Türkün Şifreleri Arslan Bulut

Page 1

Arslan Bulut _ Türkün Şifreleri Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır. UYARI: www.aktuelpaylasim.com Kitap sevenlerin yeni buluşma noktasından herkese merhabalar... Cehaletin yenildiği, sevginin, iyiliğin ve bilginin paylaşıldığı yer olarak gördüğümüz sitemizdeki tüm e-kitaplar, 5846 Sayılı Kanun'un ilgili maddesine istinaden, engellilerin faydalanabilmeleri amacıyla ekran okuyucu, ses sentezleyici program, konuşan "Braille Not Speak", kabartma ekran vebenzeri yardımcı araçlara, uyumluolacak şekilde, "TXT","DOC" ve "HTML" gibi formatlarda, tarayıcı ve OCR (optik karakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görmeengelliler için, hazırlanmaktadır. Tümüyle ücretsiz olan sitemizdeki e-kitaplar, "Engelli-engelsiz elele"düşüncesiyle, hiçbir ticari amaç gözetilmeksizin, tamamen gönüllülük esasına dayalı olarak, engelli-engelsiz Yardımsever arkadaşlarımızın yoğun emeği sayesinde, görme engelli kitap sevenlerin istifadesine sunulmaktadır. Bu e-kitaplar hiçbirşekilde ticari amaçla veya kanuna aykırı olarak kullanılamaz, kullandırılamaz. Aksi kullanımdan doğabilecek tümyasalsorumluluklar kullanana aittir. Sitemizin amacı asla eser sahiplerine zarar vermek değildir. www.aktuelpaylasim.com web sitesinin amacı görme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü yüceltmek ve kitap okuma alışkanlığını pekiştirmektir. Sevginin olduğu gibi, bilginin de paylaşıldıkça pekişeceğine inanıyoruz. Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap okuyabilmeleri için gösterdikleri çabalardan ve yaptıkları katkılardan ötürü teşekkür ediyoruz. Bilgi paylaşmakla çoğalır.


İLGİLİ KANUN: 5846 Sayılı Kanun'un "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK MADDE 11" : "ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaçgüdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir." Bu nüshalar hiçbir şekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz. Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur." bu e-kitap Görme engelliler için düzenlenmiştir. Kitap taramak gerçekten incelik ve beceri isteyen, zahmet verici bir iştir. Ne mutlu ki, bir görme engellinin, düzgün taranmış ve hazırlanmış bir e-kitabı okuyabilmesinden duyduğu sevinci paylaşabilmek tüm zahmete değer. Sizler de bu mutluluğu paylaşabilmek için bir kitabınızı tarayıp, aktuelpaylasim@aktuelpaylasim.com veya aktuelpaylasim@gmail.com Adresine göndermeyi ve bu isimsiz kahramanlara katılmayı düşünebilirsiniz. Bu Kitaplar size gelene kadar verilen emeğe ve kanunlara saygı göstererek lütfen bu açıklamaları silmeyiniz. Siz de bir görme engelliye, okuyabileceği formatlarda, bir kitap armağan ediniz... Teşekkürler. Ne Mutlu Bilgi için, Bilgece yaşayanlara. TÜRKİYE Beyazay Derneği www.aktuelpaylasim.org www.aktuelpaylasim.com e-posta: aktuelpaylasim@aktuelpaylasim.com aktuelpaylasim@gmail.com


Tarayan: Cem Kandemir Arslan Bulut _ Türkün Şifreleri Aslan Bulut - Turkun Şifreleri Yazan Arslan Bulut Yayın Yönetmeni Oğuzhan Cengiz Editör Mustafa Erdem Kafkaslıoğlu Kapak Tasarımı Hüseyin Özkan Mizanpaj Adem şenel Baskı / Cilt Barış Matbaa ve Milcellit Davutpaşa Cad.Güven Sanayi Sitesi C Blok Kat:2 No:291 Topkapı/lstanbul Tel:0212 674 85 28 İstanbul 2010 Kitabın Uluslar Arası Seri Numarası (ISBN): 978-605-4200-85-6 TC Kültür Bakanlığı Sertifika Numarası 12460 irtibat: Alemdar Mahallesi Molla Fenari Sokak 4 l/A Cagaloglu / İSTANBUL 0212 527 33 65 - 66 Tel: Faks: 0212 527 33 64 e-mail: bilgitgibilgeoguz.com.tr www.bilgeoguz.com.tr TÜRKÜN ŞİFRELERİ ARSLANBULUT "Biz belediye başkanları ile muhatabız devletle değil!" ......................................... 50 AB politikaları neden Yüce Divan'lık suçtur! 53 PATRİĞİN ŞİFRESİ: ÇİFT BAŞLI YILAN; KARADENİZ'DE YÜZYILIN İKİNCİ RUMLAŞTIRMA OPERASYONU! ........ 56 VATİKAN'IN ŞİFRESİ: ABD'NİN İSLAM'DE REFORM STRATEJİSİ, DİNLERARASI 61 DİYALOG VE MESİH MESELESİ! "İbrahimi dinler" kavramı Vatikan tarafından üretilmiştir!................. 62 Dinlerarası Diyalog, Vatikan'ın misyonudur! 63 " Abant konsili" ........................................ 65 Dinler arası Diyalog, aynı zamanda bir mason girişimidir! ............... 66 Diyalogçularm örgütlenme modeli: OPUS DEI 67 Vatikan modeli! ........................................ 69 Dörtlü konfederasyon modeli ................... 70 ABD'nin yazdırdığı uydurma Furkan! ...... 71 İslam'ı dönüştürmek!................................. 73 İslam içi çatışma stratejisi ve Müslüman Siyonistler! 74 Diyalogçular! Hıristiyanlaşıyorsunuz! ..... 76 Müslümanlar, Hz. İsa konusunda ne yapmalı? 77 Kıyamet ne zaman kopacak? ................... 80 Kur'an'ın Kur'an ile tefsirinden Kuran'ın Tevrat ve İncil ile tefsirine giden yol! ...... 83 Korkut Özal ve Emin Ahcı'nın şifreleri ... 87 90 Orhan Pamuk'un "Benim Adım Kırmızı" şifresi! 6 92 Atatürk ve Hz. Muhammed etrafında birleşmek KIZILDERİLİLER SÜPERMAN'A KARŞI; YENİDEN MİLLİ DEVRİMLER ÇAĞI 93


Milliyetçilerin bütün insanlığı esas alması 96 Samimi bir Marksistin görüşü ................... 98 Yeniden milli devrimler çağı .................. 102 KÜRESEL SALDIRIYA KÜRESEL CEVAP 105 Küresel talimatlar .................................... 109 Atatürk modeli ........................................ 110 " Gerçeğin bir kelimesi bile dünyaya bedeldir" 112 Tarihi zarureti kavramak! ....................... 114 Küresel bir model; küresel bir örgüt ...... 115 Eneıji Direniş Seviyesi ............................ 118 Yıldızları hedef almak! .......................... 122 ABD'NİN ŞİFRESİ: KÜRESELLEŞME 128 Örümcek Ağı ........................................... 131 Küreselleşmenin İdeolojik Röntgeni....... 136 Amaç, Ulusal Devletlerin İç Federasyonu137 CFR'nin 1971'deki Açıklaması ............... 141 Tayyip Erdoğan'a Gönderilen CFR Muhtırası 142 81 İle 81 Devlet ve Bölgesel Yapılanmalar!145 Tek Dünya Devleti .................................. 147 TÜRKLÜĞÜN ŞİFRELERİ .................. 150 Türklüğün şifrelerinden biri Hakkâri'nin Gevaruk yaylacında! ........... 153 Hakkâri'yi Bişkek'e bağlayan kaya resimleri! 156 Anadolu'daki 8 bin yıllık Türk tapusu .... 158 Türklüğün şifreleri Batı'da paniğe yol açtı! 161 ASII ŞİFRE TÜRKLERİN JEOPOLİTİĞİ; GÜN TI Ğ OLSl.N. GÖK KIRIKAN! 165 Ankara merkezli Yeni Dünya Düzeni ..... 167 Türklüğün Yeni Dünya Düzeni ............... 168 En önemli kudret kaynağı nüfustur ......... 170 Kuran ahlâkı ile ahlâklanmak ................. 170 Çağın atlarım icat etmek ......................... 171 Ferdi hürriyetin geliştirilmesi ................. 175 Kuşatıcı milliyetçilik ............................... 176 Ekonomi ve medyanın yeniden yapılandırılması... 177 Enerji kaynaklarına hükmeden dünyaya hükmeder .................................. 178 Et yiyen milletler, ot yiyenlere hükmeder178 Adalet, kendini bile kayırmamaktır ........ 179 Ekonomide insan vücudu sistemi............ 182 Ekonomik iskelet ................................... 182 Beşeriyette gerçek huzuru temin etmek .. 185 Türkü düşmansız kılmak ......................... 186 Neden Türk dünyası? ............................. 187 Şeref, haysiyet ve namus meselesi .......... 188 Manyetik alan oluşturmak....................... 189 Hedef: Türk Birleşik Devletleri .............. 191 ONSOZ Türk'ün kırmızı şifresi! Neden eserimize böyle bir ad seçtik? Bu kitapta yer alan birbirinden bağımsız ama birbiri ile doğrudan ilgili yazılar, gazeteci olarak takip ederek yorumladığımız olaylar, projeler ve fikirler hakkındaki yazılarımızın elenmesi ve 1993 yılından itibaren


yayınlanan kitaplarımızdan da yararlanarak yeni gelişmelerin veya değişimlerin, eski bilgilerle yeniden yoğrulması yöntemi ile hazırlanmıştır. Doç. Dr. Yaşar Hacısalihoğlu'nun, 2006 yılı içinde Jeopolitik dergisinde yayınlamak üzere her ayın gündemi ile ilgili geniş birer makale istemesi, çalışmalarımızı kendiliğinden sistemli bir bütün haline getirdi ve bu eserin meydana gelmesini sağladı. Türkiye'nin jeopolitiği ile ilgili operasyonlar hakkında değerlendirmelerimiz ve önerilerimize yer verdiğimiz bu eserde, Türkiye üzerinde ABD, İngiltere ve İsrail ile birlikte Avrupa Birliği ve Vatikan'ın sürdürdüğü projeler masaya yatırılmış, bu güçlerin kırmızı şifreleri, genel hatlarıyla, tamamen özgün bir bakışla ve başka kimsenin ele almadığı bilgi ve belgelerle desteklenerek çözülmüştür. Şifre çözmekle kalmadık, "Türklerin Jeopolitiğini de tarihi bütünlüğü içinde inceleyerek, çıkış yolunu da göstermeye çalıştık. Türkiye'nin, öncelikle Birinci Meclis ruhuna ihtiyacı vardır. Türkiye'nin yeniden "Birimiz hepimiz için, hepimiz birimiz için" motivasyonuna ihtiyacı vardır. Böyle bir motivasyonu sağlayabilmek için de ortak bir ülkü, bir ütopya lâzımdır. Türk tarihinin şifrelerini yeniden Türk gençlerine hatırlatmak lâzımdır. Bu yolda küçük bir katkı sağladıysak ne mutlu bize.. Arslan Bulut AB'NIN ŞİFRESİ: TÜRKİYEYİ YÖRÜNGEDE TUTMAK İngiltere'nin The Times gazetesinin 4 Eylül 2005 tarihli sayısında, eski Savunma Bakanı Michael Portillo'nun yazdığı bir makale, Avrupa'nın gerçek görüşünü seslendiriyordu: Makalede şu ifadeler vardı: "Türkiye, küresel satranç tahtasında stratejik bir kareyi elinde tutan geniş bir ülkedir. Suriye, Irak ve İran ayrıca hassas birer eski Sovyet devleti olan Ermenistan ve Gürcistan ile sınırdaştır. Türkiye eğer haydut devletlerden biri haline gelir de terörü besler ve ihraç ederse bu, Rusya, Amerika, Avrupa ve İsrail için bir felaket olur. Halihazırda İsrail ve Türkiye arasında samimi ilişkiler mevcuttur. Bu sebeple ABD'nin, Türkiye'nin AB'ye girmesinin savunuculuğunu yapmasına şaşırmamak lâzım.. Türk parlamenterlerin, iyi birer demokrat gibi davranıp halkın duygularına cevap vererek 2003'te giriştiği savaşta ABD'nin Irak'a Türkiye üzerinden saldırmasına izin vermemesi üzerine Washington hayal kırıklığına uğramıştı. Ancak bu bile Türkiye'nin bizim yörüngemizden çıkması durumunda işlerin ne kadar fena olabileceğinin altım çiziyor. Amerikalılar öyle düşünüyor ki, bunu engellemek için Türkiye'yi AB'ye buyur ederek ülkenin demokratik kurumlarına destek vermemiz gerekmektedir. AB liderlerinin birçoğu stratejik düşünmüyor. Aslında Amerika'mn baskısı olmasaydı Türkiye'nin birliğe dahil edilmesini AB belki hiçbir zaman düşünmeyecekti." Bu yazı, bütün açıklığı ile Avrupa'nın bilinçaltını ortaya koymaktadır. İngiltere'nin eski savunma bakanı, ı Mart tezkeresinin TBMM"den geçmemesini kastederek/Bu olay, Türkiye'nin bizim yörüngemizden çıkması durumunda işlerin ne kadar fena olabileceğinin altını çiziyor' diyor. Adam daha ne desin? Lafın tamamım deliye söylerler! Avrupa'nın "Türkiye hayır derse" korkusu İngiltere'de yayımlanan The Financial Times gazetesinin 2 Eylül 2005 tarihli sayısında, Philip Stephens imzalı yazıda, Avrupa ülkelerinin Türkiye'nin AB üyeliği ile ilgili tutumu değerlendirildi. Stephens şöyle yazdı: "Pek çoğu için AB bir Hıristiyan tabyası, Müslüman kalabalıkları dışarda tutan bir kale olarak kalmalıydı. Ötekilerse genişlemeye olan kamuoyu tepkisi yüzünden paniğe kapıldı. Her türlü genişlemeye kapılarım kapatmak istiyorlar. Gözlerini kaparlarsa, dünya onlardan uzak durur sanıyorlar. Fakat Türkiye'yi de ba


şınızdan atamazsınız. Türkiye'ye karşı köprüyü yükseltmek, Avrupa'nın mevcut Müslüman cemaatlerinin yabancılaşması ve düşmanlığı ile başa çıkmayı ko-laylaştırmayacak." Aynı gazetenin 7 Eylül 2005 tarihli sayısında, Fabian Society Genel Sekreteri Sunder Katwala imzasıyla bir okuyucu mektubu yayınlandı. Bu mektup, İngiltere'nin eski Savunma Bakam Michael Portillo'nun ifadelerinden daha açık bir şekilde Avrupa'nın düşüncesini yansıtıyordu. Sunder Katwala, yukarıda yer verdiğim Philip Stephens'e atıfta bulunarak şöyle dedi: "Sayın Philip Stephens, Avrupa Birliği'nin Türkiye'yi reddetmesinin, hem Avrupa'nın jeopolitik stratejisi hem de Avrupa Birliği'ne üye ülkelerdeki Müslüman nüfusun entegrasyonu açısından tehlikeleri konusunda uyarıda bulunmakta haklı. Resmi görüşmelerin başlamasının ardından, Türkiye'nin başarıyla üye olmasım sağlamak için uzun yıllar boyunca yapılacak çok iş var. Ancak eğer Türkiye'deki ve ötesindeki retçiler çok önemli bir tarihi fırsatı raydan çıkarmayı başarırsa hepimiz kaybederiz." Yeterince açık değil mi? Türkiye'deki ve ötesindeki retçiler başarırsa kim kaybedecekmiş? Bütün Avrupa! İngiltere Dışişleri Bakanı Jack Straw, Die Welt gazetesinin 15 Eylül 2005 sayısında "konuk yazar" olarak bir makale yazdı. Straw'un makalesi şu cümlelerle bitiyordu: "Hepimiz Türkiye'nin geleceğine ve bu ülkenin reformlarına ilgi duyuyoruz. Şimdi bir hata yaptığımız takdirde, kısa sürede evimizin önünde bir kriz çıkabilir." Demek ki, Straw'un korkusu da Türkiye'nin hayır demesiydi! Alman Bild gazetesinin 15 Eylül 2005 sayısında bir röportajı yayınlanan Federal Almanya Dışişleri Bakanı Joschka Fischer şöyle diyordu: "Ben sadece şunu söyleyebilirim: Federal Hükümet iyi gerekçelerden dolayı 42 yıldan bu yana Adenauer'den Kohl'e kadar bütün hükümetler tarafından söz verildiği gibi Türkiye ile ucu açık katılım müzakerelerin başlatılmasından yanadır. Türkiye'de modernleşme sürecinde kaydedilen önemli ilerlemelere rağmen şimdi bu sözü tutmamak tehlikeli bir körlüktür. Biz bunu vurguluyoruz. SORU: Ancak, kamuoyu yoklamalarına göre Alman vatandaşlarının çoğunluğu Türkiye'nin AB'ye tam üyeliğine karşı. FİSCHER: Yönetim demek, güvenlik çıkarlarımızı ciddiye almak ve çoğunluklar oluşturmak demektir. Hiç kimse hemen üyelikten söz etmiyor. Kayda değer ilerlemelere rağmen, Ankara'nın yapması ge reken daha çok eksik var. Hiçbir risk üstlenmiyoruz. Otomatizm diye bir şey yok. Süreç net koşullara bağlı, her an kesilebilir, hatta yanlış istikamete sapılır-sa sona erdirilebilir. Evet ya da hayır karan, gerçekten Avrupa'ya hazır bir Türkiye önümüzde durduğunda verilecek. Bu ise 10, 15 yıl, belki de daha uzun sürebilir. Türkiye'nin kapsamlı modernleşme ve kuvvetli bir biçimde Batı'ya demirleme sürecinin ilerlemesine büyük önem vermeliyiz. (...) Bu fırsattan faydalanmamak, reddedilmiş bir Türkiye sebebiyle ortaya çıkacak olumsuz gelişmelerin farkına varmamak, dış politika açısından sağlıklı düşünülmediğini göstermektedir." Görüldüğü gibi Fischer'in korkusu da Türkiye'nin köprüleri atmasıydı! Avrupa hayır deseydi! AP ajansının 3 Ekim yorumuna nedense kimse yer vermedi. Ajans'm yorumcusu Louis Mehder, "Avrupa'nın Türkiye'ye Hayır Demesi Türk Milliyetçiliğini Artırıp Hükümeti Sarsabilirdi" başlığı altında şu değerlendirmeyi yaptı: "Avrupa Müslüman Türkiye'nin Avrupa Birliği hayalleri üzerine kapıyı kapasaydı, milliyetçilik ve Batı'ya karşı güvensizlik birden artabilirdi, bu da, Batı ile ilişkileri daha zorlaştırıp Türkiye'yi Doğu ile Batı arasında köprü olarak kullanma umutlarım suya düşürürdü.


Ret cevabı, tek Müslüman AB adayını yabancılaş-tırıp geleceğini Batı ile kuracağı ilişkilere bağlayan Türk Hükümeti'nde de istikrarsızlığa yol açabilirdi. Türkiye, Irak ve İran ile komşu olduğu için istikran ABD yetkilileri için çok önemli. Bu kritik meseleler AB'yi Türkiye'ye üyelik şansı sunmaya ve ABD'yi de adaylığım desteklemeye sevk etti. Washington ayrıca Türkiye'yi sadece Batı yanlısı değil aynı zamanda laik ve demokratik olan Müslüman bir ülke örneği olarak sunuyor." Demek ki, Türk Milliyetçiliğinin artmaması ve hükümetin sıkıntıya düşmemesi için, AB'nin Türkiye'yi Deniz Baykal'm deyimiyle "ebedi aday" statüsünde tutması gerekiyordu. Olan biten buydu! Bundan öte bir şeyler olduğunu, Türkiye'ye diğer adaylarla eşit tam üyelik perspektifi verildiğini söylemek, halkı kandırmaktı, sahtekârlıktı! Bu sahtekârlığı siyasiler de yapıyordu, akademisyenler de gazeteciler de! Türkiye bu sonucu da elde edemeyecekti ama ABD, Türkiye'nin AB yörüngesinden çıkmasını kendisi için önemli bir tehdit olarak görüyordu. Bu yüzden hem İngiltere, hem Türkiye ve Yunanistan nezdinde devreye girdi ve müzakerelerin başlamasını sağladı! Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Namık Tan da bir soru üzerine ABD'nin Türkiye-AB müzakerelerinin başlamasına verdiği desteğin "açık, doğal ve doğru" oldu ğunu belirterek, "Bundan da büyük memnuniyet duyuyoruz" diyordu. "Tavşanı önce yakalayalım, derisini sonra yüzersiniz" KKTC'nin ı. Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, Ekim 2005'te yaptığı açıklamada şöyle dedi: "Görebildiğim kadarıyla müzakere süreci, Türkiye'ye bu şartların kabulüyle ilgili bir görüşme süreci açmaktadır. Bunların müzakere edilmesi demek, Türkiye'de azınlık olmayanların azınlık olduklarım kabul ve Sevr Anlaşması gereğince Türkiye'nin üniter devlet yapısından soyutlanması ve bu anlaşma ile yapılmak istenen her şeye boyun eğilmesi anlamına gelmektedir. Ümidimiz TBMM'nin bu gerçekleri bilerek ve görerek konuya partiler üstü bir yaklaşımla eğilmesi ve Kıbrıs'ta 50 yılı aşkın bir zamandır Türkiye'nin güvenliği ve denize açılabilme haklarım da korumuş olan hak ve statülerin devamı için elden gelen milli direnişin gösterilmesidir. Kıbrıs'ta bir Kıbrıs milletinin var olmayışı, Rumların adaya hâkim olmak için sürdürdükleri siyaset AB'nin kale almadığı gerçeklerdir. Milli formül: Kıbrıs'ta dili, dini ayrı, milli sadakati iki ayrı ana ulusa bağlı, iki eşit egemen halkın ve bunların iki ayrı devletlerinin varlığıdır. Kıbrıs üzerinde Türk-Yunan dengesinin korunmasıdır. Kıbrıs Türklerinin kalıcı bir şekilde Anavatan Türkiye'nin etkin ve fiili garantisine sahip olmalarıdır. Bunun dışında bir yaklaşımın kendilerini Annan planının öngördüğü gibi karmaşık bir vilayete, Rumların 'işlemez' diyerek ilk fırsatta yeniden yırtıp atacakları karmaşık bir idareye götüreceğini" belirten Rauf Denktaş, "Bütün oyun Türkiye'yi adadan söküp atma oyunudur. Bunun karşılığında Türkiye'ye 20-30 yıl soma ne olacağı bilinmeyen bir söz verilmektedir" görüşünü dile getirdi. Denktaş, şöyle devam etti: "Bu sözün verilebilmesi için canla başla uğraşmış olan İngiliz Dışişleri Bakanı Straw'm zorluk çıkaran bir karşıtına söylediği söz unutulmamalıdır; 'Tavşanı evvela yakalayalım, derisini soma yüzersiniz.' Sanırım gün gele hazmetme meselesi 'tavşanı' yiyip yememe konusunda gündeme gelecektir. Genelde AB kapısının Türkiye'ye açılması nedeniyle ne kadar memnun olsak da sürecin akışı içerisinde neler yapılacağını görebilmenin verdiği büyük endişe ve üzüntü içindeyiz. 'AB normları Atatürk İlkeleri ile bağdaşamaz' görüşünün hâkim olduğu bir kuruluşun, Türkiye'yi nereye götürmek istediğini bilmek için kahin olmak gerekmemektedir." BALTALİ MAIMI ANLAŞMASI, OSMANLI'YI ÇÖKERTTİ, GÜMRÜK BİRLİĞİ TÜRKİYE'Yİ ÇÖKERTİYOR!


Türkiye'nin Avrupa Birliği politikalarının ekonomik yönü ve özellikle Gümrük Birliği üzerinde, bir gazeteci olarak, yaptığım röportajlar ve incelemelerin bir kısmım bilginize sunuyorum: Emekli orgeneral ve eski Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur, Avrupa Birliği'ne girişin devlet politikası olarak gösterilmesi konusunda bize şunları anlatmıştır: "1995 Gümrük Birliği Anlaşması ile başlayan tek taraflı bağlılık süreci ile birlikte AB ile ilişkiler, ulusal değerlerimize olan inanç duygularımızı sarsan sahip-teba ilişkisine dönmüş bulunmaktadır. Böyle bir ilişkiler düzenini onaylamak mümkün değildir. Böylesine dengesizlikler içinde yürüyen bir ilişkiler düzeni sonunda varılacak mutabakattan bir yarar sağlanamaz. Bu mantık içinde yürüyüşün, neler götüreceği Kıbrıs'ta görülmüştür. Lozan'da elimizin tersiyle ittiğimiz azınlık, soykırım dayatmalarım, iç politikayı yönlendirme niyetlerini bazıları çağdaşlık saysa da makul görse de biz içimize sindiremiyoruz. AB'ye katılmak teorik olarak bir devlet politikası olabilir. Ancak, TC'nin kuruluş felsefesine aykırı, TC'yi asli dayanaklarından, hayat damarlarından kopana bir yolda ilerlediği açık olan bir maceranın devlet politikası olarak kabulü uygun olamaz. AB'nin dayatmacı talepleri sebebiyle Türkiye'nin AB'ye katılım politikası yürütülemez hale gelmiştir. AB'nin talepleri sebebiyle, başlangıçta kurgulanan çağdaşlaşma projesi uygulama alanında esaret projesi haline getirilmiştir. Büyük Türk ulusunun tek seçeneği bu olamaz. Düşüncelerimizi bu şekilde ifade ederken, Atatürkçü dünya görüşünün çok önemli bir yamnın doğruluğunu da teyit etmiş bulunuyoruz. Bu önemli yan 'Tam Bağımsızlık' ülküsüdür. 'Çağın değişimi'nin tam bağımsızlık ülküsünde değişiklik gerektirdiği düşüncesine katılmıyorum. Atatürk'ün ifade ettiği gibi, 'bağımsızlık bizim karak-terimizdir.' Anlaşılıyor ki, AB üyeliğini devlet politikası olarak belirlemek ve bu düşünceyi dış politikanın merkezine oturtmak yanlış olmuştur. Türkiye'nin Ata'dan yadigâr ekonomi politikasını küreselleşme modasına uyarak terk etmesi, ekonomi bilimine de uygun değildir. Yıllarca katlanılan fedakârlıkların ürünü olan zenginlikleri, kurumları, değerleri yok pahasına elden çıkararak, ekonomiyi düzlüğe çıkaracaklarım sananlar ilerde milletimize ağır bedeller ödeteceklerdir. Ben bu sözlerimle küreselleşme çılgınlığının ekonomi biliminin gerekleri ile uyumlu olmadığım da anlatmaya çalışıyorum. Özelleştirme konusunda şunu da dikkate almak zorundayız: Biz 'küreselleşme modern çağın gereğidir' propagandası altında ezilirken, uğruna büyük bedeller ödediğimiz milli değerlerimiz özelleştirme adına yabancılara satılmaktadır. Aslında bunun adı özelleştirme de değildir. Bu düpedüz yabancılaştırmadır. Bu milli devleti, milli devlet düşüncesini tasfiye etmek demektir. Çünkü özelleştirilen kamu kuruluşlarını genelde yabancı kamu kuruluşları satın almaktadırlar. Özelleştirme politikası bu sebeple de yanlıştır ve ulus-devlet düşüncesi ile çelişmektedir. Zaten onların dillerinin altındaki bakla, 'Biz birleşelim, siz parçalanın, biz üretelim siz bizim ürettiklerimizi satın alın'dır. Bu sebeple; demeliyiz ki, diğer ülkeler gibi bizim de sıkıntılarımız olabilir, bu sıkıntıları dik durarak, milli fedakârlıkla aşabiliriz. Bu özverinin karşılığı milli onurdur, onurlu yaşamaktır. Bu her şeye değmez mi?" Türkiye'yi nasıl paylaştılar? AKP iktidarı, Türk halkının gözü önünde, Telekom demeden, Tüpraş demeden, Erdemir demeden, Galata demeden, Haydarpaşa demeden, medya kuruluşları demeden Türkiye'nin neyi var neyi yoksa sattı! Türkiye bu noktaya nasıl geldi? * 13 Mayıs 2003 günü Yeniçağ gazetesinde gazeteci John Pilger'in "Küresel Yağmacılığın Gerçek Yüzü" kitabından bazı tespitler almış, Endonezya'nın 1967 yılında


Yahudi sermayesi tarafından nasıl paylaşıldığım bilginize sunmuş ve Türkiye'de uygulanacak satış modelinin de aynı olduğunu belirtmiştik! *14 Mayıs 2003'te de "Tayyip Erdoğan, Suharto'nun yolunda!" başlığı altında, "Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Tayyip Erdoğan, her yabancı ülke veya uluslararası şirket temsilcisi ile görüşmesinde Türkiye'nin bir ekonomik varlığını pazarlıyor. Son pazarlama Aycell'i Aria'ya vermekle tamamlandı. Maliye Bakam Unakıtan da devir-teslimleri en hızlı şekilde yapacaklarım söylüyor. Türkiye bir büyük savaşı kaybetmiş gibi yağmalanıyor. Madenler, Tüpraş, Tekel hatta Milli Piyango bile Yahudi tekellerine hediye edilecek!" demiş ve yine Pilger'in Endonezya tespitleri üzerinde durmuştuk: "Kasım 1967'de Endonezya artık avuç içine alınmış ve ganimetler dağıtılmaya başlanmıştı. The Time-Life şirket ortaklığı, Cenova'da, Endonezya'nın dünyanın dev şirketlerine nasıl parselleneceğinin tasarımının yapıldığı üç gün süren bir konferansa sponsorluk yaptı. Konferansın ikinci günü, Endonezya ekonomisi sektör sektör dilimlere ayrıldı. Önce 5 farklı bölüm belirlendi: Madencilik, hizmetler, enerji, bankacılık ve fınans. Freport şirketi Batı Papua'da bakır madenini aldı. Bir Amerika-Avrupa konsorsiyumu, Batı Papua'nın nikel kaynaklarına el koydu. Dev Alcoa şirketi ise Endonezya'nın boksit rezervlerinden en büyük dilimi kaptı. Bir grup Amerikan, Japon ve Fransız şirketi Sumatra, Batı Papua ve Klimantan'm tropik ormanlarını aldılar. Yabancı yatırımları düzenleyen bir kanun Suharto tarafından aceleyle çıkarılarak, bu yağmalama en az beş yıl vergiden muaf tutuldu. (Aynı kanunu Tayyip Erdoğan'ın da çıkardığım hatırlayalım) Artık Endonezya ekonomisinin hem görünen hem de gizli kontrolü, belli başlı üyeleri ABD, Kanada, Avrupa, Avustralya ve en önemlisi IMF ve Dünya Bankası olan Endonezya Hükümetlerarası Grubu'nun eline geçmişti. Wall Street, bütün olanları büyük bir fetih gibi görüyordu." *ı6 Mart 2004'te ise, "Türkiye'yi paylaşma toplantısı" başlığı altında, "Dünya ekonomisini elinde bulunduran 8 ailenin liderleri, Dünya Bankası Başkam James Wolfensohn'un özel uçağı ile İstanbul'u ve Türkiye'yi paylaşmaya geldi. Sözde Yatırım Danışma Konseyi denilen toplantıya katılan 20 büyük şirketin dokuzunun başkanı da heyette bulunuyor" demiş ve yine Endonezya örneğini hatırlatarak, "Dünya patronlarının toplantısında Türkiye'nin nasıl paylaşılacağı konuşuldu ve hükümet özelleştirmeyi hızlandırdı" değerlendirmesinde bulunmuştuk. Ancak Türkiye'yi paylaşacak olanlar arasında sorunlar vardı ki uygulama bir türlü başlamıyordu. Bunu da herhalde son Bilderberg toplantısında hallettiler! *30 Nisan 2005 tarihli yazımızda ise şöyle demiştik: "Toplam 11 ülkeden, ciroları yaklaşık 900 milyar euroyu bulan 19 çokuluslu şirketin üst düzey yöneticilerinin, İstanbul'da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın başkanlığında 2. Yatırım Danışma Konseyi Toplantısı'nda buluşmasım değerlendirin lütfen! Toplantıda İtalya'dan 4, ABD'den 3, Almanya'dan 3, Japonya'dan 2 olmak üzere, Lüksemburg, Fransa, İngiltere, Hollanda, Güney Kore, İsrail ve Kanada'dan toplam 19 firmanın başkanları veya ikinci başkanları hazır bulundu. İşte kimlerin hangi şirketleri satın alacağı bu toplantıda kararlaştırıldı!" Bütün bunları niçin hatırlattım! Kimse "durumun bu kadar vahim olduğunu bilmiyorduk" mazereti üretmesin diye! Milletin yüksek mevkilere taşıdığı, ümit bağladığı, hatta peşinden koştuğu insanlar, her şeyi bizden iyi biliyor ama susuyor. Bu durumda, Türkiye'nin satılmasından onlar da sorumlu değil midir? Yoksa Tayyip Erdoğan veya Kemal Unakıtan, "Babalar gibi satarız" cüretini nasıl bulabilirdi? İSRAİL'İN ŞİFRESİ: İSLAM HİLALİNİ PARÇALAYAN İSRAİL KARTALI!


Türkiye'nin İsrail ile ilişkileri hep esrarengizdir ve işin içinde MOSSAD mutlaka vardır! Yıldız Üniversitesi'nden Gencer Özcan, "Türkiye İsrail İlişkilerinde Dönüşüm" başlıklı incelemesinde, açık kaynaklardan faydalanarak bu perdeyi aralamaya çalıştı: * "Demirel'in Cumhurbaşkanı olarak 1996'da İsrail'i ziyareti somasında İsrail ile bir dizi anlaşma imzalandı. 1997'de yapılan bir söyleşi sırasında İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, iki ülke arasında terörle ilgili konularda istihbarat değişimi yapıldığım açıkladı. * Türk Hava Kuvvetleri Komutam Halis Burhan'ın 1994'te yaptığı gezi somasında hazırlattığı raporda 'PKK konusunda talep halinde İsrail'in her türlü yar dıma hazır olduğu' bilgisine yer verilecektir. Rapor ayrıca, savunma sanayi alanında yapılacak işbirliği nin THK'nin 'harekât kabiliyetini büyük oranda artı rabileceğine' dikkat çekilecektir. * Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Eylül 1996'da, İsrail'de yayınlanan Ha'aretz gazetesi ne verdiği bir demeçte, İsrail ile Askeri İşbirliği Anlaşması'nın askeri eğitim alanında işbirliğiyle sı nırlı olduğunu ve Savunma Sanayii İşbirliği Anlaş ması'nın ise sadece savunma sanayinde işbirliği yap mak üzere imzalandığını, bir 'askeri pakt olmadığı', dolayısıyla üçüncü bir ülkeye karşı tasarlanmadığım belirtmiştir. Eğitim anlaşmasının içeriği ise bir bütün halinde kamuoyuna açıklanmamıştır! Anlaşma 18 Nisan 1996'da 96-8091 sayılı Bakanlar Kurulu Karan ile yürürlüğe girecektir. Anlaşma gereği, İsrail Hava Kuvvetlerine bağlı uçaklar Konya yakınlarında bulunan üste konuşlanarak eğitimlerini yürütebilecektir. Bu çalışmalar sırasında uçaklann silahsız olarak uçması öngörülmektedir. * Genelkurmay İkinci Başkam Orgeneral Çevik Bir'in Mayıs 1997'de İsrail'e gerçekleştirdiği bir ziyaret sırasında, İsrail Savunma Bakan Yardımcısı David İvry'nin yanısıra adı saklı tutulan ABD'li yetkililerin de katıldığı toplantılarda, 'Suriye ve İran'ın yol açtığı bir bunalım durumunda, üç ülkenin katkısıyla bir ortak birliğin oluşumu ve yapılanması gibi konulann ele ahndığı'na ilişkin haberler basında yer almıştır.. * Bir savaş durumunda iki ülke ordularının işbirliği alanlarına ilişkin örnekler Temmuz 1997'de Washington Institute for Near Eastern Studies tarafından yayınlanan bir raporda şöyle sıralanacaktır: 'Havada, Türkiye hasar alan İsrail uçaklarının Türk üslerine dönmesine izin verebilir ve düşürülen pilotları yakalamak için eğitilmiş İsrail muharebe arama ve kurtarma ekiplerinin Türk topraklarından harekâtına imkan sağlayabilir. Denizde, Türkiye İskenderun donanma üssünü ve Suriye'ye yakın sularındaki korunaklarını İsrail'e kullandırarak, Suriye'yi hem güneyden hem kuzeyden saldırılara karşı koymak için filosunu bölmeye zorlayabilir.' * Raporun yazarı Michael EisenStadt, Suriye'deki Scud füze rampalarına yönelik saldırıların Türkiye'den gerçekleştirilebileceği üzerinde de durmaktadır." Gencer Özcan, "Türkiye İsrail İlişkilerinde Dönüşüm" başlıklı incelemesinde, İsrailli yetkililerin bölgesel nitelikteki tehditlerin ABD'nin de içinde bulunacağı bölgesel bir güvenlik düzenlemesi ile cevaplanmasını istediğini bildiriyor. İşte Lübnan ile ilgili BM karan bu bölgesel güvenlik düzenlemesini başlatmış oluyor. Zaten Türkiye-İsrail-ABD arasında üst düzey askeri yetkililerin katılımıyla altı ayda bir gerçekleştirilen Stratejik Diyalog Toplantıları yapılıyor. İsrail'in GAP'ta kaç çiftliği var? Özcan, "GAP Bölge Kalkınma İdaresi, İsrail'de ta- nmsal geliştirme projeleri yürüten bir hükümet kuru luşu olan Mashav ile tarımsal teknolojilerin bölgede yaygınlaştırılması amacıyla işbirliği içindedir" diyor: * "Sulama projeleri arasında 67 bin hektarlık bir alam sulayacak 'Mardin Ceylanpınan Sulama Projesi' en önemli proje konumundadır. Ayrıca, İsrailli firmaların da katıldığı, ancak


kamu yatırımlarının kısılması yüzünden askıya alınan 'Samsat, Kralkızı ve Kralkızı-Dicle Pompaj Sulaması' inşaatlarının başlatılması beklenmektedir. * İsrail'in önde gelen tarımsal teknoloji kuruluşlarından Merhav'm uzmanları tarafından Geylanpmarı Tarım İşletmesinde yapılan araştırmalar sonucunda Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğüne 'yap-işlet-devret' modeline dayanan bir teklif hazırlanacaktır. Teklif işletmenin üçte biri kadar bölümünü oluşturan 50 bin hektarlık alanı kapsamaktadır. * 11 Ekim 2000'de Koç Grubu ve ATA İnşaat tarafından ortaklaşa oluşturulan ilk örnek çiftlik hizmete girecektir. 2500 dönümlük bir arazide kurulan çiftlik için gereken know-how İsrail tarafından sağlanmaktadır. * Mayıs 2003'de Tel Aviv Büyükelçiliği tarafından hazırlanan bir rapor ise tarımsal alanda yapılacak işbirliğinin önemi vurgulayarak, 'Türk ve İsrail firmalarının GAP bölgesinde ortak yatırımlar' yapmalarını önermektedir: * Bu konudaki görüşmeler Tarım ve Köyişleri Bakam Mustafa Taşar'm 1 Aralık 1997'de İsrail'e yap tığı ziyaret sırasında gerçekleştirilecek, imzalanan 'Tarımsal Alanda İşbirliği Mutabakat Zaptı' uyarınca GAP bölgesi başta olmak üzere, tarımsal alanda işbirliği projeleri üzerinde çalışılmaya başlanacaktır." Hükümetten israil'e GAP ve KOP davetiyesi! AKP hükümeti, bir taraftan, AB'nin Türkiye'de yeni azınlıklar yaratma politikasına uyum sağlarken, diğer taraftan GAP ve Orta Anadolu bölgelerinde İsrail yatırımlarının önünü açtı. Tarım Bakam Sami Güçlü'nün daveti üzerine, 14-15 Temmuz 2004 tarihlerinde, Türkiye'yi ziyaret eden İsrail Başbakan Yardımcısı Ehud Olmert ile imzalanan mutabakat zaptımn onaylanması hakkındaki karar, 5 Ekim 2004 tarihli Resmi Gazete'de "Milletlerarası Anlaşma" başlığı altında yayınlandı. Kararda, bütün hükümet üyeleri ile birlikte Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in de imzası var! Ehud Olmert'in Sezer tarafından kabul edildiği, ayrıca Sami Güçlü dışında, Abdullah Gül, Ali Babacan, Binali Yıldırım, Mehmet Hilmi Güler ve Ali Coşkun ile görüştüğü mutabakat metninde belirtiliyor. Mutabakatın 12'inci maddesinde şöyle deniliyor: "İsrail tarafı, İsrail firmalarının ilgilendiği GAP projelerinin 2005 yılı bütçesinde uygulamaya konulmasını Türk yetkililerden talep etmiştir. Türk tarafı Türkiye ve İsrail arasındaki karşılıklı ekonomik işbirliğini güçlendirmede GAP kapsammdaki yukarıda bahsedilen projelerin önemini vurgulayarak konuyu Türkiye'deki ilgili kurumlara iletmeyi kabul etmiştir." Mutabakatın 13'üncü maddesi ise Konya Ovası Projesi ile ilgili: "Türk tarafı, Orta Anadolu'da yürütülen Konya Ovası Projesi'nin (KOP) önemini vurgulayarak su kaynaklarının geliştirilmesi alanında işbirliği imkânlarım değerlendirmek için ortak çalışma önermiştir. İsrail tarafı, bu teklifi incelemeyi kabul etmiştir. Türk tarafı, Tuz gölü yakınlarında seçilmiş Orta Anadolu köyleri civarındaki kuru bölgelerde damlama ve diğer modern sulama tekniklerinin fizibilitesi konusunda ortak çalışma önermiştir. İsrail tarafı, bu teklifi incelemeyi kabul etmiştir. Mutabakatın, 15'inci maddesinde ise özellikle GAP bölgesinde İsrail firmalarının hangi alanlarda nasıl-çalışacağı tespit ediliyor: "Taraflar, tarımsal işbirliğini geliştirmek amacı ile aşağıdaki alanlarda, firmalar ve kendi kuruluşlarını işbirliği başlatmaya teşvik etmek için anlaşmışlardır; -Türkiye'de özellikle GAP bölgesi kapsamındaki sulama sektöründe, İsrailli yatırımcıları teşvik edecek tanıtım faaliyetleri düzenlemek,


-Sığır ve koyun geliştirilmesi, üretimi ve pazarlan-ması ile ilgili ortak çalışmalar yürütmek, -Sera sebze tohumculuğu üretimi ve pazarlaması, -Bitki hastalıklarına karşı biyolojik mücadele geliştirme ve uygulama, -Hayvan hastalıklarına karşı mücadele." Diğer maddelerde, turizm, kimya, telekomünikasyon, güvenlik ve çevre teknolojileri alanlarında işbirliği ve ticareti geliştirme taahhütlerinde bulunuluyor. GAP ve KOP, israil'e altın tepsi içinde sunuluyor Bu maddeleri bilginize sunduktan soma fazla yorum yapmama gerek yok ama yine de birkaç hususa değineyim. Tarım, artık dünyanın en önemli stratejik sektörüdür. Özellikle buğday, su ile birlikte birinci silahtır. Türkiye bu mutabakat metni ile buğday ambarı Konya Ovası ve su deposu Güneydoğu'yu İsrail firmalarına altın tepsi içinde sunmaktadır. Bu mutabakat metni, en az yabancılara toprak satışına imkân veren kanun kadar Türklüğün aleyhinedir. İsrail'in genetik tarımda uzmanlaştığı biliniyor. Zaten İsrail şirketle*ri, Türkiye'de kiraladıkları topraklarda kısır tohum üreterek, çok yüksek fiyatlardan satıyor. Bu mutabakat metninin gerekleri yapılırsa, Türkiye'deki bütün temel gıda maddelerinin tohumları da İsrail patenti taşıyacak! Ecevit'in "Kuzey Irak'ta çağdaş bir devlet kuruluyor" dediği andan itibaren İsrail'in "Nil'den Fırat'a ka dar vaat edilmiş topraklan ele geçirme projesi" hız kazandı. İsrail'in öteden beri, Barzani ve Talabani gruplarına, para, silah ve eğitim yardımı yaptığı biliniyor. Artık bunu Amerikan gazeteleri bile yazıyor. Suriye'nin Kamışlı bölgesinde çıkarılan Kürt isyanı, ABD'nin Telafer'i bombalaması ve Almanya'daki savaş uçaklarım İncirlik Üssü'ne konuşlandırma talebi, eski ABD Büyükelçisi Pearson'un Erzurum'dan Bağdat'a kadar uzanan bölgenin tek bir ekonomik bölge olduğunu söylemesi, mutabakat metni ile birlikte değerlendirilirse, tablo daha net ortaya çıkar. Genişletilmiş Büyük Orta Doğu Projesi de esas olarak, ABD'nin değil, ABD'yi yöneten Yahudi lobisinin projesidir. GOP, Yahudilerin ideali olan "Dünya Krallığı Projesi"nin kamuflâjıdır.. Avrupa Birliği'ne teslimiyet, ABD'ye teslimiyet ve İsrail'e teslimiyet ile birlikte, Türkiye topraklarının bu güçler tarafından paylaşılmakta olduğu gerçeği ortaya çıkıyor! Hem de Resmi Gazete'den Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'nin ve Cumhurbaşkam'nm imzalan ile ilân edilerek! Bundan sonrasını yine Gencer Özcan'dan takip edelim: * "Manavgat suyunun İsrail'e satılması konusunda ilk araştırmalar İsrail'in su kaynaklan üzerinde uzmanlaşmış kuruluşu olan Tahal tarafından Haziran 1990'da yaptınlacak, Eylül 1991'de İsrailli yetkililer Türkiye'den su satın alınabileceğini ifade etmeye başlayacaktır. Ekim 2003'te imzalanan anlaşma, Ocak 2004'te uygulamaya konacaktır. Manavgat projesinin yaratacağı ekonomik potansiyel suyun taşınmasına ilişkin teknik ayrıntılar çözümlendikten soma tam olarak anlaşılacaktır. (BULUTUN NOTU: Bizim edindiğimiz bilgi, İsrail'in Manavgat suyunu 2040 yılı sonrası için istediğidir) *Mavi Akım ile Türkiye'ye getirilen Rus doğal ga zımn Akdeniz'in altından geçecek bir boru hattı ile İsrail'e taşınması projesine üç ülke de yakın ilgi gös termektedir. Başbakan Erdoğan'ın Mayıs 2005 İsrail ziya-, reti sırasında da değerlendirilen proje Türkiye'den Akdeniz'in altından geçirilerek Kıbrıs üzerinden İsrail'e uzatılacak bir doğalgaz


ve su taşıyacak iki boru hattının Filistin ve Ürdün'ü de kapsayacak bir dağıtım şebekesini beslemesini öngörmektedir. * Enerji alanında işbirliğinin somut sonuçlarından bir başkası ise, Mayıs 2004'te Zorlu Enerji ile İsrail'in DORAD Eneıji şirketinin İsrail'de üç doğal gaz çevrim santrali yapım ve işletimi için imzaladığı anlaşmadır." Sahi, İsrail'in GAP'ta kaç çiftliği var? lisrail'i tanımıyorum" diyen Tayyip Erdoğan! AKP'nin İsrail politikasını, yine TESEV adına raporlar hazırlayan, Gencer Özcan'm incelemesinden yansıtıyorum: * "Milli Görüş geleneği içinden gelen AKP kurucularının İsrail'e dönük tutumları partinin kuruluş sürecinden başlayarak merak konusu olacaktır. Milli Görüş geleneğinde antisemit söyleme, özellikle uluslararası ilişkilere dair çözümlemelerde sıklıkla başvurulduğu görülür. * PvP'nin Aralık 1995 seçimlerinden en fazla oy olarak çıkması ve daha sonra DYP ile kurulan koalisyon hükümetinin büyük ortağı olması üzerine partinin askeri eğitim anlaşması konusunda nasıl bir tutum benimseyeceği tartışma konusu olacaktır. Refahyol hükümeti kurulmadan kısa bir süre önce İsrail ile imzalanan askeri eğitim anlaşmasına sert tepki gösteren RP'li yetkililer iktidara geldikleri takdirde anlaşmayı 'yırtıp atacaklarını' açıklayacaklardır. Abdullah Gül, 2 Haziran 1996 tarihli El Hayat'ta yayınlanan bir söyleşide iktidara geldikleri takdirde anlaşmayı 'kesinlikle iptal edeceklerini' vurgulayacaktır. * RP iktidara geldikten sonra, eğitim anlaşmasını iptal etmek bir yana, savunma sanayi işbirliği anlaşmasını da imzalamak durumunda kalacaktır. * Devlet Bakanı Gül, Ekim 1996'da, El-Ahram gazetesinde yayınlanan bir söyleşide, Türkiye-İsrail anlaşmasının ABD'nin zorlaması sonucunda imzalandı ğını belirtecek ve 'İki seçeneğimiz vardı, ya yaklaşık 600 milyon dolar tutan 60 Fantom'un yenilenmesini unutacaktık, ya da İsrail'le anlaşacaktık. Maalesef, İsrail bunu kullanarak Türkiye ile ortaklık yaptığını ileri sürdü ve bölgede bu propagandayı yaydı. İddiaları doğru değildir' diyecektir. * Başbakan Erbakan, kredi maliyetlerinin yüksek olması yüzünden, savunma işbirliği anlaşmasının koşullarının değişmesi gerektiğini ileri sürerek, anlaşmayı onaylamaktan kaçınacaktır. RP kanadı, askeri işbirliği anlaşması çerçevesinde yürütülecek projeleri imzalamak üzere Türkiye'ye gelecek İsrail heyetini engellemeye çalışmış; ancak askeri kanadın Türkiye'nin çıkarlarına olan bu anlaşmanın mutlaka imzalanacağı yönünde uyarıda bulunmasının ardından, Aralık 1996'da anlaşma imzalanmıştır. Tayyip Erdoğan, Refah Partisi İstanbul İl Başkanı iken Yörünge dergisinin 8 Ağustos 1993 tarihli sayısında Ali Akel'e yaptığı açıklamada 'İsrail'i tanımıyorum' demiştir: 'İsrail, zihniyet itibariyle insan denilen mükemmel varlığı, varlık sebebi dışında tanımlayan emperyalist, şovenist bir anlayışın ifadesidir. Türkiye'nin İsrail'i tanıması tarihimiz açısından ciddi bir talihsizliktir. Bizim tarihimize sürülmüş bir kara lekedir. Türkiye ne yazık ki İsrail ile ilişkilerini kendi iradesiyle değil, bağımlı olduğu uluslararası kurum ve kuruluşların iradesiyle tespit ediyor. Nitekim körfez 35 harekâtında Türkiye'nin rolünü bu güçler tespit etmiştir. Türkiye tercihini İsrail ve Filistin konusunda hâlâ yanlış yapmaktadır. Şahsiyetli bir dış politika anlayışıyla Filistin konusundaki tavrım belirleyerek 'Büyük İsrail Projesi'ni engellemelidir. İnanıyorum ki bu çıkış Türkiye'yi madden ve manen güçlü kılacaktır. Türkiye, Fırat suyu politikasını tekrar gözden geçirmelidir. Ortadoğu'daki kanser mikrobu olan bu zihniyeti sulamak, beslemek kadar büyük bir zulüm olamaz. Değerlendirmesi önce ülkemiz açısından, soma Müslüman Filistin halkı açısından, soma tüm insanlık açısından yapılmalı, ona göre adım atılmalıdır. İsrail'i devlet olarak tanımıyorum.'


AKP döneminde İsrail ile ilişkiler! AKP'nin kuruluş sürecinden başlayarak parti yetkililerinin İsrail ile ilişkiler konusunda özenli davrandıkları, Milli Görüş geleneğinden farklı düşündüklerini belirttikleri dikkat çekmektedir. AKP liderleri her fırsatta İsrail'e karşı husumet beslemek bir yana, bu ülke ile ilişkilerini geliştirmek istediklerini vurgulayacaklardır. AKP iktidarının ilk aylarında İsrail'e bakan düzeyinde pek çok ziyaret gerçekleştirilecek, İsrail'den Türkiye'ye de Devlet Başkam Moşe Katsav, Dışişleri Bakanı Silvan Şalom başta olmak üzere üst düzey ziyaretler yapılacaktır. Temmuz 2003'te oluşturulan Türkiye İsrail Parlamentolararası Dostluk Grubuna 183'ü AKP'li olmak üzere 289 parlamenter üye olmuş, grup başkanlığına AKP milletvekili Suat Kılıç seçilmiştir. AKP, ABD ile ilişkilerinde yaşanan sorunları aşabilmek üzere bu ülkedeki Yahudi lobileriyle ilişkilerine de özel önem verecek, parti yetkilileri bu ülkeye yaptıkları ziyaretlerde önde gelen Yahudi kuruluşlarını ziyaret edecekler, bu kuruluşlar tarafından verilen ödülleri kabul etmekte sakınca görmeyecekler, bu kuruluşlarda yaptıkları konuşmalarda İsrail ile ilişkileri geliştireceklerine ilişkin güvenceler vereceklerdir. Irak'ın işgali sürecinde iki ülke arasındaki danışmalar üst düzeyde sürdürülecektir. Nisan 2003'te Dışişleri Bakanı Silvan Şalom Irak'taki gelişmeler başta olmak üzere bölgesel ve ikili sorunları tartışmak için Türkiye'ye gelecektir. Kasım 2003'te Neve Şalom ve Beth Israel sinagoglarına yapılan bombalı intihar saldırılarından sonra yeniden İstanbul'a gelen Dışişleri Bakam Şalom ile Dışişleri Bakam Gül yaptıkları açıklamalarda 'terörizme karşı uluslararası alanda ortak mücadele etmek' gerektiğini vurgulayacaklardır. Saldırıları izleyen Aralık ayında İsrail İç Güvenlik Bakanı Tzaçi Hanegbi Ankara'ya gelerek 'uluslararası organize suçlar, kadın ticareti, yasadışı göç, uyuşturucuyla mücadele' konularında işbirliği yapılmasını öngören bir anlaşma imzalayacaktır. Mayıs 2005'te güvenlik alanında bir başka ilk daha gerçekleşecek ve MGK Genel Sekreteri Yiğit Alpogan bölgesel gelişmelere ilişkin görüşmeler yapmak üzere İsrail'e gidecek tir. AKP hükümetleri döneminde gerek askeri eğitim gerekse savunma sanayi alanlarında işbirliği devam edecektir. Askeri yetkililer arasındaki kurumsal işbirliği düzenli ve kurumsallaşan ziyaretlerle sürdürülmektedir. Aralık 2002'de İsrail Genelkurmay Başkam Moşe Yaalon, Temmuz 2003'te Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün ziyaretleri bu açıdan önemlidir. Ayrıca, Mayıs 2003'te THK Komutam Cumhur Asparuk'un davetlisi olarak İHK Komutanı Dani Haloutz Ankara'yı ziyaret etmiş, Ekim 2003'te ise, THK Komutanı İbrahim Fırtına kendi kullandığı ve İsrail tarafından modernize edilen bir F-4 ile uçarak İsrail'e gitmiştir. Ocak 2004'te ise Genelkurmay İkinci Başkam Orgeneral İlker Başbuğ 45 kişilik bir heyetle İsrail'i ziyaret etmiştir. Haziran 2004'te The New Yorker'da Seymour M. Hersh tarafından hazırlanan bir haberde İsrail'in Mistaravim komandolarının 2003 yılı sonlarından başlayarak Kuzey Irak'ta Kürt peşmergelere Şia milislerini dengeleyebilecek yeter-lililiğe ulaşabilmeleri için askeri eğitim verdiklerini, ayrıca İsrail istihbarat unsurlarının İran ve Suriye Kürtleri arasında etkin olduklarım, bu durumun, Türkiye tarafından kaygıyla izlendiği belirtilecektir.. İsrailli yetkililer Hersh'in iddialarım kesin bir dille yalanlayacaklardır. Dışişleri Bakanı Gül ise bu konuda İsrail'e güvenilmesi gerektiğini' ifade edecektir." Yorum sizin. İsrail kartalı! 1996 yılı Nisan ayında İsrail ile Savunma İşbirliği Anlaşması imzalandı. Anlaşma, karşılıklı askerî eğitim ve istihbarat paylaşımını da öngörüyordu. İsrail pilotları, bu anlaşma çerçevesinde Kon-ya'daki hava üssünde eğitim uçuşları yapıyor.


İsrail coğrafya olarak küçük bir ülke olduğu için kendi hava sahası, uzun mesafeli uçuşlar yapmaya yetersiz kalıyor. İsrail'in muhtemel İran savaşında, İran'a kadar uçup nükleer bomba atabilmesi için savaş pilotları Konya'da deneme uçuşları yapıyor. İsrailli pilotların omuzlarındaki amblemde, gördüğünüz gibi bir hilal ve hilali pençeleriyle ve gagasıyla parçalayan bir kartal var. Hilal, bildiğiniz gibi İslam'ı temsil eder; İsrailli pilotların omuzlarındaki kartal da İsrail hava kuvvetlerini! Özetle, İsrailli pilotlar, İslam hilalini parçalama eğitimini, Konya'daki uçuşlarda alıyor. İsrail kartalları, bugün için İslam hilalinin en zayıf noktası gibi gördükleri Lübnan'a saldırdı. Böylece İslam hilalini bu noktadan parçalamaya başladılar. Lübnan'da kadınları, çocukları ve yaşlıları öldürdükleri yetmezmiş gibi, köprüleri, binaları yıktılar, büyük bir tahribat yaptılar. Maksatları, İran'ın akıncı güçleri de denilebilecek Hizbullah'ı etkisiz kılmaktı! Başaramadılar. Şimdi bu işi, BM karan ile Avrupa ülkeleri ve Türkiye'ye yaptırmaya çalışıyorlar. ABD ve İsrail, İslam hilalini Şii- Sünni diye ortadan parçalamak istiyor. İslam içi çatışma stratejilerinin gereği budur. İran Şiidir, Suriye yönetimi Arap Alevidir. Hizbullah Şiidir. BM gücü diye Türkiye ile birlikte bölgeye gidecek Endonezya, Malezya, Katar ve onlan destekleyen Mısır, S. Arabistan ve Ürdün ise Sünni kabul ediliyor. S. Arabistan Vehabidir ama siyasi kabul böyle! Türkiye'nin Lübnan'da İsrail'in yanında yer alması, İslam hilalini parçalamaları için ABD, İngiltere ve İsrail'in yanında yer alması anlamına gelir ve süreç iyi kontrol edilemezse Türkiye'nin de Sünni-Alevi diye bölünmesine yol açabilir. KÜRESEL HÜKÜMETİN, YEREL HÜKÜMETLER OLUŞTURMA PLANI a* Oölgesel Kalkınma Ajansları ile ilgili olarak AB ve -'-'Erdoğan hükümeti, Türkiye'yi başlangıçta 26 bölgeye bölmüştü. Fakat Mimarlar Odası'nm eleştirisi göz önüne alınarak Türkiye 12 bölgeye ayrıldı. Ajanslar, DPT Müsteşarlığının bağlı olduğu bakanın teklifi üzerine Bakanlar Kurulu kararı ile kurulacak ve eleman alacak. Ankara Üniversitesi Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Anabilim Dalı Kent ve Çevre Bilimleri doktora öğrencisi Gökhan Çalt, "Bölgeselleşme ve Avrupa Birliği'nin bir aracı olarak Bölge Kalkınma Ajansları" başlıklı incelemesinde özetle şu bilgileri veriyor: "Küreselleşme, küresel burjuvazinin yönlendirdiği bilinçli bir çabadır. Amaç sermayenin serbest dolaşımım sağlayarak serbest piyasa sisteminin küresel çapta egemen kılınmasıdır. Bunları gerçekleştirmek için çeşitli ilkelerden, süreçlerden yararlanılmaktadır. Bunlar liberalleşme, regülasyon, deregülasyon, bireyselleştirme ve özeksizleştirmedir. Küreselleşmeyi sağlayacak yönetişim araçlarından biri de küresel bir model olarak geliştirilen Bölgesel Kalkınma Ajanslarıdır. Türkiye'nin IMF'ye verdiği 31 Ekim 2003 tarihli ve Ali Babacan imzasını taşıyan niyet mektubunda yerel yönetimlerle ilgili bir çerçeve kanunun hazırlandığından söz ediliyor. (Nitekim 81 ile 81 devlet diye nitelendirilen kamu yönetimi reformu kısım kısım kabul edilmiştir.) Dünya Bankasının 2003 yılında bu yeni stratejik anlayışa göre verdiği CAS kredisinin şartlarından biri ademi merkeziyetçi yerel yönetim reformunun kabul edilmesidir. AB ise 1996 yılından beri Türkiye'ye idari vesayet ilkesini kaldırması ve yerine "yerellik" ilkesini Anayasaya geçirmesi için baskı yapmaktadır. Bu ilkenin idari örgütlenmenin temel ilkesi olması istenmektedir. Birlik "Bölgeler Avrupası" deyimini ortaya atmıştır. Bunun sebebi geleceğin Birleşik Avrupası'nda, Avrupa vatandaşlarının kendilerini ulus devlet kimliğinden çok yaşadıkları kent ve bölgelerdeki kimliklerle bağdaştırarak tanımlamalarını sağlamaktır. Bu böl-


geselleşme sayesinde Birlik yerel birimlerle doğrudan bağlar kurarak yavaş yavaş Avrupalılık bilinci oluşturacaktır. Böylece ulusal kimlikler yok edilip veya pa-sifleştirilip ABD'ye benzer şekilde, federasyondan oluşan bir Avrupa Devleti kurulacaktır. Türkiye, 2003 yılı Katılım Ortaklığı Belgesinde de Avrupa Birliği'ne kısa vadede bölgesel idari yapılar kurulması ile ilgili mevzuatın değiştirilmesini garanti etmiştir. Türkiye'de Bölgesel Kalkınma Ajansı kurulması, AB istediği içindir. Bölgesel Kalkınma Ajansları ile küreselleşmenin istediği Pazar yaratılacak ve bu bölgelerin kaderi çizilecektir. Oyunun kuralları baştan ortaya konulmuştur. Bu kumarhanede her zaman kuman oynatan kazanacaktır." Biliyoruz ki, Türkiye'de 1960'larda bölgesel kalkınma planlan yapılmasını Turgut Özal gündeme getirmiştir. Özal, Güneydoğu için hazırladığı Tennesse eyaleti modeli kalkınma planım dönemin Başbakanı İsmet İnönü'ye sunmuş, İnönü uzun uzun dinledikten sonra "Bayrak da verelim mi?" diyerek Özal'ı adeta salondan kovmuştur. 2 Temmuz 2001'de bir lobi şirkeı i vasıtasıyla AKP Genel Başkam Tayyip Erdoğan'a Amerika'dan iletilen CFR kaynaklı memorandumda "Ankara, yerel yönetimlere otonomi vermek ve milli hükümetin fonksiyonlarım yerel düzeyde merkezi olmaktan çıkarmak zorundadır. Dünya, bütün hükümetlerden bunu istemektedir" deniliyordu. Erdoğan, bu belgeyi AKP'nin programı haline getirmiştir. Tayyip Erdoğan'a gönderilen memorandumla, AKP Program ve Tüzüğü arasında paralellikten öte tam bir uyum vardı. Zaten Erdoğan, Ankara'daki hükümeti kastederek, "merkezi hükümet" diyordu. Eleştirilerimiz üzerine bu kavramı kullanmaktan vazgeçti. Merkezi hükümet demek, yerel hükümetlerin de olacağını söylemek demekti. Yani federasyon! 2001 yılının Ağustos ayında Türkiye'de Koç Holding'in desteklediği "Veneto'dan Batı Karadeniz'e bisiklet gezisi" organizasyonunda katılımcılara verilen haritada da Türkiye Roma dönemine göre eyaletlere ayrılmıştı. Proje, etnik araştırmalarla, özellikle Türk insanının ulusal bilincini, yani Türk Milleti'ne mensup olma bilincini yok etmeyi amaçlıyordu. İşte Bölgesel Kalkınma Ajanslan'nm birinci hedefi budur: Dolayıyla "Etnik Kalkışma Ajansları" olarak yorumlanmahdır. MOSS AD ile"Glocal diyalog! Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek'in ev sahipliğinde "The Glocal Forum" tarafından düzenlenen 5. Glokalizasyon Konferansı, "medeniyetler buluşması" ve "dinlerarası diyalog" ana fikirleri ile tanıtıldı. Aslında bu toplantının Bölgesel Kalkınma Ajanslan'nm yasalaşması ile eş zamanlı olarak yapılması bir tesadüf değil, aynı büyük projenin parçasıdır. Saadet Partisi Genel Başkam Recai Kutan, Glokal Forum Yönetim Kurulu Başkanı David Kimche'nin, "İsrail Gizli Servisi MOSSAD'm ikinci başkanlığına kadar yükselmiş ünlü bir istihbaratçı olduğunu" belirtti. Kutan, Kimche'nin "dünyanın en ünlü ajanlarından" olduğuna dair haberlerin de basında yer aldığım söyledi. Kutan, Glokal Forum Başkam Uri Safir'in de, "MOSSAD'm en önemli adamlarından biri olduğunu" söyledi. Kutan, "İsrail Filistin'i yakıp yıkarken, iki MOSSAD ajanı yönetimindeki bir kuruluşa en büyük destek veriyorlar. Milli görüş gömleğini çıkardılar. Bu utanç verici duruma düştüler" diye konuştu. Diğer taraftan Serdar Kuru da, ASAM'm Türkiye'ye 3 Mayıs 2006'da davet ettiği Profesör Martin Rudner'in Kanada istihbaratı, CIA, MOSSAD ve İngiliz MI6 servislerine analiz hizmetleri veren bir istihbarat uzmanı olduğunu yazdı. Kuru, aynı profesörün, 2005 Nisan ayında Türkiye Kanada başkonsolosu Fazlı Corman'm veda toplantısına ve yakın zamanda Türkiye Ekonomik ve Politik Araştırmalar Vakfı'nın davetlisi olarak bir konferansa katıldığım da bildirdi!


Bu durumda, Ankara'da yapılan iş nedir? MOSSAD ile diyalog değil mi? Demek ki istihbaratçılar artık Türkiye üzerinde aleni çalışıyor! Gerçi Tayyip Erdoğan da konuşmasında "AddisAbaba'da milyonlarca çocuk ölümü beklerken, Telafer, Kerkük acı çekerken, Gazze alev alev yanarken Ankara'da, Londra'da, Paris'te Washington'da insanların huzurundan mutlaka bir şeyler eksilecektir" dedi! Fakat benim gördüğüm, Filistin'deki yangından birinci derecede sorumlu olan bir istihbarat kuruluşunun adamları ile diyalog kurmak sadece AKP'nin değil, Türkiye'nin de birlik ve bütünlüğünden bir şeyler eksiltecektir! Erdoğan, konuşmasında, "merkeziyetçi devlet geleneği ve bunun ürettiği zihni yapıyı değiştirmek kolay değil. Yerel yönetimler, uzun yıllar merkezi idarenin taşradaki uzantıları olarak algılanmıştır. Bu yanlış yüzünden yerel yönetimler asli vasıflan olan mahalli ve idari özerklik bakımından sınırlı birimler olarak kalmıştır. Çıkardığımız yasalann amacı, merkezi idare ve yerel yönetimlerin fonksiyonlanm demokratik bir idarenin gereklerine uygun olarak yeniden düzenlemektir" dedi! İşte CFR'nin programı da zaten budur! Bölgesel Kalkınma Ajanslan'mn amacı da budur. MOSSAD'ın eski ikinci başkam David Kimche de "Türkiye'nin, ılımlı İslam'ın en hayranlık duyulan temsilcisi olduğunu" söyleyerek "Ilımlı İslam" kavramının arkasında kimin bulunduğunu itiraf etmiş oldu! israil uçakları, Filistin'i bombaladığı sıralarda toplantı devam ediyordu ve bazı İsrail şehirlerinin belediye başkanları, "Türkiyeli" katılımcılara şehircilik dersleri veriyordu! Aynı saatlerde Irak'taki Amerikan askerlerinden bir grup, sokakta rastladıkları bir Iraklı kadım evine götürüp defalarca tecavüz ettikten sonra kadım ve ailesini öldürdüklerini itiraf ediyordu. MOSSAD yetkilisi David Kimche'nin (Kamhi) Glocal Forum toplantısı dolayısıyla Melih Gökçek'in konuğu olarak Ankara'ya gelmişti. Asıl adı David Kamhi olan bu kişi için 1992'de Yüce Katırcıoğlu, "Türkiye'de önemli bir Yahudi ailesinin akrabasıdır" iddiasında bulunmuştu. Şalom gazetesi Kimche için bir ölüm ilânı vermişti. 1994'te Tansu Çiller Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak İsrail'i ziyaret etti. Çiller'i karşılayanlar arasında iki sene önce öldü diye hakkında ilan verilen David Kamhi de vardı. Çiller, gezi sırasında "Arz-ı Mevud'da bulunmaktan çok mutluyum. İsrail'in vaat edilmiş topraklarda oturma hakkı var!" gibi laflar etti! Vaat edilmiş denilen topraklar arasında Türkiye topraklan da vardı! "Küresel hükümet" Globalleşme ile lokalleşmeyi birleştiren bir kavram olarak üretildi glokalleşme! Yani hem bağlı bulunduğunuz milli merkezden kopuyor hem de küresel bir ağın parçası oluyorsunuz! Türkiye açısından bakarsanız, Ankara'dan koparak Washington, Londra ve Kudüs üçgeninde üretilen yeni dünya düzeninin parçası oluyorsunuz. Bugün siyasi kıbleniz değişiyor, dinlerarası diyalog projesiyle de dini kıbleniz değişecektir! 5. Glokalizasyon Konferansı'na katılanlar arasında Dünya Yahudi Kongresi Politika Konseyi Başkanı Haham İsrael Singer, Roma Pontifîk Üniversitesi İlahiyat Profesörü ve dinlerarası diyalog projesinin uygulayıcılarından Benedetto Zacehiroli, Washington D.C. Belediye Başkam Anthony Williams, "Gelecek Biziz Programı" Koordinatörü Benedetta Alfieri, Lefkoşa Rum Kesimi Belediye Başkam Mikhaelis Zampelas, (temsilci gönderdi) İsrail'in Rosh Ha'ayin Belediyesi Başkam Moshe Sinai de bulunuyordu.. Anthony Williams, niyetlerini net olarak açıkladı: "-Yerel yönetimler olarak bir ağ oluşturmalı ve iyi bir işbirliği yapmalıyız!" Bunun anlamı, yerel yönetimlerin bağlı bulundukları merkezi otorite dışında, dış bir merkezden para ve emir alması demektir! Buna, bütün dünyada "işbirlikçi yetiştirme forumu" da diyebilirsiniz! Benedetta Alfieri de şehirler arasında bir ortaklık kurmayı amaçladıklarım belirtti.


Alfieri, programın Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankası tarafından desteklendiğini söyledi. Yayınlanan Ankara Bildirgesi'nde, "Ortadoğu'da medeniyetler arası bir merkezin kurulma imkanını araştırmak, Glokal Forum'un bir şubesiyle işbirliği halinde Ankara'da çok kültürlülük merkezi kurarak pek çok kentteki çok kültürlülük ifadelerini desteklemek, belediye başkanları ile sivil toplum arasındaki işbirliğinin rolü arttırılarak uluslararası ilişkilerde ademi merkeziyetçiliği, (başkentten kopuşu) güçlendirmek, Yerel Medya' ifadesini ve onların arasındaki bağlantıları güçlendirecek bir glokal medya merkezi kurmak" gibi kararlar açıklandı. Kurulan ağın, gençlik programlan ve KOSGEB vasıtasıyla, bütün Anadolu'nun kılcal damarlanna yayılmaya başladığım da öğrendik. Küçük ve Orta Ölçekli Sanayi Geliştirme ve Destekleme İdaresi, yakın zamana kadar küçük bir bütçeyle fakat idealist kadrolarla çalışıyordu. Şimdi hükümet bu idareyi Glocal Forum'un emrine vermiş durumda! Bunu KOSGEB'in "Glokalizasyon (globalleş-me-ryerelleşme)" başlıklı raporundan anlıyoruz. Raporda, forumun başkanlannın eski MOSSAD ajanları ve hedefin dünyayı şehir devletlerine bölerek tek bir merkezden yönetmek olduğuna hiç değinilmeden şu ifadeler kullanılıyor: "Glokalizasyon politikası, şehirden-şehire yaklaşımı öngörür, KOBİ'ler ilk etapta dış kaynaklar arayacaktır. , Küresel ortamda yerel, ulusal ve küresel hükümetin tüm katmanlanyla açık bir diyalog ve koordinasyon ortamının geliştirilmesi gereklidir. Glokalizasyonun hedefi; globalizasyonun reforme edilmesi, sorumluluğun dağıtılması yani merkezi olmaması ve şehirlerin birbirleriyle iletişiminin sağlanmasıdır." Cumhuriyet Başsavcısı'nın dikkatine sunuyorum! KOSGEB'in raporunda "yerel hükümet", "küresel hükümet" diyorlar! Türkiye Cumhuriyeti Devleti ne zaman yerel hükümetlere bölündü, ne zaman küresel bir hükümete bağlandı? Bu proje, Türkiye Cumhuriyeti'nin egemenliğini küresel hükümet dedikleri güç merkezine devretmek demektir ve katılanların ağırlaştırılmış ömür boyu hapis istemiyle yargılanması gerekir! "Biz belediye başkanları ile muhatabız devletle değil!" KOSGEB'in "Glokalizasyon (globalleşme + yerelleşme)" başlıklı 22 sayfalık resmi raporuna göz atmaya devam edelim: "Glokalizasyon, ulusal düzeydeki diğer ortaklarından daha fazla vatandaşlara yakındır. (Yani size, sizin hükümetinizden ve devletinizin organlarından daha yakındır) Glokalizasyonun yenileştirme stratejisi; ulus-lararasmdaki güç dengesine bağlı bir çerçeveden, uluslararası sistemde bir değişikliği öngörmektedir. Kar amacı gütmeyen uluslararası bir kuruluştur. Finansmanı çok sayıda şirket tarafından sponsorluk anlamında sağlanmaktadır. Şehirler ve yerel yetkililer glokalizasyonun odak noktasını oluşturur. Glokalizasyon faaliyetleri, yerel ve global düzeydeki temel taraflardan oluşan bir mozaik tarafından yürütülebilir. Şehirler ve yerel yönetimler glokalizasyonun liderleridir. Şehirden şehre ilişkiler dünya diplomasisinde farklı bir hareket tarzı yaratmakta olup, buna da şehir diplomasisi denilmektedir. Sivil Toplum Kuruluşları (NGO), Toplum Tabanlı Kuruluşlar, akademik kuruluşlar ve sosyal sorumluluk üstlenmiş diğer yerel kuruluşlar da glokalizasyon-da anahtar rol oynamaktadır. Özel sektörle işbirliği global, uluslararası ve yerel düzeylerde uygun ve faydalıdır.


Belediye yönetimlerinin merkezden olmayan politikaların teşviki ve uluslararası programlara yerel yetkililerin katılımının arttırılması sağlanmalıdır. Şehir diplomasisini geliştirmek içir hukuki bir çerçeve oluşturulacaktır. Yerel, ulusal ve uluslararası arenada şehir diplomatları olarak gençliğin rolünün teşvik edilmesi faydalı olacaktır. Bunun için fınansal ve siyasi destek sağlanacaktır. Gençliğin rolü belediye başkanları aracılığıyla ku-rumsallaştırılacaktır. Dünya üzerindeki belediye başkanları ve şehirlerin birbirine bağlanmalarına imkân vermek ve yeni teknolojilerin kaynaklarından faydalanmak açısından bilgi ve iletişim teknolojileri altyapısına yatırım yapılacaktır. Merkezi olmayan yönetimlerin arttırılması için uluslararası kurumların şehirlere ve sivil toplum kuruluşlarına açılması faydalı olacaktır. Glokal Forum kapsamındaki toplantıların sonucunda; şehirden şehre ortaklık kurulması ile ilgili 'Gelecek Biziz Merkezleri'nin kurulması hedeflenmektedir." 2001'deki Paflagonya projesi sırasında proje dosyası ile birlikte dağıtılan haritada, Anadolu coğrafyası, eski yerleşim bölgelerine göre adlandırılıyordu. Buna göre, Anadolu'daki federe şehir devletlerinin adları şöyle: Trakya, Bitinya, Misiya, Lidya, Karya, Likya, Pamfılya, Firikya, Kilikya, Kapadokya, Galatya, Paflagonya, Pont, Ermeniya, Antakya, Mezopotamya... (Bu konuya yeniden değineceğiz.) İşte Bölgesel Kalkınma Ajansları ve glokalleşme ile Türkiye'nin ulaşacağı yer, bu haritadaki gibidir! Ondan soma, Türkiye'yi ve bütün dünyayı kim yönetir dersiniz? Devşirilmiş belediye başkanları, gençlik örgütleri, sivil toplum kuruluşları üzerinden MOSSAD'ı yönetenler yönetir elbette! Tabii bütün insanlık seyreder ve bu örümcek ağında böcek olmaya razı olursa! AB politikaları neden Yüce Divan'lık suçtur! Başbakan Tayyip Erdoğan, AKP grubunda, "Siyasetin esas zemini ahlaktır. Ahlaki zemini zayıf olan siyasetten Türkiye çok çekti. Kimsenin, 'Hükümete muhalefet edeyim' diyerek millete muhalefet etmeye hakkı ve yetkisi yoktur" dedi! Çok güzel ve doğru bir tespit! Fakat Erdoğan, konuşmasında "AB üyeliği Cumhuriyetin kuruluş felsefesinin gereğidir" diye bir ifade de kullandı! Bu iddia siyasi ahlâka uygun mudur? Cumhuriyetin kuruluş felsefesi nedir? Bunun için Amasya tamimi ve 1921,1924,1961 ve 1982 anayasalarına bakmak yeterlidir. Çünkü hepsinde cumhuriyetin kuruluş felsefesini bulabilirsiniz. Son anayasadaki başlangıç ilkeleri ve ilk üç madde, kuruluş felsefesini anlamaya yeter! Kuruluş felsefesi, "tam bağımsızlık, millet egemenliği, hukukun üstünlüğü ve milli devlet" ilkelerine dayanır. Peki, AKP hükümetinin veya önceki hükümetlerin uyguladığı AB politikaları kuruluş felsefesine uygun mudur? Tam bağımsızlığa uygun mudur? Millet egemenliğine uygun mudur? Hukukun üstünlüğüne uygun mudur? Ulus devlet ilkesine uygun mudur? Belki "hukukun üstünlüğü bakımından bir sakıncası yoktur" diyenler olabilir! Hayır, orada da sakınca vardır? Çünkü AB, kendi ideolojik hukukunu, "üstün hukuk" diye dayatmaktadır? Üstelik "serbest piyasa ekonomisi" adı altında yeni sömürgeciliği dayatması, insan hak ve hürriyetlerine ve hukukun genel ilkelerine aykırıdır.


Hani "serbest" demek Farsça'da "başı bağlı" demekmiş ya tıpkı onun gibi "serbest piyasa ekonomisi", gelişmekte olan veya az gelişmiş ülkelere dayatılan "tutuklu piyasa ekonomisi"dir aslında! Serbest piyasa dedikleri, emperyalist ve sömürgeci bir zorbalıktır! Dolayısıyla bu zorbalığa boyun eğmeyi Cumhuriyetin kuruluş felsefesinin gereği diye sunmak siyasi ahlaka aykırıdır! İkinci olarak Sayın Erdoğan, AB'ye karşı olanları, "Türkiye'yi 780 bin küometrekare içine mahkûm etmek, dünyadan izole etmek"le suçluyor? Bugüne kadar, AB'ye karşı olup de "Türkiye'yi Avrupa'dan tecrit edelim" diyen aklı başında tek bir jyşi bile çıkmamıştır. O halde bunu yaygın bir mantık-jnış gibi sunmak da siyasi ahlaka aykırıdır! Siyasi ahlâk meselenin bir yönü! Bir de işin Türk Ceza Kanunu'na giren bir yönü var: "MADDE 302/1: Devletin topraklarının tamamını veya bir kısmım yabancı bir devletin egemenliği altına koymak, Devletin birliğini bozmak, Devletin egemenliği altında bulunan topraklardan bir kısmım Devlet idaresinden ayırmak, Devletin bağımsızlığım zayıflatmak amacına yönelik elverişli bir fiil işleyen kimseye ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilir." AB'ye giriş, devletin egemenliğinin bir üst kuruluşa devri demektir! Bu, aynı zamanda devletin bağımsızlığım zayıflatmaktır! AB'nin kabul edilen belgeleri, milleti azınlıklara bölmeyi, Fırat ve Dicle'nin egemenliğini uluslararası bir kuruluşa devretmeyi öngörmektedir. Yabancılara "siyasi projeler için" ekonomik proje gibi göstererek toprak satmak da aynı madde kapsamındadır! Bölgesel Kalkınma Ajansları da aym kapsamdadır. AB politikalarım "devlet politikası" olarak savunan politikacılar veya bürokratlar, 302'nci maddenin, Cumhuriyetin kuruluş felsefesini korumak için konulduğunu ve varacakları yerin Yüce Divan veya Ağır Ceza Mahkemesi olacağım unutmasın! PATRİĞİN ŞİFRESİ: ÇİFT BAŞLI YILAN; KARADENİZ'DE YÜZYILIN İKİNCİ RUMLAŞTIRMA OPERASYONU! iiÇiÜ başlı yılan"lı asasını elinde tutan Fener Rum Patriği Bartholomeos, 7 Mayıs 2000 günü, Orta Anadolu'da bir eski kilisede düzenlediği ayinden sonra, "Türkiye'nin AB'ye üyeliği, Anadolu'da önceden varolmuş Hıristiyan toplumların yaşadığı bölgelerde yeniden Hıristiyanların yaşamasına izin vermelidir. Eğer AB üyeliği bunu müsait kılarsa ve Hıristiyanlar yaşadıkları bölgelere tekrar yerleşirse, o zaman Patrikhane de o bölgelerde bulunan kiliselerin yeniden ayine açılmalarım düşünebilir" diyordu. Peki dönemin Patriği, 1919 Temmuzunda çift kartallı eski Bizans bayrağım Patrikhane kapısına astıktan sonra, şimdiki Patrik niçin çift başlı yılanlı asa taşıyordu? Zeus'un oğlu Hermes'in elinde bulunan çift başlı yılanlı asayı Barholomeos niçin kullanıyordu? Bu sembolle Patrik ne anlatmak istiyordu? Yoksa Patrik, eski Mısır düşüncesine dayanan Hermesçiliği devam ettirmek mi istiyordu? Ve Patriğin, Anadolu'da önceden yaşamış Hıristiyanlan yeniden Anadolu'ya yerleştirme politikası ile çift başlı yılanın bir ilgisi var mıydı? Bunu Patriğin cevaplandırması gerekiyor ama Lozan görüşmeleri sırasında TBMM hükümetinin ikinci delegesi Dr. Rıza Nur'un, dönemin Fener Patrikhanesi için "Yılanyuvası" dediğini biliyoruz! Çift başlı yılanlı asası ile dolaşan Bartholomeos'un yukarıdaki sözleri hep aklınızın bir köşesinde bulunsun. Çünkü Bartholomeos'un bu sözleriyle, İstanbul'da, Karadeniz'de ve Batı Anadolu'da uygulanan Yunan stratejisi arasında birebir bağlantı vardır! Anadolu'da 1923'ten önce yaşayan Hıristiyanlar, Lozan Anlaşması'na eklenen bir madde ve imzalanan bir sözleşme sonucunda, Yunanistan'daki Müslümanlar ile bütün haklarıyla birlikte değiş tokuş edildiğine göre, Türkiye Cumhuriyeti'ne "sadece ve sadece hukuki bir bağ olan vatandaşlık bağı ile bağlı" olan Patrik, hangi hakla Hıristiyanların yeniden Türkiye'ye dönmesini isteyebiliyordu! Üstelik Lozan'da, mübadele fikri Türkiye'den değil, İngilizlerin el altından yönlendirmesi ile Norveçli Mr. Nansen tarafından önerilmişti. Milletler Cemiyeti,


Lozan'dan önce, Norveçli Dr. Friedrjof Nansen'i, iki ülkede nüfus boşalması sonucu ortaya çıkan görüntüyü yerinde incelemek üzere görevlendirmişti. Nansen, iki ülkeyi de gezerek bir rapor hazırlamış ve önerisini geliştirmişti. Mustafa Kemal Paşa, Türkiye'yi ekonomik sıkıntı içine düşürmek amacı da olan bu öneriyi kabul etmiş ve sonuçta Türkiye ile Yunanistan arasında 30 Ocak 1923'de "Türk ve Rum Nüfus Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol" imzalanmıştı. Üç yıl içinde, yüz binlerce göçmen, mübadele yoluyla Türkiye'ye gelmiş, Türkiye'deki yüz binlerce Hıristiyan da Yunanistan'a gönderilmişti. Türkiye'den gidenlere ana dili Türkçe olan Hıristiyan Türkler de dahildi. Buna karşılık gelenler arasında ana dili Yunanca olan Müslümanlar da bulunuyordu! Batı Trakya Türkleri ve İstanbul Rumları nüfus mübadelesinden muaf tutulmuş, Lozan ile Türkiye'ye verilen Bozcaada ve Gökçeada da mübadele kapsamı dışında kalmıştı. Kurulan bir komisyon, değiş tokuşa tabi tutulan nüfusun sahip olduğu gayrı menkullerin durumunu karara bağladı. Mübadele edilen ahali, bir daha geri dönemeyecek, taşımr mallarım yanlarında götürebilecek, taşınmazlarım ise karma komisyon denetiminde, altın değerine göre tasfiye edebilecekti. Yunanistan, bu karara uymadı. Batı Trakya'daki Müslüman-Türk ahalinin mallarına, antlaşmalara aykırı olarak el koydu. Bu mallan, Rum göçmenlere dağıttı. Buna karşılık Türkiye de İstanbul'daki Rumların mallarına el koydu. İki ülke arasında bir müddet gergin bir hava hâkim oldu. 1926'da yapılan bir antlaşmayla, el konan taşınmazlar meselesi çözümlendi. Ahali mübadelesi, 1923'ten 1927'ye kadar sürdü. Karşılıklı olarak boşalan arazilere ve evlere göç edenler yerleştirildi. Türkiye'den gidenler daha fazla olduğu için, boşalan arazi ve evler, sadece mübadele ile gelenlere değil, yerli Türk vatandaşlanna da dağıtıldı. Aradan 70-80 yıl geçtikten sonra, Yunanistan, Karadeniz bölgesine gönderdiği ajanturistler vasıtası ile eski Hıristiyan mülklerinin durumunu araştırmaya ve belgelemeye başladı! Bu arada, Tarih Vakfı, Rockefeller Vakfı'nm para yardımı ile Türkiye'nin 10 pilot bölgesinde "Yerel Tarih Grupları" kurmuştu. Tarih Vakfı'nm Çanakkale Yerel Tarih Grubu, Çanakkale'de mübadele ile giden eski azınlıklara ait gayrımenkullerin tapu kayıtlarını araştırdığım faaliyet raporunda yazmıştı. Tarih Vakfı, proje kapsamında, İstanbul, Ankara, Konya, Mersin, Bursa, Gaziantep, Mardin, Çanakkale, Antakya, Trabzon, Ünye gibi yerleşim merkezlerinde tarihle hiçbir ilgisi olmayan gençleri bir araya getirip sözde yerel tarih araştırması yaptırıyordu! Trabzon Yerel Tarih Grubu, 2001 yılında kurulmuştu... Bugün ise Karadeniz'de eski Ortodoks gayrımen-kullerini tespit etmek faaliyetini bu defa doğrudan Yunanlı turistler devraldı! Bu faaliyetlerde hedefin ne olduğunu, uluslararası bir belgeden, "AB Komisyonu Türkiye için Katılım Müzakereleri Çerçeve Taslağı"nm dokuzuncu maddesinden çıkarabiliriz: "Türkiye'nin bir üye ülke olarak yararlanacağı haklar ve yerine getireceği yükümlülükler sebebiyle Türkiye ve Avrupa Toplulukları arasında yapılmış olan tüm ikili anlaşmalar ve Türkiye'nin yapmış olduğu üyelik yükümlülükleriyle örtüşmeyen diğer uluslararası anlaşmalar geçersiz sayılacaktır. Ortaklık Anlaşması'nm müktesebatın dışma çıkan hiçbir hükmü katılım müzakerelerinde emsal teşkil edemez." Bu madde, Lozan geçersiz sayılacak anlamına geliyor. Yukarıda bahsettiğimiz 30 Ocak 1923 tarihli "Türk ve Rum Nüfus Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol" da geçersiz sayılacak anlamına geliyor! Kıbrıs için Londra ve Zürih Anlaşmaları geçersiz sayılacak anlamına geliyor. Ermenistan ile imzalanan anlaşmalar geçersiz sayılacak anlamına geliyor! Bu anlaşmalar geçersiz sayılırsa ne olacak?


İşte o zaman "çift başlı yılan"h asa taşıyan Patrik Bartholomeos'un 7 Mayıs 2000 günü dillendirme cesaretini bulduğu, "Anadolu'da önceden yaşayan Hıristiyanlar, evlerine geri dönsün" talebinin önünde hiçbir engel kalmayacak! VATİKAN'IN ŞİFRESİ: ABD'NIN ISLAM'DE REFORM STRATEJİSİ, DİNLERARASI DİYALOG VE MESİH MESELESİ! The Economist dergisinin 24 Ocak 2004 tarihli sayısında "Türkiye üslerini ve hava sahasını açarak Amerikan işgaline yardımcı oluyor, karşılığında bir şeyler almayı hak ediyor" denildikten soma aynen şu ifadeler kullanılıyordu: "Sorun 11 Eylül'den bu yana ABD'nin çıkarlarının değişmiş olması. Soğuk Savaş sırasında, Türkiye'nin rolü Sovyetler Birliği'ni kontrol altında tutmaktı. Bugün ise, ABD'nin Türkiye Büyükelçisi Eric Edelman'a göre İslam dünyasında reform ABD'nin en önemli stratejik girişimi ve Türkiye'nin başarısı da bunda büyük rol oynayabilir." Biz, bu girişimin ipuçlarını yakaladığımız zaman, mesela 20 Kasım 2003 tarihinde kamuoyunu uyarmış ve şöyle demiştik: "Uluslararası eğilim' diye ortaya konulan politikaların özeti, 'Tek dünya devleti, tek bir pazar ve tek bir dünya dini'dir! Afganistan ve Irak'ın işgalinden sonraki adım, Ortadoğu"da Büyük İsrail'in veya İsrail güdümlü bir Ortadoğu Federasyonu'nun kurulmasıdır. Tek dünya dinini de 'İbrahimi dinler' masalıyla, Müslüman tarikat-cemaat önderleri vasıtasıyla oluşturmaya gayret ediyorlar. Onun için İslam inancına hakaret edercesine ve İncil'de gelecek denilen peygamberin Hz. Muhammed olduğunu ve O'nun geldiğini bile bile İnsanlık Mesih"i bekliyor' diyorlar. 'Dinler arası diyalog, ekümenizm hazırlıkları, hoşgörü ve İbrahimi dinler toplantıları' ile, Bahailik ve Moon Tarikatı gibi çalışmalarla ve İslam dünyasına gönderdikleri ıoo binden fazla misyonerle yapmak istedikleri, bütün insanlığı tek bir dinde birleştirmektir. Oysa bizim için, son ve mükemmel din İslamiyet'tir." "İbrahimi dinler" kavramı Vatikan tarafından üretilmiştir! "İbrahimi dinler" kavramı, İslami bir kavram değildir. Dinlerarası diyalog çalışmalarına zihinsel bir altyapı oluşturmak ve Müslüman gençlerin, İslam'a hizmet ediyorum zannederek, "Amerika'nın İslam'da reform stratejisi"ne hizmet eder hale getirilmesi için Vatikan tarafından üretilmiştir. Zira Kur'an Hz. İbrahim'e hem Hıristiyanların hem de Yahudilerin sahip çıktığım, bu ikisinin de yanlış olduğunu, Hz. İbrahim'in dosdoğru bir Müslüman olduğunu bildirir. Bu durumda, İbrahimi dinler kavramı ile tahrif edilmiş dinler olan Hıristiyanlık ve Yahudilik, Müslümanların gözünde son ve mükemmel din olan İslam ile aynı konuma yükseltilmek is teniyor. Hıristiyanlar ve Yahudiler, İslâmiyeti bir din olarak kabul etmedikleri gibi, Hz. Muhammed'in peygamberliğini de reddetmektedir. İbrahimi dinler kavramını benimseyenler, İslam'ın üstünlüğünü bir kenara bırakmış ve Hıristiyan-Yahudi emellerine alet olmuş oluyor. Diğer taraftan, Hz. İsa'nın yeniden dünyaya geleceği ve bütün Hıristiyanların Müslüman olacağına dair rivayetler, gazetelerde, dergi kapaklarında ve televizyon programlarında sık sık gündeme getiriliyor. Oysa Müslümanların kitabı Kur'an'ı Kerim, son peygamberin Hz. Muhammed olduğunu, başka peygamber gelmeyeceğini bildiriyor. Fakat buna rağmen, ABD "İslam'da reform stratejisi"ni çeşitli yollardan uygulamaya çalışıyor. Bu yöntemlerin ustası İngiltere'dir. Zaten bugünkü Amerikan politikalarının altında mutlaka bir İngiliz düşüncesi vardır. Dinlerarası Diyalog, Vatikan'ın misyonudur! ABD"nin "Ilımlı İslam" modelinden, Fethullah Gülen tipi bir İslami anlayışı ve bu anlayışın Türkiye dahil bütün İslam ülkelerinde hakim olmasım kastettiği herkesin malumudur. Fethullah Gülen'in en önemli icraatlarından birisi ise "Dinler arası diyalog" girişimidir!


Dinler arası diyalog"un ne demek olduğunu, Papa, II. John Paul, 1991 yılında, kendisine bağlı bütün ki liselere gönderdiği "Kurtarıcı Misyon" başlıklı yazıda şöyle ilan etmiştir: "Dinler arası diyalog, kilisenin bütün insanları kiliseye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır. Bu misyon aslında Mesih'i ve İncil'i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir." Papalık, 24 Aralık 1999'da yayınladığı mesajda da "Birinci bin yılda Avrupa Hıristiyanlaştırıldı. İkinci bin yılda Amerika ve Afrika Hıristiyanlaştırıldı. Üçüncü bin yılda ise Asya'yı Hıristiyanlaştıralım" diyordu. 1964 yılında Vatikan'da kurulan "Hıristiyan Olmayanlar Sekreteryası"nm başındaki Pietro Ros-sano da kendi yaym organlarında, "Diyalogdan söz ettiğimizde, açıktır ki bu faaliyeti, kilise şartları çerçevesinde misyoner ve İncil'i öğreten bir cemaat olarak yapıyoruz. Diyalog, Kilise'nin İncil'i yayma amaçlı misyonunun çerçevesi içinde yer alır" diye yazmıştı. 10 Şubat 1998 tarihli Zaman gazetesinin haberine göre, Fethullah Gülen, Papa'yı ziyarete gittiğinde, "Papa VI. Paul cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinler arası Diyalog İçin Papalık Konseyi misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazı yardımlarımızı sunmak için size geldik..." hitabında bulunmuştu. "Abant konsili" Daha sonra üç dinin okutulacağı Harran Üniversitesi girişimleri ve İstanbul'daki çeşitli toplantılar yamnda, artık Yeni Hayat dergisinde "Abant Konsili" olarak anılan ve önce Brüksel'e oradan da Washington"a taşınan Fethullah Gülen destekli Abant toplantıları bu yolda atılan adımlardır. Şimdiki AKP hükümetinde bu toplantıların müdavimi olan bakanlar vardır! Zaman içinde, Türkiye"de, Türk Cumhuriyetleri'nde ve İslam dünyasında bir taraftan okullar açılırken, diğer taraftan da "hoşgörü" kavramının benimsetilmesine çalışılmış, Cizvit papazlarının da katıldığı "İbrahimi dinler ve Hz. İbrahim" sempozyumları düzenlenmiş, "İnanç turizmi"nden de bu çerçevede yararlanılmıştır. Bu girişimler, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı üzerinden sürdürülmüştür. İşin ilginç tarafı, bir önceki Diyanet İşleri Başkam Mehmet Nuri Yılmaz da Hürriyefde yazdığı yazılarından birinde, "Dinler arası diyalog" girişimlerinin faydalı olduğunu iddia etmiştir! Bugün hemen herkes kabul ediyor ki bütün bu faaliyetler, aslında Hıristiyanlık adına misyonerliktir. Esasen, Müslümanların kitabı Kur'an'a göre, "Allah katında din, İslam'dır" ve tamamlanmış bir din olan İslam'ın diğer dinlerle kendisini eşit sayması mümkün değildir. Çünkü İslam, bu dinlerin üzerine gelmiştir! 65 Dinler arası Diyalog, aynı zamanda bir mason girişimidir! Dinler arası diyalog girişimi, hem misyonerliktir, hem de bir mason girişimidir! Türk Mason Dergisi'nin 1951 yılı Ocak ayında basılan ilk sayısında ve "Bu mecmua niçin çıkıyor?" başlıklı yazısında, aynen şöyle deniliyordu: "Masonluğun gayesi, insan cemiyetlerinde din, politika, ekonomi ve aile gibi çeşitli sebeplerin meydana getirdiği ihtilatları ve bu ihtilatlann doğurduğu farkları ortadan kaldırmaktan ibarettir. (İhtilat, sosyal hastalık hatta 'komplikasyon' anlamında kullanılmaktadır. Demek ki masonlar, din, politika, ekonomi ve aileyi her türlü sosyal hastalığın sebebi olarak görmektedir.) Masonluk, başı ve sonu ıstırap olan bu farklar kaldırıldığı gün, insanlığın manevi birliği kurulacağı kanaatindedir."


Bu belgeyi okuduktan sonra, bugünkü "dinler arası diyalog" girişimlerinin ve "tek dil, tek para, tek din ve tek pazar" demek olan küreselleşmenin nereden doğduğu konusunda şüpheniz kalır mı? Son olarak "Allah birdir, Muhammed onun elçisi-dir" şeklindeki İslamiyet'in temel kabulünü parçalayarak ikinci kısmını ortadan kaldırmak istemeleri, bu stratejinin uygulaması değil midir? Dinler arası diyalog girişiminin bir mason girişimi olduğunu somut olarak teyit eden bir diğer husus da, bu misyonun teorisyeni Pietro Rossano ve daha birçok kardinalin P-2 Mason Locası mensubu olduğunun ortaya çıkmasıdır! Rossano, bu locaya 1968 yılında girmiştir. Sadece Rossano değil, Vatikan'ın önde gelen 66 kardinal ve piskoposu, bu locaya kayıtlı kişilerdir! Bu adamlar hem masondur, hem Hıristiyan! Ve bu adamlar hem masondur, hem de dinler arası diyalog girişiminin mimarı! Dinler arası diyalog girişimlerine dünyadaki bütün Hıristiyan ve Yahudi liderlerin destek vermesi, bu işin Vatikan"da kotarılması, bizimkilerin de bu misyonerliğe alet olması ne demektir? Tarihte, Türk Milleti"ne karşı, Türk devletine karşı bundan daha büyük bir suç işlenmiş midir? Diyalogçuların örgütlenme modeli: OPUS DEI "OPUS DEI (Tanrı'nın İşleri) adlı gizli örgüt, 2 Ekim 1928'de Madrid'de kuruldu. Kurucusu sıradan bir papazdı. Adı, Jose Maria Escriva de Balagueıy Albas idi. Escriva'nm amacı din adamlarını değil ama en az onlar kadar Katolikliğe sadık laik iş ve meslek sahiplerini bir araya getirerek Papa'ya Vatikan dışında destek olacak varlıklı ve iyi eğitim görmüş elit bir kadroyu oluşturmaktı. Oluşturdu da! Böylelikle Vatikan"a bağlı, fakat onun içinde yer almayan ilk laik muhafızlar örgütü kurulmuş oldu. Doktorlar, işadamları, gazeteciler, yazarlar, avukatlar, mimarlar gibi meslek adamları bir arada OPUS DEI için çalışmaya başladı. Çeşitli ülkelerdeki aynı meslek sahipleriyle ilişki kurdular. Bu ilişkileri sağlayabilmek için iki anahtar kavram seçmişlerdi. Birincisi 'Diyalog', ikincisi de 'Hoşgörü' idi. Kendisini uygar, barışsever ve eşitlikçi, demokrat kabul eden hiçbir aydının bunlardan sakınması mümkün değildi. OPUS DEI, bu kavramları kullanarak birçok ülkede konferanslar, seminerler ve toplantılar düzenledi. Böylece oluşturulan 'Dayanışma' grupları, gerçekte tek amaca hizmet ediyordu. OPUS DEI'nin Vatikan içindeki yerini güçlendirmeye. Escriva, Diktatör Franko'yu var gücüyle destekledi. Karşılığında Franko kabinesinden ıo bakanlık aldı. Böylece çok büyük bir servet edinme şansım elde etti. Bu sermayeyle yeni ve uluslar arası şirketler kurdurdu. İspanya'nın turizm gelirlerinden büyük pay almaya başladı. İnşaat sektörüne girdi, sonra da eğitime. Çeşitli ülkelerde okullar açmaya başladı. Halen OPUS DEI'nin dünyada 428 üniversite ve sayısız okulu vardır. OPUS DEI, gittiği her ülkede ilkin mesleğinde çabuk yükselmek isteyen, hırslı, yerleşik, ahlaki değerlere önem vermeyen şahıslarla, kendilerini çok önemseyen fakat nedense adlarım duyuramamış aydınları avladı. Özellikle basın ve TV'de bu tür insanları destekledi, mesleklerinde adlarını duyurmalarım sağladı. Sonra da bunları kullanarak ülkede her istediği ni yaptırır hale geldi. Günümüzde, OPUS DEI'nin tuzağına düşmüş, 'Diyalog ve Hoşgörü'den yana birçok gazeteci ve aydın vardır. Michael Walsh"un deyimiyle bu örgüte OPUS DEI yerine OCTOBUS DEI, yani 'Ahtapotun İşleri' denilmeliydi. Gerçekte tam bir seküler örgüt gibi çalışan OPUS DEI, gerçekte sadece Katolikliğin egemenliğini temin etmeye çalışıyordu." Yukarıda anlatılan OPUS DEI adlı gizli örgütün çalışma yöntemleri size tamdık gelmedi mi? Bana çok tamdık geldi. Opus Dei'nin okulları gibi Fethullah Gülen okullarının da 500'ü geçtiği söylenmektedir!


"Diyalog ve Hoşgörü" kavramları Türkiye"de de o kadar etkili oldu ki, durumu kavrayana kadar biz bile bir tereddüt geçirdik! OPUS DEI ile ilgili geniş bilgi edinmek isteyenler, Aytunç AltındaT'ın Birharf Yayınlan arasında çıkan "PAPA ıö.Benedikt; Avrupa Birliği ve Türkiye" kitabını okumalı. Vatikan modeli! Eski İngiltere Başbakanlık Dış Politika Danışmanı Norman Stone, "İslam"m en önemli zaafı Vatikan'ı olmamasıdır. Bunun sonucunda dönem dönem bazı aksaklıklar yaşanmıştır" dedi. The Marmara Oteli'nde düzenlenen "Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi" sempozyumunun açılışında konuşan Stone, GOP'un yeni bir fikir olmadığını ve kökünün Osmanh"ya kadar dayandığım iddia etti! Türkiye'deki dini durumu değerlendiren Stone, şunları söyledi: "Bana göre İslâm'ın en önemli zaafı bir Vatikan'ı olmamasıdır. Bunun sonucunda dönem dönem bazı aksaklıklar yaşanmıştır. Örneğin 1912'de Jön Türkler bildiğim kadarıyla bir masonu şeyhülislam seçmişlerdir. Bir başka nokta da, İslam'ın bazı durumlarda modern dünyaya ayak uyduramamasıdır. İslam, modern dünyaya uyum sağlayabilmelidir. Bunu bir ihtiyaç olarak görüyorum." Konuşmadan anlaşılacağı gibi, Stone, İngiltere'nin tarihi emellerine, yani hilafeti ele geçirme projesine çok iyi vakıf birisi. Vatikan örneğini de onun için veriyor! Dörtlü konfederasyon modeli GOP, 20'nci yüzyılın başında İngiltere'nin "dörtlü konfederasyon modeli"nin bir parçasıydı. Şimdi İngiltere'nin yerini ABD aldığı için bazı değişikliklerle birlikte proje ABD tarafından uygulanmak isteniyor. Bu modele göre, Balkanlar, Kafkaslar, Orta Doğu ve Orta Asya diye 4 federasyon oluşturulacak, bunları da "Ilımlı bir halife" şemsiyesinde, 4'lü konfederasyon yönetimi çekip çevirecekti. Model, ı.Dünya Savaşı öncesinde, İngiltere tarafından Asya'yı yönet mek için tasarlanmış ve hatta uygulamaya da konulmuştu. Bu planın hayata geçirilmesi, Çanakkale'de İngilizleri durdurarak, İngiltere'nin Rus Çarlığı'na yardım etmesini önleyen, böylece Sovyet devriminin gerçekleşmesine zemin hazırlayan Mustafa Kemal Paşa'nm, sıcağı sıcağına yeni kurulan Sovyetler Birliği ile işbirliği yaparak İngiltere'yi Asya'dan kovması ile suya düşmüştü. Aradan yüz yıla yakın zaman geçtikten soma, İngiltere"de eğitim almış ve somadan ABD yönetimine ideologluk yapacak olan İngiltere vatandaşı ve Yahudi tarihçi Bernard Lewis bu projeyi alıyor, 1996 yılında, İstanbuFda bir konferans vererek, Ortadoğu federasyonunun altyapısını oluşturmak üzere, Türkiye"de fikir adamlarım eğitmeye çalışıyordu! Demek ki, bu tür konferansların veya sempozyumların her biri, bir projenin yansıması olarak düzenleniyor! Bu Vatikan örneğini, bir ara Rahmi Koç gündeme getirmiş ve Stone ile aynı sözleri söylemişti. Her iki değerlendirme arasındaki paralelliğin bir anlamı olsa gerek! ABD'nin yazdırdığı uydurma Furkan! ABD"nin Texsas eyaletinde Evangelistlere ait bir yayınevi, Kur'an-ı Kerim'i tahrif ederek hazırladığı ve kutsal kitap olduğunu öne sürdüğü "Gerçek Furkan" adlı bir kitap yayınladı. "ibrahimi Dinler" vurgusunun yapıldığı kitapta, genelde Kur'an'ı Kerim olmak üzere, İncil'den ve Tevrat'tan da alıntılar bulunuyor. Surelerin çoğunun adı Kur'an'ı Kerim surelerinden alınmış. Ayetlerin de büyük çoğunluğu Kur'an'dan alınmış ancak tahrif edilerek, kelimelerin hepsinin yerine başka kelimeler konularak alıntılanmış. "2i.yüzyılm kutsal kitabı" olarak tanıtılan kitap, "Barış Kitabı" ve "Üç Dinin kitabı" olarak da isimlendiriliyor. Kuveyt'te yayımlanan haftalık "el-Furkan" ve Mısır"da yayımlanan haftalık "el-Usbu" gazeteleri konuyu manşetlerine taşıdılar. İki gazete tarafından "yeni şeytan ayetleri" olarak tanımlanan kitabın, Kuveyt başta olmak üzere, Körfez ülkelerindeki Hıristiyan misyonerler tarafından bedava dağıtıldığı kaydedildi.


Kuveyt'te yayımlanan el-Furkan gazetesi, kitabın Körfez ülkelerinde özellikle Müslüman öğrencilerin okuduğu yabancı okullarda okutulduğunu açıkladı. El-Usbu gazetesi başyazarı Dr. Mustafa Bekri, Kur'an'ı Kerim'in tahrif edilmesi çalışmalarının birkaç yıldır sürdüğünü ve bunun da Amerikan yönetimindeki Yahudiler tarafından bizzat desteklendiğini yazdı. Kitap'ta Afganistan'dan Fas'a uzanan İslam ülkelerinin bulunduğu coğrafyanın YahudiHıristiyan medeniyetine ait olduğu vurgusu yapılıyor. 20 yıl içinde ABD'nin Ortadoğu'yu demokratikleştirme projesinin meyvesini vereceği belirtilen kitabın bölümlerinde, bunun sonucunda İslam dünyasının Hıristiyanlaştırılacağı bildiriliyor. İslam'ı dönüştürmek! Kamuoyunda şaşkınlıkla karşılanan söz konusu şeytani faaliyet, bizim için şaşırtıcı değildir. ABD'nin Türkiye Büyükelçisi Eric Edelman "İslam dünyasında reform, ABD"nin en önemli stratejik girişimidir" diyordu! Dinesh D'Souza ise 1995 yılında "İslam bir zamanlar büyük bir medeniyetti. Soma bir sürü şey oldu, hiçlik seviyesine indi. Şimdi tek kıymetli üretimi petroldür. Biz İslam köktenciliğini dönüştürmeli-yiz. Onları liberalleştirmeliyiz. ABD'nin dış politikası, Irak ve İran'daki totaliter rejimleri yıkıp, Batı'nm kapitalizm, demokrasi ve bilim düşüncelerini oraya taşımaktır" diye yazmıştı. Graham Fuller ve Paul Henze de 1980'li yıllardan itibaren, "Atatürkçülük ölmüştür. Ulus devletler dönemi bitmiştir. Türkiye, Osmanlı gibi çok kültürlü, çok dinli ve çok ırklı bir yapıyı benimsemelidir. Bunun için en iyi yol Ilımlı İslam'dır. Etnik kimlikler kendilerini ifade edebilmelidir" demeye başlamıştı. Ilımlı İslam ve köktenciliği dönüştürme projeleri birbiri ardına uygulanmadı mı ve AKP bütün bu ilişkilerin sonucu olarak ortaya çıkmadı mı? İslam içi çatışma stratejisi ve Müslüman Siyonistler! Bugün Irak'ta neler olduğunu ve İran'da ne yapılmak istendiğini anlayabilmek için Türk basınında sadece İbrahim Karagül'ün açıkladığı 2003 tarihli Rand Corporation raporlarını hatırlamak gerekir. Raporlardan birini hazırlayan kişi, Irak'ta ABD'yi temsil eden Zalmay Halilzad'm eşi Cerly Benard! Raporu gözden geçirdiğiniz zaman, Irak'taki Şii-Sünni çatışmasının teorisyenliğini Bayan Halilzad'm, pratiğini de Bay Halilzad'm yaptığı ortaya çıkıyor! "11 Eylül'den sonra ABD'nin İslam stratejisi" başlıklı ve 2004 tarihli ikinci raporu hazırlayanlar arasında ise Danimarka'da Hz. Muhammed'e hakaret içiren karikatürleri yayınlayan editör Flemming'in hocası Daniel Pipes de var! Yani adam hem teoriysen hem icracı! İkinci raporda, medeniyetler çatışmasından sonra "medeniyet içi çatışma" inceleniyor ve "İslam kendi içinde çatışacak" öngörüsünde bulunuluyor! Buna planlama da diyebiliriz! Biz bu raporun sadece başlıklarım hatırlatalım: "Şii-Sünni bölünmesi, Arap-Arap olmayan bölünmesi, Etnik topluluklar, kabileler ve klanlar, Sünni İslam'ın merkez ağırlığının Arap dünyasının dışına çıkarılması ve Irak merkezli olarak Şiiler ile siyasi işbirliğine gidilmesi, Ilımlı Müslümanlar Enternasyoneli oluşturulması, Radikal birlikteliklerin dağıtılması ve para kaynaklarının kesilmesi, Medrese ve camilerde reform, Alternatif İslami gruplara ekonomik destek verilmesi, Ilımlılığı ve modernliği savunan Müslüman sivil toplum kuruluşlarının desteklenmesi, ABD'nin terörle mücadelesinin İslam'ı hedef almadığının anlatılması ve bu çerçevede ılımlı ülkelerin desteğinin sağlanması, İslamcılara siyasi destek verilerek ılımlı akımların güç kazanmasına yol açılması, Müslüman diaspora ile birlikte


çalışmak, İslam dünyasındaki askeri kurumlarla asker-asker işbirliği kurulması, bölge ve dil uzmanları üzerinden kültürel istihbaratın ilerletilmesi." Görüldüğü gibi, bugün gerek Türkiye'de gerekse İslam dünyasındaki bütün tartışmaların arka planında böyle bir strateji var. Raporlar üzerinde iki makale yazan İbrahim Karagül, karma namaz gibi meseleleri gündeme getirecek olanlara, 2003 yılında, bu sebeple "Müslüman neo-conlar" demişti. Benzer bir tabiri Mehmet Gül kullanmıştı: "Müslüman Siyonistler!" Bugün Irak'ta Şiilerin ve Sünnilerin birbirine kırdırtmasına, yakın gelecekte Türklerin birbirini kırdı-rılması ile devam etmek istiyorlar! Bunu başaramasalar bile, nüfusunun yarısı Türk olan İran'a bomba yağdıracaklar! İlkçağları bir kenara bırakırsak, İran'daki Türk hâkimiyeti 1150 yıl önce başlar. Gazneliler, Selçuklular, Harezmşahlar, İlhanlılar, Safeviler, Akkoyunlular, Karakoyunlular, Avşarlar, Kaçarlar haI 75 nedanlan olmak üzere Türkler, 976 yıl bölgede kesintisiz olarak hüküm sürmüştür. Rus-Fars işbirliği ile Türk Kaçar Hanedanı çökertildi, yerine Pehlevi rejimi geldi ve Farslaştırma politikaları bugüne kadar devam etti. Fakat Türkiye ile İran, ABD adına karşı karşıya gelirse, sonuçta kaybeden yine Türk varlığı olur! Diyalogçular! Hıristiyanlaşıyorsunuz! Biz 20 Ocak 2006 tarihli yazımızla, "AKP'lilere ve Diyalogçulara içten bir uyan: Hıristiyanlaşıyorsunuz!" dedik. Bu tespit ve uyarımızın asıl sebebi, diyalogçularm "Mesih gelecek, dünya kurtulacak" diye Hıristiyanlık propagandası yapması idi! Özellikle dinlerarası diyalogçulara vermek istediğimiz mesajın özü şuydu: "Dikkat edin, bu yol sizi Hıristiyanlaşmaya götürüyor. Oysa bu yola samimi Müslümanlar olarak girmiştiniz." Yazdığı Kur'an mealine, "benzer ayetler Tevrat'ta ve İncil'de de vardır" diye ayet diplerinde Tevrat ve İncil'den sözde ayet numaralarına atıfta bulunan Prof. Dr. Suat Yıldırım'a, Cevizkabuğu programında Prof. Dr. Yümni Sezen, şu soruyu sordu: -Hz. İsa gelecek ve bütün Müslümanlar onun etrafında toplanacak diyorsunuz. Peki, şimdiden mi etrafında toplanacağız, yoksa geldiği zaman mı? Diyalogçular, şimdiden Hz. İsa etrafında toplanalım diyor? Biz geleceğine de inanmıyoruz ama şimdiden Hz. İsa etrafında toplanacaksak ki diyalogçular bunu propaganda ediyor; o halde bizim dinimiz ne olacak? Müslümanlar, Hz. İsa konusunda ne yapmalı? Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Görevlisi Halit Can ise özetle şu hususlara dikkat çekiyor: * "Kur'an-ı Kerim'de yer alan "hatem'ul-enbiya" yani "peygamberlerin sonuncusu" ayetindeki ifade den hareketle Hz. Muhammed'den soma gelen tek kişiye indirgenmiş "bir tebliğcinin adı ister Mesih ol sun, ister mehdi olsun sıfatı "nebi"lik olur. Bu görüş, İslam'a uygun değildir. Dolayısıyla bu konudaki ha dişlerin zayıf ve uydurma olmasına hükmetmemiz ge rekir. Bunlar, Yahudilik ve Hıristiyanlıktan alınmış olabilir. Onlar açısından, bizim peygamberimizi ka bul etmedikleri için bir kurtarıcı beklemeleri normal dir. İslam son din, Hz. Muhammed de son peygamber olduğu için Müslümanların böyle bir beklenti içerisi ne girmesi yanlıştır. Halit Can, bu tespitlerine şu ilaveleri yapıyor:


* Gerçekten Hz. İsa dünyaya tekrar gelirse ne yapacaktır? Müslümanların buna vereceği cevap, "Bizim peygamberimiz Hz. Muhammed'in şeriatım devam ettirecek" şeklinde olmaktadır. Burada bir tu tarsızlık vardır. Eğer Hz. İsa, Hz. Muhammed'in tebliğini sürdürecekse o zaman yapacağı görev nebiliktir! Bu durumda Allah, daha önce resul olarak gönderdiği Hz. İsa'yı, daha sonra nebi olarak gönderecekmiş gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Bu durumda Hz. İsa, tenzil-i rütbe ile gelmiş olacaktır! *Yahudiler ve Hıristiyanlar, kendilerine tebliğ edilmiş gerçek dini zaman içerisinde tahrif etmişler dir. Buradan hareketle hemen şu soruyu sormamız el zemdir: O halde mevcut İslam tahrif mi edilmiştir ki Hz. İsa tekrar gelecek de İslam'a göre hükmedecek? * Hz. İsa'mn gelişini onaylarsak, bizim peygamberimiz tebliğ görevini eksik bırakmış da Hz. İsa vasıtasıyla bu görevi tamamlanacakmış gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Bu da İslam açısından savunulacak bir durum olmasa gerektir. Yine, "Peygamberimiz görevini layıkıyla yapmadıysa, neden görevi tamamlaması için kendisi gelmiyor da bunu Hz. İsa yerine getiriyor?" sorusu da sorulmalıdır. * Ali İmran Suresinin 55. ayeti Hz. İsa'nın vefat etmiş olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Müslümanlar arasında genelde Hz. İsa ile ilgili "seni nezdime yükselteceğim" ifadesi kabul görmekte, fakat "seni vefat ettireceğim" kısmı görmezden gelinmektedir! Hz. İsa'mn göğe yükseldiğini kabul edip, önceki ifade olan, vefat ettiğini kabul etmemek Nasrettin Hoca'nm komşusunun kazanın doğurduğuna inanıp da öldüğüne inanmaması gibi bir sonuç ortaya koymaktadır. * Günümüzde misyonerlerin Müslümanlara yaklaşırken iki din mensuplarının ortak noktası olan Hz. İsa'mn dünyaya tekrar geleceği iddiasını kullanarak. "Madem hepimiz buna inanıyoruz, o halde diğer ayrılık noktalarım bırakarak Hz. İsa'mn geleceğinden hareketle birlik halinde bu ortamı hazırlayalım" gibi bir istismar yöntemi kullandıkları bilinmektedir. Bundan sonra bu ve benzeri istismarlara yol açan kapılan kapatmamız gerekir. * Allah, "Allah'tan gerçek manada alimler korkar" ayeti; peygamberimiz ise "Peygamberin varisleri alimlerdir" hadisiyle kendisinden sonra alimlere uyulması gerektiğini açıkça ortaya koymuştur. Günümüzde bilimler çok çeşitlenmiştir. Onun için alim değil alimler, kişi değil kurullar, peygamber, Mesih ve Mehdi değil uzmanlar ve uzman heyetler dertlerimize çözüm üretecektir. Artık bir kurtarıcı aramak yerine kendimiz, bulunduğumuz badirelerden, sıkıntılardan nasıl kurtulacağımızın yollarını beraberce aramak durumundayız. Vahiy kapısı kapanmıştır. İçtihat kapısı kapanmamıştır. Bundan sonra sorunlarımıza yeni vahiyler yoluyla değil Kuran'daki bilgiler ışığında akıl yoluyla; müçtehitler yoluyla değil içtihat heyetleri ile çözüm aramamız en makul ve mantıklı yoldur. Kıyamet ne zaman kopacak? Hz. İsa'nın yeryüzüne tekrar ineceği iddiaları ile ilgili olarak Dr. Muharrem Çakar'm da çok değerli bir çalışması var. Özetini bilginize sunuyorum: * Hıristiyanlarda, Hz. İsa'nın çarmıha gerildikten bir gün soma dirilerek göğe uçtuğu ve ahir zamanda tekrar yeryüzüne ineceği inancı vardır. Biraz farklı olarak bu inanç Müslüman âleminde de mevcuttur. Müslüman ilahiyatçılardan buna inananlar, Zuhruf Suresinin 61'inci ayetine şu meali verir : "gerçekten o (İsa'mn nuzûlü) kıyamet için (yaklaştığım bildiren) bir beyandır, alâmettir. Onun için sakın o kıyametin geleceğinde şüphe etmeyin..." * Daha önceki ayetlerde Hz. İsa'dan bahsedildiği için tercümedeki "O", Hz. İsa'nın yerini tutmaktadır. Hiç de orijinalinde öyle bir ifade olmadığı halde, parantez içinde "İsa'nın nuzûlü" ifadesini kullanıyorlar. Halbuki orijinal ifadeye önem veren Elmalılı Hamdi Yazır, bu ayeti "ve hakikat o saat için bir ilimdir. Onun için o saatin geleceğinden şek etmeyin." diye açıklamıştır. * "O saafle kastedilen hemen önceki ayetlerden anlaşıldığı gibi kıyamet saatidir. Hz. İsa, dirilip hesap verme gününü haber vermesi, ölüleri diriltmek, körlerin gözüne açmak gibi daha


birçok mucizeler göstermesi sebebiyle kıyamet için bir alâmettir. Anılan ayetin böyle anlaşılması gerekir. * Yine, Hz. isa'nın ineceğine delil gösterilen "Bilakis, Allah onu (İsa'yı) kendi nezdine kaldırmış tır..." şeklindeki Nisa suresi 158'inci ayetinden "Hz. İsa, ruh ve beden olarak Allah'ın nezdine yükseltil di ve şu anda orada canlı olarak durmaktadır.. O hal de kıyamete yakın yeryüzüne inecek, Müslümanları kurtaracak, İslâm'ı hâkim kılacak" anlamını çıkarı yorlar. Öyle ise Allah'ın nezdi neresi? Allah, her yer de değil miydi? Orada, anlaşılması gereken şudur: Hz. İsa'yı onlar öldürmedi, onlar başka birini İsa zannederek öldürdü. Başka bir zaman o, normal eceliyle öldü. Her şey Allah'a dönecektir. Hz. İsa vefat etmiştir. Bu duruma göre de tekrar yeryüzüne gelmesi söz konusu değildir. Allah'ın kitabı değişmemiş, aynen duruyor, Kıyamete kadar da koruyacağım buyurmuş. Hz İsa ne için tekrar gelecek? * Bu defa peygamber olarak değil, nebi olarak ineceğini ima eden var? Yani; bu büyük Peygamber tenzil-i rütbe ile Kur'an'ın hiçbir yerinde adı ima bile edilmeyen Mehdi'nin yardımcısı olacak ve onun ar kasında namaz kılacak? Olur mu? Peki, bu gibi zo raki yorumların yapılmasının sebebi ne? Sebep, Buharî'nin Ebu Hureyre'den naklettiği şu hadistir: "Nefsim kudret elinde olan Zat-ı Zülcelal'e yemin ederim ki, Meryem oğlu İsa'mn, aranıza adaletli bir hâkim olarak ineceği, istavrozları kırıp, hınzırları öldüreceği, cizyeyi kaldıracağı vakit yakındır. O zaman, mal öylesine artar ki, kimse onu kabul etmez. Tek bir secde dünya ve içindekilerin tamamından daha hayırlı olur" * Böyle bir beyan Hz. Peygamber'e ait olabilir mi? Evvela şunu görmeliyiz ki, Hz. Peygamber'e atfedi len bu hadis ile gaipten haber verilmektedir. Halbuki Kur'an'da hiç kimsenin gaibi bilemeyeceği bildirilir. "Sana kıyametin, ne zaman gelip çatacağım soruyorlar. De ki: Onun ilmi ancak Rabbimin katodadır. Onun vaktini ondan başkasıaçıklayamaz..."(Araf-ı87). * Bu durumda, Hz. Peygamber kıyametin zama mm bilmez ama alâmetlerini bilir denebilir mi? Olur mu bu? Hayır, Çünkü gaip bilgisine alâmetler de da hildir. Zira o da gaiptir. Peygamber dahil gaibi hiç kimse bilmez. İşte delili: "De ki: Ben size Allah'ın ha zineleri benim yammdadır demiyorum. Ben gaibi de bilemem..." (Enam-50) Bu ayetlerle yukarıdaki hadisin çeliştiği çok açık. Hangisini tercih edeceğiz.? Kur'an'm haberi karşısında başka tercih olur mu? * Ayrıca hadisten anlaşıldığına göre; "Meryem oğlu İsa adaletli bir hâkim olarak inecek... cizyeyi kaldıracak"mış. Cizye gayrı Müslimlere uygulanan bir vergiydi. Gayrimüslimlere cizye vergisi uyguladık larına göre demek ki Müslümanların bir devleti var ama adil hareket etmiyorlar! Hz. İsa da "adaletli bir hâkim" olarak inip cizyeyi kaldırarak gayrimüslimleri Müslümanların elinden kurtaracak! Hatta var olan adaletsiz düzeni Mehdi ile birlikte düzeltecek. Mehdi üstün olduğundan onun arkasında namaz kılacak!.Olur mu bunlar? Müslümanları düzeltmek için mi gelecekler? Hayır, Müslümanlar eziliyor da onları korumak içinse bunlar cizyeyi nasıl alıyorlar? Hadis, Mana yönünden Kur'an'a aykırı olduğu gibi metin yönünden de sıkıntılı. Yani sahih olamaz. Kur'an'm Kur'an ile tefsirinden Kuran'ın Tevrat ve İncil ile tefsirine giden yol! Prof. Dr. Suat Yıldırım'ın ayet aralarında kırmızı harflerle Tevrat ve İncil'e göndermeler yaptığı Kur'an mealini hiç görmemiştim. Yıldırım'ın bir meali olduğunu biliyordum ama elimde yeterince meal olduğu için merak etmemiştim. Cevizkabuğu programında Prof. Dr. Yümni Sezen, Hulki Cevizoğlu'na kitabı uzatıp, "Şu ayeti okur musunuz?" deyince bilgi sahibi oldum. Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, bu durumu "Kur'an İncilleştiriliyor" diye yorumladı. Öztürk, sadece Suat Yıldırım'ın mealini değil, bu yöndeki bütün faaliyetleri kastediyordu. Çünkü


ABD'de Tevrat, İncil ve Kur'an'dan alıntılarla hazırlanmış "Gerçek Furkan" adlı bir uydurma kitap vardı. Bu da ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi'nin bir uygulamasıydı. Suat Yıldırım, konu ile ilgili ilk programa telefonla katıldı ve yeterince konuştu. Hatta iki saat kadar gönişlerini anlatma imkanı buldu. Somaki programlara ise katılmadı. Yıldınm, Zaman gazetesinde "İddialar hezeyandan ibaret" başlığı altında, "muarız"larmm gevelediğini ve iftira attıklanm, halkın, bu kışkırtmayı uygulayanların Kur'an'a ne derece bağlı olduklannı çok iyi bildiğini yazdı. Yıldınm, "Amerika BOP'u üç sene önce 2003'te açıkladı. Benim mealim ise 1998'de yayınlandı" diyerek, bu projelerle hiçbir ilgisinin bulunmadığını anlatmaya çalıştı! Cevizkabuğu'nda ve daha soma kendisine kimse hakaret etmemişti. Üstelik niyetinin kötü olmadığına dair sözler de söylendi. Fakat hatasını kabul etmesi gerektiği üzerinde duruldu. Buna rağmen Suat Yıldınm, "muanzım" dediği insanlara hakaret etti! Üstelik Kur'an'a bağlılıklarım da sorgulamaya cüret etti! Suat Yıldınm'm mealinden şüphe edilmesinin asıl sebebi, 8 Aralık 2003 tarihli Aksiyon dergisindeki açıklamalarıdır. Bu derginin kapağına Hz. İsa ikonu konulmuş ve altına "İnsanlık onu bekliyor" diye bir başlık atılmıştı. 45'inci sayfada da Suat Yıldınm'm "Salat ve selam Hz. İsa için" başlıklı bir açıklaması vardı. Yıldınm, şöyle diyordu: "Mutlak risaletin sahibi Hz. Muhammed tarafından, dünyanın son döneminde tekrar döneceği bildirilen Hz. İsa'nın bu misyonuna, başta Hıristiyanlar ol mak üzere bütün insanlık çok muhtaç görünüyor. On dört asırdan beri dünya haritasını, doğrudan doğruya veya sonuçları itibarıyla şekillendiren Müslüman ve Hıristiyan ümmetlerinin, Hz. İsa'mn şahsiyeti etrafında bütünleşerek, hem kendilerini, hem de bütün insanlığı kurtarmaya yönelmeleri, hepimizin ideali olmalıdır. Bunun bazı emareleri de görülmektedir. Birbiriyle samimi diyaloga giren Müslüman ve Hıristiyanlar, belirli konularda dayanışmada bulunmaktadır." . Görüldüğü gibi, Aksiyon dergisinin, Hz. İsa'yı kapak yapması ve "İnsanlık onu bekliyor" demesinin ardında Suat Yıldınm'm bu görüşleri yatmaktadır. Tabii dergiyi hazırlayanlar, kendi görüşlerine uygun konuşacak bir ilahiyatçıyı seçmiş de olabilir. Sonuç değişmiyor. Her ne olursa olsun, bu ifadelerde Suat Yıldırım, "dinlerarası diyalog" temaslarım adeta kutsamakta ve Müslümanlar ile Hıristiyanları, Hz. İsa'mn etrafında bütünleşmeye davet etmektedir. Hıristiyanların Hz. İsa'sı ile Müslümanların inandığı Hz. İsa'nın farklı olduğunu bile bile! Öyle ya, bugün Hıristiyanların yüzde ço'ı, Hz. İsa'yı "Allah'ın oğlu" veya "Allah'ın kendisi" kabul etmektedir. Müslümanlar ise Hz. İsa'yı sadece peygamber olarak bilmektedir. Hz. İsa'mn yeniden yeryüzüne "adil bir hükümdar" olarak geleceğine dair hadis rivayetleri de birçok bilim adamı tarafından İsrailiyat olarak kabul edilmektedir. Kur'an'm "apaçık ayetler"i karşısında, tartışmalı olduğu bilinen ve sahih olmayan hadislere sığınarak ve "Müslümanları Hıristiyanlaştırmak" demek olduğu Vatikan tarafından defalarca açıklanan "dinlerarası diyalog" misyonuna da hizmet ederek ortaya çıkmış bir kimsenin sekiz sene önce yazdığı Kur'an mealinde ayetlerin altında Tevrat ve İncil'e atıflarda bulunması elbette şüphe çekecektir. Dolayısıyla asıl Suat Yıldırım'ın tepkisi "hezeyandan ibarettir. Bir de "ABD, BOP'u 2003'te açıkladı" diyordu! Evet resmen böyle. Ama aynı projeyi, Akşam gazetesinin manşetinden 1996 yılında ben açıklamıştım. O zaman "komplo teorisi" diye üzerinde duran olmadı. Üstelik bu proje, W. Wilkie tarafından "Tek Bir Dünya" adı altında kitap olarak da ortaya konulmuştu. Kitap, 1951 yılında Türkiye'de de yayınlanmıştı. Zaten projenin asıl sahibi, 20'nci yüzyılın başında İngiltere idi, sonradan ABD devraldı!


Sahi, bugün, ABD Başkanı Bush, "O adil hükümdar benim" derse ne yapacağız? Kabul mü edeceğiz? Sonuç olarak Suat Yıldınm'a cevabım Yunus'un bir beyitiyle olacak: "İlim meclisinde aradım kıldım taleb İlim geride kaldı, ille edeb, ille edeb." Biz bu değerlendirmelerden sonra 1998 yılında basılmış Suat Yıldırım'ın mealini temin ettik ve kendi miz gördük ki her ayetin altında Tevrat ve İncil'e atıflar yok! Peki ne var? Bazı ayetlerin altında, Kur'an'ın başka ayetlerine atıflar var! Zaten Suat Yıldınm da bu durumu önsözde, "Kur'an'ın Kur'an'la tefsiri" olarak açıklıyor! 1998'deki mealinde Tevrat ve İncil'e atıf olmadığı halde, niçin "Ben bu işi 1998'de yaptım" diyor! Kaldı ki şayet, bir mealde ayetlerin altında başka ayetlere atıfta bulunmak "Kur'an'ın Kur'an ile tefsiri" ise bu yöntem bize göre takdire şayandır; o lıal-a de, somadan değiştirdiği aym mealde, ayetlerin altına Tevrat ve İncil'den sözde ayet numaralanna yer vermiş olması da "Kur'an'ın Tevrat ve İncil ile tefsiri" anlamına gelmiyor mu? Suat Yıldırım, böylece kendi sözü ile kendisini tekzip etmiş olmuyor mu? Böylece, Kur'an gerçekten İncilleştirilmiş olmuyor mu? Hem de 1998 yılında yayımlanan mealinin önsözü ile! Korkut Özal ve Emin Alıcı'nın şifreleri Bazı sözler, insanın saklamak istediği gerçek düşüncesini ortaya çıkanr. Bir tarihte, Korkut Özal, Amerika'da karşılaştığı Türkiye kökenli bir Ermeni ile muhabbetlerini anlattıktan soma, "Osmanlı, bu kadar insanı nasıl birleştirmiş, Osmanlı demiş, Türk dememiş, değil mi?" diye konuşmuştu. Bunun üzerine "Ne demek istiyorsunuz: Biz de Türk demeyelim mi?" diye sorunca, "Yok onu demek istememiştim" diye durumu düzeltmeye çalışmıştı. Birkaç gün içinde buna benzer dört olay yaşandı: ı-Tayyip Erdoğan, AKP'li milletvekillerinin de kaygılı olduğu "ekümenik" tartışmaları hakkında şöyle dedi: "Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'a geldiğinde ekü-menikliği serbest bırakmıştır. Çünkü, kendine güveni, özgüveni vardı. Bizim de kendimize güvenimiz, özgüvenimiz var." Eee, ne olacak şimdi, biz de mi serbest bırakacağız ekümenikliği? Burası Osmanlı devleti mi yoksa Türkiye Cumhuriyeti mi? Hem sonra Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'a trenle mi geldi, otobüsle mi? Bu nasıl ifadedir? "Fatih Sultan Mehmet İstanbul'a geldiğinde" öyle mi? Bir zamanlar yakasına Fatih rozeti takan, "yelkenler biçilecek yelkenler dikilecek" diye haykıran, "minareler süngümüz" dedi diye hapislere atılan gencin bugünkü söylemine bakın! 2- Bilinçaltının dışavurumuna bir örnek daha: 9 Eylül Üniversitesi rektörlüğüne Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer'in desteği ile atanan "Süryani büyüğü" Prof. Dr. Emin Alıcı, İslamiyet'i geri kalmışlığın sebebi olarak gösterdi. Osmanlı'nın kovduğu akıl ve bilimin Avrupa'da geliştiğini ifade eden Alıcı," 1450'li yıllarda matbaa bulundu ve hızla Avrupa'da yayıldı. Biz, 250 yıl sonra matbaayı kullanabildik. Matbaayı Müslüman olmayan halk kullandı, gelişti. Keşke o zamanlar Anadolu Müslüman olmasaydı" dedi. Akim terk edildiği doğru da, bunu İslam'a mal etmenin bir anlamı yok! Fakat, şu Anadolu şimdi de Müslüman olmasa iyi olurdu değil mi Sayın Süryani büyüğü! (Süryani dergisi Zelge, Emin Ahcı'yı Süryani büyüğü olarak tanıtmıştır.) 3-Talabani, Türkiye'nin kuzey Irak'ı işgal tehlikesinin bulunduğunu düşünmediğini kaydederek, "Özellikle Amerikan askeri varlığı bu tür bir dış işgali caydırıcı nitelikte. İşte bu


yüzden gelecekteki olası müdahalelere karşı Irak'ta sembolik boyutta da olsa Amerikan gücü kalmasını istiyoruz" dedi. ABD askerlerinin Irak'ta bulunmasının asıl sebebi neymiş şimdi anlaşıldı mı? Türkiye'nin, Irak'ın kuzeyini, özetle Kerkük-Musul'u işgal etmesini önlemek! Peki ne diyordu tezkereciler? Tezkere geçsey-miş, Türkiye Irak'ın kuzeyinde olacakmış! İyi de Mersin'den Hakkâri'ye kadar 9 askeri üs niçin kurulacaktı? Çorlu, Sabiha Gökçen, Samsun, Trabzon ve Konya gibi hava ve deniz limanlan niçin işgal edilecekti? 4-NATO'nun Roma'daki Savunma Koleji'nde geçtiğimiz hafta bir brifingde ABD'li bir albay, konuşması sırasında Türkiye'yi bölünmüş gösteren ve Kürdistan'a yer veren BOP haritasını açtı. "Ortadoğu böyle olsaydı bu kadar çok sorun yaşanmazdı" diyen Albay, brifingi izleyen Türk subaylarının sert tepkisiyle karşılaştı! Adamlar daha ne desin! YVilson'un Ermenistan ve Kürdistan diye Türkiye'den iki devlet daha çıkarma hedefini hayata geçirmeye çalışıyorlar! Kurulması planlanan Büyük Kürdistan'ın, Büyük İsrail'in zemini olması öngörülüyor. NATO'nun hedefi de artık İslam dünyası ve İslam dünyasının ayakta durmasına hala en büyük dayanak olan Türkiye'dir. Türkiye'ye yön verenler, ya gereğini yapar, ya da bu meselelerin altında un-ufak olurlar! Bugün NATO'ya hizmet, Türkiye'nin bölünmesine hizmet demektir! Millet, herkesin ne yaptığım görüyor! Orhan Pamuk'un "Benim Adım Kırmızı"şifresi! Bazı dostların, "Orhan Pamuk, gerçekte Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ise, bir yandan Fransa'da Türkiye aleyhine kararlar alınırken, diğer taraftan kendisine Nobel Edebiyat Ödülü verilmesi altındaki gerçeği görür ve ödülü iade eder" demesi yok mu, hayretler içinde kalıyorum. Adama sırf "Türkler ı milyon Ermeni'yi 30 bin Kürt'ü kesti" dediği ve bu sözü dünya kamuoyunun gündemine taşıdığı için ödül verdiler. Ödülün gerekçesi bu! Adam ödülü geri verecek olsa, bu laflan söyler miydi? Yine Papa 16. Benediktus'un Türkiye ziyareti konunda açıklamalarda bulunan Vatikan Devlet Sekreteri Kardinal Tarcisio Bertone İstanbul'dan Konstantinopolis, Bartholomeos'tan da eküme-nik diye bahsettiği için kızıyoruz. Yahu adam, Müslümanların peygamberine ve İslam dinine hakaret etmiş! Artık bu adamın veya etrafmdakilerin Türkler ve Müslümanlar için veya İstanbul için söylediklerinin ne önemi var. Bu adamı, Türkiye'ye davet eden, Türkiye'nin Cumhurbaşkanı değil mi? Diğer taraftan "Papa, aslında 'Hz. Muhammed kılıçla gelmiştir' derken Hıristiyanlığa karşı savaş açmıştır" diyenler de var. Çünkü şu ifadeler Matta İncilinden alınmıştır: "Yeryüzüne banş getirmeye geldiğimi sanmayın! Ben banş değil, kılıç getirmeye geldim. Çünkü ben oğulla babasımn, kızla annesinin, gelinle kaynanasının arasına ayrılık sokmaya geldim." (Matta, 10:34-35) Demek ki, kılıçla gelen Hz. İsa imiş. Peki Papa, kılıç tartışması ile Hıristiyanlann önde gelenlerine bir mesaj mı vermiş oluyor gerçekte? Yoksa Papa, Mason ve Siyonist olduğu için mi böyle davranıyor? Evet, bir dostumuza göre Vatikan'ın şifresi Papa'nm kılıçla ilgili sözlerinde! Bilindiği gibi Gladio da kılıç demektir. Vatikan'ın her sektördeki birden fazla şirketleri ile spekülatör gibi borsada boy göstermesi, sahte bono ticaretine girmesi, sahip olduğu bankasından yasadışı yollardan para transferi yapması, mafya ile anlaşmaları, mason locaları ile irtibata geçmeleri, Vatikan'da ve diğer ülkelerdeki kardinallerin şaibeli ölümleri, P-2 mason locası skandali, Katolik


kiliselerinde çocuklara tecavüz edilmesi, Mason Kardinaller ve Roma Katolik Kilisesi papazlarının her seferinde deliller bulunduğu ve yargılandıkları halde ceza almadan kurtulmalarının bir şifresi var herhalde? Orhan Pamuk da bu işin içinde bir rol kapmış durumda. Çünkü onun adı da kırmızı! Atatürk ve Hz. Muhammed etrafında birleşmek Son söz olarak bizim toplumsal formülümüz şudur: Türk Milleti olarak, milli duyarlılıkta Atatürk etrafında, dini duyarlılıkta da Hz. Muhammed etrafında birleşelim. KIZILDERİLİLER SUPERMAN'A KARŞI; YENİDEN MİLLİ DEVRİMLER ÇAĞI... "Küresel Haçlı Seferi" kitabımızın önsözünde, dünyanın genel durumunu yorumlarken şöyle demiştik: "ABD, İngiltere ve İsrail'den oluşan 'Koalisyon' Pentagon tarafından somutlaştınlan bir proje ile Fas'tan Endonezya'ya kadar uzanan coğrafyada küresel işgali başlatmış bulunuyor. İşgal sürerken bütün insanlık için yeni bir ideoloji, yeni bir din de hazırlandı. Bu ideolojinin ve dinin arka planında elbette, bir tarih bilinci ve felsefe var! Ancak bu bilinç ve felsefe, binlerce yıl önce de insanlığı fesada boğmuş Hermes'e, Zerdüşt'e dayanıyor ve 21'inci yüzyıl gibi bilimsel gelişmenin zirveye vardığı bir çağda, insanoğlunu birer yaratığa dönüştürmeyi planlıyor! İnsanlığı köleleştirmeyi hedef alan, tabiat olaylarını da silah olarak kullanmaya hazırlanan, iklim değişiklikleri ile ilgili senaryolar geliştiren, ses bombalan, virüs bombalan ve benzeri silahlar üreten, uyguladığı sistem yüzünden ozon tabakasının delinmesine yol açan bu gücün, yerküre için birinci tehdit olduğu açıktır. Uluslararası terör örgütlerini kurup, milli devletlere karşı kullanan da aynı güçtür. 2i'inci yüzyılı kana bulamaya başladığı için, artık bütün dinlerde varlığından bahsedilen Deccal konumuna ulaşmış bu güce karşı, insanlık şimdilik çaresiz gibi görünüyor. Fakat çok yakın bir gelecekte küresel saldırıya karşı, küresel savunma ve hatta küresel karşı saldırı beklenebilir. İnsanoğlu, bugün çaresiz gibi görünüyorsa, saldırının gerçek boyutlarını kavrayamadığmdandır. Bütün mesele, insanoğluna, dünyada gerçekte ne olup bittiğini anlatabilmektir. Çözüm, ancak bu kavrayıştan sonra doğacaktır." ABD Başkam George W. Bush 17 Eylül 2001 tarihinde yaptığı konuşmada "Dünya terörizmine karşı global bir haçlı seferi başladı. Bizim değerli hürriyetimiz Amerika'nın dünyaya bir hediyesi değil, Tann'nm insanlığa bir hediyesidir!" demişti. Oysa 11 Eylül olayı da bu saldırıyı başlatan merkezin hediyesiydi. Lyndon LaRouche, 11 Eylül'den 48 gün önce dünyayı uyarmış ve ABD ve Avrupa'nın topyekûn bir ekonomik durgunluk içinde bulunduğunu hatırlatarak, "Böyle dönemlerde dünya savaşları çıkarılır. ABD ve İngiltere içindeki güçler, ki Brzezinski bunlara dahildir, Asya'daki 'Şanghay İşbirliği Örgütü' gibi oluşumları engellemek için dünya savaşı çıkarmak istiyor. Bu savaşın adım da, 'Batı ile İslâm'ın savaşı' olarak koyacaklar. Bu savaşı engellemeliyiz; bunun için önce Ariel Şaron'u durdurmalıyız" demişti. Bu öngörü ve bilgiler, Afganistan ve Irak'ın işgal edilmesiyle, Londra'dan Filipinlere ve Varşova'dan Sofya'ya kadar uzanan, ABD'nin "Yeni üsler zinciri" ile "Büyük Kuşatma"yı tamamlaması ve son olarak Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi'nin açıklanması ile doğru çıktı. Üçüncü Dünya Savaşı'nm düğmesine basılmıştı! İnsanoğlu, Amerikalıların garip uzay filmlerinde, insanlık dışı yaratıklarla mücadele eden "koalisyon güçleri" olarak önce Amerikan filmleriyle tanıdığı, fakat aslında kendisi insanlık dışı olan bu güçlere karşı harekete geçmekte gecikmedi. Şanghay İşbirliği Örgütü ile başlayan küresel savunma, And Dağlan'na sıçradı.


İnsanlık, dünya üzerinde uygulanan ve artık vahşi kapitalizmin de ötesine geçmiş ekonomik, siyasi, kültürel ve askeri terörizme bir yerden başkaldıracaktı. Başkaldırı Güney Amerika ülkelerinde başladı. Paraşütçü komando Hugo Chavez, Venezüella devlet başkam seçildikten soma IMF'yi kovdu, petrol şirketlerinin vergilerini iki misline çıkararak parayı yoksul mahallelerdeki evsizlere dağıttı, onlara ev veya işyeri için arazi dağıttı, kısmı bir toprak reformu yaptı! 2 ay soma bir darbe ile Chavez esir alındı, fakat yoksul kitleler sokağa dökülerek ona sahip çıktı. Ülkenin Amerikan işbirlikçisi zenginleri ülke çapında felç edici grevler başlattı, petrol üretimini durdurdu ama Chavez'i deviremedi. Chavez her geçen gün duruma daha fazla hâkim oldu. Ve ardından Bolivya'da, Brezilye'da yönetimler değişti. Milliyetçilerin bütün insanlığı esas alması Küresel saldırıya karşı direnişe geçen ve Kızılderili damgası taşıyan Güney Amerika hareketi, dünyada milli direnişlerin yeniden başladığım gösteriyor. ABD, Küresel Haçlı Seferi'ni Büyük Ortadoğu projesini, Afganistan ve Irak işgali ile başlatır ve hedefteki ülkeleri İran ve Suriye olarak gösterirken, güdümlü Amerikan basınında, İran'a nükleer silah yapma izni verilirse Türkiye'nin de aynı yola gideceğine dair yorumlar da çıkmaya başladı. Biz CNN Türk'teki bir programda, o zaman için Chavez ve Lulu'yu örnek göstererek, "Güney Amerika'dan başlayan milli direnişler bütün dünyayı saracaktır. Dolayısıyla Türkiye'deki milliyetçilerin de bütün insanlığı esas alan bir büyük strateji ile hareket etmesi gerekir" yolunda konuşunca, Radikal gazetesinden İsmet Berkan, "Güney Amerika'da Chavez ve Lula, Türkiye'de MHP, öyle mi?" diye sormuştu! Bu soruya, "Hayır, MHP veya CHP, veya her ikisi birden; veya bu ikisi sorumluluklarını yerine getirmezse, bunların yerine başka bir hareket boşluğu dolduracaktır" gibi bir cevap vermiştik. -96 Bir başka konuşmacı da, "milliyetçilerin bütün insanlığı esas alması" gibi bir yaklaşımı, ilk defa duyduğunu ve bunu ilginç bulduğunu belirtmişti! Oysa biz, 15 yıldır bu görüşü savunuyoruz. O tarihten sonra yakın zamana kadar, Güney Amerika'daki büyük direnişi, Türkiye'nin önde gelen gazetelerinde layıkıyla değerlendiren bir yazıya rastlamadım! Tabii Venezulla'da uygulanan Amerikan politikalarım Mustafa Yıldırım, "Sivil Örümceğin Ağında" kitabında anlatıyor. Neden sonra, Radikal gazetesinin kitap ekinde "Chavez ve 21. Yüzyıl Sosyalizmi" başlığı altında Masis Kürkçügil'in "Hugo Chavez ve devrimde devrim" kitabı tanıtıldı. Yalçın Doğan da, Hürriyet'in Pazar ekindeki yazısında Brezilya ile Bolivya arasındaki sorunları öne çıkaran bir değerlendirme yaptı! Küresel dayatmalara karşı teslimiyeti savunan Türkiye medyası, Güney Amerika'daki gelişmelerin çoğunu, Türk halkından sakladı! Oysa medya 68 kuşağı olduğunu iddia edenler tarafından yönetiliyordu! 68 kuşağı, Gladio operasyonunun eseriydi ve Fransa'da bu hareketi başlatan gençlik liderlerinin Gladio'nun adamları olduğu anlaşılmıştı. Fransa, bu tespitle hareketi tasfiye etmişti. Türkiye'deki 68 kuşağımn liderleri de Gladio kontro-lündeydiler. Anlaşılıyor ki hâlâ bu kontrol devam ediyor! Samimi bir Marksistin görüşü Peki, hala samimi Marksist olanlar ne diyordu? www.marksist.com'da Zeynep Güneş, "Venezuela'da Neler Oluyor?" başlıklı yazısında, Chavez'in yaptıklarını anlattıktan sonra kendi görüşlerini veriyor.


Güneş, Chavez'in, 2001 Kasımında çıkardığı Toprak Yasasıyla esas olarak latufındiya sistemini hedef aldığını, bu yasamn, 5000 hektardan büyük topraklara bireysel olarak sahip olmayı yasakladığını ve vergisini ödemeyen büyük toprak sahiplerinin ya da devlete ait toprakların topraksız köylülere dağıtılmasının önünü açtığım anlattıktan sonra şunları yazıyor: * "1999'danbu-yana binlerce okul açıldı, ilköğre- nim öğrencilerine ücretsiz süt ve besin maddeleri da ğıtıldı, parasız üniversiteler kuruldu, okuma-yazma seferberlikleriyle milyonlarca insana okuma-yazma öğretildi. O zamana dek doktor yüzü görmeyen köy lülere ücretsiz sağlık hizmeti götürüldü ve Küba'dan gelen tıbbi heyetlerden geniş bir yardım alındı. Yoksullar için binlerce ev inşa edildi. * Emperyalizmin dayattığı neoliberal politi kaların karşısına 'sosyal devlet' anlayışıyla çıkan Chavez, ABD'nin dayattığı Amerikalar Serbest Ticaret Anlaşmasını onaylamayı reddediyor ve alternatif ola rak Güney Amerika ülkelerinin ekonomik ve sosyal entegrasyonunu koyuyor. Yeni anayasa ile yerlilere de pek çok hak tanındı. Kendi dillerini kullanma, kültürlerini geliştirme, örgüderini kurabilme, Mecliste temsil edilme, toprakları üzerindeki doğal zenginliklerin onlara danışılmak-sızm kullanılamaması gibi haklar kazanan yerliler, Chavez'in en büyük destekçileri arasında yer alıyorlar. Venezüella nüfusunun yaklaşık yüzde 1,5'ini meydana getiren ve sayıları 400 bin civarında olan yerliler, diğer Latin Amerika ülkelerine kıyasla daha düşük bir yüzdeyi oluşturuyorlar. Nüfusun büyük çoğunluğu ise, yüzyıllar önce Afrika'dan getirilen kölelerin ve İspanyolların karışımıyla ortaya çıkan melezlerden oluşuyor. Chavez'in kendisi de Afrikalı ve yerli köklere sahip. * Anayasanın en önemli maddelerinden biri de petrolün ve doğal gazın ülkenin doğal kaynaklan olduğunu belirtiyor ve bu sektörlerde hammadde alanında özelleştirmeye gidilemeyeceğini garanti altına alıyor. Venezüella'da işlenmiş petrol alanı devlet tekelinde değil ve bu alanda yabancı tekellerin büyük ölçekli yatırımları bulunuyor. Chavez yönetiminin Royal Dutch/Shell, ExxonMobil, ChevronTexaco gibi içinde ABD petrol tekellerinin de bulunduğu tekellerle milyarlarca dolarlık araştırma, yatırım ve üretim anlaşmaları hâlâ devam ediyor. Bu yüzden petrol tekelleriyle Chavez yönetimi arasında hassas bir denge söz konusu. * Chavez, burjuvaları kendisinden korkmaları için hiçbir sebep olmadığına ikna etmeye çalışmaktadır. 'Ulusal' burjuvazinin halkla ele vererek sorunlannın üstesinden geldiği, bağımsız, adil, insancıl, ama kapitalist bir Venezüella. İşte Chavez'in hayalindeki Venezüella böyle bir Venezüella, Bolivarcı devrim böyle bir devrimdir. * Temel sorunu, kapitalizmi ortadan kaldırmak olarak değil onu 'daha adil, daha insancıl' hale getirmek olarak ortaya koyan ve Chavez'in şahsında simgesini bulan Bolivarcı Hareketin programı, gerçekte tümüyle milliyetçi bir reform programıdır. * Chavez'in neoliberal politikalara alternatif olarak koyduğu şey, ülkenin 'bağımsızlığı' ve kendi kaynaklarıyla gelişmesi, petrol gibi ulusal zenginliklerin devlet tarafından işletilmesi, buradan gelecek gelirin 'adil bir şekilde' paylaştırılmasıyla 'yoksulluğun ortadan kaldırılmasıdır. *Ne var ki emperyalizm çağında, kapitalist bir ülkenin emperyalist dünya ekonomisinden bağımsız olabilmesi mümkün olmadığı gibi, böyle bir ülkede yoksulluğun ortadan kaldırılması ve adil bir paylaşımın gerçekleştirilmesi de tam bir ütopyadır. * Chavez büyük bir çelişkiyle yüz yüzedir. İktidarda kalmasının tek güvencesi işçi ve emekçi kesimlerin desteğidir. Bu desteğin sürekliliğini sağlamak için, reform sürecini ilerletmek ve verdiği sözlerin arkasında durmak zorundadır. Fakat bu durum onu burjuvaziyle çatışmaya girmek zorunda bırakmaktadır. Chavez'in önündeki diğer seçenek ise reform sürecinden geri adım atmaktır ki, bu durum kitle deste


ğini yitirmesi anlamına gelecektir. Chavez'in böylesi t,ir durumda iktidarını korumasının tek yolu burjuvaziyle uzlaşması ve kendisinden istenenleri yerine getirmesidir. * Chavez için yol ayrımı çok uzak görünmüyor. Kitle hareketini peşine takmış bir Chavez'in bu yol ayrımı geldiğinde, nasıl bir tutum takınacağı bizim için hiç de sürpriz değildir. * Chavez'in söylemlerinde yerli büyük sermayeye, yabancı tekellere, ABD'ye 'kafa tutması', neo-liberal politikalara karşı reformcu ve 'milli' bir ekonomik program uygulayacağım açıklaması, ABD emperyalizminin politik baskılarına, tehditlerine göğüs gerip Küba ile ilişkiler geliştirmesi, 'Latin Amerika'yı birleştirme' hayallerinden dem vurması vb., Chavez'i halkın gözünde devrimci, anti-emperyalist, 'ulusal' bir kahraman, bir 'kurtarıcı' önder yapmaktadır. * Ne var ki, köklü ve geri dönüşsüz bir devrimci dönüşüm için gerekli ve zorunlu olan ön şart hâlâ yerine gelmemiştir. Siyasal iktidar, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçi sınıfların devrimci öz örgütlerinin (işçi konseyleri, devrimci asker komiteleri, fabrika komiteleri, köylü komiteleri vb.) eline geçmiş değildir. * Şili'de Ailende, kitlelere, 'hükümet oldunuz şimdi sıra iktidar olmakta' diye sesleniyordu. Ne var ki karşı-devrimin bağıra bağıra geldiğini gören işçi sı nıfı, kendi iktidarları kabul ettikleri bu iktidarı koruyabilmek için bize silah verin diye sokaklara döküldüğünde, bu reformist önderlik kitleleri evlerinize dönün diye pasifıze etmekte tereddüt etmiyordu. Ne de olsa 'sosyalizm'e geçiş kansız, barışçıl bir şekilde olacaktı. Ancak trajik son kaçınılmaz olarak geldi. Allende'nin hazin bir şekilde öldürülmesiyle başlayan ve binlerce insanın canına kıyan faşist diktatörlük Şili halkına on beş yılı aşkın bir süre boyunca kan kusturdu. * Başta ABD olmak üzere tüm kapitalist ülkelerin en büyük korkusu, şu anda Chavez'in denetiminde olan kitle hareketinin denetimden çıkması ve gerçek bir proleter devrime dönüşerek burjuvaziyi Venezuela'da iktidardan devirmesi ve proleter devrim ateşinin tüm Latin Amerika'ya yayılmasıdır. Ama burjuvazi çok iyi bilmektedir ki, bu korkulu rüyayı gerçekliğe dönüştürebilecek yegâne güç, devrimi burjuva sınırlara hapsetmek için elinden geleni yapacak olan Chavez değil, komünist bir önderliğe sahip işçi sınıfıdır." Yeniden milli devrimler çağı Zeynep Güneş'in, bazı bölümlerini kısaltarak verdiğimiz bu makalede, muhafazakâr bir Marksist olarak, Sovyet devrimini ve komünizmi esas alması gayet doğaldır. Ancak, bu model bütün dünyada terk edilmiştir. Zaten, bütün dünyada sol düşünce bu noktada kilitlenmektedir. Başarısızlığı ispat edilmiş bir model yerine yeni veya farklı bir sistem araştırması yoktur! Bu yazıda da Marksizm-Leninizm veya Troçkizm'in önermelerini, birer dogma, hatta birer ideolojik ayet gibi kabul ederek, eskinin tekrarından başka bir öneri yoktur! Ayrıca, Chavez'in mevcut şartlarla, küresel güçlerle ve onların işbirlikçileri ile boğuşa boğuşa, bu kadarını yapabildiğini gözardı etmemek gerekir. Güneş de gözardı etmiyor ama halk komünist modele göre ör-gütlense, Chavez modelinden daha iyi bir model ortaya çıkarabilecek midir? Küba modeli, iyi ve yeterli bir örnek midir? Başka model var mıdır? Kaldı ki Küba modeli de "milli" bir model sayılmalıdır. Ayrıca, dünyanın genel durumu içinde küresel saldırıya karşı, küresel bir cevap verilebilmesi için komünist modelin Venezüella ile birlikte başka ülkelerde de uygulanma şansı var mıdır? Öyle ya, komünist modeli uygulasa bile kapitalist dünyada Venezüella tek başına kalmayacak mıdır? Bütün dünyada aynı anda komünist devrim gerçekleşemeyeceğine ve Venezüella da o dünyada yerini alamayacağına göre, Chavez'in ülkesi için, Güney Amerika için yaptıkları geçerli değil midir?


Bizce şu an için Chavez veya bir başka lider, bundan iyisini yapamazdı. Bu bakımdan Güney Amerika'da başlayan mil]j devrimleri desteklemek, Avrasya'da başlayan büyüA direnişin de itici gücü olacak ve küresel emperyaliz-me geri adım artırılabilecek, dünya bu mücadele içinde bir dengeye kavuşabilecektir.. Küresel emperyalizmin tamamen ortadan kalkması için, insanoğlunun çabası ve sistem arayışı sü-. recektir, sürmelidir ama bize düşen, başarısızlığı kesinleşmiş olan modellerde takılmak yerine, kendi kültürümüz ve tarihi birikimimiz içinden bütün insanlık için geçerli olabilecek bir model üretmeye çalışmaktır. 104 KÜRESEL SALDIRIYA KÜRESEL CEVAP 071 Malazgirt Savaşı ile Alparslan'ın Anadolu ka-J.pılarmı Türkler'e açtığı söylenir. Bu tarihi yorum eksiktir. Bugünkü bilgilerimiz, Anadolu'nun ezelden Türk vatanı olduğunu göstermektedir. Fred Hamory gibi Macar, Kazım Mirşan, Selahi Diker ve Haluk Tarcan gibi Türk araştırmacılar, özellikle Sümerce ile bugünkü Türkçe arasında tıpatıp benzerlikler bulunduğunu ortaya koymakta, Anadolu'da bulunan eski yazıtların öntürkçe olduğunu ispatlamaktadır. Yine Frikler, Likyalılar ve Hattiler'den kalan yazıtların öntürkçe olduğu tespit edilmektedir. Dolayısıyla, Alparslan'ın, Malazgirt Savaşı ile tapusu ezelden beri Türkler'e ait olan Anadolu'yu asli sahibine iade sürecini başlattığı söylenebilir. Alparslan, bir yandan da denize ulaşmak ve Anadolu coğrafyasına tamamen hakim olarak Avrasya merkezli yeni bir medeniyetin öncülüğünü yapmak istiyordu. Alpaslan ile birlikte ve ondan sonra Danişmendler, Mengücekler, Eretna Devleti veya beylikler döneminde, Anadolu'nun her metkeraresi için kan dökülmüş, sonuçta, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde TürkL , Anadolu'da yeni bir medeniyet kurmuştur. 105 Osmanlı'nın son döneminde, Türkçe'nin, burj bağlı olarak Türk düşüncesinin ve bilimsel gelişmeniA duraklaması ve hatta gerilemesi sonucunda, İngiltere Fransa ve Rusya, Kızılırmak'ın batısını Rumlar'a, doğusunu Ermeniler'e teslim ederek bu topraklardaki Türk varlığım tamamen yok etmeyi planladı. Planı 1917 devriminden soma Lenin bütün dünya kamuoyuna açıkladı. Bu plan, Ermenilere ve Kürtlere ayrı devlet kurmayı öngören Wilson prensipleri ile destekleniyordu. Ermeni istilası, İttihat ve Terakki tarafından tehcir ile önlendi. Kürtler, Türk varlığının bir parçası olduklarını ilan etti ve bu savaşta düşman oyununa gelmedi. Karadeniz'deki Rum çeteleri Mustafa Kemal Paşa'mn da desteğiyle Osman Ağa tarafından mağlup edildi. Ege'de devlete isyan etmiş efelerin bir kısmı Rum çetelerine karşı milli mücadeleye katıldı. İç isyanlar bastırıldı. Mustafa Kemal Paşa'mn başkomutanlığında sürdürülen milli mücadelede, önce Kazım Karabekir Paşa, Şark cephesini düşmandan temizledi. Garp cephesinde İsmet Paşa, Türk'ün makus talihini yendi. Sakarya'da düşman tuzağa düşürüldü ve son olarak Dumlupmar'da Fevzi Çakmak Paşa'mn ve bütün komutanların da katılımıyla büyük taarruz gerçekleşti. Ancak, Anadolu'nun yeniden Türkleşmesi bitmemişti. Halka, "Ne mutlu Türk'üm diyene" politikası ile yeniden ulus bilinci vermeye çalışan Atatürk, Balkanlar'da kalan Türk varlığı ile Anadolu'daki Rumların mübadelesini sağladı. Gerçi bugün anlıyoruz ki, gidenlerin tamamı Rum değildi. Yüzyıllar Önce Hıristiyan olmuş, ana dilleri; mezar taşlarında-ıj yazılan ve hatta ibadet dilleri bile Türkçe olan, fakat dillerinden dolayı Türk sayılmayanlar da bu kitleler içinde gönderildi. Sonuç olarak, bu tür hatalara rağmen, Anadolu'nun yeniden Türkleşmesi mübadele ile tamamlandı. İngiltere, Anadolu yaylasında kurulan milli devletin, dil ve tarih politikasını gördükçe, fürk Birliği kurulabileceği ve Britanya'nın egemenliğine son verilebileceği endişesi ile savaş sırasında başaramadığı kışkırtmayı, 1925'lerde ve daha sonrasında gerçekleştirerek Kürtler'in bir kısmım ayaklandırdı. Bu isyanlar da bastınldı. 1939'dan itibaren Atatürk'ün tam bağımsızlık politikası terk edildi. 2. Dünya Savaşı'ndaki politikalar, Türkiye ile SSCB'nin arasım açmış, Stalin'in toprak talepleri gündeme gelmişti...


Türkiye savunmasını NATO sistemine bağlamak zorunda kaldı. NATO sürecinde, Amerikan subaylannın girmediği askeri birlik kalmadı... "Yardım yap ve denetle" politikası uygulanıyordu. Amerikan barış gönüllülerinin Hıristiyanlık pro- pagandalan tutmadı ama Kurmançi ve Zaza dillerini bilen Amerikan subaylan ve sözde barış gönüllülerinin ektikleri aynlıkçılık tohumlan 70'li yıllarda filiz vermeye başladı. Bu dönemin de terörle mücadele çerçevesinde atlatılması sonrasında, bu defa Sevr'de öngörülen, ancak Lozan'da reddedilen ekonomik yaptırımlar gündeme girdi. Dünya Ticaret Orgütü'nün yönlendirmesi ile IMF ve Dünya Bankası politikak rı dayatılmaya başlandı. Ayrılıkçılık da bu programla birlikte yeniden hortlatıldı. Türkiye'yi PKK ile meşgul eden emperyalist güçler, Barzani ve Talabani'ye mesafe aldırdı. Kuzey Irak'ta kurulan devletçiğin, GAP bölgesini yutması esas alınmıştı. GAP bölgesindeki arazi tahsisatları gizli tutuluyordu. Karadeniz ve Ege'de sözde araştırmacılar, arkeologlar, çevreciler geziniyor ve uydurma bilgilerle Türkler'e Romalılar döneminden ata arıyordu. Kimi işadamları bu organizasyonları destekliyor, hatta bazıları Boğazlar'ın uluslararası bir komisyon tarafından yönetilmesini istiyordu. Yüzde 85'lik reklâm gelirini yabancı sermayeden alan medya, Türle kültürü ve ahlakını boğmaya yönlendirilmişti. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, Osmanlı'nın son döneminde ve Cumhuriyetin kuruluş yıllarında olduğu gibi tarikatlar yeniden ele alınmıştı. İngilizlerin Avrasya üzerinde geliştirdiği "Ilımlı bir halife şemsiyesinde dörtlü konfederasyon modeli"ni bu defa ABD, bir cemaat eliyle uygulamaya çalışıyor, bu iş için de bütün Türk Dünyası'nda örgütlenmeye gidiyordu. Wilson prensipleri, yeniden BM sözleşmeleri veya Kopenhag Kriterleri adı altında Türkiye'ye dayatılıyordu. Alparslan ve Atatürk'ün bilinçli olarak uyguladığı Anadolu'yu yeniden Türkleştirme politikası, içerden büyük darbeler yiyor, emperyalizm, silah zoruyla yapamadığım mankurtlaştırdığı kişilere yaptırmaya ça108 balıyor(m. Milletin bütün direnç noktalan Anayasa değişiklikleri ve ekonomik baskılar ile ortadan kaldı- nlmak isteniyordu... Son dönemde, bu operasyonlara Avrupa Birliği tuzağı da eklendi. Artık, Türk Milleti'nin içinden yeni azınlıklar çıkararak milli birlik ve bütünlüğü bozmak, Avrupa'nın aleni politikası haline geliyor, sözde Ermeni soykırımım tanımak, Kürtlere özerklik veya federe devlet hakkı tanımak, Fırat ve Dicle'nin sularını uluslar arası bir yönetime devretmek gibi dayatmalar artık sıradan talepler olarak "İlerleme" raporlann- da yer alıyordu. Dünya Bankası projeleri, Soros Vakfı'mn organizasyonları ve misyonerlik faaliyetleri ile bu defa Türkler'e karşı farklı bir savaş veriliyor, önce ülkede bağımlı ekonomik ve siyasi güç yaratmak, sonra da bu güçle birlikte bütün halkın kimlik duygusunu bozmak ve onları sürüleştirmek politikası uygulanıyordu. Küresel talimatlar ABD yönetimini elinde tutan Evangelistlerin küresel talimatlannı harfiyen yerine getiren, hatta parti programı haline getiren ve uygulamaya çalışan iktidarlar kuruluyor. Bir lobi şirketi vasıtasıyla sonradan Türkiye'nin başbakanı olacak olan kişiye, ABD'den faksla gönderilen CFR kaynaklı memorandumda "Ankara, yerel yönetimlere otonomi vermek ve milli hükümetin fonksiyonlarım yerel düzeyde merke zi olmaktan çıkarmak zorundadır. Dünya, bütün hükümetlerden bunu istemektedir. Bu memoranduma göstereceğiniz ilgiden dolayı takdirlerimizi sunarız" deniliyordu. Söz konusu kişi de bu muhtıradaki ifadeleri, AKP'nin parti programı haline getiriyor ve başbakan oluyordu! AKP'ye uygulatılmak istenen kanton modeli, Butros Gali'nin "Dünya 200 devletli olmaktan 2000 devletli, hatta 5000 devletli bir yapılanmaya doğru gidiyor" diye dile getirdiği CFR planının ürünüydü ve Tayyip Erdoğan'a gönderilen memorandum bunun açık


belgesiydi. Zaten belgeyi gönderen Bakkallı adlı lobi şirketinin arkasında ABD'nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramoviç vardı. AKP'ye uygulatılmak istenen kanton modeli, aynı zamanda, Sevr Antlaşması'nda Pontus ve Kürdistan olarak çizilen bölgelerde, AMDL şirketine verilen maden ve petrol arama imtiyazı ile ilgiliydi. AMDL şirketinin, İnternet'te kendi yayınladığı maden arama imtiyazı aldığı bölgeleri gösteren haritalarla, Barzani'nin İnternet sitesinde Kürdistan ve Yunan gizli servisinin Pontus olarak gösterdiği coğrafya birebir aynıydı! Atatürk modeli 20'nci yüzyılın en ileri adımlarından biri olan Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran irade Türk Milliyetçileri'nin iradesiydi. Türkiye Cumhuriyeti veya Atatürk modeli, bütün mazlum milletlere örnek olmuş ve dünya çapında Hıristiyanların elindeki topraklar azalırken, Müslümanların elindeki topraklar artmıştır! Suat İlhan'ın tespitiyle, "Atatürk devriminden yani 1920'den önce, bugün Batı dediğimiz medeniyetin elindeki topraklar, 25.5 milyon mil kare idi. 1993'te bu rakam 12.7 milyon mil kareye, yani yarısına düşmüştür. İslam dünyası ise 1920'de 1. 8 milyon mil kare üzerinde egemenlik sahibiydi. 1993'te İslam dünyasının sahip olduğu topraklar 11 milyon mil kareye yükselmiştir." Bu da Atatürk modeli sayesinde mümkün olabilmiştir. 1923'den beri süren mücadeleyi, kimin kazandığı bu rakamlarla ortadadır. Avrupalılar, Amerikalılar, Atatürk adını duyunca, bu yüzden ifrit kesiliyor. Çünkü, İslam dünyasını ayağa kaldıran güç, Atatürk modelidir! Demek ki, bugün yapılması gereken, saldırıya aynı yöntemlerle cevap vermektir. Düşman, ekonomik, siyasi kültürel ve psikolojik operasyonlarla Türk Milleti'nin enerji direniş seviyesini aşağıya düşürmeye çabalıyor. O halde, Türkiye'nin ve Türk Milleti'nin birliğini savunanlar düşen, Alparslan ve Atatürk'ün Anadolu stratejilerini Türk çocuğuna anlatmaktır. Bununla da yetinilmemeli, millet, Türk varlığına yönelik bütün iç ve dış tehditler konusunda bilgilendiril meli, bu konularda aynı yöntemlerle kamuoyu oluş turulmalıdır. Millet doğru bilgilendirilirse, bütün teh ditler kendiliğinden ortadan kaldırılır ve Türk'ün birbiriyle didişmeyi bırakması, zamanı verimli kullanması ve hızla gelişmesi sağlanır... Artık her Türk, durumdan vazife çıkarmak zorundadır. Kimse, ama hiç kimse kendi gücünü küçümsememelidir. "Gerçeğin bir kelimesi bile dünyaya bedeldir" Bir insan, bütün insanlığı dönüştürebilecek kudrete, yaradılıştan sahiptir. Hele ki bir insanın düşüncesi, mazlum kitlelerin ruhu haline gelmeye görsün. O gücün karşısında, ne ordular durabilir, ne nükleer, ne biyolojik, ne kimyasal silahlar. Yeter ki, kitlelerin ruhu, teslimiyete alıştırılmasın. Çünkü beyinler bilgi taarruzu ile işgal edildiği zaman, teslimiyet başlamış demektir. Çözüm, sadece Türklük için değil bütün mazlum milletler ve insanlık için geçerli olacak ve kendisine sadece Türk Dünyası'ndan değil, bütün milletlerden taraftar bulabilecek "Üçüncü bin yılın evrensel hukuk ilkeleri"ni tespit ederek, buna uygun siyasi stratejiler geliştirerek sadece 21'inci yüzyılda değil bundan sonraki bin yıllarda da adaleti hâkim kılacak toplumsal bir ruh oluşturmakta ve bu esaslar üzerinde "bilgi kültürü"nün geliştirilmesinde aranmalıdır.. O kudret, bütün olumsuzluklara rağmen, yine Türk gençliğinin damarlarındaki asil kandadır... Ve kimse unutmasın ki, bu kan yine o kandır... Başında Rockefeller ailesinin bulunduğu güç odaklan, Dış İlişkiler Konseyi, Üçlü Komisyon, Bilderberg, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ekonomik Forumu gibi kurullarla,


dünya ekonomisine hâkim durumdadır ve siyasi hedefleri "Tek bir dünya ekonomisi, tek bir dünya hükümeti, tek bir dünya dini"dir. Texe Mans "Dark Majesty" kitabında şöyle diyor: "Yürürlükteki bu korkunç komplonun içeriği, vasat insanları rahatsız ediyor. Konfor sınırlarını sarsıyor. Gerçek, geleneksel düşünce kalıplannın içine sığmıyor ve sosyal olarak 'doğru' kabul edilen olgularla örtüşmüyor. Mevcut sistemlere duyduklan güven sarsılıyor, duygusal ruh halleri tehdit altına giriyor. Çok sarsıcı ve rahatlannı kaçırıcı olabileceğinden, gerçekle yüzleşmek istemiyorlar. İsteseler bile, liderleri, politik ve ekonomik sistemleri, idealize edilen değerler hakkındaki gerçekleri öğrendiklerinde daha sarsıcı bir açmazla karşı karşıya kalma riski olduğunu da biliyorlar. Ancak Soljenitsin'in belirttiği gibi; cesur bir insanın atacağı en basit adım, bir yalanın parçası olmamaktır. Gerçeğin bir kelimesi bile tüm dünyaya bedeldir..." Tarihi zarureti kavramak! Bugün Türk kimliğine ve Türkiye'ye yönelik saldırılar içerden ve dışardan o hale gelmiştir ki, milletin geleceğini düşünen insanlar için ilk iş Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte kazanılan Türk kimliğini ko-' ramak için önlemler almaktır. Atatürk döneminde, Atatürk'ün varlığından dolayı böyle bir korumaya ve savunmaya gerek yoktu. Ancak, 1944'ten başlamak üzere, Türkiye'de Türk kimliğine yönelik saldırılar yoğunlaşmıştır. Öyle bir noktaya gelinmiştir ki,Türk milleti içinden kendi kimliğini reddeden insanlar türeyebilmiş-tir. Bir zamanlar solun evrenselliği adına bu kimlik kaybına uğrayanlar olduğu gibi son dönemde de kendi ırkım, milliyetini hakir görmeye başlayan bunu da islâmm gereği gibi gören insanlar türedi. Mehmet Emin Resulzade, "Yirminci asrm Şark'ı, on dokuzuncu asır Garp tarihinin kaydettiği Amerika ihtilali ile Fransız inkılabım bir hamlede yapmak zaruretindedir. Mustafa Kemal'in büyüklüğü işte tarihin bu zaruretini kavrayışmdadır. Bu şümullü dehası ile Türk milliyetçiliğinin şanlı başbuğu, aynı zamanda kurtulan Şark'm da sembolüdür!" demişti. Atatürk, dünyada ulus devlet modeli dışında yaşamanın mümkün olmadığını kavrayarak, ulusal yapılarım çoktan tamamlamış devletlere karşı, üstelik işgal altındaki bir imparatorluğun elde kalan topraklarında bir direniş hareketi örgütleyip, o hareketin ge niş halk kitleleri tarafından benimsenmesini sağladı, ordusunu yeniden düzenledi ve milli gücü oluşturdu, güce dayanarak savaşı kazandıktan soma da yeni bir savaş başlatarak ulusal devrimi gerçekleştirdi.. Atatürk, her iki savaşı sürdürürken, Rusya ile birlikte hareket etti. Aksi halde Türk devriminin başarı şansı çok zayıftı. Batı emperyalizmine karşı kendi var oluş mücadelesini veren Ruslar'm da "Bağımsız bir Türkiye"ye ihtiyacı vardı... Küresel bir model; küresel bir örgüt Şimdi insanlığa dayatılan model, federalizm görüntüsü adı altında ve şirketler komünizmi vasıtasıyla ulusal yapıları çözerek, artık güç olmaktan çıkacak ulus devletler yerine, yeni bin yılm imparatorluğunu kurmaktır. Yeni düzenin sahipleri, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet'i, "Abraham temeli"nde birleştirerek, üç dini bu imparatorluğun ideolojisinin alt yapısı olarak kullanmaya hazırlanmaktadır. "Hz. ibrahim de Türk'tü" iddialarının sebebi, Abraham temelli ideolojiyi Türk halkına kolaylıkla kabul ettirebilme düşüncesidir... O halde şimdi ne yapmalı? Güç odakları arasındaki çelişkilerden faydalanmak gereğini söylemeye bile lüzum yok... Ancak, sırf güç odaklan arasındaki çelişkilerden veya dünyadaki direnişten faydalanmak suretiyle, Türk varlığını ebediyen yaşatmak mümkün değildir. Atatürk, takip edilecek yolun ne olduğunu hiçbir tartışmaya imkân vermeyecek kadar açık bir şekilde ortaya koymuştur:


"Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de milletler tarihinin binbir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir. Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin mesnedi Türk topluluğudur." Bu çizgiye oturmuş gerçek bir direniş olmazsa, yenilenme de olmaz ve Türk milleti köle haline bile gelmez, yok edilir. Atatürk, bir ulusal kurtuluş hareketinin lideri ve bir devlet kurucusu olarak elbette ilk planda kendi milletinin dünyada layık olduğu mevki-ye yükselmesi görüşünden hareket edecekti. Kaldı ki Atatürk, bütün beşeriyette gerçek huzurun teminini arıyordu. Bugün de bu temel görüş geçerlidir. Ancak, Yeni Dünya Düzeni'nin ve küreselleşme sloganlarının başlattığı değişim, dünyayı serbest piyasadan ziyade tek pazara, tek paraya, tek merkezli bir tekelleşmeye götürürken eş zamanlı olarak, insan hakları sloganının şemsiyesi altında ulus-devletleri etnik veya dini parçalanmaya itmektedir. Halbuki Atatürk, Avrupa'nın veya Batı'mn dediğini yapmadı, Avrupa'nın, Batı'mn kendisi için yaptığım Türkiye için yaptı... Bununla da yetinmedi, Bir Türk modeli ortaya koydu ve Türk devrimini örnek alan birçok ülkede halk ayaklanmaları, ihtilaller oldu ve yeni ulus devletler kuruldu. Bu, Atatürk modeliydi... Atatürk, direniş içinde değişimi başlatmış, değişim içinde de direnmeye devam etmişti. Atatürk'ün ortaya koyduğu örgütlenme biçimi, emperyalizmle boğuşan milletler için küresel bir model olmuştu... İşte onun için "Atatürk'ün Yol Haritası" diyorum... Bugün de aynı yöntem geçerlidir. Türkiye, bugün de mazlum milletlere örnek olmalıdır... Eşitlik, açıklık ve adalet ilkelerini uluslararası politikanın vazgeçilmez kuralı haline getirerek, yerli üretime ve yeraltı-yerüstü kaynaklarına dayalı, her türlü dış baskı ve dayatmayı reddeden bir anlayış içinde Türkiye çok kısa bir sürede dünyanın en güçlü ülkelerinden biri olabilir... Yani Türkiye, kendi küresel modelini hayata geçirmelidir. Türk aydınlarına düşen görev de bu modelin felsefi, ideolojik ve stratejik temellerini atmaktır. Ancak küresel çözüm, sadece bir ülkenin ve o ülke aydınlarının tavrıyla geliştirilemez. Türkiye, kapalı kapılar ardında insanlığın geleceği ile ilgili kararlar alan Dünya Ticaret Örgütü, IMF ve Dünya Bankası'nın gayrımeşruluğunu ortaya koyabilir. Türkiye'nin aydınları küresel sömürüye karşı, küresel bir direniş başlatabilir ve üçüncü bin yılın temel ideolojik kriterlerinin eşitlik, açıklık ve adalet olduğunu, mevcut dünya düzeninin ise sömürüye dayandığını ilan edebilir. Ayrıca, dörtte üçünün karşılığı olmadığı bilenen Amerikan dolan tahtından indirilip yerine altın gibi başka bir birim konulabilir. Türkiye, bütün insanlığı, eşitlik, açıklık ve adalete dayalı Türklüğün Yeni Dünya Düzeni kuralları etrafında arkasına alabilir ve insan hakları bayrağını yükseltebilir... Bugün dünya elitlerinin rüzgârları ile yelkenlerini şişirmeye çalışan siyasiler, iş adamları, gazeteciler, yazarlar bilsinler ki, rüzgara karşı sörf yapan kendileridir. İnsanlık, bu çapulculara, şirketler komünizmine teslim olmayacaktır... İşbirlikçiler ise bütün dünyada cezalandırılacaktır... Üçüncü bin yılın ideolojisi medeniyetler beşiği olan Anadolu'dan çıkacak ve bütün insanlığı manyetik alanına çekecektir. Türk Milleti, Atatürk'ün belirttiği gibi, bütün beşeriyette gerçek huzurun temini yolunda kendisine düşen vazifeyi yapmakla başarıya ulaşacaktır... Tabii, "Türkiye, IMF, Dünya Bankası ve Avrupa Birliği dayatmalarına boyun eğerek nasıl milli bir strateji takip edecek?" sorusu da ortadadır. Ekonomiyi çökerttiler, sıra ülkenin tapusunu almaya geldi! Bu konuda milli bir tavır geliştirmeden, dünya politikasına soyunmak mümkün değildir... Enerji Direniş Seviyesi "Kavimlerin Türeyişi"ni yazan etnolog-tarihçi Gumilev diyor ki,


118 "Yiğitleri ve kahramanları kendi hayatından uzaklaştıran etnos sadeleşmeye başlar, sadeleşme etnik kollektifm direniş gücünü azaltır. Sakin ve istikrarlı dönemlerde direniş gücünün azalmış olması pek far-kedilmez ama biyolojik bir ortamla ve özellikle komşu bir etnosla karşı karşıya kalındığı zaman, (savaşta) dinamik ve fedakâr insanların yokluğu açık bir şekilde hissedilir." Gumilev'in Tierri Ogüsten'den naklettiği gibi, "Büyük işler yapanlar ayrı ayrı ihtiras sahibi enerjik bireyler değil, enerji direniş seviyesi adı verilen ortak ruhtur." Türk etnosunun ortak ruhu bir Atatürk çıkardıy-sa, bu, Türk Milleti'nin içinde başka Atatürkler de bulunduğunun göstergesidir. Zaten o da "Ben öldükten sonra yüz binlerce Mustafa Kemal çıkacak" dememiş miydi? Bugün, ABD, IMF ve Avrupa Birliği'nin talepleri üzerine parlamentoya karar aldırdıklarını açıkça söy-leyenlerce yönetilen Türkiye'ye karşı, ekonomik, psikolojik, sosyolojik ve etnolojik savaş açılmıştır. Irak'la birlikte Türkiye'nin de parçalanmasını, bu topraklarda Büyük İsrail'in kurulmasını öngörüyorlar. Yani büyük savaş yakındır! Bütün olaylar gösteriyor ki, Türk Milleti'nin ortak ruhu, enerji direniş seviyesi yok edilmek isteniyor! Fakat bilim, "etnos, insanların planıyla, programıyla yok edilemez" diyor. 119 A Etnos, bir genetik, biyolojik, kültürel vakadır ve bunlar da bütünüyle doğaya bağlıdır. Herhalde Bilge Kağan, bu bilimsel bilgiye sahipti ki, "Üstte mavi gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe senin ilini ve töreni kim bozabilir ki!" demişti... Büyük şair sezgisiyle Fazıl Hüsnü Dağlarca haykırıyor: "Öylesine eskidir bu toprakta düşen kan Toprak değil Türk çıkar depremde yeraltından " Mehmet Akif, zaten "Şüheda çıkacak toprağı sıksan şüheda" dememiş miydi? Namık Kemal'in "Merkez-i hake atsalar da bizi; kürrei arzı patlatır çıkarız..." diye anlattığı gibi, Anadolu baştan başa yakılıp yıkılsa, Türk nüfusu yeni teknolojilerle yok edilse, Türk etnosu yine yok olmaz! Altaylar'dan çıkamazsa, Alpler'den, Antlar'dan baş-gösterir, yeniden eski gücüne, kuvvetine kavuşur... Ancak kurtuluş için, herhangi bir güçten medet ummanın faydası yoktur. Millet, ancak "kendi azmi ve kararı" ile yaşanacak büyük bir felaketten kurtulabilir. Milletin kararı, tek tek bireylerin karan ile oluşur. Dolayısıyla, kimse kendi gücünü ve potansiyelini küçümsememelidir. Her Türk'ün, Türkiye topraklarına yabancı güçlerin ayak basmasına direniş hakkı vardır. Bugün Türkiye ekonomik, siyasi ve kültürel açıdan büyük ölçüde işgal edilmiş durumdadır. Dolayısıyla herkesin ama 7'den 70'e herkesin, direniş hakkı vardır! Şimdi neredeyse bütün halk gerçekleri görmeye başladı. Küresel şirketlerin güdümünde, Türkiye tarımının bile çökertildiğini, halkın açlıkla karşı karşıya kalabileceğini artık herkes fark etmeye başladı. İşte, kurtuluşu bu bilinçlenme sağlayacaktır... Felaket ne kadar yakmlaşmışsa, kurtuluş da o kadar yakınlaşmış demektir. Düşman göz göre göre, Kuzey Irak'ta devlet kurup, her türlü teknoloji ile donatılmış Amerikan ordusunun desteğinde Anadolu'da yayılmayı planlıyor. Ancak, bu topraklarda yaşayan şehit oğullan, atasını incitmez... Vermez dünyalan alsa da bu cennet vatanı... Muhtaç olduğu kudretin damarlarındaki asil kanda mevcut olduğunu bilir... Ve yurdunun üstünde tüten en son ocak sönmeden bu şafaklarda yüzen al sancağım indirmez... Yeniden haykırır bütün dünyaya:


"Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım. Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım. Garbın afakim sarmışsa çelik zırhlı duvar, Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var. Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imam boğar, 'Medeniyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar? " Yıldızları hedef almak! Şimdi anlaşılmıştır ki, çağdaş medeniyetin ön sa fma geçme ülküsü, tıpkı Osmanlı'nın "Nizam-ı Alem davası gibi bir formüle ihtiyaç duymaktadır. Biz, bun "Türklüğün Yeni Dünya Düzeni" diyoruz. Dünyaya düzen verme iddiası olmayan bir mil letin, kendisine çeki-düzen vermesi beklenemez. Dünyaya düzen vermek gibi yüksek bir iddia, top lumu birbirine düşmekten alıkoyabilir ve önce ken dişine çeki-düzen vermeye zorlayabilir. Yoksa "mil letler mezarlığı"nda kaybolup gitmek de vardır. B yok oluştan kurtulmak, böyle yüksek bir gayenin ç~ kim gücüyle gerçekleşebilir. Bugün, Adriyatik'ten Çi: Denizi'ne kadar Türk milletinin içinde bulunduğu d ram, böyle büyük ve ortak bir iddia ve ülküden ma ram oluşundan kaynaklanmaktadır. Gerek siyasi, gerek coğrafi dağınıklığın sebebi h defsizliktir. Hedefin, sadece Türkiye'deki Türk milliyetçilerinin gönlünde dilinde ve elinde bulunması yetmez. Hedef, milletin çoğunluğu tarafından benim-senmedikçe, bir siyasi partinin görüşü olarak kalır. Türkiye'de millî idealler sadece kendilerine "Türk milliyetçisi" diyenlerin idealleri olmaktan; İslâmî ide aller kendilerine "İslamcı" diyenlerin idealleri olmaktan; çağdaş idealler de kendilerine "ilerici veya solcu" diyenlerin idealleri olmaktan kurtarılmalıdır... Peki, bunu kimler yapacak? Elbette bunu, kendilerine Türk milliyetçisi diyen, İslamcı diyen ve çağdaş diyenler yapacaktır... Bu üç ana grubun önde gelen fikir adamları "bir ortak bileşen" de buluşmalıdır. Buluşmaya mecburdur. Aslında kendilerini Türk kimliği dışında görenlerin sayısı veya oram o kadar küçüktür ki, çıkardıkları yaygaraya ve gürültüye hayret etmemek mümkün değildir. Ortak bileşen "Türklüğün Yeni Dünya Düzeni" olabilir. Hem Türkiye'de, hem bütün Türk dünyasında, hem İslâm ülkelerinde, hem de bütün dünyada, eşitlik, açıklık ve adalete dayalı bir sosyal düzeni, insan haklarım, barışı, kardeşliği kurmayı hedefleyen bir ortak bileşen... Türkler, böyle bir ideolojiye sahip olmazlarsa, ABD'nin, "Nizam-ı Alem" davasını "Yeni Dünya Düzeni" adıyla kendisine mal etmesine ve bu davayı küreselleşme adı altında neredeyse dini inanca dönüştürmesine nasıl direnebilir? Türkler insan haklan meşalesini taşırken, kimseyi din değiştirmeye zorlamayacaktır... Fakat o meşale, bütün dünyada, eşitliği, açıklığı ve adaleti, kısacası huzuru sağlamayı temsil edecektir. Kızılelma bir hayaldir ama "Türk Birliği" artık hayal olmaktan çıkmıştır. Dolayısıyla yeni kızılelma, Türk birliği ile birlikte, eşitlik açıklık ve adaleti de temsil eden bilim meşalesini, bütün dünyaya taşımaktır. Bu meşaleyi taşırken, askeri fetihler yapmak gerekmiyor... Söz konusu olan insanlığın gönlünü fethetmektir. Bu fetih, "ay"m, "güneş"in ve "yıldızlar"ın fethiyle tamamlanacaktır. Fetihlerde kullanılacak ışık, bilimden başka bir şey değildir. "Türklüğün Yeni Dünya Düzeni" ile ilgili bir konferans verirken, genç bir dinleyici, "Bu anlattıklarınızın bir kısmı hayal, ütopya değil mi?" diye sordu... Cevabım şöyle oldu: "Evet, ütopya... Ama ütopyanın olması değil, olmaması büyük bir eksikliktir. Hatta diyebilirim ki, bugün, Türklerin en büyük sıkıntılarından biri de insanların ortak bir hedeflerinin, bir kızıl lelmalarmın olmamasıdır. Bizler, dünyaya düzen verecek bir millet olma idealini yeniden kazanırsak, ancak o zaman kendimize de çeki düzen verebiliriz."


Güneşi tuğ, gökyüzünü çadır olarak gören Oğuz Han'dan ve binlerce Türk liderinden sonra, yakın tarihte, bilhassa Atatürk, aynı hedefi, Türk Milleti'ne yeniden kazandırmak istemiştir. Bakınız ne diyor Atatürk ıo. Yıl Nutku'nda: "Türk Milleti'nin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda; elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müsbet ilimdir. Şunu da önemle belirtmeliyim ki, yüksek bir insan toplumu olan Türk Milleti'nin tarihi bir özelligi de güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığım, doğuştan zekâsım, millî birlik duygusunu, her zaman ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek geliştirmek millî ülkümüzdür... Türk Milleti'ne çok yaraşan bu ülkü, onu bütün beşeriyette gerçek huzurun temini yolunda, kendisine düşen medeni vazifeyi yapmakla başarıya ulaştıracaktır." İşte Atatürk'te de Türk milletinin tarihi ülküsü: Beşeriyette gerçek huzuru temin etmek... Dünyaya düzen vermek ülküsü, Türk milletini kendisine karşı da medeni vazifesini yapmaya mecbur eder ve devamlı uyanık tutar. Türklüğün Yeni Dünya Düzeni'ne millî dinî ve insanî idealleri birbiriyle bağdaştırarak, Ankara merkezli ekonomik entegrasyonun beyni ve kalbi olup Türk Milleti'ni düşmansız kılarak, kendini bile kayırmayacak bir ahlak ve adalet ölçüsüne ulaşıp ferdi hürriyeti geliştirerek, parti, mezhep ve tarikat ayrılıklarından kurtulup iktidar kavgalarını en aza indirerek, "Türk-islâm-çağdaş" formülü ve kızılelma meşalesi ile ulaşılabilir. Hem merkeziyetçi, hem de yerel yönetimlere önem veren üniter devlet yapısı içinde, bütün kavimlere, dinlere, mezheplere hoşgörü ve adalet düşüncesiyle yaklaşmak, Türk devlet felsefesinden yola çıkarak ıo kişilik, ıoo kişilik, ıooo kişilik ve ıo bin kisilik teşkilâtlanma ile büyük kurultaya giden Türk demokrasisini yerleştirmek, zekâtın devlet tarafından toplanması ile servetin zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlet olmaktan çıkarılmasını gerçekleştirmek; bunları yaparken Paris Şartı'nın yerine bir Ankara Şartı hazırlamak, Kopenhag kriterlerinin yerine Ankara kriterleri oluşturmak, Birleşmiş Milletlerin yapısını demokratikleştirerek bütün insanlığa yön vermek mümkündür. Türk boyları ve devletleri de ancak aynı felsefeyle birlik olabilir. Güneş ülkesinin meşalesi, sadece Türkiye Türkleri değil, bütün Türk dünyası gençliğinin elindedir. 21'inci yüzyılın veya üçüncü bir bin yılın ideolojisini hazırlarken temel ölçülerimiz kendini kayırmayan ve şiddeti reddeden bir adalet fikri ve açıklıkla bağdaşmayan eylemleri ve karar mekanizmalarım hukuk dışı kabul eden ve gizli terör olarak nitelendiren, hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü anlayışı olmalıdır. Yine her inşam her halkı kendisine ait haklar ve özgürlükleriyle birlikte ayrı bir kişilik olarak değerlendirmek, kendi ekonomik ve sosyal düzenini, dilini, dinini, kültürünü onlara dayatmamak, fakat "adalet ve açıklık" ilkelerini bütün insanlığın ortak ilkeleri haline getirmek de temel görüşümüz olmalıdır. Atatürk'ün dediği gibi "istibdat fikrini öldürmek" yani şiddeti, gizli açık terörü ortadan kaldırmak, adaleti hâkim kılmak hedefimiz olmalıdır. Yeni Dünya Düzeni veya küreselleşme ideolojisi, hatta bu çerçevede "Genişletilmiş Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi" sahiplerinin, insan haklarım, ulusları çözmek ve parçalamak için kullanması karşısında, bütün dillere ve kültürlere saygı duyarak, aralarında adalet ve açıklık ilkelerini esas almak, hem çözülmeleri durduracak, hem de bütün insanlığı kendi kişiliğini ve kimliğini korumak kaydıyla bir "Evrenli bilinci"nde birleştirecektir.. Bu fikirlerin Anadolu'dan yeşermesi, güneşin artık Anadolu'dan doğacak olması tesadüf değildir. Yeni • Dünya Düzeni'nin veya küreselleşmenin en fazla sıkıştırdığı ülke Türkiye'dir ve en fazla sömürmek istediği coğrafya Türk Dünyası'dır. O halde üçüncü bin yılın ideolojisi medeniyetlerin beşiği olan Anadolu'dan çıkacak ve bütün insanlığı manyetik alanına çekecektir. Unutmayalım ki, yeni Türk devletini kuran Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 23 Nisan 1920 toplantısı, Müdafaai Hukuk Dernekleri'nin genel kuruluydu! Demek ki, Bugünkü


imkânlarla, bütün dünyaya çeki düzen verecek örgütlenme modelini Türk tarihinin içinden çıkarmak mümkündür. Yeter ki, Türkler iman tazelesin ve günümüzün saldırı yöntemlerine, günümüzün savunma ve karşı saldırı yöntemleri ile cevap verebilsin! ABD'NİN ŞİFRESİ: KÜRESELLEŞME "Allah'tan başka dostlar edinenlerin durumu, örümceğin durumu gibidir. Örümcek bir yuva edinir; halbuki yuvaların en çürüğü şüphesiz örümcek yuvasıdır. Keşke bilselerdi!" (Ankebut Suresi, 41. ayet) Küreselleşme işte bu ayette belirtildiği gibi ideolojisini CFR'nin geliştirdiği, örgütlenmesini CIA ve ABD hazinesinin, her ülkede işbirlikçiler oluşturarak kurduğu, bütün dünyanın ekonomik kaynaklarının ele geçirilmesi hedefine hizmet eden, bunu gerçekleştirmek için de Evangelizm ideolojisini kullanan veya aynı ideolojinin mensubu olan Yeni Muhafazakârlar tarafından sürekli katkılarla yenilenen bir örümcek ağıdır. Projenin hedefine ulaşması, bütün insanlığın bu gidişatı seyretmesine bağlıdır. Ancak, projenin örgütlenme şeması bir örümcek ağı kadar zayıf ve açıkta olduğu için, her an çözülmesi, parçalanması veya dağıtılması mümkündür. Tabii bunun için de bütün insanlığı esas alan yeni bir proje geliştirmek gerekir. 29-30 Mayıs 2003 günlerinde istanbul'da Genelkurmay Başkanlığı'na bağlı SAREM'in düzenlediği "Küreselleşme" konulu konferansta, Ermenilerin soykırım iddialarım bilimsel çalışmaları ile çürütmesi ile Türk kamuoyunun yakından tanıdığı Prof. Dr. Justin McCarthy, küreselleşmenin önünde direnmenin 100 kilometre hızla gelen bir kamyonun önüne çıkmak gibi olduğunu söyledi! McCarthy, "Kamyonun önünde durursanız ezilirsiniz. Sonra belki orada bir daha kaza olmasın diye yola bir ikaz tabelası koyarlar" dedi ve dünyanın önünde üç seçenek bulunduğunu öne sürdü. McCarthy, "Bütün dünyanın aynı politikalarda uzlaşması ideal seçenektir. Ancak sermaye hareketlerinin düzenlenmesi bu şekilde mümkün olmaz, dolayısıyla en güçlü alternatif Amerikan imparatorluğudur. Bu düzen, bölünmüş güçlerden daha faydalı olacaktır. Bunun da alternatifi iki ya da üçlü güç bloğudur" diye sözlerini bitirdi! Salonda buz gibi bir hava estiren ise oturum başkanı Gündüz Aktan'm sözleri oldu. Aktan, küreselleşmenin ulusal egemenlikleri ortadan kaldırdığını, milli kimlikleri çözdüğünü, devleti yıprattığım anlattıktan sonra, Justin Mc Carthy'nin "Amerikan imparatorluğu en önemli alternatiftir" şeklindeki görüşlerine katıldığım ve "Pax Americana'yı Pax Civititas haline getirmek gerektiği"ni söyledi. Tartışma bölümünde söz alan dinleyicilerden Prof. Dr. Tolga Yarman, Gündüz Aktan'ı kastederek, siyasi tercihlerle bilimsel yaklaşımların karıştırılmaması gerektiğini bunun erdemli bir davranış olmadığını belirtti. Yarman, "ABD "de dostları olmak demek, Amerikancı olmak demek değildir. Hiçbir ulusa bu kadar bağlı olmamak gerekiyor. Biz kimseye biat etmeyiz. Bizim karakterimiz bağımsızlıktır Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir, dünyada da hakimiyet kayıtsız şartsız bütün dünya uluslanmndır. Gerçek küreselleşme budur" diye konuştu. Prof. Dr. Ami Çeçen, "ABD ordusunun dünyaya yayılması mümkün değildir, AB ordusu geliyor, Asya ordusu geliyor. ABD işgal politikasına devam ederse bir 3. dünya savaşı kaçınılmaz olur. Dünya Ticaret Örgütü yanlış bir örgütlenmedir. Uydulaşmayı, sömürgeleşmeyi getirmiştir. Alternatif bir küreselleşme modeli vardır. Avrupa merkezli bir küreselleşme bile olabilir. Biz katılımcı bir küreselleşme modeli öneriyoruz. Dünya güvenliği bütünüyle BM'ye verilsin ve BM Ordusu kurulsun. Bütün ülkeler bu orduya eşit oranda katılsın" önerisinde bulundu. Doç. Dr. Güner Tuncer ise "Küreselleşmenin, ulus devleti, dolayısıyla Atatürk ilkelerini ortadan kaldırmaya çalıştığım biliyoruz. Burada sorun şudur: Türkiye'yi yönetenler bu ilkelere sahip çıkacak mıdır, çıkmayacak mıdır? Yönetim sahip çıkmayacaksa, iş Türk aydınlarına ve Türk halkına düşüyor..." dedi. Örümcek Ağı


Bu sırada ben de söz alarak, küreselleşmeden söz edilirken IMF ve Dünya Bankası kararlarına vurgu yapılmakla birlikte bu iki kuruluşun üzerindeki karar mekanizmalarından, sivil toplum örgütü gibi gösterilen kuruluşların istihbarat örgütlerinin güdümünde olmasından kimsenin söz etmediğini hatırlattım. Bütün dünyanın tartıştığı küreselleşmenin İnternet gibi teknolojik örnekler verilerek kendiliğinden gelişen bir süreç olduğunun propaganda edildiğini ve kimsenin bu kavramın sahipliğini üstlenmediğini, kimsenin bu projenin sahibinin kim olduğunu söylemediğini, sahibinin de kendi adıyla ortaya çıkmaya cesaret edemediğini anlattım ve "Küreselleşme gay-rımeşru bir çocuk gibi ortada kalmıştır" dedim... Ve ekledim: "Küreselleşme bir süreç değil, öncelikle bir projedir. 100 kilometre hızla gelen bir kamyon değil, bir örümcek ağıdır. Dünyadaki an zayıf örgütlenme şeması örümcek ağıdır, bir ucundan çekerseniz çözülür gider... Ulus devletler, milli kimlikler yaşayacak ve insanlık onuru, köleleştirme demek olan bu örümcek ağım çözecektir!" Oturum Başkam Gündüz Aktan, benim konuşmamdan soma küreselleşmenin bir proje değil, bir süreç olduğu iddiasını tekrarladı! Prof. Dr. Justin McCarthy de bana cevaben kamyon örneğini yeniden anlatarak küreselleşmekten kaçmanın mümkün olmadığım tekrarladı! 131 Benim sözlerim, Mustafa Yıldırım'ın o sırada henüz basılmamış olan, fakat "Yabancının parasıyla kurulan örümcek ağında demokrasi oyunu" başlığı altında geniş bir özetini bana gönderdiği ve "Sivil Örümceğin Ağında" adıyla yayınlanan kitabındaki tespitlerle, Ankebut Suresi'ndeki 41'inci ayeti birlikte düşünmemden kaynaklanıyordu. Ankebut Suresi, 41. ayet şöyledir: "Allah'tan başka dostlar edinenlerin durumu, örümceğin durumu gibidir. Örümcek bir yuva edinir; halbuki yuvaların en çürüğü şüphesiz örümcek yuvasıdır. Keşke bilselerdi!" Mustafa Yıldırım ise şu bilgileri veriyordu: "Öyle bir sistem geliştirilmeliydi ki, devlet merkezlerinin egemenlik araçları ellerinden alınıp, halk kitlelerinin merkeze olan güven ve bağlılıkları zayıf-latılmalıydı. Ulusal yönetimler, kısa devre edilerek, dünya egemenlerinin NGO-Vakıf-Enstitü gibi örgütleri aracılığıyla, kitlelerle doğrudan ilişkiye geçmek, daha ekonomik ve daha kalıcı bir yöntemdir. Bu egemenler adına bir tür uzaktan yönetimdir. İlgili ülkenin örgütleri ve kurumları, bu ilişkileri yerinden ve yerel yönetime destek olarak kabullenip, demokrasi oyununa katılabilirlerdi. İşin ABD iç siyasetinde önemli bir boyutu da, harcanacak paranın yasal, en azından kitabına uygun, olmasıydı. Örtülü ilişkilerle dolap çevirmek, soğuk savaş döneminde, 'komünizm tehdidi' gösterilerek, uluslararası yasallık içinde kabul edilebilirdi. Ne ki, Doğu Blokunun giderek çözüleceği öngörüsü gerçekleştikçe, anti-komünizm dürtüsü giderek zayıflayacak ve yasallık da buna koşut olarak sorgulanacaktı. Oysa ulus devletler, dünya egemenliğinin önündeki en büyük engeldi. Ulusal egemenliklerinden ödün vermeye yanaşmayan devletlerin sınırlarının eleğe döndürülmesi işi, örtülü, kirli işlerle becerilemezdi. Öte yandan, bu tür işler, ilgili ülkelerin insanlarının onayı alınmadan gerçekleştirilemezdi. İşte bu nedenlerle, 'hür dünya' işlerinden, 'insan haklan' ve 'din hürriyeti' bekçiliğine evrilen operasyonun temelini Amerikan tipi demokrasinin ihracı oluşturmalıydı. İşte bu 'demokrasi ihracı" 1980'lerin başından bu yana 92 ülkede uygulanan ve adi 'project democracy' olarak Reagan tarafından konulan yeni-mandacılığın ördüğü WEB'de yani 'örümcek ağı'na Türkiye'yi de almıştır." Yıldınm daha sonra, emekli CIA ajanı Ralph McGehee'nin "Avrupa'da yerleşik ve çoğu Birleşik Devletler tarafından parayla beslenen hükümet dışı örgütler (NGO'lar) de doğrudan ya da dolaylı olarak, bu operasyonlarda yer alıyor" sözlerini hatırlatıyor ve "WashingtonLondra-Berlin-Paris-Amsterdam-Brüksel -Kopenhag merkezli, 'güdümlü sivil demokrasi' rejimlerinin yerli yerine oturtulması döneminin başladığım, örneğin Peru'da seçimle gelmiş devlet başkanının


Soros'un da milyon dolar katkısıyla başlatılan iç karışıklıkların ardından geliştirilen ince bir komployla görevden uzaklaştırıldığım, Venezuela'da benzer bir operasyon uygulanmak istendiğini" anlatıyor.. Nitekim Yıldırım'm bahsettiği Soros operasyonları gittikçe yayılarak, Yugoslavya'nın parçalanmasına, Gürcistan ve Ukrayna'da halk ayaklanması ile yönetimlerin değiştirilmesine kadar devam etti. Bir anlamda, Türkiye'nin etrafı Soros devletleri ile kuşatılmaya başlandı! Yıldırım devam ediyor: "1982 sonlarında ABD Kongresi'nin onayıyla NED (National Endowment for Democracy), yani Ulusal Demokrasi Fonu kuruldu. NED aslında, parasal kaynağın kasasıdır. Ana para kaynağı, doğrudan ABD hazinesi, yani devlet. Ayrıca vakıflar, 'konsey' adı altında örgütlenmiş CFR gibi seçkinler klüpleri, AID ve hatta Amerikan sendikaları, şirketler, kişilerdir. Batı Avrupalı siyasi vakıflar da somadan ortak bütçeye katıldılar. Amaç gizlenemeyecek denli açıktı. Doğu Avrupa'yı, Afrika'yı, Asya'yı, Ortadoğu'yu, Okyanus devletlerini birlikte yeniden kolonileştirmek; doğal kaynakları çok uluslu şirketler aracılığıyla yağmalamak. Avrupa'nın doğusundan Asya'mn Okyanusu kıyılarına, Hindiçin'den Afrika'nın Atlas okyanusu kıyılarına, Orta Amerika'dan Antarktika'ya uzanan anakaralarda, bağlı bürolarla, vakıf-NGO-parti bağlarıy la, devlet yöneticileri ve ticaret-sanayi odaları ilişkileriyle, yaym dünyası dostluklanyla yürütülen bü operasyonun adı 1982'de Başkan Ronald Reagan tarafından 'Democracy Project' ya da 'Project Democracy' olarak konuldu. Yabancı devletin, bir ülkenin içinde örgütler kurması, kurulu örgütleri yönlendirmesi, bu örgütlerden raporlar alması, bu raporlara göre o ülkeye yön vermesinin bir tek anlamı olabilir. O da, ülkede varolan devlete paralel, merkezi dışarda bir yönetim oluşturmak. Paralel yönetimin oluşturulma süreci, ülkeden ülkeye uygulamada küçük değişiklikler gösterse de, ana program değişmiyor. İçine sızılan devlet bürokrasinin de yardımıyla, yaygın bir 'medyatik' ve 'entelektüel' yedek güç operasyonuyla, Amerikalıların 'manu-facturing public perception' dedikleri 'kamu-oyunun algılama dizgesini üretme' sürecinde, aşamalar bir bir geçiliyor. 'Algılama dizgesi üretimi' sonucunda, o ülke insanları, aslında kendilerine benimsetilmiş olan düşünceleri, ya da eylem planlarım, bizzat kendi kurumlarının, kendi beyinlerinin ürünüymüş gibi algılayıp, uygulamaya geçiyorlar." Yıldırım daha soma, "Beyin temizleme, beyne yeni algılama düzeneği yerleştirme, örgütleme, kimlik oluşturma ve eyleme geçirme süreci 18 adımda gerçekleştiriliyor" diyerek bu adımlan bir bir açıklıyor. işte bu örümcek ağımn gücü, ağın parçalanması ile sona erecek kadar zayıftır. Çünkü ağda görev yapan örümcekler ve aralarındaki zayıf bağlantılar bellidir. Bu örümcekler tasfiye edildiği anda, ağın işlevi de sona erer! Nitekim Özbekistan devleti, ülkedeki örümcek ağım dağıtmış, Soros'un adamlarım sımr dışı etmiştir! Şayet, bu ağ parçalama işi, birkaç ulus devlet tarafından aynı anda yapılırsa, ortada ne küreselleşme projesi kalır, ne de örümcek ağı! Küreselleşmenin İdeolojik Röntgeni Küreselleşmenin teşkilatı hakkında bu şekilde bir fikir edindikten sonra, ideolojisi üzerinde de biraz duralım: Küreselleşmenin ne anlama geldiği konusunda veri olabilecek nitelikte, elimde iki önemli belge var. Bunlardan birincisi 2001 yılında medyada propagandası yapılan İtalyanlar'm "Veneto'dan Batı Karadeniz Bölgesi'ne" sloganlı bisiklet gezisi sırasında kullanılan ve gezinin amacım ortaya koyan bir belge, ikincisi ise küreselleşme projesinin "yerel yönetimlere otonomi vermek ve milli hükümetin fonksiyonlarım yerel düzeyde merkezi olmaktan çıkarmak" anlamına geldiği yolunda CFR kaynaklı başka bir belgedir. İkincisinin özelliği, belgenin doğrudan Tayyip Erdoğan'a gönderilmiş olmasıdır. Birinci belge dağı-


tılırken, Anadolu'nun şehir devletleri haritası da basın bildirisiyle birlikte verilmişti. Küreselleşmenin şe hir devletlerine dönüş olduğu ise Erdoğan'a gönderilen CFR belgesinde belirtiliyordu! Bu iki belgeyi defalarca gündeme getirmiş olmama rağmen, bugüne kadar üzerinde ne bir yorum yapan oldu, ne de cevap veren! Bir lobi şirketi vasıtasıyla AK Parti Genel Başkam Tayyip Erdoğan'a New York'tan iletilen memorandumda "Mr. Erdoğan, sizin küreselleşme ile demokrasi ilişkilerini bağdaştırma yönündeki adımlarınız, Türkiye'ye kriz sırasında destek olan uluslar arası güçler tarafından da kabul görecektir. Ankara, küreselleşmenin gerekliliğini anlamak ve dünyada geçerli olan kurallara uyum sağlamak zorundadır. Ankara şunu da anlamalıdır ki, uygun gördüğü kuralları uygulayıp, kendi çıkarlarına uymayanları reddetmesi mümkün değildir... Küreselleşmenin bir adı da şehirleşmedir. Ankara, yerel yönetimlere otonomi vermek ve milli hükümetin fonksiyonlarını yerel düzeyde merkezi olmaktan çıkarmak zorundadır. Dünya, bütün hükümetlerden bunu istemektedir. Bu memoranduma göstereceğiniz ilgiden dolayı takdirlerimizi sunarız., ."deniliyordu... Amaç, Ulusal Devletlerin İç Federasyonu Aynı ifadelere bahsettiğimiz bisiklet gezisi sırasında, daha doğrusu, İtalyanlar'm "Paflagoma projesfnde de rastlandı... Paflagonıa projesi, tıpkı daha önce gündeme getirilen Kapadokya projesi, İyonya projesi, Ağrı dağı projesi gibi, Türkiye'nin kendi içinde şehir devletlerine bölüneceği öngörüsü ile hazırlanmıştı. Bu öngörü, bizim tahminimiz değil. Proje sahiplerinin hazırlayıp dağıttığı broşürlerde açıkça ifade ediliyor... Paflagonia projesinde aynen şöyle deniliyor: "Amacı ulusal devletlerin iç federasyonu (devletler federasyonu) şeklini gerçekleştirmek olan, politik şekilli, Avrupa karakterli bir fenomen geliştiriliyor. Bu amaçta istikamet, her zaman toplumlar ve politika; devletler ve devlet yöneticileri; güçler ve ülkeler arasındaki bir yakınlaşmayı gerçekleştirmeye yöneliktir. Globalizeleşme ve kimliği arama çalışmaları aynı paralelde seyreden iki muhakemeyi birleştiriyor... Orijinin bulunması, kişinin bölgeler ve devletler üstü bir kimlik kazanması olarak yorumlanıyor ve temelinde kişinin birçok ülkenin yurttaşıymış gibi düşünülmesi fikrine ulaşılıyor. Sonuçta, en ideal biçimine çoklu kimlik (çok kimlilik) araştırması olarak dönüşüyor, yani tüm insanların tek, aynı büyük genetik kökten geldiği orijinde, bir çeşit uluana ve ulubaba isminde birleşiyor; Adem ve Havva; ya da Homo sapi-ens, ya da Austrolopitecus..." Proje, etnik araştırmalarla, özellikle Türk insanının ulusal bilincini, yani Türk Milleti'ne mensup olma bilincini yok etmeyi amaçlıyor... Paflagonia projesi, Rotary International antetli bir dosyayla tanıtıldı. Dosyanın kapağında "Paflagonia Projesi, Veneto Bölgesi'nden Batı Karadeniz Bölgesi'ne, Ağustos 2001" başlıkları var. Yine kapakta projenin iki organizatörü Suadiye Rotary Kulübü ile İtalyan Cıttadella Rotary Kulübü'nün amblemleri yer alıyor. Projenin ana sponsorluğunu İtalyan bisiklet aksesuarları firması Elite ve Luna zeytinyağı firmasının; ulaşım sponsorluğunu da Otokoç ve Alitalia'nm üstlendiği bildiriliyor. Dosyanın diğer sayfalarında Paflagonia bölgesinden Homeros'un İlyada adlı eserinde bahsedildiği, bu bölgede yaşayan Enetler'in İtalya'ya göç ettiği anlatılıyor. Tarihi Veneto dilinin Etrüsk dilinden türemiş bir alfabeye sahip olduğu da belirtiliyor. Paflagonia'nm ise, Kastamonu, Karadeniz Ereğlisi, Zonguldak, İnebolu, Sinop, Bartın, Safranbolu, Çankırı ve Küre'den oluştuğu ifade ediliyor. 3200 yıl önce bu bölgeden "demir atlarla" Adriyatik kıyılarından İtalya'ya geçtiği belirtilen Enetler'in köklerine dönüşüne hedef alan projenin bir adı da "Köklere Dönüş Projesi." Proje dosyası ile birlikte dağıtılan bir haritada ise Anadolu coğrafyası, eski yerleşim bölgelerine göre adlandırılıyor. Buna göre, Anadolu'daki federe şehir devletlerinin adları şöyle:


"Trakya, Bitinya, Misiya, Lidya, Karya, Likya, Pamfılya, Firikya, Kilikya, Kapadokya, Galatya, Paflagonya, Pont, Ermeniya, Antakya, Mezopotamya..." Basın bildirisinde ise şu ifade kullanılıyor: "Artık bütün Avrupa, köklerinin Troya ile başladı ğında hemfikir..." Bu ifadenin 1988 yılından beri Troya kazılarım yü rüten arkeolog (ve tabii ki ideolog) Prof. Dr. Manfre Korfmann'a ait olduğu belirtiliyor. Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı da "Kökler dönüş" projesini destekledi! İtalyan bisikletçiler, kendi ülkelerinden bisikletle hareket ederek Bartın'a kadar geldiler. Türkiye Cumhuriyet Kültür Bakanlığı, Türkiye'yi federe devletlere bölme projesinde müsteşar düzeyinde temsil edildi! Müsteşar Fikret Necip Üçcan, Türkiye Rotary Kulüpleri Genel Başkanı Enver Aytaç ve Suadiye Rotary Kulübünden Müjdat Yeşilbağ ve İtalyan temsilciler, bugün Avrupa'da yaşayan bütün insanların köklerinin Anadolu olduğu teorisine ses çıkarmadılar. Tabii, proje aslında kendi kendini çürütüyor. Çünkü, Truva'mn Avrupa'nın değil, Türkler'in kökenleri ile bağlantılı olduğuna dair iddialar ve Atatürk'ün Dumlupmar zaferinden sonra "Truva'nm öcünü aldık" demesi bir kenara, bugünkü İtalya'nın Etrüskler tarafından kurulduğu, Etrüskler'in sembollerinin ve destanlarının da Ergenekon destanı ile aynı ve alfabelerinin de rünik Türk alfabesi olduğu biliniyor. İtalyanlar, dişi bir kurt tarafından emzirilen Romus ile Romulus'un heykellerini bile saklayamadılar; Latin alfabesini nasıl ortadan kaldıracaklar? Latin alfabesinin Etrüsk alfabesinden türetildiği biliniyor. Etrüsk alfabesi ise hemen hemen Yenisey alfabesi ile aynı. Rünik yazılar, Göktürk yazıtlarında Yenisey yazıtlarında ve Altın Elbiseli adam ile birlikte bulunan yazıtlarda da kullanılmış. İskandinav ülkelerinde bulunan bütün yazıtlardaki alfabe de aynı. Bu durumda, bugünkü Batı medeniyetinin temeli olan yazımn, yani Latin alfabesinin Türk yazı sisteminden alınma olduğu ortaya çıkıyor. Türkler de buna dayanarak, bütün İtalya'nın, bütün İskandinav bölgesinin ve aynı yazıtların bulunduğu bütün Avrupa ülkelerinin, aslında Türk coğrafyası olduğunu, Avrupa'nın en büyük sıradağlarının yani Alp dağlarının Türk adı taşıdığım, dolayısıyla Avrupa'nın Türk kültür alam olduğunu rahatlıkla iddia edebilir. Üstelik bu iddianın belgeleri her gün bütün insanların kullandığı Latin alfabesinde bulunuyor... O halde Truva kazılarını yapan Prof. Dr. Manfred Korfmann'a nazire yaparak şöyle diyebiliriz: -Artık bütün Avrupa, kendi medeniyetinin temelini Türkler'in attığım bilmek zorunda! CFR'nin 1971'deki Açıklaması Aytunç Altmdal ise Gül ve Haç Kardeşliği kitabının 160 ve 161'inci sayfalarında şu bilgiyi vermektedir: "Açık adı, Council on Foreign Relations olan v dünyanın CFR olarak yeni yeni tanımaya çalıştr Evengelist örgüt, 1971 yılında 50'nci kuruluş yıldö nümleri dolayısıyla üyelerine özel olarak yaymladığ derginin özel sayısında, Kingman Brewster Jr imzal bir başyazı ile gizli hedefini şöyle açıklamıştır: 'Başkalarım da egemenlik haklarım bizimle birleş tirmeye ikna etmek için bazı riskler almamız gerekti ğini biliyoruz...' Daha ilginç bir belge ise ABD'de State Departman Document 7277 adıyla kayıtlıdır. Buna göre CFR tüm ülkelerin silahsızlandırılmasmdan yanadır. V belgenin sonunda şu ilginç tespit vardır: 'O zaman Birleşmiş Milletlerin global hükümeti o denli güçle necektir ki, hiçbir ulus ona karşı çıkmaya cesaret ede meyecektir.' Bu belge 1970'de Nikson yönetimindeki U. S. Arm Control and Disarmament Agency tarafından benim senerek ABD politikası olarak kabul edilmişti. Bu bel ge, CFR'nin tezi doğrultusunda ulusları 'egemenlikle rinden vazgeçirme' ve 'ulus devletlere son verme' çağ rısıydı. CFR, milli bağımsızlıkların ve egemenlikleri" CFR'ye devredilmesini ister."


Tayyip Erdoğan'a Gönderilen CFR Muhtırası AKP'nin kuruluş sürecinde Tayyip Erdoğan'a ABD'den gönderilen gizli memorandumu 3 Kasım 2002 seçimlerden çok önce, 26 Ağustos 2001 tarih li Büyük Kurultay'da 16. sayfadaki "Yazıt" sütununda "Mr. Tayyip Erdoğan'ı ürperten belge" başlıklı yazıda kamuoyuna açıkladık. O tarihten sonra defalarca gündeme getirmemize rağmen, Erdoğan konuyla ilgili en küçük bir açıklama bile yapamadı! Memorandum belgesini ele geçirdiğimiz zaman, Erdoğan'ın ne cevap verdiğini öğrenmeye çalıştık. Cevabı AKP'nin program ve tüzüğünde bulduk! AKP'nin Genel Başkam Tayyip Erdoğan, kendisine gönderilen memorandumda belirtilen küreselleşmenin şehir devletleri planına uyacağım, parti programında ortaya koydu. Dünyayı yönetmeye soyunmuş elit, milli devletleri parçalamak istiyordu. Bunun için şehirleşme adı altında eski Yunan tarzı şehir devletleri modelini gündeme getiriyorlardı. Tayyip Erdoğan'a söylenen, bu politikaya uyması halinde, destek göreceğiydi. Erdoğan da küreselleşmenin şehir devletleri planını, parti programı haline getiriyordu. Recep Tayyip Erdoğan'a New York'tan gönderilen memorandumda belirtilen Türkiye'nin şehir devletlerine ayrılması planı, AKP Program ve Tüzüğü'ne hemen hemen aynı ifadelerle geçiriliyordu. Bakkallı adlı lobi şirketi vasıtasıyla Erdoğan'a New York'tan gönderilen memorandumda "Ankara, yerel yönetimlere otonomi vermek ve milli hükümetin fonksiyonlarını yerel düzeyde merkezi olmaktan çıkarmak zorundadır. Dünya, bütün hükümetlerden bunu istemektedir. Bu memoranduma göstereceğiniz ilgiden dolayı takdirlerimizi sunarız..." deniliyordu... Şirket, ABD'nin eski Türkiye Büyükelçilerinden Abramoviç tarafından yönlendiriliyordu. Abramoviç ise CFR üyesiydi. Memorandumdaki dünya, hangi dünyadır, o belli değildi ama bunu küreselleşme politikalarım ABD vasıtasıyla bütün dünyaya dayatan güç merkezi olarak değerlendirmek gerekir. AKP, programına aldığı bu talepleri, "devlet reformu" adı altında uygulamaya; küresel güçlere verdiği sözü tutmaya başladı. Türkiye'nin 80 yıllık yönetim yapısının değiştirilmesi için düğmeye basıldı. Kamu Yönetimi Reformu adı altındaki bütün yasalar, bu çerçevede hazırlanmıştır. Türkiye coğrafyasını Rio Tinto şirketi ile stratejik işbirliği yaparak paylaşan AMDL adlı şirketin raporunda bu durum açıkça belirtiliyor, "Türkiye Federal Devleti" deniliyordu. Eski BM Genel Sekreteri Butros Gali, İstanbul'daki Habitat Toplantısı'nda, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel yanıbaşmdayken "Türkiye Federal Cumhuriyeti" ve "İstanbul Federe Devleti" gibi ifadeler kullanmıştı. İşte AKP'ye uygulatılmak istenen "kanton modeli", Butros Gali'nin o zamanlar "Dünya 200 devletli olmaktan 2000 devletli, hatta 5000 devletli biryapılanmaya doğru gidiyor" diye dile getirdiği CFR planının ürünüydü ve Erdoğan'a gönderilen memorandum bunun açık belgesiydi... Zaten belgeyi gönderen Bakkallı adlı lobi şirketinin arkasında ABD'nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramoviç vardı. AKP'ye uygulatılmak istenen kanton modeli, aynı zamanda, Sevr Antlaşması'nda Pontus ve Kürdistan olarak çizilen bölgelerde, AMDL şirketine verilen maden ve petrol arama imtiyazı ile ilgiliydi! AMDL şirketinin, İnternet'te kendi yayınladığı maden arama imtiyazı aldığı bölgeleri gösteren haritalarla, Kürt ve Yunan sitelerindeki Kürdistan ve Pontus olarak gösterilen haritalar birebir aynıdır! 81 ile 81 Devlet ve Bölgesel Yapılanmalar! Türk-İş'in, AKP hükümetinin kamu yönetimi reformu ile ilgili raporunda, "Yerel Yönetim Reformu adı altında hazırlanan düzenlemeler, Türkiye Cumhuriyeti'nin üniter devlet yapışım


büyük ölçüde zayıflatacak, 81 eyalet yaratacaktır. Etnik kimlik ve siyasal görüşlere göre bölgesel yapılanmalar ortaya çıkacaktır" deniliyordu. Hazırlanan Yerel Yönetim Reformu Taslağı'nda, 58. Hükümet Programı'na atıfta bulunuluyor ve "Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'nda belirtildiği gibi merkezi idarenin görev ve yetkileri tek tek belirlenecek ve bunun dışında kalan tüm görevler yerel yönetimlere bırakılacaktır" deniliyordu. Taslağın esaslarını, doğrudan Recep Tayyip Erdoğan çizmişti! Bütün bunlar, taslağın girişinde ifade ediliyordu. Erdoğan, önce AKP Program ve tüzüğünde, sonra 58. hükümet programında, nihayet Yerel Yönetimler Reform Taslağı'nda küresel örgütlerin taleplerini yerine getiriyordu... Parti programının 41'inci sayfasında, zaten özel eğitim kurumları ile iyice sakatlanmış bulunan eğitimde Tevhidi Tedrisat'm kaldırılacağı, küreselleşme odaklarının şehir devletleri planı gereği gibi, fakat aşama aşama uygulanacağı şu ifadelerle belirtil - mekteydi: "Temel eğitim hizmetlerinin verilmesi, pilot uygulamalarla merkezi idarenin taşra birimlerine ve yerel yönetimlere aktarılacaktır" CHP Genel Başkam Deniz Baykal, "İktidarda yörünge kayması var, eyalet sistemi hazırlıkları var" diye 23 Nisan 2003 resepsiyonuna uyarı amacıyla katılmayacağını açıklıyor ve bu tepkiler sonucu sözde reform tasarısı bir süre için askıya almıyordu. Ancak, AKP Programı ve Tüzüğü, memorandumda belirtilen küreselleşmenin olmazsa olmaz kuralları olarak anlatılan hükümler gereğince hazırlanmıştı... Kurucular Kurulu kitabının 8'inci sayfasında "Partimiz merkeziyetçi devlet anlayışından vazgeçilmesini öngörür" denilmekteydi. Tabii, bütün belgelerde ülkenin üniter yapısının korunacağı vurgulan146 makla birlikte, merkeziyetçilikten vazgeçileceğinin öne çıkarılması, küreselleşme diye dayatılan politikaların uygulanacağının göstergesiydi. Kurucular Kurulu kitabının ıı'inci sayfasında da "Partimiz küreselleşmenin gerektirdiği yapısal dönüşümlerin kaçınılmazlığını ve en az maliyetle gerçekleştirilmesini savunur" denilmekteydi.. Hemen arkasından 12'nci sayfada, "Partimiz, eğitim hizmetlerinin yerelleşmesinden ve özelleştirilmesinden yanadır" ifadeleri vardı. Programın 35'inci sayfasında, "Çağımız bir yönüyle küreselleşme çağı, diğer yönüyle yerelleşme ve yerel yönetimlerin devlet sistemleri içindeki ağırlıklarının arttığı bir çağdır" denilmesi, Tayyip Erdoğan'a verilen memorandumdaki taleplerin lafzen de aynen kabul edildiğini ortaya çıkarmaktaydı! Tek Dünya Devleti Küreselleşme ile ilgili projeleri geliştiren, ABD yönetimindeki bütün önemli kişilerin üye olduğu, CFR, Bilderberg gibi kuruluşlardır. Peki bu kuruluşlar, aslında ne yapmak istiyor, gündemlerinde ne var? Bunu da Texe Mars, Dark Majesty kitabının giriş bölümünde açıklıyor: "Üç temel hedefleri olduğunu söyleyebiliriz. Yeni bir Uluslararası Ekonomik Düzen, hemen bunu takip edecek Yeni Politik Düzen ve en nihayetinde de hepsinin en şeytanisi; Yeni Dünya Dini Düzeni. 147 r Bu amaçlarına ulaşmak için uluslararası kuruluşları güçlendirmeye çalışıyorlar. Öncelikli hedefleri, parasal sistemleri tahrip ederek kendi istedikleri mali düzeni oluşturmaktır. Diğer bir hedefleriyse insanları dinden soğutmak, vatan millet sevgisi gibi değerleri yıpratmak. Küreselleşmeye düzülen övgülerin hepsinin ardında bu ortak hedef yatıyor.


Bilderbergçilerin şeytani ideallerinden biri de Hıristiyanlığı ortadan kaldırmak. Kiliseye saldırmak için eğitim kurumlarım ve medyayı kullanıyorlar. Hedef tahtasında olan diğer bir kurum ise geleneksel aile yapısı. Bunu ortadan kaldırmak için lezbiyen-liği ve homoseksüelliği teşvik ediyorlar. The National Endowement for the Arts, The Planned Parenthood gibi birçok lezbiyenlik, doğum kontrolü ve kürtaj yanlısı kuruluş Beyaz Saray'dan siyasi destek aldığı gibi Bilderbergçilerin de maddi desteğinden faydalanıyor. George Bush onların adamıydı. Homoseksüelleri ve lezbiyenleri Beyaz Saray'a ilk defa o davet etti. Pornografinin önündeki sınırlamaları kaldıran değişiklikler hep onun zamanında yapıldı." Küreselleşme, ideolojisini CFR'nin geliştirdiği, örgütlenmesini CIA ve ABD hazinesinin, her ülkede işbirlikçiler oluşturarak kurduğu, bütün dünyanın ekonomik kaynaklarının ele geçirilmesi hedefine hizmet eden, bunu gerçekleştirmek için de Evangelizm ideolojisini kullanan veya aynı ideolojinin mensubu olan

Yeni Muhafazakârlar tarafından sürekli katkılarla yenilenen bir projedir. Projenin hedefine ulaşması, bütün insanlığın bu gidişatı seyretmesine bağlıdır. Ancak, projenin örgütlenme şeması bir örümcek ağı kadar zayıf ve açıkta olduğu için, her an çözülmesi, parçalanması veya dağıtılması mümkündür. TÜRKLÜĞÜN ŞİFRELERİ A ntalya'da ıo. Türk Dünyası Kurultayı sırasında -^^-karşılaştığım TRT program yapımcısı Servet Somuncuoğlu, büyük bir müjde vermişti. Somuncuoğlu, çok iddialı bir söz söylemişti: "-Arslan ağabey, Türklüğün şifrelerini çözdüm!" Bu mesajı yazınca çok sayıda okurumuz aramış ve şifreleri açıklamamı istemişti. Sabırlı olmalarını TRT'de yayınlanacak programı beklemeleri gerektiğini söylemiştim.. İşte Türklüğün şifreleri bu akşam saat 22.30'da TRT-2'de "Karlı Dağların Ardındaki Sır" programında açıklandı Somuncuoğlu, tarihin büyük fotoğrafını görmüştü. Bundan emindim. Emindim çünkü Somuncuoğlu'nun ilk araştırma gezisinde beraberdik ve o büyük fotoğrafın bir kısmını birlikte görmüştük! 2004 yılı idi. Bizi bu geziye davet eden, Bursalı işadamı, değerli dost Turgay Tüfekçioğlu idi. Dil ve tarih teorilerini altüst eden 85 yaşındaki Kazım Mirşan'ı Kazakistan ve Kırgızistan'a gitmeye ikna etmiş ve konuya ilgi du yan arkadaşları ile bir araştırma gezisi düzenlemişti. Somuncuoğlu o sırada TRT İstanbul radyosunda idi. Geziye katılmak için yıllık izin alması gerekmişti. Almatı'ya 160 kilometre mesafedeki Tamgalı Say denilen kaya resimlerini gördüğümüz ve bunları hem Kazım Mirşan'm hem de Kazak bilim adamlarının değerlendirmeleri ile birlikte incelediğimiz zaman, önümüzde büyük bir ufuk açılmıştı. Üstelik Altın Elbiseli Adam diye bilinen ve bir Türk prensine ait muhteşem elbiseyi bulan Bekin Nur Muhammedov ile de tanışmıştık. Kırgızistan'da ise Türk işadamı Zafer Ersöz, bize Saymalı Taş'tan, at sırtında Türklerin göç yolları üzerinde sürecek bir yolculuk projesinden söz etmişti. Saymalı Taş, çok daha zor bir yerdeydi, Aladağların üzerinde 3600 metre yükseklikte karlı dağların ardm-daydı. Ve yılın sadece 15 günü üzerinden kar kalkıyordu! Üstelik Kazım Mirşan da devamlı Saymalı Taş'tan bahsediyordu. Bu sırada, Azerbaycan Türklerinin ünlü yazarı Sabir Rüstemhanlı'nm Göktanrı adlı romanı yayınlandı. Kitabı bana eşi Tenzile Hamm hediye etmişti. Sabir Bey de mitolojik bir üslup içinde adım vermeden Saymalı Taş'ı anlatıyordu. Türk kağanlarının her yıl ziyaret ettiği, kurbanlar kestiği ve ibadet ettiği bir yerdi burası. Burada hem ata mezarları vardı hem de tarihin başlangıcından bugüne kayalara çizilen resim


ler, yani ilk yazılı anlatım biçimi vardı. Bu resimler önce tamgaya sonra harfe dönüşmüştü. Tamgaların her biri Türk tamgaları idi ve yazı da Türk yazısı! Servet Somuncuoğlu'nun gönlüne bir ateş düştü. Atatürk'ün deyimiyle "Türklüğün unutulmuş medeni vasfım". Kazım Mirşan'm deyimiyle "Türk kozmolojisinin kökenlerini" belgeleriyle bulup, hem Türk hem dünya kamuoyuna sunmak! Kazım Mirşan'm 40 yılı bu araştırmalarla geçmişAslında 10 yıl önce dünyadaki Türk izleri ile ilgili benim de büyük bir projem vardı. Fakat başvurduğum hiçbir kişi ve kurumdan destek alamamıştım. Somuncuoğlu, önce küçük adımlarla hareket etmeyi tercih ediyordu. Projesini Kaptan Mustafa Can ve Yaşar Canca'ya açtı. Onlar da ellerinden gelen katkıyı sağlayacaklarım bildirdiler. 2005 yılı Temmuz ayında Servet Somuncuoğlu yine yıllık izninde Saymalı Taş'a gitti. Binbir güçlük içinde fotoğraflar çekti ve bu olağanüstü röportaj Atlas dergisinde yayınlandı. Somuncuoğlu, bir proje daha yaparak TRT yönetimine sundu. Masrafların yansım TRT, yansını iki işadamı karşılayacaktı. Proje kabul edildi ve Somuncuoğlu, program yapımcısı olarak radyodan televizyona geçti. Eski Türk tarihi profesörü, Çin dilini iyi bilen Ahmet Taşağıl ile temas kurdu. Taşağıl, program da152

nışmanlığını ve araştırma gezisine katılmayı kabul etti. Artık zamanda yolculuk başlıyordu. Türklüğün şifrelerinden biri Hakkâri'nin Geva-ruk yaylasında! Türklüğün şifrelerini çözen Servet Somun- cuoğlu'nun zamanda yolculuğu, Türkiye'de başladı. -2006 yılının 5 Mayıs günü kameraman Cengiz Karadeniz ile birlikte Ordu'nun Mesudiye ilçesine bağlı Esatlı köyüne giderek kaya resimlerini çektiler. Burada Göktürk alfabesi ile üç satırlık bir yazı vardı. Göktürkçe uzmanı İsmail Doğan bu yazı üzerinde çalışıyor. - Erzincan'ın Kemaliye ilçesinde Dilli vadisindeki ateş tapınağında da güneş kültü, hayat ağacım gösteren motifler ve ellerini açmış dua eden bir adam resmi vardı. - Kazım Mirşan'm çok önemsediği Erzurum Karayazı ilçesi Cünni mağarasına ise Doç. Dr. Alparslan Ceylan ile birlikte gittiler. Bu mağarada, Oğuz boylarından Kınık, Kayı ve Çavuldur boylarına ait 20 tamga vardı. Ayrıca, mağaranın birçok yerinde bütün Türk boylarımn ortak olarak kullandığı "İYE" yani "Tanrı" damgası bulunuyor. - Kars'ın Kağızman ilçesine bağlı Camuşlu köyün de Geyiklitepe'de ve Kurbanağa mağarasında da daha önce Tamgalı Say ve Saymalı Taş'ta benzerlerini gör153 düğü kaya resimlerini buldular. Şaban köyünde yeni bulunmuş kaya resimleri ise daha stilize ve daha estetikti. Bir panoda rünik Türk yazısına rastladılar. - Van müzesinde ise Hakkâri'de bulunmuş kaya resimlerini çektiler ve 20 Mayıs'ta İstanbul'a döndüler. - 27 Mayıs 2006 günü Prof. Dr Ahmet Taşağıl ile birlikte Kazakistan'da Tamgalı Say, Kaşkır Say, (Kurtlar vadisi) Cigdeli Say gibi kaya resimlerini incelediler ve Doç. Dr. Ayman Dosimbayeva ile Prof. Dr. Zeynullah Samayev'in görüşlerini aldılar. - 5 Haziran 2006-5 Temmuz 2006 tarihle ri arasında ise Moğolistan'daki kaya resimleri ni incelediler. Orhun Abideleri'ni, Uygurların baş kenti Karabalasagun'u, Arhangay'ı gezdikten son ra Hangay dağlarını aşarak Bompugur'a geçtiler. Bayan Hongır'daki geyik


taşlan, yani Türk mezarla nnı gördüler. Mandılhayrhm'da Üç Tepsi dağında bir Göktürk prensinin mezarım incelediler. Ve birinci düğümü burada çözdüler. Birinci tespit, kaya resimlerinin bulunduğu her yer, resimlerin yapıldığı dönemde anıt mezar ve ibadet alanı idi. Buryat Türkleri'nin yaşadığı Buryatya'dan sonra Rusya'ya geçerek Irkutsk ve Lena kaya resimlerini görüntülediler. Rus araştırmacıların buradaki resimlerin M.Ö. 12 bin ve 14 bin yıl öncesine ait olduğunu tespit ederek, anıt mezar alanının tabelalarına kaydettiklerini gördüler. Buradaki resimlerin diğerle rinden bir farkı vardı; her çizilen resim birebir boyutta idi. Yeniden Moğolistan'a ve Gobi çölüne döndüler. Gobi'de neredeyse her kazılan yerden tarihi buluntular çıkıyor ve üzerinde yazı olan eserler okunmayı bekliyor. Ekipte kameramanlar Cengiz Karadeniz, Orhan Yaşar ve Tamer Bolu da bulunuyordu ve onları da Servet'in heyecanı sarmıştı. Sıra, Türk tarihinin bilinen en büyük anıt mezarı olan Kırgızistan'daki Saymalı Taş'a gelmişti. Küçük bir yerleşim merkezinde Servet Somuncuoğlu, Altın Elbiseli Adamı bulan adam olan Bekin Nur Muhammet ile karşılaştı. Ünlü duasını yaptırmak için onu da gezinin bir kısmına dahil etti. Bişkek'ten arazi araçlarıyla ayrılıp belli bir yere geldikten sonra atlara bindiler, 25 kilometre atlarla yol aldılar, yolun 8 kilometresini de buzul üstünde atlarla gittiler. 3500 metrede kamp kurdular. Burada 12,13 ve 14 Temmuz günleri olmak üzere 3 tam gün kaldılar ama ancak bir tam gün çalışabildiler. Çünkü kar yağıyor ve kaya resimlerini örtüyordu. Kaya resimleri 3600 ve 3700 metreye kadar uzanan bir alan üzerinde bulunuyor. Somuncuoğlu ve ekibi aynı resimleri daha sonra Hakkâri'nin Gevaruk yaylasında bulacaktı. Hem de birbirinden ayırt edilemeyecek benzerlikte! Peki bunun anlamı neydi? 154 155 Hakkâri'yi Bişkek'e bağlayan kaya resimleri! Servet Somuncuoğlu ve ekibi Aladağların 3600 metre yüksekliğinde bulunan Saymalı Taş'tan sonra Koçgar kala resimlerini ve Işık göl kenarında Çolpan Ata kaya resim alanını çekip Talas'a geçti. Kurubakayır (Kurubayır), Tuyuktör ve Karakol bölgesindeki kaya resimlerini çektiler. Bişkek'ten Azerbaycan'a geçtiler. Gobustan'da Büyüktaş, Küçüktaş ve Cmgırdağ kaya resimlerini çektiler ve Türkiye'ye döndüler. Hiç beklemeden Kütahya Çavdarhisar'daki Frig vadisinde Aizonai tapmağımn Doğu ve Güneybatı yüzlerindeki yüzlerce resmi görüntülediler. Buradaki bekçiye kopuz çalan insan figürünü sordular, yok dedi. Kendisine de bu figürü bulup gösterdiler. Eskişehir Seyitgazi'de Kümbet köyünde 1000 yıl önce gelen Türklerin çizdiği tahmin edilen resimleri çektiler. Resimlerden birinde bir süvari bulunuyor ve elinde kurt başlı bir sancak tutuyordu. Antalya Beldibi mağarasından soma sıra en zor ve en tehlikeli çekime gelmişti. Çünkü çekim yapılacak bölge teröristlerin mayınladığı bir alandı ve belirli bir bölgeden soma can güvenliğini kimse garanti edemiyordu. Hakkâri valisi, gerekli hazırlığı yaptırdıktan soma bir gün telefon ederek "gelin" dedi ve gittiler. Askeri yetkili Tümgeneral Yurdaer Olca, bölgenin mayınlı olduğunu hatırlattı. Servet, "Biz buraya gerekirse ölmeye geldik" deyince zaten bölgede aktif durumda bulunan Mehmetçiklerden bir güvenlik koridoru kurdu. Yanlarına ayrıca bölgeyi iyi bilen 12 korucu da vererek dağa gönderdi. Varagöz köyünden yukarı Gevaruk yaylasına çıktılar. Resimlerin bulunduğu mayınlı alana sadece Servet Somuncuoğlu ve Cengiz Karadeniz girdi.


Saymalı Taş'a geri döndüklerini hissettiler. Çünkü 4 bin çağrım (4 bin kilometre) ötedeki Saymalı Taş'ta bulunan kaya resimleri ile Hakkâri Gevaruk yaylasındaki resimler birbirinin kopyası gibiydi. Burası Sat dağlan da denilen İran, Irak ve Türkiye sınırının birleştiği yerdi. Somuncuoğlu bu büyük operasyondan döndükten sonra, çekilen film ve fotoğraflarla birlikte hummalı bir faaliyete girişti. Montajdaki Turan Özkan ve Kartal Uzun, özellikle Hakkâri resimleri ile Saymalı Taş resimlerinin ayırt edilemeyecek kadar birbirine benzediğini doğruluyordu. İkinci düğümü de şöyle çözdüler: Prof. Dr. Ahmet Taşağıl, sohbetimizde, "Nerede Türk boyları yoğun olarak yaşamışsa orada yoğun kaya resmi alanları var. Göç ettikleri her yere bu geleneği taşımışlar. Kuzey Kore'den Kosova'ya, Macaristan'a kadar benzer kaya resimleri var. 2004 yılında Kuzey Koreliler Orta Asya'da, Sibirya'da kaya resimlerinden kendi atalarım arıyordu. Bir belgesel hazırlıyorlardı. Bu tür belgeseller Amerikalılar, Japonlar ve Fransızlar tarafından da çekiliyor, ilk defa Türkiye'den bir televizyon ekibi böyle bir belgesel hazırlamaya girişti. Amerikalılar, bu kültürün Hint-Aryan olduğunu ispatlama peşinde. Fakat Koreliler ve Japonların kökeni de buraya bağlı olduğu için bu tezin bilimsel tarafı yok" dedi. Üçüncü düğüm, Anadolu'daki kaya resimleri ile Asya'daki kaya resimlerinin benzerliği ile çözüldü. Bu resimlerin benzerliği Anadolu'nun Malazgirt'ten sonra Türk yurdu olduğu tezini tamamen çökertiyordu. Servet Somuncuoğlu, Anadolu'daki toplu kaya resimleri üzerinde Ersin Alok'un da yıllardır fotoğraf çalışması yaptığım bildirerek, onun çalışmalarının da bilim adamlarına veriler kazandırdığını söylüyor. Yine Muvaffak Uyanık da Avusturya'da "Doğu Anadolu Kaya Resimleri" ni belgeleyen bir kitap yayınlamıştı. Servet Somuncuoğlu, "Bu kitaptaki resimleri Doç Dr. Ayman Dsımbayeva'ya gösterdik, çok heyecanlandı ve tamgalarm Türk tamgası olduğunu söyledi" dedi. Anadolu'daki 8 bin yıllık Türk tapusu Prof. Dr. Ahmet Taşağıl, Türk tarihinin M.Ö. 2259 tarihinden başlatılabildiğini söylüyor ve kaya resimlerine bundan daha fazla bir ömür biçemiyor. Fakat Kazım Mirşan, 30 bin yıl öncesine kadar gidiyor. Kameraman Tamer Bolu şu bilgiyi veriyor: "Ersin Alok bize bir tespitini anlattı. Kaya resimlerinin bulunduğu alanlarda çok sert granit taşlara rastladığım söyledi. Ona göre bu resimler taşı taşa vurarak çizildi. Karbon testi yapacak hiçbir organik kalıntı yok. Dolayısıyla yazıların gerçek yaşı tespit edilemiyor. Kaya resimlerinin binlerce yıl içinde oluştuğu ve her neslin anıt mezar olarak seçilmiş kayalık bölgeye, kendi döneminin olaylarım resimlerle kazdığı anlaşılıyor. Yani tek dönemde yapılmış değiller. İlk resimle son resim arasında binlerce yıl var. Ersin Alok'un verdiği bilgiye göre Alman araştırmacılar, Hakkâri'deki Gevaruk Yaylası kaya resimlerinin sekiz bin yıl önce çizilmeye başlandığım söylüyor." Kaya resimlerini hep birlikte değerlendirmek için kitaplardaki resimlere bakmak yetmiyor, onlara dokunmak, anıt mezardaki havayı ciğerlere çekmek gerekiyor ki Servet Somuncuoğlu, bu alanların 64'ünü gören tek kişi unvanına sahip oldu. Asya'da 250'den fazla kaya resmi alam var. Bunların 30 tanesi Anadolu'da. Bugüne kadar her uzman başka bir alanda çalıştığı için bütünüyle değerlendirme imkânına sahip olamadı. Bundan sonra arkeolog, etnolog, tarihçi, dilci ve gazetecilerden ekip oluşturarak bu araştırmaları sürdürmek gerekiyor. Bütün motiflerde Gök kültü var. Gobi çölündeki motiflerde ay yıldız var. Yine hayat ağacı ve elinde kadeh tutan kadın veya erkek motifleri her alanda var.


Hayat ağacı, geyik boynuzu ile temsil ediliyor. Zaten bütün alanlarda ağırlıklı olarak en çok geyik ve keçi resimleri var. Hiçbir kaya resmi alanında Tanrı resmedilmemiş. Kök Tengri inancının çok eski bir temeli olduğu anlaşılıyor. Somuncuoğlu, araştırmaların inanç, bilgi ve kültür temelinde sürdürülmesi gerektiğini söylüyor. Çünkü bu alanlar ibadet alanları! Yazıya bu kaya resimlerinden soma tamgalarla geçiliyor. Tamgalar alfabeye dönüşüyor. Eski Türk alfabesinin 28 harfi kaya resimleri alanında açıkça görülüyor. Servet Somuncuoğlu, artık eski Türk tamgalanm ve harflerini ezberlemiş durumda, "64 kaya resmi alanında Türkçe yazı dışında hiçbir yazıya rastlamadık" diyor. Kameraman Tamer Bolu ise "Kaya resimleri alanında bir Kırgız öğretmen ve öğrencilerini gördük. Öğretmen, öğrencilerine 'ata babalarımıza saygılı olalım' dedi. Anladık ki anıt mezar saygısı bugün de devam ediyor" diye bilgi verdi. "Karlı dağların ardındaki sır" çözülmesine çözülmüştü ama Servet Somuncuoğlu bunları yeterli görmüyordu. Dünya bilim literatürüne Orta Asya'da 10 bin kaya üzerindeki 100 bin resmi kazandırmak ona yetmezdi. Rusya, Moğolistan, Kazakistan, Kırgızistan, Azerbaycan ve Türkiye'de 138 gün çalışmış, sadece çekimler 93 gün sürmüştü. Saymalıtaş'a TRT ekibinden önce, dünyada başka hiçbir televizyon ekibi gitmemiş ve kaya resimlerini görüntülememişti. Araştırma devam edecekti. Türklüğün şifreleri Batı'da paniğe yol açtı! 2007 yılının başında ABD derin devleti bağlantılı düşünce kuruluşları, uzun süreli bir hazırlıktan sonra, Türkiye'de basın üzerinden "Türk diye bir ırk yoktur" kampanyası başlattı! The Wall Street Journal gazetesinin 28 Kasım 2006 tarihli sayısında, Huge Pope, Batı'nm stratejik bakışım şöyle sergiliyordu: "Roma İmparatorluğu, 'Anadolu' ve 'Küçük Asya' adlarıyla da bilinen, bugünkü Türkiye'yi içine alıyordu. 70 milyon nüfuslu modern Türkiye isim ve dil açısından Türk olabilir ancak genetik açıdan o kadar safkan değil. Orta Asyalı Türklerin Türkiye'ye gelişleri, esasen 13. yüzyılda sona ermiştir. Anadolu'daki eski nüfusa toplamda yaklaşık yüzde 10 katkıları olmuş gibi görünmektedir." İşte bu düşünceyi sözde bilimsel verilerle desteklemek için önce Boğaziçi Üniversitesi'nde bir anket yaptırıldı. Newsweek dergisinin 28 Kasım 2006 tarihli sayısında Owen Matthews bu araştırmayı yazısında kullandı ve Türkiye'de Türk oranını yüzde 20 olarak gösterdi! Halbuki bu iddiaların tamamı uydurmaydı! Türkiye'de Türk oram asgari yüzde 85'tir. Fakat bu uydurmalarla birlikte, önce Niyazi Öktem, soma Özdemir İnce, Ertuğrul Özkök ve İsmet Berkan, Türk diye bir ırkın olmadığım iddia eden yazılar yazdılar! Huge Pope'un iddiasını tekrar ettiler. Son olarak da benzer iddiaları ABD'de Kaliforniya Üniversitesi'nde yetiştirilmiş İTÜ'lü profesör Timuçin Binder, Sabah gazetesinde gündeme getirdi. Binder, Anadolu'nun 1071 somasında Türkleştiği savına karşı çıkıyor, Anadolu'nun 1071'den soma Türkleştiği iddiası gerçekten doğru değildir. Çünkü Türkler 40 bin yıl denilemese bile en az 8 bin yıldır Anadolu'dadır. Oğuzlar'm göçünden önce İskitler, Kimmerler, Peçenekler, Kumanlar Anadolu'da yerleşik hayata geçmişlerdir. Birkaç gündür açıkladığımız Hakkâri-Bişkek kaya resimleri benzerliği de Orta Asya Türkleri ile Türkiye Türkleri arasında en az 8 bin yıllık birlikteliğin fotoğrafıdır. Timuçin Binder'in Orta Asya'dan gelenlerin yüzde 10-15 civarında olduğu iddiası, Huge Pope'un iddiaları ile; yani Amerikan derin devletinin Türkiye operasyonu ile örtüşüyor. Halbuki gelenlerin saf Türkler olduğunu, Anadolu'ya vurdukları 24 Oğuz boyunun damgalan ve halen yaşayan isimleri ile biliyoruz. Üstelik 13. asırda Süryani tarihçi Mihael, göçleri anlatırken "Yeryüzü Türkleri taşımaya yetmiyordu" der. Bugün de ezici çoğunlukturlar.


Türklüğün bir geni olmadığı iddia edilemez ama aynı zamanda bir kültürel kimlik olduğu doğrudur. Öyle ki başlangıçta Türklük, Kök Tengri'ye inananların ortak adı idi. Sonradan etnosun adı haline geldi. Tabii bu binlerce yıl önce cereyan etti. Türkiye Türkleri, ağırlıklı olarak Azerbaycan, İran ve Türkmenistan Türkleri ile ortak kan bağına sahiptir. Çünkü hepsi Oğuz kökenlidir. Yunanlılar, Ürdünlüler, İranlılar, Süryaniler ile akrabalık tezi ise ispatlanmaya muhtaçtır. Türklerle en çok kansan Kürtler'in, İranlılardan ve Yunanlılardan bile uzak sayılmasının da hiçbir bilimsel temeli yoktur. Bölücü emellere uydurma bilimsel veri üretmek anlamım taşır. Üstelik Kürtlerin büyük kısmı zaten Kürtleşmiş Türkmenlerdir. Karakeçililer gibi! Karakeçilililer Kayı boyundandır. Gen araştırmalarına hiçbir şekilde güven duyula-maz. Çünkü bu araştırmalar, istihbarat servislerinin güdümündedir. Siyasi projeye göre veri üretilmektedir. Türklerin bir ortak geni olduğunu, bunun da Oğuz Kağan'a kadar dayandığını destekleyen bilimsel veriler de vardır ama bütün bu araştırmaları namusuna güvendiğimiz Türk bilim adamları yapana kadar şüphe ile karşılamahyız. Dikkat ederseniz, Türkçülere ırkçılık suçlaması yöneltenler, Türklüğün genetik yapısı veya DNA'sı ile uğraşmaktadır! Yanlış verilerle, Anadolu'nun Türk vatanı olmadığım ispatlamaya çalışmaktadırlar. Çünkü asıl ırkçı kendileridir. Niçin böyle bir zamanlama seçtiler biliyor musunuz? TRT'de yayınlanan Servet Somuncuooğlu'nun "Karlı Dağların Ardındaki Sır" belgeseli, bütün planlarını altüst etti de ondan! ASIL ŞİFRE TÜRKLERİN JEOPOLİTİĞİ; GÜN TUĞ OLSUN, GÖK KURIKAN! "Türklerin jeopolitiği" üzerinde temel olarak kabul edebileceğimiz en veciz stratejik söz, Oğuz Kağan destanmdaki, "Daha deniz daha müren / Gün tuğ olsun gök kurıkan" ifadesidir. Demek ki Türk felsefesinde güneş bayrak, gök çadırdır! Prof. Dr. Osman Turan'a göre, Oğuz Kağan Destam'nda, Oğuz'un tahta çıkar çıkmaz bütün kavimlere elçiler göndererek, "Ben artık bütün dünyanın hakanıyım" dediği, veziri Uluğ-Türk'ün de "Ey kağanım, Gök-Tanrı bütün dünyayı sana bağışlasın" diye hitap ettiği belirtilir... Antakya'da Akdeniz'e ulaşan Melikşah, atı ile denize dalıp kılıcım 3 defa dalgalara çarpmış, Allah'a şük-retmişti. O, dünyayı fethetmeye kararlıydı. "Alemin sultanı ve dünya padişahı" Sultan Sancar ise, "Allah, bu dünyayı bizim tarafımıza tevdi ve emanet etmiştir. Bütün hükümdarlar ve emirler bizim memurlarımız-dır" diyordu... "Osmanlı'nın Yükselişi ve Çöküşü" adlı eserinde Necdet Sevinç, 16. asrı şöyle anlatır: 164 165 "ı6. asırda 5 Türk İmparatorluğu hâkimiyet ve üstünlük yarışında en ön safa yükselmişti. Beşi de süper devletti. Anadolu'da Osmanlı Türk İmparatorluğu, Mısır'da Memluk Türk İmparatorluğu, Hindistan'da Timuroğulları Türk İmparatorluğu, İran'da Safevi Türk İmparatorluğu, eski dünyanın çok büyük bir kısmım kesin ve tartışılmaz hâkimiyetleri altında tutuyor, hudutlarının ötesinde de ayrı ayrı nüfuz bölgelerine sahip bulunuyorlardı..." Fatih'in ise, "Dünyada tek bir devlet tek bir iman, tek bir hükümdar olmalı. İstanbul da cihanın payitahtı olmalı" dediği Batılı kaynaklarda yer alır. İtalyan Langusto, Fatih'in 26 yaşında iken, "Dünyada tek bir imparatorluk, tek bir iman, tek bir hükümdar olmalıdır. Birleşmiş bir dünya için İstanbul'dan daha münasip bir payitaht yoktur" dediğini yazar. Nitekim Amerikahlar'm İstanbul'daki "Dikilitaş"ın; içinde 40 kişilik bir asansörü bulunacak büyüklükte bir modelini Washington'a dikmeleri ve kongre binasının kubbesini Ayasofya'ya benzetmeleri, binanın içini, gelmiş, geçmiş en büyük devlet adamlarının sözleriyle


süslemeleri de aynı hedefin eseridir. Ancak, Fatih din ve vicdan hürriyeti ile birlikte, Hıristiyanları koruma altına alırken, ABD, Müslümanları "yeni düşman" ilan etti! İslâmiyet öncesinde Türk kağanları, kendilerinin Tanrı tarafından dünyaya düzen vermeye gönderildiğine inanırlardı. İslâmla birlikte bu anlayış hiç değiş meden devam etti. Osmanlı sultanları da, bu anlayışı İslama göre düzenleyerek, kendileri için "Allah'ın halifesi, yeryüzünde Allah'ın gölgesi" tabirlerini kullanmışlardır. Aynı anlayışı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Atatürk'te de görmek mümkündür. Atatürk, Kaşgarh Mahmud'un sözlerini tekrarlıyor, "Tamı, Türk'ü insanlık şerirlerinden, şakilerinden kurtulsun diye yarattı" diyordu. "Bir Türk dünyaya bedeldir"in anlamı da budur. Ankara merkezli Yeni Dünya Düzeni Türk'ün dünyaya düzen vermeye başladığı dönemler, milletlerin bir hercümerç, bir düzensizlik içine girdiği dönemlerdir. İçinde bulunduğumuz tarihi dönemde de dünya bir düzensizlik içindedir. "Yeni Dünya Düzeni" adı altında Osmanlı'nın "Nizam-ı Alem" ülküsünü kendisine mal eden Amerika Birleşik Devletleri ise dünya üzerinde adaleti hakim kılmaktan uzaktır. Çünkü, bu milletin felsefesi adalet üzerine değil, güçlü olanın zayıf ezdiği, "altta kalanın cam çıksın" felsefesi üzerine kurulmuştur. Kendi ekonomik yapılarının temeli de budur. Kızılderili katliamı ve Afrika'dan avlanan siyah köleler üzerine bina edilmiş bir ekonomik-siyasi yapının, daha uzun süre devam edeceğini kimse iddia edemez. ABD, 21. asır başında gerçi gücünün doruk noktasına ulaşmıştır ama, Birinci Körfez Savaşı, Somali ve Bosna olayları, Afganistan ve Irak'ın işgali süreci göstermiştir ki, bu güç de artık inişe geçmiştir. Bugünkü tablo ne olursa olsun, Türkiye Cumhu-riyeti'nin, kuruluşu ile birlikte, Türk Milleti'nin kara talihi sona ermiştir. Dündar Taşer'in dediği gibi artık Türk'ün kabarma dönemi başlamıştır. Bu, bir tarihi süreçtir. Yeni Dünya Düzeni'nin "Ankara merkezli" olması kuvvetle muhtemeldir. Türklüğün Yeni Dünya Düzeni Peki, Türk insanı, Türklüğün Yeni Dünya Düzeni'ne, kendisini nasıl hazırlamalıdır? Hangi düşünce ve davranışları benimsemelidir? "Türklüğün Yeni Dünya Düzeni" adlı eserimizden maddeler halinde özetleyelim: *Atatürk'ün "Türk kültürünü çağdaş medeniyetin üstüne çıkarma" ülküsü yerinde tespit edilmiş bir ülkü olmakla birlikte, bu ülkünün halka heyecan verecek, kitleleri peşinden sürükleyecek sembolleri yoktur. Şimdi anlaşılmıştır ki, çağdaş medeniyetin ön safına geçme ülküsü, tıpkı Osmanlı'nın "Nizam-ı Alem" davası gibi bir formüle ihtiyaç duymaktadır. Biz, buna "Türklüğün Yeni Dünya Düzeni" veya kısaca "Güneş Ülkesi" diyoruz. Adriyatik'ten Çin Denizi'ne kadar Türk milletinin içinde bulunduğu durum, böyle büyük ve ortak bir iddia ve ülküden mahrum oluşundan kaynaklanmaktadır. Gerek siyasi, gerek coğrafi dağınıklığın sebebi hedefsizliktir. Diğer taraftan, millî, dinî ve insanî ülküler birbiriyle kaynaştırılmadığı sürece, o ülküleri grup grup yaşayan, ancak birbiriyle bağdaştıramayan millet fertleri "Milliyetçiler-İslâmcılarÇağdaşlar" gibi kamplara bölünmekten kurtulamaz... Bu üç ana grubun önde gelen fikir adamları "bir ortak bileşen" de buluşmalıdır. Ortak bileşen "Türklüğün Yeni Dünya Düzeni" veya "Güneş Ülkesi" gibi bir hedef olabilir. Hem Türkiye'de, hem bütün Türk dünyasında, hem islâm ülkelerinde, hem de bütün dünyada, eşitlik, açıklık ve adalete dayalı bir sosyal düzeni, insan haklarım, barışı, kardeşliği kurmayı hedefleyen bir ortak bileşen... Peki, Türklüğün Yeni Dünya Düzeni veya Güneş Ülkesi'nin sembolleri ne olacaktır? Türkler'in ve bütün insanlığın kabul edebileceği bir sembol! Bu sembol, Ahmet Yesevi'nin taşıdığı "çerağ"dır. Bu çerağ, İslami açıdan Allah'ın nurunu, eski Türk inançları açısından Tengri'nin güneş vasıtasıyla verdiği hayatı temsil etmektedir. Türkler, bugün için bilim olan o


ışığı bulabilmeyi hayatlarının temel felsefesi olarak düşünecektir. Türkler bu meşaleyi taşırken, kimseyi din değiştirmeye zorlamayacaktır. Fakat o meşale, bütün dünyada, eşitliği, açıklığı ve adaleti, kısacası huzuru sağlamayı temsil edecektir. Bu meşaleyi taşırken, askeri fetihler yapmak gerekmiyor. Söz konusu olan insanlığın gönlünü fethetmektir. Bu fetih, "ay"m, "güneş"in ve "yıldızlar"m fethiyle tamamlanacaktir. Fetihlerde kullanılacak ışık, bilimden başka bir şey değildir. En önemli kudret kaynağı nüfustur *Türkler'in medeniyet yarışında en ön safa geçtiği dönemler, hep nüfuslarının çok olduğu dönemlerdir. 12. asır Süryani tarihçisi Mihail'in, "Yeryüzü, Türkler'i taşımaya yetmiyordu" diye ifade ettiği nüfus yoğunluğu, Türkler'in kudret kaynağıydı. Atatürk'ün, Cumhuriyet döneminin başlangıcında uyguladığı politikalar da Türk nüfusunu artırmaya yöneliktir. "ıo yılda 15 milyon genç yarattık her yaştan" ifadesi de bu politikayı anlatıyordu. Atatürk, Oğuz Han'ın "Halkımız çok olsun" felsefesini biliyordu... Bugünkü ABD'yi ABD yapan da "nüfus"tur ve ABD'de nüfus artışı, yönetim tarafından desteklenmektedir. Bir millet, kudret sahibi olmak istiyorsa, nüfusunu artırmak zorundadır. Kalkınma ve gelişme planları, artan nüfusa göre yapılır. Kur'an ahlâkı ile ahlâklanmak * Türk-İslâm ahlâkını yeniden ve eskisinden daha da güçlü bir şekilde yerleştirebilmek için Türklüğün Yeni Dünya Düzeni'ne, Güneş Ülkesi'ne gönül veren insanların, öncelikle bu ahlâkı kendi vicdanlarında ve davranışlarında yaşaması ve hepsinin birer meşale gibi olması gerekir. Müslüman Türkler için, Kur'ân ahlâkı ile ahlâklanmak ve İslâm örfe de büyük önem verdiği için, Türk töresinin ilkeleriyle donanmak şarttır. "Kur'ân ahlâkı ile ahlâklanmak" elbette ki, Kur'ân'ı okumak, "düşünüp anlamakla" mümkün olabilir. Bu sebeple, bütün Türk Dünyası'nm Kur'ân'ı kendi ağızları, şiveleri ve lehçelerindeki çevirilerle okumaları sağlanmalıdır... Ahlâkı, dil, müzik sinema ve medyadan ayrı düşünmek mümkün değildir. Bu yüzden Güneş Ülkesi'ne gönül veren bütün insanlar, müzikle ve diğer sanat dallarıyla yakından ilgilenmeli ve eserler vermelidir. Türk kültürünün zengin mirası, bütün insanlık için yeni sanat, edebiyat, fikir, bilim, siyaset ve ekonomi ekolleri kurmak için yeterli bir başlangıç noktasıdır. Bu kültür mirası, en büyük hazinedir ama dünya milletlerinin kültür ve medeniyet hamlelerini de takip etmek gerekir. Çağın atlarını icat etmek Türkler, tarihin birçok döneminde hız ve hareket kavramlarının önemini iyi bellemiştir. Bu kavrayışta, şüphesiz, Türkler'in "bilgi"ye ve "bilge"ye verdiği önem esas temeli oluşturur... "At"ı ehlileştirme bilgisini Türkler elde etmişti. At, o çağların hız vasıtasıy-dı. Ebulgazi Bahadır Han'a göre, ilk tekerleği, dolayısıyla ilk arabayı, Kanklı Bey adlı bir Türk beyi, Oğuz Han'ın savaşları sırasında, atlar ganimetleri taşımaya yetmeyince icad etmiştir. Kağnı kelimesi oradan kalmadır. "At"ı ve "araba"yı savaş aleti olarak kullanan ilk millet de Türkler idi. Bugün bile dünyanın en iyi atlan, Türkmenistan'da yetiştirilir. "At" ile hız kazanan, ıraklan yakın eden Türk milleti, "araba'yı da "ev" gibi kullanarak; topluca hareket etme yeteneğine ulaşmıştı. Bu üstünlük asırlarca ve binlerce yıl devam etti. Türkler, dilde, dinde ve töredeki bozulma ile birlikte "bilgi'yi kaybedince "yeni aflar keşfetmekten uzak kaldı. Çünkü dindeki bozulma, pozitif ilimlerle uğraşmayı artık gavur işi olarak görüyordu. Aslında bozulan, din değil mesleki menfaatlerini düşünen sözde ulema idi. Dini kavrayış bozulmuştu. Dolayısıyla bilgi bozulmuştu. Bilgi bozulunca, asnn "sürat ve hareket" kavranılan Türk ülkelerine girmez olmuştu. Matbaa, bilginin herkese hızla yaygınlaştırmasını sağlıyordu, Türkler bu icattan 300 yıl sonra yararlanmaya başladı! Sadece matbaadaki gecikme bile, bir milleti mahvetmeye yetebilirdi.. Nitekim Türkler'in Ankara ve çevresine sıkışmasında, bu gecikmenin rolü inkâr edilemez.


Türkler, yükseliş dönemlerinde sibernetiği çok iyi kavramıştı. İlk robotlar Abbasi döneminde icat edilmiş ve kullanılmıştı. Bir devlet adamı olan Fatih'in, aynı zamanda üstün bir mühendis olması ve havan toplarının gelişmesine katkıda bulunması bu sayede gerçekleşmişti. Lagari Hasan Çelebi'nin füze denemelerini de belirtmek gerekir. Ali Ağa'nm roketleri ise bugün Frankfurt'taki tarih müzesinde sergilenmektedir. İlk denizaltıyı keşfeden de Türkler'di. 1 Ekim 1720'de, 3. Ahmed'in çocuklannın sünnet düğününde, denizden çıkan timsah şeklindeki denizaltı da bunlardan biriydi. Denizaltının mimarı Tersanebaşı İbrahim Bey idi. Bugün dünya, yeniden sibernetiğin önemini kavramıştır. Bu konuda, en ileride bulunan Amerikan ve Japon bilim adamları, bu sayede sanayide, tarımda otomasyona geçtiler. Bugün, fizikçiler, elektronikçiler, mekanikçiler ve bu gibi dallarda çalışan bilim adamları, bi araya gelerek sibernetiği yeniden yerleştirdiler. Elektronik beyin vasıtasıyla da diğer bütün bilim dallarında yeni ufuklar açıldı ve bugünkü baş döndürücü hıza ulaşıldı. Uzayın keşfine çıkıldı. Ve yeryüzünün, okyanusların derinliklerine inildi. Atom böyle parçalandı. Nükleer enerji böyle bulundu. Genetik bilimindeki ilerleme böyle sağlandı. İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD ve Rusya'ya kaçırılan Alman bilim adamlarının da bu bilimin gelişmesinde büyük payı vardır. Alman bilim adamlarının temel kaynağı, Türk bilim adamlarıydı. Harezmi, İbni Sina, Şakiroğulları, Uluğ Bey, Ali Kuşçu, Nasreddin Tusi ve Cabiri gibi bilim adamları esasen kendi çağlarında sibernetiği uygulamıştı. O bilim adamları, Kuran'da açıklandığı gibi, "Allah'ın yeryüzü ve gökyüzü için, insan vücudu için, can için, diğer bütün varlıklar için tespit ettiği ayetleri"; yani doğa kanunlarım aradılar... "Pozitif bilim" yöntemlerini kullandılar, deneyler yaptılar, teleskoplar icat ettiler, sıfırı buldular, tıpta ve astronomide harikalar yarattılar, müzikle tedaviyi gerçekleştirdiler. Fakat, Türk dilindeki bozulma, Türkler'deki dini anlayışı, bilimsel kavrayışı da bozdu. Tebriz'den ve Kahire'den Yavuz'un getirdiği 2 bin sözde bilim adamı da, bu bozulmayı hızlandırdı. İçtihat kapılarının kapanmış olması da bilim hayatım dondurdu. Bilgi elden çıkınca, asrın "Sürat ve hareket" kavramları da kaybedildi. Müslüman milletler, Hz. Süleyman'ın emrine verilen, "rüzgâr aracı"nm hızım, Hz. Muhammed'in Mekke'den Kudüs'e gidiş hızıyla, Mirac'a çıkış hızını bile gereğince araştırıp değerlendirememiştir. İşte Atatürk, bu sürat ve hareket kavramım çok iyi biliyor, "Bizce zaman ölçüsü, geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket mevhumuna göre düşünülmektedir. Geçen zamana nispetle daha çok çalışacağız. Daha az zamanda daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza asla şüphem yoktur" diyordu. Onun için yurdu demir ağlarla örmek istiyor, onun için silah fabrikaları, hatta uçak fabrikası kuruyordu. Onun için, "Türk Milleti'nin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir" diyordu... 21'inci yüzyılda "Ankara merkezli bir küresel ağ" kurabilmek, bilgi toplumu olabilmeye bağlıdır. Bunun için yeniden bilim mantığını kazanmak, araştırma ve geliştirmeye yönelmek, enformasyon ağım yerleştirebilmek, hızlı millet olmak, Türk dilini, Türk müziğini, Türk aklını ve Türk inancını, Türk nüfusunu güçlendirmek, fikri hür, vicdanı hür nesiller halinde, Türk devlet felsefesi gereğince adil bir devlet sistemi yerleştirmek, enerji kaynaklarını ele geçirmek ve yenilerini keşfetmek, akla hayale gelmeyen silahlar üretmek, dinde, mezhepte ve tarikatta ayrılıklara son vermek, eşitlik, açıklık, barış ve adaleti, huzuru, insan haklarım, sosyal refahı hem Türkiye'de, hem bütün dünyada kurmak gerekmektedir.. Bunun için, kendisini aydın kabul eden herkesin, aynı hedefe yönelmesi şarttır. Ferdi hürriyetin geliştirilmesi Mehmet İzzet, "Milliyet nazariyeleri ve Millet Hayatı" adlı eserinde diyor ki; "İnkâr edilemez ki, ferdi iradenin hürriyetine sahip olmadığı yerde milliyetten, millî siyasetten ve millî hukuktan bahsedilemez..."


Gerçekten de, eğer insan kendi iradesini bazen kendi rızasıyla, bazen de hiç farkına varmadan ipotek altına koyuyorsa ve bu türde insanlar, mevcut oldukları ülkede sayıca çoğalıyorlarsa, orada hürriyetten söz edilebilir mi? Veya, bu türdeki insanlar millî siyaset, millî hukuk, millî sanat ve kültür üretebilir mi? Yine Mehmet İzzet'in dediği gibi, "Bugün iman ediyoruz ki, hakiki kuvvet, kuvvetleri kullanmasını bi len insandadır; beşeri hürriyetin, millî hürriyetin gerçekleşmesi kuvvete bağlıdır." Mehmet İzzet'in bu tespitlerinin devamı olarak; millî düşüncenin kuvvet olduğunu kuvvet olmadan hürriyet olamayacağını, hürriyet olmadan da, iradenin hür olamayacağını, hür olmayan bir iradenin ise ancak "köle" olabileceğini kavrayabiliriz... Kuşatıcı milliyetçilik Avrupa Topluluğu ideali de çeşitli milletleri, daha şümullü bir vatanperverlikte eritmenin formüllerini aramaktadır. Bizce, bu ideal gerçekleşirse, içlerinde en güçlü millî iradeye, en güçlü dile sahip olan milletin tahakkümü altına gireceklerdir. Ancak, Türk Birliği ideali böyle değildir. Çünkü Türkler'in yaşadığı ülkeler zaten Türk ülkeleridir. Vatan, "büyük ve müebbet bir ülke"dir. Adı da Turan'dır. Bilge Kağan'm "Doğu'da gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar ülkelerde yaşayan bütün milletleri kendisine bağlaması, bunca milleti düzene sokması" da böyle kuşatıcı bir vatanperverliğin sonucudur... Kapsayıcı, kuşatıcı milliyetçilik olmazsa, başka milletlerin boyunduruğu altına girmek kaçınılmaz olur... Demek ki, Türk boylan, Kazaklar, Kırgızlar, Özbekler, Türkmenler, Azerbaycan Türkleri, İran, Irak, Suriye Türkmenleri, Balkanlar'daki, Kafkaslar'daki çeşitli Türk boyları, Tatar Türkleri, Doğu Türkeli Türkleri, Yakut Türkleri ve daha sayamadıklarımız, kuşatıcı bir millî irade oluşturamazlarsa, ferdi irade de oluşturamazlar... Ekonomi ve medyanın yeniden yapılandınl- ması Bugün, Türkiye'nin en büyük işadamları millilik niteliğinden uzaktır. Küresel şirketlerin ortağı değil, temsilcisi durumundadırlar. Basımn da bu şirketlere hizmet ettiği kesindir. Dışarıdan ekonomik güdümle birlikte, siyasi güdüm, kültürel güdüm, nüfus planlaması güdümü alan işadamları ya doğrudan veya dolaylı olarak gazete sahipliğiyle ya da ilanreklâm ta-hakkümüyle basını teslim almış durumdadır. Basımn "modern hurafeler" ile uğraşmasının sebebi budur. Bazı işadamlarının milliyeti yoktur. Ay-yıldız sadece pasaportlarmdadır... Bu sebeple, Türkiye'de ekonomi ile birlikte medyanın da yeniden yapılanması gereklidir. Yeniden yapılanmanın temel felsefesi, kesinlikle, "Türk tarafından, Türk'e göre, Türk için" olmalıdır! Türklüğün Yeni Dünya Düzeni'ninde, Türk evrenkentleri, Türk basını, Türk televizyonları, Türk sineması, Türk sanatçısı, Türk fikir adamı dünyaya yön verecektir... Bunun yolu, ekonomide ve medyada yeniden yapılanmayı gerçekleştirmekten geçer... Enerji kaynaklarına hükmeden dünyaya hükmeder * Tarih boyunca, enerji kaynaklarına hükmeden, dünyaya da hükmetmiştir. Bugün de durum farklı değildir. En yakın ve çarpıcı örneği Afganistan ve Irak'ın işgalidir. ABD'yi ABD yapan, eneıji kaynaklarına hük-metmesidir. Japonya ve Almanya'nın ABD'yi yakalayamamasının sebebi, enerji kaynaklarına sahip olamayışlarıdır Şimdi kopan fırtına, Orta Asya steplerinde, Turan ülkelerinde esmektedir. Turan ülkelerinin enerjisi, 2i'inci yüzyılın süper gücünün kim olacağım da belirleyecektir. Tabii, enerji kaynaklarına sahip olmak yetmiyor. O enerjiyi açığa çıkarabilmek, depo-layabilmek, dağıtımını yapabilmek ve kullanabilmek gerekmektedir... Bu bakımdan doğalgaz-petrol boru hatlarının geçeceği ülke veya ülkeler de önem kazanmaktadır... Aslında bütün kâinatın enerjiden ibaret olduğu bilinmekte, şimdilik sadece yoğun enerji kaynakları kullanılmaktadır. Ancak, bu enerji kaynakları yokmuş gibi, yeni enerji kaynakları keşfetmek, bugün petrol, doğalgaz, güneş


enerjisi ve nükleer enerji kullanırken, yarın su ve havamn nasıl enerji kaynağına dönüştürüleceğini araştırmak gerekir. Et yiyen milletler, ot yiyenlere hükmeder *Dünyaya düzen veren millet, her zaman dünyanın en iyi beslenen milleti olmuş veya en iyi beslenen millet, dünyaya düzen vermiştir! Türkler, prote in ağırlıklı beslenen bir milletti.. Öyle ki, Göktürkler av eti dışında başka bir yiyecekle beslenmeyi fakirlik belirtisi sayardı. Bugün sakatat denilen iç organları yemezlerdi. Oğuz Kağan 24 torununa, devleti ve ülkeyi teslim ederken, hayvanın nasıl ve kimler tarafından kesilip parçalanacağını, hangi parçayı kimin alacağım bile belirlemişti... Kısacası Oğuzlar'ın en büyük destanının temeli et üzerinedir... Oğuz Kağan Destam, Dede Korkut Destanları, dağ gibi et yığıldığından, göl gibi kımız sağıldığmdan söz eder sık-sık... Türkler, et yiyerek, hem de av etlerine ağırlık vererek, millî dehalarını yükseltiyordu. Fatih Sultan Mehmet Han, bir vakfıyenamesinde, İstanbul'daki hastalar için Balkanlar'a özel avcılar gönderilmesini, hastaların av eti ile beslenmesini istemiştir... Ancak, bugün Türk Milleti "ot"a mahkûm edilmiştir... Otlar hormonla yetiştirildiğinden, hayvanlar da bu hormonlu bitkilerle beslenmekte, dolayısıyla, proteinin protein değeri kalmamaktadır. Diğer taraftan, kolestrolü yükselten sanki sadece kırmızı etmiş gibi, millet adeta et yememeye teşvik edilmektedir! Et yiyemeyen bir millet, ne kendisine düzen verebilir, ne de dünyaya... Adalet, kendini bile kayırmamaktır *Türkler'in kurduğu bütün devletlerin temeli "adalet" idi. Türk Devleti'nin, Türk ülkesinin sınırları içerisinde bulunan bütün kavim, din ve mez hep mensupları arasında hoşgörü ve adalet esastı. Tabii adaletin teminatı da kudretti... Türkler "il" ve "töre"ye önem vererek, töreyi ilin; hukuku devletin teminatı sayarak, "ilk hukuk koyucu millet" olma şerefini kazanmıştır. Bugün, "hukukun üstünlüğü" dediğimiz sosyal bakış, Türkler'de Oğuz Han döneminden beri vardır. Hukukun adı "töre" idi. Töre, her şeyden hatta devletten bile üstün tutulurdu. "İl (devlet) giderse töre (hukuk) kalır" diyen Türkler, ancak törenin yaşatılmasıyla devletin ayakta tutulabileceği veya yeni bir devlet kurulabileceğinin bilincindeydi... "İnsanoğlunun üstüne hükümdar olan Türk kağanları", öncelikle milletin ilini ve töresini düzenlemiştir... Türk Devleti'nin ilini ve töresini üstte mavi gök çök-medikçe, altta yer delinmedikçe kimsenin bozamayacağı kitabelere dikilmiştir... Şimdi hukuk devletini yeniden yerli yerine oturtabilmek, hukukun doğal kaynağı olan etik öğeyi; dini, örf ve adetleri ilim mantığıyla yorumlamaya bağlıdır. Türklüğün Yeni Dünya Düzeni, "Türk töresi ve is-lamla ters düşmeyen" yeni bir hukuk sistemi geliştirmekle gerçekleşebilir. Bugünkü Batı hukuku da yalmz Roma hukukundan değil bütün hukuk felsefelerinden faydalanmıştır. Batı'dan küçük düzenlemelerle alınan Türk hukuk sisteminde, adaletsizlik kanunlardan çok, toplum vicdanının kabullerindedir. Mevcut siyasi partilerin oluşturduğu düzen, insanları partizanlığa zorluyor. Seçmen, kendi oyunu hisse senedi zannediyor. Seçimi kazanan partinin seçmeni, oyunu veya siyasi faaliyetini paraya, mevkiye dönüştürmenin çaresini arıyor. Hak etmediği makamlara talip oluyor veya yakınlarına çıkar sağlıyor. Demek ki, her şey toplumun kendi vicdanında adaletli olmasıyla başlar. Adil insanlardan oluşan bir çekirdek grup yetişir de, o grup bütün milleti peşinden sürüklerse, ancak o zaman Türklüğün Yeni Dünya Düzeni'ne yürüyüş başlayabilir. Her işten önce, "iyiliği emreden, kötülüğü defeden" bir nesil, bir insanlık ordusu yetiştirmek gerekmektedir! Ve bu orduyu devletin başından, muhtarına kadar işbaşına getirmek.. "Ey iman edenler! Haktan yana olup, adaleti sapasağlam ayakta tutun, Allah için şahitler olun. İsterse kendinizin veya ana-babanızm ya da yakınlarınızın aleyhine olsun, isterse onlar zengin veya fakir bulunsun. Allah onları korumada herhalde sizden öndedir. Artık hak ve adalette hevese uymayın. Eğer dilinizi büker veya yüz çevirirseniz, Allah yaptıklarınızdan haberdardır." (Nisa-13 5)


İşte Kur'ân'ı hakkıyla okuyan, düşünen ve anlayan bir insan bu ayete göre yaşarsa emaneti ehline verir, insanlar arasında hükmederse adaletle hükmeder. O insan çoğalırsa, millet, töresini yeniden düzenlemiş olur. Hukuk devleti, kendini bile kayırmayacak adalet anlayışına sahip "insanlık ordusu" ile gerçekleşir... Ekonomide insan vücudu sistemi incelediğimiz bütün kaynaklardan çıkardığımız sonuç şudur ki, ekonomide başarılı olmuş milletlerin kurduğu mekanizmalar insan vücuduna benzemektedir. Selçuklu medeniyetini, haberleşme teşkilâtlan, sanayi merkezleri, sanayi dağılımlan, kervansarayla- n, medreseleri, ilk devlet sigortası, ilk anonim şirketleri, ilk bankaları, tarım sistemi ve ilk jüri sistemiyle birlikte gözümüzün önüne getirelim... Selçuklu'nun ve daha soma Osmanlı'nın ekonomik sistemi tıpkı bir insan vücudu gibidir. Günümüzde ise, ekonomide insan vücudu sistemini en iyi tahlil eden ve uygulamaya çalışan ülke ABD'dir. ABD'nin şimdiki hedefi ise, bütün dünyayı tek bir ekonomik vücut kabul etmekle birlikte, henüz ulaşamadıklan yerlere de ulaşarak sistemi tamamlamaktır. Buna da entegrasyon diyorlar. Bütün dünya ekonomileri ABD beyinli ve ABD yürekli bir ekonomik vücuda entegre olacaktır. Peki, ABD böyle bir sistemi hedef alıyor da, Türkiye neden almasın? Neden Türkiye, Washington-New York merkezli bir ekonomiye tabi olsun? Neden Ankara-İstanbul merkezli bir ekonomik vücut kurulmasın? Üstelik, dünyanın coğrafi kalbi de Türkiye'dir, tarihi beyni de... Ekonomik iskelet *Türk halkının, "kurultay yapısı"na dayalı demokrasi içinde ve yine mesleki kurultaylara dayalı sosyal gruplar halinde, aynı hedefe yöneldiğini kabul ederek, sistemimizi tıpkı insan vücudu gibi kurmaya başlayalım... Ankara beyinli ve İstanbul yürekli bir ekonomik mekanizmadır bu... Soma, Ankara, Almatı, Taşkent, Aşkabat, Bişkek, Baku, Lefkoşa, Ulan Bator, Duşanbe beyinleri, tek hedefe yönelmiş beyinler haline getirilebilir. Buna, Şam, Bağdat, Tahran, Riyad, Kahire, Karaçi, Kuala Lumpur, Jakarta, Nijer, Hartam beyinleri ilave edilebilir. Ekonomik iskelet, önce ülke toprakları, daha soma Türk Dünyası toprakları ve bütün dünyadır. Yine ekonomik iskeletin kasları, öncelikle vasıflı ve yoğun bir Türk nüfusudur... Vücudun diğer unsurları da altyapı ve üretim araçlarıdır. Tarım arazileri, fabrikalar, hizmet birimleri, enerji santralleri, madenler, karayolları, yerüstünde, yeraltında ne varsa, hayvanlar ve böcekler de dahil olmak üzere hepsi vücudun diğer kısımlarını oluşturur. Bütün yerleşim merkezleri ve bu arada yeni tarım-sanayi-bilgi kentleri de bu yapıya dahil edilmelidir. Ekonomik iskeleti böylece ortaya koyabiliriz. Öncelikle Türkiye'den, sonra Türk dünyasından ve entegre olacak diğer ülkelerden söz ediyoruz. Ekonomik iskeletin mülkiyet hakkı, özelleştirme ile büyük ölçüde millet sektörüne bırakılacaktır... Ekonominin oksijeni "bilgi"dir. Oksijen üreten merkezler ise eğitim-öğretim kurumları ve bilhassa üniversitelerdir. Dolayısıyla fıkir-bilgi adamları, araştırmacılar, yazarlar, sanatçılar, edebiyatçılar oksijen üretecektir. Ekonomik kurultay temsilcileri, mesleki ve sosyal örgütlerle birlikte omurilik görevini yapar. Bankalar, bilgi bankaları, üniversiteler, basın-yaym organları, ulaştırma ve haberleşme hizmetleri, kişisel telefonlar, ekranlı telefonlar, uydular, titreşimler, elektro manyetik dalgalar ise ekonomik sinir sistemini oluşturur. Ekonomik yapılanmanın hedefi, önce ülke ekonomisini, sonra Türk Dünyası ekonomisini, Karadeniz ülkelerini, Kafkaslar'ı, Balkanlar'ı, Doğu Avrupa'yı, Ortadoğu'yu birbirine entegre etmek... İşte, Türklüğün Yeni Dünya Düzeni... İşte Güneş Ülkesi... Bu şekilde, gittikçe genişleyen halkalar içine giren bütün uluslar zenginleşecek, barış ve huzur içinde yaşayacaktır. Ekonomik adaletle birlikte, siyasi adalet anlayışı da bu coğrafyaya hakim kılınacağı için, adalet meşalesi Ankara'ya taşınacak, Türklüğün Yeni Dünya Düzeni hüküm sürmeye başlayacaktır.


Servet, millet sektörü ile tabana yayılacak, bilgi kentleri ve ekonomik kurultay yapılanması ile ekonomik enerji kılcal damarlara kadar ulaşacak, mülkiyet zekâtın devlet tarafından toplanması suretiyle sınırlandırılmış olacak, böylece "servetin zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlet olması" engellenecek ve elde edilen servet, girişimcilere, fakir vatandaşlara, evlenecek gençlere, öğrencilere dağıtılacak, toplumsal dengeler korunacaktır.. Karşılıklı bağımlılık, entegrasyon, küreselleşme diye ortaya çıkan ve Türkiye'de de taraftar bulan ABD ve Batı Avrupa ülkelerine, ancak temeli adalet olan ekonomik ve sosyal bir düzenle karşılık verilebilir. Bütün mesele, buna karar verebilmek, buna cesaret edebilmektir. İşte o zaman'aç millet doyurulur, çıplak millet giydirilir, millet zengin edilir, azalan millet çoğaltılır, Türkiye'nin etrafındaki bunca millet düzene sokulur; başlılara baş eğdirilir, dizlilere diz çöktü rülür. Beşeriyette gerçek huzuru temin etmek... Güneşi tuğ, gökyüzünü çadır olarak gören Oğuz Han'dan ve binlerce Türk liderinden sonra, yakın tarihte, bilhassa Atatürk, aynı hedefi, Türk Milleti'ne yeniden kazandırmak istemiştir. Bakınız ne diyor Atatürk ıo. Yıl Nutku'nda: "Türk Milleti'nin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda; elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir. Şunu da önemle belirtmeliyim ki, yüksek bir insan toplumu olan Türk Milleti'nin tarihi bir özelliği de güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığım, doğuştan zekâsım, millî birlik duygusunu, her zaman ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek geliştirmek millî ülkümüzdür. Türk Milleti'ne çok yaraşan bu ülkü, onu bütün beşeriyette gerçek huzurun temini yolunda, kendisine düşen medeni vazifeyi yapmakla başarıya ulaştıracaktır." İşte Atatürk'te de Türk milletinin tarihi ülküsü: Beşeriyette gerçek huzuru temin etmek... Dünyaya düzen vermek ülküsü, Türk milletini kendisine karşı da medeni vazifesini yapmaya mecbur eder ve devamlı uyanık tutar. Türklüğün Yeni Dünya Düzeni'ne veya Güneş Ülkesi'ne, millî dinî ve insanî idealleri birbiriyle bağdaştırarak, kendini bile kayırmayacak bir ahlak ve adalet ölçüsüne ulaşıp ferdi hürriyeti geliştirerek, parti, mezhep ve tarikat ayrılıklarından kurtulup iktidar kavgalarım en aza indirerek, "Türk-islâm-çağdaş" formülü ve Kızılelma meşalesi ile ulaşılabilir. Hem merkeziyetçi, hem de yerel yönetimlere önem veren üniter devlet yapısı içinde, bütün kavimlere, dinlere, mezheplere hoşgörü ve adalet düşüncesiyle yaklaşmak, Türk devlet felsefesinden yola çıkarak ıo kişilik, ıoo kişilik, ıooo kişilik ve ıo bin kişilik teşkilâtlanmalar ile büyük kurultaya giden Türk demokrasisini yerleştirmek, bunları yaparken Paris Şartı'nın yerine bir Ankara Şartı hazırlamak, Kopenhag kriterlerinin yerine İstanbul kriterleri oluşturmak, Birleşmiş Milletler'in yapısını demokratik-leştirerek bütün insanlığa yön vermek mümkündür. Türkü düşmansız kılmak Türk varlığım ebediyen yaşatmak, Atatürk'ün örnek aldığı Bilge Kağan'm "Türk'ü düşmansız kılmak"politikasıyla mümkündür. Bu politika, sadece Türklük için değil, bütün insanlık için yeniden ele alınırsa ve insanlık düşmanları ortaya çıkarılıp dünyaya ilan edilirse sonuç alınabilir. Tabii günümüzdeki mücadele, bilgi ve bilgi teknolojisine, kültür endüstrisine ve istihbarata dayalı bir ekonomik savaş olarak yürütüldüğüne ve süreç, ülkeleri satın alınmış aydınlar vasıtasıyla içerden ele geçirerek federalizasyon ve şirketler komünizmini gerçekleştirmek olduğuna göre, öncelikle yapılması gereken, milliyetçi veya ulusçu Türk aydınları arasında, hedef ve örgüt birliği sağlamaktır. Hedefsiz ve örgütsüz kitleler, ancak bir potansiyeldir ve fareli köyün kavalcılarının peşinden gitmeye her zaman hazır ve nazırdır. Asıl büyük çözüm ise ilkeleri ilan edilecek uluslararası bir yeni yapılanma ile mümkündür. O yeni yapılanmanın liderliğini Türkiye üstlenebilir.


Neden Türk dünyası? Türk dünyası ile ilgilenmek, kendini veya kendi milletini kayırmak değildir. Atatürk, Türk dünyası ile dil, tarih ve kültür köprüleri kurulmasını isterken, sözlerini "insanlık, huzur ve sükununu bu fasıllarda bulacaktır" diye bitirmişti. Çünkü bugün dünya üzerinde baskı altında olan, nükleer denemelerle, nüfus planlaması ile veya doğrudan savaşlarla yok edilmek istenen halklar, Türk halklardır. Ve yeni paylaşım savaşı Türk dünyası üzerinde bütün gücüyle hüküm sürmektedir. Balkar Türklerinden Öruzlan Bolat 187 186 diyor ki, "Geçenlerde dünyanın uzaydan çekilmiş bir fotoğrafım gördüm. Orada bile Türk dünyasının bir bütün olduğu dikkat çekiyordu. Ama yeni bir bin yıla girerken bile, gerçekte tek bir ulus olan Türk halkları, bağımlı olmaya devam ediyor. İnsanlığın doğal ölümsüzlüğünün, ebedi kalıcılığının devam etmesi için Türk dünyasının özgür olması temel şartlardan biridir. Gezegenimiz, özgür gelişen Türk dünyası olmadığı için tıkanıyor..." Şeref, haysiyet ve namus meselesi Her şeyden önce, Yeni Dünya Düzeni veya küreselleşmenin yeni bir sömürü ve kölelik düzeni olduğunu görmek ve dünyaya kabul ettirmek gerekir. Yeni Dünya Düzeni'nin veya küreselleşmenin amaçlan gizlidir, bu düzeni hakim kılmaya çalışan Dünya Ticaret Örgütü, Üçlü Komisyon, Bilderberg, Dış İlişkiler Konseyi, Dünya Bankası, IMF gibi yapılanmaların kararları gizlidir. O halde Kant'm belirttiği gibi amaçları açıklıkla bağdaşmayan eylemler hukuk dışıdır. Hukuk dışı olan sadece bu eylemler değil, aynı zamanda karar mekanizmalandır. Çünkü bu yapılanmalarda, uluslar eşit olarak temsil edilmemektedir. Dünyada dolaşan ve küresel ekonomik politikalann temel dayanağı olan Amerikan dolamım dörtte üçünün, yine SDR denilen ve IMF'ye üye ülkelerin kabul etmek zorunda olduğu sanal paranın tamamının hiçbir karşılığı olmadığım bütün insanlık bilmelidir. Türkiye'nin IMF reçetelerine uyarak bu uluslar arası soygun ve milli kimlikleri yok etme sürecinden çıkması mümkün değildir. Çözüm, açıklık ve adalet ilkelerini esas alarak, soygun sistemi konusunda uluslararası bir kamuoyu oluşturmak ve buna dayanarak, karşılığı olmayan para birimlerini reddetmek, her ülkenin kendi gerçek üretimleri kadar gelir sağlamasının şartlarım oluşturmakta aranmalıdır. Bütün mesele, teslimiyete direnecek bir kararlılığı ortaya koyacak siyasi iradeyi, önce Ankara'da, sonra bütün dünyada oluşturmaktır. Küreselleşme adlı soygun sistemine uyarsanız, IMF temsilcilerinin bugün Bakanlar Kurulu salonunda, üstelik Atatürk resminin ve "egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" yazısının önünde yaptıkları basm toplantılarına, yarın Çankaya'da devam etmeleri beklenir... Bu da Türkiye Cumhuriyeti'nin sonu demektir. Cumhuriyeti korumak ve kollamak ise sadece askerlerin değil, bütün Türk vatandaşlarının; özellikle ve öncelikle Türk milliyetçilerinin görevidir... Görevden de önce, bu bir şeref, haysiyet ve namus meselesidir... Manyetik alan oluşturmak 21'inci yüzyılın veya üçüncü bir bin yılın ideolojisini hazırlarken temel ölçü, kendini kayırmayan ve şiddeti reddeden bir adalet fikri ve açıklıkla bağdaşmayan eylemleri ve karar mekanizmalarım hukuk dışı kabul eden ve gizli terör olarak nitelendiren, hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü anlayışı olmalıdır. Yine her inşam her halkı kendisine ait haklar ve özgürlükleriyle birlikte ayrı bir kişilik olarak değerlendirmek, kendi ekonomik ve sosyal düzenini, dilini, dinini, kültürünü onlara dayatmamak, fakat "adalet ve açıklık" ilkelerini bütün insanlığın ortak ilkeleri haline getirmek de temel görüş olmalıdır. Yeni Dünya Düzeni veya küreselleşme ideolojisi sahiplerinin, insan haklarım, ulusları çözmek ve parçalamak için kullanması karşısında, bütün dillere ve kültürlere saygı duyarak,


aralarında adalet ve açıklık ilkelerini esas almak, hem çözülmeleri durduracak, hem de bütün insanlığı kendi kişiliğini ve korumak kaydıyla bir "Evrenli bilincinde birleştirecektir. Bu fikirlerin Türklerden ve Anadolu'dan yeşermesi, güneşin artık Anadolu'dan doğacak olması tesadüf değildir. Yeni Dünya Düzeni'nin veya küreselleşmenin en fazla sıkıştırdığı ülke Türkiye'dir ve en fazla sömürmek istediği coğrafya Türk Dünyası'dır. O halde üçüncü bin yılın ideolojisi medeniyetlerin beşiği olan Anadolu'dan çıkacak ve bütün insanlığı manyetik alanına çekecektir. Türkiye'nin, öncelikle Birinci Meclis ruhuna ihtiyacı vardır. Türkiye'nin yeniden "Birimiz hepimiz için, hepimiz birimiz için" motivasyonuna ihtiyacı vardır. Hedef: Türk Birleşik Devletleri Bütün Türk Dünyası için hedef, 5 Ocak 1993 tarihli Ortadoğu gazetesinde belirttiğimiz gibi, Türk Birleşik Devletleri olmalıdır: "Bir düşünelim! Türk ülkeleri arasında gümrükler kaldırılmış, ithalat ve ihracat serbest. Karayolu bağlantısı ve yolların güvenliği de sağlanmış, araçlar serbestçe girip çıkabiliyor. Bir ticari malın her türlü vergisi satın alındığı ülkeye veriliyor. Türk Cumhuriyetleri arasında rahatlıkla para transferi yapılıyor. Zaten ortak para birimine geçilmiş. Sınırlarda kimlik kontrolü bile olağanüstü durumlarda yapılıyor. Her Türk ülkesi bankası diğer Türk ülkelerinde şube açabiliyor. Tüketici haklan bütün Türk ülkelerinde aynı yasalarla korunuyor. Türk ülkelerindeki bütün televizyon istasyonları serbestçe bütün Türk dünyasına yayın yapabiliyor. Türk Birleşik Devletleri tek bir haberleşme sistemine bağlanıyor. Devlet ihalelerine bütün Türk devletleri firmaları serbestçe katılabiliyor. Havayollan şirketleri aynı lisans ve güvenlik kurallarına bağlı oluyor. 'Türkopol' adlı ortak bir polis teşkilatı kuruluyor. Bir Türk ülkesinde satışı serbest olan ilaçlar değir Türk ülkelerinde satılabiliyor. Süper bir topluluk! Türkiye'nin de Türk cumhuriyetlerinin de çıkış yolu Türk Birleşik Devletleri'dir." Arslan Bulut _ Türkün Şifreleri Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır. UYARI: www.aktuelpaylasim.com Kitap sevenlerin yeni buluşma noktasından herkese merhabalar... Cehaletin yenildiği, sevginin, iyiliğin ve bilginin paylaşıldığı yer olarak gördüğümüz sitemizdeki tüm e-kitaplar, 5846 Sayılı Kanun'un ilgili maddesine istinaden, engellilerin faydalanabilmeleri amacıyla ekran okuyucu, ses sentezleyici program, konuşan "Braille Not Speak", kabartma ekran vebenzeri yardımcı araçlara, uyumluolacak şekilde, "TXT","DOC" ve "HTML" gibi formatlarda, tarayıcı ve OCR (optik karakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görmeengelliler için, hazırlanmaktadır. Tümüyle ücretsiz olan sitemizdeki e-kitaplar, "Engelli-engelsiz elele"düşüncesiyle, hiçbir ticari amaç


gözetilmeksizin, tamamen gönüllülük esasına dayalı olarak, engelli-engelsiz Yardımsever arkadaşlarımızın yoğun emeği sayesinde, görme engelli kitap sevenlerin istifadesine sunulmaktadır. Bu e-kitaplar hiçbirşekilde ticari amaçla veya kanuna aykırı olarak kullanılamaz, kullandırılamaz. Aksi kullanımdan doğabilecek tümyasalsorumluluklar kullanana aittir. Sitemizin amacı asla eser sahiplerine zarar vermek değildir. www.aktuelpaylasim.com web sitesinin amacı görme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü yüceltmek ve kitap okuma alışkanlığını pekiştirmektir. Sevginin olduğu gibi, bilginin de paylaşıldıkça pekişeceğine inanıyoruz. Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap okuyabilmeleri için gösterdikleri çabalardan ve yaptıkları katkılardan ötürü teşekkür ediyoruz. Bilgi paylaşmakla çoğalır. İLGİLİ KANUN: 5846 Sayılı Kanun'un "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK MADDE 11" : "ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaçgüdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir." Bu nüshalar hiçbir şekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz. Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur." bu e-kitap Görme engelliler için düzenlenmiştir. Kitap taramak gerçekten incelik ve beceri isteyen, zahmet verici bir


iştir. Ne mutlu ki, bir görme engellinin, düzgün taranmış ve hazırlanmış bir e-kitabı okuyabilmesinden duyduğu sevinci paylaşabilmek tüm zahmete değer. Sizler de bu mutluluğu paylaşabilmek için bir kitabınızı tarayıp, aktuelpaylasim@aktuelpaylasim.com veya aktuelpaylasim@gmail.com Adresine göndermeyi ve bu isimsiz kahramanlara katılmayı düşünebilirsiniz. Bu Kitaplar size gelene kadar verilen emeğe ve kanunlara saygı göstererek lütfen bu açıklamaları silmeyiniz. Siz de bir görme engelliye, okuyabileceği formatlarda, bir kitap armağan ediniz... Teşekkürler. Ne Mutlu Bilgi için, Bilgece yaşayanlara. TÜRKİYE Beyazay Derneği www.aktuelpaylasim.org www.aktuelpaylasim.com e-posta: aktuelpaylasim@aktuelpaylasim.com aktuelpaylasim@gmail.com Tarayan: Cem Kandemir Arslan Bulut _ Türkün Şifreleri


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.