Urfa’da cezaevlerine tıka basa, alt alta üst üste doldurulan Kürtler cayır cayır yanarak öldü. Türkiye’de bugün düzen demek AKP demektir. Düzene karşı çıkmak demek AKP’ye direnmek demektir. En acil politik görev, Kürtlerin yılmaz direncinden feyz alarak, onunla omuz omuza vererek ama Batı’nın örgütlenme zeminini güçlendirecek meseleleri de ele alarak halkın sesini örgütlemektir. Adalet ve özgürlük isteyenlerin birlikteliğini ve bu birlikteliğin çekim merkezini kurmaktır. HDK bu çekim merkezi vasfını kazanabilmek için desteklenmeli, büyütülmelidir. Bugün başarabileceğimize inanmak zorundayız. AKP’nin dayattığı cehennem karşısında insanca yaşayabileceğimiz bir ülke yaratabilmek için önümüzdeki en büyük engel Türkiye’deki devrimci muhalefeti teslim alma noktasına gelen liberalleşme ve inançsızlıktır. Bugün düzenle dövüşüldüğü kadar solu iddiasızlaştıran ve için için tüketen bu çürümeye karşı da mücadele edemezsek harcanan emeklerin boşa harcanması kaçınılmazdır. Sömürüye, hiçe sayılmaya, insan yerine konmamaya, iş kazalarında kırılmaya, çocuğundan çok patronunu görmeye, gelecek korkusuna, üretenin değil tüketenin değerli olduğu saçma medeniyete, Erdoğan’ın kibrine mahkûm değiliz! Hep birlikte göreceğiz!


Haziran /Temmuz 2012 / Sosyalist Dayanışma

ERDOĞAN NE YAPIYOR? 12

Eylül 2010 Anayasa referandumu sonrasında AKP’nin Kürt halkına yönelik saldırıları gittikçe artarken iktidarın daha önceki dönemlerinde çok fazla göze batmayan dinci, İslamcı bir söylemin de adım adım geliştirildiğini fark etmek için siyaset bilimci olmak gerekmiyor. Erdoğan’ın ardı ardına gelen dinci açılımları toplumu bir kez daha inançlar ekseninde gerecek gibi görülüyor. Uzunca bir süredir dile dolanan Alevi karşıtı söylem, eğitimde dinselleşme, kürtaj karşıtlığı, diyanetin laiklik çerçevesinde deği de dini referanslara göre faaliyet yürütmesinin önerilmesi ve sayısı daha da arttırılabilecek düzenlemeler ve açıklamalar İslamcı hareketin geri dönüşü olarak da okunabilir. AKP, iktidarının uzun bir sürecinde ordu ve bürokrasiyle ikili bir iktidar içerisinde hükümet etti. Bugün gelinen noktada ise Türkiye tarihinin en iktidarlı hükümetlerinden biri haline gelmiş durumdadır. Var olan ikili iktidar, AKP’nin geleneksel İslami tabanından gelen baskıları “elimizi tutuyorlar, yaptırmıyorlar” diyerek geçiştirmesine olanak sağlıyordu fakat bugün gelinen noktada böylesi gerekçeler üretebilme şansı oldukça azalmıştır. Dolayısıyla gerçekleştirilenlerden bir kısmının gerçekten İslami tabanın hassasiyetlerine yanıt üretmeyi amaçladığı düşünülebilir. Eğitim yasasının tam da 28 Şubat’a yakın bir tarihe denk getirilerek geçirilmesi de aslında İslamcı tabanı yeniden bir araya getirmeyi hedefleyen bir gövde gösterisi olarak gerçekleştirilmiştir. AKP açısından gündemlerin din ekseninde oluşması her halükarda bir avantajdır. Dindar kesimin hassasiyetlerinin kaşınması, AKP’ye olan desteği arttırmakta ve muhalefeti susturmaktadır. Avrupa’da ekonomik kriz yeni bir dip noktasına doğru

ilerliyor. Yunanistan seçimleri sonrasında ekonomide ciddi sıkıntılar ortaya çıkabilir. Üretimdeki bir yavaşlama, giderek daha fazla borçlanmış insanların işsiz kalması ekonomideki dengeleri sarsabilir. AKP’ye dönük tepkinin dinsel alandaki tartışmalara çekilerek sönümlendirilmesi en iyi seçeneklerden birisini oluşturmaktadır.

İslamcılığın Öne Çıkmasının Sebepleri Neler?

AKP Kürtlere saldırısını kendisini destekleyen Kürtler nezdinde dengeleyebilmek için de İslamcı uygulamalara ihtiyaç duymaktadır. AKP’nin Kürtlerle kurduğu ilişkiler büyük oranda

dinsellik üzerinden gelişmekte. Kimi BDP’li milletvekillerinin eğitim yasasının kimi maddelerine destek vermek zorunda kalmaları da bu gerçekten kaynaklanıyor. İslamcılık AKP’nin Kürt siyasetinin en başta gelen bileşenidir. İdris Naim Şahin bu siyasete ne kadar zemin bırakırsa tabii… AKP-Cemaat gerilimi devam ediyor. Şu anda özel yetkili mahkemelerin kapatılması gündemde. Bu Gülen’in yıllardır uğraşa didine elde ettiği çok önemli mevzileri kaybetmesi anlamına gelecek. Bu düzenleme, Cemaatin AKP tabanının memnuniyetsizliklerini kaşımaya ve tepki

ortaya çıkartmaya çalışmaya devam etmesi anlamına gelecektir. Anketlerde Erdoğan’ın kişisel desteğinde 10 puanlık bir düşüş ortaya çıktı son zamanlarda. Bu azalışın önünü kesmek de Erdoğan için çok önemli, çünkü 2014 Başkanlık seçimlerinde mutlaka kazanmak istiyor. Kendi dindar tabanını tutmak için İslamcı yüzünü daha fazla göstermeye devam edecek. Belki de en önemlisi ise Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler. Yeni büyüyen İslamcı burjuvazi Türkiye’nin geleceğini büyük oranda Ortadoğu’da görüyor. Davutoğlu Ortadoğu’daki süreci yönetmekten bahsediyor. Suriye ve Mısır’daki gelişmeler be-

lirleyici öneme sahip. AKP’nin buralarda İslamcıların daha da öne çıkmasını beklediği, özellikle Müslüman Kardeşlerle özel bir ilişkisi olduğu biliniyor. AKP daha önce Esad’ın küresel sisteme eklenmesi için aracılık yapmaya çalışmıştı, bu projenin ne hale geldiğini çok iyi biliyoruz. Bugünkü proje ise Müslüman Kardeşlerin ABD’ye lanse edilmesidir. Müslüman Kardeşler ile ABD arasında zaten uzunca bir süredir devam eden görüşmeler mevcut. AKP burada ne kadar rol oynayabilir bilemeyiz ancak şurası açıktır ki İslami rengin daha da belirginleştiği bir Türkiye Ortadoğu’da iş yaparken çok önemli bir imaj oluşturacaktır.

AKP açısından gündemlerin din ekseninde oluşması her halükarda bir avantajdır. Dindar kesimin hassasiyetlerinin kaşınması, AKP’ye olan desteği arttırmakta ve muhalefeti susturmaktadır. Avrupa’da ekonomik kriz yeni bir dip noktasına doğru ilerliyor. Yunanistan seçimleri sonrasında ekonomide ciddi sıkıntılar ortaya çıkabilir. Üretimdeki bir yavaşlama, giderek daha fazla borçlanmış insanların işsiz kalması ekonomideki dengeleri sarsabilir. AKP’ye dönük tepkinin dinsel alandaki tartışmalara çekilerek sönümlendirilmesi en iyi seçeneklerden birisini oluşturmaktadır.

5


Sosyalist Dayanışma / Haziran/Temmuz 2012

Ortadoğu ile daha derin ilişkilenmek isteyen bir Türkiye için laikliğin gevşetilmesi bir zorunluluktur. Dolayısıyla dindarlaşma süreçlerinin daha da derinleşeceğini öngörebiliriz.

Erdoğan Küçük Amerika Yaratma Peşindedir

Erdoğan Türkiye’nin küçük Amerikalaşmasında son bir adımı da atıyor. Türkiye’deki laiklik modeli, kendisine daha militan bir din karşıtı geleneğin olduğu Kıta Avrupa’sını model almıştı. Oysa ABD dünyada dinin en ağırlıklı bir etken olarak kamusal hayatın başköşesine oturduğu yerlerden biridir. “Dindar ve modern olunamaz mı?” sorusunu yönelten AKP’nin kafasında ABD’de olduğu gibi dinin kamusal hayatta daha belirgin olduğu, kapitalizmin dindar bir ambalajla yaşandığı bir ülke yaratmak vardır.

6

Sonuç olarak Erdoğan Türkiye’nin küçük Amerikalaşmasında son bir adımı da atıyor. Türkiye’deki laiklik modeli, kendisine daha militan bir din karşıtı geleneğin olduğu Kıta Avrupa’sını model almıştı. Oysa ABD dünyada dinin en ağırlıklı bir etken olarak kamusal hayatın başköşesine oturduğu yerlerden biridir. “Dindar ve modern olunamaz mı?” sorusunu yönelten AKP’nin kafasında ABD’de olduğu gibi dinin kamusal hayatta daha belirgin olduğu, kapitalizmin dindar bir ambalajla yaşandığı bir ülke yaratmak vardır.

buna eklenince AKP önemli bir hegemonya inşasına imza atmış oluyor.

Sosyalistler İslamcı AKP’yle Nasıl Mücadele Etmeli

Fakat siyaset boşluk tanımaz. AKP’nin dinci uygulamaları toplumun belli kesimlerinde önemli bir öfke de biriktiriyor. Biraz keskin bir önerme olacak ama içinde bulunduğumuz koşullarda bu tepkilerin örgütlenmesi hem daha mümkün hem de daha önemlidir. Yalnız burada kullanılması gereken dil ve yaratılmaya çalışılan bilinç önemlidir. Biz halkın hiçbir öbeğinin inancı ile ilgili bir sıkıntıya sahip değiliz. Burada sorun devletin topluma bir inancı zorla kabul ettirmeye çalışması, tek bir inancı sürekli öne çıkarması ve kayırmasıdır. AKP’nin kafasındaki İslamcı

karışıklıkları idi. Bir kısım sosyalist, bu arkadaşların Taksim’e gelişlerini neredeyse AKP’nin son numarası olarak yorumlamaya kalkıştılar. Bu hem büyük bir önyargının hem de söz konusu kesimlerle ilgili büyük bir cehalete sahip olunduğunun göstergesi olarak okunmalıdır. Yukarıda tam da kaçınılması gereken bir tutum olarak bundan bahsetmeye çalıştık. İçinde İslam ile ilgili bir şeyler bulunan her şeye direkten cephe alma eğilimi burjuva bir yaklaşımdır. Tam tersine İslami cepheden AKP’nin temsil ettiği abdestli kapitalizme geliştirilen bütün tepkiler solun doğal müttefikidir. İşçi direnişlerine destek veren, kapitalizmle bir derdi olan, İslamcı sermayenin hızla zenginleşmeyi gözü dönmüşçe methetmesi ile arasına mesafe koymaya çalışan herkes bizim yoldaşımızdır. Biz SODAP olarak böyle görüyoruz. Arkadaşların medyada fazlaca ilgiye mazhar olmaları onların suçu değildir. Çünkü ülkede hala İslamcı antikapitalist yanan su gibi anlaşılıyor. AKP’nin dindarlaştırma operasyonlarına karşı çıkarken –ki bütün açıklığımızla karşı çıkmalıyız, devlet kimseye hiçbir inancı dayatamaz- İslamcı antikapitalist zeminle karşılıklı konuşabilmeyi öğrenmek ve birlikte deneyimler geliştirmek zorundayız.

Sosyalistlerin dini meselelerden doğru bir muhalefet geliştirmesine çok sıcak bakmadığımız biliniyor. Böylesi bir hatta girmek zaten iyice zayıflayan sınıf hattının giderek daha da silikleşmesi anlamına gelecektir. Zaten son 10 yıldır sınıf hareketinin sürekli irtifa kaybetmesinde AKP’nin özellikle örgütsüz ve güvencesiz işçiler üzerinde kurduğu ve demokratikleşme, İslamileşme, yardım dağıtma üçgeniyle desteklediği hegemonyasının çok önemli rolü var. Toplum garip bir darbelere karşı demokrasi ekseni üzerinden politikleştiriliyor, sosyal devletin çözüldüğü koşullarda belediyelerin ve tarikatların yardım mekanizmaları da

çerçeve bu toplum için deli gömleğidir. Kendisini bu çerçevenin içine sığdıramayanlar muhakkak ki örgütleneceklerdir. Bu örgütlenme yeniden ulusalcı, laikçi CHP’ci bir zeminde gerçekleşirse bu sosyalist bir yenilenme imkânının kaçırılması anlamına gelir. Eğer bu örgütlenme HDK tarzında bir odak tarafından başarılabilirse önümüzdeki dönemde ülke içi dengelere ciddi müdahale etme şansı doğacaktır. İslamcı dayatmalara karşı reaksiyonların nasıl olmaması gerektiği ile ilgili önemli örneklerden birisi 1 Mayıs’a katılan antikapitalist İslamcılarla ilgili tartışmalarda ortaya çıkan kafa

Sonuç olarak biz tercih etmesek de önümüzdeki günlerde din eksenli siyaset daha da çok konuşulacak biz de prensip çerçevemizi doğru çizerek bu zeminde siyaset üreteceğiz. Tüm inançların özgürce yaşandığı bir ülke inşa edebilmek için, AKP’nin dayatmalarını püskürtmek için elimizden ne geliyorsa yapacağız.


Haziran /Temmuz 2012 / Sosyalist Dayanışma

YENİ İÇ POLİTİKA MALZEMESİ, KÜRTAJ : Kadını Yok Sayan, Kadın Emeği Ve Bedenini Erkeğin, Devletin Ve Vahşi Kapitalizmin Hizmetine Sunmak İsteyen Politikalar

K

ürtaj ve Uludere. Başbakan marifetiyle bu iki benzemezi uzun bir süre birlikte anmak şart oldu. Öte taraftan Uludere üstünden Türkiye’de ilk kez Kürtaj meselesi iç siyasetin parçası haline getirildi. Öncelikle söylemeliyiz ki Başbakan Ustalık dönemim dediği 3. döneminde işçiler, kadınlar, Kürtler başta olma üzere bütün ezilenler üstündeki baskı, zulüm ve sömürüyü tek adam görüntüsü vererek daha da pekiştiriyor. AKP; baskıcı, milliyetçi, ırkçı, dinci, ayrımcı, militarist sömürü politikalarını hayata geçirirken şimdiye kadar statükonun ve 12 Eylülün kötü mirasından faydalandı. Sahte bir demokrasi görüntüsü yaratarak bu mirası 10 yıl boyunca gani gani harcadı. Şimdi, sağdan soldan umut bağlanan, hatta liberal solculara Anayasa referandumunda “yetmez ama evet” dedirten demokrasi illüzyonun sonuna gelindi. Böylece yüzlerini geçmiştekinden daha fazla kendi kitlelerine döndüler. Erdoğan’ın Uludere’de gerçekleştirdiği katliamın üstünü örtmek için ceninin “yaşam hakkı”nı savunmaya soyunmasındaki zamanlama buna işaret ediyor.

Diyanetten Başbakana Destek!

Bu konuda Başbakan’a destek, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan geldi. Şimdiye kadar; kayıpların, işkencelerin, yaşı büyütülüp idam edilen, hapishanelerde bedenini ölüme yatıran tutsakların, ya da Uludere’de katledilen çocukların yaşam hakkı için bir cümle dahi kurmayan Diyanet işleri kürtaj konusunda hemen mikrofona sarıldı ve “yaşam hakkını

savundu!” Diyanet işleri Başkanlığı basın bildirisinde hangi idealist cümleleri kurarsa kursun, bağımsız bir eylemde bulunmamakta, dini istismar ederek kitlelere egemen politikayı empoze etmeyi amaçlamaktadır. Bu nedenle söylediklerinin kıymeti harbiyesi olmamalıdır. Üstelik bu gün “kürtaj hayat hakkını ihlaldir” diyen Diyanet 1983’te nüfus planlaması amacıyla kürtaj yasası çıkarıldığında kürtajı desteklemişti. Öyle ya Diyanet İşleri hangi zamanda hangi konuda devletle ters düşmüştü ki? Herkesin pekâlâ bildiği gibi diyanet işleri dini devletin hizmetine sokmak için vardır. Onun için de egemen güçlerin, egemen dinin, egemen mezhebin, egemen ulusun ve kısacası egemen sistemin hizmetindedir. Sivil Cumalar bu yüzden de çok anlamlı değil mi?

“Kürtaj Haktır Uludere Katliam”

Erkek egemen zihniyet hiç gocunmadan kadınlar üstünde ileri geri hak iddia edebileceği gibi kadınların hayatları hakkında, bedensel bütünlükleri hakkında, kimlikleri hakkında, emekleri hakkında ahkâm kesmekten geri durmaz. Başbakanın kadınlara yönelik son derece çirkin suçlamalarına ve üslubuna aldırmayan herkes, cinsiyetçiliğe ve kadın üstündeki erkek, sermaye ve devlet tahakkümüne boyun eğmektedir. Kadın hareketi Başbakana kısa ve öz bir cevap verdi: “Kürtaj haktır Uludere Katliamdır!” Kadınlar tarafından Erdoğan’a “Cinayet işleyen sensin. Biz ise hakkımızı kullanıyoruz” denmiş oldu. Ve eğer bu hakkı kadınlardan almaya kalkışırsanız sonuna kadar da mücadele ederiz mesajı verildi.

AKP Ne Yapmak İstiyor?

Kadın bedenini, cinselliğini, hayatını kontrol etmek isteyen neoliberal muhafazakâr zihniyetle bir taşla birden çok kuş vurmak istiyor. Kamusal alanı piyasalaştırmakta ve sağlığı özel-

leştirmekte mahir olan hükümetin derdi ne yaşam hakkı ne de üreme sağlığı. Kürtaj hakkına saldırarak, sezaryene kısıtlama getirerek “kadın bedeninde üreme fonksiyonları üstünde söz sahibi devlettir” diyor. Böylece “yaşlanan” nüfusu gençleştirecek, bonus olarak da Uludere tartışmasının üstü örtülecek, toplumda muhafazakârlaşma çıtası yükseltilecek. AKP eliyle; kürtaj türbandan sonra kadınları iç politikanın malzemesi haline getirmenin başka bir yolu olarak kullanılmaya başlanmaktadır. 4+4+4 ile dindar gençlik yaratma yoluna çıktığını ilan eden hükümet, toplumda yaratmak istediği homojenliği, AKP tipi muhafazakârlığı şimdi de kürtaj üstünden dayatıyor. Kürtajı yasaklamayı mı, kısıtlamayı mı yoksa toplumda sadece “yüksek bir merhamet eğitimi” gerçekleştirmeyi mi hedefliyor? Yasaklama zihniyeti “Kürtaj Haktır Karar Kadınların” şiarıyla yükselen kadın mü-

Güler TOPRAK

Erkek egemen zihniyet hiç gocunmadan kadınlar üstünde ileri geri hak iddia edebileceği gibi kadınların hayatları hakkında, bedensel bütünlükleri hakkında, kimlikleri hakkında, emekleri hakkında ahkâm kesmekten geri durmaz. Başbakanın kadınlara yönelik son derece çirkin suçlamalarına ve üslubuna aldırmayan herkes, cinsiyetçiliğe ve kadın üstündeki erkek, sermaye ve devlet tahakkümüne boyun eğmektedir. 7


Sosyalist Dayanışma / Haziran/Temmuz 2012

cadelesine çarptıktan sonra stil değiştirmiş görünüyor. Sezaryen ise tıbbi zorunluluklar dışında yasaklandı bile. Sonuç olarak kürtaj iç politika malzemesi oldu bile ve artık bir de kürtaj sorunumuz var.

Devletler Kürtajı Neden Yasaklamak İster?

Eğer kadın kürtaj kararı vermişse mutlaka önemli bir gerekçesi bulunmaktadır. Bunun başında da kendi kaderini tayin etme hakkı gelmektedir. Bu nedenle kürtaj hakkı bizim için vazgeçilemez bir haktır, tartışılamaz. AKP eliyle gerçekleştirilen saldırılar karşısında kürtaj hakkı mücadelesini yükselterek erkeğe, devlete, sermayeye teslim olmayacağız.

8

Bütün devletlerin nüfusu kontrol altında tutma çabası var ve bu amaçla nüfus politikaları üretmektedirler. Erkek egemen kapitalist sistemde bu politikaların nesnesi de, aracı da kadın bedeni, emeği ve kimliği olmaktadır. Çin ve Hindistan nüfusu azaltmaya çalışırken Avrupa ülkeleri yükseltmeye dönük politikalar üretmektedir. Az gelişmiş ülkelerin ise nüfusun nicelik ve niteliğini iyileştirmeye dönük

politikalar üretmesi beklenmektedir. Egemen güçler ucuz iş gücü, tüketim, savaşma potansiyeli, ırkın ve devletin varlığının mevcudiyeti...gibi gerekçelerle planlar yapmaktadır. Sadece nüfus değil ırk da planlamak istemektedirler. Göçmen bolluğu yaşayan ülkelerde ya da bizdeki gibi ulusal sorun yaşanan ülkelerde egemen ulusun nüfusunu artırıcı, diğer halkların nüfusunu aşağı çekecek politikalar üretilebilmektedir. Bütün bu politikaların direkt adresi, hedefi kadın olup; kadın bedeninin ve cinselliğinin kontrolü, anneliğin kadın kimliği olarak yüceltilmesi söz konusudur. Kürtajın Türkiye’de doğrudan bir hak mücadelesi olarak yükseltilmeden 12 Eylül rejimi tarafından nüfus planlaması gereği 1983 yılında yasalaşmış olması o

zamanki devletin ihtiyaçlarının öyle gerektirmesindendi. Ancak her ne şekilde olursa olsun nüfus politikalarının eninde sonunda gelip dayanacakları yer toplumun göstereceği direnç ve tepkiler olmaktadır. Mesela Batıda bir hak mücadelesi olarak kürtaj hakkı için mücadele yükseltilmiş, 70’li yılların başında kürtaj hakkı kadınlar tarafından kazanılmıştır.

AKP’nin Motivasyon Kaynakları

AKP topluma kendi hayat tarzını, inanç ve yaşam pratiğini empoze etmenin yanı sıra temel motivasyonunu büyümeci ve ırkçı perspektiften almaktadır. 2023 projeksiyonlarını yaparken sürekli olarak ekonomik büyümeyle övünen Başbakan; nüfusun yaşlanmasından şikâyet ederken

kadınlara en az 3 çocuk doğurma telkinini her fırsatta yinelemektedir. Ancak bu kurnaz teklif egemen ulusa yapılmaktadır. Çünkü Kürt coğrafyasında nüfusu azaltmak için planlamalar yapıldığı biliniyor. Nitekim BDP Eş Başkanı’nın da açıkladığı gibi Kürt bölgesinde nüfusun azaltılması için uygulanacak politikalar 2008 yılında AKP eliyle, gizli kararıyla, Kürt illerindeki Valiliklere gönderilmiş.

Kadınlara Dayatılan; Kölece Üretim, Yeniden Üretim!

AKP eliyle hem neoliberal hem de muhafazakâr saikle neomuhafazakâr politikalar sürdürülürken kadınlara yönelik saldırılar çok boyutlu bir şekilde sürdürülmektedir. Kadınlardan beklenen erke-

ğin, devletin ve sermayenin hizmetine her zaman her koşulda hazır olmaktır. Kamusal hizmetlerin kısılması, sağlık ve eğitimde ticarileşme ve özelleştirme, güvencesiz ve esnekleşen iş piyasası sonucu daha da artan bir şekilde kadının sırtına kalan bakım hizmeti yükü çoğaldı. Kadınlar, ev eksenli çalışmaya ya da esnek, güvencesiz alanlarda “eve ek gelir” için ucuz emek gücü olarak konumlandırmaya yönlendirildi. Bunun üstüne bir de 4+4+4 ile kız çocuklarını kamusal alandan koparmaya dönük yasalar çıkartıldı. Öte yandan AKP döneminde artan kadın cinayetlerinden, LGBT bireylere dönük nefret cinayetlerinden ve cinsel şiddetten bahsetmek gerekiyor. Kadının üreme fonksiyonları kontrol edilerek yeniden üretim yükü artırılmak istenirken; ev emeğinin görünmemesi ve ev hizmetlerinin yasal çerçeveye alınmaması da başka gerilim kaynaklarından. Muhafazakâr kisvesi ardında ırkçı, cinsiyetçi, neoliberal politikalar hayata geçiriliyor. Başta kürtaj hakkının gaspı olmak üzere egemen güçlerin kadının hak ve özgürlüklerine saldıran politikaları; kadını yok sayan, emeği ve bedenini erkeğin, devletin ve vahşi kapitalizmin hizmetine sunmak isteyen politikalardır.

Kürtaj Haktır Tartışılamaz!

Kürtaj kadınlar tarafından hiç bir zaman doğum kontrol aracı olarak kullanılmadığı gibi bu operasyon son derece hassas ve kadınlar tarafından arzu edilmeyen bir durumdur. Eğer kadın kürtaj kararı vermişse mutlaka önemli bir gerekçesi bulunmaktadır. Bunun başında da kendi kaderini tayin etme hakkı gelmektedir. Bu nedenle kürtaj hakkı bizim için vazgeçilemez bir haktır, tartışılamaz. AKP eliyle gerçekleştirilen saldırılar karşısında kürtaj hakkı mücadelesini yükselterek erkeğe, devlete, sermayeye teslim olmayacağız.


Haziran /Temmuz 2012 / Sosyalist Dayanışma

İşten Atılan 305 İşçinin Geri Alınması İçin...

DİRENİYORUZ

Ve zafer artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar tırnakla sökülüp koparılacaktır...

THY

biletlerini alıyoruz, 13 saat kala iptal et-

tiriyoruz. THY’yi boş uçuruyoruz, seferleri iptal ettiriyoruz. THY’nin sınırsız sömürüsüne dur demek için DİRENİYORUZ. Bu direnişin tek bir sahibi yok. İşten atılan THY işçisi, ailesi, yoldaşları, sendikası, THY’den uçuş bileti alan yolcular, diğer sendikalar, tüm emek örgütleri, demokratik kitle örgütleri, kısaca insanım diyen herkes… Vahşi kapitalizm kavramının kendisini yeniden ve cinayetler işleyerek hatırlattığı bugünlerde görünen köyün kılavuza ihtiyacı kalmadı. Hava İş kolunda, çalışanların anayasal güvenceye alınmış, en demokratik hakkı olan “grev hakkının” kaldırılması, yasaklanması vahşiliğine karşı “hayır” diyenler biri bizi gözetliyor kameralarına takıldılar ve onlara çok ciddi bir kamera şakası yapıldı. Reklam ve tanıtım mesajlarından bıkan Türk Hava Yolları şirketi kabin işçileri “yine mi” diyerek mesajı silmek için telefonlarını açtıklarında “işten çıkarıldıklarını” okudular… Sağlarına sollarına baktılar, “bu bir kamera şakasıdır” diyen kimseyi göremediler. Bu şakayı yapanı enselemek için derhal işyerlerine gittiler ama onca emek verip alın terleriyle yücelttikleri, “Avrupa’nın en iyi hava yolu şirketi” yaptıkları işyerlerine alınmadılar. İşyeri kapısında da bu bir kamera şakasıdır diyen olmadı. Ve o an bütün işçiler için bir karar anıydı. Kazanacak işçinin tercih yapma alternatifi yoktu. Tek yol işine sahip çıkmaktı. Karar verildi. THY işçisi direnişte. Paranın gücüne tapanların kendilerine kol kanat geren büyüklerinin de icazetiyle yaptığı bu kıyımın bedeli çok ağır olacak.

Bunu biliyoruz. İşçi sınıfını parçalama, örgütsüzleştirme, yalnızlaştırma çabaları son hadde gelmişken, yan yana 2 kişiye bile tahammülü olmayanların bildiği bir şey var. 2 den sonra 3 gelir 3 den sonra 4 gelecek 4 den sonra işin önünü alamayacaklar. Bu sebeple her direnişe, her birlikteliğe, kan emici politikalarını eleştiren her kişi ve kuruma ısrarla, düşmanca saldırıyorlar. 42 yıl evvel yaşanan 15-16 Haziran direnişinden sermayenin kendi adına çok iyi dersler çıkarmış olduğunu kaybede kaybede öğreniyoruz. Bugün kapitalizmin girdiği kriz ortamı tüm dünyayı aynı anda, farklı ölçeklerde etkiliyor ve krize karşı tüm sermaye ve örgütleri tek vücut olma gayreti içine giriyor. Her geçen gün krize

üretim modeli haline geliyor. Ve şimdi grev yasakları; bir anda bütün dünyada karlılığı en yüksek sektörlerde grev yasakları getiriliyor. Bu konuda sermayenin kafası oldukça net. Kapitalizmin yıkılması ve bir alternatifinin yaratılması korkusu patronu öylesine sarıyor ki, patronlar sesini öylesine yükseltiyor ki yavuz hırsız konumunu hiç kaybetmiyor. ILO (uluslararası çalışma örgütü) grev yasaklarını kınamak şöyle dursun yeni dönemin trendini kutlamaktan kendini alamıyor: daha fazla sömürü daha fazla hırsızlık! Bu kadar büyük bir saldırı varken geniş kitleler daha fazla yoksullaşıyor. Zenginin zenginliğinin sınır tanımadığı, yoksulun emeğinden ekmeğinden sonra insanca yaşama hakkının; onurunun da

karşı alınan önlemler artırılıyor. Denenen her yöntem, alınan her karar işçi sınıfının belini daha fazla büküyor. Sigorta, güvence lüksleşiyor, çalışma saatleri uzuyor, iş güvenliği önlemleri kaldırılıyor, iş kazaları rutinleşiyor, borçluluk artıyor… vs. Ve tüm bunlar şimdi şu an hemen hayatımızı etkileyen sonuçları… Bu tahribatın yarına dair sonuçlarını ise yine kaybede kaybede yaşamak istemiyoruz. Sömürünün dünya ölçeğinde yaşanması; krizin ve bunun sonucu hak gasplarının dünya ölçeğinde yaşanması anlamına geliyor. Esnek çalışma çok kısa bir sürede

elinden alınmak istendiği dönemler daha önce de oldu. Ama işçi sınıfı direniş geleneğiyle bunlara cevaplar üretti. Grevler yaptı, sokaklara barikatlar kurdu, işgaller yaptı. Bundan tam 42 yıl evvel yaşanan 15-16 Haziran büyük yürüyüşü, işçi sınıfının gücünü sınadığı yürüyüştü ve ışığı hala yolumuzu aydınlatıyor. 1970 yazında emeğine sahip çıkan, örgütüne sahip çıkan, geleceğine sahip çıkan sınıf yürüdü, koştu, barikatları aştı ve sermayenin ayak oyunlarını boşa düşürdü. Cebine giren hırsız eli yakaladı ve geleceğini çalacak bir

yasanın çıkmasını o gün sokağa çıkarak engelledi. Bugün hırsız elini, hiç utanmadan, saklamadan cebimizde unutmuşken 15-16 Haziran direnişinden ders çıkarmak, güç almak ve cebimize yerleşen bu hırsıza dur deme zamanı. Bugün ücretli kölelik düzenine mecbur olmadığımızı anlamamızın zamanı. Bugün “kapitalizm Allah belanı versin” dememizin zamanı. Bugün razı olmamanın, direnişi büyütmenin, haklarımızı istemenin zamanı. Taşeron işçileri, ev işçileri, parça başı çalışan, sendikasız sigortasız işçiler, fabrika işçileri, büro işçileri, tersane işçileri, maden işçileri, sözleşmeli, ücretli memurlar, işsizler, güvencesizler… Şimdi durma, sabretme, şükretme, bekleme değil 15-16 Haziran ruhuyla davranma zamanı… 1970 yazında sokakları ve fabrikaları patronlara dar edenlerin tek alternatifi bu onurlu yürüyüşü yapmaktı. 15-16 Haziran’da işçi sınıfı yok sayılan kimliğini geri kazandı. Örgütlü işçinin önünde hiçbir duvar yüksek, hiçbir mesafe uzun değildi. Bugün, iş kazalarında işçiler naylon çadırlar gibi yanıp ölürken, tekstil ağaları bir gece önce milyon dolarlık ihracat paralarını cebe indirip ertesi gün 4000 işçiyi sokağa atarken, 17 yaşında genç işçiler selde boğulup, kimyasaldan zehirlenirken, %3 zamlarla yüzümüze karşı dalga geçilirken, on binlerce öğretmen açığına rağmen öğretmenler atanamazken, hastane kapılarında hasta yakınları tarafından bir bıçak darbesiyle hayatımızdan edilirken, küfürlerle alanlardan kovulurken, en demokratik hakkımızı kullanmak için sokağa çıktığımızda coplanırken, ve daha sayılacak onlarca örnekle yok sayılırken tek alternatifimiz işimize, aşımıza, onurumuza sahip çıkmaktır. THY işçisinin direnişi ezilen tüm emekçilerin, yok sayılan tüm kesimlerin direnişidir. THY direnişi insanım diyen herkesin direnişidir.

9


Sosyalist Dayanışma / Haziran/Temmuz 2012

YIKIMLARA KARŞI MÜCADELE NEYİ SAVUNMALI? Bahar EKİNCİ

En temel sloganımız barınma hakkı olmalıdır. Herkese sağlıklı, dayanıklı konutlar. Ayrıca altyapı sorunları giderilmeli, insanların sosyalleşme alanları, çocuk parkları artırılmalı, spor alanları oluşturulmalıdır. Bunların var olan konutların ıslahı ve bölgenin düzenlenmesi üzerinden mi, yoksa yeni yaşam alanları yapılarak mı oluşturulacağı ise o bölgede yaşayan insanların kararıyla olmalıdır.

(Not: Dünyadan örnekler, büyük oranda Yaşar Adnan Adanalı’nın bir söyleşisinden alınmıştır.)

10

A

fet Yasasının çıkmasının ardından kentsel dönüşüm hızla uygulanacak gibi gözüküyor. Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, açıklama üstüne açıklama yapıyor.Katıldığı bir televizyon programında yıkımın 4 ay içinde başlayacağını söyledi. En son Eyüp’te bir dernekte “Türkiye’de Kentsel Dönüşüm” konulu konferansta yaptığı konuşmada AKP iktidarının gerçek niyetini alenen ilan etti: “Bu sadece salt bir kentsel dönüşüm değil, inşaat sektörü canlanacak, inşaat malzemesi sektörü canlanacak, müteahhitlerimiz iş bulacak, vasıfsız elemanlarımız iş bulacak, teknik müşavirler çok ciddi manada iş bulacak, mühendislik sektörü gelişecek ve yurt dışı müteahhitlik hizmetleri de ciddi manada gelişecek.” Ayrıca konferansta gençler tarafından protesto edilmesi üzerine, “Kentsel dönüşümü engellemek isteyenler var, açıkgözler var, provokatörler var. Bu kentsel dönüşüm noktalarında da gettolaşmak isteyen illegal gruplar var. Onlar bu işi engellemek istiyorlar, onların yansımaları da zaman zaman oluyor. Bundan sonra da olacaktır.” dedi. Doğru söze ne denir? Herkes kendi işini yapıyor. Biz de kendi işimize bakalım.

Herkese Sağlıklı Barınma Hakkı

Geçen sayıdaki yazımızda yapılması gerekenler üzerine birkaç noktaya değinmiştik ve örgütlenmeye vurgu yapmıştık. Bu yazımızda bu örgütlülükler üzerinden neleri savunacağımız konusuna değineceğiz. Kentsel dönüşüm meselesi 2005’te de gündeme gelmiş, o süreçte yaratılan örgütlülükle bu saldırı püskürtülmüştü. O dönemde yıkım meselesine bakış açısı da değişik açılardan tartışılmıştı. Kimi akademisyenler gecekonduların sağlıksızlığı üzerinden yıkılması gerektiğini savunurken kimi çev-

reler barınma hakkı mücadelesini tapu hakkı mücadelesine indirgemişti. Yıkımlara karşı mücadeleyi tapu hakkı mücadelesine indirgemek bir kaç açıdan sakıncalı. Birincisi, tapu hakkı ile sadece ev sahiplerine barınma hakkı istemiş oluyoruz, kiracılar yani mülksüzler bu talebin dışında kalıyor. İkincisi, tapuları istemek neye çözüm? Belki sadece ev sahipliği resmileşmiş olacak. Ama tapuları fahiş fiyata gerçek sahiplerine satan aynı iktidar, son çıkan Afet Yasası ile bu evleri de üç kuruşa istimlak edebilecek. Kentsel dönüşümle, iktidarın asıl amacının emekçilerin yaşam alanları üzerinden ciddi bir rant elde etmek olduğu kendi ağızlarından teyit edildi. Bizim asıl cevap bulmamız gereken soru, “Sağlıksız ve depreme dayanaksız konutlarımızda, altyapı sorunu olan, sosyal alanları son derece kısıtlı mahallelerimizde bu şekilde yaşamaya devam mı edeceğiz?” olmalı. Bu konuda en temel sloganımız barınma hakkı olmalıdır. Herkese sağlıklı, dayanıklı konutlar. Ayrıca altyapı sorunları giderilmeli, insanların sosyalleşme alanları, çocuk parkları artırılmalı, spor alanları oluşturulmalıdır. Bunların var olan konutların ıslahı ve bölgenin düzenlenmesi üzerinden mi, yoksa yeni yaşam alanları yapılarak mı oluşturulacağı ise o bölgede yaşayan insanların kararıyla olmalıdır. Gerek var olanın ıslahı şeklinde gerekse de yeni yaşam alanları oluşturma şeklinde olsun bu sürecin maddi yükü insanlara yüklenmemelidir.

Dünyadan Örnekler

Kentlerin dönüştürülmesi sürecine dünyada pek çok örnek vardır. Venezuella’da varolan gecekonduları yıkmayıp imar izni ve altyapı hizmetlerini götürerek rehabilite eden Chavez hükümeti,

ayrıca kamusal toprak reformu ile yeni ev yapacak halka toplu yerleşim imkânı sunmak için de kamu topraklarını tahsis etmiştir. İstanbul’daki gecekondu gerçekliğine benzeyen bir örnek de Ortadoğu’daki Filistin mülteci kampları. Mülteci kampı dense de aslında buralar enformel kentsel alanlar. Burada da yaşam alanlarının iyileştirilmesi için yürütülen çalışmalar var. Örneğin; Lübnan’daki Nahr El-Bared kampı yaklaşık 20 bin kişinin yaşadığı bir kamp, şu an bu kampın dönüşümü gerçekleşiyor. Dönüşüm sürecinde sokak dokusunun birebir korunmasından insanların komşuları ile birlikte yaşamasına, kamusal alanlar açılırken mağduriyetlerin önlenmesinden her bir aile ile her tekil konutun mimarlar tarafından birlikte tasarlanmasına kadar olan katılımcı bir süreç yaşanıyor. Suriye’de görülen başka bir dönüşüm projesi, zaman içinde yaşayanlar tarafından, onların değişen ihtiyaçları doğrultusunda mekânın fiziksel gelişimini değiştirebilecekleri, yani planlı bir şekilde mahallelerini sürekli yeniden inşa edebilecekleri ‘adım adım kentsel gelişme’ modeli. Mesela; Brezilya’da, katılımcı planlama sürecine, orada yaşayan kadınların, gençlerin veya kent yoksullarının örgütlü biçimde dâhil olmaları sıkça rastlanan bir uygulama. Belediye bütçesinin belli bir kısmı, temsili demokratik mekanizmalar tarafından değil, katılımcı demokrasiyi işletecek şekilde oradaki yurttaşlar tarafından kullanılıyor. İnsanlar kendi ihtiyaçlarını iyi bildikleri için bütçeyi de nereye harcayacaklarını biliyorlar. Kentlerimizin, mahallelerimizin sağlıklı konutlarıyla, altyapıyla, sosyal kültürel bileşenleriyle yenilenmesi süreci bizim inisiyatifimizde olmalıdır. Böylesi bir yaklaşımla bir araya gelmek, geleceğimizi elimize alma yolunda önemli bir adım olacaktır.


Haziran /Temmuz 2012 / Sosyalist Dayanışma

Urfa, Antep, Adana, Mersin ve Devamı Gelecek İsyan Ateşi AKP Hükümetini Dumanıyla Boğacak…

Hapishanelerde İsyan Ateşi Yanıyor…

Y

ıl 2012 ve Urfa Hapishanesinde 13 tutsak katledildi. 12 Eylül’den beri cezaevlerinde hayatını, fiziki sağlığını kaybeden binlerce tutsağa yapılanların failleri, hala ortaya çıkarılmadı. Yine 19 Aralık 2000’de, 20 hapishanesine birden yapılan, 30 siyasi tutsağın katledildiği ve yüzlerce kişinin yaralandığı, ‘Hayata Dönüş’ adı verilen faşist saldırının sorumluları da ortaya çıkarılmadı. Bugün, Türkiye devletinin kanlı tarihine 16 Haziran 2012 Urfa Hapishanesi katliamı da eklenmiştir.

kümetinin Başbakanı Erdoğan aymazca şu açıklamayı yapmıştır: “Bu da terörle bağlantılıdır bunu bilmemiz lazım. Şanlıurfa’daki tutuklu ve mahkûmlar farklı cezaevlerine dağıtılmıştır, dağıtılmaya devam ediyor. Bunun yanında diğer cezaevlerinde çıkanlar da yine arkadaşlar çok farklı adımlar attılar, atıyorlar. Bu da bir şeyi gösteriyor. Yani yapmakta olduğumuz yeni cezaevlerine ‘İktidarların görevi hapishanesi yapmak değil’ mantığı ile... Dünyanın neresinde hapishanesi olmayan ülke var diye

büyük bir hapishaneye çevirmek! Olaydaki sorumluluğunu örtbas etmek için yavuz hırsız misali sürekli üste çıkmaya, insanların ağzını “terörle bağlantılı” bantıyla yapıştırmaya çalışmak! İnsana bir gram saygı duymayan; bütün marifeti kendinden menkul gören; iktidara sevdalı, halk(lar)a, düşünen insana düşman bu hükmetme anlayışını çok iyi biliyoruz biz…

merak ediyorum. İnsanın olduğu her yerde suç ve suçlu vardır. Bunu bilmemiz lazım. Buna göre de almamız gereken tedbirler her zaman alınmalıdır. Bu cezaevlerinde kapasite noktasındaki sıkıntıları da aşacak şekilde yatırımlarımız süratle devam edecektir”. Milletvekillerinden, belediye başkanlarına, aydınlardan, gazetecilere, avukatlardan gençlere önüne gelen muhalifi sudan gerekçelerle içeri attıran AKP demokrasisinin ülkeyi koca bir hapishaneye çeviren başbakanının bütün bu büyük soruna cevabı, daha çok ve büyük hapishaneler yaparak ülkeyi daha

lenlerden ders almasıdır. Bütün bu faşist uygulamalarını sonlandırmaz, yeni hapishaneler kurup her gün yeni operasyonlarla insanları hapishanelere kapatmaya son vermediği takdirde şimdiye dek onu yukarı çeken “bu kör avara kasnak” zincirlerinden boşanıp onun iktidarını da tepe üstü yere çakacaktır.

AKP hükümetine tavsiyemiz biraz tarihe bakması, tarihte kendisi gibi muktedirlerin başına ge-

AKP hükümeti yetkilileri göstermelik de olsa bir açıklama yapmak yerine tutuklulara ve ailelerine gaz bombaları ile saldırmış, çıkan yangını ve katliama dönüşen ölümleri “vantilatör için kavga ettiler”, “olay adli tutuklular koğuşunda çıktı” gibi gerekçelerle izah etmiş ve yeni olaylara zemin hazırlamıştır. Urfa hapishanesinin ardından isyan ateşi diğer hapishanelere sıçradı. Yaşadıkları insanlık dışı uygulamaları dilekçeler yazarak anlatmaya çalıştılar, “koğuşlar tıka basa dolu bir ranzada 3 kişi yatıyoruz” dediler, “hasta tutsaklar tahliye edilsin” dediler, “8-10 kişilik odalarda 30 kişi 50 derece sıcaklıkta kalıyoruz” dediler seslerini kimse duymadı. Seslerini duymayanlara 3 kişi yattıkları, bazen sırayla uyudukları yatakları yakarak cevap verdiler. Urfa hapishanesinde başlayan isyan en son Karaman hapishanesinde yükseldi. Devlet bu tepkilere ‘madem koğuşu ateşe veriyorsunuz, o halde bunu hayatınızla ödeyin’ anlayışı ile yaklaşmış ve “İleri Demokrasi” diyen AKP hü-

Tülay Yıldız

Milletvekillerinden, belediye başkanlarına, aydınlardan, gazetecilere, avukatlardan gençlere önüne gelen muhalifi sudan gerekçelerle içeri attıran AKP demokrasisinin ülkeyi koca bir hapishaneye çeviren başbakanının bütün bu büyük soruna cevabı, daha çok ve büyük hapishaneler yaparak ülkeyi daha büyük bir hapishaneye çevirmek!

Bu yaklaşımla hapishanelerdeki isyan ateşi sönmez, Urfa, Antep, Adana, Mersin ve devamı gelecek isyan ateşleri AKP hükümetini dumanıyla boğar. Bizden hatırlatması!...

11


Sosyalist Dayanışma / Haziran/Temmuz 2012

Mehmet YILMAZER

12 Mart ve özellikle 12 Eylül faşizminin ve otuz yıllık “Kürt savaşının” ağırlıklı yükünü üzerinde taşıyan “Kemalizm” eninde sonunda bunun bedelini ödeyecekti. Bu süreç AKP iktidarı eliyle yaşandı. Fakat AKP’nin kendisi, faşist dönemlerin beslediği, eğip büktüğü bir siyasal yapı olduğu için onun “eski” egemen düzenle hesaplaşması da bu beslendiği kaynağın tüm izlerini ve sonuçlarını taşımak zorundaydı.

AKP

’nin “ustalık dönemi”de çok ilginç gelişmeler yaşanıyor. Hatipliği dillere destan Başbakan nedense artık konuştukça batıyor. Hatipliğinden bir şey kaybetmiş değil, fakat sorunlara yaklaşımı onu her gün çukurun derinliklerine doğru çekiyor. Roboski katliamını örtme çabaları batışı görünür hale getirdi. Sonra akla zarar bir benzetmeyle Roboski katliamının önüne “kürtaj ve sezeryan cinayetleri”ni geçirerek Erdoğan siyasi kariyerinin en tipik adımını attı. Öte yandan Erdoğan ve iktidarı, memur eylemlerine, özellikle THY’deki greve karşı tavırlarıyla pervasızlığın varabileceği seviyeyi ortaya koydu. Bu yokuş aşağı gidişi örtmek için İstanbul il kongresiyle Hitler Almanyası’na yakışır gövde gösterileri düzenlendi. Bunların devamının geleceğinden kimsenin şüphesi olmasın. Bütün bu yaşananlar “AKP milliyetçi ve İslamcı çizgisine geri mi dönüyor?” sorusunu gündeme getirdi. Ya da daha genel olarak yaklaşıldığında “AKP’de neler oluyor?” sorusu sorulmaya başlandı. Milliyet’in Erdoğan’ı çok seven yazarlarından Hasan Cemal bile Başbakanı “Zaloğlu Rüstem’e” benzetti. Liberallerin büyük çoğunluğu AKP ve Erdoğan’la ilgili çoktandır hak ettikleri düş kırıklığını her gün yeni bir olayla yaşamaya başladılar. Artık yeterince açıktır: AKP’nin ustalık döneminde işler önceki dönemlerdeki gibi gitmeyecek! Öyleyse neler oluyor?

Yaşananların Altında Üç Temel Neden Yatıyor

İlki, “Ustalık döneminin” en belirgin özelliği artık AKP’nin siyaseten “mazlum” değil egemen hale gelmesidir. İlk iki dönemde AKP iktidarının her adımına karşı ya genelkurmaydan ya da Yargıtay’dan bir engelleme geliyordu. Böyle bir tabloya karşı AKP haklı olarak tepki gösteriyor, böylece hem siyasal puan topluyor hem de “demokrat” görünüyordu. Geçen sürede askeri vesayete karşı mücadelenin

12

KONUŞTUKÇ demokratik derinliği ve dolayısıyla AKP’nin demokratlığı iyice sınavdan geçti. Bazen en büyük zalimler eski mazlumlardan çıkar. Bu gerçekliği doğrularcasına Erdoğan’ın her konuşması aşağılama, küçümseme, azarlama ve hatta tehditlerle yüklenmeye başladı. Bir seçim zaferi sonrası ünlü “balkon konuşmasından” küçük bir iz bile kalmadı. Fazla da şaşırmamak gerekli: Erdoğan bir zamanlar “demokrasi hedefe ulaşmak için bir araçtır” demişti. Hedefe yaklaştığını düşündükçe demokrasi yüklerinden kurtuluyor olmalı! Son gelişmelerin altında yatan ikinci neden, “statükoya karşı değişimci parti” iddiasında olan AKP’nin, değişim sınırlarının sonuna gelmiş olmasıdır. Özellikle liberaller, AKP’nin değişimciliğinin sonsuza kadar devam edeceğine fazlasıyla inandılar Ancak bu hem AKP’nin yapısını kavramamak, görünenle büyülenmek; hem de Türkiye’de kapitalizmin yapısını göz ardı etmek anlamına geliyordu. “Yeşil sermaye”nin düzen içinde yükselişi ve kendi yerini edinme mücadelesinden “demokratikleşme” beklemek en hafif deyimiyle saflıktır. 12 Mart ve özellikle 12 Eylül faşizminin ve otuz yıllık “Kürt savaşının” ağırlıklı yükünü üzerinde taşıyan “Kemalizm” eninde sonunda bunun bedelini ödeyecekti. Bu süreç AKP iktidarı eliyle yaşandı. Fakat AKP’nin kendisi, faşist dönemlerin beslediği, eğip büktüğü bir siyasal yapı olduğu için onun “eski” egemen düzenle hesaplaşması da bu beslendiği kaynağın tüm izlerini ve sonuçlarını taşımak zorundaydı. AKP kendi değişim projesinin sonuna geldiğini, geçen yaz seçimlerde bütün açıklığıyla ortaya koydu. Erdoğan’ın değişim sınırlarını açık açık ilan etmesini seçim oyunu sananlar şimdi

yaşananlar karşısında şaşırabilir, ancak bu Erdoğan’dan çok kendi kusurları olur. Son gelişmelerin ardındaki üçüncü fakat en önemli neden ise AKP’nin “Kürt sorununun bittiğini” ilan etmesidir. Televizyon, Kürtçe kullanımında kısmi özgürlük, “doğuya teşvikli yatırımlar vb.” , bunlarla Kürt sorunu “çözümlenmiştir”. Bu söylendikten sonra AKP için “yeni anayasa” çalışmalarının sınırları da otomatik olarak ortaya çıkmış oluyor. Bundan da öteye, AKP iktidarı, Barzani ile ilişkileri sıklaştırarak, kapı arkası pazarlıklarıyla Kandil’in tasfiyesi için büyük bir çaba gösteriyor. Roboski katliamı, Kürt sorununda her şeyin eski zeminine geri döndüğünün en acımasız kanıtıdır. Önceleri her çatışma sonrası askerin hatalarını ortaya koymak için gazetelere bilgi sızdıran iktidar, artık en ayan beyan hatasını örtmek için kan teri döküyor, saldırganlaşıyor. Bunun anlamı, sadece suçluluk telaşıyla ortaya çıkan bir saldırganlık ve hatta saçmalama değildir. AKP, kendi açılımının altında kalınca devletin otuz yıldır sürdürdüğü çizgiye gelmiştir. Kürtlerin, cemaat faaliyetleriyle, dini kullanarak iradesini kırabileceğini hayal eden AKP, uğradığı düş kırıklığının da etkisiyle, siyasal ve dini yollarla tasfiye adımları sökmeyince, askeri seçeneklere yüklenmektedir. Burada hizaya getirdiğini düşündüğü orduya ve “özel birliklere” duyduğu güvenin de önemli bir etkisi vardır. AKP iktidarı açısından Kürt sorununun özel bir yanı vardır. Son otuz yıldır iktidara gelen partiler içinde AKP, Kürt sorununda en fazla beklenti yaratan partidir. Bu nedenle en büyük düş kırıklığını da bu parti yaratmıştır. Bu gerçeklik AKP içinde de önemli


Haziran /Temmuz 2012 / Sosyalist Dayanışma

ÇA BATIYOR! bir gerilim yaratmaktadır. Eğer ki sorunu, Erdoğan, aşağılayıcı üslubuyla inkâr etmeye devam ederse, gerilim gittikçe yükselecektir. Özetle, AKP’nin “ustalık dönemi” onun mazlumken zulmedene dönüştüğü; değişim hedeflerini kendi çıkar ve konumuyla sınırlı olarak tükettiği; Kürt sorununda dönüp dolaşıp inkâr ve tasfiye zeminine geldiği bir dönemdir. Bu noktada çok sorulan sorunun tam yeridir: AKP İslamcı özüne geri mi dönüyor? Aslında bu soru olaylara sürekli İslamcılaik ikileminden bakan kafalar için anlamlıdır, yoksa siyasetteki gelişmeleri açıklamak açısından bir anlama sahip değildir. Arap baharı sırasında bölgede tur atıp, Müslüman takipçilerini hayal kırıklığına uğratarak, onlara “laiklik” tavsiyesinde bulunan Erdoğan kendi ülkesinde “şeriat” yoluna neden çıksın! Son gelişmeler AKP’nin değişimci sınırlarını ortaya koyan açık kanıtlardır. Artık kazanılan mevzilerin tahkimi gerekiyor. Nasıl? “Dindar kuşaklar yaratarak!” Tam bu noktada eski “irtica-laiklik” tartışması en çok AKP’nin işine yarar. Oysa artık siyasette yavaş yavaş bir dönüm noktasına yaklaşılıyor. AKP’nin “ileri demokrasi”sinin sınırları belli oldu. Bundan sonra bugüne kadar oldukça bulanıklaşan sınırlar daha netleşecektir. Türk ve Kürt Halklarının gerçek demokrasi talepleriyle AKP’nin değişim sınırları arasında bir mücadele yükselecektir. Bu mücadelede AKP artık eskisi gibi “statükoya karşı değişim yanlısı” konumunda olamayacak, tam tersine azarlama ve aşağılamalarla “bu kadarla yetinin” tehdidini sürekli savuracaktır.

Yaklaşan dönem bir başka açıdan da ilginç olacaktır. Siyasette AKP’nin rakibi CHP değildir, olamıyor. Onun genel olarak iki rakibi var: Kürt sorunu ve ekonomi. İkibinli yıllara kadar siyasi ortamdaki gerilimleri yönlendiren bir derin devlet vardı. Siyasal partilerin içine ve politik ortama bir biçimde müdahale eder, aslında kendine göre bir “muhalefet” örgütlemeye çalışırdı. Bu nedenle sivil siyaset kendi iç dengeleriyle oluşamazdı. Bugün eski anlamda bir derin devlet yok. Siyaset, dünün büyük provokasyon ve gerilimlerle şekillendirilen tarzında akmıyor. Fakat sorunlarla ortam gerginleştikçe nasıl akacağını da kimse bilmiyor. Bu anlamda da yeni bir siyasal döneme giriliyor. Bunları söylerken bugünün siyasetteki “derin yapısını” elbette unutmuyoruz. Bu anlamda aslında AKP’nin muhalefeti kendi içinde. Cemaat- iktidar çekişmesi özel yetkili mahkemelerle ilgili kanun değişikliğinden dolayı yeniden su yüzüne çıktı. Cemaat kanun değişikliğine karşıdır ve “vesayet rüzgârı yeniden esebilir” korkusunu ortalığa salıyor. İktidar ise bu alanda cemaatin gücünü kırmak için hazırlık yapıyor. İşin tuhafı, özel yetkili mahkemeler kanunundaki değişim medyada “demokrasi” açısından tartışılmıyor, tersine derin yapıların bilek güreşinin görünen yüzü olarak algılanıyor. Nereden nereye? Askeri vesayetten kurtulunca “ileri demokrasi” vaat edilmişti. Oysa ortaya çıkan yeni bir vesayet rejimi oldu.

“Büyük” Fransız devriminin yarattığı demokrasi bile başlarda vergi veren varlıklı vatandaşlarla sınırlıydı. Yoksullar demokrasinin dışındaydı. Büyük, uzun barikat savaşları ile geniş çalışan kitleler demokrasinin içine girip bileklerinin hakkına onu kendileri lehinde genişlettiler. Bu gerçek çok sık unutuluyor. AKP iktidarının ilk iki döneminde de unutuldu. Fakat üçüncü “ustalık döneminde” bizzat başbakan tarafından hatırlatılıyor. Roboski katliamı, yeni çıkan sendikalar kanunu, işçi grevlerine karşı davranışlarla, parasız eğitim isteyenlere sekiz yıl ceza keserek, yedi bine yakın Kürt siyasetçisini cezaevine tıkarak, iktidar sürekli bu gerçeği hatırlatıyor. Liberaller bu konuda zaten unutkandırlar, sorun kitlelerin bu dersi niye bir türlü hatırlamadığında yatıyor. 12 Eylül faşizminin ve sosyalist sistemin yıkılışının kitlelerde yarattığı hafıza kaybının bedeli çok ağır yaşandı. Dünyada neoliberalizm krize girdikçe hafıza kaybında yavaş da olsa iyileşme başlamıştır. Türkiye için aynı şeyi söylemek henüz mümkün değildir. Türkiye hala büyük bir hızla neoliberalizmin yolundan koşuyor. Bu yolun sonu duvar olmasına rağmen, hızda bir yavaşlama yoktur. Hafıza kaybından silkinmenin belki de en etkili yolu duvara çarpmak olacaktır. Şüphesiz ki hafıza kaybını iyileştirecek önemli bir örgütlenme Halkların Demokratik Kongresidir. Dün derin devletli cumhuriyetten halklar ve çalışanlar için nasıl bir şey çıkmadıysa, bugün de yeni derin yapıların çekişmesinden hiçbir şey çıkmayacaktır. Demokrasi mücadelesi bu yapılardan kafaca ve pratik olarak kopup, bağımsız bir yol izleyerek mümkündür.

Siyasette yavaş yavaş bir dönüm noktasına yaklaşılıyor. AKP’nin “ileri demokrasi”sinin sınırları belli oldu. Bundan sonra bugüne kadar oldukça bulanıklaşan sınırlar daha netleşecektir. Türk ve Kürt Halklarının gerçek demokrasi talepleriyle AKP’nin değişim sınırları arasında bir mücadele yükselecektir.

Bütün bu yaşananlardan sınıflar mücadelesi tarihinin önemli dersi bir kez daha kanıtlanıyor. Egemen sınıflar arası mücadele ve çekişmelerle demokrasi “ilerlemez”. Burjuva demokrasisi ancak ezilen halkların ve işçi sınıfının mücadelesiyle genişler.

13


Sosyalist Dayanışma / Haziran/Temmuz 2012

AVRUPA YANGININA YUNAN ÇÖZÜMÜ Ayşe TANSEVER

İspanya iflas eder ve AB’den yardım isterse o zaman AB’yi kurtarmak çok daha zorlaşacaktır. İspanya ekonomisi Yunanistan, İrlanda ve Portekiz toplamından daha büyük bir ekonomidir. Onun iflas etmesi hem büyük bir yüktür, hem de zincirleme olarak ateşin İtalya ve hatta arkasından Fransa’yı tutuşturması olasıdır. Yangın Akdeniz kıyılarından başlayarak kuzeye doğru çıkacaktır.

14

S

uriye, Orta Doğu baharı bağlamında dünya gündeminin baş sıralarına oturuyor. Ama arkasında Avrupa (daha doğrusu küresel kapitalizmin kendi) krizi gizlidir. Gün geçmiyor ki Avrupa’da kriz nedeniyle önemli olaylar yaşanmasın. Yunanistan’da Mayıs seçimleri bir iktidar kurulmasına yetmedi. Şimdi 17 Haziran’da “dananın kuyruğu” kopacak. Ama Avrupa Birliği sanki önceden hem Yunanistan’daki gelişmeleri dizginlemek hem de kendi kötü kaderi-

ödeyerek Bankia’yı kurtarmak zorunda kaldı. Şimdi ise 100 milyar dolara ihtiyacı olduğu söyleniyor. Birleşme sırasında ucuz kredilerle yapılan inşaatlar satılamıyor. Şirketler iflas ediyor ve bankaları batırıyorlar. İşin bir yanı böyledir. Devlet de bankaları kurtarmaya çalışıyor. İspanya devlet tahvilleri şimdilerde 10 yıllık vadeli olarak %6,7 veriyor ve satmakta zorlanıyor. Oysa bundan birkaç ay önce %3 faizlerle para bulabiliyordu. 100 milyar doları bulamayacağı

ki korkuyu silmeye çalışıyorlar. İspanya, devlet tahvilleri satarak günü kurtarmaya çalışıyor. Fırtına dinmiyor, yangın sönmüyor ve herkes kötü günlere hazırlanıyor. Yunanistan bankalarından kaçan para, borcu kadardır. İspanya’dan sadece Mart ve Nisan aylarında 100 milyar Euro çekilmiş. Zenginler paralarını yastık altına saklıyorlar. Neden korkmasınlar ki ekonomistler AB’ye artık birkaç aylık ömür tanıyorlar. Finans dünyasının ünlü ismi Soros, o kadar zaman bile tanımıyor. “Bir ay içinde topluluk dağılacak” tahminini İtalya’daki bir toplantıda açıkladı. Eski sosyalist ülkeler de, kapitalist sevdalarını terk ediyorlar. Sırbistan AB’ye kuşku ile bakan bir başkan seçti. Macaristan’da partilerin popülist vaatlerde bulunması 17 üyeli topluluğu çok korkutuyor. Tam da çok ihtiyaçları olacağı sırada ortak bir karar almalarının giderek zorlaştığını görüyorlar.

Çözümler

ne bir önlem alma telaşındadır. AB gerçekten bir yangın alanı gibidir. Avrupa Finans Kapitali ve politikacıları hem ekonomik, hem siyasi olarak çare ararken deli danalar gibi oraya buraya saldırıyorlar. Olaylar İrlanda ile başladı. İrlanda derken Yunanistan borçlarını ödeyemez duruma geldi. AB merkezi devreye girdi ve Yunanistan’a 130 milyar Euro yardım karşılığında kemer sıkma politikalarını imzalattı. Arkasından Portekiz iflas bayrağını çekti. Ona da kemer sıkma politikaları önerildi. Tüm protestolara, grevlere ve intiharlara rağmen finans kapital güçleri bu kararları uygulamaya çalışıyor. Şimdi İspanya gizliden gizliye “İmdat!” diyor. Geçtiğimiz günlerde devlet 24 milyar dolar

üzerine iddialar var. O nedenle İspanya’ya “bir an önce iflasını ilan et” diyenler var. Kredi kurumları değer düşürdü. İspanya iflas eder ve AB’den yardım isterse o zaman AB’yi kurtarmak çok daha zorlaşacaktır. İspanya ekonomisi Yunanistan, İrlanda ve Portekiz toplamından daha büyük bir ekonomidir. Onun iflas etmesi hem büyük bir yüktür, hem de zincirleme olarak ateşin İtalya ve hatta arkasından Fransa’yı tutuşturması olasıdır. Yangın Akdeniz kıyılarından başlayarak kuzeye doğru çıkacaktır. O nedenle hem İspanya iflas açıklamakta çekiniyor hem de AB merkezi bunu duymak istemiyor. Ama toplantılar yaparak bir yandan hazırlık yapıyorlar bir yandan da yardıma gerek yok havası ile piyasalarda-

AB bu devasa sorunların altından nasıl kalkacaktır? Çözüm nedir? Sorunun cevabında hemen hemen herkes uzlaşmış durumda: Çözüm yoktur. Çöken ekonomileri kurtaracak güç yoktur. Çöküş en güçlü Almanya’yı bile arkasından sürükleyecektir. Çökenlerin topluluktan çıkarılması da bir çözüm değildir. AB ölü doğmuş bir topluluktur. Er veya geç çökecektir. Ama sonu nasıl gelecek, neler yaşanacak ve en az sancılı yol hangisi? Tartışılan asıl olarak budur. Topluluk alarm sinyalleri vermeye başlayınca her zaman olduğu gibi önce halkların cebine saldırıyor. Yalnız krizdeki ülkelere değil tüm Avrupa halklarına çeşitli reformlar dayatıldı. Devletler ellerindeki her şeyi özelleştirdiler. Sağlıktan eğitime her şeye yaptıkları katkıları kıstılar.


Haziran /Temmuz 2012 / Sosyalist Dayanışma

Emeklilik yaşı artırılarak, maaşları indirildi. Memur maaşları düşürüldü. İşsizlik yardımları kısıldı. Yani Avrupa, sosyal devlet olmaktan çıkarıldı. Topluluk, kuruluşunda Avrupa halklarına verdiği refah sözünden geri adım attı. Yeni liberal politikalar sonuna kadar uygulandı. Ama sonuçta ekonomiler krizden çıkmadı, aksine daraldılar. Devlet gelirleri düştü; hatta işte Yunanistan, İrlanda, Portekiz’de görüldüğü gibi devletlerin iflası gündeme geldi. Protestolar başladı. İşgalci ve öfkeliler hareketleri Avrupa’yı sardı. Halkların boğazına sarılmanın da sonuna gelindi. AB’nin kurtulması artık halkların boğazının sıkılması ile olacak gibi değildir. Gözler güçlü ekonomilere çevrildi. Aynen Obama’nın 2008 krizinde yaptığı gibi devletlerin para basarak ekonomileri kurtarması düşünülüyor. Ama AB bir ABD değildir. Çeşitli ülkelerden oluştuğu için zengin ülkelerin eteklerdeki krizli ülkeleri kurtarması başka bir şeydir. Avrupa Merkez Bankası bir fon oluşturmaya zorlandı. Avrupa İstikrar Mekanizması (AİM) adı altında fona 500 milyar Euro ayrıldı ama daha ortada para yok. Belirsizlik sürüyor. Krizdekiler fonun topluluğun ortak güvencesinde Euro tahvilleri şeklinde olmasını istiyorlar. Almanya da bundan kaçıyor. Bunun bedelinin sonunda topluluğun en büyüğü olarak kendi sırtına kalacağından korkuyor. Böyle bir korkunun kendisi bile AB’nin geleceğine güvensizliğin işaretidir. Sonuçta halkın kemerlerinin sıkılması topluluğu düzlüğe çıkartmaya yetmedi, tek tek devletlerin bütçeleri yetmedi. Ama herkes biliyor ki ortak topluluk güvencesi yani Avrupa merkez güvenceli tahviller de birliği kurtarmaya yetmeyecektir. Batanların, güçlüleri de arkasından götürmesi kaçınılmazdır. O halde topluluk neden vardır? Demek ki AB parçalanmanın, tamamen tarihe gömülmenin eşiğindedir.

Yunan Halklarının Protestosu

Yunanistan, AB’nin halklara refah getirmeyeceğinin en tipik göstergesi oldu. 5 yıldır uygula-

nan kemer sıkma politikalarına rağmen ekonomisi %20 küçülerek bu anlamda bir dünya rekoru kırdı. Geçtiğimiz aylarda imzalanan 130 milyar Euro’luk borç paketi de kurtaramayacaktır. Zaten Sarkozy’nin yerini alan Hollande krizden çıkmanın yolunun kemer sıkma ile değil ekonomiyi canlandırmak için devletin yeni krediler vermesi ile olacağını savunuyor. AB halkları yıllardır kemer sıkma politikalarına baş kaldırıyorlar. Protestolar, gösteriler, işgaller, grevler, çatışmalar yaşanıyor. Sosyalist partiler, İşçi partileri iktidar oluyorlar ama hiçbir şekilde bu “düzen solları” halklardan yana politikalar üretmiyorlar. Sonuçta yine klasik yeni liberal parti yoluna gidiyorlar. Yunanistan seçimleri Avrupa’da yeni bir dönemin başladığının işaretini verdi. Mayıs seçimlerinde Syriza adında radikal sol partiler birliği iktidara aday olarak ortaya çıktı. Bu ittifak Yunan halklarına dayatılan kemer sıkma politikalarını tamamen reddediyor. Krizin Yunan ekonomisinin sorunu ve beceriksizliği olmadığını söylüyor. “Bu Finans Kapital krizidir. Küreselleşmenin AB içindeki krizidir. İktidar sınıfları işçi sınıfına saldırmaktadırlar” diyor ve krizden çıkışa başka çözümler üretiyor. Yoksullardan değil, “Zenginlerden vergi alınsın, gelirler ve zenginlik eşit şekilde dağıtılsın.” sol söylemlerinde bulunuyor. “Bankaların millileştirmesi ve sosyalleştirilmesi kamu çıkarı ile bütünleştirilmesi gerekmektedir. Kamu işletmeleri ve stratejik öneme sahip tüm işletmeler millileştirilmelidir. İyi gelirli ve denetimli iş garantisi, asgari ücretin uygulanması ve kolektif anlaşmalara uyulması, işten çıkartmalara son verilmesi gerekir. Fiyatlar denetlenmelidir...” (Parti Programından (links.au.org)) Bu parti programı eğer uygulanabilirse gerçekten sol bir Yunanistan’ın kurulması demektir. Syriza halk demokrasisi, direkt demokrasi kurma vaatlerinde bulunuyor. Borçların silinmesini istiyor. Bu borçların zenginlerden alınmasını, halklara dayatılan tüm düzenlemelerin

geriye döndürülmesini savunuyor. Sağlık ve eğitimin parasız olması gerekliliğini vurguluyor. Eğer ortada bir borç varsa bu ancak ekonomi düzlüğe çıktıktan, karınlar doyurulduktan sonra geri kalanla ödenebilir diyor. Syriza, 17 Haziran seçimlerinde halkın çoğunluğunu arkasına alacak mı, alamayacak mı? Kestirmek zordur. Bu halde ile bile önemli olan, AB içinde böyle radikal söylemlerle ortaya çıkan bir ittifakın bu seviyede oy alıp iktidara aday olması ve düzen partilerinin oy kaybetmesidir. Tek başına bu olgu Avrupa halkları için yeni bir ufuktur. Sosyalist sistem çöktüğünden beri yok olan inanç yeniden ortaya çıkmaktadır. Latin Amerika’da gördüğümüz türden bir 21. YY sosyalizmi kurulur mu bilmiyoruz ama Syriza liderine şimdiden AB’nin Hugo Chavez’i denmektedir. Syriza iktidar olabilecek mi? Olursa kemer sıkma politikaları ve AB ile imzalanan borç anlaşmasını yırtıp atacak mı? AB onunla yeniden bir pazarlığa mı oturacak, yoksa şimdiye dek tehdit ettiği gibi Yunanistan’ı topluluk içinden atacak mı? Bütün bunlar belli değil. Aylardır yangın alanına dönen Yunanistan, İspanya’da halk meclisleri kuran kararlılar hareketi, tüm Avrupa’da yayılan işgal hareketleri ve protestolar sonuçta Yunanistan’da iktidar olma seviyesine tırmanmıştır. Avrupa’da halk hareketi yeni bir şekil almıştır. Bir umut ortaya çıkmıştır. İktidar olmasa bile bundan sonrası için artık bir şeylerin değişeceğinin filizleri doğmuştur. Latin Amerika’da görünen sol iktidarlar sanki Avrupa’da Yunanistan’dan çıkartma yapıyorlar. Avrupa Solu bu bilinç ile Syriza ile bağlarını iyi kurmalı ve destek vermelidir. Tersi de doğrudur. Syriza, Avrupa solu ile sıkı ilişkiler ve dayanışma içine girmelidir.

Yunanistan seçimleri Avrupa’da yeni bir dönemin başladığının işaretini verdi. Mayıs seçimlerinde Syriza adında radikal sol partiler birliği iktidara aday olarak ortaya çıktı. Bu ittifak Yunan halklarına dayatılan kemer sıkma politikalarını tamamen reddediyor. Krizin Yunan ekonomisinin sorunu ve beceriksizliği olmadığını söylüyor. “Bu Finans Kapital krizidir. Küreselleşmenin AB içindeki krizidir. İktidar sınıfları işçi sınıfına saldırmaktadırlar” diyor ve krizden çıkışa başka çözümler üretiyor.

15


Sosyalist Dayanışma / Haziran/Temmuz 2012

İnsanca Tüketmek?! Mehmet AKYOL

Üretim sürecinden kopma noktasına gelen mali sistem, üretim sorunlarını adeta geri plana atmış, paylaşım süreci bu gelişme ile yepyeni boyutlar kazanmıştır. Öte yandan günde 3 milyon tona ulaşan çöpler(yani üretilen her üç üründen birinin kullanılamaması); havanın, suyun yaşama ortamını boğma durumuna gelmesi ile tüketim ayrı bir tartışma konusu olarak ortaya çıkmıştır.

İ

çinde yaşadığımız pazar ekonomisi pek çok sorunla karşı karşıya, çıkış yollarının tartışması ise şimdilik perde arkasında yürüyor. Kaba bir benzetmeyle; enerji krizi ile başlayan, Fordist üretim organizasyonlarının iflas ettiği 70’li yıllarda, yalın üretim gibi yeni biçimlerin gündeme gelmesi, yeni liberal politikalarla yeni bir başlangıç aranmasına benzer bir durumla karşı karşıyayız. Böylesine bir ‘geçiş sürecinde’ şu an ortaya çıkan belli başlı sorunların, çalışanlar açısından da irdelemesi kendini dayatıyor. 70’li yıllardaki geçiş sürecinin irdelenmemesi hala sınıf hareketi açısından önemli bir eksiklik olarak kendini hissettiriyor. Yalın üretim tarzı üretim organizasyonlarının sınıfın davranış biçimlerinde yarattığı sonuçlar, mücadele biçimlerine etkileri hala açıklığa kavuşturulmuş değil. Bunda kuşkusuz ‘duvarın çöküşünün’ de önemli bir payı var. Hem duvarın altında kalındı, hem de çöküşle ortaya çıkan toz duman hala ortadan kalkmış değil. Buna rağmen bu yeni geçiş döneminin öne çıkan özelliklerini ve bunun sınıf mücadelesi açısından sonuçlarını irdelemeye çalışmak zorundayız. Bunun henüz bütünlüklü ve sistemli bir araştırma olamayacağını hatırlatarak bir özetle işe başlayabiliriz.

Geçiş Döneminde İlk Göze Çarpanlar

Marks sonrası, ekonomi ile ilgili analizler hep üretimle başlatılır, bunu paylaşım ve tüketim takip ederdi. Üretimin belirleyiciliği olgusu ister isletemez bizleri üretimde yoğunlaştırır, paylaşım ve tüketim konusu deyim yerinde ise biraz arka planda kalırdı. Günümüzde ise gerek paylaşım gerekse de tüketim giderek daha fazla önem kazanmaya başlamıştır. Üretim sürecinden kopma noktasına gelen mali sistem, üre-

16

tim sorunlarını adeta geri plana atmış, paylaşım süreci bu gelişme ile yepyeni boyutlar kazanmıştır. Öte yandan günde 3 milyon tona ulaşan çöpler(yani üretilen her üç üründen birinin kullanılamaması); havanın, suyun yaşama ortamını boğma durumuna gelmesi ile tüketim ayrı bir tartışma konusu olarak ortaya çıkmıştır. Bu tabloya baktığımızda, üretim-paylaşım-tüketim zincirinin geçmişten çok daha fazla bir bütün olarak incelenmesinin kaçınılmaz hale geldiğini görürüz. Bu bütünlüğün gözden kaçırılması, örneğin sadece tüketime odaklanmak bizi kaba çevreciliğe, paylaşıma odaklanma ise kaba kapitalizm düşmanlığına (Occupaty) götürmekte. ‘Dinazorlaşan Kriz’ yazısı ile paylaşım sürecinin bazı özellikleri özetlendi, üretimin emrinde olması gereken mali sistem, üretimi emrine almış durumda! Tek başına bu gerçeklik bile, pazar ekonomisinin ‘asalaklığının’ ulaştığı boyutları bize göstermekte. Kuşkusuz görmemiz yetmez, bu ‘vampiri’ üretimin sırtından nasıl atarız tartışmasını başlatmak gerekir, tartışmanın aktörü üretenler olacaktır. Tüketim sürecinin de yine ayrı bir yazıda irdelenmesi gerekli. Öne çıkan iki konu, ürünlerin tüketilmeden çarçur edilmesi, yapay ihtiyaçların yaratılması, yani gemi azıya almış ‘tüketim çılgınlığıdır’. Birbirinden bağımsız gibi görünen bu sonuçların kaynağı, sermayenin sürekli olarak kârını arttırma zorunluluğudur. Kâr sürekli olarak olabileceği en yüksek noktasında ise, sistem tıkır tıkır çalışır, ‘tek bayrak, tek dil, tek din’ budur! Üretimde yeterince kâr elde edilemiyorsa, ‘geleceğin üretiminden’ edilecek kârlar bugünden tahsil edilir, borsalar şişer, patlar ama kârlar sürekli olarak artar. Bir insanın doyması için günde bir ekmek yemesi yeterli olabilir, ama her insana bir bu-

çuk ekmek satmak kârı arttırıyorsa, bir buçuk ekmek üretilir, her gün bir insanın yarım ekmeği çöpe atması bu anlamda sistem için bir sorun değildir. Bir ekmekle karnını doyuran insana artık yiyemeyecek durumda olmasına karşın bir de bir tatlı satılırsa (yapay ihtiyaç yaratılırsa) eskilerin deyimi ile ‘kaymaklı kadayıf ’ olur. Ancak bunları gerçekleştirmek o kadar kolay değildir, sistemin önüne sürekli engeller çıkar. Sınırsız üretim için yeryüzünde sınırsız enerji ve hammadde yoktur, doğanın kendini yenilemesi, çevre kirliliğinin hızına ulaşamamaktadır. Her gün yeni bir yapay ihtiyaç yaratılması hiç De kolay olmamaktadır, hayali ürünlerle yapılan kârlar ‘sanal’ kalmaktadır vb…

Ar-Ge, Her Derdin Devası mı?

Bütün bu engelleri aşmak için bilgi üretimi kaçınılmazdır. Tüm toplum için bilgi üretmesi gereken Üniversitelerin giderek sadece ‘şirketler’ için çalışması bile buna yetmez, rekabetçilik her şirketi kendisi için ‘Araştırma ve Geliştirme’ yapmaya zorlar. Bugün gelinen noktada her şirketin gücü nerede ise ‘Ar-Ge’ masrafları ile ölçülmeye başlamıştır. ‘ArGe’ giderlerinin nerede ise ürün maliyetinin yarısına ulaştığı silah endüstrisinin hala dünyanın en yüksek gelir getiren işkolu olması bir tesadüf değildir! Tek tek ülkeler için de bu gerçeklik değişmez. Dünyada Ar-Ge ye en fazla yatırım yapan 1000 büyük şirketin, ülkelere göre toplam maliyet içindeki Ar-Ge oranları şu şekildedir. (%)


Haziran /Temmuz 2012 / Sosyalist Dayanışma

ABD 37,3 Japonya 22,5 Almanya 10,4 Fransa 6,0 İsviçre 4,2 İngiltere 4,2 Hollanda 2,2 Güney Kore 2,2 İsveç 1,5 Finlandiya 1,5 Kaynak: Department for Business, Innovation & Skills (BIS): The 2009 R&D Scoreboard Çeşitli yayınlardan konu ile ilgili verilen bazı bilgiler ise şöyle,

‘Dünyanın parası Ar-Ge’ye gidiyor’

‘Dünya çapında yapılan ArGe yatırım harcaması 500 milyar euro. En fazla Ar-Ge yatırımı yapan sektörler sıralamasında ilk sırada bilgisayar-elektronik, ikinci sırada ilaç ve üçüncü sırada ise otomotiv var. Otomotivin toplam yatırımı 85 milyar euro civarında. En çok yatırım yapan marka ise Toyota. Onu VW, BMW ve Mercedes izliyor.’ ‘1996 yılı verilerine göre milli gelirlerin % 2,5-3’nü Ar-Ge’ ye ayıran Amerika ve Japonya ile onları % 2-2.5 ile takip eden Almanya ve Fransa’yı incelersek büyük olabilmenin ve büyüyebilmenin temel nedenini anlayabiliriz. 1996 gayri safi milli hâsılası 7 trilyon dolar, 2003 gayri safi milli hâsılası 10 trilyon dolar olan ABD’nin ArGe’ye ayırdığı yüksek oranın miktar karşılığının Türkiye’nin gayri safi milli hâsılasına neredeyse eşit olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.’ ‘- Her on bin çalışan arasında araştırıcı sayısı Türkiye’de 11, Avrupa Birliği ülkelerinde 94 [4] - Gayri Safi Yurtiçi Hâsıla içinde AR-GE’ye ayrılan pay Türkiye’de yüzde 0,67, Avrupa Birliği’nde yüzde 1,92 [5] - Milyon nüfus başına düşen yıllık bilimsel yayın sayısı Türkiye’de 41, Avrupa Birliği’nde 613 (2004 yılı) - Avrupa Patent Ofisi’nden alınan milyon nüfus başına düşen yıllık patent sayısı Türkiye’de bire bile ulaşmazken Avrupa Birliği’nde 135 olarak görülmektedir.’ Evet, görüldüğü gibi ‘herkes’ Ar-Ge’yi ‘her derdin devası’ ola-

rak görüyor. Gönül isterdi ki bu ‘herkesin’ içinde ‘solcular da’ olmasın, ama öğle değil. ‘Emekten yana’ olan kuruluşlar da ‘en son tekniğin’ insanlık için kullanılmasına karşı değil. Sermaye de farklı düşünmüyor zaten, onlar da tekniği ‘insanlık için’ istiyorlar, (insanlar ihtiyaçlarını en iyi bir şekilde temin etsinler diye!) tek farkları bununla kârlarını en üst düzeye çıkarmak gibi ‘oldukça masum’ ek bir niyetlerinin de olması. İlk soru, her zaman insanın ‘en son tekniği’ isteme hakkı var mıdır? İkinci soru, ‘en son teknik’ her zaman Ar-Ge ile bulunabilir mi? Üçüncü soru, Ar-Ge yaptıranlar ve yapanlar ne kadar ‘masum’?

Gündemdeki Yakıcı Sorun

Sorulara ne cevaplar verilirse verilsin, günümüzde Ar-Ge’nin ‘tek’ karar vericisi sermayedir! İktidar biçimleri ister demokratik, ister diktatöryal isterse başka biçim olsun bu gerçekliği değiştirmez. O zaman sorulması gereken soru, ‘insanlık için bu kadar önemli olan’ ‘Ar-Ge’ tek başına ‘bir avuç sermayedara’ bırakılmayacak kadar hassas değil midir? Bırakın bir ürünün nasıl üretileceğini, hangi ürününün üretileceği kararı bile ‘Ar-Ge’ ile verilmekte. Her alanda demokrasi isteyenlerin bu alanda demokrasiyi ağızlarına almamaları nasıl açıklanabilir? Kuşkusuz ‘emekten yana olanlar’ nasıl bir teknoloji istediklerini dile getiriyorlar, nükleer enerji istemiyoruz, radyoaktiviteden dolayı. Gen teknolojisi, nano teknoloji istemiyoruz, beraberinde getirecekleri bilinmeyen tehlikelerden dolayı… Hormonlu gıda maddelerini istemiyoruz. iyi güzel de hormonsuzlar iki misli pahalı olunca, hangi ‘sıradan çalışana’ bunu anlatacağız. Tüketici ne kadar bilinçli olursa olsun, hangi gıda maddesini tüketeceğine sonuçta ‘cüzdanı’ karar vermeyecek midir? O zaman araştırma-geliştirme için o kadar masraf eden şirketlerin hangi ‘sağduyusuna’ seslenerek hormonlu gıda üret-

me diyeceğiz? Onların en baskın ‘sağduyuları’ kâr değil midir? Hadi diyelim, batılı bazı ülkelerde olduğu gibi ‘demokratik mücadele’ ile bunları sınırladık, bir kaçını yasaklattık. E, araştırma-geliştirme ne güne duruyor, yasalara uygun hormonlu gıda maddesi üretmek için kuşkusuz! Geriye kalan ne? Ar-Ge çalışanlarının (ve giderek tüm üretenlerin) ‘sağduyusu’! Veya sistemi değiştirmek! Sistemi değiştirdikten sonra gelecek ‘sağduyuyu’ beklersek artık çok geç olabilir, yaşanacak bir Dünya kalmayabilir. Sonuçta ikili bir çıkış yolu görülmekte, bir yandan Ar-Ge’lerin adım adım sermayenin kontrolünden alınması, Ar-Ge çalışanlarının (ve giderek tüm üretenlerin) sağduyularının hassas hale getirilmesi. Tam bu noktada 70 li yıllarda yarım kalan görevlere geri dönme imkânları da ortaya çıkacaktır.

Çılgın Tüketim

Her gün yiyecek üreticisi köylüler, sanayiciler, satıcılar ve tüketiciler tonlarca yenebilecek durumda olan yiyecek maddelerini çeşitli nedenlerle çöpe atıyor. Zararı milyarlarla ölçülen bu çarçur, ayni zamanda insan hayatına da kast etmekte. Pek çok ülkede yiyecek maddeleri satan işyerleri, satamadıkları malların bir kısmını yoksullara bedava yemek dağıtan kurumlara bağışlıyorlar. Özellikle dini bayramlarda artan bu bağışlar, atılacak yiyeceklerin bir kısmının insani amaçlarla kullanılmasının da mümkün olduğunu gösteren olumlu bir örnek. Ancak olumluluk bu noktada bitiyor, satılamayan yiyecekler çöp yakma tesislerine gönderiliyor. Tüketiciler, satın aldığı ancak kullanamadığı yiyecekleri para ile aldıkları çöp torbalarına dolduruyor, torbaları toplayan çöp kamyonları yine yakma tesislerinin yolunu tutuyor. Yiyecek maddelerinin üretimi için harcanan emeğe, enerjiye, hammaddelere mi yanarsın, yoksa onları toplamak, yakmak için tüketilen emeğe ve enerjiye mi yanarsın! Bu zincir içinde yer alan her aktörün bu çarçur için kendine

Üretimde yeterince kâr elde edilemiyorsa, ‘geleceğin üretiminden’ edilecek kârlar bugünden tahsil edilir, borsalar şişer, patlar ama kârlar sürekli olarak artar. Bir insanın doyması için günde bir ekmek yemesi yeterli olabilir, ama her insana bir buçuk ekmek satmak kârı arttırıyorsa, bir buçuk ekmek üretilir, her gün bir insanın yarım ekmeği çöpe atması bu anlamda sistem için bir sorun değildir

17


Sosyalist Dayanışma / Haziran/Temmuz 2012

İngiltere tüketici kurumları her gün ülkede 4,4 milyon elmanın, 1,3 milyon yoğurt kasesinin, 700.000 paket çikolatanın, 440.000 hazır yemek paketinin çöpe atıldığını hesaplamış! Bunun nedeni insanın hayatı için gerekli gıda maddelerine yeterince sahip olma güdüsü. Bu güdüyü bilinçli olarak kullanan satış yerleri, insanları ihtiyaç duyduklarından daha fazla ürün almaya teşvik edip böylece saha fazla satış, daha fazla kâr etmeye çalışıyorlar. Bunun için kıstas ihtiyaç değil, alım gücü. 100 yıl önce gıda maddelerine gelirinin %41’ini harcayan insanlar bugün sadece %7’sini harcıyor! Üstelik çok daha fazla gıda maddesi tüketerek…

göre mantıklı bir gerekçesi var. Ürettiği yiyecek maddelerini çeşitli nedenlerle satamayacak olan üretici, onu toplama zahmetine bile katlanmıyor. Her satış yerinin satamadığı yiyecek malzemelerini atmaktan başka çaresi yok. Satın alıp da çeşitli nedenlerle tüketemeyen bir tüketicinin de attığı yiyecek maddeleri zaten kendi malı isterse kullanır, isterse atar, kim ne diyebilir ki. Kimsenin suçu yok, ama milyonlarca tonluk yiyecek maddesi çöpte, çarçurun maliyeti ise milyarlarla ölçülmekte. Kimsenin suçlu olmadığı bu sistem neden böyle işliyor sorusuna üreticiden başlayalım. Avrupa Birliği’nin kurallarına göre, sebze ve meyvelerin belli ölçülerde olması gerekiyor. Örneğin ‘Victoria’ tipi patateslerin çapının en fazla 75 mm olması lazım. Daha büyük patateslerin satışa sunulması ise yasak. Üretici, yenilmesinde bir sakınca olmayan bu ürünleri toprağında bırakmak zorunda. Bu konuda bol bol örnekler var, Chery domatesleri en fazla 30 mm çapında, Rezeneler 150 ila 400 gram arasında, havuçlar kendilerine özgü bir renk tonunda olmalı. Her sebze ve meyvenin eni, boyu, ağırlığı, rengi, ekşiliği vs. vs. konularında belirlenen normlara uymak zorunda, yoksa satışı yasak! Tüketicilerinse bu konuda ‘günahları’ az değil, yapılan araştırmalar tüketicilerin satın aldıkları ve yenilebilecek durumda olan gıda maddelerinin %20’sini kullanmadan çöpe attıklarını ortaya çıkarmış. Paketlenmiş gıda maddelerinde bu oran %30’ların üstünde. Bunun çeşitli nedenleri var, ihtiyacına göre alışveriş etmemek, gerekli olduğu gibi

tarihi geçmek üzere olan gıda maddelerinin çöpe atılmasından, sürekli olarak ‘taze’ gıda maddelerinin tüketiciye ulaştırılmak istenmesine, sürümü arttırmak için yapılan özel indirimlere kadar pek çok yöntem satış yerlerinde gıda maddelerinin çarçuruna neden olmaktadır. Üretici, gıda maddelerinin çöpe atılmasının suçunu satış yerine, satış yeri tüketiciye yüklemek için yarışmaktadır. Sonuç Dünya Gıda Kurumu’nun (FAO) tespit ettiği gibi tüm gıda maddelerinin üçte birinin çöpe gitmesi oluyor. 2011 yılı verilerine göre 1,3 milyar ton gıda maddesi o veya bu şekilde çarçur edilmiştir. FAO’nun da belirttiği gibi, gıda maddelerinin çarçur edilmesi ile açlıktan ölümler arasından kuşkusuz doğrudan bir bağ vardır. FAO ayrıca gıda maddelerinin borsada spekülasyon amaçlı alınıp satılmaya başlanmasının, bu durumu daha da ağırlaştıracağına dikkat çekmektedir. Bu durumu dikkate alan bazı ülkelerde, çocuklara daha ilkokullarda gıda maddelerinin insan hayatı için ne kadar önemli olduğu, bunları çarçur etmemek için nasıl davranılması öğretilmeye başlanmış durumda. Kuşkusuz son derece olumlu bir adım. Ama henüz yeterli değil. Hepimizin gıda maddelerinin değerinin, fiyatları ile ölçülmeyecek kadar değerli olduğunu anlamamız gerekiyor.

Dünya Gıda Kurumu FAO tarafından 2011 yılında Avrupa ülkelerinde yapılan araştırmanın sonuçları (% olarak kayıp). Atılma nedeni Patates Sebze/Meyve Tahıl Et Süt ürünleri

18

depolamamak gibi. İngiltere tüketici kurumları her gün ülkede 4,4 milyon elmanın, 1,3 milyon yoğurt kasesinin, 700.000 paket çikolatanın, 440.000 hazır yemek paketinin çöpe atıldığını hesaplamış! Bunun nedeni insanın hayatı için gerekli gıda maddelerine yeterince sahip olma güdüsü. Bu güdüyü bilinçli olarak kullanan satış yerleri, insanları ihtiyaç duyduklarından daha fazla ürün almaya teşvik edip böylece saha fazla satış, daha fazla kâr etmeye çalışıyorlar. Bunun için kıstas ihtiyaç değil, alım gücü. 100 yıl önce gıda maddelerine gelirinin %41’ini harcayan insanlar bugün sadece %7’sini harcıyor! Üstelik çok daha fazla gıda maddesi tüketerek… Bunun nedeni gıda maddelerinin bu süre içinde olağanüstü ucuzlaması! Dolayısıyla insanların gözünde gıda maddelerinin değeri azalıyor, çarçur edilmesinde önemli bir sakınca görülmüyor. Bu noktada tüketici ile üretici arasındaki diğer aktörlerin rolüne gelmekteyiz. Üretilen gıda maddelerinin taşınması, işlenmesi ve paketlenmesi sırasında belli bir kayba uğraması bir dereceye kadar anlaşılabilir. Ancak gıda maddelerinin ucuz olması nedeniyle bu esnada gerekli önlemleri almak yerine bir kısmının kullanılmayacak hale gelmesine göz yumulmaktadır. Çünkü alınacak tedbirler çoğu kez gıda kayıplarından oluşacak zarardan daha fazlaya patlamaktadır. Benzer şekilde paketlenme sırasında, çoğu kez standart paketlere uymayan gıda maddeleri çöpe gitmektedir. Nedeni yine ucuzluk. Satış yerleri ise bu zincir içinde temel bir rol oynuyor. Satış

İşlemeye teslim sırasında atılanlar 20 20 2 3.1 3.5

Taşıma ve İşleme ve depolanma paketleme sırasında sırasında 9 5 4 0.7 0.5

15 2 10.5 5 1.2

Pazarlama sırasında satış yerlerinde 7 10 2 4 0.5

Tüketici tarafından

Geriye kalan

17 19 25 11 7

32 44 56.5 76.2 87.3


Haziran /Temmuz 2012 / Sosyalist Dayanışma

“AKP’nin Milyonlarca Kadın İçin Yaratacağı Acılara, Cinayetlere İzin Verecek miyiz?”

4 AY, 3 HAFTA, 2 GÜN

K

ürtajın yasaklanmasıyla pek çok kadın derin acılar yaşayacak. Çaresizliklerine, sonu sakatlıklarla, ölümlerle biten yolculuklarda çözüm arayacaklar. 2007 yılında Romanya’da çekilen “4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün” filmi, bu meseleyi çok çarpıcı ve can alıcı bir biçimde işlemiş. Cristian Mungiu tarafından çekilen film, 2007 yılı Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünün de sahibi olmuş. “4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün”, 1987 yılında sosyalizmin çöküşe geçtiği Romanya’da iki üniversite öğrencisinin, kürtajın yasak olmasından dolayı karşılaştıkları bir dolu acı yüklü olayları resmetmiş. Cristian Mungiu konuyu o kadar gerçekçi bir şekilde işlemiş olmalı ki üç dört yıl önce filmi seyretmeme rağmen Tayyip’in o açıklamasından sonra bizde yaşanacak olanları düşündüğümde, filmin her karesi kafamda canlandı. Otilia ve Gabiţa, üniversite yurdunda kalan oda arkadaşıdır. İçlerinden Gabita hamiledir; evli olmadığı, ailesi bilmediği ve öğrenci olduğu için kürtaj olmak zorundadır. Tek çıkar yolları vardır, yasadışı usullerle önemli meblağ karşılığı hamileliği sonlandırmak. Doktor olup olmadığı belli olmayan Bay Bebe ile bir otel odasında randevulaşırlar ama işleri yolunda gitmez. Hamileliğin ilerlemiş olması, adamın istediği parayı tam karşılayamamaları yüzünden üzerlerindeki basınç gittikçe artar. İnsan iradesini hiçe sayan faşizmin gündelik yaşamlarındaki izdüşümü Bay Bebe’dir. Bay Bebe çaresiz iki kadın karşısında son derece sert, aşağılayıcı ve hükmedicidir. Paradan taviz vermediği gibi kızları kendisiyle birlikte olmaya zorlar. Hamile arkadaşına yardım eden Otilia karakteri üzerinden işlenir yaşanan acılar. Gabita

Zeynep KORU

biraz daha gençtir, sorunlara çözüm bulma gücü konusunda daha zayıftır. Otilia ise arkadaşının sorununa çözüm bulma sorumluğunu doğrudan hissetmektedir. Yaşananlar karşısındaki tüm yük neredeyse onun sırtındadır. Arkadaşı için bin bir türlü zorluklarla mücadele etmek zorunda kalır. Kürtaj olunacak ortamı sağlamak, adamı kürtaja ikna etmek (teklifini kabul ederek), ceninden kurtulmak… Film, gündelik faşizmi sadece bu sert konuyla da işlemiyor. Tam da bu sorunların içindeyken Otilia’nın, erkek arkadaşının ailesinin yemeğine katılması gerekir. Aile iyidir hoştur görünürde ama onu tanımak adına yönelttikleri klasik soruları sıkar Otilia’yı. Hayatın sıkıntılarından, dertlerinden bihaber sanki fanus içinde yaşayan “iyi insanlardır”. Otilia’yı bu “iyilik dolu ortam” da boğar. Kadınlar bu filmi izlediğin-

de, filmdeki yaşanan acıları en derinden hissedecek, anlayabileceklerdir. Belki yüreklerimizi karartacak, içimizi açmayacaktır seyrettiklerimiz ama gördüklerimiz yüreklerimizdeki kadın dayanışmasının, isyanının ateşini daha da alevlendirecektir. Kadınlık durumunun ağır sorunlarına tanıklık etmek isteyen erkekler de eminim bu filmden çok etkileneceklerdir. (İnternet ortamından seyredilebilir.) AKP faşizmi, kapitalist düzenin üzerimizdeki yükünü kürtajı yasaklayarak veya kısıtlamalar getirerek bir kat daha ağırlaştıracak. Kadın örgütleri, aralarındaki dayanışmayı büyüterek bu duruma izin vermeyeceklerini ortaya koyan eylem ve etkinlikler içine girdiler. Şimdi daha da sesimizi yükseltme zamanı. AKP’nin milyonlarca kadın için yaratacağı acılara, cinayetlere izin vermeyelim.

Kürtajın yasaklanmasıyla pek çok kadın derin acılar yaşayacak. Çaresizliklerine, sonu sakatlıklarla, ölümlerle biten yolculuklarda çözüm arayacaklar. 2007 yılında Romanya’da çekilen “4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün” filmi, bu meseleyi çok çarpıcı ve can alıcı bir biçimde işlemiş. Cristian Mungiu tarafından çekilen film, 1987 yılında sosyalizmin çöküşe geçtiği Romanya’da iki üniversite öğrencisinin, kürtajın yasak olmasından dolayı karşılaştıkları bir dolu acı yüklü olayları resmetmiş.

19


Sosyalist Dayanışma / Haziran/Temmuz 2012

Yoksulların Örgütü SODAP’la Direnişe, Devrime, Sosyalizme! Yoksulların İsyanını Büyütmek İçin SODAP!

“Biz ayrı dünyaların insanlarıyız.” Yeşilçam filmlerinin unutulmaz repliği bugün çarpıcı bir gerçekliği ifade ediyor. Mahalleler ayrı, okullar ayrı, hastaneler ayrı; hattâ mezarlıklar bile ayrı… Zenginle yoksul tam anlamıyla ayrı dünyalarda yaşıyor. Bir yanımız sefalete mahkûm edilirken, bir yanımız servetine servet katıyor. İşçiye sefalet ücreti, memura buçukluk maaş zamları… Küçük esnaf bitmiş, köylü daha hasadı kaldırmadan borca batmış. İşsiz, zaten çoktan ölmüş. Bütün bunlar olurken zengin, daha da zenginleşiyor; zenginle yoksul arasındaki uçurum derinleşiyor. Bu tablo, AKP iktidarı döneminde daha da beter bir hal almış durumda. Hal böyle olunca, patron örgütleri TÜSİAD’dan, MÜSİAD’dan, TUSKON’dan sadık hizmetkârları AKP’ye alkış eksik olmuyor. Büyüdüğü iddia edilen ekonomimizle birlikte yoksulluk da büyüyor. SODAP, yoksulların büyüyen öfkesinin, isyanının sesidir! SODAP, kendi kaderine terk edilen varoşların yeşeren umududur!

Akp Faşizmine Karşı Direnişin Sesi Sodap!

Dünyanın dört bir yanında sömürü ve zulme karşı yoksulların isyanı büyüyor. “Zaten doğuda Kürt halkı hakları ve özgürlükleri için ayakta; ya batıda yoksullar da ayağa kalkar haklarını ararsa?” Zenginlerin kâbusu olan bu gerçeklik, patronların partisi AKP’nin yüreğini ağzına getiriyor. Ve yalanlarıyla var olan gerçeklerin üzerini örtemeyen AKP, yarattığı korku imparatorluğuyla ezilenleri zenginlerin kölesi haline getirmeye çalışıyor. Sokağa çıkanlar, gaz bombası

20

yağmuruna tutuluyor. Hapishaneler, hak arayan insanlarla doldu taşıyor. Özel yetkili savcıların hazırladığı iddianameler, değme senariste parmak ısırtıyor. Sendikaların, emek örgütlerinin eli kolu bağlanıyor, grevler yasaklanıyor. Hakkını arayanlara, zulme teslim olmayanlara karşı hükümet sözcülerinin ekranlardan yükselen faşist naraları kulaklarımızı tırmalıyor. İşçiyle, memurla kavga… Kürtlerle, Alevilerle kavga… Toprağına, suyuna sahip çıkan köylülerle kavga… Kadınlarla kavga… Gazetecilerle, sanatçılarla kavga… AKP, halklarımızla açıktan kavgaya tutuşuyor. SODAP, AKP faşizmine teslim olmayanların, korku imparatorluğundan korkmayanların sesidir!

Kürt ve Türk Halklarının Kardeşliği İçin Sodap!

Artık varlığı inkar edilemeyen Kürt halkının, demokratik hakları inkar ediliyor. Hakları olmayan bir halkın, varlığı kabul edilmiş sayılır mı? “Tamam sen varsın ama anadilinde eğitim yapamazsın. Sen varsın ama kimliğini anayasal güvence altına alamazsın.” Kürtlere söylenen budur. Bu yaklaşım, tarih boyunca süregelen tekçi, inkarcı anlayışın devamı anlamına gelmektedir. En temel insani hakları için mücadelelerini sürdüren Kürt halkı, bugün yine büyük bir zulümle karşı karşıyadır. Savaş uçakları hemen her gün Kürt köylerine bomba yağdırıyor. Binlerce Kürt siyasetçisi, yerel yöneticisi, aydını, sanatçısı, gazetecisi, sendikacısı hapishanelerde. Adeta bir soykırım uygulanıyor. Ve şimdi de bin bir engeli aşarak kendilerini mecliste temsil etme hakkını kazanan BDP’li vekillerin bir kez daha vekillikleri düşürülmek isteni-

yor. Çatışmalar şiddetleniyor, Kürt ve Türk gençlerinin ölüm haberleri yine yürekleri kanatmaya devam ediyor. Bu vebal, Kürt halkının haklarını görmezden gelen AKP’nindir. SODAP, Kürt halkının demokratik hakları ve özgürlüğü için verdiği mücadelenin yanındadır. SODAP, Kürt ve Türk halklarının eşitliğinin, kardeşliğinin ve bu temelde gerçekleşecek barışın savunucusudur.

Alevilerin Eşit Yurttaşlık Hakları İçin SODAP!

Alevilerin eşit yurttaşlık temelindeki tüm demokratik talepleri olduğu gibi orta yerde duruyor. Zorunlu din dersi uygulaması devam ediyor. Cemevleri hala yasal zeminde ibadethane olarak kabul edilmiyor. Geçtiğimiz günlerde bu konuda meclise sunulan yasa teklifi de yine AKP eliyle reddedildi. Ayrımcı uygulamaların odağı Diyanet İşleri Başkanlığı aynı şekilde varlığını koruyor. Bütün bunların yanında Sivas katliamının firari sanıkları hakkında verilen zamanaşımı kararı, AKP’nin Alevi halkına karşı yaklaşımının içyüzünü açığa çıkartıyor. Katilleri aklayan bu anlayış, yeni katliamlara kapıyı aralıyor. Bir süre önce Adıyaman’da Alevilerin yaşadığı evler, aynı Maraş katliamı öncesinde olduğu gibi bir bir işaretlendi. AKP ne yapmak istiyor? Yandaş haline getiremediği Alevileri, bu şekilde mi yola getireceğini düşünüyor? Tarihleri acılarla dolu olan Alevilere bir kez daha direnmekten başka yol bırakılmıyor. SODAP, Pir Sultanların, Seyit Rızaların zulme karşı direniş geleneğini selamlar. SODAP, Alevilerin “eşit yurttaşlık hakkı” için yürüttükleri mücadelenin aktif bir şekilde içerisinde yer alır.


Haziran /Temmuz 2012 / Sosyalist Dayanışma

Ezilenlerin İsyanlarını Ortaklaştırmak, Hdk’ye Omuz Vermek İçin SODAP!

İşçilerin, işsizlerin, Kürtlerin, Alevilerin, kadınların, tüm ezilenlerin isyanlarının buluşması sermayenin ve onun partisi AKP’nin en büyük korkusudur. AKP, giderek halklarımızın her kesimiyle kavga etmektedir. Bu durum, ezilen, baskıya uğrayan toplumsal kesimlerdeki kıpırdanışın önemli bir işaretidir. Halkların Demokratik Kongresi (HDK), bugün için halklarımızın yan yana geleceği, mücadelelerinin ortaklaşacağı önemli bir adrestir. SODAP, ezilenlerin isyanlarını buluşturacak her kazanıma tarihsel bir önem atfeder. SODAP, ezilenlerin ortak mücadele zemini olarak gördüğü HDK’ye omuz verir.

Ezilen Halkların Emperyalizme Karşı Direnişinin Yanında Olmak İçin SODAP!

Daha dün neredeyse Suriye’yle aramızdaki sınırları kaldırıyorduk. Esad’la Erdoğan’ın sarmaş dolaş fotoğrafları hafızalarımızda. Ne oldu da şimdi savaşın eşiğine geldik? Ve ne oldu da Esad’ın halkına zulüm yaptığı şimdi aklımıza geldi? ABD buyurdu, emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda anında AKP hizaya geldi. Üstelik öyle bir hizaya geldi ki, son günlerde ABD’li yetkililerce bol bol sıvazlanmaktan Erdoğan’ın sırtı mosmor oldu… Ezilen halkların kanı pahasına emperyalistlerin masalarında dönen pazarlıklardan da payımızda artık bir şeyler düşmüştür. ABD’yle iplerin gerildiği “tezkere krizi” ve “çuval geçirme” olayından bu yana gelinen nokta ABD’nin figüranlığı, emperyalistlerin yaverliğidir. Bu “şeref ” de yine Erdoğan’a aittir. Topraklarımız, Ortadoğu coğrafyasını bir kez daha talan etmeye girişen emperyalistlerin savaş üssü haline getirilmiştir. SODAP, ezilen halkların emperyalizme karşı direnişinin yanındadır. SODAP, emperyalistlerle işbirliği içerisinde Suriye’ye yönelik geliştirilen her türlü müdaha-

leyi şiddetle reddeder.

Yoksulların Barınma Hakkı İçin SODAP!

Yoksul mahallelerimiz ve kentlerimizin sermayenin iştahını kabartan tüm alanları AKP’nin “kentsel dönüşüm” saldırısı altında. Gözü dönmüş bir inşaat seferberliği aldı başını gidiyor. Evleri başlarına yıkılan yoksullar kentlerden sürgüne zorlanıyor. İnsanı hiçe sayan kapitalizmde, ne halkın ihtiyacı, ne kültürel doku, ne de mimari estetik; bunların hiçbir değeri bulunmuyor. Zenginliğin sembolü göğü delen sipsivri binalar yaşam alanlarımızı işgal ediyor. AKP, sermayeye sunduğu bu “başarılı” hizmetiyle de övünüyor. SODAP, yoksulların sermayenin hedef tahtasında bulunan barınma haklarını savunur. SODAP, kentsel dönüşüm yıkımına karşı yükselen direnişin kararlılıkla içerisinde yer alır.

likte canlı hayatın sürdürülebilmesi mümkün değildir. Yalnızca ezilmemek, sömürülmemek için değil, nefes alabilmek için kapitalizmden, bu iğrenç, bu vahşi sistemden kurtulmak şarttır. İnsanlık bu felaketten kurtulacaktır. Ve yaşanan bu akıl almaz zaman dilimini, tarih kitapları bile sayfalarına kabul etmeyecektir. Kurtuluşun parolası yine sosyalizmdir. Bahar sosyalizmle gelecek, tüm ezilenlerin yüzü sosyalizmle gülecektir. Sınıflar sosyalizmle ortadan kalkacak, sömürü sosyalizmle bitecektir. Doğal hayat, sosyalizmle yine eski dengesine kavuşacaktır. 21. yüzyılda insanlık sosyalizmle, “21. yüzyıl sosyalizmi”yle bir daha ayrılmamacasına yine buluşacaktır. Sosyalizme giden yolu devrim açacaktır. Hayatlarımızı, ruhlarımızı kirleten kapitalizm pisliğini devrim süpürüp ata-

Kadın Düşmanı Erkek Egemen Sisteme Karşı SODAP!

AKP, kendi hükümetleri döneminde kadına yönelik şiddetin tırmanış rekoruna da imza attı. Kadınlara bol çocuk doğurma dışında toplumsal rol biçmeyen AKP, kürtaj konusunda sergilediği yaklaşımla maço politikalarında zirve yaptı. Gelinen aşamada, kadın bedeni erkek egemen sistemin çok yönlü saldırısı altındadır. Yine gelinen aşamada AKP’nin korku imparatorluğuna teslim olmayan kadınlar isyandadır. SODAP, kadın emeği, bedeni ve kimliği üzerindeki her türlü erkek tahakkümüne karşı kadınların kurtuluş mücadelesinin yanında yer alır.

Devrim ve Sosyalizm İçin SODAP!

Bugün tüm kötülüklerin kaynağı kapitalizmdir. Bir avuç azınlığın kar hırsı yüzündendir başımıza gelen bunca felaket. Savaşlar, ölümler bundandır. Açlık, yoksulluk bundan; kıtlık, kuraklık bundan. Kapitalizm yalnızca insanı değil, koskoca bir evreni, canlı hayatın tümünü tehdit etmektedir. Artık kapitalizmle bir-

caktır. Şöyle bir bakın dünya tablosuna; koca yerkürenin tüm kıtaları kıpır kıpır. Kapitalizm belasından sıdkı sıyrılan ezilenler, nasıl da devrim yoluna koyuluyor, kapitalist düzeni zangır zangır temellerinden titretiyorlar. Belki henüz adımlar kararlı ve bilinçli değil ama bu yola çıkıldı bir kez… Devrim, yine insanlığın önünde duran güncel bir gerçekliktir. Bu düzeni altüst edecek tek yol devrimdir. SODAP, kapitalizme karşı devrim ve sosyalizm bayrağını var gücüyle yükseltecektir!

21


Sosyalist Dayanışma / Haziran/Temmuz 2012

KENAN BUDAK YOLDAŞI BİR POLİS KURŞUNUYLA KATLEDİLİŞİNİN 31. YILINDA SAYGIYLA ANIYORUZ. Ve bilmeliyim ki, 1981 yazında Kenan Budak’ı anmak savaşmaksa 2012 yılında Kenan Budak’ı anmak, savaşmaktır.

Sahra KARTAL

İ

şçi sınıfının yiğit önderi, Sosyalist Vatan Partisi Merkez Komite üyesi, DİSK İlerici Deri-İş Sendikası Genel Başkanı, devrimci sendikacılığın önde gelen temsilcilerinden biriydi Kenan Budak. 25 Temmuz 1981 yılında Kazlıçeşme’de polis tarafından pusu kurularak katledildi. Askeri darbe sonrasında onca teslim ol çağrısına ve yurtdışına kaçış imkânına rağmen kavga meydanında kalmayı tercih eden kocaman bir yürekti. Kazlıçeşme’de işçilerin Kenan’ı olduğunda daha 30’una gelmemişti. Bir an bile durmadan, ev ev, atölye atölye dolaşarak, Kazlıçeşme, Zeytinburnu, Ye d i ku l e

22

civarında deri işçilerinin önderi, sendikacısı, abisi, kardeşi, yoldaşı olmuştu. Kenan Budak yalnızca işçi örgütlenmesi yapan bir sendikacı değildi. Kenan Budak, insan olmanın, insan olabilmeyi anlamanın sayılı örneklerinden biriydi. Onun hayat hikâyesini her okuduğumda “ben diyorum, onun yerinde olsaydım, Kazlıçeşme sokaklarında adım adım, karış karış bu yiğitliği gösterebilir miydim?” 1981 yılında hain kurşun Kenan Budak’ı hayatını adadığı işçilerden ayırdığında ben daha hayatta değildim. Ama bugün 2012 yılında bir sendikanın işçi sınıfının haklı kavgasına omuz vermiş bir nefer olarak Kenan Budak yoldaşı tanımanın, onu anlamanın verdiği haklı gururla bu satırları yazma cesaretini gösteriyorum. Ondan kalan mirasın bir ucundan tutup geleceğe taşınması yolunda omuzlarıma ne yük binecekse razıyım. Kenan Budak’ı anlayabildiğime göre bunu başarmak boynumun borcu. Bunun farkındayım. Ve ben 2012 yılında, bir deri tezgâhında çalışan işçi olarak önce Kenan Budak gibi bir önderin deri iş kolunda verdiği mücadeleyi öğrenmeliyim, öyle başlamalıyım sınıf mücadelesine. Patronlardan haklarımız nasıl da söke söke alınıyor bilmeliyim Kenan Budak’ın verdiği kavgalardan. Bıkmadan, yılmadan onun gibi yürümeliyim.

Ve ben 2012 yılında, tekstil atölyesinde çalışan işçi olarak Kenan Budak gibi bir mücadeleci kişiliği tanımalı ve onu örnek almayı bilmeliyim. Kenan Budak’ı, yaptıklarını, korkusuzluğunu anlatmalıyım. İnsanları, insan olduğu için seven kocaman bir yüreği, sınıf mücadelesini, işçinin yanında olan, işçiyi satmayan sendikacılığı öğrenmeliyim ondan. Kenan gibi sevmeliyim insanları. Ve ben 2012 yılında, kavgaya omuz vermiş biri olarak Kenan Budak gibi yiğitçe nasıl dövüşülür bilmeliyim. 12 Eylül’ün karanlık günlerinde birçoğu saklanır ya da kaçarken Kenan Budak’a “Ben Kazlıçeşme insanını, Kazlıçeşme işçisini bırakıp bir yere gidemem. Benim buradan gitmeye hakkım yok” dedirten inanca sahip olmalı, bu inancı tüm değerleriyle bilmeli, öyle anlatmalıyım. Kenan Budak yoldaşı katleden faşist zihniyetten hesap sormalıyım. Gecekondu mahallesinde zor şartlarda yaşarken, Kenan Budak’ı çocuk denecek yaşta işçi olmaya iten bu vahşi sistemi de, işçilikten örgütçülüğe geçişteki emek dolu yılları da, devrime inancın ve bu uğurda korkmadan canımız pahasına bedel ödemenin sarsılmaz kararlığını da haykırmalıyım sesim yetene kadar: Ve bilmeliyim ki, 1981 yazında Kenan Budak’ı anmak savaşmaksa 2012 yılında Kenan Budak’ı anmak, savaşmaktır.


Haziran /Temmuz 2012 / Sosyalist Dayanışma

KRONOLOJİ:

Kenan Budak 1952 yılında Erzincan’ın Tercan ilçesinde doğdu. Kürt ve Alevi bir ailenin çocuğuydu. 1950’li yılların kentlere göç sürecinde onun ailesi de İstanbul’a geldi. Etrafı fabrikalarla çevrili Zeytinburnu bölgesine yerleştiler. Göç eden herkes gibi bir gecekondu yapıp, hayatlarını burada devam ettirmeye başladılar. Orada yaşayan bir çok insan gibi Budak ailesi de Kazlıçeşme’deki deri atölyelerinde çalışmaya başladılar. Kenan Budak, ortaokulu ikinci sınıfta bırakmak zorunda kalmış, yoksul ailesinin geçimine katkıda bulunmak için çalışma hayatına erken başlamıştı. Ağır yaşam ve çalışma koşulları içinde ilk sınıf deneyimini edindi. Sultanhamam’ da tezgâhtarlık, daha sonra Kazlıçeşme’ de deri işçiliği yapmıştı. Kenan Budak, 1960’ların sonunda genç bir işçi olarak sol hareketten etkilendi. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın önderlik ettiği İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği ve Sosyalist Gazetesi çevresi ile tanıştı. Siyasi faaliyetlerinin daha başındayken 12 Mart darbesi gerçekleşti ve sol hareket üzerinde korkunç bir devlet terörü estirilmeye başlandı. Sosyalist örgütler tasfiye edilip, birçoğu yeraltına çekilirken Kenan Budak sıkıyönetime aldırmadan, yılmadan tüm hızıyla siyasi faaliyetlerine devam etti. Siyasal ve sendikal alandaki gelişmeleri yakından izledi. 12 Mart’ın ardından görüşlerini benimsediği Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın düşüncesine yakın olduğunu düşündüğü ve 1974’te kurulan Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP)’ne üye oldu. Türk-İş içindeki sendikal anlayışın dışında yeni bir örgütlenmenin gerekliliğine inandığı için 1975’te bağımsız Bağırsak ve Deri İşçileri Sendikası (Bar Derİş)’nda çalışmalarını sürdürdü. Bu sendikanın DİSK’e katılması için yoğun uğraş verdi. 1976’da DİSK çatısı altında kurulan İlerici Deri-İş Sendikası’nın genel başkanlığına getirildi. Kısa bir süre sonra Bar Der-İş’in İlerici Deri-İş’e katılmasını sağla-

dı. Aynı yıl TSİP’ten ayrılarak Kıvılcımlı’nın görüşleri doğrultusunda kurulan Vatan Partisi’ne katıldı. Uzun süre bu parti içinde çeşitli görevler üstlendi. Parti içinde oluşan görüş ayrılığı nedeniyle 1979 yılında bir grup arkadaşıyla birlikte Sosyalist Vatan Partisi’nin kuruluşuna katıldı ve çeşitli görevlerde yer aldı. Budak, DİSK’in 1977 yılında yapılan 6. Genel Kurulu’nda Abdullah Baştürk’ün listesinden DİSK Yönetim Kurulu üyeliğine seçildi. Sendikal ve siyasal çalışmaları sırasında defalarca faşist çetelerin saldırılarına uğradı. 1980 yılında yapılan DİSK 7. Genel Kurulu’nda devrimci demokrat muhalefet grubu içinde yer alarak Genel Kurulu protesto etti. 12 Eylül faşizmi ülkeye hakim olduğunda “silahlı kuvvetlerin güvencesi” altına alınmak yerine dışarıda mücadeleyi tercih edenler arasındaydı. 12 Eylül darbesi sonrasında sıkıyönetim komutanlığının arananlar listesinde yer aldı. Askeri cuntaya teslim olmadı, sendikal ve siyasal mücadelesini zor ve çetin koşullar altında sürdürdü. Kendisi gibi düşünen diğer devrimci sendikacılarla birlikte cezaevlerinde hukuk dışı tutulan DİSK davası tutuklularına destek ve direniş hareketini örgütlemeye çalıştı. 25 Temmuz 1981’de Yedikule’de polisler kendisini bekliyorlardı, kayıtlara göre polislerin “dur ihtarı”na uymamıştı. Özgürlüğe kaçarken, sırtından vurularak öldürüldü. Ve şimdi bizler, onun aydınlattığı yoldan gideceğimizi bir kez daha haykırıyoruz. Onun korkusuzca yürüttüğü mücadelesi, örnek alınası duruşu, kavgaya, direnişe olan inancı, umudumuza umut katıyor, bizi kavgaya olan inanca daha çok bağlıyor. dür!

Devrim Şehitleri Ölümsüz-

DÜŞMEYENE…

Kör karanlık gökyüzü Sokaklar tutulmuş, gündüz vakti esir insanlık Sokağa çıkmak yasak Bir hengâme başlamış ki Tutulmuş her yan, Her yan silah, her yan kan İnsanların gözüne sis perdesi çekiliyor Her gün bir ölüm daha duyuyoruz Yaşlı bir teyze “Ne oluyor oğlum?” diyor Bu eylül sıcaklığıdır diyorum. Temmuz ayı gölgelendi, Baharımızı çalmak istiyorlar ve şimdi yaz Her zamankinden uzak Eş, dost bana “Uzak dur Kenan” diyor. Oysa kavgam yüreğimde bir ateş gibi yanıyor. Zeytinburnu sokakları işlenmiş deri değil, Kavga kokuyor nicedir. Her yer direniş, zafere yaklaşıyoruz. Bilinsin ki sömürüye, zulme boyun eğmeyeceğiz Bilinsin ki direniş bir onurdur. Beni arıyormuş faşistler, işte buradayım Kaçmak bize yakışmaz. Kazlıçeşme’nin her yeri bir mevzidir Ölüm beni ansız yakalamadı. Dur ihtarına uymamışım! Ansız değildi, bir anda Sırtımdan vurdular. Öldüm sanıyorlar. Oysa ben kavga dolu her günde Yeniden doğuyorum. Yeniden, nefes nefese sokaklardayım Her sloganda sesimi duyuyor, Her deri tezgâhında ellerimi görüyorum. Tahta sandalyelerde saatlerce, İşçi toplantıları yapan da benim. İnsana olan sevgimiz, Kavgaya olan inancımız Yarınımızı yaklaştırıyor Yaklaştıkça çoğalıyoruz Çoğaldıkça yaklaşıyoruz Selam olsun işçi sınıfına Selam olsun yoldaşlara Selam olsun insanım diyebilen, İnsanca yaşamak isteyen herkese

23


3 9 9 1 Z U

M M 2 TE

Halkım ben, parmakla sayılmayan Sesimde pırıl pırıl bir güç var Karanlıkta boy atmaya Sessizliği aşmaya yarayan Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa Tohuma dururlar yeniden Ve halk, toprağa gömülü Tohuma durur bir yerde Buğday nasıl filizini sürer de Çıkarsa toprağın üstüne Güzelim kırmızı elleriyle Sessizliği burgu gibi deler de Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerle. Pablo NERUDA


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.