Golge e-Dergi Kasim 2011 Sayi 50

Page 1

Kasım 2011

Sayı 50

Metin Demirhan ve Emre Yerlikhan Anısına…


İÇİNDEKİLER 04-35 Özel Dosyalar-Metin DemirhanEmre Yerlikhan 36-37 Haberler- Roman Kahramanlarının Ekim sayısı çıktı. 38-41 Haberler-Gezici Festival 17. Kez Yola Çıkıyor. 42-48 Öykü-Edgar Allan Poe 49-52 Çizgiroman İnceleme- Kedi Temalı Kahramanlar 53-56 Öykü- Şekspir'yen Bir Gece 57-59 Sinema- Lanetli Ev Cilalanıp Yeniden Ekranlara Döndü. 60-64 Röportaj-Oğuz ÖZTEKER 65 Çizgiroman -Doğaya Yakın 66-70 Öykü- Bir Metamalzemeye Sarılmak 71-74 Kahramanlar Sinema- Gelecek Süper Kahramanlar 75 Çizgiroman-Bölgede Türk Yoktu. 76-77 Kitaplık- Korkunun Canavarları 78-79 Çizgiroman- Rüya Adam 80-84 Öykü- Gül Yabaniler 85-86 Oyun İnceleme- Unutulmuş Diyarların Unutulmayacak Evren'i 87-88 Çizgiroman- Kendini Yiyen Hikaye 89-90 Sinema- The Beaver (2011) 91-96 Öykü- Kırmızı Kurdele 97-115 Sinema - 48.Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali 116-119 Bulmaca- RocknRolla (2008) 120 Pinup - İlker YATI

50. Sayı ile

tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://GolgeDergi.Blogspot.com Editör: Mehmet Kaan SEVİNÇ golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Hasan Nadir DERİN, Sadık YEMNİ. Ahmet YÜKSEL, Melahat YILMAZ Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Kapak: Mehmet Kaan SEVİNÇ Pinup: İlker YATI Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com


Kasım gerçekten kasan, kasvetli bir ay. Tabii ki başta 10 Kasım'ın derin üzüntüsü, devamında iki dostu yitirmenin acısı… Yazan, çizen, düşünen, üreten iki genç arkadaşımızın aramızdan çok erken ayrılmış olması hüznümüzü daha da arttırıyor. Bazen zor zanaat yazmak; kelimeler düğümleniyor, takılıp kalıyorsun, zor zanaat gidenlerin ardından yazmak. Orhan Veli’nin şiirinde söylediği gibi Baka kalırım giden geminin ardından; Atamam kendimi denize, dünya güzel; Serde erkeklik var, ağlayamam. Baka kalırız giden dostların ardından; ağlayamayız… Bize düşen de… Başta Cumhuriyet’imizin kurucusu Ulu Önder Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere Bu ülkenin var olmasında, sanatında katkısı olan bütün sevdiklerimiz yâd etmek ve yaşadığımız sürece onları unutmamak ve unutturmamak olacaktır.

İyi okumalar… Mehmet Kaan SEVİNÇ

3


Özel Dosyalar

Metin DEMİRHAN

Fotoğraf: Sadık ÜÇOK

Hazırlayan: Fatih DANACI

Gölge e-Dergi olarak daha önce özel sayılar yaptık. Kişilere, olaylara ya da öykülere addettiğimiz dergimizi Gölge okurlarına sunduk. Ancak Kasım 2011 sayısını fantastik camiası içerisinde çok ama çok önemli bir yere sahip olan, 1 Kasım 2007 yılında kaybettiğimiz Metin Demirhan anısına çıkarmak istedik. Bu bizler için hem anlamlı, hem de duygu yüklü bir olay olduğundan bir o kadar da zorlandık. Bu zorluğun üstesinden de rahmetli Demirhan’ı tanıyan dostları sayesinde geldik. Tüm hayatını, fantastik olan ne var ise adayan, yazan, çizen, toplayan Demirhan’ı kendi ağzımızla zaten anlatamazdık. En doğru ifadeler, yakınlarının ağzından çıkan cümleler olacaktı ve onlar da Demirhan’a vefa borçlarını ödemekten kaçınmadılar. Bazıları duygu yüklü cümleler yazarken, bazıları kâğıtlar harcasa da tek bir cümle yazamadı, ama yazılamayan kelimeler en az yazılanlar kadar değerliydi. Böylece Demirhan’ı fantastik bir dergide anma şerefine nail olduk. Demirhan’ı anlatmak için bir diğer yol ise onun dünyasına girmekten geçiyordu ve biz de Demirhan’a ait bazı çizimleri, taslak çalışmalarını ilk defa yayımlayarak, onu, onun dünyasını göstermeyi amaçladık. Aramızdan ayrılışının dördüncü yılında Metin Demirhan yazısını, Demirhan’ın eski dostu, çalışma arkadaşı Giovanni Scognamillo yazdı. Demirhan söz konusu olduğunda yıllardır kalemine dokunamayan Scognamillo, geçmiş anılarını, duygu yüklü anlar sonrasında kâğıda döktü. Yakın dostlarından ise “Metin Demirhan sizin için ne ifade ediyor?” sorusunun yanıtını istedik. Aynı soruyu ülkemizde fantastik alanlardaki çalışmalarıyla saygınlık kazanan ÇROP, FRPNET, Kahramanlar Sinemada, Korkusitesi, Ötekisinema, Tersninja blog yazarlarına ve X-Bilinmeyen Derneğine sorduk. Katkılarından dolayı herkese ayrı ayrı teşekkür ederiz… Gölge ekibi olarak Demirhan’ı rahmetle anıyor, yaptığı tüm çalışmalardan dolayı sonsuz şükranlarımızı sunuyoruz.

4


Özel Dosyalar

"Metin Demirhan'a ait bazı fanzin, dergi ve kitaplar"

5


Özel Dosyalar

"Baltam Gelecek Kellen Gidecek film senaryosunun ilk sayfası"

6


Özel Dosyalar

Metin Olmak Bundan 20 küsur yıl önce ilk kez karşılaştık unutulmaz dost Metin Demirhan ile ilk Türk bilimkurgu yazarı Selma Mine’nin evinde. Ben unutmuşum ama kendisi anımsıyordu. Benim anımsadığım, Metin Demirhan’ı bir öğlen sonrası bana eve getirmiş olmasıdır galiba aynı yıl içinde. Güler yüzlü ve azıcık çekingendi ama çekingen bir Metin Demirhan düşünülebilir mi? Çok müşterek konulara sahip olduğumuz için (sinema, çizgi roman, bilim kurgu, fantastik edebiyat, korku edebiyatı vb.) çabuk kaynaştık ve kısa bir süre sık sık bana gelmeye başladı. Gelir, sohbete dalarız, sonra ise bir deste hayranı olduğu Famous Monsters of Filmland dergisini kucaklar, hayran hayran karıştırır, izlediği, izlemediği, izlemek istediği filmlerden söz açar. Bazen oturup video filmi izler tartışırdık. Metin B sinemasını çok sever “trash” filmlere bayılır ve çokça eğlenirdi. Böylece, onun sayesinde, “trash” filmi izlemeğe başladım hiç meraklısı olmamakla birlikte. Bazen fazlası ile heyecanlandığı için, filmleri fazla abarttığı için, “Ben eğlendim,” demekle filmleri değerlendirmeye kalktığı için benden fırça yediği olurdu. İlk dönemde Metin her tür film izlerdi sinema klasikleri dâhil, ama son yıllarda değişmişti “Art House” deyip, onlardan uzaklaşmıştı benden yediği fırçalara rağmen. Derken Nilgün Birgül ile bir arada türün ilk örneği olan “Atılgan” adlı bir sahaf dükkânını açtı ve devamında Nilgün Birgül aynı pasajda “Atılgan 2”yi faaliyete geçirdi. Dükkânlar sahaf görünümünde idi ama aslında alışverişten çok birer fantastik merkez görevini görüyorlardı, gençlerin, meraklıların bir araya geldikleri, sohbet ettikleri, kaset, dergi, fanzin, kitap tükettikleri bir mekân, kült bir mekân, kült malzeme satan, kült bir kültür dağıtan. “Atılgan”, Atlas Pasajı’nda doğdu, kendini tanıttı ve sevdirdi, kült bir haline geldi, filmlerin ve fanzinlerin elden ele dolaştığı bir kuşağın merkezi oldu hatta bir kuşak yetiştirdi, ideali oldu. Metin Demirhan o mekânın kurucusu, o kültün temsilcisi idi, bir asi görünümü ile bir başka fantastik kahraman idi, her daim açık sözlü, isyankâr, alaycı, sevimli ve bolca sallayan. Öyle idi benim gözümde, büyümemiş ve büyümek istemeyen koca bir çocuktu (bana da “manevi babam” derdi, eksik olmasın). Atlas Pasajı’nda “Atılgan 1” ve “Atılgan 2” altın bir dönem yaşadılar, değerli yayınlar ve malzemeler getirdiler, sattılar (Bir ara dükkânlardan biri Kızılderili ürünleri sattı ama başarılı olamadı). Gün geldi Metin ve Nilgün bir başka hayallerini gerçekleştirdiler. Bir bilim kurgu dergisi! Nostromo böyle doğdu. Geniş bir yazar kadrosu ile ama uzun ömürlü olamadı oldukça masraflı bir yayın olduğundan ve kimi dağıtım sorunları ile karşılaştığından, ama bir iz bıraktı (en azından Orkun Uçar’a ilk ödülünü kazandırdı). Metin çok hayal kurardı ama salt birkaçını gerçekleştirebildi. “Nostromo”dan önce birkaç fanzin yayınlamıştı, ilk yayını onlar için yazmıştı sanki biraz ürkerek ama “Nostromo” onun için açık bir alan oldu ve dergide de yazdı, derken müşterek bir sinema kitabı düşündük ama kitaplar iki oldu (Fantastik Türk Sineması, Erotik Türk Sineması) Üçüncüsünü de düşünüyorduk (Türk Sinemasında Aksiyon) ama yazamadık, Metin

7


Özel Dosyalar Atlas’tan ayrılıp Anabala Pasajı’nda daha küçük bir dükkân açtı, ben ise başka çalışmalara daldım. Atlas Pasajı çok doğru bir mekândı ama Anabala hiç öyle olmadı, her ne kadar Metin o nerede ise unutulmuş pasajı tek başına canlandıracağına emin göründüyse de. Aslında ikinci kez de denenen Anabala, “Atılgan”ın sonu oldu. Bu ara Metin film çekmeğe, yönetmen olmaya karar verdi. Her zaman olduğu gibi büyük heyecanlarla çekmek istediği, fanatiği olduğu “Dünyayı Kurtaran Adam” bir devamı olan “Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu”. Fikir doğru idi ve basının da ilgisini çekti, Metin defalarca değiştirdiği bir senaryo yazmaya koyuldu ama yapımcı bulamadığından – ve bulabilmek için ciddi bir gayret sarf etmediğinden – projeyi başkaları (Arzu Film) değerlendirdi. Metin hiç moralini bozmadı, bir başka proje ortaya attı: Sıfır bütçe ile parasız çekeceği bir “Teenage Slaher”: “Baltam Gelecek Kellen Gidecek”. Çekim üstüne çekim yaptı, bir amatör ekibi kurduktan sonra, projeyi herkese anlattı, senaryoyu defalarca değiştirdi, iki yıl boyunca çekimler yaptı, çok eğlendi ama filmi tamamlayamadı; kala kala You Tube’daki bir Teaser kaldı, daha önce çektiği “Mayıs Ikıntısı”, bir şaka olan “Terror in the City” ve 45 dakikada çekip kurguladığı “Rockxan”. Hayal ettiği şey yaşamını film izlemek ve çizgi roman okumakla geçirmekti, kısmen de bunu yaptı ancak ne yazık ki yaşam başka şeylerden de oluşuyor. Çok tatsız bir şaka yaparcasına çokça dostlarından ayrıldığında çok kapsamlı bir kitap üzerinde çalışıyordu: “Kıyamet Sineması”. O da yarıda kaldı bir roman ile birlikte. Her yazıya bir son noktası gerekiyor ama ben bu yazıya bir S O N noktası koymak istemiyorum, hem içimden gelmiyor hem de manevi oğlum Metin Demirhan’a hiç yakışmadığı için… Giovanni SCOGNAMILLO

8


Özel Dosyalar

Dostlarının Kaleminden Metin DEMİRHAN “Fantasturka’yı o ‘mal’a ithaf ettik!” 1965 yılında İstanbul-Gaziosmanpaşa’da yoksul bir işçi ailesinin çocuğu olarak doğup, sinema yazarlığı/sinema tarihçiliği mesleğine yaklaşık 25 yıl boyunca dişiyle tırnağıyla hizmet ettikten sonra 2007 yılında bir bayram sabahı beyin kanaması geçiren; kaldırıldığı hastanede – garibanlara dağıtılan türden bir “yeşil kart”ı bile olmadığı için – hem bedeni “koma” durumunda iken rehin kalan, hem de cesedinin cenaze işlemleri için çıkartılması ciddi bir soruna dönüşen bu adam, benim çocukluk arkadaşımdı; yeniyetmelik yıllarımda girdiğim uzun ve meşakkatli meslekî yoldaki ilk gerçek yoldaşımdı. Kapitalist pençelerin bu yalnız adamın yakasından (en azından cenazesi sırasında) düşebilmesi için, o kasvetli günlerde diğer yakın arkadaşlarıyla birlikte ortalığı birbirine katmamız gerekiyordu; biz de bunu yaptık. Metin’in ne amansız hastalığına, ne de erken ölümüne yeterince üzülmeye fırsat dahi bulamadan… Sağlık Bakanlığı müsteşarını arayıp, “Bakın, bu kişi kıdemli bir gazeteci-yazar ve karikatürist, kendisinin ülkemiz sinemasına sayılamayacak kadar çok hizmetleri geçti. Fakat onun savunmasız bedenini hastanede tedavi masrafları yüzünden itip kakıyorlar. Bu utanca engel olmazsanız çok büyük rezillik çıkartırım,” demem üzerine, cenazesi ailesine hastaneden senet imzalatılmadan güç bela çıkartılabilen Metin Demirhan, Türkiye’deki mesleğimizin gelmiş geçmiş en derinlikli simâlarından biriydi. Ve bu sıra dışı adam, hayatı boyunca bir gün bile sigortalı olmamıştı. Çünkü derdi hiç bir zaman “dünya” ve “nimetleri” değildi onun… Gaziosmanpaşa-Plevne Lisesi’nden sınıf arkadaşım olan, lisedeki (fotokopide çoğaltılmış) ilk bilimkurgu fanzinimi kendisiyle birlikte yayımladığım bu deli çocuk, sıkı bir sinema yazarı ve sinema tarihi araştırmacısı olmasının yanı sıra, aynı zamanda da muhteşem bir karikatürist ve hayâllerinin sınırlarını zorlayan bir kısa filmciydi. Yaşadığı onca imkânsızlığın içinden türlü türlü güzellikler çıkarmayı bilmiş, üniversiteye bile gidemeden kendisini on ayrı iletişim fakültesi akademisyeni düzeyinde yetiştirmeyi başarmış, her açıdan muazzam donanımlı bir adamdı.

9


Özel Dosyalar Tekrar ediyorum ki Metin, hepimizin hatıralar galerisinde olanca sıcaklığıyla yaşayan bütün o çılgınca işleri hayatının bir gününde bile çuvalla para kazanmak, zengin olmak için yapmadı. Tam aksine, hep yarı aç-yarı tok, hep kıtı kıtına yaşadı. Ve bir bayram günü, bekâr evinde, nicedir evlenmeyi hayâl ettiği kız arkadaşının elini tutarken ansızın yüzünü bir gülümseme kapladı, oturduğu koltuğa külçe gibi yığıldı. 15 gün boyunca komada kaldı benim sevgili adamım, bu süre zarfında ise hiç bir sosyal güvencesi olmadığı için de yatırıldığı hastanenin pahalı yoğun bakım servisi gitgide homurdanmaya başlayacaktı. Medya ve bürokrasi nezdinde (Metin’in ailesini para için sıkıştırmasınlar diye) yaptığımız bir dizi yaygaradan sonra, günlerdir yanımda bekleyen arkadaşlarından biri bana telefonda şöyle bir bilgi iletecekti: “Ali Murat Bey, hastanedeki doktorların, Metin’i arayıp soran bürokratlar ve gazetecilerin iyice artması üzerine (ki bu bizim komplomuzdu, yani hastaneyi günde 7-8 defa arıyordum ki, Metin’in önemli bir adam olduğunu hastane yetkililerine hissettireyim, arkadaşımızı o durumda kapı dışarı etmesinler, doğru düzgün ilgilensinler diye) kendi aralarında konuşurlarken şöyle dediklerini duydum: Bizim mal, bugünlerde epeyce bir kıymetlendi! Fazla arayanı soranı var, dikkat etmek gerekiyor!” İşte, bizler de 23-25 Eylül tarihlerinde Ankara’da gerçekleştirdiğimiz “Fantasturka / 1’inci Türk İşi Fantastik Filmler Festivali”ni, “mal” diye anılan, 42 yaşında yitirdiğimiz o güzel adama ithaf ettik. Ömrü boyunca hep yapmayı istediği türden bir şeydi bu büyük buluşma… Onun bıraktığı yerden bayrağı devralıp bizler gerekeni yaptık ve organizasyonun bütün başarısını da yine ona ithaf ettik. Ailesine de kendisi adına bir “onur ödülü” ileterek… Metin Demirhan’ı tanımış ve sevmiş olanlar yaşadıkça, sevgili dostumuz da bu âlemde kesinlikle unutulmayacaktır. Ruhu şâd olsun! Ali Murat GÜVEN (Yeni Şafak Gazetesi Sinema Yazarı) (Yazarın, Fantasturka Festivali’nin kapanış töreninde yaptığı konuşmadan)

10


Özel Dosyalar

Metin Demirhan, Benim İçin Özgürlüğü İfade Eder Hayata alaycı bakışı ifade eder, yaşamın sadece basit bir şekilde keyfine vararak yaşanması gerektiğini ifade eder. Çocuksuydu Metin, çabuk kırılırdı ama çabuk unuturdu. Düşünmeden kırar ama düşünerek en iyi şekilde telafi ederdi. İnsan denen yaratığa mahsus her güzel huyu onda görebileceğiniz gibi, açıkçası sizi sinir edebilecek huyları da görürdünüz. Metin benim hayatımda bir rehberdi. Onun rehberliğinde keyifli hayatın tadını çıkardım fütursuzca ve bu hayatın tadını çıkarırken her zaman beni bir şekilde kolladığınıda hissetmişimdir. En basit anlatımla Metin benim için huzuru ve özgürlüğü ifade etmiştir. Kendi camiası içinde de hemen tüm bu yazdıklarımın geçerli olduğunu belirtmem gerekir. Çevresinde seveni bol, hayranı bol geniş bir kitleye sahipti. Metin şanslı bir jenerasyonun üyesiydi ve bu jenerasyonun hayat görüşü en rahat, en huzurlu üyelerinden biriydi. Yattığı yerde de etrafına huzur dağıttığından hiç şüphem yok, elbet günün birinde zamanımız gelince biz onu sevenler de bu huzurdan nasibimizi almak ayrıcalığını bu hayatta olduğu gibi yeniden tadacağız. Rahat uyu sevgili dostum...

Burak FEDAKAR

11


Özel Dosyalar

Metin Demirhan Hep Aramızda 1’inci Türk işi Fantastik Filmler Festivali başlığıyla duyurulan ve 23-24-25 Eylül’de Ankara’da gerçekleştirilen festival, “ülkemizde ‘fantastik sinema’ türünün sevilmesi, derinlemesine tanınması ve sinema sanatçılarımızın söz konusu dalda kısıtlı koşullar içinde ürettikleri yapıtların geçmişe göre çok daha farklı bir anlayış çerçevesinde ele alınması için meslek hayatı boyunca yoğun emekler ortaya koymuş bulunan merhum sinema yazarı/sinema tarihi araştırmacısı Metin Demirhan’ın aziz hatırasına ithaf edilmiş”ti. Üç gün boyunca hep Metin’in adı dolaştı aramızda, anılarımızda. Keşke kendisi de aramızda olabilseydi. 90’lı yıllarda fanzinleri, bazı sinema dergilerini, kitapları Metin’den, Atılgan’dan alırdım. Böylece sohbet edebilme fırsatımız olurdu. Daha çok fantastik edebiyat, çizgi roman ve sinema meraklısı gençlerle dolu olurdu Atılgan. Müdavimleri de vardı sık sık sohbet ve alışveriş için uğrayan. O küçücük dükkâna kocaman bir dünya sığdırıyordu Metin. Atlas Pasajı’na girdiğimde, ne zaman Metin’e uğrasam Giovanni Scognamillo ile sohbet ederken bulurdum Atılgan’ın önünde. Giovanni ustanın belki de tek uğradığı yerdi Metin’in Atılgan’ı. Birlikte fantastik dünyalarda yolculuğa çıkar, bilgi alış verişinde bulunurlardı. Yazım aşamasında süreçleri heyecanla anlattığı, üzerine sohbetler yaptığımız, Fantastik Türk Sineması kitabını da, Erotik Türk Sineması kitabını da çalıştıkları dönemlerde yeni projelerinden de söz ederdi Metin; yapmak istediği filmlerden, yazmak istediği kitaplardan. Bu satırları yazarken büyük bir üzüntüyle vefat ettiğini öğrendiğim Yunanlı dostumuz, Onar Films’in sahibi Vassilis Barounis’un, teliflerini alıp Yunanistan’da yayınlayacağı “Türk işi” fantastik film DVD’lerine filmin yönetmeni, senaristi ve oyuncularıyla söyleşiler yapıyor, Vassilis için ‘kayıp’ filmleri bulmaya çalışıyordu. Metin hayata kenar süsü olan insanlardan değildi. Düşleri, yapmak istediği “büyük işleri” ve yaptıkları vardı. İçindeki çocuğu öldürmemiş, hep çocuk kalmıştı. Güzel hayaller peşinde koşardı, yüzündeki çocuksu gülüşüyle. Fantastiğin Sineması belgeselini yapmaya karar verdiğimde önce Giovanni Scognamillo ile konuşmuş, fikrimi aktarmıştım. Giovanni usta her zamanki sıcaklığıyla yardımcı olacağını, kitaptan dilediğim gibi yararlanabileceğimi söyleyip destek vermişti. Metin ve Yılmaz Atadeniz de aynı sıcak desteği verince belgeselin danışmanları oluşmuştu. Belgeselin çekimleri boyunca yalnızca ‘belgesele konuşan’ kişiler olmayıp bilgi ve materyal desteği de verdiler.

12


Özel Dosyalar Ne yazık ki, bir önceki cümleyi “sağ olsunlar, sağlıklı uzun ömürleri olsun” diye bitirememenin acısını yaşadım yazarken. Evet, ne yazık ki Metin Demirhan çok genç yaşında, daha yapacak çok düşü varken ayrıldı aramızdan. Daha önce de yazmıştım: “2007 yılının Ekim ayında bir arkadaşım aramıştı önce, sonra da diğer telefonlar ve e-postalar gelmişti arka arkaya: “Metin beyin kanaması geçirdi, hastaneye kaldırıldı, yoğun bakımda.” Fantastik kahramanımız, arkadaşımız Metin Demirhan’dı beyin kanaması geçiren. Sonbahar hüzünle, acıyla gelmişti o yıl. Metin’in ailesi, arkadaşları günlerce umutla beklemişti iyi haberi alabilmek için. Ne yazık ki beklenen iyi haber gelmemiş, Metin, 1 Kasım 2007 sabahı ayrılmıştı bu kötücül dünyadan. Yaşadığımız koşullarda kaçınılmaz son için sıra hangimizde? diye konuşur olmuştuk arkadaşlarla, Metin’in hayata dönmesini beklerken. Yaşadığımız bu koşullarda, bizi de ya kalp krizi ya beyin kanaması gibi sağlık sorunları bekliyordu. Karşımızda mücadele ettiğimiz, bizlerle gücünü sınayan acımasız bir hayat vardı ve biz onun o gücüne aldırmadan düşlerimizi hayata geçirebilmek için ölümüne bir savaş veriyorduk. Hayat bizi yanıltmadı ve kötü sürprizini esirgemedi. 1 Ağustos sabahı fenalaşıp hastaneye kaldırıldığımda beyin damarlarımda tıkanma nedeniyle, ödem oluştuğunu, felç geçirdiğimi bilmiyordum henüz. O günlerde evlerinde kaldığım ve sabaha kadar başımda televizyon izleyen ‘insanlar’ hastaneye kaldırmayı ‘akıl edememiş’, her zamanki hırçınlıklarıyla kendi kavgalarına dalmışlardı. Felç geçirdiğimi, ölümden döndüğümü öğrendiğimde ve bu hoyrat vurdumduymazlık karşısında sabaha kadar sol kolumu nasıl kaybettiğimi anımsadıkça içleniyordum. Sabah olduğunda iş işten geçmiş sol ayağım da tutmaz olmuştu. Sol elimde ve ayağımda kalan hasar zamanla düzelecek olsa da, hastaneye iş işten geçtikten sonra götürülmem nedeniyle yitirdiklerimin acısı kolay onarılır bir hasar değildi. Düşündükçe daha da içleniyordum.

Bir Fantastik Kahramandı Metin Yazmıştım; tarihe not düşmek, bilgiyi paylaşmak için bir kez daha yazmak istedim: Dünyayı Kurtaran Adam ‘furyası’ başladığında, dergilerde Dünyayı Kurtaran Adam ve Cüneyt Arkın özel sayıları yapılırken, afişleri, lobileri kapış kapış ve fahiş fiyatlarla satılırken filmin yönetmeni sevgili Çetin (İnanç) ağabey ile tanışmış ve bir söyleşi yapmıştım. Çetin ağabey, Cüneyt Arkın Belgeseli çekiyordu o günlerde. Birlikte sete gitmiş, Cüneyt Arkın’la da bir söyleşi yapıp yayınlamıştım. Çetin Ağabey’le Atlas Pasajı’nın arka girişindeki çay ocağında buluşacağım gün Metin’e de uğramış, ayaküstü sohbet etmiş, Çetin Ağabey’le buluşacağımı söylemiştim. Tanışmak istediğini, dükkâna uğrarsa mutlu olacağını söylemişti Metin. Mesajını Çetin Ağabey’e iletmiştim, Metin’le ilgili bilgi vererek. Sonrasındaki tanışma anlarını Çetin Ağabey de, Metin de anlattı. Metin’in dükkânla ilgili bir nedenle polisle bir sorun yaşadığı ve dükkânda polislerin olduğu zamana denk geliyor Çetin Ağabey’in uğradığı an. Metini bu sıkıntılı andan Çetin Ağabey kurtarıyor. Böylece aralarında Metin’in ölümüne dek süren kalıcı ve güzel bir dostluk başlıyor. “Dünyayı Kurtaran Adam 2” projesi bir devam filmi olarak bu dostluktan doğuyor. Sonrasında yapılan diğer film nedeniyle (Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu), Metin de Çetin Ağabey de haklı bir öfke ve üzüntü yaşamışlardı. Bu süreci yaptığımız söyleşi de Metin şu cümlelerle anlatmıştı: “5-6 yıl öncesinde benim yakın arkadaşım Cem Koçak’la bu filmi izlediğimiz bir sırada ya neden bu projeyi geliştirmiyoruz dedik. Çetin İnanç’la da tanışmıştım o sıralar. Bunun için bir hikâye yazalım diye yola çıktık, başladık yazmaya. Bir yılda bir hikâye yazdık, Çetin İnanç’a söz ettik film yapalım diye. Aradan iki yıl geçti tam ciddi bir girişimde

13


Özel Dosyalar bulunacağız, yapımcıyla görüşecektik ama 1999’da depremler tam bir kaos ortamı yarattı ve ardından gelen kriz bizim bu projeyi rafa kaldırmamıza neden oldu. Yani Dünyayı Kurtaran Adam 2 projesi Cem Koçak, ben ve Çetin İnanç’ın projesiydi. Bu en azından 20-30 makalede ve söyleşilerde duyurulmuştu. Hatta internet aracılığıyla yurt dışında birçok dergide haberleri çıkmıştı. Lucas filmin, Star Wars’ın official sitesinde dahi ‘Turkish Star Wars 2’ çekiliyor diye haber çıkmıştı. O dönem kriz içinde bulunuyor olmamız, Çetin İnanç’ın Amerika’ya seyahat etmek zorunda olması bizi biraz projeden uzaklaştırdı. ‘Dünyayı Kurtaran Adam’ın devamı ya da tekrar çevrimi Çetin İnanç’sız, Aytekin Akkaya’sız ve Cüneyt Arkın’sız olmaz ve olacağına da inanmıyorum. Mehmet Ali Erbil’in dünyayı kurtaracağına da inanmıyorum… Kartal Tibet’in neden böyle bir projeye girdiğini de aklım almış değil. En azından bu projeyle benim ve arkadaşımın ilgilendiğini biliyorlardı. Çetin İnanç da devam filmi diye yansıyan filmle ilgili olarak düşüncelerini, şu cümlelerle anlatmıştı “Fantastik Türk Sineması Belgeseli” için yaptığımız söyleşide: “Bizim filmle ilgisi yok o filmin. Mehmet Ali Erbil, ‘box office’i olan bir adam. Reyting alıyor TV’de, gişe yapıyor sinemada. Cüneyt Arkın’ı da almışlar. Oynar, aktör. Oynaması doğru mu yanlış mı onu da kendi bilir. Bana göre yanlış. ‘Dünyayı Kurtaran Adam’ın Oğlu’nu da yapma. Türk sineması bu kadar mı aciz? 20 sene önce yapılmış absürt, dünyanın en kötü kült filmini sen al, devamını yap. Demek ki sen hiç bir şey bulamıyorsun. ‘Dünyayı Kurtaran Adam’ın Oğlu’nu yapacağına ‘Uzaydaki Kahraman’ diye bir film yap. Niye o ismi kullanıyorsun?” Mesut KARA (Sinema Yazarı, Sinema Tarihi Araştırmacısı)

14


Özel Dosyalar

Metin ile Tanışıklığımız Poster Alışverişlerimiz Esnasında Başladı Metin ile tanışıklığımız poster alışverişlerimiz esnasında başladı. Birbirimize destek verir, değiş-tokuş yapardık. Bir sahaf olarak aynı münasebeti pek çok kişi ile kurmuş olsam da, Metin’i diğerlerinden ayıran özellik sinemaya karşı beslediği derin tutkusuydu. Özellikle az tanınmış filmleri keşfedip, kendi camiasının da öğrenmesini sağlardı. Yeşilçam’ın avantür filmlerini ise ayrı sever, hakir görülen filmleri, dostluları sayesinde dünyaya duyururdu. Kendi camiası içindeki öncü sinema tarihçisi, karikatürist, yetenekli ve çocuk ruhlu sanatçı aramızdan maalesef çok erken ayrıldı. Ruhu şad olsun. Mustafa MUMCU (Sahaf)

Metin Metin: Gözlemelerime en çok rağbet eden ve öldüğüne inanamadığım hâlâ bir yerlerde canlı kanlı yaşadığını inandığım adam. Evimizin ziyaretçi sirkülasyonunu otomatik olarak artıran, her hafta en az 4-5 yeni arkadaşını takıp Giovanni ile B filmleri ve trash filmler üzerine sohbet eden, boş sinema salonu bulamadığında festivallerini bizim evde düzenleyen dostumuz. Fantastik ve korku tutkunlarının buluşup tanıştığı, yeni cevherlerin keşfedildiği dükkânında yeni çıkan ya da bulunamayan filmleri bulup seyretme imkânı bulduğumuz arkadaşımız… Fantastik ve korku türüne gönülden bağlı olan ve bunu bir yaşam biçimi haline getiren Metin, bu heyecanını çevresindeki herkesle paylaşan, adı sanı duyulmamış trash filmleri bir başyapıt seyrediyormuş coşkusu içinde takip eden bir sinemasever, yazar ve karikatüristti. Bugün yaşasaydı mutlak hayatımız başka olurdu, aniden çalan zille evimize gelir, eskide kalan o güzel sohbetleri bize yeniden yaşatırdı… Kim bilir? Metin bu, belki son bir şaka daha yapar ve bu kez bizi gülümsetir… Nalan SÖYLEMEZ

15


Özel Dosyalar

Metin Demirhan'ı Hatırlamak Metin ile ilk karşılaşmamız dolaylı yoldan olmuştu. Takas ve iş kaynaklı tanışmamıza ideal bir tanışma denilemezdi. Ancak ileride çok daha farklı olacaktı. 80’li yıllarda, aralarında kötü şöhretli Jess Franco’nun da dâhil olduğu Avrupalı film yapımcıları hakkında bir araştırma yapıyordum. British Film Institute kütüphanesinde yaptığım uzun araştırmaların birinde (ki o yıllar arşivin bilgisayara yüklenmediği, kaynaklara el yazısıyla yazılmış dosya kartlarıyla ulaşıldığı yıllardı), Ercan Fantastique adında Fransız bir sinema dergisine göz gezdiriyordum. Ve özellikle aramadığım ancak dikkatimi çeken bir şeyle karşılaştım. Derginin içinde Giovanni Scognamillo adında, İtalyan olduğunu düşündüğüm biri tarafından Fransızca olarak yazılmış ve Türkiye’de fantastik sinemayı anlatan bir makale vardı. Makaleyi fotokopi çektiğimi hatırlıyorum ve eve gittiğimde dosyalarımı muhafaza ettiğim masamın altındaki büyük bir kutuya koydum. Birkaç yıl sonra, bir başka kitap üzerinde çalışırken (Mondo Macabro) o makaleyi hatırlayıp çıkardım. Bu makalenin dünya sinemasının tartışıldığı çevrelerde muazzam bir hazine olabileceğine karar verdim ve Türkiye’yi, en azından araştırma açısından, yeni kitabımda ziyaret edilmesi gereken ülkeler arasına ekledim. Ufak bir araştırma sonunda makalenin yazarının İstanbul’da yaşayan bir Türk vatandaşı olduğunu öğrendim. Şans eseri de Gio, Michel Parry adındaki bir arkadaşımla düzenli olarak yazışıyorlarmış. Mektup, faks ve son olarak da telefon ile iletişime geçtik (o zamanlar akademik çevreler haricinde e-mail yeni çıkmıştı). Gio’nun konuşmasını dinledikten sonra İstanbul’a gidip, onunla yüz yüze görüşmem gerektiğine karar verdim. Gio da, geniş lobi ve poster koleksiyonundan istifade edebileceğimi söyledi, ki bu da görsel ağırlıklı olması planlanan bir kitap için eşsiz bir fırsattı. Zaman ve maddi imkânları yaratıp Türkiye’ye gitmem tahminimden daha uzun zamanımı aldı. Nihayet seyahatimi gerçekleştirdiğimde, Gio, daha küçük bir eve taşındığından dolayı koleksiyonunun büyük bir kısmını bir arkadaşının evinde bıraktığını söyledi. Kara teslim olmuş İstanbul’a vardığımda soğuk bir Mart günüydü ve Gio ile birlikte Metin’in İstiklal Caddesi üzerinde bulunan bir sinemanın altındaki dükkânına gittik. Mücevher ve incik boncuklarla dolu uzun bir koridorun ardından geniş camı, büyük ve gösterişli Türk filmi posterleriyle kaplı, sanki cennete açılan bir kapı ile karşılaştım. Posterlerden birinin Tarkan Gümüş Eğer, bir diğerinin ise Hanuman vs. The Seven Brothers adında Tayland yapı bir filme ait olduğunu anımsıyorum. Metin, yerel bir gazeteye bazı çizimler teslim etmiş ve daha yeni dükkânına dönmüştü, fincan fincan içilen sert Türk kahvesi eşliğinde takas işine başladık. Kısa bir süre sonra Metin için, onların yalnızca alınıp satılacak kâğıt parçalarından çok daha fazlası olduğunu anladım. Onlardan ayrılmak Metin’e, benim

16


Özel Dosyalar paramdan ayrılırken yaşadığım acıdan bariz bir şekilde daha fazla acı veriyordu. (Pek tabii ki yayıncımın bana geri ödeyeceğini umuyordum. Ne kadar safmışım!). Her bir poster ve lobi kartına bakarken bir yandan Gio bahsi geçen kartın ya da posterin kapsamlı tarihçesini ve onun Türk Sinema tarihindeki yerini anlatırken öte yandan Metin de bilgilendirmek ve ilham vermek için renkli ve son derece samimi bir yaklaşım sergiliyordu. İkisini dinlerken, kitabım için planladığım bölüm kafamda şekillenmeye başladı. Birkaç saat içinde, Türk Sineması ve ruhu hakkında onca yıl öğrendiklerimden çok daha fazlasını öğrendim. Metin, Gio ve ben iletişimimizi koparmadık. Bir sonraki ziyaretim birkaç yıl sonraydı ve Popüler Türk Sineması hakkında hazırladığım bir televizyon belgeseli için bazı röportajlar yapmak için İstanbul’a geldim. Ancak yalnızca bilinmeyene yapacağım yolculuktan dolayı değil, aynı zamanda Metin ve Gio’nun misafirperverliğine de yük olmamak için yapacağım seyahatten dolayı kararsızdım. Onlara bir e-mail göndererek (evet, artık iletişim için tercih ettiğimiz metot buydu) her ikisiyle ya da ayarlayabilecekleri insanlarla röportaj yapıp yapamayacağımı sordum. Yıldızlar alayı ve sahnelerin arkasındaki isimlerle iletişime geçeceğime ne ben, ne de yardımcı yapımcı Andy Starke inanamadık. Tipik bir Metin cömertliğiydi ve Metin, dükkânını birkaç günlüğüne kapayarak, orayı bir nevi karargâh olarak kullanmamıza izin verdi. Çektiğim filmi izleyenler, Metin’in dükkânında çekilmiş pek çok farklı açıdan sahnelerin yer aldığını bilirler. Gündüzleri çalıştık, geceleri ise antik İstanbul’un az bilinen arka sokaklarında Metin’in rehberliğinde dolaştık ve yerel yemekler ile içkileri denedik. Bu süreçte, Gio ve Metin’in Türk Fantastik ve Erotik Sinema tarihi üzerine yazdıkları ve artık klasik sayılan kitaplarının, benim çalışmam Mondo Macabro’dan esinlendiklerini söylediğinde çok etkilendim. Yıllar geçti ve bir sonraki İstanbul ziyaretimi müstakbel eşim ile birlikte yaptım. Bu sefer tozlu çizgi roman ve lobi kartlarıyla dolu kutuları karıştırma fırsatım çok fazla olmadı. Ancak Metin’i ziyaret etme vazifemi ihmal etmedim. Metin, dükkânını itiş kakış olan İstiklal Caddesi’nden, muhtemelen daha ucuz bir yere taşımıştı. İşlerinin iyi olmadığını söyledi. Ancak para ve kâr, hiçbir zaman Metin için bir motivasyon kaynağı olmamıştı. Gizli ve egzotik sinemaya karşı duyduğu hevesi bozulmamıştı. Erotik ve Fantastik Türk Sineması üzerine yazdığı ilk iki kitabı basılmıştı ve Metin başka bir kitap üzerinde çalışıyordu. Ayrıca, hayranı olduğu Türk Sineması’nın yaşayan efsanesi Cüneyt Arkın’ın da yer aldığı bir film projesinin olduğundan bahsetti (En son seyahatimde Cüneyt Arkın ile tanışma fırsatı yakaladım ve bunun için Metin’e bir kez daha müteşekkirim). Metin’i bir daha görmedim. Ara sıra haberleştik, ancak Metin’in İngilizcesi hiçbir zaman mükemmel olmamıştı, benim Türkçem ise hiç var olmamıştı. Onu son görüşümden sonra yakın bir arkadaşının başına kötü bir olay geldiğini ve bunun Metin’in sağlığını çok kötü etkilediğini duydum. Sonra ise birdenbire Metin’in hastanede olduğunu ve kısa bir süre sonra da vefat ettiğini öğrendim. Metin’i düşündükçe onun cömertliğini, mizah anlayışını ve yalnızca Türk filmleri için değil, tanınmayan, ilginç ve harika filmleri için de beslediği muazzam sevgiyi hatırlıyorum. Kitapları, fanzinleri ve blog yazıları sayesinde Metin pek çok arkadaş edindi ve bir parçası olmaktan mutluluk duyduğu garip dünyanın değerli bir üyesi oldu. Hepimizin yaşadığı gibi inişli çıkışlı günleri oldu, ancak hayat ve sinemaya karşı sevdası hep devam etti. Kaybıyla pek çok insanın hayatında derin bir boşluk yarattı. Ancak filmlerden, çizgi roman ve müziğe kadar Türk popüler kültürü, dünyaya yayılmaya devam ettikçe ismi daima hatırlanacak. Yaptığı öncü çalışmalara ve sınırsız heyecanı ile yaydığı kelimelere teşekkürler. Pete TOMBS (Sinema Yazarı, Sinema Tarihi Araştırmacısı, Yazar)

17


Özel Dosyalar

Metin Demirhan: Onsuz Hayal Diyarı Karardı Sanki... 1 Kasım 2007… Üzerinden beş yıl geçmiş dostum Metin Demirhan aramızdan ayrılalı. Benim için sadece bir dost değil, hayal gücümü eviren bir dokumacıydı aynı zamanda. Zorlayıcı bir insandı; sohbet ederken kelimelerinizi dikkatle seçmeniz gerekirdi, en basit konulardan konuşurken bile kendinizi iğneli fıçıda hissetmenize neden olurdu. Metin Demirhan zor bir insandı. Kompleksli, zayıf insanları hemen kendisinden nefret ettirecek direkt bir tarzı vardı. Hiçbir zırh onun sohbetinin aşındırıcı etkisine dayanamazdı. “Lastik Oyunu” diye adlandırdığım zımpara etkisinde bir saldırısı olurdu yeni tanıştığı insanlara: eğer o insan kendisiyle barışık birisiyse sohbet güzel bir hale gelir; zayıf ve kompleksli birisi ise ortamdan kaçmayla sonuçlanırdı. Metin’i tarif edecek tek kelimedir “Asi”. 1986 yılında üniversite sınavını kazanarak ailemle İstanbul’a göç ettiğimde tanıdığım tek kişi yoktu bu şehirde. Bir gün sahaflarda “Çağdaş Sanat Bilimkurgu” adlı bir dergi gördüm ve derginin çıkarıldığı büroya gittiğimde Metin Demirhan ile tanıştım. Demek ki yirmi seneyi aşkın sürmüş dostluğumuz. Onun sayesinde yaratıcılığımda çok etkisi olan heavy metal dinlemeye başladım, onun teşvikiyle yazmaya başladım, onun sayesinde insanlarla ilişkilerimde en çok samimiyete önem verdim. Hep gülümseyen yüzü geliyor şu anda gözümün önüne ama melankolik biriydi. Bir gün berbat halde rastladım ona: banliyö treninden düştüğünü söyledi. Sonraları öğrendim ki âşık olduğu kız “Metin’i hedeflediği hayat şartlarına uygun bulmamış”… Kariyer sahibi birini istiyormuş yani. Metin başka insanları da paralarıyla değil hayal güçleriyle, üretkenlikleriyle değerlendirirdi. Ama bu hayat onu bunlarla sıkıştırdı. Dahi miydi? Evet. Karikatür ve çizgi romancıları dahi zorlardı tarzı. Benzersiz bir çizim tarzı, yine benzersiz bir algı dünyası vardı. Tam asiydi. Bu nedenle bir gruba dâhil olmadı ve son yıllarında çok sevdiği dergilerden uzak kaldı. En sıkıntılı anlarımda Taksim’deki dükkânına gidip sohbet ederdim. Bazen hiç konuşmadan yanında oturmak bile yeterdi. Çocuk gibiydi. Garip filmler bulur, bazen çok amatörce çekilmiş sahneleri gözlerinde şekerci dükkânına girmiş çocuk bakışıyla izlerdi. Mesela, Yüzüklerin Efendisi filminin yönetmeni Peter

18


Özel Dosyalar Jackson’dan, onun sayesinde çok öncelerden haberim vardı. Peter Jackson’ın kendisinin oynadığı, ilk filmlerin birinde bir kuş ile komik bir dövüş sahnesi vardı. Adam kavga ederken kuşa kafa atıyordu. Bu sahne Metin’i öyle eğlendirmişti ki defalarca seyrettik. Şimdi şu satırları yazarken onca anım kafama akıyor. Mesela “Mega Metal” adlı fanzini Playboy dergisinin fotokopi makinesinde çoğaltırdık geceleri… Ama daha fazla ne anlatmak istiyorum, ne de onu sizinle paylaşmak. Onsuz sanki dünya giderek bayatladı. İnsanların hayal gücü zayıfladı. Böyle yazılar yazanların sevdiği bir klişeyle “B filmleri öksüz kaldı”… Hayat öksüz kaldı, manyak savaşçı öksüz kaldı. Ama biliyor musunuz; bence o sadece fantastik bir dünyaya geçiş yaptı. Orada kılıcıyla veya sık sık tutukluk yapan altı patlarıyla kötülerle mücadele ediyor, kötü bakışlar üzerindeyken salaş hanlarda yağlı yemeklere ekmek banıyor, hancının balıketi kızını sıkıştırıyor. Orkun UÇAR (Yazar)

19


Özel Dosyalar

Metin Demirhan ile ilgili neler yazılabilir? Elbette sayfalar dolusu. Onu yakından tanımayanlar belki de onunla ilgili ‘aksi’ tanımlamamasını yapabilirler. Aslında gerçekten de öyleydi. Muhalif duruşunu kimi zaman öylesine abartırdı ki, bazılarının şiddetli öfkesini üzerine çekerdi. Onun da zaten pek umurunda olmazdı bu durum. Yani isterlerse öfkelensinler zaten, ona ne... Metin Demirhan, asiydi, huysuzdu. Ağzına geleni söylerdi. Patavatsızdı. Ama... O, hiç büyümeyen çocuktu. Yüzme bilmeyen bir denizatıydı. Yüzme bilmediği için karada hayatını sürdürmek zorunda kalmış gibiydi. İçine düştüğü bu ikilem yüzünden de sanki sürekli şikâyetçiydi. Ait olmadığı yerde hayatını sürdürmek zorunda olanlardan bir tanesiydi Demirhan. Ölüm, zamanla daha da ağırlaşan bir olaymış. Çünkü her geçen gün Demirhan’ın yokluğu daha da zor gelmeye başlıyor. Zaman ilerliyor ve özlem derinleşiyor. Karikatürist, yazar, eleştirmen Metin Demirhan... Bir zamanların efsane Atılgan dükkânının sahibi. Onun sayesinde ne animeler, ne mangalar, ne filmler izleyiciyle buluşmuştur. Özellikle internetin de bugünkü gibi yaygın kullanımının olmadığı zamanlarda, Metin Demirhan sinema hayranlarının en önemli kaynaklarından biriydi. Benim için ise, Atılgan bir ev, Metin Demirhan ise en iyi arkadaştı. Ona çok şey borçluyum. Her şeyden evvel bugün artık ailem olarak gördüğüm Giovanni Scognamillo ve Nalan Söylemez ile beni tanıştırdığı için ona müteşekkirim. Ve onun dışında daha pek çok şey var, buraya yazmaya yetmeyecek kadar. Ancak hayatımda bir dönüm noktasından bahsetmem gerekirse, kesinlikle Metin Demirhan ile tanıştığım gündür derim. Aylin ÜNAL (Yazar)

20


Özel Dosyalar

Fastastiğin Temsilcilerinin Kaleminden Metin Demirhan

Metin Demirhan'ı Tanımak Hayli taşradan daha az taşra olan Ankara’ya üniversite okumaya başladığımda sıkı bir çizgi roman okuruydum ve işte o sıralar fısıltı gibi söylenen o adı ilk kez duydum: Metin Demirhan! Bilimkurgu, fantastik edebiyat, korku sinema ve çizgi romanla ilgili ne arasam biri çıkıp “İstanbul’a git, Metin Demirhan da vardır,” diyordu. Kısmet bu ya, Ankara’dan burnumu çıkaramıyordum ve hac yolculuğunu bir türlü gerçekleştiremiyordum… Ama gerçekleştirdim…! 1998 yazıydı, İstiklal Caddesi’ne ulaştım ve ilk işim Beyoğlu Pasajı’na gitmek oldu. Nasıl heyecanlıydım hâlâ hatırlarım. Pasaja girdim, dükkânı buldum, açılmamıştı daha, vitrininden içeriye baktım ve karikatürlerde lokantalara bakarken ağızlarının suyu akan sefiller gibi kalakaldım. Arkadan yansıyan ışık çok şeyi görmemi engelliyordu ama gördüklerim bana yetmişti. Derken saatler sonra Metin geldi. Dükkânı açtı. Ben, benden kısa ve hafif aksaklıkla yürüyen kişinin orada çalışan bir kişi falan olduğunu sandım gerçi yalan yok. Sonuçta “o” Metin Demirhan özel bir şey olmalıydı yapı olarak… Değilmiş! O benden kısa, saçlı sakallı, göbekli adam oymuş! Dükkân da dışarıdan göründüğü kadar büyük değilmiş! İçeri girince anladım ki her şey her şeyin üstünde. Vitrin önüne sergilenecek çizgi romanları ve kitapları koyarken bir arkadaşıyla konuşuyordu ve aman tanrım ne konuşuyordu. Her şeyi biliyordu. Herkes yetersizdi ve her şeyi o biliyordu. Biraz tırsmadım değil… Dükkâna girdim, bir comics’in fiyatını sordum. Kalın siyah ciltli bir ajandayı açıp baktı ve bir fiyat söyledi. Dükkânda biraz daha dolaştım (döndüm yani), birkaç bir şey daha sordum, sonra hesap yapmak içindi galiba ilk comics’in fiyatını tekrar sordum, ajandayı yine büyük bir gösterişle açtı ve başka bir fiyat söyledi! İşte o anda anladım ki bu ticaret şekli ve her şeyi bilen adam hali bana göre değil. Hayal kırıklığıyla çıktım ve sonra sadece üç-beş kez uğradım yanına. Uzun yıllar. Ta ki her haltı yanlış anladığımı anlayana kadar. Mekânını Anabala Pasajı’na taşıdığında sohbetimiz koyulaşmıştı. Artık o her şeyi bilen adam tavrının aslında bir ”arayış”, bir “sorgulama” şekli olduğunu biliyordum. İyi işler üretmek için kendine öylesi bir yöntem bulmuştu ve üretebildikçe hayatta olma amacını gerçekleştiriyordu. Beyninde depoladığı fazla bilgiyi hayata aktaramıyordu ve yollarını arıyordu. Ticaret… Onu da esnaf kafasından çok sanatçı adam kafasıyla yapıyordu, estiği gibi… Derken ormanlar içinde geçen amatör bir korku filmi çekti. Ben bir insanın üretken olabildiği için bu kadar mutlu olabileceğine ilk defa şahit oldum. Rahatlamış, gerginliği gitmiş, zihnini toplamış, ilişki şeklinde yeni bir sayfa açmış, yepyeni bir insan olmuştu. Ya da zaten öyleydi de doğru koşulları sağlayarak olduğu kişi olamıyordu. Sonra… Sonra hayatını tekrar depresyona sokacak ikinci kazayı yaşadı. Kendisi kurtulurken çok yakın bir arkadaşını kaybetti o kazada. Bir anda içine kapandı. Bu defa sorgusu “ya yapacaklarım yarım kalırsa, bir sürü planım var daha”ya dönüştü.

21


Özel Dosyalar Kısa bir süre sonra da aramızdan ayrıldı gitti, planları yarım kaldı! Anabala Pasajı’na ne zaman gitsem alt kata inmek ve ziyaret etmek isterim onu. Bir de ne zaman o pasaja girsem; o sıralar montajı bitmemişti izleyememiştim, “O çektiği korku filmi ne oldu acaba?” diye düşünürüm. Sahi ne oldu? Yarım yamalak da olsa neden izleyemiyoruz onu bir festivalde? Konusu gereği birçok insanı hayattan koparan yaratıklarla dolu korku filmi bir insanı hayata bağlamıştı. Zihinsel olarak en azından… Ümit KİREÇÇİ (ÇROP)

2000'li yıllardan önce ülkemizde fantastik ve bilimkurgu adına ciddi işler yapan çok az insan vardı. Fantastik tür genelde hor görülmüş, alt-kültürün köşede kalmış bir kırıntısı olarak kenara atılmış ve "çocuk işi" diye nitelendirilmişti. Böyle bir dönemde hayallerinden vazgeçmeden fantastik şeyler düşünen, bilimkurguya bayılan ve Godzilla âşığı bir insan ortalarda göründü. Giovanni Scognamillo ile hazırladıkları "Fantastik Türk Sineması" kitabı ile yeniden fantastik kurguyu öne çıkaran, Nostromo dergisi ile bilimkurguyu yeniden yeryüzüne taşıyan ve Atlas Pasajı'ndaki minik dükkânı ile bilimkurgu-fantastik-sinema severleri buluşturan bir misyonerdi Metin Demirhan. Pek çok mizah dergisinde çizdiği karikatürlerle, çektiği kısa filmlerle, yazdıklarıyla kendisini tanıma fırsatı bulamayanlara çok güzel eserler bırakarak aramızdan ayrıldı. Neşeli, sempatik, Godzilla insan... Huzur içinde uyu. Seni unutmayacağız. Yaptıklarınla hep bizimle kalacaksın. Kayra Keri KÜPÇÜ (FRPNET )

Bir konuyu sevmek güzeldir. Eğer sevdiğiniz uğruna mücadele ediyorsanız artık onun adı aşktır. Bundan dört sene önce aniden arımızdan ayrılan Metin Demirhan da “âşık” bir insandı. Aşkı için daima üreten birisiydi Metin Demirhan. Son senelerde fantastik/bilim kurgunun yerli ve yabancı eserlerine ilgi giderek artıyor. Bana göre ilgiyi arttıran en önemli unsur internet çatısı altında artarak oluşmaya devam eden kaynaklardır. Bu oluşum asla kendiliğinden başlamadı, arkasında yatan ilham kaynakları bugünlere gelmemizi sağladı. Fantastik/ bilim kurgu gibi günümüzde ülkemiz profiline çok da uymayan bir alanın takipçileri varsa bunu üretmenin daha zor olduğu dönemlerdeki “aşık”lar ortaya koydu. Metin Demirhan, benim için kesinlikle gerçek bir “aşık”tı. Seneler geçse de pek çok araştırmada onun adının geçeceğine eminim çünkü o sadece seyirci olmakla yetinmedi ve üretmeyi tercih etti. Metin Demirhan ile tanışıklığım sadece Atlas Pasaj’ındaki enfes dükkânındaki ziyaretlerimden ibarettir. Her Taksim’e gittiğimde dükkânına uğramadan duramazdım. Daima hayalin ötesinde çalışmaları karşımda görürdüm. Günümüzde fantastik/bilim kurgu kültürü yazılı ve görsel basında yer almaya başlıyor. Hem de gerçek değerini bulmaya her geçen gün yaklaşarak. Artık bir festivale bile kavuşuyor. Sevgili Metin Demirhan bu yapılanların her birisinde bence halen yer alıyor. Aşkını kaybetmeyenlerin yok olmaması dileğiyle... Hakan Tulga KALKAN (KAHRAMANLAR SİNEMADA)

22


Özel Dosyalar İnternetin yaygınlaşmadığı, herhangi bir bilgiye ulaşmanın ansiklopedi taramasından geçtiği günlerde birkaç isim, fantastik-korku-bilimkurgu türündeki B ve trash filmleri su yüzüne çıkarıp öğrenmemizi, izlememizi sağladı. Bu sıra dışı filmlere ulaşmamızı sağlayan en önemli isim ise şüphesiz ki Metin Demirhan’dı. Metin’in yaptığı aslında sinemanın yalnızca sanat filmlerinden, bağımsız filmlerden; Hollywood ve Avrupa sinemasından ibaret olmadığını göstermekti. Sinema bir bütündü ve bunun bir parçası da öteki olan filmlerdi. İşte Metin, yapılmayanı yaparak, bu gerçeği insanların suratına vurdu. Kimileri tarafından yerildi, kimileri tarafından küçümsendi, kimilerine ise ilham kaynağı oldu. Çıkardığı fanzinleri, küçük çaplı organizasyonları sayesinde Türkiye’de bir başlangıç yapılmasını sağladı, girişimleri milat kabul edildi. Bizler de açtığı yoldan ilerlemeye çalıştık. Ülkemizde kendi camiamız içinde içeriği ile takdire şayan siteler varsa, bunun nedenlerinden biri de Metin’in çabaları ve başarılarıdır. İşte Metin, bu yüzden önemlidir. Yoksa neden adına festivaller düzenlensin, fantastik namına yapılan faaliyetlerde ismi anılsın ki? Bir nesil, Metin sayesinde türe merak saldı, bilgi açlığını doyurdu, koleksiyonculuk ruhunu yaşadı. Ancak bir sonraki nesil onu tanıma şansını yakalayamadı. Çünkü aramızdan maalesef ki erken ayrıldı. Ancak mirası günümüze kadar ulaştı. Bizler ve bizlerden sonrakiler sayesinde de sonsuza kadar devam edecek. Yasin KARAKAYA (KORKU SİTESİ)

Metin Demirhan'ı yazmak için, bilgisayarda Word kurulu olmadığından yeni bir "zengin metin belgesi" açıyorum. 2007'de, bir bayram günü öldüğünden bu yana her yıl Metin'i yazıyorum ama onun ve kişiliğinin zenginliğini hep eksik anlatıyorum. Umarım bu defa gerçekten "zengin bir Metin belgesi" olur kalemimden çıkanlar... Bazı insanlar ölüyor ve hayatınızdan da, usunuzdan da çıkıp gidiyor. Yaşamın devam etmesi için gerekli bir şey bu. Acıları ve kayıpları bastırarak devam etmek zorundayız hepimiz. Ama bazı insanlar ölüyor ve hep bir şeyler onları size hatırlatıyor, kayıplarının, olmayışlarının hüznünü yüreğinize taşıyor. Metin Demirhan da benim hayat serüvenimde böyle bir yere sahip... Bu yıl ilk defa düzenlenen Fantasturka - Fantastik Türk Filmleri Festivali örneğin. Ali Murat Güven'in haklı bir vefa ile Metin Demirhan'a ithaf ettiği o 3 günlük şahane macera... Metin'in kaybı orada kendini ne çok belli etti. Hep yapmak istediği şey gerçekleşti, üstelik artık memleketin fantastikleri sahipsiz de değil. Bir sürü yaman blogcu ve onlarca seyirci, bambaşka bir coşku içerisinde kutluyor bu bayramı. Yılmaz Atadeniz, Kunt Tulgar, Çetin İnanç, Levent Çakır gibi fantastik ilahları gelmiş, filmleri seyircilerle izliyor, söyleşiler veriyorlar. Sonra... Ödül törenini ben sunuyorum ama içimdeki hüzünlü vekillik duygusallığıyla. Metin Demirhan'ın olduğu her yerde bir stepne ya da sonraki adam olacağımdan eminim ve bundan yana hiç şikâyetim yok. İsterdim ki; Fantasturka'da o olsun, söyleşileri o yapsın, ödül törenini o sunsun... Çünkü hepimizden çok onun buna hakkı ve hevesi vardı. Hayat bazen çok gecikiyor... Metin Demirhan’ı bir kez daha sevgi ve rahmetle anıyorum ve her daim çok özlüyorum. Daha önce de söylediğim gibi onun ölümü ancak fiziksel bir yokluktan ibaret. Bir sürü insanın kafasında ve yüreğinde, dostlukla yaşamaya devam ediyor. Işın kılıcı düellosunda gaibe karışmış Obi-Wan Kenobi gibi, biz Fantasturka'da kutlama yaparken bir ağacın gölgesinden gülümsüyordur bize mutlaka... Murat Tolga ŞEN (ÖTEKİ SİNEMA)

23


Özel Dosyalar Büyümek Kaybetmektir, Hayalperestseniz.. Metin Demirhan hakkında söyleyebileceklerimin hepsini bitirmiştim aslında. Fatih (Danacı), sağ olsun, çok ısrar edince bir sorti daha yaptım iç dünyama ve hatıralarıma. Malum, Metin’i artık yalnızca oralarda bulabiliyorum. Oysa eskiden ne güzeldi. Nerede bulacağımı bilirdim Metin’i. Önce Atlas Pasajı’ndaki sığınağında, sonra çekildiği Anabala Pasajı’ndaki son cephesinde. Sığınak, cephe… Uygun kelimeler bence. Çünkü resmen bir savaş veriyordu Metin. Hayata karşı, sisteme karşı, o sistemin oturtmaya çalıştığı normlara karşı. Sonunda yenilecekti. Belki kendisi de farkındaydı bunun, ama o savaşmaya devam ediyordu. Yalan yok, hayalleri uğruna bazen, insanları kırıyordu, onlarla papaz oluyordu. Ama zorlu bir savaştı onun ki, zayiat vermeden devam ettirilemiyordu. Beni hiç kırmadı Metin, kazık atmadı. Lafını esirgemedi ama hiç. AD’den çıkan çizgi romanların kapak içlerine öykülerimi koyduğum için fırça attı. Sesimi çıkarmadım. Metin’di, ne yapsa yeriydi. (Bana öyle herkes fırça atmaz, alırım paçasını aşağı.) Daha önce söyledim sanırım. Yaş günümdü, dükkânına uğradım, bana kitap hediye etti. Belki çok hediye alan-veren bir adam olmadığımdan, hediyelerin çok hatırı vardır bende. Ama Metin’in verdiği o kitabın yeri daha da ayrıdır. Metin’in hep hayalleri vardı. Bir film projesi, yeni bir kitap, kopyası bulunacak ya da bininci defa izlenecek kötü bir film. O hayaller çekiyordu belki çevresine toplanan diğer hayalperestleri. Hayalperestleri ancak hayalperestler anlıyordu demek. Büyümek istemeyen, yetişkin bedenlerine hapsolmuş, hayatın gerçekleri dikenli teller gibi etrafını sarmış bir sürü çocuk. Gerçeklerle arası iyi değildi. Gerçekleri kendi belirlemek isterdi. Tıpkı dükkânda sattığı “döküntülerin” fiyatları gibi… Gerçekler kazandı sonunda. Metin hayalleri, tutkuları ve döküntüleriyle gerçeklere karşı verdiği savaşı kaybetti. Arkasında bıraktıkları haraç mezat satılıyor şimdi. Kötü koşullarda muhafaza ediliyor. Metin öldü, ama hâlâ kaybediyor savaşı. Yalnızca o mu? Biz de kaybediyoruz. Çünkü büyüyoruz. Büyüdükçe kaybediyoruz. Kaybettikçe küçülüyoruz. Büyüdüğümüzü sanıyoruz… Aslında küçülüyoruz. Ege GÖRGÜN (TERSNİNJA)

24


Özel Dosyalar 1970 sonları ile 1980 ortalarına dek yaptığımız Fan Kulüp toplantılarına çiçeği burnunda bir genç olarak katılmıştı, sevgili Metin. Kimler yoktu ki aramızda… Hem X-BİLİNMEYEN Bilim-Kurgu Dergisi’nin yazarları çizerleri, hem fanlar, hem de bize sohbetle katılan ve hem anılarını dinlediğimiz hem de bizi bilgilendiren dostlar. Sözgelimi Giovanni SOCONAMİLLO, Zühtü BAYAR, Toygar AKMAN, Saadettin TOPUZOĞLU, Aydın SEZGİNER ve diğerleri… Dergi yayınını durdurduktan sonra da bu toplantılar bir süre daha devam etmişti. Yılların ardından, 1989’da bir kez daha dergi denememiz sırasında, yayın yönetmeni Cem KILIÇ, Metin DEMİRHAN’ın Beyoğlu ATLAS pasajında bir dükkânı olduğunu haber verdi. 2000 sonları-2001 başları olması gerek, birkaç kez kendisini ATLAS Pasajı’nda ziyaret ettim. Beni görünce çok sevindi. Gerçek bir X-BİLİNMEYEN hayranıydı. Oturup geçmişi andık ve projelerimizi anlattık. Giovanni ile sinema üzerine bir kitap hazırladığını müjdelemişti. Çok mutluydu, öyle değerli birini asiste ettiği için. Resimli roman dizileri ve bunların koleksiyonları üzerine de konuşmuştuk. Hatta oradan ayrılınca Giovanni’iyi ziyaret etmiştim. Bir toplantıda Zühtü BAYAR geldi, üçlü sohbet ettik; başka bir gün ise dergimizin abonelerinden Sadi KONURALP ile karşılaştım. Sadi, ODTÜ’de öğretim görevlisi olmuştu. Dergi yayınının durmasıyla tefrika edilen “Tanrıların Kenti” romanımın yarım kalması onu üzmüştü. “Meraktan öldüm, romanın sonu nasıl bitiyor?” diye sormuştu 20 sene sonra; da ben de anlatmıştım. 2002-2003 yıllarında peş peşe yayınlanan “Unutulan Gezegen” ve “Tanrıların Kenti” romanlarımın kapak dizaynı ile ilgili Metin’den fikir almıştım. Bana çeşitli yabancı roman kapaklarından örnekler göstererek, o günün trendini anlatmıştı. Dükkânda neler yoktu ki? Afişler, dergiler ve bir bez bebek: Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan “Bizimkiler” dizisindeki “Hüdaverdi”. Aman Tanrım, çocuk yanım tuttu, satın almak istedim. “Olmaz,” dedi ve hem onu hem de pille çalışan şirin mi şirin bir robotu hediye etti. Ayrıca ilginç bir BK çizgi film dizisinden bana sürpriz bir set hazırlamıştı: ‘Ghost in the Shell’. “Bayılacaksın, Selma MİNE, harika bir yapım,” diyordu. “Adamlar, çok farklı bakmışlar internet dünyasına.” Kitapları arasındaki yegâne noksan, X-BİLİNMEYEN BK DERGİSİ ciltleriydi. Arşivleri karıştırıp bulabilirsem vereceğimi söyledim. Gerçi ciltleri götüremedim ama kitapları imzalamıştım, çıktıklarında. Ardından, ATLAS Pasajı’ndan taşındığını öğrendim, ancak yeni yerinde ziyaretine gidemedim. Metin’in aramızdan ayrıldığını derneğimizin başkanı Cem KILIÇ’tan öğrendiğimde de inanamadım. Hâlâ da inanmış değilim. Benim için o hâlâ orada, çay ocağının yanında, yığın yığın kitaplarla, dergilerle, çizgi romanlarla ve afişlerle tıklım tıklım dolu dükkânın önündeki hasır taburelerde, yine yaşamdan kayıp giden Zühtü ve Sadi ile sohbet ederken çayını yudumluyor… Gözleri ışıl ışıl… Kim bilir hangi projesinin heyecanını paylaşıyor onlarla? Belki Saadettin ile Aydın da katılıyordur onlara… Hey gidi günler!... Mekânlara hayat veren, onları değerli kılan ve ruh katan bizler değil miyiz? Artık Atlas Pasajı’na da girmiyorum; onları orada görememektense, hayalimdeki dükkânda sohbetlerini sürdürmeleri daha keyifli. Varlar ve oradalar!... Hep orada olacaklar!... Yolları ışık olsun ve Tanrı Giovanni’ye uzun ömür versin!.. Selma MİNE (X-BİLİNMEYEN BİLİM-KURGU DERGİSİ (1976-1981)-(1989)) X-BİLİNMEYEN BİLİMKURGU DERNEĞİ (X-BKD)

25


Ă–zel Dosyalar

26


Ă–zel Dosyalar

27


Ă–zel Dosyalar

28


Ă–zel Dosyalar

29


Ă–zel Dosyalar

30


Ă–zel Dosyalar

31


Özel Dosyalar

Emre YERLİKHAN

Herhangi bir inceleme yazısı yazmaktan çok daha zor bir yazı bu benim için. Emre YERLİKHAN aramızdan ayrılalı tam iki yıl oldu. Türk okuru; onun yazılarından, çevirilerinden, editörlüğünden, yorumlarından ve muhabbetinden iki yıldır yoksun. Gerekli Şeyler’in Nişantaşı Reasürans Çarşısı’ndaki ilk dükkânının açıldığı zamanlarda, (90’ların ortaları) sıralarında tanıştım Emre’yle. Başlarda müşteri-satıcı ilişkisiyle başlayan muhabbetimiz daha sonraki yıllar boyunca nice çizgi roman, film, çizgi film ve kitap eleştirilerine dönüştü. Dükkân kapanana kadar geçen zaman yetmediği için muhabbetlere dışarı çıkılıp içkiler ve yemekler eşliğinde devam ettik. Büyük Mavi Yayıncılık’ın doğmasıyla birlikte çevirmenlik ve editörlük görevlerini üstlenen Emre, Türkiye’deki çizgi roman ve fantastik kurgu edebiyatının gelişmesine büyük katkılarda bulundu. Daredevil – Korkusuz çizgi romanı ve Salvatore’nin Kara Elf Üçlemesi çevirileri bunlara örnek olarak gösterilebilir. Bunun dışında, editörlüğünü üstlendiği daha nice roman ve çizgi roman bulunmaktadır. Kısa bir süre çıkan Gerekli Şeyler Dergisi’ndeki “Geek Tonu” köşesinde download manyaklığı derecesine varmış şekilde indirip

32


Özel Dosyalar seyrettiği diziler ve çeşitli konular hakkında yazdığı yazılarını okursanız Emre’nin karakteri ve kafasının çalışma tarzı hakkında bilmeniz gereken birçok şeyi öğrenebilirsiniz. İthaki Yayınları’nın editörlüğüne geçerek bir hava değişimine gitse de (ki bu süre zarfında Hellboy çizgi romanının anlaşmalarını yapmıştır) kısa bir süre sonra Büyük Mavi bünyesine geri dönmüştür. Resif Kitap’la birlikte kendi yayınevine kavuşan bu nazik editör bir bakıma mesleğini icra ederken aramızdan ayrılmıştır. Kuş gribi salgını başladığı zamana denk gelen 28. İstanbul Kitap Fuarı’nda (2009) kendi yayınevinin standında geçirdiği birkaç günün sonunda hastalanan ve hemen hastaneye kaldırılan Emre ne yazık ki kurtarılamayıp 14’ünü 15’ine bağlayan Kasım gecesi hepimizi yasa boğdu. Ölüm sebebi ilk önce kuş gribi, daha sonra kan kanseri, sonrasında ise yeniden kuş gribi olarak belirtildi. Yani sizin de anlayabileceğiniz gibi tam olarak belirlenemedi. Ortada olan tek şey hepimizi yasa boğduğuydu. Emre’nin benim hayatımdaki yeri gerçekten doldurulamaz çünkü çizgi roman çevirmeni olarak aldığım ilk iş bana Emre tarafından verilmişti. Superman/Batman serisinin Supergirl adlı ikinci cildi! Hayatımda yaptığım ilk çeviri budur ve çevirideki yazım, anlatım veya Türkçe kullanımı hatalarımı bana gösterip çevirinin akıcılığını nasıl sağlamam gerektiği konusunda bana yol gösteren ilk kişi de Emre’dir. Biraz da Emre’nin çeviri dilinden bahsetmek istiyorum. Eserleri Türkçeleştirirken kullandığı dil gerçekten çok kuvvetlidir. Epey zor olan ve çok nadir çevirmenin yapabildiği bir şeyi başarmıştır ve çevirisini yaptığı eserleri sanki eserin ana dili Türkçe’ymiş gibi çevirebilmiştir. Özellikle Sin City ve Joker çizgi romanlarını okumanızı tavsiye ederim. Amerikan argosunun Türkçe’ye bu kadar güzel uyarlandığı çok az çeviri eseri vardır. Sosyal medyada da aktif olarak yer alan Emre’ye twitter, Facebook, ekşi sözlük gibi platformlarda rastlamak da zor değildir. Son birkaç paylaşımını burada size iletmek istiyorum: • Fuarda elimden düşürmediğim antibakteriyel el temizleme jeliyle ilişkimin, beni Monk gibi bir germafobik haline getirmesinden korkuyorum. (Facebook, 6 Kasım 2009) • Resif Kitap 2009 Tüyap İstanbul Kitap Fuarı'nda, 2. salon 308 no'lu standda yer almaktadır. (ekşi sözlük, 1 Kasım 2009) Yakın arkadaşlarını yasa boğan o haberin üzerinden neredeyse 2 yıl geçecek. Eğer siz de onu anmak isterseniz ölüm yıldönümünde bize katılabilirsiniz. Muhtemelen Nişantaşı’nda bir yerlerde onun şerefine birkaç kadeh içki yuvarlıyor oluruz. 2 Sene önce onun için ekşi sözlük’te yazdığım entry’yi girerek Emre’yi buradan tekrar selamlıyorum: Türkiye'nin en efendi geek'i ve her zaman kalbimizde yaşayacak kadim dost... Türkiye popüler kültür emekçilerinin prensi... Huzur içinde yat... İlke KESKİN ilkeskin@yahoo.com

33


Özel Dosyalar

Uzak Bir Dosta Mektup

Uzak bir dosta…

İki yıl olmuş arkadaşım sen maddesel düzlemde bizi böyle bırakıp başka plane’e gideli. O kadar oldu mu ya? Zamanın denizinde öyle bir kapılıp gidiyoruz ki akıntıya, nasıl geçtiğini bile anlayamıyoruz hayatın. Sen gittiğinden beri buralarda pek değişen bir şey olmadı doğrusu. Nişantaşı aynı, Taksim aynı. Yayıncılık dersen o da eskisi gibi. Sen gitmeden önce ortaya çıkan çizgi roman furyası da artık kalmadı. Kalitesiz işler, yerini tıpkı senin hazırlamış olduğun gibi güzel örneklere bırakmaya başladı yeniden ama üzüleceğin bir şey söyleyeyim; artık eskisi kadar kaliteli fantastik ve bilimkurgu kitapları çıkmıyor. Buralarda olsaydın, “Bu sıralarda düzgün kitap da çıkmıyor. Bir kitap bulayım da insanlar biraz kaliteli fantastik kitap okusun,” derdin muhtemelen. Belki de demezdin bilemiyorum; çünkü sen hiç egoları yüksek ve kendini göstermeyi seven biri olmadın ama hep en iyi bildiklerini en iyi şekilde yaptın. Hatırlar mısın, Arkabahçe’de kitap okumaktan daraldığımız anlarda kafamızı kaldırıp iki dakika geyik yapardık ve bütün yorgunluğumuz bir anda giderdi. Akşam olduğunda da telefonla bakkaldan buz gibi biralarımızı söylerdik; sonra muhabbetin bini bir para… Ejderha Mızrağı, Unutulmuş Diyarlar üzerine yapılan geyiklerin ucu bucağı olmazdı. Arada bir de board game ve geek muhabbetleri. Ne güzel günlerdi be Emre. Önce sen gittin Resif’e, sonra ben gittim, sonra yavaş yavaş Arkabahçe. Ahmet abi şimdi bal satıyor

34


Özel Dosyalar Nişantaşı’nda. Bir de Justin Bieber figürleri getiriyor. Şanslısın ki Justin’in Michael Jackson’dan bile ünlü olduğunu görmedin. Muhtemelen okkalı bir çift laf savururdun. Ara sıra Facebook sayfanda duvarına bakıyorum. Arkadaşların sürekli seni ne kadar çok özlediklerinden, seni ne kadar çok sevdiklerinden bahsediyorlar. Belki benim gibi onlar da söyleyemediler yüzüne gerçekten layık olduğun sevgiyi. Belki aniden habersizce gideceğini bilemediler. Gitmeseydin ya, diyor herkes… Senin gibi iyi kalpli güzel insanlar gitgide azalıyor be Emre. Cidden ne olurdu ki gitmesen? Ne olurdu bizi bırakmasan. Bak, bu kadar sevenin, özleyenin varken hem de… Gitmeseydin; kitap fuarlarında Queen söyleseydik yan yana geldiğimizde, board gameler oynasaydık, FRP oynasaydık yeniden, çizgi roman karakterleri üzerine tartışıp henüz okuduğumuz kitapları acımasızca eleştirseydik ya. Ali abiden bira isteseydik, masa lambası ışığının loşluğunda geek sohbetleri yapsaydık. Seninle geçirdiğim her an çok güzeldi ama kıymetini bilemedim. Şimdi bir fırsat olsa da aynı şeyleri yeniden yaşasak diye hayıflanıyorum işte. Halen senin çevirdiğin, senin yayınladığın kitapları okuyorum. Gelecek nesiller de senin emek verdiğin kitapları okuyarak seni tanıyacaklar. Aylardır İstanbul’da yağmayan yağmur, ben sana bu mektubu yazarken yağmaya başladı. Biz hepimiz senin gidişine hayıflanırken gökler bile ağlıyor Emre. Uzaklarda bir yerlerde bizleri izlediğini biliyoruz. Oralarda da fantastik bir şeyler yaptığından, belki FRP oynadığından hiç şüphem yok. Rahat uyu geek dostum. Seni her zaman özleyeceğiz. Seni her zaman özleyecek dostun, Kayra Keri KÜPÇÜ

35


Haberler

Roman Kahramanları’nın Ekim Sayısı Çıktı!

ROMAN KAHRAMANLARI’NIN EKİM SAYISININ DOSYA KONULARI BİG BROTHER, BİHRUZ BEY, FAUST, ŞEHRAZAT VE CONAN… ROMAN KAHRAMANLARI DEGİSİ’NİN EKİM 2011 SAYISINDA ÜLKELER VE EDEBİYATLARI BÖLÜMÜNDE KAPSAMLI BİR ÇERKEZ EDEBİYATI DOSYASI YER ALDI… ARŞİVLİK BU SAYIYI OKURLARIMIZA TAVSİYE EDİYORUZ. ROMAN KAHRAMANLARI TÜM YAYSAT BAYİLERİNDE… Edebiyat dünyasının prestij dergisi Roman Kahramanları’nın son sayısında George Orwell’in 1984 adlı romanının kahramanları Big Brother ve Winston, Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası’nın kahramanı Bihruz Bey, Goethe’nin Faust’u, Binbirgece Masalları’nın Şehrazat’ı ve Conan, kapsamlı bir dosya olarak inceleniyor. Arşivlik bu sayının Ülkeler ve Edebiyatları başlıklı bölümünde Çerkez Edebiyatı’na tam 33 sayfa yer ayrıldı. Çok önemli Çerkez yazarların yanı sıra başka bazı önde gelen edebiyatçıların da yer aldığı dosyada Hulusi Üstün, Özdemir Özbay, Anzor Keref, İbrahim Dizman, Hüsniye Gündüz, Feridun Büyükyıldız, Müntaha Jan Gülsu gibi değerli yazarlar nitelikli yazılarıyla yer almakta. Dolu dolu bir dergi olan Ekim sayısında yer alan yazarlar edebiyatla ilgili herkesin alakasını derleyecek düzeyde ilginç: AHMET İNAM, ANZOR KEREF, BÜLENT AKKOÇ, BÜLENT UÇAR, ÇİĞDEM SEZER, DEVRİM KUNTER, EREN AYSAN, ERSAN ÜLDES, FERİDUN BÜYÜKYILDIZ, GÜRSEL AYTAÇ, HAKAN BİLGE, HİKMET TEMEL AKARSU, HULUSİ ÜSTÜN, HÜSNİYE ÖZGÜNDÜZ, İBRAHİM DİZMAN, İCLAL CANKOREL, İLKER MUMCUOĞLU, KAYA TOKMAKÇIOĞLU, KORAY ÖZER, MEHMET GÜNAY ERCAN, MELİSA CEREN HASMADEN, MELİZ ERGİN, MURAT BATMANKAYA, MÜNTEHA JAN GÜLSU, NEZİH KULEYİN, NİHAT ÜLNER, ONURHAN F.

36


Haberler

KARAAĞAÇLI, ÖZDEMİR ÖZBAY, SADIK YEMNİ, SEDA PEKŞEN, YASEMEN BİRHEKİMOĞLU, YAVUZ ANGINBAŞ, ZEYNEP HEYZEN… BİG BROTHER dosyası oldukça güncel bir konuyu önemli akademisyenlerin merceğiyle inceliyor… Seda Peşken, Meliz Ergin gibi… Sadık Yemni ise aradı taradı, buldu ve BİG BROTHER’la bizler için bir söyleşi yaptı. Eğlenceli bir söyleşi oldu doğrusu. Bülent Akkoç 1984 kitabını tanıttı. Koray Özer’in Prof. Ahmet İnam’la yaptığı gözetlenme üzerine söyleşi ise harikulade bir eğlencelik. Nezih Kuleyin ise çağımız için elzem bir bilgiyi öykü formatında işliyor. Öykü bu ya Big Brother’ın kahramanı Winston ölmemiştir ve günümüz kontrol toplumunda yaşamaktadır. Satır aralarında bugün nasıl gözetlendiğimizi öğreniyoruz. BİG BROTHER dosyası tam anlamıyla arşivlik bir dosya oldu… Recazizade Mahmut Ekrem’in ölümsüz kahramanı, Tanzimat münevveri Bihruz Beyi, Ersan Üldes, Murat Batmankaya ve Yasemen Birhekimoğlu yazdı. FAUST dosyası yine iddialı. Ülkenin en kuvvetli Germanistik uzmanı ve önde gelen eleştirmenlerinden Gürsel Aytaç ve Goethe çevirmeni Nihat Ülner dosyada yazılarıyla yer alıyor. Ayrıca Bülent Uçar yazısı ve İclal Cankorel’in Felsefi Roman Kahramanları ile ilgili olarak Prof. Gürsel Aytaç’la yaptığı nitelikli söyleşi yine bu sayıda yer alıyor. Binbirgece Masalları’nın Şehrazat’ını Eren Aysan, Kaya Tokmakçıoğlu ve Melisa Ceren Hasmaden yazdı. Yeniden çevirimi şu sıralarda tüm dünyada gişeleri sallayan Barbar Conan’ı ise Hikmet Temel Akarsu, Yavuz Angınbaş ve Onurhan Karaağaçlı yazdı. Hulusi Üstün’ün Cumhuriyet öncesi Çerkez roman kahramanlarını enine boyuna incelediği yazı enfes bir edebiyat ziyafeti. Özdemir Özbay’ın yazısı ise tam arşivlik. Çerkez antikitesini, kadim söylemini ve mitolojisini nefis bir yazıyla anlatıyor. Anzor Keref, Yaşar Kemal’in Çerkez roman kahramanı Selim Balıkçıyı anlatı. Hüsniye Özgündüz ise Recep Genel’in “Tanrının Çorbasını İçmiştik” adlı romanını… Değerli akademisyen İbrahim Dizman, “Çerkez Adil Paşanın Tahsildarlık Günlerini” yazdı. Feridun Büyükyıldız; Özdemir Özbay’ın “Dans Eden Turna Tsisa”sını yazdı. Müntaha Jan Gülsu ise Samipaşazâde Sezai’nin “Sergüzeşt”ini. Ressamın gözüyle roman kahramanları sayfalarının konuğu Mehmet Günay Ercan. Çizgi romanı ise yine Devrim Kunter çizdi. “Seyfettin Efendinin Maceraları” devam ediyor. Patrick Süskind’in Koku adlı romanı hakkındaki yazıyı Hakan Bilge kaleme aldı. Çiğdem Sezer’in ise “Trabzondur Yolumuz” adlı kitap serisiyle ilgili: Kentlerin Roman Kahramanları Semtler yazısı bu sayıda yer almakta. Bunun dışında, Zeynep Heyzen’in hazırladığı “Dünyadan-Güncel” ve Fidan Solmaz’ın hazırladığı “Editörden-Güncel” sayfaları günün nabzını tutuyor. Bu sayıda bir de Armağanlı Roman Kahramanları Bulmacası var. İlker Mumcuoğlu edebiyat müptelaları için hazırladı. Mayıs 2011’den itibaren yayın yönetmenliğine Ömer Asan, yayın koordinatörlüğüne ise Hikmet Temel Akarsu’nun getirildiği Roman Kahramanları; sayfalarında markete yönelik, yüzeysel kitap tanıtım yazıları yayımlamaz. Nitelikli okura nitelikli analizler sunar. Roman Kahramanları; Türk edebiyatının bir numaralı referans dergisi olmak yolundaki hedeflerini, yüksek edebiyatın ideallerine sadakati kutsayarak gerçekleştirme dileğinde… Edebiyatın derinliklerine bir kez daha hoş geldiniz…

37


Haberler

38


Haberler

Gezici Festival 17. Kez Yola Çıkıyor

Gezici Festival bu yıl Ortadoğu ve Arap coğrafyalarında yaşanan direnişi perdeye yansıtan önemli eserlerle ve seçkin bir programla sinemaseverlerin karşısına çıkmaya hazırlanıyor. 2- 18 Aralık tarihleri arasında gerçekleşecek festival, bu yıl temasını “Arap Direnişleri” olarak belirledi. Festivalde ayrıca Türkiye Sineması 2011 Bölümü, Zeki Demirkubuz’un ‘Amerikan Sineması Seçkisi’, Dardenne Kardeşler Toplu Gösterimi, Dünya Sineması Bölümü, Aki Kaurismaki Kısa filmleri, Finlandiya Kısa Filmleri ve Çocuklar için filmler yer alacak. Festivalin bu yılki kitabı ise sinemada, edebiyatta, kültürde sınıf kavramını ele alıyor. Ankara Sinema Derneği tarafından T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla düzenlenecek Gezici Festival, 17. yaşını kutlamaya hazırlanıyor. 2 – 18 Aralık 2011 tarihleri arasında gerçekleşecek festival, her yıl olduğu gibi Ankara’dan başlayıp farklı şehirleri ziyaret ederek yoluna devam edecek. Festival bu yıl Ortadoğu ve Arap coğrafyalarında yaşanan direnişi perdeye yansıtan önemli eserlerle ve seçkin bir programla sinemaseverlerin karşısına çıkmaya hazırlanıyor.

39


Haberler Sinema Perdesine Yansıyan Direniş “Arap Baharı”, daha önce eşi benzeri görülmemiş bir direniş olarak 18 Aralık 2010 tarihinde Tunus’ta başlayıp tüm Arap coğrafyasını sararak tarihteki yerini aldı. Gezici Festival de bu yılki temasını “Arap Direnişleri” olarak belirleyerek, direniş temalı filmlerden oluşan önemli bir seçkiye yer verecek. Festival süresince gerçekleşecek panellerden birinde, “Arap Baharı” önemli düşünür, akademisyen ve sinemacılar tarafından masaya yatırılacak. Zeki Demirkubuz Amerikan Sineması’nın Yeraltı’nda Festivalin bu yılki en büyük sürprizlerinden biri Zeki Demirkubuz’un hazırlayacağı “Amerikan Sineması” bölümü. Amerikan Sineması’nın farklı dönemlerinden Zeki Demirkubuz’un en çok sevdiği filmler seyirciyle buluşacak. Sinemaseverleri “Amerikan Sineması”nın “yeraltına” götürecek olan Zeki Demirkubuz; bu önemli seçkide filmlerin gösteriminden önce sunumlar gerçekleştirerek Ankara’ya ve festivale verdiği önemi bir kez daha kanıtlamış olacak.

Rosetta - Christine Plenus - Mention obligatoire

Dogs have no hell Gezici Kitaplığı’nda yeni bir kitap: Sınıf Gezici Festival, geçen yıl kültür ve sanatta taşra imgesini irdeleyen ve önemli bir boşluğu dolduran “Taşra’da Var Bir Zaman” kitabını yayınlamıştı. Festival, bu yıl yayımlayacağı yeni bir kitapla son 20–30 yılda kültürden sanata, siyasetten felsefeye tüm alanlarda ihmal edilmiş, yok sayılmış bir kavramı masaya yatırıyor: Sınıf. Editörlüğünü Tül Akbal Süalp, Aslı Güneş ve Nedim Süalp’in üstlendiği; Ankara Sinema Derneği ve Bağlam Yayınları işbirliğiyle yayımlanacak kitapta sinemada, edebiyatta, kültürde, ekonomide sınıf kavramı çeşitli boyutlarıyla ele alınacak. Birbirinden önemli yazarların, eleştirmenlerin ve akademisyenlerin yazılarıyla katkı sunacağı kitap, Aralık ayından itibaren satışa sunulacak.

Öteki Avrupa’nın soğuk kamerası: Dardenne Kardeşler Avrupa Sineması’ında Sınıf kavramına yeni anlamlar yükleyen ve her filmlerinde eşitsizliği görünür kılan Dardenne Kardeşler; kusursuz sinemalarıyla öteki Avrupa’yı, hayatın zorluklarını ve Dardenne brothers

40


Haberler sıradan insanın yaşam mücadelesini perdeye yansıtıyor. Gezici Festival bu yıl “Dardenne Kardeşler Toplu Gösterimi”yle Belçika sinemasının bu büyük yönetmenlerinin filmlerine yer verecek. Belgesellerle sinemaya başlayan ve filmleriyle kısa sürede önemli bir yol kat eden Luc ve Jean Pierre Dardenne, Cannes başta olmak üzere önemli festivallerden büyük ödüller aldılar. Göçmenlerin zorlu hayatlarını, Avrupa’nın öteki (karanlık) yüzünü, yoksulluğu ve iktidarın baskısını “belgeselvari” kameraları ve kendilerine has sinematografileriyle perdeye yansıtan Dardenne Kardeşler, çağımızın karanlığını bıkmadan göstermeye devam ediyor. Festivalde yeni keşifler Gezici Festival’in yeni keşiflere olanak sağlayan yarışmalı bölümü bu yıl ilk kez Ankara’da gerçekleşecek. Birbirinden önemli filmlerin seyirci karşısına çıkacağı bu bölümde, dünyanın önemli festivallerinde gösterilen ve merakla beklenen filmler yarışacak. Festival programında ayrıca Türkiye sinemasının son dönemdeki en iyi örneklerini bir araya getiren “Türkiye Sineması 2011” yer alacak. Sinemaseverler, galalarda film ekipleriyle buluşma ve sorularına cevap alma fırsatı bulacak. Cannes başta olmak üzere dünyanın önemli festivallerinde gösterilen ve ödüller alan yılın filmleri de Gezici Festival’de seyirciyle buluşacaklar arasında. Finlandiya Sineması’na “kısa” bir yolculuk Festival, kısa film tutkunlarını da oldukça mutlu edecek bir programla bu yıla hazırlanıyor. Dünya sinemasında kendine has filmleriyle büyük bir yer edinen ve işçilerin, tutunamayanların sinemacısı olarak görülen Finlandiyalı yönetmen Aki Kaurismaki’nin 1982-2002 yılları arasında çektiği dokuz kısa film sinemaseverlerle buluşacak. Bu bölümün yanı sıra bir de Kaurismaki’nin küçük ve sakin ülkesinin sinemasına kısaca giriş niteliği taşıyan “Kısaca Finlandiya” bölümü de kısa film severleri oldukça sevindirecek gibi görünüyor. Bu yıl da çocukları unutmayan festival, “çocuk filmleri”ne yer verecek.

41


Öykü

Edgar Allan Poe Deniz Feneri

Bu aşağıda okuyacağınız satırlar Edgar Allan Poe’nun üzerinde uğraştığı son öyküsüne aittir. Ölümünden tam 92 yıl sonra Thomas Ollive Mabbott tarafından bulunarak 1942’de Notes&Querries’de yayımlanmıştır. Ben bu yarım kalmış Deniz Feneri adlı öyküyü ilk kez İthaki Yayınları tarafından yayımlanan 2001 baskısı Poe’nun ‘Bütün Hikayeleri’ adlı beş ciltlik eserin 5. cildinde okudum. Sonra 2010 kasımında Atatürk havalimanında uçağım Amsterdam’a doğru havalanmayı beklerken gelen ani bir ilhamla öyküye bir ek yapmaya karar verdim ve bunun için ilk notlarımı aldım. Önce öyküyü Poe’nun üslubuyla tamamlamayı planlamıştım. Yazarken fikir değiştirdim ve kendimi, POE sever yazarı işin içine daha çok kattım. Bu öykü tamlaması Gölgeperver okurlara mütevazı bir armağanımdır. 1849 Bronx-New York (Yeni Amsterdam) - 2011 Amsterdam

1 Ocak 1796. Bugün, deniz fenerindeki ilk günüm. Bunu, DeGrât ile anlaştığımız gibi, günlüğüme yazıyorum. Elimden geldiğince düzenli bir şekilde günlük tutmayı sürdüreceğim -ama benim gibi yalnız birine ne olacağını kim söyleyebilir ki? Hastalanabilirim, hatta daha kötüsü de başıma gelebilir... Peki, o zaman ne olacak? Kotra biraz önce gitti -ama artık burada olduğuma göre bunun üzerinde neden durmalı ki, peki ama tamamen güvende miyim? Hayatımda ilk defa tamamen yalnız olduğumu -çünkü, Neptune ne kadar kocaman olursa olsun elbette "arkadaş"tan sayılmazdı- sadece düşünmek bile beni heyecanlandırıyor. Ama Tann aşkına, hangi "arkadaş"ta bu zavallı köpekteki bağlılığın yansını buldum? Böyle bir durumda ben ve "arkadaş"ım -bir yıl bile- birbirimizden aynlmazdık... Beni en fazla şaşırtan, DeGrât'ın beni işe koymakta karşılaştığı güçlük oldu -bölgenin soylularından olan beni! idare Heyeti, yeteneğimden kuşku duymuş olamazdı. Bu görevi bundan önce de bir kişi yürütmüş – ve genellikle üç kişi tarafından yapılan bu işin üstesinden pekala gelmişti. Yapılacak iş son derece basit, yazılı yönergeler olabildiğince açıktı. Orndoffun bana eşlik etmesinin hiç gereği yoktu. Çekilmez dedikodularıyla -hadi o hiç ağzından düşürmediği lületaşı piposunu bir yana bırakalım- onun yanımda yöremde olması durumunda hiçbir şekilde kitap okuyamazdım. Aynca, yalnız olmak istiyorum... Bu sözcüğün kulağa ne kadar soğuk geldiğine şimdiyece hiç dikkat etmemiş olmam ne tuhaf! Bu silindirik duvarlar arasındaki yankının bu kadar acayip olduğunu dünyada hayal edemezdim -ama hayır!- bunlar saçmalıktan başka bir şey değil. Tecrit oluşumun sinirlerimi bozacağına inanıyorum. Bu asla yetmez. DeGrat'ın kehanetini unutmuş değilim. Şimdi "ne görebileceğimi" .görmek için bir koşu fenere tırmanıp etrafı bir güzel tarassut etmeliyim... Görebileceğim şeyi görmek, elbette çok fazla bir şey değil. Sanırım, dalgalar biraz küçülmüş gibi, ama yine de kotranın önünde limana kadar çetin bir yolculuk var. Norland'dan1 (Norland, genel olarak İskoçya'nın kuzeyi için kullanılıyor olmakla birlikte burada daha genel anlamda kuzey Avrupa ülkelerinden herhangi birinin kuzeyi anlamında kullanılmıştır) görülebilecek bir mesafeye güç bela yarın öğle üzeri ulaşılabilir -taş çatlasın 190-200 millik bir yol.

42


Öykü

2 Ocak. Bu günü, imkanı yok tarif edemeyeceğim bir tür vecd içinde geçirdim. Tek başıma olma tutkum bundan daha iyi ödüllendirilemezdi. Doyurulamazdı demiyorum, çünkü, bugün yaşadığım türden hazlara hiçbir zaman doyacağımı sanmıyorum. Şafağın sökmesinden sonra rüzgar dindi ve öğleden sonra dalga diye bir şey kalmadı... Teleskopla bile okyanusla gökyüzünden ve arasıra ortaya çıkan martılardan başka bir şey görünmüyor. 3 Ocak. Çok sakin bir gün. Akşama doğru deniz cam gibi saydam bir görünüm aldı. Birkaç deniz yosunu göründü; bunun dışında bütün gün hiç ama hiçbir şey -hatta ufacık bir bulut bile görünmedi... Deniz fenerini keşfetme işine giriştim... Çok yüksek bir fener bu -suyun karada yükseldiği alt seviyeden tepesine kadar 160 ayağa yakın yüksekliği olan fenerin bitmez tükenmez basamaklannı tırmandığımda, fazladan basamak tırmanmak zorunda olduğumu görüyorum. Kulenin içinde zeminden zirveye kadar yükseklik en az 180 ayak. Demek ki, denizin çekildiği zaman bile, zemin deniz seviyesinin 20 ayak altında... Bana öyle geliyor ki, tabandaki bu boşluk sağlam taşlarla tamamen doldurulmalıydı. Böylece kule daha güvenli olurdu. Ama neler de düşünüyorum. Böyle bir yapı her koşulda yeterince güvenlidir. Bugüne kadar görülmüş en sert kasırgada bile kendimi emniyette hissetmeliyim -ama denizcilerin, güneybatıdan esen rüzgarlarda Macellan Boğazı 'nın batı çıkışı dışında hiçbir yerde görülmedik yükseklikte dalgalara burada rastlandığını söylediklerini

43


Öykü duymuştum. Böyle olmakla birlikte, -suyun karada yükseldiği üst seviyeden itibaren 50 ayak yüksekliğe kadar kalınlığı dört ayaktan, hadi olsun bir parmak eksik olanbu sağlam demir perçinli duvarlara dalgaların ne zararı olabilir ki!.. Yapının üzerinde durduğu temel bana kireçtaşı gibi gözüküyor...

2 Ocak Cumartesi 1796 2 Ocak. Bu günü, imkânı yok tarif edemeyeceğim bir tür vecde içinde geçirdim. Tek başıma olma tutkum bundan daha iyi ödüllendirilemezdi. Doyurulamazdı demiyorum, çünkü bugün yaşadığım türden hazlara hiçbir zaman doyacağımı sanmıyorum. Şafağın sökmesinden sonra rüzgâr dindi ve öğleden sonra dalga diye bir şey kalmadı... Teleskopla bile okyanusla gökyüzünden ve ara sıra ortaya çıkan martılardan başka bir şey görünmüyor. Karnım aç ama aşağıya evime gitmek istemiyorum. Bir saat kadar önce bütün o basamakları inip çıkmayı göze alarak köpeğim Neptün’ü eve götürdüm. Yemeğini ve suyunu verdim. Tekrar buraya gelirken Neptün arkamdan gelmek istedi. Ona evde oturmasını söyledim. Zeki hayvan niyetimi sezmişti. Hiç üstelemedi. Sadece ben kapıyı ardımdan örterken üç kez kıyyy kıyyy dedi. Haklıydı. Çok özel bir oluşum yanı başımdaydı. Dikkatli olmam gerekiyordu. Elimde lambam bitmez tükenmez basamakları tırmanıp en tepedeki odama geldim. Şimdi DeGrat'ın kehanetini düşünmekteyim. Tecrit edilmenin muhayyilemde yeni ufuklar açacağını söylemişti. Sarhoştu. Brandel barındaydık. Gece yarısı olmuştu. Sözlerini ciddiye almamıştım, ama unutmam da mümkün değildi tabii. Bir de her gün inip çıktığım basamakların bellek tazeletici etkisini buna katarsak sık sık aklıma geldiği bile söylenebilirdi. Şu anda fersah fersah aşacak kıvamda bir oluşumun tam göbeğindeyim duygusuyla sermest durumdayım. Heyecandan yanıma yiyecek bir şey almayı unutmuştum. Saat dokuzu biraz geçiyor. Dışarısı karanlık. Küçük bir fırtına başlangıcı hüküm sürüyor denizde. Deniz seviyesinden 48 metre yukarıda oturmamı bazen çok uzun iki sırığın üstünde duran cambazın durumuna benzetmekteyim. Bu vehim kendi kendini tamamlayan bir yağlı boya tablo gibi. Fırçayı tutan eli engelleyemiyorum. Tek yapabileceğim şey taşların kalınlığı ve sağlamlığını düşünerek sükûn bulmak. Bir de mahzen tabii. Hesaplarıma göre yedi metre derinde. Beni her yere takip eden sadık köpeğim Neptün oraya hiç ayak basmadı. Şu ana dek mahzende dört kez bulundum. Hiçbirinde eşiği aşmadı. Kapının hemen ardında beni bekledi. Onu içeri bırakmayan şeyin ne olduğunu çok düşündüm. Yarısı boş olan yağ fıçıları, kasalar dolusu evrak, lime lime olmuş kitaplar, kömür kasaları, odun istifleri ve toza bulanmış bir sürü ıvır zıvır. Burada hayvanı ürküten ne olabilirdi? Altmış kilo ağırlığında genç ve güçlü kuvvetli bir kurt köpeğiydi. Belki sorun ürkü değildi. Çünkü köpeğimin yüzünde korku yoktu. Muhtemel bir tehlike için tetiktelik hali de mevcut değildi. İçeride onu çeken bir şey yoktu. Genelde çok meraklı bir hayvandı, ama mahzen ona hitap etmiyor gibiydi. Sanki kapının arkası boşluktu. Kokusuz bir hiçlikti. “Ve böylece mahzenin ne olduğunu keşfettiniz.” Elimden yazı tüyünü bir kenara bırakıp karşımda son saniyelere kadar boş duran koltukta oturan adama bakakaldım. Siyah redingot, beyaz dik yakalı bir gömlek giymişti. Otuz beş yaşlarında görünen, orta boylu, siyah saçlı, bıyıklı bir adamdı. Gözleri derin bir anlamla beni süzmekteydi. ‘Kimsiniz?’ demeyi sadece aklımdan geçirdim. O’ydu. Velinimetimdi. Gönlüme doğmuş bu anlam nedeniyle heyecanım sınırlı oldu. Merak eden yanım cayır cayırdı. “Keşfettim, ama üzerine bir kelime bile yazmadım.” “Buradaki gerçekliğinizin Usherlar’ın Evi’nin akıbetine uğrayacağınızı düşünüz de ondan.” Velinimetimin sözcükleri beynimde yeni bilgi ve anlam pencereleri açmaktaydı. O diyene kadar Usherlar’ın ne olduğunu bilmiyordum. Kelimeler kulağımdan girince hızla iyi hatırlanan bir düş kalıbına

44


Öykü büründü. Koskoca kasvetli bir evi yaşatan deliliğin duvarların gözeneklerinden kaçışını hissettim. Ev çöküyordu. Mahzen de onu taklit edebilir ve üzerinde oturduğum kuleyi iskambil kâğıdından yapılmışa dönüştürebilirdi. “Haklısınız.” Velinimetim içini çekerek sessiz kalınca dayanamadım ve “Şimdi ne olacak?” dedim. “1796 yılının 31 Aralık’ını görebilecek miyim?” Ziyaretçim anlayışla gülümsedi. “Bu yılın ilk üç günü sandığınızdan çok daha çatallanmış, dallanmış budaklanmış durumda. Öykünüz, öykümüz engin ellerde.” Sessizlikte izahat bereketi esintisi vardı. Sabırla konuşmasını bekledim. “Orndoffsuz bir öykü. Çünkü... Sizi ufukta göreceğiniz o eşsiz şeyle baş başa bırakmak niyetindeydim. Bu nedenle yana yakıla yalnız kalmayı istiyordunuz.” Esas ima ettiği şeye ön cepheden değinmeyi istemediğim için sözün etrafından dolandım. “Beni en çok şaşırtan şeylerden biri dostum DeGrât'ın beni işe koymakta karşılaştığı güçlük oldu. Bölgenin soylularındanım bildiğiniz gibi. İdare heyeti bunu biliyordu. Başka bir neden olmalıydı. O bahsettiğiniz ufuk şöleni belki.” Belki sözcüğümdeki kasıtlı vurgu velinimetimi hafifçe sırıttırdı. İhtiyatlı adımım hoşuna gitmişti. “Mahzen ve ufuk eşit ve bir artık. Sunduğu görsel astarlı tinsel malzemenin kıvamı açısından.” Velinimetim ayağa kalkınca otomatik olarak onu taklit ettim. “Sizinle olay ufkunu ziyaret edeceğiz.” Bunu derken eliyle yaptığı işaret nedeniyle aşağı mahzene ineceğimizi anladım. Kalın tahtadan masanın üzerinde duran yağ kandilini almak için uzandım. “Lambaya gerek yok. Yürüyüşümüzde karanlık yaya, biz süvari olacağız.” Başımla onayladım ve arkasından yürüdüm. Merdivenlerin başladığı sahanlıkta daha önceden bilmediğim bir bölme belirmişti. Biz yanına gidince kapısı kendi kendine iki yana aralandı. İki kanat sağlı ve sollu taş duvarın içine girmişti. İçinde lamba yoktu, ama ışıklıydı. Böyle bir şeyi ilk kez gören yanım şaşkındı. Bunu normal ve tanıdık bulan yanımsa dümendeydi. Velinimetim içine rahatça dört kişinin sığabileceği küçük bölmeye girdi ve bana yanına gelmem için işaret etti. “Buna asansör diyorlar. Zahmetsiz ve hızlı bir şekilde alçalacağız.” Kanatlar geri örtülünce küçük oda hareket etti. Düşmüyorduk. Kontrollü ve yavaş bir hızlanmayla inişe geçmiştik. Elli metrelik yüksekliği bayağı hızlı bir şekilde tüketerek en alta vardık. Kanatlar aralanınca gerçekten artık kandillere ihtiyaç olmadığını gördüm. O soğuk, is çıkartmayan ve nereden geldiği belirsiz ışık her yeri aydınlatmaktaydı. Mahzenin kalın tahtadan yapılma kapısı ardına kadar açıktı. Mahzen kendini yenilemiş ve kıyıdan denize bakıldığında olduğu gibi diğer ucunda ufuk kurmuştu. Şaşkınlığım kötürümdü. Bir yanım biliyordu, tanıyordu bu şeyleri. Tam bir şey soracağım sırada bize doğru gelen birini gördüm. Uzunca boylu, yakışıklı, siyah saçlı bir adamdı. Otuz başlarında falandı. Üzerinde yakası sarı, önünde yukarıdan aşağıya iki sıra metal düğmeleri olan beyaz üniforma, ayağında sarı şeritli grimsi mavi bir pantolon vardı. Belinde kocaman bir kılıç takılıydı. Bizi görünce yüzü sevgiyle ışıdı. “İyi akşamlar baylar. Adım William Wilson. Beyaz pelerinli, kapüşonlu biri geçti mi buradan? Yüzünde siyah maske olan. Onu derhal bulmalıyım.” “İyi akşamlar bayım,” dedi velinimetim eliyle arkamızda kalan bir yeri işaret ederek. “Şu tarafa gitti.” “Teşekkürler bayım. Adımlarınız rast gelsin.” Yakışıklı delikanlının koşar adımlarla gittiği tarafa bakınca başım döndü. O yönde de bir kapı bulunmaktaydı. Ardına kadar açık durduğundan içerisi görülebilmekteydi.

45


Öykü “Alain Delon,” dedi velinimetim sesinde belli belirsiz bir gurur tınısıyla. “Histories Extraordinaries adlı bir görüntü ve ses kurmacasından geliyor. Fransız. Aktör. Bizden çok genç. Yüz yıl falan... Wiliam Wilson adlı öykümdeki başkahramanı canlandırıyor. Aradığı kimsenin siyah maskesinin ardında hayatının en yakıcı sorusuna cevap bulacak. Hiç bu kadar yakışıklı birini hayal etmemiştim, ama görür görmez benimsedim. Giuseppina nerelerde acaba? Onu da görmek isterdim. Haydi, mahzene girelim.” Velinimetimin ardından içeri girdim. Mahzen genişlemekle kalmamış değişmişti de. İçine inanılmaz zenginlikte malzeme doluşmuştu. Uzakta evler, onların arkalarında dağlar görmekteydim. Sol taraftaki binaların ve diğer şeylerin bitiminde yanlış görmüyorsam deniz vardı. Tavan arşa değmiş ve bulutların tepesinde kalmıştı. Görünmüyordu. Yukarı bakmak midemde hafif bir bulantı yaratıyordu. Sanki tavan tarafından emilecek, uçuşup gidecekmişim gibi bir duygu içindeydim. Az ileride bir grup insan yığışmıştı. Maskeli balo verilmekteydi. İyi giyimli kadın ve erkekler neşeyle konuşuyor ya da dans ediyordu. Şarap kadehlerini çınlatan kahkahalar duyuyordum. Müzik de vardı. Altı kişilik bir müzisyen grubu kıvrak bir halk dansı çalmaktaydı. “Prens Prospero’nun eğlencesi,” dedi velinimetim. “Normalde yedi odada verilen bir partiydi. Duvarları çeşitli renklerde kadife kaplı odalar. Burada odalar birleşmiş tek olmuş, ama ölümcül muhteviyat aynen devam ediyor. Prens kızıl ölümle kuşatılmış bir denizin ortasındaki adada seçilmiş canları eğlendiriyor. Oysa ada da evin bir parçası. Te punire possum quod ego sum dominus.” “Seni cezalandırabilirim çünkü bu evin efendisi benim,” dedim gururla. “Bravo.” Çocukken bana Latince ders veren hocamın kıçımda kırdığı değnekleri hatırlamıştım diğer yandan. Bu çocukluk anım bir süredir zihnimin içindeki kargaşada ön plana çıkmak için çırpınan yanımı canlandırmıştı. “Siz kimsiniz?” Velinimetim gözleri alaycı bir enerjiyle yanarak, “Sizce kimim?” dedi. “Sizi bir büyüğüm, yakınım, hatta ilkokul öğretmenim gibi algılıyorum,” dedim. “Bayağı yaklaştınız. Ben... Ben sizin yaratıcınızım. Daha doğrusu olacaktım. Ölüm bunu yapmamı engelledi. Geriye kısa notlarım kaldı.” “Nasıl yani?” dedim. “Deniz Feneri adlı bir öykü tasarlamıştım. Birisi uzun süre fenerin tepesinde yalnız oturacak ve sonra ufukta o şeyi görecekti. Ama nasip olmadı. Aslında oldu, çünkü şu anda birlikte ufku seyrediyoruz. Benim yarattığım hayallerin ufkunu.” “Bir adınız var mı sizin?” “Edgar Allan Poe. 1809’da doğdum ve 1849 yılında öldüm.” Her türlü garipliği göğüslemeye hazırdım, ama bu biraz fazlaydı, aşırıydı. “Peki, benim adım ne?” dedim. Poe anlayışla gülümsedi. “Bir adınız yok. Çehreniz olmadığı gibi. Sizi bir hayal koşumu sıfatıyla yarattım. Okuyucular size ait bilgiyi kuşanıp durumu daha içeriden anlamaya çalışacak ve bazıları bu ufukla tanışmayı başaracaktı.” “Şu anda 1796’da değil miyiz yani?” “Değiliz. Burayı kuşatan bir zaman bandı var yalnız. Bay Delon o film denen şeyde oynayalı kırk yılı geçmiş. Demek ki nerden baksan 2000’li yıllarla ilintideyiz…” Tam bir şey diyecektim ki, sol yanımda bir hareket sezerek o tarafa döndüm. Devasa bir goril partideki insanlara doğru yürümekteydi. Maske ve kostüm değildi. Gerçek gorildi. Simsiyah kıllıydı ve buram buram goril kokuyordu. Kimse bunu taklit edemezdi. Şaşkınlıkla Poe’ya baktım. Yüzü çok sakindi. “Morgue Sokağı Cinayetleri adlı öykümde bir gorilin işlediği cinayet araştırılıyordu. Herkes katili

46


Öykü insan sanmaktaydı, ama dedektif Dupin asıl suçluyu buldu.” “Dupin?” “C. Aguste Dupin. Bak şurada! Şu harika kalçaları olan beyaz tuvaletli kadınla dans eden adam. Julius Cesar kostümlü.” Beyaz toga virilis giymiş adama baktım. Gözümü gorilden alamamaktaydım. Verilen partideki hiç kimse hayvandan korkmuş gibi görünmüyordu. Sanki kürkünün altında insan vardı. Gorilin akıllı, telaşsız ve tehditten uzak yürüyüşü beni anlatılanlar kadar etkilemişti. Beynim bir arı kovanı gibi sorularla vızıldamaktaydı. Bu arada az önce Poe’nun sarf ettiği bir sözün patlayıcı anlamını yeni idrak etmiştim. “Bir dakika. Siz az önce ne dediniz? Adım yoktu. Çehrem de yoktu. Siz şimdi benim suratımı görmüyor musunuz yani?” Poe’nun yüzü ciddileşti. İçini çekerek, “Şöyle anlatayım, yüzünüzü görüyorum. Alnınız, saçlarınız, burnunuz ve ağzınız var, ama toplamı zihnimde bir çehre yaratmıyor.” “Neden?” “Çünkü ben genellikle yaratacağım başkahramanın yüzünü betimlemem. Bunu okurun kendi tiplemesini boş yere doldurması için yaparım. Ayrıca öykünüzün yarım kaldığını da unutmayın. Okumak ve yazmak bu yeni zamanların gözde tabiriyle interaktif bir süreçtir. Dupin, goril, şu davetliler ve kendi beğenmiş prens Prospero sizin yüzünüzü bütün ayrıntılarıyla görüyor.” “Peki, ben kendi yüzümü görebilir miyim?” “Bir deneyin. Şu kenarda duran eli çantalı kadınların hepsinde ayna vardır. Hatta bazı erkeklerde de.” Partinin verildiği yere yığışmış elli kadar kadın ve erkeğe bakarak içimi çektim. Bir yanım Poe’ya tamamen inanmaktaydı, ama aklım... Aklımın bazı itirazları vardı. “Peki, eğer siz 1849’da öldüyseniz, nasıl oluyor da şimdi burada beraberiz? Yazarlar yarattıkları karakterle beraber mi göçüyorlar yoksa öbür dünyaya?” “Güzel bir soru. Bizi buraya getiren ben değilim.” “Kim peki?” “Bir okurum olmalı. Onun düş âlemindeyiz. Sadece okur değil. Yazar da olmalı. Gotik türe aşina biri. Onu da bir miktar hissediyorum. Anglosakson değil. Daha doğudan.” “Anlayamadım. Nasıl yapabiliyor bunu?” “Benim öykülerimi iyi bilen biri. Öykülerimden yapılmış görüntü ve ses kurmacalarını da seyretmiş belli ki. Deniz Feneri öyküm tamamlanmamasına rağmen basılmış olmalı. Sizi oradan kaptı.” “Öykülerinizi bilen bir yazarın ürünü mü bütün bunlar?” “Tam değil. Ortak yapım. Ama burada sizin misafiriniziz sonuçta. İkimiz de.” “O yazar nerede peki?” Poe aldırışsızca omuzlarını silkti ve kalabalığa bir göz attı. “Belki orada, bir öykünmenin ardındadır, ama... Pek sanmıyorum.” “Tanrı demek istemiyorsunuz değil mi?” “Haşa... Biz kusurlu, nefesi sayılı, çelişki kumkuması yaratıcılarız. Bu kadar... Bu kadarı bu mahzeni kurdu ama diğer yandan.” “Size adanmış bir mahzen. Bir okurunuz tarafından. Ben nasıl ev sahibi oluyorum?” “Çünkü yarım kalan öyküm basıldı ve benim eserlerimi iyi tanıyan biri sizin üç günlük güncenizden hareketle burayı kurdu.” “O günceyi siz yazdınız.” “Doğru... Ama bu size hayal âleminde bağımsız bir yer kazandırdı.” Söylediği her şeye inanıyordum, ama varkalma (uydurmuş, Türkçede böyle bir kelime yok!) telaşına

47


Öykü düşmüştüm. Mahzen hiç yitmesin gitmesin istiyordum. İçinde küçük bir evren barındırıyordu, ışıklı, sarmalayıcı, eğlenceli ve hatta neşelendiriciydi. Kasvetli öğeler incecik ve şeffaf bir tül gibiydi sağda solda. Örtmekten, kapatmaktan çok arsızca sırlandırıyordu eşyayı. Sağ ayak bileğime bir şey sürtününce hafifçe irkildim. Siyah bir kediydi. Sarı gözleriyle ‘beni okşa‘ ışımasıyla bana bakmaktaydı. Eğilip hayvanı okşayınca memnuniyetle sırtını kabarttı ve yüksek sesle mırlamaya başladı. Aklıma köpeğim gelmişti. “Köpeğim Neptün. Bu mahzene hiç girmedi. Onun için mevcut olmayan bir yerdi sanki.” “Öyküyü tamamlayan kimsenin tasarrufu. Yalnızlığınızı daha da koyultmak için olmalı.” İçimi çekerek kuyruğu dimdik havada maskeli insanlara doğru yürüyen kediye baktım. Koskoca gorilin varlığı onu hiç etkilememişti. “Rüya gibi her şey,” diye mırıldandım. “En hakiki gerçeklik rüyalardır.” Rüya sözü uçuculuk içeren bir şeydi. Rüya kısa sürer insan uyanırdı. Neyin içine uyanacağım sorusu sezgi meydanımda duran devasa bir kâbus mabudu gibiydi. Poe bu düşüncemi sezmiş gibi gülümsedi ve “Rüya içinde rüya,” dedi. “Bir silsile. Onun içindeyiz. Zaman bol. Merak etmeyin.” “Şimdi ne olacak?” “Gece yarısı gongu çalmayacak ve 3 Ocak olmayacak. Çünkü son gün. Bu gece sonsuzmuşçasına uzun sürecek. Canınız hiç sıkılmayacak. Ne sizin, ne de benim. İçimde ruhu mengeneye sıkışmış gibiliği ve alkoliklere has sabırsız beklentiyi falan da hissetmiyorum artık.” “Mahzen her inişimizde bize başka şeyler gösterecek. Şuradaki maskeli balo yeni katılımlarla sürüp gidecek.” Söylediği şeylerin hiçbirini sezgilerim reddetmiyordu. İçimdeki endişe gür ve gelişkin bitkilerin dibindeki cılız ve seyrek ayrık otları gibiydi, ama etkindi. “Burayı kuran kimse Tanrı değil dediniz?” dedim. “Evet.” “Ölümlü o halde.” “Tabii ki.” “O şey olunca peki?” “Bu fener hep kalacak. Bir dördüncü girecek sıraya. Üçümüzü gören ve işleme sokan. Yarım kalan öyküleri tamamlayan. Rüya içinde rüya silsilesinin kazanına kömür atan kimseler. Bunlar hiç eksik olmazlar. Böyle devam edecek. Mahzende cümbüş, ufukta enginlik bitmeyecek. Bir dakikaya bin bir gecenin serüveni sıkışacak.” Tam o sırada ortaçağ kıyafetli ve yüzünde küçük bir sarı maske olan garson geldi. Elindeki pırıl pırıl gümüş tepside kırmızı sıvıyla dolu iki kadeh durmaktaydı. Poe adama teşekkür ederek tepsiyi aldı ve kadehlerden birini bana uzattı. “Şu porto kadehindeki içki de öyle. Sürekli içebileceğiz. Alkol baş döndürmeye devam edecek. Burası sizin doğum yeriniz. Biz de misafirleriniz.” Bir eliyle kadehi, diğeriyle tepsiyi tuttu ve sonra tepsinin parlak iç yüzünü yüzüme doğru yaklaştırdı. “Ne diyorsunuz?” Mahzeni böylesine enginleştiren kimsenin yüzünü görmek başımı döndürmüştü. “Nevermore,” dedim. Poe’nun yüzü neşeli bir gülümsemeyle adeta aydınlandı ve kadehini benimkine dokundurdu. “Nevermore.” Yazan:Edgar Allan POE – Sadık YEMNI

48

İllüstrasyon: Devrim KUNTER


Çizgiroman İnceleme

Kedi Temalı Kahramanlar Amerikan çizgi romanlarındaki süper kahramanlara baktığımızda, çoğunun aslında hayvan temalı olduğunu görüyoruz. Örümcek-adam, Bat-Man, Wolverine gibi... Bunun nedeni çok basit. “Eğer şu hayvanın gücü bir insanda olsaydı, nasıl olurdu?” düşüncesinden yola çıkılarak süper kahraman yaratmak oldukça klişe bir harekettir. Eğer yeterince “cool” bir hayvan bulup, gücünü insana uyarlarsanız, bir de ona uygun bir kostüm kullanırsanız karakteriniz çok başarılı olabilir. Az önce örnek olarak verdiğim üç karakter de gayet başarılı kahramanlardır. Peki, hiç merak ettiniz mi en fazla kullanılan hayvan hangisidir diye? Hiç yorulmayın, ben söyleyeyim, kedidir. Bildiğimiz ev kedisi ve felis familyasına ait vahşi kedilerin hepsi, defalarca değişik çizgi roman firmaları tarafından kullanılmıştır. Bu ayki yazımda bunlara bakacağız. Kediye bakıldığında, gerçekten de süper kahraman olarak kullanılabilecek en mantıklı hayvanlardan biri olarak gözükür. Çünkü kedi güçlüdür, çok yükseklere zıplayabilir, çok dengeli yürür, çeviktir, kıvraktır, gerektiğinde çok iyi dövüşür ve genelde sevimli bir hayvandır. Kedilerin ince, narin yapılarından ve eski zamanlardan beri daha çok kadınlarla Tüm karakterleri insan-kedi olan özdeşleştirilmesinden dolayı, çoğunlukla kedi kahramanlar çizgi film, Thundercats kadın olarak karşımıza çıkarlar. (Tahminen ilk kedi kadın, Antik Mısır’da düşük seviyeli bir Tanrıça olan Bastet’tir.) Vahşi kedilerse genellikle güç ve kudreti sembolize ettiklerinden erkek kahramanlar tarafından kullanılır. Ama vahşi kedi bayan kahramanlar da vardır, az olsa da erkek kedi kahramanlar da bulunmaktadır. DC Comics: DC Comics’in en meşhur kedisi, hepimizin bildiği Batman’ın on-off düşmanı olan seksi ve akıllı hırsız Catwoman’dır. Catwoman’a dövüşmeyi ve hırsızlığın ince sanatını öğreten kişi bir erkek karakter olan Catman’dir. Catwoman, Batman evreninin sürekli revamp olmasıyla kostümüyle karakteri sürekli değişmiştir ama hiç bir zaman piyasadan kaybolmamıştır ve Batman evreninin en önemli parçalarından biridir. Çoğu kötü kahramanın sahip olamadığı şeyi becermiş ve kendi çizgi romanına sahip olmuştur. Catwoman sinemada da görünmüştür. 1950’li yıllarda başlayan Batman dizilerinde ve filmlerinde kötü adamların yanında yer almıştır. Daha günümüze gelecek olursak Batman’ın ikinci filminde (Batman Returns 1992) Catwoman’ı Michelle Pfeiffer oynamıştır. Tamamen başka bir karakter üzerine kurulan ve “Catwoman” ismiyle piyasaya çıkan filmde, karakteri Halle Berry canlandırmıştır. Film kötü senaryo kurbanı olmuştur ve Catwoman hayranları arasında büyük bir hayal kırıklığına neden olmuştur.

49


Çizgiroman İnceleme DC’de başka kedi temalı karakterler de vardır, ama bunlar Catwoman kadar meşhur değildirler. Eski bir boksör olan Ted Grant simsiyah bir kostüm giyerek Wildcat (Vahşi Kedi) isminde bir süper kahraman olmuştur (DC evreninde Wildcat isminde 3 kahraman daha vardır). Bunun dışında zenci bir dövüş ustası da Bronze Tiger (Bronz Kaplan) adını kullanmaktadır. Çita adlı üç tane süper kötüyü de unutmamak lazım. Marvel Comics: Marvel’in en meşhur kedisi, Örümcek Adam’ın eski sevgilisi olan Black Cat’tir (Kara Kedi). Black Cat, DC’deki Catwoman’a belli yönlerden çok benzer. İkisinin de süper güçleri yoktur, ikisi de usta hırsızdırlar ve ikisinin de majör bir kahramanla aşk-nefret ilişkileri olmuştur. Black Cat, seksi kostümü ve ilginç kişiliğiyle Örümcek Adam evreninde hep önemli rollerde oynasa da, hatta bazen farklı karakterlin hikâyelerinde yardımcı rollere çıksa da, DC’deki Catwoman kadar başarılı olamamıştır. Yine de comic-con’larda ve cosplay gösterilerinde sürekli temsil edilir ve yeni Örümcek Adam Meşhur DC kedisi, Catwoman filmlerinde oynaması beklenmektedir. Marvel’in ikinci meşhur kedisi, Avengers üyesi olan ve kedi halkı insanlarından gelen Tigra’dır. Tigra uzun yıllar boyunca Avengers’da ve çeşitli Marvel çizgi romanların yer göstermiştir. 80’li yıllarda revaçta olan, 90’lı yıllarda biraz popülaritesi sönen fakat özellikle 2005 yılından sonra Marvel evreninde oldukça önemli bir rol oynayan karakterdir… Başka bir dişi Marvel kedisi Hellcat (Cehennem Kedisi) dir. Hellcat’in gerçek ismi Patsy Kensit’tir ve oldukça ilginç bir tarihçesi vardır. Patsy Kensit ilk 1944 yılında piyasaya çıkmıştır, fakat bir süper kahraman değildir. Romantik komedi (Archie-tarzı) gençlik çizgi romanlarında baş gösterir, 1976’da bu tarz çizgi romanların popülaritesi sönünce bir süper kahramana dönüştürülerek Marvel evrenine dâhil edilir. Hellcat’in kostümü kediye benzese de esas güçleri psişiktir. Çok aktif bir kahraman değildir, ara sıra kendini gösterir. Marvel’in en meşhur erkek kedisi de Afrika’da bir kral olan ve Storm’la evlenmiş olan Black Panther (Kara Panter) dir. Black Panther her zaman Avengers elemanı olarak önemli bir yerde durmuştur, son yıllarda zenci kahramanlara ağırlık verilmesinden faydalanmış ve kendi çizgi romanına sahip olmuştur. Black Panther, X-Men’lerden Storm ile evlenince çizgi romanının popülaritesi oldukça artmıştır.

50

Meşhur Marvel kedisi, Black Cat


Çizgiroman İnceleme DC ve Marvel devlerini bırakıp onları takip eden Image ve Dark Horse firmalarına ve diğer bağımsız çizgi romanlara baktığımızda çok meşhur veya devam eden bir kedi karakter göremiyoruz. Image dergisi bir ara, 90’lı yılların sonunda oldukça meşhur olan Playboy güzellerinden Alley Baggett’in ismini ve benzerliğini kullanarak hafif erotizme kayan bir süper kahraman yarattı. Bu kahramanın ismi sokak kedisi anlamına gelen “Alley Cat” idi. Alley Baggett bu çizgi roman için bir sürü kapak pozu verdi ve bu kahramanın çok büyük bir pazarlaması yapıldı. Ne yazık ki çok başarılı bir çizgi roman olamadı ve 14. sayıdan sonra bu çizgi roman kapatıldı. Bunun dışında Image’de Savage Dragon dergisinde ortaya çıkan ve daha çok komedi unsuru olarak kullanılan Kill Cat (Ölüm Kedisi) adında bir erkek kahraman vardır. Daha çok komedi ve gençlik dizisi olarak basılan Archie dergisinde Josie and the Pussycats (Josie ve Kedicikler) adında bir rock grubu vardır. Bu grup her zaman kedi kostümleri giyerek o şekilde sahneye çıkarlar. Bu grup o kadar tutmuştur ki, hem kendi çizgi romanları, hem de çizgi filmleri olmuştur. 2001 yılında bu karakterler baz alınarak bir film yapılmış ve filmde o zaman henüz meşhur olmaya çalışan üç genç aktris Başka bir Marvel kedisi, Tigra bu karakterleri canlandırmışlardır. Bu aktrisler Tara Reid, Rachel Leigh Cook ve Rosario Dawson’dur. Film ne yazık ki çok başarılı olmamıştır. AC adlı süper kahraman dergisi, daha çok kadın süper kahramanlar üzerine çizgi roman yapmaktadırlar. Burada BlackCat ve She-Cat adlı kadın süper kahramanlar bulunmaktadır. Bunun dışında Catman ve Kitten (Kedi Adam ve Yavru Kedi) adlı iki karakterleri daha vardır. Türkiye’de kısa bir süre yayınlanan bir karakter ise Cat Claw adındaki karakterdir. Türkiye’de bu çizgi roman yetişkinler için çizgi roman adıyla Kedi Kız adında satılmıştı. Sadece 9 sayı çıkartılmış, sonra Bosna Hersek savaşı bahane edilmiş ve Sırp çizer Bane Kerac’ın çizimlerinin okunamayacak kadar kötü olduğu söylenerek durdurulmuştu. Cat Claw 1981’de YU Strip adlı dergide 10’ar sayfalık hikâyelerle başlamış ve 1995 yılına kadar çizilmiştir. 1980’li yılların sonunda Amerikan firması olan Malibu Comics Cat Claw hikâyelerini almış, üç hikâyeyi birleştirerek 30 sayfa şeklinde 9 sayı çıkartmıştır (Türkiye’de de otuz sayfalık 9 sayı çıkmıştı. Ne büyük bir rastlantı! Acaba 11 sayı basılsa, Bosna Hersek savaşı 11. sayıdan sonra mı çizimleri okunamayacak hale getirecekti diye düşünüyoruz ister istemez.) Rock'cu kediler, Josie and the pussycats

51


Çizgiroman İnceleme

Manga konusuna girecek olursak hiç çıkamayız. Çünkü kedi-karakterler (özellikle de kız olanlar) ezelden beridir bütün Manga çizerlerinin favori konusudur. Genelde bu kızlara kısaca “neko” yani Japonca “kedi” denir. Çoğunlukla Neko’ların vücutları seksi çizilir ve vücutları kedimsi özellikler barındırır (kedi kulakları, kuyruk, pençeler vs...) Karakterler seksi ya da oyuncu karakterli olurlar, genelde de konuşmalarında kedimsi ses efektleri kullanırlar (miyavlama ya da mırlama gibi). Çok farklı kedi kız türleri vardır. Kedi kulakları ve kuyrukları olan fakat vücutlarının geri kalanı insana benzeyen Neko’lar; insankedi arası olan yaratıklar; kedi kıyafeti giyen kızlar ya da büyüyle insandan kedi-insana ya da direkt kediye dönüşen karakterler vardır. Az da olsa erkek kedi karakterlere rastlanır. Manga temalı bilgisayar oyunlarında da kedi-kız’lara bol bol rastlanır. Çizgi filmlere bakacak olursak direk aklıma tüm karakterleri insan-kedi kırması olan Thundercats geliyor. Yine o zamanlarda oynayan He-Man’ın kız kardeşi She-Ra’nın da düşmanı olan Cat-Ra; sihirli bir maskeyi takınca bir pantere Unutulmaz Sırp kedisi Cat Claw dönüşen kötü bir karakterdi. Bunun dışında çoğu çizgi filmde zaman zaman insan-kedi karakterlere de yer verilmiştir. Kediler bizim için gizemlerini korudukları sürece, daha uzun bir süre kedi temalı kahramanlar göreceğimize eminim. Bu makaleyi kendisi de bir kedi olan sevgili eşime ithaf ediyorum. Tunç PEKMEN www.uzunjohn.com

52


Öykü

Şekspir'yen Bir Gece “…Bu çeşit hayaller gerçek hayatta görülmeyen Renkli figürler ve olaylarla doludur Üç gruba mahsustur bu çeşitten hayaller: Kaçıklar, deliler ve şairler!…” –Bir Yaz Gecesi Rüyası Zili çalmıştık. Kapının açılmasını beklerken kapının önündeki ayakkabılara baktım. Bir çift iğrenç pembe bir ayakkabı olanca sevimsizliğiyle baba ayakkabılarının yanında sırıtıyordu. Esas çocukla beraber içerde oynayan iğrenç pembeyi düşündüm. Sıkıldım. Hâlâ kapının açılmadığını düşünerek merdivenlere yönelmişken kapı açıldı. “Berraknaz öyle koşturmamalısın canım. Düşebilirsin değil mi?” sesini duyduğum an eğilmiş ayakkabımı çözmeye çalışıyordum. İşte o an buz kestim. Elim ayağım titremeye başladı. Açmaya çalıştığım ayakkabı bağlarına baktım. Aklıma ayakkabı bağlarını hiç çözmediğim, aldığım ilk gün attığım düğümü senelerce kullandığım geldi aklıma. Bana n’olmuştu? Daha evin içine girmeden, Berraknaz’lı Atakaan’lı havayı solumadan nasıl böylesine değişmiştim? Ben kendime bu soruları sorarken eşikte gerekenden (1 dakika civarı) fazla vakit geçirdiğimi anladım ve ayakkabılarımı ökçelerine basarak çıkarttım. Evin salonu tam bir çocuk doğum gününe göre düzenlenmişti. Perdelere saçma sapan süsler tutturulmuştu. Yerlerde iki kişinin şişiremeyeceği kadar fazla balon vardı. Balonlara baktığımı gören ev sahibi erkek “Ben şişirdim hepsini,” dedi. Ben hayretle ona baktım ve yaşadığı acıyı gözlerinde gördüm. O yeni nesil annelerin sadece bir kurbanıydı. Diğer kurban ise yeni nesil annenin “Ata’yı çeksene,” diye seslendiği erkek kardeşiydi. Onun gözlerinde de aynı acı var mı diye baktım ama o sağ gözünü kısmış, sol gözüyle de vizöre baktığı için göremedim. Salona giren yeni nesil anne, bize hoş geldiniz dedikten sonra düzenlemeyi beğenip beğenmediğimizi sordu. Herkes beğenmişti. Ben o sırada gözlerimi göremediğim gözlerden çevirdiğim zaman gördüğüm aynaya bakıyordum (msn iletisi tarzı kelime oyunları). Aynanın yüzeyine ledlerle ATA yazılmıştı. Benim baktığımı gören anne gururla fişi taktı ve ATA yanıp sönmeye başladı. Ben beğendiğimi gösteren bir bakış attıktan sonra salonda işlerin yolunda gittiğini görerek mutfağa gitti. Gözlerimle salondaki kimsenin varlığımla yokluğumu en ayırt edemeyeceği koltuğu seçtim. İğrenç balonlara ve çocuklara basmamaya dikkat ederek yürüdüm. Erken gelen misafirler kendi aralarında sohbet ederlerken ben geceyi kimseyle muhatap olmadan, hediyemi verip, pastamı yiyip, kolamı içip gitmenin derdini yaşıyordum. Zil çaldı. Kalabalık bir misafir güruhu eve giriş yapmıştı. Acaba gelenlerin kapıda diğerlerini bekleyip kalabalık olarak etkili bir giriş yapmayı planlayıp planlamadıklarını düşünmek gayet olası göründü gözüme. Gelenlerin de iyi olduklarını öğrenip, bizim de iyi olduklarımızı iletme safhasına geçmeden odayı terk etmeliydim. Göz ucuyla baktığımda, mutfak da kalabalık göründü gözüme. Çocuk odasını seçtim. Çocuk odasında kimse yoktu. Aslında çocuk odasının bir mantığı yoktu. 4 yaşındaki bir çocuğa ayrı

53


54


Öykü

bir oda yapmak hangi kapitalist beyinden doğmuş bir fikirdi acaba? Gayet başarılı bir hamle olmuş, mobilya firmaları acayip para kırmışlardı bu fikirden. Olayın saçmalığı ise, şu an bile kendi odasına oynamak yerine büyüklerin ayaklarının dibinde oynamayı tercih eden çocukların sadece uyumak için bu odayı kullanmaları. Duvarlardaki yapıştırmalar ise bambaşka doğrusu. Sana sorarım ey okur, 3 yaşındayken insan kendini bile hatırlamazken nasıl olur da odasındaki çıkartmaları hatırlayabilir ki? Ne kadar gereksiz bir şey bu… Anne ve babanın, çocuklarının nasıl olmalarına karar verdikleri ve onu uygulamaya başladıkları görünüyordu. Araba çıkartmaları dolu bir odada uyuyan oğullarının araba sevmesini istiyorlardı. Duvarlarda neden bir Winnie the Pooh, bir Duffy Duck, Sünger Bob yoktu? Bu, çocukla alakası olmayan çocuk odasından sıkılmıştım. Mutfağa gidiş gelişlerin artmasını pasta kesilmesine yorup salona döndüm. Yanlış alarm. Beklenen birileri hâlâ gelmediği için pasta kesilemiyordu. Bir köşeye oturup beklemeye başladım. Ben yokken odadaki yaş ortalaması yükselmiş, etrafım beni her gördüğünde sormasına rağmen bir türlü hangi okulda olduğumu öğrenemeyen teyzelerle doluydu. Çocuklarla oynayıp zaman öldürmek gibi bir ihtimal bile düşünebildim. İçler acısı. Birden gözümün önünde bir görüntü belirdi. Sanki o ihtimalin uzantısı gibi, düşündüğüm anın ardından play’a basılmıştı. Eğer ben bu çocuklardan birisine yüz verirsem ve eğer o gece eve gitmemiz geç bir saati bulursa, o çocuk bulunduğum zaman boyunca yakamdan düşmeyecek ve tam anlamıyla gecenin içine edecekti. “Hıaa!” diyerek bu hayli gecikmiş gündüz düşümden uyandım. Bana bakan gözleri hissedip kafamı çevirdim. Ne ara yanıma oturduğunu anlamadığım, tanımadığım ama aslında bir yerden akraba olduğum teyze “Sen hangi okuldaydın evladım?” dedi. Bu amansız soruyu er geç soracaklarını içten içe biliyordum. Ama yine de hazırlıksız yakalanıyorum her seferinde. Okulun ismini aniden söyleyemiyorum, düşünürken hebele hübele saçmalıyorum, karşımdaki de geri zekâlı mıdır nedir diye düşünüyor hakkımda. ‘Ne de olsa unutacaksın hacı teyze. Okulumu öğrenmenin bu iğrenç ritüeli devam ettirmekten başka bir faydası yok evrene’ yazdı düşünce balonumda. Ama konuşma metni şeklinde değil, düşünme metni şeklindeydi, kenarları daha yumuşak çizilmişti 3 yuvarlakla ayrılmıştı beynimden falan. Karşımdakinin bu hayali balon var olsa bile okuyamayacağından emin olduğum için hayal gücümün iplerini salmıştım. (Teyzeler altyazıları da okuyamaz düşünce balonlarını da.) Umutsuzca salonu taradım ve aslında herkesin biraz da olsa sıkıldığını, masanın köşesine oturmuş, kâsedeki kuruyemişleri eritmeyi gecenin şiarı edinmiş babaanneden anladım. Zil tekrar çalmıştı ve içeri giren geciken misafirler herkesin dikkatini üzerlerine topladıklarından bana sorulan soru da havada kalmıştı. İçeri giren iki yetişkinden başka bir de çocuk vardı aralarında. 75 santimlik, kısacık saçlı, 4 yıllık o insancığı gördüğümde, aklımda bir görüntü canlandı. Çırpı bacaklarına daracık bir kot pantolon geçirilmiş, üstüne de bol, beyaz bir gömlek giyerek konseptini tamamlamış bu çocuk adeta küçük bir Hamlet’ti. Gecenin sıkıcılığının sahneye çıktığını gören Hamlet duruma el koymak için uygun zamanı beklemişti sanki. Zaten odaya girer girmez davranışlarıyla, konuşmalarıyla günün starı payesini doğum gününü çocuğundan çalacağını belli ediyordu. Ben starı gözünden tanırım! Nitekim dediğim gibi de oldu. Hamlet benim yüzümü kara çıkarmadı. Ben odaya girdikleri andan beri Hamlet’in hareketlerini oturduğum yerden gözlemlerken, bir çocukla yakınlaşmak için onun sana yaklaşmasını beklemek ilkesini uyguladım. Haklı çıktım. Hamlet kendisini izleyen gözlerin farkına varmış, ilgi çektiği için özgüveni yükselmişti. Eğer büyük ve küçük bir insana bir şey yaptırmak istiyorsanız ilk önce onu kendine güvendirmeli, daha sonra yapmasını istediğiniz şeyleri yapabilecek birisi olduğunu söylemeliydiniz. (İçimdeki komplocu uyandı resmen!) Ben bakışlarımı sürdürürken hamlet oyun alanını giderek bana doğru yaklaştırmıştı ve neredeyse artık benim ayaklarımın dibinde oynuyordu. Havaya atıp tuttuğu balonla oynarken göz göze geldik ve ben ona nerdeyse 4 saattir yandığını tahmin ettiğim avizenin o sıcak ampulünü gösterdim. Mesajı hemen aldı. Akıllı çocuktu. Akıllı olmasa onu seçmezdim. Balonu tuttu, bacaklarını gerdi, yukarı zıpladı. Yukarı zıplarken de tüm gücüyle balonu fırlattı. Patttt!!!!! Bir balondan bu kadar ses çıkabileceğini tahmin etmezdim. Beklediğimden de fazla, ama memnun edici bir etki yaşandı

55


Öykü

salonda. Bütün dedikodular sustu, gözler vizörden çekildi, oyun oynayan çocuklar yerlerinden zıpladı. Daha sonra sessizliği bozan günün çocuğu oldu. Sinir bozucu ağlama sesiyle. Onun arkasından iğrenç pembe de başladı. Onunki daha tiz bir tondaydı ama sinir bozuculukta ikisi de altın madalya alabilirdi. Hamlet ağlamadı. Herkes ilk şok geçtikten sonra, ne kadar korktuklarını birbirlerine söylerlerken Hamlet’in annesi onu yanına çekti ve yüzünün şeklinden anladığım kadarıyla sıkı bir azar kaydı. Çocuklarını sakinleştirmeye çalışan yeni nesil annelerden ikisi de Hamlet’e kınayıcı bakışlar attılar. Buna rağmen Hamlet’in suratındaki zafer duygusu kaybolmadı. Bu zafer ikimizin olmasına rağmen bana dışarıdan bakan birisi kesinlikle bu olayla alakam olduğunu anlamazdı. Hamlet de büyüdükçe duygularını saklamayı öğrenecekti. Gece böyle mi bitti derseniz? Hayır. Hamlet kendisinden beklediğim performansın gayet üstünde bir başarı sergiledi ve yıktı geçti. Yani boynuz kulağı yine geçti sayın seyirciler. Sanırım balon olayından sonra kendindeki potansiyelin farkına varmıştı. Kendi gücü onu sarhoş etti dersek yaptıklarını açıklayabiliriz. Ne mi yaptı? Pasta geldiği sırada artık susmuş olan doğum günü bebesi mumları üfledikten sonra kendisi de üflemek istedi, mumları tekrar yaktılar, üfledi ama doğum günü bebesi de onunla beraber üfledi, bu kez de sadece kendisi üflemediği için itiraz etti, ‘Sen de yettin artık!’ bakışlarına rağmen itirazındaki ısrarını ağlama tehdidiyle pekiştirdi, mumları tekrar yaktılar ve bu sefer sadece kendisi üfledi. (Çocukları da sindirmişti, hiçbirisi üflemeye yanaşmadı.) Sonra masanın altına geçip oturdu ve döke saça kuru pasta yedi. Ev sahibi yeni nesil annenin o bakışlarını gördüğüm an benim bile kanım dondu ama Hamlet’in gözü kara çıkmıştı. Daha sonra masanın altından çıkmaya çalışırken dengesini kaybedip masanın örtüsünden tuttu, etrafındakilerin olayı idrak etmesi için geçen süre zarfında iki tabak devirdi, üstelik yaş pasta dolu tabakları! Tabii bu olaylar aralıklı yaşandığı için Hamlet o aralarda da boş durmamıştı ve iki balon daha patlatmıştı. Her seferinde de birbirinden kallavi azarlar yedi ama o yılmayarak pastaları devirmeyi başardı. (Ee azmedenin elinden hiçbir şey kurtulmaz.) Halının üstünde bence modernist bir kontrast oluşturan lekeler ev sahibinin pek hoşuna gitmedi. O da baktı Hamlet’e sözünü geçiremiyor, annesine yüklendi. O bakışlardan bir doz da Hamlet’in annesine attı. Yardım teklifini soğukça geri çevirdi, herkesin önünde halıyı tek başına sildi. Herkes emektar anneye şefkatle bakıyordu, Hamlet’e ise buzumsu. Küçücük çocuğa uyguladıkları bu şefkat ambargosu yüreğimi sızlattı. Hamlet’le göz göze gelmeye çalıştım. Gülümsedim. O da bana gülümsedi. Bombayı patlatacak fitili ben yaktığım için kendimi suçlu hissetmiştim. Belki de kendisini onaylayan birinin olduğunu bilmese tüm gece boyunca sadece klasik yaramazlıklar yaparak eğlenecekti. Azmettirmiştim ve o da yapmıştı. Ben Oberon’sam o da Puck’tu. Bu esnada Hamlet sahneden çıktı. Çocuğunun faaliyetleri sonucu gecesi mahvolan anne erken kalkmaya karar vererek Hamlet’i hırpalayarak odadan çıkarıp paltosunu giydirdi. Ben yavaş yavaş vicdan azabı duyarak usulca hole geçtim, mutfağa gidiyormuş gibi yaptım, anne çantasını almaya içeri gittiğinde Hamlet’e doğru eğilip kulağına “Aferin!” diye fısıldadım. Cebine de mutfaktan cebime attığım fıstıklı çikolatayı sıkıştırdım. Göz göze geldiğimizde ise küçük ve zeki gözlerinde pişmanlık zerresi görmediğime memnun oldum. Vicdan azabım da böylece kayboldu. O gece oraya gitmeye karar verdiğim için kesinlikle pişman değildim. Eğer Hamlet olmasaydı sıkıntıdan patlayacağım o doğum günü benim eğlenmemi, Hamlet içinse özgürlüğünü elde etmesini sağladı. Doğum günü çocuğundan bile daha mutluyduk. Günün starları kesinlikle bizdik. Yazan: Begüm ERDEM bgmbegumbgm@gmail.com

56

İllüstrasyon: İlker YATI


Sinema

Lanetli Ev Cilalanıp Ekranlara Döndü;

American Horror Story

Glee ve Nip/Tuck gibi iki aykırı işle TV tarihine geçen ikili Ryan Murphy ve Brad Falchuk birlikteliklerinin üçüncü meyvesi olan “American Horror Story” ile yeni sezona bomba gibi girdiler. Murphy ve Falchuk'un önceki işlerinden de bildiğimiz insanın içindeki çarpıklığa olan takıntıları bu sefer korku öğeleri ile bir üst seviyeye çıkıyor.

57


Sinema

“American Horror Story” klasik lanetli ev konsepti ile yola çıkan bir yapım. Dizi açılışında bizi evle ve önceki kurbanları ile tanıştırırken, günümüze dönerek yeni yerleşen ailenin hayatına da ortak ediyor. Ben (Dylan McDermott), Vivien (Connie Britton) ve tek kızları Violet (Taissa Farmiga) Boston'da yaşadıkları aldatma, çocuk düşürme gibi travmaları aşmak ve yeni bir başlangıç yapmak için L.A.'e taşınırlar. Ancak taşındıkları evde kendilerinden önceki sahipleri intihar etmiştir, ev bu yüzden oldukça düşük bir fiyata satılmaktadır. Klasik ergenlik problemleri yaşayan Violet'in ısrarı ile evi tutarlar. Dr. Ben psikiyatri tedavilerine evin bir odasında devam ederken, Vivien de evi derleyip toparlamaya kendisini adar. Ancak daha ilk dakikadan küçük problemleri Down sendromlu Addy evde belirir ve Vivien'e “Öleceksin!” der. Yan komşuları Constance (Hâlâ oldukça güzel olan Jessica Lange)'in kızı olan Addy'nin ev ile ilginç bir bağı vardır. Evin eski hizmetçisi Moira yaşlı bir kadın olmasına rağmen bizim çapkın doktora yirmilerinde çıtır bir kızıl afet olarak görünmektedir. Ancak asistanı ile yaşadığı ilişkide yakayı ele veren Ben, Vivien'in neden böyle yarı çıplak Fransız temizlikçi kıyafeti ile dolaşan bir kadını işe aldığını anlamamasına rağmen karısını takdir eder. Ancak odada mastürbasyon yapmayı da ihmal etmez. İlk bela Violet'in okulda kendisine saran, sürekli dalaştıkları uyuşturucu bağımlısı bir kızdır. Ben'in öldürme saplantılı genç hastası ile arkadaş olan Violet, kızı alt kata uyuşturucu vaadi ile indirir. Çocuk burada kızı terörize etmek ister, ancak etraf karardığında odada başka bir kötülük olduğu anlaşılacaktır... İlk iki bölümü ile konseptini anladığımız dizi, aslında aileden çok evin geçmişi ve yarattığı kaos üzerinde duracak gibi. Önce açılışta geçmişe gidip yaşanan bir cinayeti görüyoruz, daha sonra günümüze geçip o cinayetin yansıması olan hayaletlerin evde yarattığı kaosu ya da intikam alma hikâyelerini izliyoruz. Bu yapı ile ortaya çıkan hayalet temizlikçi, ürkütücü yan komşu, evde ailesini katledip kendisi yarı yanmış olarak kurtulan ve Ben'e gitmesi için yalvaran Larry karakteri, doktorun saplantılı hastası, Sado Mazo

58


Sinema

deri kıyafetlerle bir anda ortaya çıkan adam, hep soru işaretleri olarak duruyor. Hikâye geliştikçe kim gerçek, kim hayalet yavaş yavaş anlaşılacaktır. Ancak aradaki boşluklar iyi doldurulacak mı, yoksa dizi uzasın diye yapılan numaralar hikâyeye zarar mı verecek yavaş yavaş ortaya çıkar. Şu an için gizemini koruyan bu ürkütücü ev, işin erbabı olmuş kalemlerin elinde ve iyi oyuncular ile gerilimli bir hikâye vaat ediyor. Ancak dizi tabii ki herkese uygun değil. Çok rahatsız edici sahneler var, ancak kısa sürüyor, gerilim daha çok psikolojik. En azından abartılı bir şiddete maruz bırakılmayacağımız aşikâr. Ancak True Blood gibi cinselliğe fazlaca yer verip hikâyeden uzaklaşmaması tek dileğim. Daha ilk iki bölümden birçok klasik filme ve sahneye atıfta bulunuldu. Rosemary'nin Bebeği, Cinnet bunlardan sadece birkaçı. Gelişen bölümler bu yönden korku filmi sevenler için sürprizlere gebe olacaktır. “American Horror Story” yapı itibari ile güzel bir hikâye ancak dediğim gibi evin gizemine yoğunlaşır ise seyir zevki artacaktır. Yoksa yeni gelen ailenin hikâyesi olacaksa kısa zamanda sıkabilir. Şu anki bölümlerde asıl kötülüğün evdeki hayaletler mi yoksa dışarıdan gelen tehlikelere evin verdiği tepki mi tam da belli değil. Ki bana sorarsanız ikinci dediğim şekilde dizi çevrilecek ve yeni aile bu duruma uyum sağlayacak. Ama bekleyip göreceğiz. Ne demişler ev alma komşu al. Ama Harmon ailesi ikisini seçerken de yanlış yaptı. Masis ÜŞENMEZ www.otekisinema.com

59


Röportaj

İçimizden Biri

Oğuz ÖZTEKER 1968 Yılında doğdu. Lisedeyken kitap koleksiyonu yapmaya, üniversitedeyken yazmaya başladı. İ.T.Ü. İnşaat Fakültesi’nden mezun olmasına rağmen Ankara’yı sever ve orada yaşar. “Hollywood Stili Yeşilçam Öyküleri” adlı hikâye kitabı 2005 senesinde basıldı. İş yerinde bulunmadığı zamanlarında film izler, kitap okur, hayal kurar ve Gölge e-Dergi’nin yayın kurulu üyeliğini yapar.

Bir akşamüstü sadece internet üzerinden tanıdığım bir e-arkadaşımla Beyoğlu’nda randevulaştık. İlk defa o zaman gördüm Oğuz’u. Gölge e-Dergi’nin 20 sayısı filan yayınlanmıştı herhalde. Gölge ekibinden ilk yüz yüze görüştüğüm e-arkadaşımdı. Aylar sonra bir kere daha İstanbul'da ve ardından iş için gittiğim Ankara'da bir başka e-arkadaşım Hasan Nadir Derin'le (4 yıl internetten yazıştıktan sonra onu da ilk defa o gün tanıştım) birlikte bir kez daha gördüm. Bu üç görüşmede Gölge'den konuşmak kadar birbirimizi tanımaya, aynı noktaya farklı açılardan bakarak arkadaş olmaya çalıştık. Belki her gün yüz yüze görüşsek üç sayı bile süremezdi bu dergi. Bildiğim hiç bir resim karesinde ikimiz birlikte değiliz. Belki de e-arkadaş olmak böyle bir şey… Biz hep maillerimizde tartıştık, kavgalar ettik, barıştık. Kendisi aynı zamanda, bir maile en uzun argo cümleyi sığdırabilen arkadaşlardan… Bu kadar özel hayat bilgisi yeter, isterseniz Oğuz Özteker ile yaptığımız röportaja geçelim. Merhaba Oğuz, Gölge e-Dergi kurulurken birlikteydik ve hâlâ bir şekilde aynı yolda yürüyoruz. 50. sayıya geldik. Senin Gölge hikâyeni bir anlatsan da bizim için bu 50 sayı bir özetlense… Geçen sayıda bahsettiğim üzere, bu yola Mustafa Emre Özgen sayesinde çıktık. Ancak yaşı ve hazırlanması gereken üniversite sınavı nedeniyle hepimizin içindeki ortak fitili – ki bunu aylar sonra fark

60


Röportaj

ettik – ateşledikten sonra, bir kenara çekildi. Oysa sen, ben ve birkaç arkadaş daha gazı almış, işin keyfine varmıştık bir kere… Artık durmak yoktu bize… Mademki bu işe devam edecektik, öncelikle bir yayın kurulu oluşturmak zorundaydık. Çünkü yapılması gereken işler, ilginç fikirler ve alınması gereken kararlar vardı. Böylece Yahoo’da sadece yayın kurulu üyelerinin kayıt olabileceği Gölge grubu oluşturuldu. Bu sayede, sanal ortam üzerinden, üretilenleri ve görüşlerimizi paylaşmaya başladık… Hangi eserlerin yayımlanacağına, hangi çizimlerin kapak olacağına, önümüzdeki sayıda neler yapacağımıza hep birlikte karar verdik. Zaman zaman yayın kurulu üyeleri değişse de, 50 aydır bunu yapmaya devam ediyoruz. Okumayı ve yazmayı seven biri olarak bu oluşumun içinde yer almaktan büyük bir mutluluk duyuyor, çok keyif alıyorum. Gölge e-Dergi ne ifade ediyor senin için? Her şeyden önce, Gölge’de yer almaktan hem müthiş keyif alıyor, hem de gurur duyuyorum. Oturduğum yerden – Boğa Burcu erkeğiyim, dolayısıyla oturma imkânım varsa yürümemeyi, uzanma imkânım varsa oturmamayı tercih ederim – birçok arkadaşla (e-mail aracılığıyla) tanıştım; onların eserlerini okuma, çizgi roman ve sinema sektörlerinde olup bitenlerden haberdar olma şansı yakaladım. Ankara’da yaşadığım halde, Gölge e-Dergi’nin okunabildiği her şehirde, yani tüm Dünya’da, dergimizi takip edenlerin adını duyduğu, ilgi gösterenlerin öykülerini okuyabildiği biri oldum. Kendi öykülerim hakkında olumlu ve olumsuz eleştiriler aldım. Adını bile bilmediğim birçok okura kavuştum. Ayrıca Gölge e-Dergi’nin hayatıma değişik bir renk, sıra dışı bir şey kattığı da, yaşantımı rutinden uzaklaştırdığı da kesin… Daha ne isterim? Basılı olmayan bir dergi olsa bile Gölge e-Dergi, türünde ilk olmasa da öncü bir dergi. Bir tanımlama yapmamız gerektiğinde sinema, çizgi roman ya da edebiyat dergisi demiyoruz, "fantastik içerikli" diyoruz. Gölge e-Dergi, gerçekten de yeteri kadar fantastik mi? Dürüst olmak gerekirse, fantastik eserlerden, kitaplardan, resimlerden, filmlerden pek de hoşlanmayan biri olarak, bu kadarı benim için yeterli! Fantastik eserler söz konusu olduğunda, sanatçının kendisini sınırlaması gerekmediğini, ‘Uç baba torik!’ felsefesinin geçerli olduğunu düşünüyorum. Ve bu da benim çok hoşuma giden bir şey değil. Yayın kuruluna bakıldığında sen, Mehmet Sevinç, Sadık Yemni, Hasan Nadir Derin, ben... Sanki bir ‘kırk yaş kuşağı’ dergi tepesini işgal etmiş gibi görünüyor. Bu durum gençleri destekliyor mu, yoksa onların önünde bir engel olabileceğinizi hiç düşündürdü mü? Şahsi olarak, benim asla ‘Gençlere engel olmak’ şeklinde bir görüşüm olmadı, olmayacak da… Çünkü bizi motive eden gençlerin dinamizmi, onların sabırsızlığı ve her şeyi yapabileceklerine, hayatın tüm zorluklarıyla baş edebileceklerine olan inancıdır. Bırakın gençlerin önünde bir engel olmayı, onları teşvik eden, şans veren, öğrenmek isteyenlere bildiklerimizi yazarak veya konuşarak aktaran ihtiyar delikanlılarız biz… Hem zaten gençlerin önünde bir engel olsaydık, onların öykülerini, hazırladıkları çizgi romanları ve illüstrasyonları yayımlamaz, ‘Kardeşim sen önce şu yaşa bir gel, sonra böyle böyle yaz, burayı da şöyle çiz, biz de yayımlayıp yayımlamayacağımızı bir

61


Röportaj

düşünelim,’ derdik. Oysa tam tersine, biz onları yazıp çizmeleri, daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış eserlerini dergimize göndermeleri konusunda teşvik ediyoruz. Şimdiye dek hiçbir eseri yazarının yaşına veya kişisel özelliklerine göre değerlendirmedik. Öyle sanıyorum ki dergimize ilgi gösteren birçok genç arkadaşın babası yaşındayız, hatta belki daha bile yaşlı olabiliriz ama senin de bildiğin gibi, ruhumuz genç! Yaşlı olduğumuzu tabii ki kabul ediyorum ama bana ve yayın kurulu üyelerine ‘ihtiyar’ diyenin alnını karışlarım… (Gülüşmeler.) Geçen her yılla birlikte babam da, ben de, biricik kızım da yaşlanıyoruz. Fakat ihtiyarlamak ayrı bir şey; 22 yaşında olup da hayattan umudunu kesmiş, yaşadıklarının keyfine varamayan birçok genç görünümlü ihtiyar tanıyorum. Tabii bunun tam tersi de var; 43 yaşını bitirmiş olup da, hâlâ bir şeyler yapabilmek, kendisinin ve başkalarının hayatına değer katabilmek için çaba sarf edenler de mevcut! Tıpkı Sadık Yemni gibi, Mehmet Kaan Sevinç gibi, senin gibi, benim gibi… Neyse, kendimizi pohpohlamayı bir tarafa bırakıp, gerçeklere dönelim. Gençler Word dosyasına yazdıkları bir öyküyü veya film eleştirisini bizlere gönderip üzerlerine düşeni yerine getirmiş oluyorlar. Oysa bizim işimiz bu kadarla bitmiyor, dergimiz okurla buluşana dek devam ediyor. Öncelikle, bize ulaşan eserler arasında bir eleme yapıyor hangisinin yayımlanacağına, hangisinin yayımlanmayacağına karar veriyoruz. Sonra, eser sahibine geri bildirim yapıyoruz. Ardından yayımlanmasına karar verilen tüm eserleri okuyup redakte ediyor, imla ve noktalama hatalarını düzeltiyoruz. Gerekli olan illüstrasyonlar için bunları çizer arkadaşlara gönderiyoruz. Derginin taslağını hazırlıyoruz. Yayımlanmadan birkaç gün önce önümüze gelen dergi maketini gözden geçiriyor, varsa düzeltmeler ve değişiklikler yapıyoruz. Nihayetinde de okurlarımızın beğenisine sunuyoruz. Üstelik her birimiz farklı sektörlerde çalışarak hayatını kazanan kişileriz. Gölge e-Dergi’yi tamamen amatör bir ruhla ama profesyonel bir disiplinle, çaba sarf ederek, özel hayatımızdan vakit çalarak hazırlıyoruz. Çünkü zafer, çaba ister… Her aybaşında da bir ay boyunca devam eden çabalarımızın meyvesini alıyoruz. Ancak işimiz bu kadarla da bitmiyor; okurlarımız Eylül sayısını henüz okumaya başladıklarında, bizler Ekim sayısı üzerinde çalışmaya başlıyoruz. Zaten, şayet elli aydır bu işi hiç aksatmaksızın devam ettirebiliyorsak, herhalde kimse kalkıp da yaptıklarımızı küçümsemiyordur, kolay bir şey gerçekleştirdiğimizi düşünmüyordur. Eskiden sık sık öykülerini okurduk, seyrekleşti. Öykülerin için ilhamı nereden buluyorsun ya da eski sıklığında ilham gelmiyor mu? İzlediğim filmler (ülkemiz şartlarında hatırı sayılır bir DVD arşivim var ve her hafta sinemada bir film izlerim), okuduğum kitaplar (senede 50 civarında kitap okurum, kendi çapımda değerli bir kütüphanem var) fakat hepsinden önemlisi hayatın kendisi, arkadaşlarımın anlattıkları, kendi yaşadıklarım ve kimi zaman da bir anda aklıma gelen uçuk bir fikir, ilham kaynağımdır.

62


Röportaj

Son zamanlarda yazamayışımın en büyük nedeni gereken vakti bulamayışımdır. Mühendis olarak, inşaat sektöründe, şantiyede, Cumartesi günleri de tam gün olmak üzere, yoğun bir tempo ile çalışıyorum. Eski eşimle 3 yıl önce yollarımızı ayırdığımız için, her Pazar günümü annesiyle beraber yaşayan 9 yaşındaki kızımla geçiriyorum. Hafta içinde 2 gün de – mesaiden sonra – tiyatro kursuna gidiyorum. Ayrıca, hayatımdaki özel insana ve arkadaşlarıma da vakit ayırmam gerekiyor. Arada bir kanepeye uzanıp, arşivimden bir film izlemek veya gözlerimi kapatıp bir CD dinlerken beynimi boşaltmak istediğim de oluyor. İnan tek sorun, kendi öykülerimi düşünmek, tasarlamak, yazmak ve düzeltmek için gerekli zamanı bulamayışım. Tabii ki bu nedenle kendimi de, başkalarını suçluyor değilim. Üstelik hiçbir Gölge e-Dergi okurunun da yeniden öyküler yazmam konusunda ciddi bir talebi yok… (Gülüşmeler.) Dergi kurulduğundan beri tüm yazıların redaktesini sen yaptın. Ben bile artık ‘dahi’ anlamına gelen –de’lerin ayrı yazılacağını öğrendim. Pek çok sefer sadece imla kurallarına uymadığı için ve senin okuma sabrın yetmediği için gelen çok iyi kurgulanmış öyküleri bile çöpe attığımızı hatırlıyorum. Yazı yazmak gibi teknik bir konu ile ne zaman geleceği belli olmayan ilham konusunun mutlaka kesişmesi ve bütün yazılanların imla kurallarına uyması mı gerekiyor? Maalesef evet! Evet diyerek onayladığım şey şudur; yazdığını iddia edenler – yazmak ve Gölge e-Dergi gibi geniş bir platformda, hiç tanımadığı kişilerle bunu paylaşmak bir iddiadır – kullandığı kelimeleri doğru seçmeli, doğru yerde kullanmalı, anlamını ve yazım şeklini mutlaka bilmelidir. Çünkü bilmeyen (ve bildiğini de iddia etmeyen) okurlar bu eserleri okumak için zaman ayırmaktadır ve ‘Şayet yazar bu kelimeyi bu şekilde kullanmış ve yazmışsa demek ki doğrudur,’ diye düşünmektedir. Oysa yazarın, kullandığı kelimeleri bilmemek, yanlış yazmak veya yanlış yerde kullanmak gibi bir lüksü yoktur. Üstelik her önüne gelen, her aklına esen de yazmak zorunda değildir. Diyelim ki yazdın, doğruluğunu sağlam kaynaklardan – sözlükleri ve imla kılavuzlarını kast ediyorum – teyit et kardeşim… Şöyle bir şey de var; aklınızda çok değişik ve etkileyici fikirler olabilir ancak bunları doğru düzgün yazarak karşınızdakine – yani okurunuza – aksettiremediğiniz takdirde, okurunuzu sıkar ve eserinizden, hatta kendinizden, soğutursunuz. Kaldı ki bu iş öyle atla deve bir iş değildir; biraz özen gösteren, bir nebze olsun dikkat eden, okuruna saygı duyan ve (yineliyorum) yazdığını iddia eden kişi, doğrusunu yapmak zorundadır. Bu satırların okurlarından bir de ricam olacak; lütfen ben böyle düşünüyorum diye kimse kalkıp, ‘Ulan yazar bozuntusu, sen sanki imla kurallarına çok mu dikkat ediyorsun, kelimelerini çok mu doğru kullanıyorsun, hiç mi hata yapmıyorsun,’ diye aklından geçirmesin. Tabii ki ben de hata yapıyorum ama bunları en aza indirebilmek, kelimeleri doğru yerde kullanabilmek ve doğru şekilde yazabilmek için çaba sarf ediyorum. Hiç değilse yazdıklarımı paylaşmadan önce tekrar tekrar okuyorum, aklımda bir şüphe varsa sözlüğü açıp, doğrusu nedir, nasıldır diye bakıyorum… Ve hatalı kullanmışsam düzeltiyorum. Hatta gerektiğinde, öykümü baştan yazıyorum. Eserlerinin tarzı ve içeriği ne olursa olsun, dergimizin bütün yazarlarından beklediğim de budur… Ben, arada bir bana ulaşmayan sayfalar olsa da, derginin bütün sayfalarını, her cümlesini teker teker okuyan ve gerektiğinde düzelten kişiyim. Ama şimdi kimse yanlış anlamasın, hiçbir yazarın cümlesini bozup da baştan yazmadım, hiçbir şeyi kendi kafama göre düzeltmedim. Çoğunlukla, sadece yanlış yazılan kelimeleri düzeltiyor, o kelimenin doğrusunu yazıyorum, kelime tekrarları yapılmışsa bunu belirtiyorum,

63


Röportaj

cümlede bir anlam bozukluğu varsa bunu da editörümüze iletiyorum. Yazım şekline ve tarzına asla müdahale etmiyorum. Bu, o yazarın kendi seçimidir ve bazen beğenmesem de saygı duyarım. Ancak kimi zaman karşıma öyle metinler geliyor ki… Metnin içinde hiç nokta veya virgül yok veya konuşma bölümleri aynı metin içinde bazen çizgi ile belirtilmişken kimi yerde de tırnak içinde yazılmış, adam nokta koymuş ama hemen ardındaki cümleye küçük harfle başlamış, ki, de, da vb. ekleri ayrı olması gereken yerde bitişik, bitişik olması gereken yerde de ayrı yazmış, öykünün başında – atıyorum – Ayşe olarak adlandırdığı karakteri 3 sayfa sonra Ayla olarak nitelendirmiş, vesaire vesaire… Hatta kullandığı klavyede tırnak işaretinin nasıl yapıldığını bilmeyenler bile, ‘Ben de yazdım,’ diyerek hikâyelerini gönderiyorlar. Hâlbuki ben buradayım, hepsini düzeltiyorum, doğrusu nasılsa öyle yazıyorum. Bu esnada da bolca vakit kaybediyorum. En kötüsü de yazdıklarını bir kez bile okumayıp, doğrudan bize yollayanlar… İyi güzel de kardeşim, sen bile aklındakileri toparlayıp da doğru düzgün bir şekilde kâğıda dökememişken, ben neden böyle bir işe kalkışayım ki? Benim kendi öykülerimi yazmaya bile vaktim yok; sense ‘hala’ ile ‘hâlâ’ arasındaki farkı bile bilmeden bana 5 sayfalık bir öykü yolluyor ve ‘Haydi bunu yayımlayın,’ diyorsun. El insaf… Daha da beteri, adam, 49 aydır yayımlanan Gölge e-Dergi’nin tek sayısını bile baştan sona okumamış ama kalkıp kendi öyküsünü yollamış. Hâlbuki adamın tarzı ile bizim tarzımız arasında uçurumlar var… Kimsenin gözünü korkutmak veya moralini bozmak gibi niyetim yok. Sadece eserlerini yollayacak olan arkadaşların kendi okurlarına da, bizlere de biraz daha saygı duymasını rica ediyorum. Çünkü günümüzde hepimizin vakti çok kısıtlı… Şunu da asla unutmasınlar, hiçbir okur eline aldığı bir kitabı veya dergiyi veya herhangi bir metni sonuna kadar okumak zorunda değildir. Şayet okurun ilgisinin çekememiş, merakını uyandıramamışsa bunun en büyük sorumlusu yazarın kendisidir. Hiç kimsenin, ‘Ben yaptım oldu,’ felsefesiyle başkalarını aptal yerine koymaya hakkı yoktur. İyisi mi ağzımdan bir küfür kaçmadan bu konuyu burada noktalayalım. Öyle sanıyorum ki söylemek istediklerim anlaşılmıştır. Eskisi gibi öykü ve çizgi roman sayıları yapmak fikri var mı bir yerlerde, yoksa o hava geçti mi? Uzunca bir süredir niçin böyle bir şey yapmadığımızı bana değil de dergimizin editörüne sormanız gerekir. Çünkü özel sayılar konusunda, ona hepimizden fazla sorumluluk ve yük biniyor. Bizler sadece yardımcı elemanlarız… Elimizden geldiğince destek veriyoruz ancak tüm diğer dergiler gibi Gölge de editörün bir yansımasıdır. Ancak itiraf etmem gerekir ki öykü özel sayılarını ben de özledim… Derginin geleceğine dair beklentilerin ne? 100. sayıyı görür mü Gölge? Herhalde şaka olsun diye bu soruyu sordun! Dur bakalım, daha yeni ısındık ve henüz 50. sayıdayız. Dalyayı ve daha da ötesini göreceğimizden hiç şüphem yok. Çünkü keyif alıyoruz, birlikte üretiyoruz ve bunu okurlarımızla paylaşıyoruz. Mutluyuz yani… Röportaj: Ahmet YÜKSEL

64


Çizgiroman

65


Öykü

"Bir Metamalzemeye Sarılmak" Kısacık boylu, hafif kambur, gençlik yıllarını geride bırakmış, yaşlılığa ise henüz erişmemiş bir adam, iki gardiyanın eşliğinde tahta korkuluklarla çevrili beton basamakları tırmanmaktaydı. Kelepçeler ince bileklerini pek sıkmıyordu ama çok gevşek de değildi. Adam, duvarlardaki tuhaf tuhaf tablolara şöyle bir göz gezdiriyor, binaya ise bir müzeymişçesine ilgiyle bakıyordu. “Bir hapishane için fena ortam değil, öyle değil mi?” dedi gardiyanların ayakkabılarından çıkan tıkırtıların arasında. Gardiyanlar oralı olmadı. İkisi de uzun boyluydu, ikisi de yapılıydı ve ikisi de heykel kadar soğuklardı. Adamı parmaklıkların arasından aldıklarından beri hiç şaşmadan sabit hızla yürüyen üç adam, müdürün odasının önünde ilk kez durakladılar. Gardiyanlardan biri kapıyı üç kez tıklattı ve kolu indirdi. Kapı gıcırdayarak aralanınca üçü birden odaya girdiler. “Hoş geldiniz Mösyö,” dedi şişko hapishane müdürü. Gardiyanları görmemişti bile. “Buyurun oturun,” dedi. Gardiyanlar kelepçeler konusunda tereddüt edince, “açın açın,” diye onayladı müdür. Kelepçeler çözüldü, adam müdürün gösterdiği koltuğa gömüldü. Gardiyanlar bir el işaretiyle dışarı çıktılar. “Sizi neden çağırdığıma dair pek meraklı görünmüyorsunuz Mösyö?” “Meraklanmama gerek yok, nasıl olsa söyleyeceksiniz.” “Espri anlayışınıza hayranım,” dedi müdür. Adam, müdürün suratına şöyle bir baktı. Baktığı anda da hayatının her noktasını çözdü. Şişmandı, zaten zayıf bir tip olmasını beklemiyordu. Gardiyanlardan, mahkûmlardan, bilmem kimlerden rüşvet ala ala, bu rüşvetleri yiye yiye ve özel arabasıyla evden buraya, buradan eve gitmek dışında hiç hareket etmeye etmeye yüz elli kiloyu bulmuştu. Yüzünde çiçek hastalığından kalma izler görüyordu. Ailesi ilgisiz, hasta olunca doktora götürmek için çocuklarının ölme raddesine gelmesini bekleyen bir aileydi belli ki. Gerçi, o da pek uslu değildi çocukken, çünkü ne kadar kelleşmeye yüz tutmuş olsa da kafatası minik yaraların bıraktığı boşluklarla doluydu. İkisi birkaç santimden büyük olmak üzere beş tane saymıştı bir bakışta. Arka tarafı göremediğini de hesaba katarak müdürün ne kadar yaramaz ve hiperaktif bir çocuk olduğunu anlayabiliyordu. Parmağında bir yüzük vardı ama sık sık takıp çıkarıyor olmalıydı ki, epey gevşekti. Evliydi ama eşini kesinlikle aldatıyordu. Bir hapishane müdürünün hiç de ihtiyacı olmayacak kadar çok parfüm sıkmıştı, bu da onun bu öğle yemeğinde karısını bir kez daha aldatacağına işaretti. Gözakları hafiften sararmıştı ve bıyığının ortası da beyaz yerine sarımsıydı. Çoğu kişinin fark etmeyeceği ama Mösyö’nün dikkatinden kaçmayan çok hafif bir sarı. Demek ki fazla sigara içiyordu. İrisinin etrafındaki bir milimetrelik beyazlık, adamın kolesterolünün tavan yapmış olduğuna delaletti. Yazık, on sene olmadan kalpten gidecekti. Ve son olarak tam odaya girdikleri sırada müdürün sağ elini aniden masanın altına görmüştü. Kötü bir alışkanlık daha… Burnunu karıştırmaya bayılıyordu müdür, belki de burun delikleri o yüzden bu kadar genişti. “Bu sabah anneniz geldi,” dedi müdür. Masasının görünmeyen bir yerinden siyah bir poşet ve poşetin içinden mor-sarı renklerde alaturka desenli bir battaniye çıkardı. “Üşümemeniz için bunu göndermiş. Biliyorsunuz, sizi onunla görüştüremezdik ama bu iyiliği de yapalım dedik.”

66


Öykü

67


Öykü “Teşekkür ederim.” Müdür battaniyeyi uzatacakmış gibi yaptı ama aniden vazgeçerek masasının üzerine yaydı. Gizli bir şeyden bahsedecekmiş gibi sandalyesinde öne eğildi: “Allah aşkına söylesenize nasıl yaptınız bütün o işleri?” “Hangi işleri?” dedi Mösyö. “Anlamazlıktan gelmeyin canım. Yüzyılın hırsızı oldunuz. Bankaların en güvenli kasalarına ulaştınız, müzelere, saraylara girdiniz, girmenizin imkânsız olduğu neresi varsa oraya imzanızı attınız. Eh doğal olarak sonunda yakalandınız ama bunca hırsızlığı nasıl becerdiniz gerçekten merak ediyorum.” “Biliyorsunuz, bu konuda pek konuşmak…” “Biliyorum biliyorum, ne gazeteler, ne televizyonlar sizinle röportaj yapmak istedi de reddettiniz. Birkaç soruluk kâğıtları doldurup cevap vermeye üşendiniz. O paraya ben olsam yapmadığım soygunları da itiraf ederdim doğrusu.” O paraya sen götünü bile satardın, demek isterdi Mösyö. “Peki,” dedi sadece. Bir şeyler anlatmadan belli ki ne battaniyesini alabilecekti, ne de bu odadan kurtulabilecekti. Düşündü, burnunun ucunu kaşıdı, kararını verdi. İlk kez gerçekleri anlatacaktı.

*

*

*

“Ben bir fizik profesörüydüm biliyorsunuz.” “Evet evet, hem de en genç yaşta profesör olmuş yurttaşlarımızdan birisiniz. Bizim hapishanemize teşrif ettiğiniz için hakkınızdaki her şeyi okudum.” “Teşekkürler,” dedi adam sırf ortama uysun diye. “Yurtdışında da birçok projem vardı. Hatta yıllardır kendi vatanımdan çok yurtdışındayım. Her türlü bilimsel projenin içinde yer aldım, her türlü ufuk açıcı bilgiyi zihnime doldurdum. Ve evrenbilim ile fizikteki son gelişmelerle birlikte bir Tanrı’nın olmadığına, daha doğrusu evrenin ve insanın şimdiki haline gelebilmesi için bir Tanrı etkisine ihtiyaç duyulmadığına ikna oldum. Ayrıca insanları gözlemlemişimdir her zaman. Çocukluğumdan beri onların iyilikten çok kötülük hamurundan yoğrulduğuna kanaat getirdim. Belki evrim basamaklarında oluşan bir hatadan dolayı, belki de av-avcı ilişkisi böyle gerektirdiğinden. Siz de biliyorsunuz ki insanların bir doğal düşmanı yoktur. Onlar da kendi türlerini düşman olarak görmüş olabilirler. O yüzden herkes birbirinin kuyusunu kazar falan filan.” “İlginç teori,” dedi müdür. “Her neyse, bu düzende kendime bir yer bulamadığımdan bir asi haline gelmeye karar verdim. Katil, hırsız ya da başka bir şey, fark etmezdi. Ama ne olursam olayım en iyisi olmalıydım. En iyisi olmak için de uzun süre yakalanmamam şarttı. Genellikle tüm suçlular en fazla ikinci üçüncü vukuatlarından sonra yakalarını ele veriyorlar. Tabii arkalarında siyasi bir destek yoksa…” “Haklısınız valla, faili meçhuller falan…” “Yakalanmamak için ya uçabilmeli, ya ışınlanabilmeli, ya da görünmez olmalıydım,” diyerek bıçak gibi kesti müdürün sesini. “Başka çarem yoktu. Sıradan bir insan olarak amacımı gerçekleştiremezdim. Ha, uğraşsaydım belki hepsini tek tek başarırdım ama o sırada görünmez olmak bana en kolayı gibi geldi. Teoride mümkün olduğu kanıtlanmıştı ve malzemeler de ulaşabileceğim ya da yaratabileceğim şeylerdi.” Müdür, adamı dikkatle dinliyordu. Mesele dikkat çekici hale gelmişti. Adam bir üniversite hocasına yakışır akıcılıktaki konuşmasına devam etti:

68


Öykü

“Bakın, size anlayabileceğiniz şekilde anlatmaya çalışayım. Bir insanın görünmez olması için bir iksir falan içmesi tamamen saçmalıktır. Filmlerde, kitaplarda falan çokça kullanılmıştır, kullanılmaya da devam ediliyor ama bilimsel hiçbir temeli yok. Bir kere senin içtiğin o iksir elbiselerini nasıl görünmez yapıyor? Ya da görünmez olabilme yeteneğin var diyelim – ki olamaz ya, diyelim oldu – o genetik yeteneğin senin donunu nasıl gözlerden saklıyor be adam?” Müdür, başıyla onayladı. “Bakın, maddeler ışığın bir kısmını yansıtır, bir kısmını soğurur, bir kısmını da geçirir. Geçirdiği ışığın miktarına göre saydam, yarısaydam ya da saydam olmayan maddeler olurlar. Biz ise cisimlerin yansıttıkları ışığı gözümüzün algılaması sayesinde görürüz. Işığı yansıtmayıp tamamını soğuruyorsa siyah, hepsini geçiriyorsa renksiz, yani cam gibi saydam olarak görüyoruz. Görünmez olabilmek için hiç yansıtmayacak ve hiç soğurmayacaksın, ışığın hepsini cam gibi geçireceksin. Hatta camdan da iyi geçireceksin. Tabiatta böyle bir madde yok, bu yüzden sokaklarda görünmeden gezen kimseye rastlamıyoruz.” Bir iki soluk aldı, düşüncelerini toparladı ve devam etti: “Görünmez olabilmek için iki yöntem vardır bayım. Birincisi, cismin arkasındaki görüntüyü alıp önünde oluşturursun, böylece kendisi arada hiç yokmuş gibi olur. Binlerce mikro kamera falan kullanman gerekir. Ama bunun ideal olarak yapılması çok zor. Haydi, bir yandan bakıldığında becerdin, her yönünden ayrı ayrı nasıl yapacaksın?” Müdür, adamın her cümlesi için ayrı ayrı başını sallıyordu. “İkinci yöntem çok daha iyi sonuçlar verebilir,” diyerek parmağıyla ‘iki’ işareti yaptı Mösyö. “Işığın hem parçacık, hem dalga gibi davrandığını duymuşsunuzdur. Dalga davranışını düşünürsek, bir nehirde yüzen taşı örnek alabiliriz. Taşın bir tarafından gelen dalgalar taşa çarptıktan sonra iki yana dağılırlar, sonra da diğer tarafında tekrar paralel hale gelirler. Yani o taşın nehrin akışına hiçbir etkisi olmaz. Aynı şekilde ışık da maddenin iki yanından geçip diğer tarafta aynı şekilde ilerlerse aradaki cisim ya da insan görünmeyecektir. Ondan gelen bir tane bile ışık ışını olmayacaktır çünkü. Anlatabildim mi?” Müdür ağzını aralamış dikkatle dinlerken, bu soruyla afalladı: “A-anladım galiba. Işık gelip cismi teğet geçiyor, sonra tekrar devam ediyor yoluna, öyle mi?” “Evet, evet anlamışsınız. Bunu bir pelerinin içinde gerçekleştirebildiğinizi düşünün. Işık pelerine geliyor, tamamı içeri giriyor, kırıla kırıla sizin bedeninizin etrafından dolanıyor ve diğer taraftan hiçbir değişme olmadan çıkıyor.” “Çok basit görünüyor.” “Öyle basit değil işte,” dedi Mösyö. “Işığın kırılması olayını okul zamanlarında öğrenmişsinizdir. Hani, ışık bir ortamdan daha yoğun ya da daha seyreltik başka bir ortama geçtiğinde kırılarak ‘Normal’ denen dik çizgiye yaklaşarak yoluna devam ediyor ya…” “Evet, hatırlar gibiyim liseden.” “Güzel. Işık havadan gelip cisme değdiğinde doğal olarak Normal’e yaklaşarak kırılır, yani içeriye doğru. Biz ise cismin etrafından geçmesi için dışa doğru kırılmasını istiyoruz. Bunun için de Kırılma İndisi negatif olan malzemelere ihtiyacımız var. Bakın, doğal malzemelerin hepsinde elektriksel ve manyetik geçirgenlik değerleri pozitiftir. Kırılma indisi de bu değerlere bağlı olduğundan pozitif olmak zorundadır. Bu durumda tek bir çözüm kalıyor: Metamalzemeler.” “Metamalzemeler mi?” “Doğal malzemelerin içine yerleştirilmiş çok çok küçük yapı elemanlarından oluşan heterojen malzemelerdir ve davranışlarını bu yapı elemanları belirler. Yalnız bu metamalzemelerin yapımı çok

69


Öykü

zor, çünkü içindeki yapı elemanları ışığın dalga boyu mertebesinde bir büyüklüğe sahip. Ayrıca bu metamalzemelerin yapısı tahmin edemeyeceğiniz kadar karmaşıktır.” “Anlıyorum.” “Ama ben ne yaptım? Gecemi gündüzüme katıp o malzemeyi de, o pelerini de oluşturdum. Gerçi pek pelerin şeklinde değildi ama olsun, gayet iyi iş gördü. Her yere kimse görmeden girip çıktım. Ne kadar büyük bir zevk olduğunu denemeden asla anlayamazsınız. Ha, neden yakalandığıma gelirsek… Hapishane ortamını da ölmeden önce bir kez olsun görmek istedim. Birkaç günlüğüne.” Ayağa kalktı. Müdür daha onun neden ayağa kalktığını anlamadan, profesör, masadaki battaniyeyi çekip aldı ve üzerine örttü. Ve bir anda gözden kayboldu. “Ne oluyor lan?” diye doğal bir tepki verdi müdür ayağa fırlayarak. Kapı kendi kendine açıldı. Kapanmadan önce gaipten şu sözler geldi müdürün kulağına. “Hapishaneniz fena değilmiş, arkadaşlarıma da tavsiye edeceğim. Bu arada annemle tanıştığınız için mutlu olmalısınız. O harika bir annedir, her zaman oğlunun iyiliğini düşünür.” Kapı kapandı. Yazan: Gökcan ŞAHİN gokcansahin.blogspot.com

70

İllüstrasyon: Mehmet DAL


Kahramanlar Sinemada

Gelecek Süper Kahramanlar Günümüzde süper kahraman uyarlamaları sinemanın vazgeçilmez bir parçası olmayı başardı. Her sene gösterime yeni süper kahraman filmleri giriyor ve basında isimleri ön plana çıkıyor. Geride bırakmakta olduğumuz 2011 senesinde “Thor”, “X-Men:First Class”, “Green Lantern” ve “Captain America:The First Avenger” filmlerini seyrettik. Dört filmin dünya genelinde toplam hasılatı yaklaşık $1,4 milyar gibi önemli bir rakama ulaştı. Şimdi sıra vizyona girecek süper kahraman filmlerine geldi. Çekilmekte olan süper kahraman filmlerini takipçileri heyecanla bekliyor. Ayrıca çok sayıda proje de yapım aşamasına geçmek için çalışmalarına devam ediyor. Önce çekimleri devam eden süper kahraman filmlerine kısaca bakalım. 2012’de ilk olarak Şubat ayında “Ghost Rider: Spirit of Vengeance” filmini seyredeceğiz. Ghost Rider karakterini ilk olarak 2007 senesinde kendi adını taşıyan filmde seyretmiştik. Beş sene sonra Ghost Rider yeniden karşımıza çıkacak. Filmin büyük bir kısmının ülkemizde Kapadokya ve Pamukkale’de çekilmiş olması da bizim için ayrı bir beklenti yaratıyor. Mayıs ayında ise Marvel’ın büyük projesi “The Avengers” filmi gösterime girecek. Filmde Thor, Captain America, Iron Man ve Hulk’ı bir arada seyredecek olmamız beklentileri de arttırıyor. Temmuz ayında iki süper kahraman filmi sinemalarda olacak. Önce “The Amazing Spider-Man” ve daha sonra “The Dark Knight Rises” filmleri süper kahraman severler ile buluşacak. Sam Raimi yönetiminde gerçekleşen Örümcek Adam üçlemesi sonrasında duvar sürüngeninin doğuşu yeni oyuncular ve yönetmen eşliğinde yeniden anlatılacak. Temmuz sonunda ise Chris Nolan yönetiminde Batman serisi üçünü filmi

71


Kahramanlar Sinemada

“The Dark Knight Rises” ile yeni rekorlar peşinde koşacak. Seneye noktayı Eylül ayında gösterime girmesi beklenen “Dredd” filmi koyacak. Bu film ile İngiliz çizgi roman dünyasının önde gelen Judge Dredd karakteri Sylvester Stallone’un başrolde yer aldığı 1995 yapımı “Judge Dredd” filmi sonrasında bir kez daha sinemada şans bulmuş olacak. 2012 senesinde seyredeceğimiz bu beş filmden “The Avengers”, “The Amazing Spider-Man” ve “The Dark Knight Rises” filmlerinin gişede büyük başarılar elde etmesi bekleniyor. Şu an çekimleri devam eden filmlerden 2013 senesine sarkan da olacak. Zack Snyder yönetiminde yeniden çevrilen Superman’in “Man of Steel” filmi için Ocak 2013’e kadar bekleyeceğiz. 2013 ve sonraki senelerde gösterime girecek süper kahraman filmlerinden bazılarının gösterim tarihleri açıklanırken, bazıları ise henüz proje için onay aşamasındalar. Gösterim tarihi açıklanan filmler Marvel Stüdyoları’nın filmleri oldu. Tarihlerde değişiklik olmazsa 2013’de Mayıs ayında “Iron Man 3” ve Kasım ayında da “Thor 2” filmlerini seyredeceğiz. Marvel Stüdyoları’nın The Avengers, Captain America ve Hulk için de devam filmleri çekmesi bekleniyor. Muhtemelen bu devam filmleri de 2014’de vizyonda olacaklar. Gösterim tarihi açıklanmayan filmlerin çekilmesine olumlu bakmamak gerekiyor çünkü bir filmin çekim onayı alması uzun bir süreci beraberinde getiriyor. Bu aşamada taslak senaryonun kalitesi, yönetmen ve oyuncu seçimleri yapımcıların karar vermesindeki önemli etkenleri oluşturuyor.

72


Kahramanlar Sinemada

2013’de Wolverine’in 2009 yapımı “X-Men Origins: Wolverine” filminin devamını seyretmemiz yüksek bir olasılık. “The Wolverine” adı verilen projede Wolverine rolünde yine Hugh Jackman yer alacak. Japonya’da geçmesi beklenen film Japonya’da yaşanan deprem sonrasında başka bir konuya yönelebilir. “The Wolverine”, “Iron Man 3” ve “Thor 2” filmleri dışında 2013 ve sonrasında gösterime gireceği konuşulan filmlerin hiçbirisi henüz proje onayı alamamış durumda ve bu durumda olan çok sayıda film var. Özellikle X-Men ailesi için çok fazla proje basına yansıyor. Bunlardan en çok Deadpool’un film projesi ses getirdi diyebiliriz. İlk olarak “X-Men Origins: Wolverine” filminde karşımıza çıkan Deadpool karakterini Ryan Reynolds canlandırmıştı. Deadpool dışında Magneto ve Gambit’in de kendi filmleri olması uzun zamandır düşünülüyor ama “X-Men: First Class” filminin başarılı olması First Class’ın devam filmlerinin çekilmesini daha kuvvetli bir ihtimal yapıyor. Yapımcıların çekmeyi düşündüğü süper kahraman filmlerinden yeniden çevrimler de (reboot) proje onayı bekleyenler arasında ön sıralarda bulunuyor. Yeniden çevrimlerde Daredevil ve Spawn karakterleri için çıkan haberler projelerin daha sıcak bir aşamada olduğunu gösteriyor. Fantastic Four ve Constantine için de yeniden çevrimler de düşünülüyor. Fantastic Four’un sinemaya geri dönmesi beraberinde Silver Surfer için de ayrı bir filmi getirebilir. Bugüne kadar sinemada seyretme şansımız olmayan süper kahramanlardan seyirci ile buluşmayı bekleyenlere bakalım. Marvel karakterleri bu konuda çok talep görüyor. Antman ve Dr.Strange için yapımcılar çok istekliler, hatta çok sayıda proje arasında kaybolmamak için Marvel’ın karakterleri için kısa film şeklinde bir düşüncesi de var. Sinemada arka arkaya oynayacak kısa filmlerin hayata geçmesinin zayıf

73


Kahramanlar Sinemada

bir ihtimal olduğuna inanıyorum. Marvel’ın bu projelerden daha geride olan karakterleri de ise: Nick Fury, Sub-Mariner ve Luke Cage. İlginç olan ise DC’nin 2013 senesinde gösterime girecek yeni Superman filmi dışında sıcak bir projesinin olmaması. Green Lantern’in devamını çekmek istiyorlar ama ilk filmin gişe başarısızlığı önlerini tıkıyor. Daha çok adı geçen projelerden Flash için onay çıkması yüksek bir olasılık diyebilirim. Green Arrow ise daha gerilerde kaldı. Marvel’ın başardığı “The Avengers” projesi gibi DC’nin de “Justice League” için film yapması bekleniyor ama bu projenin alt yapısı için öncesinde yeni süper kahraman filmleri çekmesi gerekiyor. Devam filmlerini de unutmamak gerekir. Hellboy’un başarılı iki filminden sonra üçüncü filmi için büyük bir ilgi var ama proje bir türlü hayata geçemiyor. Yönetmen Guillermo del Toro’nun başka projelere öncelik vermesi Hellboy severleri bekletiyor. 2008 yapımı “Hancock” filmi de yapımcılara gişede kazandırdığı başarı sonrasında devam filmi beklenen karakterlerden ama henüz yapılan resmi bir açıklama yok. Devam filmi beklenen çizgi roman uyarlamalarından Kick-Ass ve Sin City projelerinin başlamak üzere olması ise sevindirici başka bir haber. Yapımcıların sinema projeleri dışında süper kahramanlar için televizyon projeleri de son senelerde yeni bir alternatif olmaya başladı. İlk olarak Wonder Woman için dizi projesi yapılacağı duyuruldu ve dizinin pilot bölümü de çekildi. Wonder Woman dizisini Kasım 2011 gibi seyretmeyi beklerken pilot bölüm, yapımcılar tarafından sınıfta bırakıldı ve proje iptal oldu. Televizyon için daha sonra Hulk ve Jessica Jones karakterleri için yapımcılar çalışmalara başladı. Son olarak Punisher da bu gruba katıldı ama şimdilik bu projelerden başlangıç yapan olmadı. Çekimleri devam süper kahraman filmleri dışında yukarıda özetlediğim üzere çok sayıda karakter sinema ve televizyonda boy göstermeyi bekliyor. Yapımcılar ise temkinli davranmayı tercih ediyorlar çünkü süper kahraman filmleri takipçileri tarafından diğer filmlere nazaran daha kolay ağır eleştirilebiliyorlar. Süper kahraman filmlerinin devamını belirleyen tek kriterin (tüm filmler gibi) gişe başarısı olması bizlerin bazı karakterleri sinemada görmek için beklememizi gerektirecektir. Hakan Tunga KALKAN www.kahramanlarsinemada.com

74


Çizgiroman

75


Kitaplık

Korkunun Canavarları Dergimize öyküleri, özel dosyaları ve röportajlarıyla katkıda bulunan yazarlarımızdan Fatih Danacı’nın ilk kitabı, Ekim ayı itibariyle Kalkedon Yayınları’ndan çıktı. “Korkunun Canavarları” adını taşıyan kitap, sanılanın aksine öykü ya da roman değil. Ülkemizde yazılmayı tercih edilmeyen sinema tarihi üzerine yapılmış bir araştırma kitabı. Sinemanın bir alt türü olan “korku” sineması üzerine yazılan ve Türk bir yazarın elinden çıkan nadir çalışmalardan bir tanesi. Kitap, toplam 10 bölümden oluşmakta. Bu bölümlerde korku sinemasının ilk yıllarında yaratılan ve gerek sinema içinde, gerekse gündelik yaşamda hâlâ varlıkları sürdüren 10 korku ikonu anlatılıyor. Sırasıyla Kurt Adam, Kara Gölün Canavarı, Frankenstein, Görünmeyen Adam, King Kong, Mumya, Jekyll&Hyde, Vampirler, Operanın Hayaleti, Zombiler kitabın içinde kendine yer bulmuş. Her bir bölüm ise kendi içinde ikiye ayrılıyor. İlk bölüm, korku ikonlarının kaynağını irdelerken, ikinci bölüm ise sinema içindeki tarihsel serüvenine ışık tutuyor. Bu sebeple, kitap sinema tarihi kitabı olmasının ötesine de gidiyor. Kurt Adam sinemasını anlatırken öncelikle Kurt Adam mitosuna genel bir bakış sergiliyor; Frankenstein ya da diğer edebi uyarlamaların sinemasını anlatırken de kitapların analizini yaparak yaratılış nedenleri üzerine teoriler üretiyor. Tüm bunların ardından ise korku ikonlarının sinema içindeki kronolojik incelemesi yapılıyor. Giovanni Scognamillo ile birlikte yaptığı pek çok çalışması olan Fatih Danacı’nın kitabındaki “Mummy Maddness” (Mumya Çılgınlığı) bölümü, usta yazarın daha önce ülkemizde hiç yayımlanmamış kısa bir çalışmasının Türkçe çevirisi. 1959 yılında Amerika’daki “Terror” adındaki bir fanzinde yayımlanmış Scognamillo makalesine kitabında yer veren Danacı, bu bölüm ile ustaya saygı duruşu göstermiş. Hâlihazırda ikilinin, Aylin Ünal ile birlikte oluşturduğu diğer çalışması ise Kasım ayı içinde Laika yayınlarından çıkacak “Vampir Manifestoları” adlı kitap. Ülkemizde korku-fantastik-bilimkurgu sinemasının çok sayıda izleyeni varken, bu tarz filmler gişede rekorlar kırarken, çok sayıda kaynak kitabı çıkarmamaktayız. Hâlbuki batıda bu tarz kitapların sayısı bir hayli fazla. Bizde ise Türk yazarların elinden çıkma inceleme kitapları iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar az. “Korkunun Canavarları” bu açığı kapama inancı içerisinde yapılmış bir çalışma. Bir yıla yaklaşan yazım süresinin ardından Kalkedon Yayınları tarafından talep görmüş. Zengin bir sinema kitaplığı kuran Kalkedon, İngiliz kitaplarını dilimize çevirirken, “Asya Korku Sineması”, Dario Argento-Korku Filmlerine

76


Kitaplık İtalyan Dokunuşu”, “Eşcinsel Sineması Tarihi: Sinemada Görünür Olmak” gibi kitapları da yayımlamıştı. Bu kitapların paralelinde seyreden “Korkunun Canavarları”nda ise Kalkedon, ilk defa Türk bir yazara yer veriyor ve hem genç yazarların önünü açıyor, hem de yapılmayanı yaparak okurlarına Türkçe bir kaynak ulaştırıyor. Frankenstein’ın yaratığının bir portresinin kullanıldığı kapağı ile bir hayli ilgi çekici olan kitabın arkasındaki tanıtım yazısı kitabın bir özeti şeklinde: Canavarlar Karnavalı Canavarsız bir sinema düşünebilir misiniz? Ben düşünemem, bu kitabin yazarı da öyle! Bu yüzden birbirimizi bulduk ve anlaştık, kendisi kitabı yazdı ben de arka kapağı. Şimdi temel bir soru ile başlayalım: Canavarlar hiç sevilir mi, sevilebilir mi, canavarsever olunabilir mi? Sinema meraklısı iseniz her tür film izliyorsanız canavarlara muhakkak bir aşinalığınız vardır, ister sevin ister korkun. Şayet korku filmi meraklısı iseniz canavarlar bir çeşit kapı komşunuz oluverir kaçınılmaz bir şekilde, çünkü canavarlar korkunun olmazsa olmazıdır. Giovanni Scognamillo

252 sayfalık kitabın bölüm adlarına bakacak olursak da kitabın içeriği tamamen anlaşılıyor: 1 - Kurt Adamlar Sinema Ekranlarında • Kurt Adam Kavramına Bakış • Kurt Adamın Sineması 2 - Kara Gölün Canavarı 3 - Frankenstein'ın İsimsiz Yaratığı • Frankenstein Romanına Giriş ve Hammer Dönemine Kadar Frankenstein Sineması • Hammer Döneminden Günümüze Kadar Frankenstein Sineması 4 - Sinemada Görünmeyen Adamlar 5 - King Kong - Dünyanın Sekizinci Harikası 6 - Mumya Çılgınlığı (Mummy Madness) – Giovanni SCOGNAMILLO 7 - İki Yüzlü Adam 8 - Vampirlerin Sinemadaki Yüzleri • Farklı kültürlerde vampir kavramları • Vampirleri sinemadaki yüzleri 9 - Operanın Hayaleti 10 - Yaşayan Ölüler – Zombiler • Kara Büyü ile Dirilen Zombiler • Bilimkurgusal Zombilerden Romero’nun Zombilerine… Ve Sonrasına… • Sonuç Kaynak gösterilebilecek bir çalışma olan “Korkunun Canavarları” sinema meraklıları kadar gizem tutkunu okurlar için de ideal bir kitap görünümünde. İyi okumalar… Giovanni Scognamillo - Aylin Ünal - Fatih Danacı'nın yazdığı Vampir Manifestoları kitabı içinse imza günü: TÜYAP Kitap Fuarında, 19.11.2011 günü 14:00-16:00 saatleri arasında Laika Yayınları Standında gerçekleştirilecek... Fatih DANACI Gölge e-Dergi

77


Çizgiroman

BAŞLANGIÇ

78


Çizgiroman

79


Öykü

Gül Yabaniler (2011 yapımı “Orcs” filminden ilham alınarak yazılmıştır.) Rivayet ederler ve anlatılar ki fi tarihinde Karadeniz kıyılarındaki gür ormanlardan birinde tuhaf mahlûklar peyda olmuş, yöre halkına musallat olmuş ahaliye mazharat-ı isal eylemişlerdir. Bu mahlûkların sonradan ölüleri bile görülmüştür, insana benzer ama kara suret olmaları ilkin cinni sanılmaları ama bizim gibi beden sahibi olmaları herkesin tuhafına gelmiş, hiçbir âlim ve müneccim onların sırrına vakıf olamamış. Bunları görüp sağ kalanların demesiyle lisanları dahi bize benzemezmiş, göçerler gibi ok çeker pala sallar bir garip kabile imişler. Lakin ta Angılız memleketinden gelme bir âlimden işitmişliğimize göre, bu kara kuru kabileye kâfirler kendi lisanlarında “goblin” derlermiş, biz de bunun tam manası “gulyabanidir”. Her ne kadar gulyabani taifesi sürü gezip yay çeker kılıç sallar değillerse de bu hikâyenin asıl mevzusu olan bu iblislere biz bu adı uygun gördük. O mahlûkların saldırısını def etmeye muktedir olan aseslerden birisi olan yeniçerilikten çıkma Bekir Beşe ihtiyarlığına yakın Kostantiniyye’ye yerleşmiştir, hikâyenin aslını ondan dinlemişizdir. Mahlûkların yerin dibindeki cehennem zindanlarından çıkarak yeryüzüne musallat oldukları gün vazife yaptıkları gözcü kulesine sabah vakti, yaşlı ases İbrahim’in girip: “Ormana yine habersiz Tahtacılar girmiş!” bağırtısıyla uyanmışlar. Ağızlarında bir dolu küfürlerle samanı sertleşmiş döşeklerinden kalkmışlar. İbrahim diretmiş: “Tez giyinin, azıklarınızı alın yolda yersiniz dağ dibi köylülerinden ihbar geldi sabah ezanına yakın.” Bekir Beşe sövmüş: “Millet şimdi Kostantiniyye’de Bizans dilberlerinin, altınlarının rüyasını görüyorken biz bu orman köşesinde ağaçların başını tutuyoruz. Sana uyan aklıma…” Mahmut’ta aynı şekilde söylenmiş: “Ben mi dedim isyana karışalım diye. Bizim sonumuz gene iyi. Kelleden de olabilirdik, orman asesi diye sürgün yedik. Hiç sesini çıkarma, millet yağma ederken biz dalları saymaya devam edeceğiz.” Bekir Beşe’nin demesine göre bunlar zamanında Sultan Mehmed Han-ı Sani’nin Karaman Seferi dönüşündeki yeniçeri isyanına karışmışlar. Konya yakınlarında ayaklanarak sefer bahşişi istemişler. Sultan karşılıklarını Ankara’da vermiş, isyanın elebaşlarını dövdürterek azlettirmiş, kimisini katlettirmiş, kimisini de sürmüş. Üç yeniçeri neferi olan Gedikli İbrahim, Mahmut ve Bekir’in kısmetine sürgün çıkmış. Sadece kulesi ve yanına bir barakası inşa edilmiş olan tamamlanmamış bir Ceneviz kalesinin tepeden gördüğü deniz kıyısı ve dağların ortasındaki büyük ormana ases olarak tayin edilmişler. Sultan’ın yeni seferleri ve tabi Kostantiniyye muhasarası için hazırlayacağı gemilerin kerestelerinin nakliyesini kontrol altında tutmak ve kerestelerin çalınmasını engellemek için getirdiği yeni bir teşkilatlanmanın sonucu olarak üçer kişilik neferler ormanların başlarına atanmıştı. “Yaş kesenin başını keserim” emrinin yayıldığı dönem o dönemmiş. Anadolu’nun dört bir yanından orman ehli Yörüklerden Tahtacılar getirilmiş, gemilerin ve bir nice şeyin gerektiği kerestenin kesim izni verilmiş. İşte o koca ormanda ki Bekir Beşe’nin demesine göre Karadeniz taraflarında Bolu sancağına bağlı Erekli civarında imiş, Cenevizlerden yadigâr kule ve hemen dibindeki baraka gözetleme kulesi yapılmış,

80


Öykü

81


Öykü orman yeniçerilikten çıkma üç asese emanet edilmişti. Romatizmalarını bahane eden yaşlı İbrahim kulenin dibindeki taş duvarlı barakayı sahiplenmiş. Diğerleri de kulenin en üst katındaki gözcü odasına yerleşmişler. Geceleri deniz ve orman manzarasına nazır Ceneviz tüccarlarının Kırım’daki bağlardan getirdikleri şarap ve rakıların eşliğinde muhabbeti ve demi eksik tutmadıkları için kuleye yerleşmeye hiç ses etmemişler. Her birine bir nice eşya ile birlikte üstlerinde taşıdıkları kılıçlar dışında birçok silahın bulunduğu, kulenin mahzeninde kilitli bir cephanelik bırakılmış. Av etleri, meyveler, köylülerin hediyeleri olan yemekler ve tüccarların getirdiği şeyler dışında, dışarıdaki su tulumbası kalenin yiyecek ve içecek istihkakıydı. Yaşına binaen ona buna emir yağdırarak bölgenin gayri resmi amiri olmuş İbrahim genel de barakasında otururken, gözlem ve nöbet gibi işlere hep bu iki ases koşarmış. Ceneviz korsanlarının da arada sırada göründüğü bir bölge olduğundan, devlet ormanlardan gelecek gemi kerestelerinin güvenliği için kuleye fazladan bir bölük askeri kuşatacak ve ihtiyaçlarını giderecek kadar hem kesici hem barut nev’inden silah yerleştirmiş. Elbiselerin üzerine fazladan deriden pelerinlerini kuşanıp, keçe ases külahlarını giyip bellerine kılıçlarını taktıktan sonra aşağıya inerek kendilerine tahsis edilen iki ata binerek, İbrahim’in gösterdiği dağların dibinden geçen ve köye dek uzanan yolu takip etmişler. Bir grup köylü ormanın dibinden bazı davul sesleri duymuş ve bununla birlikte Tahtacı çadırlarının ormana dikildiğini görmüş. Sonrada sabah ezanının ardından ormandan tuhaf sesler ve çığlıklar işitmişler, sanki insanlar birbirlerini boğazlamaktalarmış gibi. Kendileri bakmaya çekinerek, bölgede silahlı tek güç olan orman aseslerine haber göndermişler. İşte İbrahim’in kendilerini kaldırıp orman yoluna sevk etmesi bundanmış. Bekir Beşe’nin anlatmasına göre, gündüz vakti olmasına rağmen sık ağaçlar ve yosunlarla, sarmaşıklarla kaplı devrilmiş ağaç gölgeleri ve zaman zaman görünen dibi balçıklı ufak gölcüklerle bezeli ormanı kocakarıların ateş başında anlattığı ecinnilerin umacıların kol gezdiği tekinsiz ormanlara benziyormuş. Devşirilmeden önce köylerinde işittikleri mezardan kalkanlara, ölü eti çiğneyenlere, insana musallat olan tuhaf şeylere dair korkulu hikâyeler akıllarına düşüyormuş. Hatta kendi demesine göre Ceneviz kâfiri de ormanın cininden perisinden çekindiği için kale dikmeye korkmuş. Sağdan soldan uzaklardan dağlardan davul sesleri geliyormuş da hem köylüler hem asesler cinler padişahının mehter takımı nevbet vuruyor diye sesin aslını aramaya korkarmışlar, meğerse o gulyabaniler dövermiş bu davulları. Asesler uzaktan görünce Tahtacı çadırlarını o yöne seğirtmiş. Vardıklarında gördükleri şey harp alanından ve en dehşetli kâbuslardan bile daha korkunçmuş. Ne insan ne hayvan canlı namına hiçbir şey yokmuş. Ya okla ya keskin palalarla ahalinin vücutları kanlar ve kesik parçalar halinde yerlerdeymiş, kesik başlarından bir tepe yığıp tepesine domuz derisinden kara bir sancak dikiliymiş. Elleri ayakları titriyor, kan kokusundan delirecek gibi oluyor, akılları uçmuş gibi boş boş masumlardan kalanlara bakakalmışlar. Akılları başına gelince bu katliamın nedenini merak etmişler. Öyle ya bir bölük adam, çocuk katledeceksin hem de bunun için gereken asker iz bırakmayacak. Ama görünürde hiçbir iz de yokmuş. Ceneviz korsanlarından şüphelendiklerinden sahile at sürmüşler ama bir iz bir işaret bulamamışlar. Davul sesleri artarken köye gitmişler, bakmışlar ki o kadar süre içerisinde bir başka katil grubu daha köye girip ahaliyi katletmiş, domuz derisinden kara sancağı kesik başlardan öbeğin üzerine dikmiş. Korsan olsalar kıyı yolunda kesin karşılaşacaklarından bunların dağlardan inen bir grup olduğunu anlamışlar. Köy evlerinde yaşayan var mıdır diye gezinirlerken evlerden birinden üstlerine siyah derili, çamura bulanmış gibi, tuhaf görünümlü hırıldayan bir mahlûk fırlamış. Elinde kara renkli bir pala, sağa sola savuruyormuş. İlkin gördüklerinde dua falan okumuşlar ama bakmışlar duracağı yok, kılıcı çekip işini bitirmişler. Yakından

82


Öykü

baktıklarında insan olmadığını anlamışlar. Kıyamet zamanı ortaya çıkacak ve insanları mahvedeceği söylenen Yecüc Mecüc taifesi sanmışlar. Tam o sırada arkalarından bir başka hırıltı duyulmuş ama vızıldayan bir ok ile o yaratıkta ölüp gitmiş. Bakmışlar atının yanında elde yay Gedikli İbrahim durmakta. Gedikli İbrahim’in mütekait (emekli) olmasına çok yakınmış, o denli yaşı varmış ki yeniyetmeliğinde Yıldırım Bayezid Han’ın Kosova cengine iştirak etmişliği, orada ilk sahra toplarını ve bazı Frenk tüfenklerini görme imkânı olmuş. Nişancılığı en iyi olanlardanmış ki, gençliğinde Sultan Çelebi Mehmed Han devrinde buna gâvurun cengâverleri “Tüfenkli şeytan” siye lakap takmışlar. Gedikli’ye işin aslını sorduklarında kulenin civarında buna benzer üç mahlûk bulup okuyla hakladığını, atına binerek peşlerine takıldığını söylemiş. Tam sancağa haberci gidelim belki sayıları fazladır ve bu yaratıklar nereden gelmedir nedir gibi meseleleri ayaküstü konuşurken etraflarına kara tüylü oklar saplanınca atlarına bindikleri gibi kendilerini kuleye atmışlar. Kaç kişilerse kulede kalıp savaşmaya karar vermişler, zaten bir süre sonra bunun isabet olduğunu anlamışlar. Dağlardan orman içlerinden davul sesleri artmış, gelip geçen kara suret varlıklar gözlerine sık görünür olmuş. Ormandan geçilmez olduğunu, atlarla bile geçilemeyeceğini anlamışlar. Devletin korsanlara karşı kullansınlar diye bıraktığı silahları kullanalım demişler. Sayıları fazla olsa bile böyle bir kuleye giremezler, biz de vuruşuruz diyerek önce kulenin kapısının önüne bulabildikleri eşyalarla yığınak dizmişler, sonra da cebehaneliğe bakmışlar. Fazladan birkaç sadak ok ve üç yay, iki tüfenk, üç fıçı barut, bir iki tane miğfer, kalkan, topuz, balta. Bir de demelerine göre her nasılsa Bursa cebehaneliğinin eskilerinden kalma, artık kullanılmaz diye elden çıkarılmış hafif, Kosova sahrasında gürleyenlerden bir sahra topu ve kâfi sayıda gülle. Gerçi top kullanmasını bilmez yeniçeri taifesinden ases yapıp depoya eski, elden düşme silahları koymak bize dahi tuhaf geldiyse de dünyanın hali türlü türlüdür kanaatine vardık. Kapıyı buldukları tahtalarla mıhlayıp cebehanenin silahlarını yanlarına aldıktan sonra en son sahra topunu güç bela asıla ittire taş merdivenlerden yukarı taşıyıp kulenin pencerelerinden ormana bakan kısma yanaştırmışlar, barutları da yanlarına almışlar. Bekir Beşe’nin demesine göre içlerinde eğer evvelde tüfenkendazlık ve topçuluk bilmeyen Gedikli İbrahim olmasa bu sahra topunu tövbe kullanamazlarmış. Gedikli bunlara hem gülle yerleştirme hem doldurma vazifesi vermiş, topun yönünü ve ayarını kendisi yapacakmış. Barut fıçılarından birini ne olur ne olmaz diyerek aşağıdaki kapının önünde bırakmışlar. Kuşatma usulü gereği evvela okla ateş açmışlar. İbrahim ise tüfekleri hızlı hızlı doldurup ateş saçmaktaymış ki her atışında bir iblisi yerine mıhlamaktaymış. Yol yordam bilmez iblisler okla tüfenkle vurulunca bu kez öfkelenip yağmur damlaları gibi Ceneviz kulesine doğru bağıra çağıra, domuz derisinden kara sancaklarını sallayarak atılmışlar. Attıkları oklar ve taşlar kulenin tepesine dek gelse de pencereden içeriye denk düşürecek kabiliyette değillermiş. Dağlardan sürü sürü gelip kulenin önüne birikince bu kez okları ve tüfengi bırakıp topu ateşlemeye başlamışlar. Gülle tükenene kadar attıkları toplarla birçoğunu tarumar etmişler. En son yine ok ve tüfenk atmışlar ama iblislerin kökünü kazımaya yetmemiş. Kalan son oklardan birin ateşleyip ne olacaksa olsun diyerek iyice zorlanmaya başlayan kapının dibindeki fıçıya göndermişler. Patlamanın etkisiyle kule rüzgârda salınan buğday başağı gibi bir o yana bir bu yana sallanmış ama yıkılmamış, parçalanan kapının kıymıkları iblisleri mermi gibi delik deşik etmiş, ateşlerin etkisiyle kavrulmuşlar. Artlarından gelenler taş merdivenlere doğru hücuma geçince zaten piyade taifesinden olan yeniçeriler kılıçla baltayla Allah Allah naralarıyla üzerlerine atılmış. Önlerine gelen kâh kellesini kâh kollarını kaybedip uluya uluya ölmüşler. Bunlardan korktuklarından ve sayıları da epeyce azaldığından kuleden yüz geri edip kaçmışlar ama asesler bunları takip ederek yakaladıklarını doğramışlar. Çıktıkları mağara ağzını bulmuşlar. Burada bazı kızıl sancaklar varmış ki üzerine tek göz

83


Öykü

şeklinde tuhaf bir suret çiziliymiş. Kimilerinin kalkanında ve miğferinde beyaz el sureti varmış. Bunların ne olduğunu ne onlar bilmiş nede o leşleri inceleyen gizli âlim sahibi sihirbazlar ve müneccimler tanıyabilmiş. En son bir çingene falcısı demiş ki bunlar bu dünyadan değil başka bir dünyadan yerin dibini kaza kaza yeryüzüne çıkalar. Bekir Beşe hikâyenin sonunu merkeze haber gitmesi, sancaktan gelen askerler ve muhite doluşan müneccimlerle bitirir. Der ki bir büyük ateş yaktık, kâffesini toplayıp tek bir parça bırakmadan Nemrut’un ateş yığını gibi o koca ateşte yakmışlar. Küllerinden kalanları ve zırhları palaları gömüp o uğursuz mağaranın ağzını kapatmışlar. Bu kıyımdan kurtulabilen birkaç yaratık köylerde ve civar dağlarda görüldüyse de ahali tarafından yaban adamı veya congoloz sanılarak taşlarla sopalarla öldürülmüş. Ben bu hikâyeyi bir de civardan göçen Marissio nam bir Karadeniz Ceneviz’inden dinledim. Dediğine göre yaratıklardan biri sağ kurtulmuş, hatta bir süre insan içinde duvarda zincirle yaşaya yaşaya uysallaşmış insan lisanını öğrenmiş sonra bir gece dağlara kaçıp kaybolmuş, dağ gulyabanilerinden çocukları kızları yeniden o dağlarda görülür olmuş. Doğrusunu Allah bilir… Yazan: Mehmet Berk YALTIRIK

84

İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ


Oyun

İnceleme

Unutulmuş Diyarlar'ın

Unutulmayacak Evreni

Fantastik kurgu severlerin ve FRP oyuncularının belki de en iyi bildiği diyardır. Uçsuz bucaksız toprakları, geniş arazilere yayılan her türden şehirler ve pek çok ırktan yaratıklar bu diyara şeklini veriyor. Unutulmuş Diyarlar, diyarlar arasında en popüler diyardır. Bunda tabii birazdan sıralayacağımız pek çok etmen var. Ama önce kısaca bu diyar hakkında bilgi vereceğiz. Unutulmuş Diyarlar, konsepte verilen genel isimdir, gezegenin ismi Toril'dir. Toril dünyası Faerûn, Kara-Tur, Maztica, Zakhara gibi belli başlı kıtalar ve adalardan meydana gelir. Oldukça büyük bir yüzölçümüne sahiptir. İlk olarak 1987 yılında Dungeons & Dragons oyun sistemine dâhil edilen bu evren ünlü yazar ve oyun yaratıcısı Ed Greenwood tarafından yaratıldı. Yaratıldığı günden bugüne de gelişmeye ve değişmeye devam etmektedir. Unutulmuş Diyarlar'ın FRP oyuncuları tarafından popüler olmasının en önemli sebebi belki de oyun kural kitaplarında geçen tüm ırkların ve hemen hemen tüm yaratıkların bu diyarda var olmasıdır. Advanced Dungeons & Dragons ve sonrasında yayınlanan sistemler bu diyar üzerinde oldukça fazla durmuştur. Bu nedenle FRP oyuncuları da maceralarının çoğunu burada yaşamışladır.

85


Oyun

İnceleme Dungeons & Dragons oyun sisteminde en çok macerası, ek kitabı ve kural kitabı yayınlanan diyar Unutulmuş Diyarlar olduğundan dolayı çok detaylı bir yapı hâkimdir. Her şehrin demografik yapısından hiyerarşik düzenine kadar tüm detaylar belirtilmiştir ve tek tek yaratılmıştır. Hemen hemen her karış toprağın bir hikâyesi mevcuttur. Her macera kitabı diyara yeni efsaneler katmıştır. Bu diyarın bu kadar ön planda olmasının bir sebebi de tabii ki diyarın kahramanlarıdır. Diyarın en bilinen karakteri kara elf Drizzt Do'Urden'dir. Ünlü yazar R.A. Salvatore tarafından 1990 yılında bu diyarda bir karakter olarak yaratılan Drizzt, usta savaş teknikleri, muhteşem hikâyesi, dostları ve yaşantısıyla fantastik edebiyatın en sevilen kahramanlarından biri olmuştur. New York Times'ın en çok satanlar listesine pek çok kez giren Drizzt romanları halen diyarı şekillendirmeye devam etmektedir. Bunun dışında Elminster, Khelben Arunsun, Lady Alustriel gibi karakterlerle de çok renkli kahramanlar karşımıza çıkmaktadır. Drizzt hikâyeleri dışında çok fazla roman bulunmaktadır. Az önce de söylediğimiz gibi hemen hemen her karışı anlatan maceralar bu romanlarda da detaylıca anlatılır. Bu romanlar ve maceralar sonrasında çooook geniş bir tarihçe de oluşmuştur. Çok büyük savaşlar yaşanmış, büyük uygarlıklar yok olmuş ve yeni topluluklar ortaya çıkmıştır. Bu tarihçeyi anlatmakla bitmez ama FRPNET sitesinde kronolojik olarak bu tarihçeyi inceleyebilirsiniz. Wizards of the Coast firması tarafından da en çok bilgisayar oyunu üretilmiş diyar yine bu diyardır. Baldur's Gate, Icewind Dale, Neverwinter Nights serilerini hangi oyun sever unutabilir ki. Hem oyunlardaki yan karakterlerin hikâyeleri hem derin senaryolar oyunları çok etkileyici kılmıştır. Bu oyunlar, edebiyata çok yakın olmayan insanları bile Unutulmuş Diyarlar hayranı yapmıştır. Yakın zamanda da Neverwinter Online adı ile bu diyar üzerine bir Online Oyun çıkacak ve zamanımızın çoğunu çalacak. Dungeons & Dragons'ın ilk edisyonundan bu yana hiç ara verilmeyen ve her edisyonda gelişmeye devam eden tek diyar olma özelliği de Unutulmuş Diyarlar'ın elindedir. Hem yazarlar hem oyun tasarımcıları bitmek tükenmek bilmeyen enerjilerini bu diyar üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Yaşayan bir evren haline gelen bu diyara oyuncular da yaşadıkları maceralar ile şekil verebilmektedir. "Living Forgotten Realms" adıyla piyasaya sürülen maceralar, onaylı oyun yöneticileri tarafından oynatılmaktadır ve oyun raporu Wizards of the Coast'a sunulmaktadır. Macerada oyuncular diyarı değiştirecek bir şey yaparlarsa bu durum diyarın tarihçesine yansır ve sonrasında o olay diğer oyunlara da yansır. Böylece "Living" kavramı tamamen oyuna yansır. Siz de Living Forgotten Realms oyununda oynayarak bu topraklara şekil verebilirsiniz belki. Bu diyar hakkında yazılacak bir o kadar çok şey var fakat "o kadar çok şey" var ki yazmakla bitmeyecektir. 24 yıldır ozanların ve şairlerin anlattığı kahramanlıklar, pek çok savaş ve destansı hikâyeler. Sizlere bunca şeyi anlatamam tabii ki ama nereden başlayabileceğinizi söyleyebilirim. Drizzt efsanesi okuyucular için güzel bir başlangıç olacaktır. Drizzt'in ilk doğumu ve ana vatanı olan Menzoberranzan topraklarında geçen "Anayurt" kitabı ve hemen akabinde "Sürgün" ve "Göç" kitapları muhteşem bir diyara açılan kapı olarak sizlere sunacağım kitaplardır. Eğer Unutulmuş Diyarlar biraz olsun ilginizi çektiyse hiç durmayın ve ilk adımı atın. Kayra Keri KÜPÇÜ www.FRPNET.net

86


Çizgiroman

87


Çizgiroman

88


Sinema

The Beaver (2011) Bu bunalımda olan bir bireyin, Walter Black’in hikâyesidir. İçinin derinliklerinde, âşık olan, bir yuva kuran, başarılı bir şirket yöneten bir adamın… O adamdan artık eser yok! Walter Black soyadı gibi bir karanlığın içine yuvarlanmış hayatının iki yılını koca bir bunalıma ve derin bir uykuya vermişti. Tüm gün, tüm gece uyuyordu. Konuşmuyor, yemiyor, ailesi ile ilgilenmiyordu. Küçük oğlu babası gibi görünmez olmaya adamıştı kendini. Büyük oğlu ise babasına zerre kadar benzemek niyetinde olmadığı için onunla benzer özelliklerini obsesif bir şekilde not ediyordu. Karısı ise kendini gece gündüz süren iş toplantılarına vermiş eşinin bu umutsuz halinden sıyrılmaya çalışıyordu ki yapamayıp günün birinde ona veda etme kararı aldı. Walter ise uyanmak istemiyordu. Hatta ölmenin ona kolay geldiği otel odasında önce kendini asmaya, beceremeyince ise balkondan atlamaya karar vermişti ama sevimli kuklası kunduz ona izin vermedi. Onu ayağa kaldıran, uykularından uyanmasını sağlayan bir gücü vardı artık elinde, The Beaver. O, Walter’ın hayatını kurtarmak için gelmişti. The Beaver, 2011 yapımı fırından yeni çıkmış bir dram aslında. Aslında hepimizin delilik sınırında yaşadığı şu uykulu âleme farklı bir bakış açısı yönetmeni Jodie Foster’ın gözlerinden. 91 dakikalık ağır aksak fakat ağlamakla gülmek arasında kararsız kaldığınız, sıkılmadan izleyebildiğiniz bir insanlık hali masalı. Mucizevi pek bir şey yok içinde. Sadece bir adam var. Tüm başarısına ve herkesin gıptayla baktığı hayatına sırtını dönmüş kendini orta yaş bunalımına vermiş bir adam. Klişe dediğinizi duyar gibiyim. Lakin iş bir kunduzun hayat kurtarmasına

89


Sinema gelince iş klişeden çıkıyor, yolunu değiştiriyor. Bizim çocukluk kahramanlarımıza benziyor kukla Beaver. O, gizlice konuştuğumuz, kimsenin görmediği halde bize en büyük keyifleri yaşatıp, en önemli dersleri veren o görünmeyen kahramanımıza. Benimki siyah bir spor arabaydı mesela. Konuşuyordu ama sadece benimle. Ya sizinki neydi? Hadi itiraf edin sayın okur. Fısıldayın. Nasıl olsa kimse bilmeyecek. Fakat siz gülümseyeceksiniz geçmişinize uzanıp. Bu filmi özel kılan nokta da bu aslında. Bizi kendi bunalımlarımıza çok ajite etmeden hatta yer yer gülümseterek götüren akışı. Yaşlı başlı denebilecek bir adamın kimseden çekinmeden onu kurtarabilecek bir kuklaya sığınıp herkese bir ders verişi bu filmi özel kılan. Teknik kısmına geldiğimizde ise söylemenin farz olduğu bir nokta var ki Jodie Foster çok başarılı bir iş çıkarmış. Görüntüler fotoğraf karesi gibi akıp gidiyor. Dramlarda rastlanan o salya sümük halden, sıkıcı karelerden eser yok. Hayatın akışından kesip alınan bölümler misali dönüp duruyor hikâye perdede. Tabii bunda en büyük faktör Mel Gibson’un mükemmel oyunculuğu. Bugüne kadar adından başarıları, skandalları kısacası her adımıyla söz ettirmeyi başaran, lakin son dönemlerde acaba bu kadar mıydı bu adam dediğimiz oyuncu hayır diyor. Ben daha bitmedim. Seyir boyunca hem kendi oynuyor hem de yanındakileri ateşliyor bariz biçimde. Filmin müzikleri de bir o kadar naif, sakince gülümsemenize sebep oluyor. Bu müziklerin mimarı ise Marcelo Zarvos. Yapımın hikâye kısmını ise Kyle Killen üstlenmiş. Bu kuzgun olmak zorunda kalan, baba olmak zorunda kalan bir adamın Walter Black’in hikâyesi… Peki ya sizin hikâyeniz nedir? İyi seyirler…

Melahat YILMAZ www.otekisinema.com

90


Öykü

Kırmızı Kurdele Gelip alacaklardı onu, evinden çok uzaklarda bir yere götüreceklerdi. Kimdi? Hiç bir fikri yoktu. Tek bildiği; annesinin“Baban öyle uygun gördü.” demesi ve ardından çekmeceden çıkartıp uzattığı, otuz otuz beş yaşlarında tepesi açık bir adamın vesikalık fotoğrafıydı. Alnının başlangıç yerinde ada gibi duran bir tutam saçı, birbirine yapışık kalın siyah kaşlarının aksine seyrekti. Uzun kara kirpiklerinin arasında kaybolmuş misket büyüklüğündeki gözleri, nedense yılgın bir şekilde bakıyordu. Kepçe kulaklarının bitim noktasına kadar uzattığı zülüfleri, kalın ve uzun burnunun aksine dudakları gibi incecikti. Dikkatle incelediği fotoğrafı annesine geri verdiğinde, “İstemiyorum.” demişti. “Gönlünde başka biri mi var? Sıkılma söyle bana.” Diye sorduğunda ise, başını olumsuz anlamda iki yana sallamıştı. “Bak kızım, evlenme yaşın geldi artık. Çocuğun hali vakti de yerinde, üstelik ne içkisi var, ne de kumarı. Bir kız başka ne isteyebilir ki? İnan bana insanın kapısını her zaman böyle kısmet çalmaz. Hem babanın uzaktan akrabası da olur, nereden bakarsan bak kaçırılmayacak bir kısmet. Zaten biz onay verdik, sen de bırak şu inadı.” Diye ısrar ettiğinde sessizce başını öne eğip, “Olur.” demişti. Ayşegül, henüz yirmi yaşındaydı ve ilkokul mezunu bile değildi. Üçüncü sınıfa kadar yaşamında her şey normaldi. Sokakta her gün gördüğünüz çocuklardan hiçbir farkı yoktu. Arkadaşlarıyla oynamayı öyle severdi ki; acıkmasa veya annesi pencereyi açıp avazı çıktığı kadar onu çağırmasa, eve gitmek aklına bile gelmezdi. Bunca yaramazlığına karşın dersleri de iyiydi. Hayallerinde, okuyup doktor olmak vardı. Ve bir akşam okul çıkışında tüm hayatı değişti. Önce sokakta oynamaktan vazgeçti, sonra da hayalinden. Karanlıktan ve tek başına kalmaktan ölesiye korkmaya başladı. Yaşadığı tatsız olay herkes tarafından unutulduktan sonra kardeşleri dâhil tüm arkadaşları onun bu zaafıyla alay ettiler. Karanlık çökmeye başladığında; ya saklandıkları yerden garip sesler çıkartılar, ya da bir anda önüne çıkıp avazları çıktığı kadar bağırdılar. Ayşegül bu şakalara hiçbir zaman alışamadı. Her seferinde çığlık atıp katılırcasına ağlardı. O zamanlar annesinin götürmediği hoca kalmadı. Kimisi okuyup üfledi, kimisi ise muskalar yazıp boynuna astı; ama hiç biri derdine derman olmadı. Sonunda götürdüğü hocalardan birinin, “Evlilikte keramet vardır, hele baş göz etme yaşı gelsin hepsi geçer.” demesi üzerine Ayşegül’ün bu huyunu önemsememeye başladılar. Elektrikler aniden kesildiğinde veya zorunlu olarak evde yalnız kaldığında attığı çığlıklar olmazsa, çoktan unutmuşlardı bile. Aslında ailesinin canını tek sıkan huyu; karanlıktan korkmasıydı, yoksa yalnız başına evden dışarı çıkmaması hoşlarına bile gidiyordu. Üstelik başından geçen o olayın korkusunu yüreklerinden bir türlü silip atamamışken… Kız kısmının yeri annesinin dizlerinin dibi olmalı diye düşünüyorlardı, böylece hem ev işlerini öğrenip annesine yardımcı olurdu, hem de yarın evlendiğinde bocalamazdı. Onun bu durumuna tek üzülen, abisiydi. Fırsat bulduğu tüm boş zamanlarında, İstanbul’da yaşadıkları halde kız kardeşinin bilmediği diğer İstanbul’a götürür, gönlünce gezdirirdi. Bu anlarda, korkusunu yenip kendi başına çarşıya çıkması için elinden geldiğince onu yüreklendirmeye çalışır, ama her seferinde başarısız olurdu. Bir akşam eve gediğinde Ayşegül’ü kenara çekip bir sprey vermiş ve “İşte korkularının ilacı. Sana saldırmaya kalkan birisi oldu mu çantandan çıkartıp yüzüne doğru sıkman yeterli. Beş on saniye içinde saldırgan bayılır.” demişti. Abisinden spreyi almasına rağmen, yine de korkusunu yenip tek başına dışarı çıkmayı denememişti. Evlenme düşüncesi, Ayşegül’ün hayallerinde hiç yer almadı. Bu yüzden; ne beyaz atlı prensini bekledi, ne de yaşıtları gibi gizli kaçamaklar yaptı. Yeteri kadar koruyamadıktan sonra doğum yapmanın anlamsızlığı,

91


Öykü

yüreğinden çocuk sevgisini de silip süpürmüştü. Tek amacı, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonraki yaşamını da ailesiyle birlikte geçirmekti. “Evlat istemedikten sonra, kim yavrusundan ayrılmak ister?” Diye düşündüğünden, bu arzusunun gerçekleşeceğinden emindi. Hem; bütün gün annesine ev işlerinde yardım eden kendisi değil miydi, tıpkı ihtiyarlayıp yardıma muhtaç olduklarında bakacak olan gibi, o zaman evlenip ellere gitmesini niçin dilesinler ki? Annesinin; isteyip istemediğini bile sormadan, “Baban öyle uygun gördü.” diyerek damat adayının fotoğrafını göstermesine işte bu nedenle çok şaşırmıştı. Yetiştirilme tarzı ruhundan isyan kelimesinin anlamını silmemiş olsaydı o an “İstemiyorum.” diye haykırabilirdi; ama yapamadı, tıpkı erkeklerden nefret ettiğini söyleme cesaretini bulamadığı gibi Sevmiyordu erkekleri, özellikle siyah kıvırcık saçlı, kirli sakallı ve pis bıyıklı olanları. Televizyonda bile gördüğünde yerinden korkuyla irkiliyor, ekrandan gözlerini kaçırıyordu. Annesinin gösterdiği fotoğrafta en çok buna dikkat etmiş, kel ve bıyıksız olduğunu görünce rahat bir nefes almıştı. Aradan bir süre geçince, adamın saçlarının dökülmeden önce kıvırcık olduğu ve bıyıklarını da yeni kesmiş olabileceği düşüncesi yüreğini korku içinde bıraktı. Fotoğrafı çıkarıp dikkatle inceledi, kıvırcık olamazdı, ama ya yanılıyorsa? Ailesinden, özellikle de babasından korkmazsa mücadele etmek için her yolu denerdi, fakat buna cesareti yoktu. Evlenmeyi kabul etmesine karşın, annesi onun her an fikir değiştirebileceğinden ölesiye korkuyordu. Babaları bir kere olur demişti, üstelik damat adayı uzaktan akrabalarıydı. Sözün bozulması durumunda, hem başları öne eğilecekti, hem de “Kızlarına laf geçiremeyenlerde şeref ne arasın?” türünden dedikodulara maruz kalacaklardı. Ayşegül itiraz etmemişti, fakat istekli olduğu da söylenemezdi. Oysa nerden balkırsa bakılsın iyi bir kısmetti. Tamam, birbirlerini görmemişlerdi; ama kendisi de öyle evlenmişti ve Allah şükür

92


Öykü bundan hiçbir zaman pişmanlık duymamıştı. Yüreğini aklama telaşıyla, “Gezip tozarak evlenenlerin sonu malum.” diye içinden geçirdi ve ardından bu iş bitene kadar Ayşegül’ü gözünün önünden ayırmamaya karar verdi. Tüm boş zamanlarında evliliğin faziletlerini anlattı, yetmedi komşu kızları onunla konuşmaları için yardıma çağırdı. O günden sonra evin odalarında hep aynı cümleler yankılandı; “Çok iyi bir kısmet… Sana gıpta ediyoruz… Çok şanslısın…” Ayşegül tüm bu söylenenleri sessizce dinledi, ne karşı çıktı ne de sevinçlerine ortak oldu; ama farkında olmadan evlilik olayına alıştı. Kızlar kıkırdayarak gerdek gecesinden söz etmeseydiler neredeyse, “Dünya var olduğundan beri insanlar karşı cinsleriyle evlenip duruyorlar, demek ki korkacak bir durum yok.” diye düşünmeye başlayacaktı. Kenan’ı, ailesinin öve öve bitiremediği damat adayını, ilk kez onu istemeye geldikleri akşam gördü. Gerçeği söylemek gerekirse o gece anlatılacak pek bir şey olmadı. Küçücük salonlarında oturacak yer kalmamıştı. Arka arkaya içilen sigaraların dumanları odada kesif bir bulut oluşturmuş, hiç durmaksızın konudan konuya atlayarak konuşan insanların oluşturduğu gürültü yoğun bir uğultuya dönüşmüştü. Ayşegül, mutfakta bir tabureye oturmuş kahveleri yapmak için annesinden gelecek işareti bekliyordu. Birkaç defa ayağa kalkıp kapının aralığından başını uzatarak Kenan’a bakmış, fakat net olarak görememişti. Amacına kahveleri hazırlayıp salona gittiğinde ulaştı. Kahveleri servis yaparken başı hep öne eğikti, ama sıra ona gelince tüm gücünü harcayıp yerden kaldırdı. Tepsiden fincanı almak için elini uzattığında ilk kez göz göze geldiler. Ürkek bakıyordu ve bu hali hoşuna gitmişti. Onun da en az kendisi kadar sıkılmış olduğu; alnında biriken ter damlarından, lacivert takım elbisesinin altına giydiği beyaz gömleğinin ilk düğmesini iliklememesinden ve sürekli çekiştirmekten sicim gibi uzayıp şeklini kaybetmiş olan kravatından belliydi. Parlayan alnının üstünde ada gibi duran saç kümesine baktı, kıvırcık değildi. O an ilk defa Kenan’ı sevebileceğini hissetti ve farkında olmadan gülümsedi. Gülümsediğini hissedince de, yüzü birden kızardı. Tepsiyi göğsüne yapıştırıp hızlı adımlarla salondan çıkarken, artık kişiliğinin ayrılmaz bir parçası haline gelen gerginliği biraz olsun azalmıştı. Misafirler evden ayrıldıktan sonra annesi yanına gelip, “Hayırlı olsun. Kısmetse gelecek ay nişanınız olacak.” dedi. O günden sonra Kenan aileden biri gibi oldu. Çekinmeden evlerine gidip geliyor, bir süre annesi babasıyla konuşuyor, ardından Ayşegül’le oturuyorlardı. İlk günlerde annesinin gözetiminde olan bu buluşmalar, zaman ilerledikçe daha bir serbestlik kazandı. Artık salonda tek başlarına kalabiliyorlar, ya da birlikte dışarı çıkıp pastaneye, sinemaya gidiyorlardı. Önceleri birbirlerine sessizce bakarlarken, şimdi konudan konuya atlayarak uzun konuşmalar yapıyorlardı. Şüphesiz bunda Kenan’ı rolü çok büyüktü. Her görüştüklerinde öyle güzel öyküler anlatıyordu ki, susmasını hiç istemiyordu. Ayşegül’ün korkuları giderek azaldı, sonunda Kenan’ın erkek olduğunu bile unuttu. Arada aklına geldiğinde, “Tabi ki erkek; ama tıpkı abim, babam gibi, ondan bana bir zarar gelmez ki.” diye düşünüyordu. Evlenmeyi, cinselliği hiç hesaba katmadan bir oyun gibi algılamaya başlamıştı. “Sabah uyanınca, önce kahvaltısını hazırlar onu işe yolcu ederim, sonra da günlük ev işlerine girişirim. Akşam karşılıklı yemeğimizi yer, televizyon seyrederiz. Uykumuz geldiğinde de aynı yatakta yatarız; tıpkı evcilikte olduğu gibi…” Nişanında sen derece rahattı, zira Kenan artık eskisi gibi esrarengiz bir siluet değildi, saygılı, sevecen, güler yüzlü bir insandı. Kimseyle paylaşmasa bile onu sevmeye de başlamıştı. Üstelik nişanın yapıldığı düğün salonu gözleri kamaştıracak kadar aydınlık ve kalabalıktı. Tüm korkularının ortadan kaybolduğu o gece, hiç kimsenin beklemediği kadar konuştu, güldü ve oynadı. Aile büyükleri beklemenin bir anlamı olmadığına karar verince, evlenmeleri için hemen gün alındı, o andan itibaren Ayşegül’ün monoton hayatı da tarihe karıştı. Yapılacak çok iş vardı ve önlerindeki zaman

93


Öykü

inanılmaz azdı. Sürekli bir koşuşturma içinde geçen bu günlerde; önce Kenan’ın kafasına göre dayayıp döşediği ev baştan aşağı yeniden gözden geçirilip yenilendi, ardından çeyizlikleri yeni yuvasına taşındı. Bu hengâme içinde Ayşegül’ün düşünmeye hiç fırsatı olmadı, ona göre evcilik oyunu devam ediyordu ve bu oyunda başrolde olmaktan mutluydu. Son gece herkes yattıktan sonra annesiyle geç saatlere kadar oturdular. Kocasına karsı saygılı olması gerektiğini, gereksiz söylenmeler ve harcamalarla evin dirliğini bozmaması hakkında verdiği uzun öğütlerin ardından karşılıklı ağlaştılar. Tam yatacakları sırada annesi gözlerini ondan kaçırarak ilk gece neler yaşayacağını anlatmaya başladı. Usundan silmeye çalıştığı bu gerçekleri bir de annesinin ağzından duyunca, hayalinde yarattığı oyunun sonlandığını anladı. O an, odasının ışıkları yandığı halde birden karanlığa gömüldü ve annesinin varlığına rağmen kendisini yapayalnız hissetti. Sabaha kadar hiç uyuyamadı. Kısa süreli daldığı zamanlarda ise, düşünde siyah saçlı kıvırcık adamı gördü. Kirli sarı dişlerini göstererek gülüyor ve “Özlem sona erdi. Yarın akşam beraberiz.” diyordu. Gün ağarır ağarmaz yataktan kaldırdılar. Gelen akrabalardan evin içinde adım atacak yer kalmamıştı. Her kafadan bir ses çıkıyor, bir iş yapmadıkları halde herkes oradan oraya koşturup duruyordu. Onca kalabalıktan hiç kimse, ne yüzündeki solgunluğu fark etti, ne de incecik gergin kaşların altındaki gözlerin donukluğunu. Önce banyoya sokup vücudunun her noktasını yıkayıp sabunladılar, sonra da kuaföre götürdüler. Gelinliğini giymiş bir şekilde eve geldiğinde, babası kırmızı kurdeleyi beline sarıp bağlayıp alnından öptü. Odasında sessizce Kenan’ı beklerken annesi yanına gelip oturdu. Önüne eğdiği başını kaldırmadan, “Kurdele; ellerimin, dudaklarımın bakire olduğunu da gösterir mi? diye sordu. “Ne biçim söz bu böyle, hiç öyle şey olur mu?” “İyi o zaman. “ Düğününde, nişanının aksine zorunlu olmadıkça ne konuştu, ne de oynadı. Takı merasiminden sonra kendilerine ayrılan masaya oturdu ve tüm ısrarlara rağmen bir daha yerinden kalkmadı. Gecenin sonuna doğru önce uzak akrabalar terk etti düğün salonunu, sonra diğerleri. Yeni evine gitmek için arabaya bindiğinde, annesi gözü yaşlı bir şekilde yanaklarını öptü ve kulağına, “Kendine dikkat et kızım. Sana anlattıklarımı sakın unutma, sabah uyanır uyanmaz da hemen beni ara.” dedi. Kenan’ın arkadaşları, apartmanın önüne kadar arabalarla onlara eşlik ettiler. Gecenin sessizliğini, sırtını yumrukladıkları sırada attıkları kahkahalar bozdu. İçeri girdiklerinde ne yapacaklarını bilememenin huzursuzluğuyla birbirlerine baktılar ve ardından sözleşmiş gibi yatak odası yerine salona geçip oturdular. Duyduğu heyecandan ötürü Ayşegül’ün yüzü solmuş, dudağı kurumuştu. Yüreği yerinden fırlayacakmışçasına atıyordu. Göz ucuyla Kenan’a baktı, kendisinden bir farkı yoktu. Uzun süren sessizliğin ardından Kenan yerinden kalkıp pencereye doğru yürüdü, elini perdeye uzattığı sırada birden vazgeçip geriye döndü. Gözlerini Ayşegül’e dikip bir süre öylece baktı. Konuşacakmışçasına genzini temizledi, yutkundu, ama dudaklarından tek bir söz bile çıkmadı. Tekrar yerine oturduğunda, ikisi de sihirli bir gücün bu sıkıntılı anı bertaraf etmesini ister gibiydiler. Boşuna bir bekleyişti ve bunu ilk olarak Kenan anladı, gülümseyerek “Sonunda evlendik.” dedi. Ayşegül bir heykel gibi kaskatıydı, ne bir yanıt verdi ne de öne eğdiği başını kaldırıp yüzüne baktı. İlk cümleyi söylemiş olmanın verdiği cesaretle kolunu Ayşegül’ün omzuna koyup kendini doğru sıkıca çekti ve “Korkmana hiç gerek yok, seni hep sevip kollayacağım” dedi. Bir süre öylece oturdular. Ayşegül’ün korkularının sona erdiğini umarak ayağa kalktı ve elini uzatarak onun da doğrulmasına yardım etti. Yüzleri birbirine dönük bakıştılar. Sıcak nefesleri, samyeli rüzgârı gibi yüzlerini yakıyordu. Uyanan erkeklik organı pantolonunun orta yerini kabartmıştı. Daha fazla dayanamayacağını

94


Öykü

anlamasıyla dudaklarını, Ayşegül’ün sımsıkı kapalı dudaklarına yapıştırdı. Kenan sigara içmediği halde, Ayşegül önce keskin bir tütün kokusu duydu ardından çocukluğuna geri döndü. İlkokul üçüncü sınıftaydı. Okuldan çıkmış yürüyerek eve geliyordu. İncecik bir yağmur yağıyordu. Hava da hafiften kararmaya başlamıştı. Oturdukları apartmanın önüne geldiğinde, siyah kıvırcık saçlı bir adam karşısına çıktı ve “Burada mı oturuyorsun?” diye sordu. “Evet.” Yanıtını aldığında da, “Çok güzel o zaman Zehra Teyze’yi tanırsın, o da bu apartmanda oturuyormuş.” dedi. “Tanımıyorum.” “Tuhaf bana buranın adresini verdiler, galiba zemin katta oturuyormuş. Beni oraya götürür müsün? Komşulara sorarız, belki onlar tanıyorlardır.” Kendi apartmanlarının önündeydiler, bu yüzden yardım etmekte bir sakınca görmedi. Beraberce içeri girip merdivenlerden zemin kata indiler. “İşte burası, ama Zehra Teyze diye biri yok, bu yönde Zümrüt Teyze karşısında da Ayşe Teyze oturuyor.” Sözünü bitirdiği sırada otomatik söndü. Adam da sanki bu anı bekliyormuşçasına sağ eliyle ağzını kapatıp Ayşegül’ü kömürlüğe doğru sürükledi. “Bana bak güzel kız sesini çıkartmazsan canını yakmam, ama bağırırsan hiç acımam dilim dilim doğrarım seni.” Korkudan donmuştu. Tehdit etmezse bile bağırıp yardım isteyecek gücü yoktu. Kendini zorlayarak başını sallayınca adam kirden rengi değişmiş elini ağzından çekti ve eğilip dudaklarına yapıştı. Ağzının içine dolan salyalar ve tütün kokusu midesini bulandırmasına rağmen, bir tepki veremedi. Dudağını dudağından ayırdığında adamın hırıltıları artmış, yüzü ter içinde kalmıştı. Ardından kemerini çözüp pantolonuyla birlikte külotunu aşağıya indirdi. Bacaklarının arasından sarkan et parçasını göstererek, “Bak burada hoşuna gidecek bir şey var, haydi tut bakalım.” dedi. Kaskatı kesilmişti. Ne hareket edebiliyor, ne de bağırabiliyordu. Bunun üzerine Ayşegül’ün elini yakalayıp bacaklarının arasındaki et parçasına götürdü. “Çok güzel. Şimdi oyna bakalım.” Avuçlarının arasındaki et parçası giderek büyürken adam kendinden geçmiş bir şekilde inliyordu. Tam bu sırada ışık yandı ve elinde kömür kovasıyla Zümrüt Teyze içeriye girdi. Onları bu vaziyette görür görmez avazı çıktığı kadar “İmdat sapık var. “ diye bağırmaya başladı. Adam, önce pantolonunu çekti, sonra da Zümrüt Teyze’yi iterek ok gibi merdivenlere doğru yöneldi ve bir anda gözden kayboldu. Bağırmalara koşan mahallenin delikanlıları peşinden koştularsa da, yakalayamadılar. Kenan’ın dudaklarını öpmesiyle birlikte bu tatsız olayı tüm tazeliğiyle yeniden yaşamaya başlamıştı. Tüm vücudu elektrik çarpmışçasına titriyor, alev alev yanıyordu. “İstemiyorum.” Diye haykırmak istemesine karşın, tıpkı yıllar öncesinde olduğu gibi donakalmıştı. Kenan, Ayşegül’ün arzuladığı gibi davranmamasını yaşadığı heyecana verdiğinden, üzerinde durmadı. Aksine elini sıkıca kavrayarak, “Haydi odamıza gidelim.” dedi. “Odamıza mı?” Orada ne olacağını çok iyi biliyordu. Bacaklarının arasındaki et parçasını… Birbirlerini sevmeleri için o işin olması çok mu gerekliydi? Buna rağmen itiraz edemedi. Odalarına gittiler. Kenan hiç vakit kaybetmeden onu yatağa yatırıp öpmeğe başladı. Üzerine çıktığında bacaklarının arasındaki şişlik, Ayşegül’ün tüm dayanma gücünü

95


Öykü

yitirmesine sebep oldu. Hıçkırarak, “Lütfen Kenan, istemiyorum” dedi. Kenan, oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibi birden mahzunlaştı. Devam etmeyi deliler gibi istemesine karşın kenara çekildi ve “Kusura bakma üzerine çok geldim galiba. Neyse yarın tekrar deneriz” dedi. Ayşegül yataktan kalkıp banyoya gitti. Soğuk suyla yüzünü yıkarken Kenan’ın son söyledikleri beyninde yankılanıyordu. “Yarın yine deneriz. Yarın yine deneriz. Yarın olmazsa diğer günler…” “İnan ben seni arada cinsellik olmadan da mutlu ederdim.” Diye mırıldandığı sırada birden gözleri parladı ve hızlı adımlarla dışarıya çıkıp koltuğun üzerine bıraktığı çantasından spreyi aldı. Yatak odasına girdiğinde, Kenan sırtüstü yatağa uzanmış dalgın bir şekilde tavana bakıyordu. Ellerini arkasında saklayarak yanına gidip üzerine eğildi. Kenan’ın mutsuz yüzü birden aydınlandı. “Demek sonunda fikrini değiştirdin.” “Evet hayatım. Yarını beklemek anlamsız, bitirelim bu işi “ Kenan onu sarmak için kollarını uzattığı sırada elinde sıkı sıkıya tuttuğu spreyi yüzüne doğrulttu ve bitene kadar aralıksız sıktı. Kenan önce şaşırdı, bağırdı, öksürdü, ardından da derin bir uykuya daldı. Usulca yerinden kalkıp mutfağa gitti ve çekmeceden en keskin bıçağı seçip çıkarttı. Geri döndüğünde Kenan derin bir uykuya dalmıştı. Yavaş hareketlerle önce pantolonunu, sonra da külotunu çıkarttı ve iki bacağının arasındaki et parçasını kökünden kesip odanın en uzak noktasına fırlattı. Yatak bir anda kan gölüne döndü. Belindeki kırmızı kurdele kana bulanan gelinliğin içinde yitip gitti. Başını göğsüne dayayıp usulca okşamaya başladı. “Seni seviyorum canım. Bak gördün aramızdaki tek engeli kökünden nasıl da hallettim. Artık seni ne çok mutlu edeceğimi tahmin bile edemezsin...” Yazan: Atilla BİLGEN

96

İllüstrasyon: Gülhan D SEVİNÇ


Sinema

Altın Portakal Film Festivali’ni izlemek 4 yıldır bir gelenek haline geldi benim için. Elbette Gölge için festivalin güncesini yazmak da öyle. Umarım bu uzunca günceleri okumak için bekleyenler de vardır aranızda. Bu yıl da festival döneminde Antalya’daydım. Özellikle ilk günleri bol yağışlı bir festivaldi ama bir hafta kadar sinemadan başka hiçbir şey düşünmemek ne kadar da güzeldi. Bu yıl bir değişiklik yaparak her yıl festivalde evinde konuk olduğum arkadaşımda kalmadım ve festival mekânlarına yakın ucuzundan bir otel buldum. Henüz Gölge e-Dergi olarak festivalin konuğu olarak katılamıyoruz maalesef, kısmetse seneye. Yine de en azından filmlere giriş için basın kartı alabildik bu yıl da. 8 Ekim Cumartesi: 8 Ekim sabahı Ankara’dan Antalya’ya varmıştım. Oteli bulmak, odaya yerleşmek derken yol yorgunluğunun üstüne 2 saatlik bir uykudan sonra filmlere doğru yola çıkmıştım. 12:00 – Festivalin benim için ilk filmi Dağ (Guan Yin Shan / Buddha Mountain) adlı Uzakdoğu filmiydi. Aileleri ile sorunları olan üç arkadaş bir gün beraberce ayrı bir evde yaşamaya karar verirler ve eski bir opera sanatçısı olan yaşlıca bir kadının bir odasını kiralarlar. Bir süre önce oğlunu kaybetmiş olan kadın ilk başta bu sorumsuz ve gürültücü gençlere alışamaz, gençler de düzeninin bozulmasına izin vermeyen, her sabah ses provası yaparak onları uyandıran bu kadına. Ancak bu tip filmlerden beklenebileceği gibi bir süre sonra her iki taraf da birbirlerinin ortak noktalarını bulmaya başlarlar. Film genel olarak farklılıklarımıza rağmen birlikte yaşayabiliriz temasını işliyordu. Ayrıca opera sanatçısı kadının oğlundan hareketle ölüm de filmin önemli bir teması idi. Bu temaları başarıyla işlediğini söyleyebileceğimiz filme iki kadın oyuncusu ayrıca değer katıyordu. Opera sanatçısı yaşlı kadında yılların oyuncu ve yönetmeni Sylvia Chang ile üç genç arkadaş arasındaki tek kız olan Fan Bingbing’in performansı gerçekten başarılıydı. Özellikle Bingbing’in karşısındakilere gözdağı vermek için kendi kafasında şişe parçaladığı sahnedeki vücut dili çok etkileyiciydi. Zaten genç oyuncu bu rolü ile Tokyo Film Festivali’nde en iyi kadın oyuncu ödülü kazanmış. Sonuna doğru hikâyeye dini bir boyut da ekleyen film, belki çok iz bırakacak bir yapım değildi ama izlemeye değer bir filmdi yine de.

97


Sinema

15:00 – İsrail yapımı Sevgili Kızkardeşim (My Lovely Sister) de benzer bir temayı işliyordu. Bu kez konu din farklılıkları idi. Filmde Yahudi bir aile ile bir Müslüman ile yaşamayı seçtiği için bu aileden dışlanan kızı konu ediliyor. Yıllardır bu şekilde yaşadıktan sonra kızın ölmek üzere olması ve annesinin yanına gömülmek istemesi işleri karıştırıyor. Film ölümü bir yok oluş olarak almıyor. Daha filmin başında kendi cenazesine gelen bir adam görüyoruz. Film boyunca gördüğümüz bisikletli adam da belli ki ölümü simgeliyor. Bisikleti ile yolcu taşıyabilen bu adam yolcu olarak sadece ölüleri kabul ediyor, onunla gitmek isteyenleri bir gün senin de sıran gelecek diye reddediyor. İlginç ve zaman zaman fantastik de bir hikâye anlatan film, sinemasal açıdan daha güçlü olabilirdi. Bu arada yol yorgunluğunun da etkisi olsa gerek, bu ilk iki film sıkıcı olmasalar da bir miktar uyukladığımı itiraf etmeliyim. 18:00 – Radu Mihaileanu’nun yeni filmi Kaynak (La Source des Femmes / The Source), köylerine su getirmesi için erkekleri ikna etmeye çalışan, bunun için de seks grevine giden bir grup kadını anlatıyor. Dağdan su getirmek için çabalarken yolda düşüp yaralanan, çocuklarını düşüren kadınlar bir gün köye dışardan gelin olarak gelmiş Leyla’nın ve köyün görmüş geçirmiş kadınlarından birinin önderliğinden bunu bir gelenek olarak görmekten vazgeçip kocalarına baskı yapmaya başlıyorlar. Bunun için de köye su gelene kadar kocalarına yataklarını kapatıyorlar ve su gelene kadar seks yok diyorlar. Bu özet akla Müjde Ar ve Şener Şen’in oynadığı Şalvar Davası’nı getiriyor diyenler son derece haklılar. Adeta o filmin bir uyarlaması karşımızdaki. Üstelik bu aynı tema üzerinde izlediğim üçüncü film. Demek ki her kültürde olabilecek bir konu ile karşı karşıyayız. Burada işin içine bir aşk üçgeni de girmiş. Köye dışardan gelen Leyla zaten baştan beri pek sevilmezken bir de böyle bir hareketi örgütlemesi, sonra da eski sevgilisi olduğu ortaya çıkan bir gazetecinin köye gelmesi işleri iyice karıştırıyor. Neyse ki kocası onu gerçekten seviyor ve köyün açık görüşlü isimlerinden biri. Film sadece su meselesi ile ilgilenmiyor, genel olarak kadın hakları üzerine de önemli şeyler söylüyor ve İslam dininin kadına bakış açısına da eğiliyor. Özellikle Leyla’nın köyün imamı ile karşı karşıya gelip Kuran’dan okuduğu ayetlerle onun ağzının payını verdiği sahne gerçekten başarılıydı. Kaynak önemli bir konuyu ele alırken aynı zamanda eğlenceli olmayı da başaran bir film. Zaten yönetmenin önceki filmlerinde de gördüğümüz bir özellikti bu. Genel olarak iyi bir film diyebileceğimiz Kaynak, zaman zaman öğreten adam moduna bürünerek vermek istediği mesajları seyirciye fazlasıyla dikte eden bir noktaya gidiyordu. Keşke durumu ortaya koyup bazı sonuçları çıkarmayı seyirciye bıraksaydı.

98


Sinema

20:30 – İlk günün benim için son filmi hem filmleri hem de politik kimliği ile İtalyan sinemasının önde gelen isimlerinden Nanni Moretti’nin yeni filmi Artık Bir Papa’mız Var (Habemus Papam / We Have A Pope) idi. Film tüm Katolik dünyasının sonucunu merakla beklediği Papalık seçimi ile açılıyor. Önce dışarıda basının büyük ilgisini görüyoruz. Ancak seçimin gerçekleştiği ve kardinallerin seçim sonuna kadar terk edemediği binanın içine girdiğimizde görüyoruz ki aslında hiçbiri bu büyük sorumluluğun altına girmek için kendilerini hazır hissetmiyorlar. Favori olan adaylar bir türlü gerekli oy sayısını sağlayamadıkça süreç uzuyor ve kardinaller oylarını değiştirmeye başlıyorlar ve sonuçta favori olarak düşünülmeyen kardinallerden biri Papa olarak seçiliyor. Diğer kardinaller rahat bir nefes alırken Michel Piccoli’nin canlandırdığı yeni Papa tüm baskıyı bir anda üzerinde hissediyor. Tam da halka seçimin sonucu açıklanıp konuşma yapmak üzereyken Papa panik atak geçiriyor ve kendisini odasına hapsediyor. Papa’yı ikna edemeyen diğer kardinaller de dışardan yardım almaya karar veriyor ve İtalya’nın en ünlü psikanalistinden yardım almaya karar veriyorlar. Tam bir bilim adamı olan doktor (ki onu da Nanni Moretti canlandırıyor) aynı zamanda inançsız bir isimdir ama bu durumu çözebilecek tek kişi olarak da o görünmektedir. Yukarda anlattığım bölümü aslında filmin giriş bölümü olarak görmek mümkün. Asıl film Papa ve doktor arasındaki seanslar ve sonrasında yaşananlar ile gelişiyor. Moretti gerçekten iyi bir fikirden yola çıkarak başarılı bir hikâye ve iyi bir film ortaya çıkarmış. Uzaktan gayet ciddi adamlar olarak görülen kardinallerin herkes gibi birer insan oldukları çok güzel vurgulanmış. Bir ara film yeni Papa’nın psikolojik analizi üzerinden ilerleyecek ve sorunun derinine inecek gibi gözükse de hikâyenin gelişimi ile olay biraz daha farklı bir yöne doğru gidiyor. Genel olarak Moretti’nin iyi bir film ortaya çıkardığını söyleyebiliriz. Ancak ondan Katolik kilisesine yönelik biraz daha eleştirel bir film bekliyordum sanırım. Çok fazla bu yönde ilerlememiş. Hâlbuki Katolik inancının sembolü bir grubun ortasında kalan inançsız bir bilim adamı figürünün karşıtlığından yola çıkarak çok daha farklı konulara değinilebilirdi. Her ne kadar Moretti’nin en iyi filmlerinden biri diyemesek bile yine de keyifle izlenen bir filmle karşı karşıyayız. Bu filmden sonra ufak bir Antalya sokaklarında kayıp mı oldum ama hissinden sonra otele dönüp odama çıktığımda dışarda bir anda şiddetli bir fırtına koptu ve 10-15 dakika süreyle de olsa bardaktan boşanırcasına yağmur yağdı ve elektrikler kesildi. O anda bu yağmurun önümüzdeki iki gün boyunca yaşanacakların bir habercisi olduğunu tahmin bile edemiyordum doğrusu. 9 Ekim Pazar: 12:00 – 2008 yapımı Yip Usta (Ip Man / Yip Man), iki yıldır çeşitli vesilelerle adını duyduğum bir filmdi. İzlemek Altın Portakal’a kısmet oldu. Aslında “festival filmi” gibi bir kalıp varsa Yip Usta bu kalıba pek de uymuyor. Nihayetinde bir dövüş sanatları filmi. Ama karşımızdaki

99


Sinema

türün kimi filmleri gibi fazla bir konu olmadan iki rakibi karşı karşıya getirip dövüştüren filmlerden değil. Sağlam bir dramatik çatısı ve hikâyesi var. Zaten filme adını veren Yip Usta, gerçekten yaşamış, ünlü bir dövüş sanatları hocası. Hatta filmin sonunda ifade edildiği gibi Bruce Lee’nin de hocası o. Aslında filmi bir karakteri doğumundan (en azından gençliğinden) ölümüne kadar anlatan klasik bir biyografi filminden ziyade karakterin hayatının belli dönemlerini anlatan bir film olarak görmek lazım. Filmi iki temel bölüme ayırmak mümkün. İlk bölümde içinde bulunduğu çevrede en iyi dövüş sanatları ustası olan karakterimizin aynı zamanda büyük bir saygı da gördüğünü ve bunun nedenlerini izliyoruz. İkinci bölüm ise Japonya’nın Çin’i işgal ettiği dönemde geçiyor ve bu kez sokaklara düşmüş Yip Usta’nın Çin’in gurunu temsil ettiğini görüyoruz. Aslında bu ikinci bölümün tarihsel gerçeklere fena halde ters düştüğü söyleniyor. Zaten pek çok sahnenin Çinli seyircilerin milliyetçi duygularını harekete geçirmek için çekildiği de görülüyor doğrusu. Keyifle izlenen ama daha iyi olabilecek bir film Yip Usta. Özellikle final kısmı çok çabuk toparlanmış gibi duruyor. Hâlbuki filme 15-20 dakika daha eklenseymiş olaylar yazılarla anlatılmak zorunda kalmayacakmış. Bu arada filmin 2010 yapımı bir devam filmi olduğunu da belirtmiş olalım. Bu filmde açık kalan bazı konular orada tamamlanıyor olabilir. Umalım ki o filmi de bir şekilde beyazperdede izleme şansımız olur. 15:00 – Bir Aki Kaurismäki filmi. Sanırım bu seans için seçtiğim Umut Limanı (Le Havre) filmini en kolay tanımlayabileceğimiz cümle bu. Kaurismäki’nin öyle belirgin bir tarzı var ki yönetmeni tanıyorsanız kazara televizyonda bir filminin ortasına denk gelseniz bile onun bir Kaurismäki filmi olduğunu anlamanız bir kaç dakikayı geçmeyecektir. Usta yönetmen bu filminde de alışık olduğu tarzdan vazgeçmiyor. Bu kez ele aldığı konu Avrupa’da çok önemli bir sorun haline gelmiş olan göçmen meselesi. Fransa’nın Le Havre adlı liman şehrinde yaşayan ayakkabı boyacısı Marcel Marx’ın karısı Arletty ile mutlu bir hayatı vardır. Marx her ne kadar eski bir yazar olsa da o günleri hiç aramadan ayakkabı boyacılığından gayet memnun, geceleri gittiği barda gayet mutlu bir haldedir. Ancak polislerden kaçan Afrikalı göçmen bir çocuk ile karşılaşması ve karısının hastalanması ile işler değişir. Kaurismäki bu ağır hikâyeyi kendisine özgü mizah duygusu ile anlatıyor elbette. İşin içine rock müziği de katmayı ihmal etmiyor. İlk defa bu filmle tanıdığım Little Bob gerçekte de var olan bir müzisyen ve görmek gereken bir karakter olarak göze çarpıyor. Yönetmen bu filmin Avrupa’daki kıyı şehirlerinde geçen hikâyeleri anlattığı bir üçlemenin ilk filmi olacağını belirtmiş. Diğer filmlerin de İspanya ve Almanya’da geçmesini planlıyormuş. Biz de bekliyoruz diyelim o halde. Bu arada her nedense filmin başlarında ses sisteminde bir sorun olduğu gerekçesiyle tüm salon boşaltıldı ve 10-15 dakika sonra kapılar tekrar açıldı. Seste bir sorun hissetmediğimiz için akıllara acaba bomba ihbarı falan mı yapıldı diye takıldı ama neyse ki bir şey olmadı.

100


Sinema

18:00 – Bu seans için seçtiğim Kevin Hakkında Konuşmalıyız (We Need to Talk About Kevin), Lynne Ramsay’nin 2002 tarihli Morvern Callar filminden beri beklenen yeni filmi. Biz bu filmi 2010 yılının Uçan Süpürge’sinde seyretmiş ve pek sevmiştik. Bu yeni film beklemeye değmiş doğrusu. Peşin peşin söyleyeyim, bence festivalde izlediğim en iyi film. Filmimiz Kevin’in annesi Eva’nın bakış açısından anlatılıyor. Tilda Swinton’un şahane bir oyunculukla canlandırdığı Eva, filmin başında tek başında bir evde oturuyor ve iş arıyor. Anlıyoruz ki başından üzücü bir olay geçmiş. Sonrasında film geçmişe dönüyor ve kocası ile evliliklerinin başlangıcına gidiyoruz. Filmin lineer bir anlatımı yok, geçmişle bugün arasında sürekli gidip geliyor ama seyircinin çok zorlanacağı bir yapı da kurulmamış. Bu zamanda gidip gelmeler sırasında mutlu bir evlilik başlangıcı, ilk çocuğun doğması ile her şeyin değişmesi, anne ve oğlu arasında yaşanan çekişme, ikinci çocuğun doğuşu gibi olaylara tanık oluyoruz. Geçmişi ve bugünü birbirine bağlayan kilit noktada ise trajik bir olayın olduğunu anlıyoruz. Her ne kadar bu olayın ne olduğu filmin sonuna doğru tam olarak açıklansa da ne olduğunu anlamak çok zor değil. Zaten filmin derdi de bu olayı bir sürpriz olarak saklamaktan ziyade anne-oğul arasındaki ilişkiye odaklanmak. Kevin öyle bir karakter olarak çizilmiş ki hikâye başka türlü kurulsa film çok rahatlıkla Omen tarzı bir korku filmi bile olabilirmiş. Kevin daha bebekliğinden itibaren annesini çıldırtan ve bunu bilerek yapan biri olarak hayatına başlıyor, çocukluğunda ve gençliğinde de bu durum devam ediyor. Karakterin bebeklikten itibaren bu şekilde çizilmesi abartılı olarak görülebilir ama bir annenin çocuğunun yaptıklarından sorumlu tutulmasının ne kadar doğru olduğunu sorgulatması açısından önemli. Lynne Ramsay filmi kurarken çok başarılı bir görsel atmosfer de kurmuş. Kırmızı renk tonlarının hâkim olduğu filmin her anı izlemeye doyulmaz güzellikte. Oyuncu seçimi de çok başarılı. Tilda Swinton’un zaten her zaman iyi. Ama farklı yaşlardaki Kevin’i oynayan tüm oyuncular hem Swinton’a o kadar benziyorlar ki onun gerçek çocuğu gibi duruyorlar, hem de Kevin’in sorunlu halini başarılı bir şekilde yansıtıyorlar. Kevin Hakkında Konuşmalıyız, gösterime de girmesini beklediğimiz bir film. Kaçırmamalı. 20:30 – Günün son filmini beklerken sürekli dışarda deli gibi yağmur yağdığını görüyorduk. Otele nasıl döneceğimi düşünürken son filmin vakti gelmişti bile. Nadine Labaki, Karamel filminden sonra Peki Şimdi Nereye? (Et Maintenant, On Va Où? / Where Do We Go Now?) ile bir kez daha kadınları odağına aldığı bir film ile karşımıza çıkıyor. Bu kez Ortadoğu’da bir köydeyiz. Köyde Müslümanlar ve Hristiyanlar bir arada yaşıyorlar. Filmin başında gördüğümüz kadarıyla her iki taraftan da genç insanlar savaşlarda kaybedilmiş. Kadınlar, kimdir nedir ayırt etmeden her iki taraftan kaybedilen gençlerin de yasını tutuyorlar. Neyse ki artık barış zamanı ve her ne kadar erkekler arasında hafif bir gerginlik devam etse de birlikte yaşamayı beceriyorlar. Ne yazık ki dışarda barış çok uzun sürmüyor. Ama barışı isteyen kadınlar türlü türlü planlarla erkeklerin

101


Sinema

savaşa girmemesini sağlamaya çalışıyorlar. Bu kimi zaman köyün tek televizyonuna sabotaj düzenlemek ya da erkeklerin dikkatini dağıtmak için Rus hayat kadınları ile anlaşmak gibi eğlenceli planlar iken bazen iş bir annenin barış uğruna oğlunun ölümünü gizlemesi gibi trajik bir noktaya kadar gidebiliyor. Ama ufukta kaçınılmaz bir savaş görününce kadınlar köyün imamı ve papazını da ikna ederek son çare olarak bir başka plana başvuruyorlar. Nadine Labaki, senaryosuna da katkıda bulunduğu filminde dans ve müziği de kullanıyor. Hatta bir ara film tümüyle bir müzikal olacakmış gibiydi ama bu yoldan kısa sürede vazgeçti. Böyle olunca bir kaç müzikal sahne film içinde biraz yama gibi durdu, belki de bu sahneler çıkartılsa daha iyi olurdu. Bunun dışında komedi-dram dengesini iyi tutturan başarılı bir yapımla karşı karşıyayız. Sinemasal açıdan daha iyi olabilirdi belki ama ele aldığı konu önemli. Birilerinin her şeye rağmen barış diyebilmesi, bunun için çabalaması gerek. Film bunu da ancak kadınların yapabileceğini savunuyor ki haklı da olabilir gerçekten. Ancak filmdeki kadar sağduyulu ve cesur kadınlar bulunursa elbette. Bu filmden sonra dışarı çıktığımda yağmurun devam ettiğini ama hafiflediğini gördüm. Otele de yaklaşık 20 dakikalık bir yürüme mesafesi vardı. Karar: Ben Ankara’da ne yağmurlar gördüm, otele kadar yürürüm. Kesinlikle yanlış karar. Yağmur delicesine bastırdığında artık öyle bir yerdeydim ki taksi imkânı da kalmamıştı. Sucuk gibi ıslandıktan sonra sığındığım bir apartman önünde beni görüp evlerine alan sonra da arabayla otele bırakan öğrenci arkadaşlara minnettarlığımı çeşitli yollarla ilettim. Bu yazıda da kendilerinden bahsetmeyi atlamamış olayım. 10 Ekim Pazartesi: 12:00 – Bu zorlu gecenin sonrasında yeni günün ilk filmi festivalin özel bir bölüm ayırdığı Azerbaycan’dan geliyordu. Yönetmen Yaver Rzayev, Kutsal Hayvan (İlahi Mexluq / Sacred Creature) filminde Azerbaycan’ın zorlu doğa koşullarında ayakta kalmaya çalışan bir aileyi anlatıyor. Filmin birbiri ile iç içe geçmiş yaz ve kış olarak ayırabileceğimiz iki bölümü olduğu söylenebilir. Yaz döneminde aile gayet etkileyici bir doğa içerisinde yaşıyor. Bir de dışardan gelen genç ve güzel bir ressam konukları var. Özellikle ailenin oğlu hem resimlere hem de bu genç kadına ilgi duyuyor. Kışınsa ailenin kar ve fırtına ile boğuşmasını izliyoruz. Bunun yanında yazdan itibaren oğlanın evden ayrılmak istemesi ve babanın buna karşı çıkışı da filmde bir yan tema olarak yer alıyor. Doğrusu Kutsal Hayvan’ın bende fazla bir iz bırakmadığını söylemem gerek. Doğa-insan ilişkisini başarılı bir şekilde veriyordu belki ama genel olarak bu konuda önde gelen filmlerin arasına girmesi çok zor. Film sonrası yönetmen Rzayev ile bir söyleşi vardı. Söyleşide bu filmin yönetmenin düşündüğü bir üçlemenin ilk filmi olacağı belirtildi. Diğer filmler de bu film gibi Azerbaycan doğasında yaşayan insanlar üzerine olacakmış. Yönetmen bu insanların, dünya yok olduğunda yeryüzünden en son silinecek insanlar olduğuna inandığını da belirtti.

102


Sinema

15:00 – Bu seansta izlediğim Europolis filmini en basitçe anne-oğul ilişkisine odaklanan bir yol filmi olarak tanımlamak mümkün. Romen yönetmen Corneliu Gheorghita, filminde bir miras ve vasiyet meselesi ile ilgili olarak Romanya’dan Fransa’ya gitmek durumunda kalan bir anne-oğulun öyküsünü getiriyor karşımıza. Bu yolculukta yanlarında eşek şeklinde bir tabut da taşımak zorunda kalıyorlar. Doğrusunu söylemek gerekirse Europolis genel olarak beğensem de bazı anlarda çok içine giremediğim ve anlam veremediğim simgeler de içeren bir film oldu. Filmden sonra yönetmen ve anneyi oynayan başrol oyuncusu ile yapılan söyleşide filmde yüzeyde görünenden daha farklı göndermeler ve metafizik anlamlar da olduğunu anlamak mümkündü. Söyleşideki çıkarımlar eşeğin Romanya’yı temsil ettiği noktasına kadar vardı. Aslında söyleşi sonrası filmi bir kez daha izleme isteği duyduğumu söyleyebilirim. 18:00 – Geldik sırf bu filmin galasında olabilmek için Antalya’ya gitmeyi düşünenlerin olduğunu bildiğim filme: Behzat Ç. Seni Kalbime Gömdüm. Aslında festivallerde genellikle sonradan vizyonda yakalayabileceğim filmleri izlemeyi tercih etmiyorum ama diziyi seven biri olarak filmin Türkiye’deki ilk gösterimini ve sonrasındaki söyleşiyi kaçırmak olmazdı. Ama bu filmi izlemek o kadar da kolay değildi. Yağmur devam ediyordu ve filmin galası bir önceki filmden farklı bir mekândaydı. Denk gelince festival konuklarının kullandığı servise kendimi attım. Ama yağmurdan dolayı öyle bir trafik vardı ki yürüme mesafesiyle 10-15 dakikalık bir mesafede olan mekâna araçla aynı sürede gidemedik. Yine de salona film başlamadan vardık ve işte basın kartının en iyi yanı. Biletleri çok önceden bitmiş olan filme girebiliyorduk. Oturmak için yer bulmak zor olacaktı ama orada da şansım yaver gitti ve Sadi Çilingir abimizin çantasını koyduğu bol koltuğa oturmak üzere beni çağırması ile o sorunu da hallettim ve film başladı. Filmin ikinci Behzat Ç. romanı olan Son Hafriyat’ın uyarlaması olacağı çok önceden açıklanmıştı. Roman içinde anlatılan olaylardan bir kısmı dizide kullanılmıştı. Bunlar dışarı çıkartıldığında bazı ufak-tefek değişiklikler dışında romanın neredeyse aynısı olan bir uyarlama izlediğimizi söyleyebiliriz. Mesela Behzat Ç. kitaptakinin tersine gayet konuşkan. Bunun dışında Cansu Dere’nin canlandırdığı olay yeri inceleme ekibindeki polisin film için yaratıldığı söylenmişti. Aslında bu bilginin tam doğru olmadığını görüyoruz. Bu karakter kitapta yok belki ama kitaptaki başka bir karakterin hafif değiştirilmiş hali aslında. Kitabı okurken “Kendini Ahmet Sanan Süleyman” karakterinin filmde çok başarılı bir karakter olabileceğini düşünmüştüm. Hakan Boyav başarılı oyunuyla bu düşüncemi doğruladı. Bunun yanında filmin kötü adamı Red Kit beklediğimden çok silik bir karakter olmuş. Bunda Tardu Flordun’un bir suçu yok, bu karakteri kitaptaki kadar çok görmüyoruz. Sonuç olarak, diziyi sevenler hayal kırıklığına uğramayacaklar (ben de onlardanım). Ancak filmin herhangi bir Behzat Ç. bölümünden çok büyük bir farkı da yok. Sadece televizyonda yapılamayanlar

103


Sinema

yapılıyor. Behzat bolca sigara içiyor ve sansürsüz olarak küfür edebiliyor. Hatta diziyi sevmemizde önemli rol oynayan karakterlerin kendi hikâyeleri, aralarındaki ilişkiler pek az, bu nedenle daha iyi Behzat Ç. bölümleri izledik de diyebiliriz. Diziyi izlemeyenler açısından ise film ne ifade eder tartışılır. Polisiye olay gayet anlaşılır ama Behzat dışındaki diğer karakterlere o kadar az yer verilmiş ki. Diziyi izlemeyenler onlarla ilgili ayrıntılara çok da anlam veremeyebilirler.

Filmin benim için en büyük sorunu kronolojik olarak nerede durduğunun anlaşılamaması oldu. Özellikle dizinin sezon finalinden ve Şule’den hiç söz edilmemesi sanki Behzat’ın hayatına öyle biri hiç girmemiş izlenimi yaratıyor. Sezon finalinde çok kötü bir durumda kalmıştı Behzat, o durumdan nasıl çıktığı belli değil. Bu yüzden olaylar sezon finalinden önce de geçiyor olabilir, ikinci sezon başladıktan sonraki bir aralıkta da. Film sonundaki söyleşide Emrah Serbes’e sormak istediğim bir konuydu bu ama fırsat olmadı. Söyleşiden de biraz bahsetmek gerekirse, dışarda şiddetli bir yağmur yağarken yapılan söyleşide (söyleşinin yapıldığı yere çok kısa bir mesafe olmasına rağmen sağlam ıslandık) Serdar Akar, Emrah Serbes ve oyuncuların neredeyse hepsi söyleşiye geldiler (gözler Ege Aydan’ı aradı). Aslında çok fazla konuşmayacağını söylemişti ama soruların büyük kısmını Serdar Akar cevapladı. Filmin yönetmenin sıfatıyla böyle olması da doğal elbette. Akar sorulara cevap verirken çok keyifliydi, filmin gördüğü ilgi belli ki çok hoşuna gitmişti (laf aramızda, kafası da biraz iyiydi galiba). Ancak ufak bir eleştiriye bile sert bir cevap vermesi hoş olmadı. Ne yazık ki Serdar Akar, Emrah Serbes ve Erdal Beşikçioğlu bir başka programa katılacakları için söyleşiyi erken terk ettiler. Bu noktadan sonra söz sırası oyunculara geldi. Orada da doğrusu ekibin kadrosuna film için dâhil olan isimler daha fazla söz aldılar. Festivalin son günü öğrendik ki film Erdal Beşikçioğlu’na en iyi erkek oyuncu ödülü kazandırdı. Zaten tahmin ettiğimiz ve haklı bir ödüldü bu. Belki Hakan Boyav’ın da bir yardımcı erkek oyuncu ödülü kapabilirdi ama bunun dışında filmin başka bir ödül alması da sürpriz olurdu. 20:30 – Behzat Ç. söyleşisi uzun sürseydi geceyi o filmle kapatacaktım. Söyleşi beklediğimden kısa sürünce Kalabaka filmini izleme şansım oldu. Kalabaka, 1926 yılında Fred Von Bohlen’in

104


Sinema

Balkanlara yaptığı bir gezi sırasında çekilmiş ve 1930 yılında gösterilmiş yarı belgesel bir film. Arka planda bir hikâyesi var belki ama bu çok zayıf ve takip etmesi de çok gerekli olmayan bir hikâye. Zaten yönetmen Von Bohlen de bir sinemacı olmaktan çok bir gezgin olarak geçiyor kaynaklarda. Uzun yıllardır gösterilmeyen bu film Hollanda Eye Film Enstitüsü tarafından restore edilmiş ve filmi bu sayede Antalya’da izleme fırsatı bulmuşuz. Doğrusunu söylemek gerekirse Kalabaka’nın sinema tarihine iz bırakmış bir film olduğunu söylemek zor. İnternet’te bile bu film hakkında bir bilgi bulmak çok güç. Filmin önemli tarafı o günlere dair görsel bir belge olması. Festivalde bu filmi izlemenin en keyifli tarafı ise canlı müzik eşliğinde gösterilmiş olmasıydı. “Kingalita and the Very Good Band” tarafından icra edilen müzikler gerçekten de filmin ruhuna uygundu ve bu çok da başarılı olmayan filmi izlenebilir kılıyordu. Filmden çıktığımda yine cengâverlik yapıp yürürüm ben dedim ama yağmur çok kısa zamanda beni bu fikrimden caydırarak taksi dediğimiz teknolojiyi kullanmamı sağladı. Otele dönüp İnternet’e girdiğimde beni bir sürpriz bekliyordu. Bir arkadaşım Twitter’dan Behzat Ç. söyleşisinde soru sormaya çalışırken çekilmiş bir fotoğrafımı paylaşmıştı. Nereden buldu acaba diye merak ederken bir de baktım ki NTV’nin web sitesinde olan bir fotoğrafmış. Demek ki mikrofonu kapamasam da NTV muhabiri ısrarlı soru sorma çabalarımı fark etmiş. Sonradan aynı fotoğraf Hürriyet’in web sitesinde de çıktı. Öyle ki iki yıldır görmediğim Fransa’daki bir arkadaşım bile bu fotoğrafı görüp mesaj göndermişti. Meğerse Behzat Ç. sayesinde ben de kendi çapımda ünlü olmuşum… Bir de yine o gece öğrendiğim ufak bir ayrıntı, Antalya’ya son 35 yılın en yüksek yağışı düşmüş. Fark etmiştim çok olduğunu zaten… 11 Ekim Salı: 12:00 – Salı günü geldiğinde hava artık düzelmişti neyse ki. En azından yağmur yağmıyordu. Bugün için ilk seçtiğim film olan Sınırda (Sur la Planche / On the Edge), bir karides fabrikasında çalışan iki kız arkadaşın hikâyesini getiriyor karşımıza. Bu iki arkadaş karides fabrikası dışında geçirdikleri zamanda iki farklı kızla tanışırlar ve bir kız çetesi kurarlar. Doğrusunu söylemek gerekirse Sınırda filminin karides fabrikasının bembeyaz steril ortamında kurduğu görsellik ve bu görselliğin dış dünyanın karanlığı ile oluşturduğu tezat en dikkat çekici ve başarılı unsurları idi. Bunun dışında baş karakterin üzerinden karides kokusunu silmek için kendine zarar verircesine çabalaması da filmin önemli sahnelerinden biriydi. Açıkçası filmin bunun dışında da ilgimi çeken çok fazla tarafı olmadı. Buna filmin altyazısındaki sorunlar da yol açmış olabilir. Filmi sadece orijinal dilinde, Türkçe altyazı ile izledik. Hâlbuki diğer filmlerde İngilizce altyazı da oluyordu. Bu sayede Türkçe altyazının kötü olduğu yerlerde İngilizce altyazının ne kadar faydalı olduğunu fark etmiş olduk. Yine de altyazı sorunu yaşamasaydık bile filmi sevme düzeyim çok değişmeyecekti muhtemelen. Festivalinin kapanış töreninde Sınırda’nın uluslararası yarışma jürisi tarafından en iyi film olarak seçildiğini öğrendim. Ulusal yarışma sonuçlarına da kimi itirazlarım vardı ama bu kategoride jüriyle taban tabana zıt düştüğümüzü söyleyebilirim sanırım.

105


Sinema

15:00 – Yönetmen Zhao Tianyu’nun Cazibe Kanunları (Wan You Yin Li / The Law of Attraction) filmi aslında aşk üzerine 4 kısa filmden oluşan bir yapım. Bu tip filmlerde genelde her bölümün farklı yönetmenlere ait olduğunu görüyoruz ama burada tek bir yönetmen söz konusu. Açıkçası aşk üzerine hafif esprili, hafif de duygusal anlar içeren bu filmlerden tek tek bahsetmeyi çok da gerekli bulmuyorum. Sadece ilk hikâye olan bir havaalanına rutin olarak her hafta Salı günleri gelen bir adam ile 3 yıldır onu izleyen kadın güvenlik görevlisi arasındaki hikâye bir dereceye kadar ilginçti. Onda bile bu iki kişinin havaalanına ağır çekimde koşmaları gibi gayet klişe ve çiğ sahneler vardı. Diğer hikâyeler ise üzerinde çok yorum yapmaya değmiyordu ne yazık ki. Kısaca şöyle diyebiliriz. Festival kataloğunda hakkında “Hollywood’un etkisi altında büyümüştür” yazan yönetmen, rahatlıkla Hollywood’a geçip sıradan romantik komediler çekebilir. 18:00 – Çin’in önde gelen yönetmenlerinden Chen Kaige’nin yeni film Fedakarlık (Zhao Shi Gu Er / Sacrifice) yönetmenin çoğu kez yaptığı gibi yine tarihi ve epik bir hikaye anlatıyor. Aslında anlatılan hikâye benzerlerini farklı kültürlerin efsanelerinde ve edebiyat klasiklerinde görebileceğimiz bir hikâye. Yüzyıllar önce geçen bu hikâyede, Zhao ailesi Çin’in belli bir bölgesini kuşaklardır idare etmektedir. Elbette düşmanları da vardır. Günün birinde Tu’an Gu bir komplo tertipleyerek 300’den fazla kişiden oluşan Zhao ailesini en küçük bireyine varıncaya kadar katleder. Ya da öyle sanır. Henüz bir kaç günlük bir bebek hem tesadüfler hem de büyük fedakârlıklar sonucu bu katliamdan kurtulur ve asıl kimliğini bilmeden büyür. Üstelik büyürken ailesinin katili Tu’an Gu’nun manevi çocuğu konumuna gelir. Onu büyütenlerin beklentisi günün birinde intikamını almasıdır. Görüldüğü gibi çok orijinal bir konuyla karşı karşıya değiliz ama hemen her Chen Kaige filmi gibi izlemesi çok etkileyici bir film Fedakârlık. Başarılı oyunculuklar, şahane bir set tasarımı, çok başarılı kostümler, etkileyici savaş/dövüş sahneleri, etkileyici bir hikâye, hepsi bu filmde mevcut. Esasen, büyük bütçeli bir Hollywood filminden beklediğiniz her şey bu filmde de var. Zaten filmin temel sorunu da fazlasıyla bir Hollywood filmine benzemesi. Hâlbuki Kaige ait olduğu kültürü filmlerinin temeline yerleştirmeyi başaran bir yönetmendi. Bu kez bu hamleler sadece yüzeyde kalmış. Üstelik filmde klişelerden geçilmiyor. Aslında filmin seyir zevki nedeniyle bu klişelere tahammül edilebilir ama keşke o son 10 dakika olmasaydı. Her şeye rağmen karşımızda etkileyici bir film var. İzlemek keyif verecektir. Ama işte kamera arkasında Chen Kaige olunca insan daha derinlikli bir şeyler izlemek istiyor.

106


Sinema

20:30 – Adeta bir Uzakdoğu Filmleri Festivali gibi geçen bugünü son filmi Artçı Şok (Tangshan Dadizhen / Aftershock) idi. Çin’in tarihinde yaşadığı en büyük depremlerden biri olan, 240 bin kişinin yaşamını yitirdiği 1976 tarihli Tangshan depremini ve sonrasında yaşananları konu alan Artçı Şok filmini Van depreminin sonrasında, yazıya son halini verdiğim bugünlerde izleseydim herhalde çok daha farklı duygular uyandıracaktı. Artçı Şok, bu büyük depremi bir aileyi odağına alarak anlatıyor. Filmin başında tanıştığımız iki çocuklu aile, deprem sonrası darmadağın oluyor. Baba zaten deprem sırasında karısını kurtarmak için ölüyor, iki çocukları da enkaz altında kalıyorlar. Enkazı kaldıranlar ise anneyi belki de hayatında vermek zorunda kaldığı ve kalacağı en zor karara zorluyorlar ve enkazı ancak çocuklarının birini kurtaracak şekilde açabileceklerini söylüyorlar. Sonrasında enkaz diğer tarafa yani diğer çocuğun üzerine çökecektir. Anne oğlunu tercih eder fakat o da ancak tek kolunu enkaz altında bırakarak çıkartılabilir. Kız ise öldü denerek diğer cesetlerin yanına konur. Sonradan anlarız ki aslında kız ölmemiştir ama bir şey de hatırlamıyordur. Depreme yardım etmek için gelen ve çocukları olmayan genç bir çift de onu evlat edinirler. Filmimiz bu birbirinden ayrı düşen aileyi 2000’lere kadar izliyor. Geçen yıl Çin’in en çok hasılat yapan bu filminde yönetmen Xiaogang Feng teknik olarak gayet iyi bir iş çıkarmış. Deprem sahneleri, tüm prodüksiyon tasarımı, o günlere yönelik ayrıntılar, hikayenin geçmişten günümüze gelirken aralarda kurulan bağlantılar genelde başarılı. Filmin temel sorunu sürekli olarak seyirciyi ağlatmaya çalışması. Yaşananlar çok acı gerçekten, insan olanın duyarsız kalması mümkün değil ama hikâyenin de bu kadar zorlayıp bir “tearjerker” haline gelmesine gerek yokmuş. Daha soğukkanlı bir anlatım daha iyi bir film ortaya çıkarabilirmiş. 12 Ekim Çarşamba: 12:00 – Festival sonuna doğru yaklaşırken benim için Uzakdoğu filmleri devam ediyordu. Sırada Kara Kan (Black Blood) vardı. Filme girmek için bilet alırken beni şaşırtan bir olay ile karşılaştım. Sırada önümde Melike Demirağ vardı. Davetiye ile gelenleri bilgisayara kaydeden gişe görevlisi onu tanımadı ve adını sordu. Adı bile onda bir ışık yakmadı, hatta tam anlamadığı için birkaç kez tekrar ettirdi ve sonuçta yine de yanlış yazdı. Tamam, genç kuşak çok tanımıyor diyebiliriz ama nihayetinde festival zamanı sinemada çalışan bir kişinin Melike Demirağ’ı tanıması ilginç gerçekten. Neyse, filme geçelim. Filmde, yaşamlarını idame ettirebilmek için kanlarını satan bir çifti izliyoruz. Esasen filmin hikâyesi şöyle gelişiyor. Adam sabah kalkıyor, kan yapması için dakikalarca su içiyor, kanını satmak için bu işle uğraşan adamla buluşmaya gidiyor, pazarlıktan sonra kanını satıyor, adam sabah kalkıyor, kan yapması için dakikalarca su içiyor, kanını satmak için bu işle uğraşan adamla buluşmaya gidiyor, pazarlıktan sonra parada anlaşamıyorlar ve kanını satamıyor, adam sabah kalkıyor, kan yapması için dakikalarca su içiyor, kanını satmak için bu işle uğraşan adamla buluşmaya gidiyor, pazarlıktan sonra kanını satıyor ve bu böyle devam ediyor. Bir ara kan satmaya eşi ile beraber gidiyorlar, sonra her ikisi de HIV

107


Sinema

virüsü kapıyorlar ve olaylar beklenen bir sona doğru ilerliyor (bu arada su içme ve kan satma rutini devam ediyor). Bu arada özellikle su içme sekansları sırasında radyodan sürekli olarak Çin’in ne kadar gelişmiş olduğuna dair yapılan resmi açıklamaları da dinliyoruz ki belli ki bu konuşmalar da insanların yaşayışları ile oluşturduğu tezat nedeniyle konulmuş. Bu kadar fazla birbirini tekrarlayan sahneler olmasına rağmen yönetmen kendine özgü tutturduğu tarz ve başarılı siyah-beyaz kullanımı ile filmi izletmeyi ve akılda kalıcı olmayı başarıyordu. Yine de filmi izleyenlerden birinden duyduğum yoruma da katılıyorum: “Güzel film ama 123 dakika yerine 90 dakika civarında olsa daha iyi olacakmış.” 15:00 – Günün sonraki filmi Yunanistan yapımı İki (Dos / Two) idi. Yönetmen Stathis Athanasiou ilk uzun metrajlı filminin senaryosunu da kendisi yazmış. Bu filmde Athanasiou, iki farklı çiftin aşk hikâyelerini anlatıyor bize. Biri Atina’da, diğeri Barselona’da geçen bu iki hikâye birbiri ile hiç kesişmiyor ancak her ikisinde de bir aşk hikâyesinde olabilecek ortak sorunlar yaşanıyor. İki aşk hikâyesini koşut olarak anlatan yönetmen ortaya başarılı bir film çıkarmış. Özellikle çiftlerden birindeki erkeğin mesleğinin yönetmenlik olması filme farklı bir boyut da katıyor. Böylece bir hikâye yaratma, film içinde film gibi konulara giren yönetmen filmini basit bir aşk hikâyesinin ötesine taşımayı başarıyor. Aynı zamanda Uluslararası Yarışma bölümünde yer alan İki yarışmadaki iyi filmlerden biriydi. Film sonrası yapılan söyleşide yönetmenin film üzerinde epey düşündüğünü, çekim öncesinde uzun uzun provalar yaptığını da öğrendik. Zaten kendisi de uzun provalar yapılmadan bir filmin nasıl çekildiğine anlam veremediğini, kendi çalışma tarzında çekim öncesi her şeyi planlaması gerektiğini söyledi. Yine söyleşiye katılan oyunculardan öğrendiğimiz kadarıyla tıpkı filmde olduğu gibi çekimler sırasında da Atina’da geçen hikâyenin oyuncuları ile İspanya’da geçen hikâyenin oyuncuları birbirleri ile hiç karşılaşmamışlar. Ancak bu tip gösterimler bir araya gelmelerine vesile oluyormuş. Bunun dışında filmin yoruma açık noktaları hakkında gelen bir soruyu yönetmenin, “elbette benim bir fikrim var, ama bunu açıklayıp size empoze etmek istemem. Sizin kendinize göre bir açıklamanız varsa doğru olan odur” şeklinde cevaplaması seyircinin açık noktaları kendi zihninde cevaplamasını savunan yaklaşımı ile takdirimi topladı. 18:00 – Dönüş ve Sürgün filmleri ile tanıdığımız Andrei Zvyagintsev’in yeni filmi Elena festivalin merakla beklediğim filmlerinden biriydi. Ancak bilet almakta gecikince ancak önden ikinci sıradan yer bulabildim.

108


Sinema

Neyse ki dört yıldır gide gele festival görevlilerinden tanıdıklarım olmuştu. Boş bir yer ayarlayıp biraz daha arkaya çağırdılar da filmi daha makul bir yerden izleyebildim. Filmimize adını veren karakter Elena orta yaşlı hatta yaşlıca diyebileceğimiz bir kadın. Filmin başında yaşlı bir adamla aynı evi paylaştığını görüyoruz. Sonra dışarı çıkıp başka bir eve gidiyor. Bu evdeki adamın Elena’nın oğlu ve evdeki ailenin de gelini ve torunu olduğunu anlıyoruz. Belli ki yönetmen, Elena ve yaşlı adamın (ki adı Vladimir) arasındaki ilişkinin ne olduğunu başta tam olarak ele vermek istememiş. Elena, zengin bir adam olduğu anlaşılan Vladimir’in evinde çalışan bir hizmetçi bile sanılabilir ilk anlarda. Hâlbuki sonradan anlıyoruz ki Elena ve Vladimir evli bir çift. Yaklaşık on yıl önce Vladimir hastalandığında tanışmışlar ve evlenmişler. Her ikisinin de eski evliliklerinden birer çocukları var. Elena’nın oğlu ve Vladimir’in kızının ortak noktaları her ikisinin de doğru dürüst bir işlerinin olmayışı. Ama Elena’nın oğlu ailesini geçindirmeyi başaramazken (ki bunun için bir çabası da yok), Vladimir’in kızı Katerina tek başına yaşıyor ve babasından gelen parayla gayet rahat yaşıyor. Ancak Katerina’nın son derece dürüst olmak gibi bir özelliği var. Babası ile dobra dobra konuşuyor. Her ne kadar sert görünmeye çalışsa da babasını seviyor ama ona yakınlık göstermeye de pek yanaşmıyor. Filmin kırılma noktası Vladimir’in bir kalp krizi geçirmesi ve sonrasında vasiyetini değiştirmeye karar vermesi oluyor. Bundan sonra olanları açık etmeyelim ama Elena’nın kendi vicdanı ile baş başa kalarak çok zor bir karar vermek zorunda kaldığını söyleyelim. Zvyagintsev ilk bakışta iki insan arasındaki bir hikâyeyi anlatıyor gibi gözüküyor ama insanlık halleri üzerine evrensel sorunları dile getiriyor aslında. Özellikle baba-kızın konuşmaları ve ana hikâyenin dışında yer alan kimi sahneler filmin boyutunu genişletiyor. Zvyagintsev yine başından sonuna kadar dikkatle izlenen bir filme imza atmış. Bu kez kurduğu görsel dünya önceki filmlerindeki kadar güçlü ya da gösterişli değil ama belli ki yönetmen bu filminde o yola gitmek istememiş. Muhtemelen hikâyenin yeteri kadar güçlü olduğunu düşündü. Belki de gösterişli bir görsellik seyirciyi hikâyeden uzaklaştırırdı. Filme dair beni en çok rahatsız eden nokta kimi sahnelerdeki müzikler oldu. Özellikle Elena ve Vladimir’in günlük rutinleri sırasında görüntülere eşlik eden müzik her an çok önemli bir şey olacakmış izlenimi veren bir müzikti ve bence gereksizdi. Sonuç olarak beklentilerimi boşa çıkarmayan başarılı bir filmdi Elena. Yine de Dönüş öyle güçlü bir ilk filmdi ki yönetmen hala o seviyeye çıkamıyor. 20:30 – Günün son filmi olarak seçtiğim Siyah Venüs (Vénus Noire / Black Venus) filmine girip girmemeyi çok düşündüm aslında. Üç film izledikten sonra 159 dakikalık bir film izlemek beni korkutmuştu. Ama sonuçta izlemeye karar verdim. Siyah Venüs, insanı insanlığından utandıracak gerçek bir hikâyeyi anlatıyor. Siyah Venüs, diğer adıyla Sarah Baartman, 19. yüzyılda Avrupa’da sadece derisinin rengi ve anatomik özellikleri nedeniyle adeta bir sirk hayvanı gibi insanlara sergilenen bir kadın. Güney Afrikalı Baartman, bir köle olarak hayatına başlıyor ve kendisinden para kazanacağını düşünen sahibi tarafından İngiltere’ye götürülüyor. Her ne kadar sahne dışında ona iyi davranıldığı söylenebilirse de sahnede ona tam anlamıyla bir sirk hayvanı, bir ucube gibi muamele ediyorlar. Onu bir kafesin içinde sergiliyor, kafesten dışarı çıktığında da vahşi bir hayvan muamelesi yapıyorlar, zaman zaman seyirciler çekinerek de olsa ona dokunabiliyor.

109


Sinema

O yıllarda İngiltere’de geçerli olan köle yasası uyarınca Baartman özgürlüğünü kazansa bu sözde bir özgürlük oluyor ve sahnede aşağılanmaya devam ediyor. Sonrası çok daha kötü. Baartman Fransız bir hayvan terbiyecisine satıldıktan sonra Paris sosyetesinin karşısında çok daha aşağılayıcı gösterilerde yer alıyor. Bu sırada bir grup bilim adamı onun anatomik yapısını incelemek istiyorlar ama onlara izin vermiyor. Ancak Paris sosyetesinin ona olan ilgisi azalınca hayatta kalmak için fahişelik yapmaya başlıyor ve çok kötü koşullarda hayatı sona eriyor. Ama cesedinden bile para kazanmayı bilenler onu sağlığında incelemek isteyen bilim adamlarına satıyorlar ve bilim adamları da onun vücudunu son derece ırkçı bir yaklaşımla inceleyerek bilim dünyasında adlarını duyuruyorlar. Yönetmen Abdellatif Kechiche bu son derece karanlık gerçek hayat hikâyesini seyirciyi zorlayacak şekilde anlatıyor. Filmde Baartman’a yapılan insanlık dışı muameleyi uzun uzun izliyoruz. Bir insan bir insana nasıl böyle davranabilir, başka insanlar bunu izlemekten, hatta olaya dâhil olmaktan nasıl zevk alabilirler akıl almaz bir şey. Üstelik bu da Avrupa’nın en medeni(!), en modern(!), en gelişmiş(!) iki ülkesinde oluyor. Film ilerledikçe Baartman’ın içinde bulunduğu durum da kötüleşmeye başlıyor, filmi izlemesi de zorlaşıyor. Başta da belirttiğim gibi insan, insan olmaktan utanıyor. Kechiche’in yönetmen olarak yaklaşımı, bu biyografik hikâyeye çok müdahale etmeden adeta bir belgeselci o yıllarda bu gösterileri kameraya çekseydi ne olurdu şeklinde olmuş. Gösteriler dışındaki hayata çok fazla girmiyoruz. Zaten bu öykü üzerinden seyircinin kendini sorgulamasını sağlamaya çalışmış. Bunda da gayet başarılı olmuş. Uzun, izlemesi zor ama başarılı bir filmdi. Bugünün notlarını bitirmeden bu film özelinde Antalya seyircisinden de bahsetmem gerek. Filmi izlemenin zor olduğunu, sonlara doğru iyice zorlaştığını söylemiştim. Ayrıca süresi de oldukça uzundu. Bu yüzden filmden çıkan bazı seyircilerin olması anlaşılabilir bir durum. Ama belli bir noktaya kadar salonda olan seyirciler bir anda salonu terk etmeye başladılar ve neredeyse tamamı dolu olan salonun yarısı 10-15 dakikada boşaldı. Bunun nedeni de o noktada filmde cinsellik ve çıplaklığın ortaya çıkması idi. O ana kadar filmi izleyenlerin sadece çıplaklık nedeniyle salondan çıkmaları ilginç, çıkarken ayıplayıcı sözler söylemeleri ise en hafif deyimle komikti. 13 Ekim Perşembe: 12:00 – Festivalin Ulusal Yarışma bölümünde mutlaka izlemeliyim dediğim filmlerden biri Ümit Ünal’ın Nar filmi idi. Ünal bu filmi ile iyi bildiği sulara dönüyor ve tıpkı 9 ve Ara gibi bir kez daha tek mekanda geçen bir film çekiyor. Karakter sayısı da sadece dörtle sınırlı. Ancak Ünal çok başarılı bir senaryo ile tek mekân ve dört kişiden insanlık halleri ile ilgili başarılı bir film çıkarmayı başarıyor. Filmin sonrasında Ümit Ünal’ın filme dair çok fazla ayrıntıyı açık etmememizi istemesine saygı duyarak konusu ile ilgili çok ufak bir açıklama yapayım. İstanbul’da bir sabah varoşlardan yola çıkan geleneksel Anadolu kadını görünümündeki bir kadın kentin daha varlıklı kesimlerinde bir evin önüne gelir. Kapıcıya Dr. Sema Hanım ile özel bir randevuları olduğunu söyleyerek içeri girer ve olaylar gelişir.

110


Sinema

Nar bir kaç sahne dışında tümüyle Dr. Sema’nın evinde geçen bir hikâye. Büyük çoğunluğu da üç kişi arasında geçiyor aslında. Dördüncü kişi belli bir yerden sonra devreye giriyor. Nar öncelikle başarılı senaryosu ile dikkati çeken bir film olmuş. Filmdeki kırılma noktaları, gizemlerin yavaş yavaş açığa çıkması, karakterlerin kuruluşu çok başarılı. Çok sayıda akılda kalıcı replik de var. Oyunculuk olarak filmi baştan sona Serra Yılmaz sürüklüyor gibi gözükse de İdil Fırat’ın kısa ama çok etkili bir rolü var. Hatta benim için filmin doruk noktası da onun sazı eline alıp karşısındaki karaktere uzunca bir tirat attığı bölüm oldu. Bu sahnede, bazen hepimiz birilerini aşağılar, onun dünyası ne kadar ki derken, gün gelip başka birisinin de bunu bize diyebileceğini hiç düşünmediğimizin çok etkili bir şekilde anlatıldığını söyleyelim. Yok aslında birbirimizden bir farkımız. Filmin sonundaki söyleşide Ümit Ünal da Nar metaforu ile aynen bunu anlatmak istediğini söyledi zaten. Filmin sonunda da buna vurgu yapmak istediğini belirtti. Hepimiz bir Nar’ın taneleri gibi birbirimizden farklı ama bir yandan da aynıyız ve bizi birlikte tutan bir kabuk var. O kabuk kırılırsa ne olur, işte bu filmin anlattıklarından biri de o. Ünal ayrıca her ne kadar bunu düşünerek yapmasa da ilerde 9, Ara ve Nar’ın bir üçleme olarak birlikte anılmasına çok mutlu olacağını da belirtti. Film bittiğinde çevremde duyduğum yorumlar Nar’ın en iyi senaryo ödülünü kesinlikle alacağı, en iyi film dalında da büyük şansı olduğu yönündeydi. Sonuçta sadece Jüri Özel Ödülü ile yetinmek zorunda kaldı ve bu da festival sonrası büyük tartışma yarattı. 15:00 – Festivalin en iyilerinden birini izledikten sonra 80 Mektup (Osmdesát Dopisu / Eighty Letters) filmini izlemek belki de talihsizlikti. 80 Mektup, yaklaşık 25 yıl öncesinin Çekoslovakya’sında geçen bir film. Film bir anne oğulun bir gününü anlatıyor. Çocuğun bakış açısından anlatılan filmde baba İngiltere’ye göç etmiş, anne ve oğlu da onun yanına gitmek istiyorlar. Ancak filmde bu çabaya dair çok fazla bir şey görmüyoruz. Genelde anne oğulun günlük rutin yaşamlarını izliyoruz. Zaten olayları çocuğun bakış açısından izlediğimiz için pek çok sahnede neler olduğunu da çok bilemiyoruz. Örneğin anne bir iş için gidip, çocuğu onu beklemesi için apartmanın girişinde bırakırsa biz de dakikalarca çocukla beraber apartmana girip çıkanları izliyoruz. Ya da bir yerden bir yere yürüyerek gidiyorlarsa biz de onlarla beraber uzun süre yürüyoruz. Açıkçası bir yerden sonra bu uzun sahneler sıkıcı olmaya başlıyor. Filmin yönetmeni de filmdeki çocuk gibi babası İngiltere’ye göçtükten bir süre sonra annesi ile birlikte onun yanına gitmiş. Muhtemelen filmde izlediklerimiz de onun çocukluğundan hatırladıkları. Hatta tahmin ediyorum filme adını veren 80 mektup, gerçekten de annesinin babasına yazdığı mektup sayısı. Otobiyografik özelliklerinden dolayı filmdeki pek çok ayrıntının yönetmen için çok şey ifade ettiğini düşünmek yanlış olmaz sanırım. Ama sıkıntı şurada. O ayrıntılar seyirci için pek bir şey ifade etmiyor, böyle olunca da seyirci ilgisini film üzerinde toplayamıyor. Benim izlediğim seansta seyircinin büyük bir kısmı salonu terk etti. Kalanların büyük kısmı da uyukladı zaten. Filmin 75 dakikalık süresine rağmen, çok açıkça benim de onların arasında yer aldığımı itiraf etmeliyim.

111


Sinema

18:00 – Festivalde galası yapılan son yarışma filmi Zenne idi. Aslında vizyona girince izlerim diyordum ama programıma uyunca bari önceden izleyeyim dedim. Bu filmin galası da çok doluydu. Hatta bu sefer oturacak yer de bulamadım kendime (bir ara kalan birkaç boş yere oturmak için insanlar birbirine omuz atmaya başlayınca hiç zorlamayıp aradan çekildim). Sonuçta filmin bir kısmını merdivenlere oturarak, belim dayanılmayacak kadar ağırınca bir kısmını ayakta, son 20 dakikasını da resmen merdivenlere yatmak suretiyle izlediğimi de belirtmiş olayım. Zenne, İstanbul’un arka sokaklarından iki homoseksüel karakteri anlatıyor. Gerçek bir konuyu temel alması ve konu aldığı kişilerin de yönetmenlerin arkadaşı olması da vurgulanması gereken bir ayrıntı. Filmdeki karakterlerden biri olan Can, filme adını veren Zenne aslında. Annesi Can’ın cinsel kimliğini her ne kadar içine sindiremese de oğlunu o şekilde kabul etmiş. Babası ise güneydoğuda şehit düşen bir binbaşı… Can, ailesinden uzak yaşasa da cinsel kimliğini gizlemeden hayatını sürdürebiliyor. Diğer karakter ise Ahmet. O ise ailesi yönünden o kadar şanslı değil. Onun daha geleneksel yapıda bir ailesi var ve cinsel kimliğini gizlemek zorunda. Filme dâhil olan diğer bir karakter ise Alman fotoğrafçı Daniel. O ise ailelerle yaşanan bu tip sorunları hiç anlayamıyor ve cinsel kimliğin açıkça söylenebileceğini düşünüyor. Film eşcinsellerin aileleri ile yaşadıkları sorunlar, çevrenin onlara bakışı, askerlik konusunda yaşadıkları trajikomik uygulamalar gibi pek çok konuya değiniyor. Ele aldıkları açısından güçlü ve önemli bir film ama bir miktar mesaj filmi olması, bir de odağını nereye koyacağını tam belirleyememesi zayıf noktaları. Film Can’ın hikâyesi gibi başlayıp Ahmet’in hikâyesine eviriliyor. Daniel ise zaten arada figüran gibi kalmış. Belki de bu nedenle onun Afganistan’da yaşadıkları dair flashback’ler film içinde çok anlam ifade etmiyor. Filmdeki oyunculuklar için belli bir seviyenin üzerine çıkmasa da filmi sırtladıklarını söyleyebiliriz. Tilbe Saran için bir özel parantez. Tiyatro sahnesinde izlemekten çok büyük keyif aldığım bu özel oyuncuyu filmlerde görmek hemen hemen hiç mümkün olmuyordu. Yönetmenler M. Caner Alper ve Mehmet Binay’a bunun için ekstra bir teşekkür. Zaten festivalden Tilbe Saran’a bir adet en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülü çıktı. Sonuç olarak Zenne çok büyük bir film değil ama önemli bir film. Film sonunda aldığı büyük alkış seyirciler tarafından da sevildiğini gösteriyor (ki konusu itibariyle geniş bir kitlenin seveceği bir film olmadığı halde çok büyük alkış aldı). Film sonrasındaki söyleşiye çok uzun kalamadım ama yönetmenlerin filmin çekim sürecini anlattıklarını kısmını dinledim. Film aslında bir Zenne belgeseli olarak planlanıyor. Ancak filmde hikâyesini izlediğimiz karakterin başına gelen olay, konulu bir film çekip o olayı da anlatma ihtiyacı uyandırıyor. Belki de filmin odağındaki belirsizliğin bir nedeni de budur. Festival sonunda jüri en iyi film ödülünü vermese de en çok sayıda ödülü Zenne’ye verdi. Genellikle hak edilmiş ödüllerdi bunlar.

112


Sinema

20:30 – Korhan Yurtsever’in Kara Kafa filmi 1979 yılında Altın Portakal için yarışacak filmlerden biri idi. Film, festivalin sansür nedeniyle yapılamaması nedeniyle yarışmaya katılamamakla kalmamış, kendi başına da sansürle boğuşmuş, kopyaları ortadan kaybolmuş ve çok sınırlı bir kesimin izleyebilmiş olduğu bir filmdi. Bu yıl Altın Portakal nedeniyle izleme fırsatını bulduğumuz bu film, çalışmak için Almanya’ya giden bir Türk ailesinin hayatını anlatıyor. İki çocuklu bu ailenin hayatı başta çok güzel gidiyor. Karı-koca farklı fabrikalarda çalışıyorlar, çocuklar okullarına gidiyor, arkadaşları ile gülüp eğleniyorlar. Ancak ne zaman ki üçüncü çocuk doğuyor, işler değişmeye başlıyor. Anne işten ayrılmayı göze alamayınca, çocukları küçük kardeşlerine bakması için evde bırakmak zorunda kalıyorlar. Fabrikadaki sendika hareketine sürekli olarak küçümseyen gözlerle bakan evin babası ise bir süre sonra işten çıkartılınca evin tüm yükü kadının üzerinde kalıyor. Üstelik bu durumda adam kendini küçük gördüğü gibi kıskançlık krizlerine de kapılmaya başlıyor. Filmin asıl öne çıkan özelliği ise kadının fabrikadaki arkadaşlarının da yardımı ile zamanla kendini geliştirmesi, hem kadının toplumdaki rolünü daha iyi anlaması hem de işçi hareketinin içinde önemli bir yere gelmesi. Öyle ki sonuçta dünyanın neresinde olunursa olunsun temel sorunun işçi sınıfı ile egemen kesim arasında olduğu, işçilerinin birbirleri ile uğraşmayı bırakıp beraber hareket etmeleri gibi konularda kocasını bilinçlendiren de o oluyor. Doğrusu filmi izlemeden önce farklı bir ülkede geçen olayları konu alan bir filmin sansürle neden bu kadar boğuştuğunu anlamakta güçlük çekmiştim (gerekçelerden biri “dost bir ülkeyi kötü yansıtmak” gibi bir şeymiş ama yine de sansürün bu kadar takılmaması gerekir gibi gelmişti). Filmi izledikten sonra işçi sınıfı ile ilgili söylediklerini görünce olay anlaşıldı. Gerekçe başka olsa da belli ki film o dönemin sansür kurulunun başka nedenlerle yasaklamak istediği bir yapım olmuş. Filme bugünden baktığımızda hikâyede ve oyunculuklarda çok fazla bir sorun yok (hikâye akışında kimi sorunlar göze çarpsa izlediğimiz kopya sansür kurulunun onayından geçen kopya olduğu için onların kestiği bazı sahneler hala filme dâhil edilememiş). Filmin en önemli problemi bazı sahnelerde olayları çok fazla seyircinin gözüne sokması ve yer yer slogan atar tarzda olması. Dönemin politik atmosferinden dolayı da olsa gerek, o dönem pek çok filmde görebileceğimiz bir durum bu. Yine de bugünden bakınca insan daha incelikli bir anlatım arıyor. Aslında filmin sonunda yapılan söyleşide yönetmen Korhan Yurtsever de aynı şeyi belirterek yakında çekmeyi düşündüğü filmin bu şekilde slogan atmayacağını da belirtti. Söyleşide ayrıca filmin başına gelenlerden de daha detaylı bir şekilde bahsedildi. Filmin sansürle boğuşmasının ardından yönetmenin yakın çevresine yaptığı özel bir gösterimden sonra kurşunlanması, sonra filmin kopyasının ortadan kaybolması ve yönetmenin yurtdışına çıkmak zorunda kalması sonrasında film o günden bu güne hiç bir seyirciye ulaşamamış. 12 Eylül de filmin bulunup gösterilmesini iyice

113


Sinema

imkânsız hale getirmiş elbette. Söyleşide filmin gösterime girmesine yönelik de çok fazla istek oldu. Bu belki mümkün olmaz ama bu filmi tek görenler de festivaldeki şanslı azınlık olmamalı. Mümkünse başka illerdeki festivalleri de dolaşmalı (ki özellikle İşçi Filmleri Festivali bu iş için ideal), DVD’si de basılmalı ki bir zamanların ayıbını temizlemeye çalışalım. 15 Ekim Cuma: 12:00 – Ve festivalin son günü. Günü Dans Kasabası (Dance Town)ile açıyorum. Güney Kore’den gelen bu film aslında bir üçlemenin son filmi. Diğer filmleri izlemediğim için üçleme hakkında bir yorum yapamam ama bu film gösterge olarak kabul edilirse, yönetmen için ağır tempolu bir tarzı olan, sıradan insanların hayatını anlatan bir isim diyebiliriz. Bu filminde yönetmen, kocasını Kuzey Kore’de bırakarak Güney Kore’ye kaçmak zorunda kalan bir kadını anlatıyor (çiftin suçunun Güney Kore’den gelen bir porno kasetini izlemek olduğunu da ekleyelim). Kocasını Kuzey Kore’de bırakan bu kadına Güney Kore yetkilileri kendilerine iltica eden herkese davrandıkları gibi davranıyor, ona kalacak bir yer, kendisi ile ilgilenecek bir görevli veriyorlar. Ama hayat o kadar kolay değil. Geride bıraktığı kocası ve annesinin özlemi bir yana hiç alışık olmadığı bir ortamda yepyeni bir hayata başlamak onun için gerçekten zor. Bir kadının yeni bir yaşama uyum sağlamaya çalışmasını anlatan bu filmin ele aldığı konuyu başarıyla anlattığını söyleyebiliriz. Ancak benzeri filmler arasında öne çıkan bir özelliği yoktu. Klasik bir festival filmi denebilir. 15:00 – Bu seansta izlediğim Ak Aslanlar (Beli Lavovi / White Lions) filminin yönetmeni Lazar Ristovski, Balkan sinemasını yakından takip edenlerin tanıdığı bir oyuncu. İsmini bilmeseniz bile sıkı bir sinemasever yüzünü gördüğünde onu mutlaka tanıyacaktır. 1999 yılında da bir yönetmenlik denemesi olan oyuncu, 12 yıl sonra kamera arkasına geri dönmüş. Başrolünü de Lazar Ristovski’nin üstlendiği film, işsiz bir fabrika işçisi olan Dile, işsiz bir yönetmen olan oğlu Gruja ve onun evlenmek için fırsat kolladığı, o da işsiz bir opera sanatçısı olan, kız arkadaşı Bela çevresinde gelişen bir takım hikâyeleri komedi formatında anlatıyor. Ana karakterlerin üçünün de işsiz olmasından da anlaşılabileceği gibi filmin esas derdi Sırbistan’ın içinde bulunduğu sosyal durum. Zaten bir noktada işin içine mafyanın girmesi, onların bölgedeki en zengin ve en saygın insanlar olması filmin anlattıklarını güçlendiriyor. Aslında film bölgesel bir durumu anlatmaktan ziyade daha evrensel bir noktaya da taşımaya çalışıyor kendini. Hatta sonlara doğru “dünyanın tüm işçileri birleşin” noktasına kadar gidiyor. Üstelik bunu çok eğlenceli bir rap şarkısı ile yapıyor ve ufak bir numara ile devrimi o an içinde bulunduğunuz sinema salonuna kadar taşıyor. Ak Aslanlar, ele aldığı ağır konuyu komedi ile süsleyerek sunan, işin içine biraz erotizm de katan (çok aşırı değildi ama bir kaç seyircinin rahatsız olup çıktığını belirtmem lazım) başarılı bir yapım. Bu arada

114


Sinema

sanırım 4 yıllık Antalya deneyimimde ilk defa bu filmde sondaki yazılar film bitmeden kesildi. Deplasmanda olduğum için sadece iki kişiye şikâyet etmekle yetindim. Sanırım Ankara’da olsaydım ne yapar eder yazıyı devam ettirirdim. 18:00 – Bu seansta benim için festivalin kapanış filmi vardı. Neyse ki bu seans için seçtiğim Mohammad Rasoulof’un Güle Güle (Bé Omid é Didar / Good Bye) filmi festivalin en iyilerindenmiş de güzel bir kapanış oldu. İranlı yönetmen Rasoulof’un ismi son zamanlarda ne yazık ki çektiği filmlerden ziyade Jafar Panahi ile birlikte aldığı hapis ve 20 yıl film yapmama cezası ile birlikte anılıyor. Her ne kadar Rasoulof’un filmlerine bu olayları bir kenara bırakarak bakmak istesek de yeni filmi Güle Güle’nin tam da hakkında film çekmeme cezası verildiği dönemde, zorluklar içinde çekildiğini düşünürsek bu filmi yaşanan olaylardan soyutlamak mümkün olamıyor. Filmde İran’dan çıkmak için yollar arayan, hukuk okumuş ancak aldığı cezalar dolayısıyla mesleğini icra edemeyen bir kadının hikâyesini izliyoruz. Aynı zamanda bir kaç aylık hamile de olan bu kadın, hamileliğinde sorunlar yaşadığı gibi bir gazeteci olan kocası da gizlenerek yaşamak zorunda ve bu nedenle karısını yalnız bırakmak durumunda kalmış. Zaman zaman onunla ilgili bilgi arayan gizli polisle de kadın yüzleşmek durumunda kalıyor. Filmin ana karakterinin Rasoulof’un durumu ile ortaklıklar taşıdığı görülüyor. Daha da ötesi onun ağzından dile getirdiği “kendi ülkemde bir yabancı gibi yaşamaktansa yabancı bir ülkede bir yabancı olarak yaşamayı tercih ederim” sözü tam da onun düşünceleri gibi gözüküyor. Filmin konusuna bakıldığında depresif ve umutsuz bir havası olduğu gözüküyor ki filmin finali de bu umutsuz havayı destekliyor doğrusu. Filmin temposu da oldukça ağır. Ancak ağır tempolu filmlerin çoğunlukta olduğu ve doğrusu bir kısmının düpedüz sıkıcı sayılabileceği bu festivalde, Rasoulof’un filmi tıkır tıkır işliyor ve seyircinin ilgisini bir an bile bırakmayarak ağır tempolu filmlerin illa sıkıcı olması gerekmediğini bir kez daha gösteriyor. Mesela gizli polisin evi aramasını gösteren oldukça uzun ve kameranın neredeyse hiç hareket etmediği bir sahne var ama durumun vahametini göstermek için son derece gerekli bir sahne bu. Filmin başarısında başrol oyuncusu Leyla Zareh’in performansı da çok önemli. Filmin neredeyse her sahnesinde yer alan oyuncu tüm filmi sırtında taşıyor adeta. Farklı bir oyuncu ile film bu kadar başarılı olmayabilirdi. Kendi adıma Güle Güle’nin Uluslararası Yarışma bölümünde izlediğim beş filmin arasında en iyisi olduğunu söyleyebilirim. Yarışma sonunda eleştirmenlerden oluşan SİYAD jürisinin ve Akdeniz Üniversitesi öğrencilerinden oluşan gençlik jürisinin en iyi film ödüllerini kazanan da bu film oldu. Festivalin son etkinliği elbette ödül töreni idi. Ancak ben ödül töreninin bir kısmını otel odasındaki televizyonumdan izlemeyi, en büyük ödüller açıklanırken de Ankara’ya dönen otobüste olmayı tercih ettim. Ne de olsa Cumartesi sabahı Ankara’da olmalıydım ki festival nedeniyle uzak kaldığım vizyon filmlerindeki eksiklerimi tamamlamaya başlamalıydım… Hasan Nadir DERİN http://sinemamanyaklari.com/

115


Bulmaca

Bulmaca

Soldan Sağa 1. Tonguç`un mastürbasyon yaptıktan sonra, ortaya saçılan menilerine oturan dişi bi’ kediden dünyaya gelmiş olan oğlu Kötü Kedi Şerafettin’in çizeri – Kısaca ‘’ Rodeo Albümler Dizisi’’. 2. Hacda erkeklerin belden aşağısını örtmek için kullandıkları bez – ‘’… Suarez’’ (Amerikalı aktör F. Murray Abraham’ın Scarface filminde canlandırdığı karakter) - Üçüncü Dünya Savaşı'ndan sonra, 2030 yılında yeni baştan kurulmak zorunda kalınan Yeni Tokyo kentinde maceralar yaşayan bir Japon gencin hikâyesinin anlatıldığı, Katsuhiro Otomo tarafından çizilmiş, anime film uyarlaması da olan, siber punk türünde bi’ manga serisi. 3. Erkeklik organı - Uğur Gürsoy tarafından yaratılmış ve hâlâ Uykusuz adlı mizah

dergisinde yayımlanmaya devam edilen bi’ karikatür kahramanı olan Fırat’ın sıklıkla kullandığı bi’ nida - Özellikle elips gibi iki simetri ekseni olan kapalı eğrinin oluşturduğu şekil. 4. ‘’Nuri …’’ (Anadolulu kadın portreleriyle tanınmış, toplumsal-gerçekçi sanat akımının önde gelen ressamlarından) – Kaan Ertem’in nihilizm tandanslı kayıtsız halleri ile bilinen bi’ bant karikatür tiplemesi. 5. Bir nota – ‘’… Reflejo’’ (Amerikalı pop sanatçısı Christina Aguilera'nın, 2000'de yayımlanmış, ilk ve bugüne kadar ki tek İspanyolca albümünün adı) - Vücut, beden, boy bos – ‘’Qui-… Jinn’’ (George Lucas'ın yarattığı, Star Wars Epsode I: The Phantom Menace filminde Liam Neeson tarafından canlandırılmış, Kont Dooku'nun

116


Bulmaca

padawanı, Obi-Wan Kenobi'nin ise ustası olan hayali bi’ karakter). 6. On birer kişilik iki takım arasında, küçük ve ağır bir topu, ucu kıvrılmış sopalarla vurarak karşı kaleye sokmak amacıyla oynanan bir oyun – ‘’Doctor … Ross’’ (Animasyonu da yapılan Final Fantasy The Spirits Within adlı oyunda yer alan kadın karakter) - ‘’Varyemez …’’ (Altın havuzu ile hatırlanan, orijinal ismi "Scrooge McDuck" olan, Walt Disney'in bir numaralı tipleme yaratıcısı ve çizeri Carl Barks tarafından ortaya çıkarılmış, Türkiye'de ilk kez 1955 yılı Kasım ayında Ceylan Yayınları tarafından çıkarılan Küçük Afacan dergisinde 'Vak Vak Antika Meraklısı' başlıklı bir öyküde Donald Duck'la beraber gözükmüş, insan biçimindeki ördek karakter). 7. Kısaca ‘’Limited’’ - Bir toplumda, bir toplulukta eskiden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan kuşağa iletilen, yaptırım gücü olan kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlar, gelenek - Çocukları ateşe ve tehlikeli şeylere karşı uyarırken söylenen bir söz. 8. Eski Hitit Krallığı'nın geleneksel kurucusu kabul edilen, M.Ö 1680 ve 1650 seneleri arasında yaşamış bi’ Hitit kralı – ‘’Kevin …’’ (X-Men: First Class’da Sebastian Shaw karakterini canlandırmış olan Amerikalı aktör). 9. Merkeze tam bağlı olmayarak bir beyin yönetimi altındaki ülke, emîrlik - 1491'de II. Bayezid'in hazinebaşısı tarafından yaptırılmış, İstanbul Sultanahmet'te bulunan cami. 10. ‘’… Tan Plan’’ (Red Kit’teki sevimli, ancak ‘‘gölgesinden bile aptal köpek’’ Rin Tin Tin’in orijinal adı) – Yararcı amaçlar dışında zevk, arkadaşlık, dostluk vb. amaçlarla sahiplenilen evcil hayvan – Arapçada ‘Gece’. 11. ‘’… Sonja’’ (Marvel firması tarafından yayınlanan Conan çizgi romanının içinde yer alan bir karakter iken daha sonraları Conan’dan ayrılarak kendi çizgi romanı çıkartılan, 17 yaşında tecavüze uğramasının ardından bi’ tanrıçanın kendisine yenilmezlik gücü vermesi ile güçlü ve kuvvetli bir dövüşçüye dönüşen,

Richard Fleischer'ın yönettiği, başrollerini Brigitte Nielsen ile Arnold Schwarzenegger'in paylaştıkları film ile de beyaz perdeye yaşınmış dişi karakter) – ‘’Deve …’’ (Oğuz Aral’ın çizgi kahramanı Avanak Avni’de yer alan; Avni’nin belalısı, mahallenin haylazı olan karakter) - Hayatı boyunca yaşamak istediği macera hayalini gerçekleştirmek için evine binlerce balon bağlayıp Güney Amerika'nın vahşi doğasına doğru yolculuğa çıkan 78 yaşındaki baloncu Carl Fredricksen'ın hikâyesinin anlatıldığı bi’ animasyon. 12. Bir malın sahibinin rızası dışında ve onun bu malı kullanmakla bir zarara uğrayıp uğramayacağı söz konusu olmaksızın bu maldan, işgal tasarruf veya her ne şekilde olursa olsun yararlanması sebebiyle fuzuli şagil tarafından ödenen veya idarece talep edilen tazminat - Herhangi bir seçimde, listenin ilk sırasında olan ad, liste başı. 13. Daha önce karada yaşadığı söylenen fakat kafasındaki yaprağın büyüyerek ağırlaşmaya başlamasından dolayı suya dönmek zorunda kalan bi’ Pokemon karakteri – ‘’Ahmed İbn …’’ (18. yüzyılda yaşamış Faslı bi’ sufi) - Şarkının sert bi’ biçimde vurgulandığı bi’ disko müzik üslubu. 14. Demir yolunda yolcu ve yük taşımakta kullanılan, bir veya birkaç lokomotif tarafından çekilen vagonlar dizisi, katar – ‘’… Batur’’ (Kara Mizah Antolojisi adlı eserin yazarı) - Tek silahı olan mızrağını ustaca kullanabilen, Marvel’in "Sıkı dur Conan! Bundan böyle güçlü bir rakibin var!" anonsuyla yayınladığı Kral Kull’a, maceralarında Ridondo ile birlikte eşlik eden karakter. 15. Vücudun gücünü ve dayanıklılığını artırmak için yapılan uygulama, hazırlık çalışması, egzersiz – ‘’Steins; …’’ (White Fox tarafından 2011 yılında animeye de uyarlanmış, 2009 yılında 5pb. ve Nitroplus tarafından Xbox 360 için geliştirilmiş olan oyun) – ‘’… Le Pew’’ (İnsan biçiminde olan, Warner Bros.'un Looney Tunes ve Merrie Melodies serilerinde ve bazı filmlerinde görülmüş, hayalî bi’ kokarca).

117


Bulmaca

Yukarıdan Aşağıya 1. İlk kez 9 Mart 1964 tarihli Hürriyet Gazetesi Sanatçısı unvanlı tiyatro ve sinema oyuncusu, sayfalarından okuyucu ile buluşan, İstanbul'un seslendirmen) – ‘’House …’’ (Televizyon dünyasının bi’ kenar mahallesinde yaşayan afacan çocuk Nobel Ödülü olarak tanımlanan Humanitas Prize Hüdaverdi'nin mahalle sakinleri ile olan (Pırtık, ödülüne, Altın Küre ve Emmy'e layık görülmüş, tüm Alibey Amca, Gönül Teyze, Kaptan, Ercü, Üşütük,

zamanların en iyi hastane dizilerinden biri olarak

Zurna) maceralarının anlatıldığı, Türk karikatür ve

kabul edilen Amerikan yapımı dizi). 6. ‘’… Kill a

çizgi roman sanatının büyük ismi Sezgin Burak'ın Mockingbird’’ (Harper Lee’nin Pulitzer ödüllü aynı yarattığı, Hüdaverdi-Pırtık adı ile de 1971 yılında

adlı çok satan otobiyografik romanından sinemaya

Lale Oraloğlu’nun beyaz perdeye taşıdığı bant Robert Mulligan’ın yönetmenliğinde aktarılan, karikatürünün adı- ‘’Bahçelerde eğrelti / Oynarlar

Gregory Peck, Robert Duvall gibi oyuncuların

iki … / İkisi de bir boyda / Bulunmuyor kıymeti’’ başrolde yer aldıkları film) – Kısaca ‘’ eastern (Bahçalarda Börülce/Tekirdağ türküsü). 2. Elinden

daylight time’’ - Briç'te sanzatu – ‘’ Nico … Mattia’’

düşürmediği elektrikli testeresi ile deli maceralar (Arjantin doğumlu dünyaca ünlü speedpainter). yaşayan bi’ Cengiz Üstün tiplemesi - İtalyancanın

7. Beyler, amirler – Kısaca ‘’Anadolu Ajansı’’ – ‘’…

Emilia-Romagna lehçesinde "Hatırlıyorum" anlamına

Ambon’’ (Bi’ muz likörü markası olan tropikal içki). 8.

gelen, Magali Noël, Pupella Maggio gibi oyuncuların Neil Gaiman tarafından yazılıp DC Comics/Vertigo başrolde yer aldıkları, yarı otobiyografik bi’ Federico tarafından 1988 ile 1996 yılları arasında yayınlanan, Fellini filmi - 3. ‘’Sam …’’ (Yazarı olduğu Max Payne

10 cilt halinde toplam 75 sayıdan oluşan, Modern

adlı video oyununda ki karakterin yaratımında Çağın en orijinal, sofistike ve sanatsal açıdan en esas alınmış olan model) – Çiçeği Burnunda

çok arayışa sahne olmuş çizgi romanı olarak kabul

Karikatürcüler Mizah Festivali kapsamında verilen

edilen serinin adı – ‘’… Hardy’’ (Örümcek maskesini

‘’Çiçeği Burnunda Karikatürcüler Onur Ödülü’’ çıkardığında Peter Parker’dan hoşlaşmayan Black sahibi bi’ çizerimiz. 4. ‘’Mustafa …’’ (Mıstık adıyla

Cat’in gerçek adı). 9. ‘’Happy … Friends’’ (Sevimli

bilinen, “Taş Devri” karikatürleriyle ünlenmiş, “İbişle

yaratıkların gününün bitiminde korkunç bi’ şekilde

Bebiş”, “Bizim Ali”, “Uzay Çocukları” gibi tiplerinin de

ölmeleriyle sonlanan çizgi film) - Bir ticari veya

yaratıcısı olan karikatürist) – Yazar William Moulton sınaî işletme kurmak veya var olan bir işletmeyi Marston tarafından yaratılmış, gelen her türlü geliştirmek, genişletmek veya yenilemek için gerekli kurşun saldırısını karşılayabilen, hatta bu kurşunları sermayeyi sağlayan kişi. 10. ‘’… Ergönültaş’’ (En yakın düşmanına tekrar atabilen lakin bileklerindeki arkadaşı saf ve iyi niyetli Kelek Osman ile birlikte 'boyun eğme bilezikleri'nin bir erkek tarafından İstanbul'un gecekondusu bol bi’ kenar mahalle zincirlenmesi ile ‘muma dönen’ süper kahraman

semtinde yaşayan Zalim Şevki karakterinin çizeri ya

Wonder Woman’in ‘sivil adı’. 5. ‘’… Güvenç’’ (Devlet da Fransa'nın en popüler iki çizgi roman dergileri

118


Bulmaca olan Metal Hurlant ve L'Echo des Savanes'a çizdiği edilen, 1905 ila 1911 yılları arasında New York Herald renkli çalışılmış kısa öyküler ile bu dergilerde çizgi gazetesinde "Küçük Nemo Uyku Ülkesinde" adıyla romanları yayınlanan tek Türk çizer). 11. ‘’… Drini yayınlanan ve 1911-1914 arası Journal American'da Cuprija’’ (İvo Andric'in Drina Köprüsü adlı romanının da "Muhteşem Rüyalar Diyarında" adıyla devam orijinal dildeki ismi) – ‘’Captain …’’ (Yönetmenliğini eden çizgi bant serisinin çizeri) – ‘’… Blood’’ (2010 Francis

Ford

Coppala,

yapımcılığını

George Comic-Con'da 2 bin kopyalık özel baskı çizgi romanı

Lucas’ın yaptığı 1986 yapımı kısa metraj Michael yayınlanan ABD yapımı bi’ dizi). 14. ‘’Bülent …’’ Jackson filmi) - Asıl adı Abduluzza olan, İslam (Hiçbir süper gücü olmayan, sakar ve bi’ o kadar da peygamberi Muhammed'in amcasının "Alev babası" sevimli çizgi roman kahramanı En Kahraman Rıdvan (cehennemlik) manasına gelen lâkabı. 12. Utanmaz ile sevimli, neşeli fakat her işi eline yüzüne bulaştıran Adam Şeref Haktanır'ın yanından ayrılamayan ve

beceriksiz aile çocuğu Tipitip’in yaratıcısı) – ‘’ …

sürekli, "Ebüüüvveee" diye naralar atan karakterin Tamer Ulukılıç’’ (Gırgır, Fırt, Limon, Mikrop, Çarşaf, adı - Azerbaycan Cumhuriyeti'nde ve Güney

Leman gibi dergilerde çalışmış bi’ çizer). 15. ‘’Salvador

Azerbaycan'da (İran'da) yaşayan Türk soylu halk

…’’ (Walt Disney ile beraber hazırladıkları "Destino"

veya bu halktan olan kimse – Kısaca ‘’Refah Partisi’’. adındaki kısa animasyon filmde imzası bulunan 13. Star Trek’te, bi’ gezegende yaşanan iç çatışmaya

İspanyol ressam) – ‘’Alaeddin …’’ (Türkiye’nin ilk

son vermesi için görevlendirilen, doğuştan sağır halkla ilişkiler şirketi A&B Halkla İlişkiler’in kurucusu) fakat telepati yöntemiyle etkileşerek bi’ başkasının - Düşyeri Çizgi Film Stüdyosu tarafından hazırlanıp ağzından konuşabilen arabulucu karakterinin adı TRT Çocuk kanalında yayınlanan aynı adlı çizgi film – ‘’ Winsor …’’ (ABD gazete çizgi roman bantlarının

ve karakterinin adı.

ilk kurucu ve uygulayıcılarından biri olarak kabul Hazırlayan: Sefa CİMİN

119


İlker YATI

Pin-up

120


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.