Gölge e dergi ekim 2013 sayı 73

Page 1

Gölge e-Dergi 7 Yaşında


İÇİNDEKİLER 04-05 Haberler-Fantasturka-Türk işi Fantazinin İkinci Roundu 06-07 Çizgi Roman - En İyi Yaşayan Bilir...

08 Haberler-Devrim Kunter, Arkabahçe İmza Günü Gerçekleşti.

Wuthering Heights (1992)

09-12 Öykü - Bir Tuhaf Hovardalık 13-15 Sinema- Engelsiz Filmler Ankara'daydı.

73. Sayı ile

tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Editör: Mehmet Kaan SEVİNÇ golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Hasan Nadir DERİN, Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Melahat YILMAZ, Gülhan D SEVİNÇ, Zeynep BAYRAKTAR, Mehmet Berk YALTIRIK, Fatih YÜRÜR, Masis ÜŞENMEZ, Ali ÖZTÜRK Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ceren ÇALICI Kapak: Ömer TUNÇ Pinup: Ahmet ŞAHİN Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com

16-20 Çizgi Roman - Bulut 2. Bölüm 21-26 Öykü - İyonyalı

27 Yeni Çıkanlar- Thomas Ott

28-29 Çizgi Roman İnceleme- Thomas Ott Külliyatı

Gölge 6 yaşını da bitiriyormuş, aferin

30-36 Öykü -Babalar Dokuz Doğurur

kerataya. Kocaman oldu. Gölge büyürken bizden de

37-43 Ön Okuma Çizgi Roman- Oğuz

çok şey götürdü. bakın ilk günün yayın kuruluna, bir de şimdiye bakın

Kağan

kimler kimler değişti. Gölge nedense bir parti havası ile "3 dönem başkanlık yapan yeniden seçilemez" diye

45-49 Öykü- Mahlukların Giyotini

ilerliyor. Değil mi Mehmet ağabey? bakın Mehmet ağabey de 3 dönemi bitirdim jübile yapayım diye tur

50-57 Çizgi Roman İnceleme-Asterix'in

atıyor. Ağabey yap elbette, hem ne demiş ata "ey yükselen yeni nesil" diye başlayan sözünde? biz gölge'de

Veliahtı Belli Oldu.

eski ayları kırpıp kırpıp yıldız yapmak yerine kendi yıldızlarımızı ürettik hep gençlere yer verdik. Atamızın

58-62 Çizgi Roman - Dünya

sözünden çıkmadık. Siz anladınız ne dediğimi, Metin ağabey sen de anladın değil mi neden bahsettiğimi,

63-73 Sinema- Adana'da Altı Gün

Sen de rahat uyu yerinde.

74-80 Öykü- Aliye Ahmet YÜKSEL

81-82 Çizgi Roman - Göz 83-86 Öykü-Asi 88 Pinup

3


Haberler

Haberler

Fantasturka

Türk işi Fantazinin İkinci Roundu! İlki 2011 yılında düzenlenen Fantasturka, bir yıllık aranın ardından geçtiğimiz günlerde yeniden Fantastik Türk Sineması tutkunlarını bir araya getirdi. Festivalin Ankara ayağında, türlü keyifli muhabbetlere vesile olan, blog yazarlarını ve takipçilerini bir araya getiren; devasa bütçeli festivallerin aksine küçücük bütçesiyle, bir festivalde kucağına düşemeyeceğiniz kadar sıcak sohbetlere olanak tanıyan Fantasturka, devamı gelecek festivaller ligine girmeyi başardı nihayet! Malumunuz, yetişemediğimiz bir dönemin özlemiyle ben ve akranlarım için de bambaşka bir öneme sahipti Fantasturka. Belki de bir daha asla beyazperdede izleme fırsatı yakalayamayacağımız Fantastik Türk Sinemasının güzide örneklerini izleyebilmek, benim jenerasyonuma mensup olanlar için bambaşka bir öneme sahipti. Diğer taraftan, yıllarca “dalga konusu” haline getirilmiş Fantastik Türk Sineması örneklerine dair katılaşmış bir algıyı kırabilmek adına da oldukça önemli bir adımdı. Bu sayede, sinemamızın fantastik ve avantür örnekleri, aşağılanması gereken birer burjuva eğlencesi olarak değerlendirilmekten de kurtulacaktı. Fantasturka, fantastik sinemamıza dar örneklerin niteliğine bakılmaksızın, her birinin içerisindeki gizli güzellikleri yeniden keşfetme fırsatı tanımış oldu bir bakıma. O döneme canlı tanık olanlar için keyifli bir hatırlama seansı, es geçenler ya da yetişemeyenler için de keşif imkanı sağlamakla birlikte; bu sinemaya gönül vermiş ve onu gömüldüğü yerden silkeleyip çıkarmak için çaba sarf etmiş olan Metin Demirhan’ı da anmak için olabilecek en doğru hamleydi diğer taraftan! Fantasturka festivali bundan sonra Metin Demirhan ile birlikte, ilk festivalin ardından Kunt Tulgar’ın elinden onur ödülünü alan fakat ne yazık ki kısa süre sonra hayata veda eden, Fantastik Türk Sineması’nın gizli kahramanlarından biri olan Vassilis Barounis’i ve sinemamızın nice kahramanını da anmamıza vesile olacak bir platforma dönüşecek anlaşılan.

Yılın Keşfi: Sihirbazla Kralı Mandrake Killing’in Peşinde! Festivalin Ankara ayağına katılamayanlar için, her ne kadar keşif değeri olsa da pek çok Türk Fantezi takipçisinin daha önce izleme şansı bulduğu filmler vardı. Elbette bu filmleri beyazperdede izlemek her zaman farklı bir değere sahip. Bu bağlamda Dünyayı Kurtaran Adam, Kilink Uçan Adam’a Karşı, Dracula İstanbul’da, Süperman Dönüyor, Ölüler Konuşmaz ki, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler gibi sosyal mecralardan da izlenebilecek yapımlar ağırlıktaydı. Tabi bütün bu yapımların yanında Sihirbazlar Kralı Mandrake Killing’in Peşinde de ilk defa izleyiciyle buluşmuş oldu Fantasturka’da. Ne yazık ki, titiz bir biçimde muhafaza edilemediği için yağmur gibi çizik barındırsa da, bu kayıp hazineyi izleme fırsatını yakalamak da festivalin bu ikinci roundunu değerli kılmayı başardı. Yönetmen Oksal Pekmezoğlu’nun Lee Falk’ın yarattığı Mandrake karakterinin, kabaca kültürümüze adapte edilmiş hali diyebileceğimiz film, Ali Murat Güven ve Kunt Tulgar tarafından Ankara’da bir bodrum katında, gres yağına bulanmış bir halde bulunmuş. Uzun ve meşakatli bir çabanın ardından yıkanıp temizlenen film, büyük oranda kurtarılabilmiş. Pek de güzel olmuş işin aslı! Kendi adıma çok da kabarık olmayan seyir listemde Süperman Dönüyor ve Tan Tolga Demirci’nin yönetmenliğini üstlendiği 2007 tarihli kısa filmi Entrachat dışında, Ege Görgün’ün “Film ve Sinema Blogları Üzerine” söyleşisi, festivalin diğer keyifli hadiseleri arasında yerini aldı. Fantasturka festivalinin bu ikinci ayağı her ne kadar öncülünden daha organize bir biçimde hayat bulsa da, katılım İstanbul tayfasından beklenmeyecek ölçüde azdı. Lokal bir biçimde katılımın en yüksek olduğu aktivite kuşkusuz Baskın’ın gösterimiydi. Yine de tek tük de olsa ilgili izleyiciler ile aynı salonu paylaşmak festivalin değerini koruması için yeterliydi aslında! Festivalin zamanla daha da büyüyüp gelişmesi ve daha çok sayıda Fantastik Türk Sineması meraklısını bir araya getirmesi en büyük arzumuz. Kayıp filmler için tanınan keşif olanağı, keyifli fuaye sohbetleri, ayrıca yeni nesil fantastik sinema üretimleri için ilham kaynağı görevi üstlenmesi, hiç kuşkusuz festivalin ilerleyen yıllarda lezzetini daha da arttıracaktır diye düşünenlerdenim... Eh! O zaman gelecek yıl Fantasturka’da yeniden buluşmak üzere... Fatih YÜRÜR

Festivalin Açılış Bombası: Baskın! Fantasturka bu sene hem keşif hem de ilk gösterim açısından da önemli adımlar attı. Bu adımların en önemlilerinden biri de Can Evrenol’un yönettiği ve sanal mecraya düşen fragmanıyla da pek çok korku - gerilim severin uzun zamandan beri yollarını gözlediği Baskın’dı. Kendi adıma festivale geç katıldığım için göremediğim ve uzun uzun yasını tuttuğum bir olaydı bu! 19 Eylül akşamı, festivalin kapılarını da izleyiciye açan bu gösterimde, ülkemizin sinema bloglarında kalem oynatan pek çok isim de bir araya geldi.

4

5


6

7


Haberler

Öykü

Devrim Kunter

Bir Tuhaf Hovardalık

Arkabahçe İmza Günü Gerçekleşti 22 Eylül 2013 günü gerçekleşen "Seyfettin Efendi ve Olağanüstü Maceraları"nın ilk sayısının imza gününde eğlenceli bir gün olarak geçiti. Arkabahçe Çizgi Roman Shop'un sahibi Ahmet Kocaoğlu'nun elleriyle hazırladığı ikramlar büyük bir keyifle mideye indirilirken kitaplar imzalatıldı, Devrim Kunter sayesinde bir araya gelen dostlar uzun uzun çizgi roman sohbeti etti. Haber Kaynağı –Ç.R.O.P

8

(Ahmed Rasim’in Fuhş-i Atik-Eski İstanbul’da Hovardalık adlı hatıratından ilham alınarak yazılmıştır… M.B.Y) Eski İstanbul’un hovardalık hikâyeleri, baskınları, aşkları, kapışmaları elbette ki meşhurdur. Yaşı yetenler yaşadıklarını, muasırlarımız büyüklerinden dinlediklerini, daha ufaklar muzır neşriyata düşkünlüklerinden yazıya aktarıldığı kadarını bildiğinden herkesin malumudur. Sayısız hikâye ve mesel anlatılır durur. Ancak en acayibini seneler evvel Allah rahmet eylesin meşhur muharrir Ahmed Rasim Beyefendi’den dinlemişizdir, hatta o esnada orada bulunan Maarif Kalemi kâtiplerinden Şekip Bey de hızlıca steno ederek yazıya dökmüştür. Görelim bakalım o gece merhum Ahmed Rasim üstadımız neler anlatmış: “Eski İstanbul’un en debdebeli en hareketli senelerinde bizim de bazı hovardalıklarımız olmuştur elbet. Hatta bunları vakti zamanında Fuhş-i Atik namıyla neşrettik. Ancak yaşadığım bir hadise vardır ki sadece hovardalık olarak değil, kendi hayatımın dahi en acayip, en akıl sır ermez hadisesidir. Ben pek öyle kocakarı masallarına, üfürkçü palavralarına itimat etmem lakin bir vakit öyle dehşetli bir hadiseye şahit oldum ki şu zamanda bile gayri ihtiyari tüylerim diken diken olmaktadır. Bu hadiseyi Fuhş-i Atik’e yazmaya da cesaret edemedim, şimdi sizlere nakletmekteyim. İkinci Meşrutiyet’ten çok önceydi, Sultan Hamid devri tabi. İstibdad’ın en göz açtırmadığı seneler. Sokaklarda Fehim Paşa’ların, Arap Abdullah’ların, Matlı Mustafa’ların, Onikilerin cirit attığı, evlerden köprü altlarına binbir çeşit bitirimhanenin, batakhanenin fabrika misali çalıştığı vakitler… Fuhş-i Atik’te bahsettiğim, hovardalık ahbablarımdan bizim Perukâr’ın berber dükkânındayız. Yine ahbablarımdan, Fuhş-i Atik’i okuduysanız tanıyacağınız Faiz Bey de orada. Gündüz vakti, dükkan açık ama Perukâr piyasada yok. Karşısındaki terzi madama sorduk: “Siz gelmeden bir-iki saat evvel kapıya haydut görünüşlü, bitirim kıyafetli biri geldi. Perukâr beyoğlumu takımları ile aldı gitti, dükkânı da kapatmaya lüzum görmedi.” dedi, madama belli etmedik ama endişe duyduk. Belli ki traşa gitmişti ama haydut görünüşlü adam lafı geçtiğinden haliyle korkuyorduk. O vakitler İstanbul’da kaldırım kurdu, sokak kopuğu, külhanbeyi, kabadayı gırla! Bazı semtlerde gündüz gözüyle adam bıçaklanır, en lüks tiyatroda silahlar atılır, umumhanelerden kadın kaçırılırdı… Neyse baktık bizim Perukâr köşeyi dönmüş geliyor, neşeli neşeli de yürüyor sanırsın maşukasının koynundan çıkıp da gelmiş. Geldi ama yerinde duramıyor, bize selam verirken boyne “Yaşadınız! Hadi yaşadınız!” diye söyleniyor, bizi büyük meraka gark ediyordu. Madamın bize söylediklerini ona da söyledikçe daha da keyifleniyor, manalı manalı gülüyordu. Neyden sonra Faiz’in uzattığı konyak şişesinden bir yudum alınca kendine geldi de bizleri meraktan kurtardı: “Kapıya gelen o külhanbeyi, Gugulik Süleyman’ın adamlarından.” “Bu Gugulik Süleyman, meşhur Onikiler’den Gugulik Süleyman değil mi?” “Öp babanın elini! Ta kendisi! Bir müsademe yaşanmış gece, bir adamıyla birlikte ahbaplarından birinin bu civardaki evine sığınmış. Saçını sakalını kesmesi iktiza etmiş, ipini koparmış bir kiralık fedainin kurşunlarına gelmesin diye, adamını göndermiş: “İlk rastladığın berberi kap gel!” diye emretmiş. O şahıs da benim dükkâna gelince haliyle beni çağırttı.” “Ey? Peki bu sevincinin sebebi nedir?” “Patlama yahu anlatacağız! Neyse ben ilk güvenmedim, adamın sıfatından belinde taşıdığı makineden mütevellit korktum biraz. Gugulik Süleyman der demez Onikiler’in belalı maceraları gözümün önüne geldi, dükkânı bile kapatmayı unutup takımları alıp çıktım. Ecel terleri döke döke traş ettim koca

9


Öykü kabadayıyı. Memnun kaldı, hem bahşiş verdi hem de sevinçli anına denk gelmiş: “Sen beni bu müşkül vaziyetten kurtardın ben de sana bir kıyak yapayım, ahbaplarını al gel. Birlikte Anika’nın Yeri’ne gidelim!” “Ufak at da civcivler yesin be Perukâr!” “Yalanım varsa namerdim. İnanmıyorsanız akşamüzeri kaldığı yere gelin benimle, Anika’nın Yeri’ne gittiğimiz vakit görelim kim yalancı!” Teklifini kabul edip dükkânda akşamı beklemeye başladık. İnanmamamız gayet yerindeydi, zira o vakitler Anika’nın Yeri tıpkı Kaymak’ın Yeri gibi sadece bu türden belalı kabadayıları, külhanbeyi geçinen paşazadeleri, bitirim mirasyedileri kabul eden, bizim gibi masum(!) hovardaların eşiğine bile yaklaşamayacağı umumhanelerdendi. Yani öyle kalkıp Bomonti Birahanesi’ne gider gibi gidemezdiniz azizim, daha içeriye adımınızı atamadan kapıda bekleyen kabadayılardan biri maazallah kaba etinizden şişleyiverirdi! Dükkânda akşama kadar muhabbet ettik, bir-iki müşteri geldi gitti akşam ezanı okunurken dükkânı kapatıp hep birlikte çıktık. Perukâr’ın bizi getirdiği evin önüne gelene kadar halen bu Anika’nın Yeri mevzusuna palavra gözüyle bakıyorduk. Lakin kapısında silahlı külahlı birkaç külhaninin beklediği bir eve gelir gelmez vaziyetin sahici olduğunu anlamakta gecikmedik! Gugulik Süleyman Bey bizi davet edince yukarı çıkmış, sofada kısa bir muhabbete girmiştik. Ancak bizim halimiz görülmeye değerdi doğrusu. Ben henüz talebeyim, hovardalık alemlerine tam alışmamışım, şimdi ise tam karşımda hakkında kanlı hikayeler dinlediğim Onikiler’den biri oturuyor. İnsan nasıl korkmasın? Çekincemizi Gugulik Süleyman Bey de anlamış olacak ki muhabbeti sürdürdü, Perukâr’ın konuşmasının hoşuna gittiğinden bahsetti biz de kendimizi anlattıkça Gugulik Bey’e ısındık ancak sanki sadrazam paşanın huzurundaymışçasına bir çekincemiz hep vardı. Kahvelerimizi içtikten sonra hep birlikte kalkıp evden çıktık, yanımızda yöremizde ceket omuzda bıçak kuşakta külhanilerle Anika’nın Yeri’ne doğru yollandık. Biz tabi Gugulik’in ardında o kadar silahlı adamın ortasında yürüyoruz ya bu sefer korku yerini somun pehlivanlarına yaraşır kof bir cesarete bıraktı. İnsanların korkulu bakışlarından, köşe başlarında racon kesen kaldırım itlerinin kafalarını kabahat işlemiş gibi eğmelerine öylesine tesir altında kaldık ki sanırsınız ben de o azılı kabadayılardan biri olup çıkmışım! İşte biz bu halde Anika’nın evine geldik. Madam Anika geçkin yaşına rağmen güzelce bir hanımdı, bizleri kapıda karşıladı. Evin odalarından çeşitli müzik sesleri, naralar duyulmakta. O vakitler baskınlar meşhur bir evde hovardalık edildiğini mahalleli bir duysun anında imamı önlerine katıp kalabalıkla evleri basar zamparaları döve döve karakola dek sürüklerlerdi. Ama ahalinin bu kabadayı güruhuna dişi geçer mi? Bellerinde tabanca, bıçak eksik olmayan, işledikleri cinayetlerden ötürü cana kıymak icap ederse çekinmez bu kimseleri sıkıysa karakola dek sürükle bakalım! Biz tabi eğlenmeye koyulduk, evin sermayelerinin her tenden her soydan güzelliklerine meftun olduk, ancak bizi yine bir korku aldı. Madam Anika’nın yüzü sararıp solmuş bir halde odanın önünden geçtiğini görünce, Faiz’le ben “Ne oluyor?” diye çekindik. Perukâr oralı olmayıp eğlenmeye devam etti ama bizim içimize bir kere kurt düşmüştü. Gugulik Bey de bizim bu halimizi görüp neden korktuğumuzu sorunca meseleyi ona da aktardık. “Benim misafirimsiniz kılınıza kimse dokunamaz. Mühim bir şey değildir, şimdi sordurur öğrenirim mevzuyu” diyerek bir adamını Madam Anika’nın yanına gönderdi. Adam odaya soluk bir yüzle dönüp, fısıltıyla: “Belgradlı Zoran da eğlenmeye gelmiş. Tesadüf bu ya Dağlı Eşref de evde. Birbirlerinden haberleri yokmuş. Aralarındaki husumet malum, bir rezalet çıkar diye çekiniyormuş.” deyince, Gugulik Süleyman da belli belirsiz bir çekince gösterince biz iyice telaşlandık. Süleyman Bey: “Sizin çekinmenize gerek yok. Bu Dağlı ile Belgradlı, iki gaddar kabadayıdır. Nedenini kimse bilmez hiç geçinemezler, ölümüne hasımdırlar. O yüzden birbirlerinin pek semtine uğramazlar. Anika onları idare eder, kazasız belasız!” deyince biraz rahatladık. Ama iş öyle gitmedi tabi. Faiz’le ben korkunun tesiriyle olacak hacetimizi gidermek için ayakyoluna inmek maksadıyla Gugulik’ten müsaade isteyip odadan çıktık. Tam o esnada karşı odalardan birisinin kapısından gözleri

10

11


Öykü

Sinema

öfkeden kızıla kesmiş dağ gibi bir adam gürültüyle çıktı. Madam Anika ardından bağırıyordu: “Aman Eşref paşamu, kendine gelesin!” diye beyhude yere çırpınıyordu. Dağlı Eşref dedikleri kişi bu olmalıydı. Biz tam hacetimizi gidermekten göz işaretleşmemizle vazgeçip odaya dönecekken bu sefer çaprazımızdaki odanın da kapısı gürültüyle açıldı, gözleri bir acayip, soluk suratlı bir kabadayı çıktı. Dağlı’ya öfkeyle bakmasından ötürü bunun da Belgradlı Zoran olduğunu anladık. Anladık anlamasına ya biz de korkudan helak olduk, bize bir halel gelecek diye mıh gibi çakılıp kaldık olduğumuz yere. Aralarında Slav lisanında söyleşmeye başlamışlardı dillerini anlamıyorduk ama bağrışmalarından ötürü birbirlerine sövdükleri gün gibi meydandaydı. İşte tüm acayiplik o söyleşmenin ardından başladı. Dağlı Eşref gözümüzün önünde sara hastası gibi titremeye başladı. Titriyordu ama bir yandan da kuduz itler gibi ağzı köpürüyor, tuhaf hırıltılar çıkarıyordu. Koca adamın sanki maymun misali kıllar çıkardığını, kan çanağı gözlere ve taşra çıkmış koca dişlere büründüğünü gördük! Ecinni misali bir mahluk olup çıkmıştı. Belgradlı da birden bire ateş kızılı korkunç gözlerle bakmaya başlayıp taşra çıkmış sivri dişlerle buna hırıldamaya başlamasın mı? Bunlar birbirlerinin üzerine atılıp kendi ecinni fıtratlarınca pençeleşmeye başladılar. Ben kabadayı kapışması da gördüm ama böyle iki ecinni kabadayının kapışmasını ilk kez görüyordum. Kurt suretine bürünmüş Dağlı Eşref korkunç bir uluma koyuverince tüm cümbüş sesleri ve gülüşmeler sükût etmişti. Biz de o ulumanın tesiriyle iyice korkup can havliyle odaya geri dönüp kapıyı ardımızdan sıkıca kapatmıştık. Süleyman Bey, adamlarına kapıyı tutturup kapışma bitene kadar beklememizi söyleyince emrine uyduk. İçeriden tuhaf hırıltılar, tıslamalar geliyordu. Gün doğmaya yakın sesler aniden kesilince odadan çıkmıştık. Ezana yakın ikisinin de kapışmayı bırakıp çekip gittiklerini öğrendik. Süleyman Bey, hayatımızın tehlikeye girmemesi için bu geceden ve olanlardan kimseye bahsetmememizi emretti, sonra da evlere dağıldık. Birkaç hafta hovardalığa da çıkamadık, evden işe, işten eve… Neyden sonra bir Bulgar külhanisiyle bir meyhanede sohbet hâsıl oldu. O da bu kapışmaya şahit olmuş bize meseleyi anlattı. Bunların itikadınca Balkan memleketlerinde “vampir” dedikleri kan içen hortlaklarla “vurdalak” dedikleri kurt suretli adam parçalayan ecinnilere dönüşen mahlûklar birbirleriyle süreta kapışmaktalarmış. Biz evvelce Evliya Çelebi’de Kafkas cazularının kapışmalarını okumuştuk ancak böylesine bir şeye evvelce şahit olmamıştık. Buna göre Belgradlı hortlak iken, Dağlı Eşref vurdalakmış, işte bu yüzden o gece birbirlerinin kokularını almışlar, o yüzden kapışmışlarmış. Meşrutiyet’ten evvel ikisi de ortalıktan kayboldu, öldürdüler mi birbirlerini, yoksa güç yetiremeyip kaçtılar mı Allah bilir! Doğru mudur yalan mı bilmem. Belki hokkabazlıktır, belki bu kabadayıların nam salmak için sırları kendilerine has bir tür madrabazlığıdır kim bilir? Ancak bu hadiseye şahit olduğumuzdan, ne ilimle ne de fenle izah edemedik, çocukluğumuzun korkulu düşleri misali bu hadise de aramızda öyle unutuldu gitti işte…” Yazan: Mehmet Berk YALTIRIK

12

İllustrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ

Engelsiz Filmler Ankara’daydı 3-8 Eylül 2013 tarihleri arasında Ankara önemli bir festivale ev sahipliği yaptı. Puruli Kültür Sanat tarafından düzenlenen Ankara Engelsiz Filmler Festivali’nin en önemli yönü adından da anlaşılabileceği gibi engelli seyircilerin de film izleyebileceği bir ortam yaratmak ve engelli/ engelsiz ayırmadan tüm sinemaseverleri aynı film izleme deneyiminde buluşturması idi. Engelli seyircilerin filmleri rahatlıkla takip edebilmeleri için filmler sesli betimleme, ayrıntılı altyazı ve işaret dili eşliğinde gösterildi, filmleri sesli betimleme ile takip etmek istemeyen seyirciler ise festival stantlarından temin edilebilecek kulaklıklardan filmi kendi sesinden takip edebildiler. Her ne kadar görme engeli olmayan seyirciler sesli betimlemeyi tercih etmeyecek olsalar da en azından bir filmin bu şekilde izlenmesini tavsiye ederim. Farklı bir deneyim oluyor. Hiç belli olmaz, belki de kaçırdığınız bir ayrıntıyı bu şekilde yakalayabilirsiniz. Genellikle bir festivalin programında, ilk defa izlenen veya başka yerde izlenemeyecek filmler olmasını tercih ederiz. Ancak Engelsiz Filmler Festivali’nin özelliğinden dolayı bu kez durum biraz farklıydı. Ne yazık ki engelli sinemaseverler vizyon filmlerini seyretmek konusunda zorlandıkları için programdaki filmlerin büyük kısmının yakın zamanda gösterime girmiş olan filmler arasından seçilmiş olması gayet doğru bir uygulama idi. Ancak bu noktada festival ekibi önümüze gelen her filmi programa alalım gibi bir uygulamaya gitmemiş, gerçekten de yakın dönemin en iyi filmlerinden bazılarını programa almış. Böylece engelli seyirciler çok kaliteli filmleri kendilerine uygun şekilde izleme fırsatı bulurken, diğer seyirciler de vizyonda kaçırdıkları bu yapımları yakalama ya da tekrar izleme fırsatı buldular. Festival, 3 Eylül akşamı Cer Modern’de yapılan açılış töreni ile başladı. Festivalin en büyük destekçisi Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olunca açılış törenine bakan Fatma Şahin de katıldı. Engelli vatandaşların da ilgi gösterdiği açılış töreninde festivalin tanıtımı dışında görme engelli Ali Aytaç da güzel bir mini konser verdi. Açılışta ayrıca Cannes’da Altın Palmiye alan Sessiz (Be Deng) filmi de gösterildi. Cer Modern ve Cinemaximum Armada’da gösterilen filmler az önce de belirttiğimiz gibi yakın dönemin en iyi filmleri arasından seçilmişti. Örneğin festivalin Engelsiz Yarışma bölümünde yer alan Tepenin Ardı, Zerre, Gözetleme Kulesi, Jîn ve Lal Gece filmlerini rahatlıkla geçen senenin en iyi yerli filmleri arasına koymak mümkündü. Benzer şekilde Dünyadan bölümünde yer alan Köstebek (Tinker, Tailor, Soldier, Spy), Ömrümüzden Bir Sene (Another Year), Paris’te Gece Yarısı (Midnight in Paris) ve Yükselen Ay Krallığı (Moonrise Kingdom) da pek çok eleştirmenin yılın en iyi filmleri arasına aldığı filmlerdi. Hatta Çocuklar İçin

13


Sinema

Sinema

bölümünü de bu yaklaşıma dahil etmek gerekli. Bu bölümde yer alan Hugo, kanımca gösterime girdiği yılın en iyi filmiydi. Bu bölümler dışında festivalin konseptine uygun olarak hazırlanmış Engel Tanımayan Filmler bölümünde de sinemasal anlamda çok önemli olmasa da bedensel engelli bir insanın bakıcısı ile kurduğu güçlü dostluğu anlatırken, yaşamdan keyif almayı öğrenmesini anlatan Can Dostum (The Intouchables) filmi dikkat çekiyordu. Diğer filmleri daha önce izlediğim için festivalde izlediğim uzun metrajlı tek film, bu bölümde yer alan 800 Km Engelli adlı belgeseldi. Murat Erün’ün yönetmenliğini yaptığı belgeselde İstanbul’dan Muğla’ya bir motosiklet ile yolculuk yapan bedensel engelli iki arkadaşın hikayesi anlatılıyordu. Film bu rota üzerinde engelli insanların karşılaştıkları çeşitli sorunları da göstererek bir farkındalık yaratmayı hedefleyen, bu hedefine de ulaşan bir belgeseldi. Festivalde ayrıca Uzun Lafın Kısası başlığı altında kısa filmlerden oluşan bir seçki de vardı. Bu seçkiyi de festivalde izleme fırsatı buldum. Bu bölümdeki kısa filmler de gayet iyiydi. Açılış töreninde de gösterilen Sessiz (Be Deng) zaten Cannes Film Festivali onaylı bir film. Onun dışında benim özellikle dikkatimi çeken filmler, bir yas süreci ile baş etmenin etkilerini anlatan Sonra ve eğlenceli bir düğün hikayesini bir buzdolabının bakış açısından (tüm filmi bir buzdolabının her kapısı açıldığında içerden görünenler üzerinden gidiyor) anlatan Bir Dilim Hayat filmleri oldu. Birlikte filmi de bir çiçeğe tutkuyla bağlı adam karakteri ile ilginç bir hikaye getiriyordu karşımıza. Festivalin kapanış töreni 8 Eylül’de yine Cer Modern’de gerçekleştirildi. Açılışa göre biraz daha sönük geçen törende Engelsiz Yarışma bölümünün ödülleri sahiplerini buldu. Şebnem Sönmez, Çağdaş Günerbüyük ve Ezel Akay’dan oluşan jüri, en iyi film ödülünü Tepenin Ardı’na verirken, en iyi yönetmen ödülünü Kurtuluş Son Durak filmi ile Yusuf Pirhasan, en iyi senaryo ödülünü ise Zerre filmiyle Erdem Tepegöz kazandı. Seyircilerin oyları ile belirlenen özel ödül ise yine Kurtuluş Son Durak filmine gitti. Sonuçta diğer festivallerdeki kadar yoğun film izlememiş olsam da önemli bir festivali geride bıraktık. Puruli Kültür Sanat’a Ankara’ya bu festivali kazandırdığı için teşekkürler. Sonraki festivallerin daha iyi olması için naçizane birkaç öneri de yapmak isterim. • Festival sırasında hiç yabancı film izlemedim ama yanlışım yoksa sesli betimleme ile anlatılırken konuşmalar da Türkçe dublaj ile verilmiş. Bu doğru bir uygulama olabilir ancak filmin kulaklıktan verilen sesi de Türkçe dublajlı imiş. Teknik olanaklar elveriyorsa (ki kulaklıkta birkaç kanal olduğu için mümkün olmalı diye düşünüyorum) filmleri orijinal dilinden takip etmek isteyenler için böyle bir seçenek de sunulmalı.

• Doğrudan festivali düzenleyenlerin çözebileceği bir sorun değil belki ama görme ve işitme engellilerin filmleri izleyebilmeleri için uygun ortam yaratılırken ne yazık ki bedensel engellilerin işi hala zor. Belli bir yere kadar asansörle gelinebiliyor olsa da yine de insanların karşısına merdiven engeli çıkıyor. Ancak bu hemen hemen tüm sinemalarda karşımıza çıkan bir durum ne yazık ki. Sadece 4 ay boyunca koltuk değneği yaşayınca bile sinemaların engellilere pek uygun olmadığını anlıyorsunuz. Tekerlekli sandalyeler için yer ayrılan salonlarda bile bu yerler perdeye fazlasıyla yakın oluyor genellikle. Keşke bu sorun da çözülebilse. • Gösterimi yapılan filmlerin görüntü kalitesi çok iyi değildi (en azından benim izlediklerimde). İşaret dili ile anlatımı filme ekleyebilmek için orijinal kopya üzerinden bir aktarma çalışması yapılmak zorunda kalınıyor sanırım. Görüntüdeki sıkıntı bundan kaynaklanmış olabilir ama hem engelsiz seyirciler hem de filmi görüntüden takip edecek işitme engelli seyirciler için görüntünün daha kaliteli olması iyi olacaktır. • Son olan festival ekibine yüz yüze ilettiğim bir de film önerisi: Hayallerin Ötesinde (Imagine) filmi bir sonraki festival programında olursa çok iyi olur. Görme engelli bir öğretmenin yine görme engelliler okulunda yaşadıklarını çok başarılı bir sinema diliyle anlatan film festivalin temasına çok uygun. Kapanış törenine ait kişisel bir not: Kapanış törenine dair aklımda kalacak olay, törenin sunuculuğunu üstlenen Levent Kol’un az kişi olan salondan bol alkış istemesi sonrası benim alkışladığımı görmeyip birkaç defa laf atması sonucu üzerimden bir kova ter boşalması oldu. Ne yapalım, kurban olarak beni seçti demek ki…

14

15

Hasan Nadir Derin http://sinemamanyaklari.com/


16

17


18

19


Öykü

İyonyalı I.Bölüm: İhanet Önünden sayısız adım atarak ve sayılamayacak kadar çok düşünceyle geçtiği Saat Kulesi’ne bakıyordu Zeki. Beynini yakarak evrimleşen, yaşıtlarının bir kısmını görse dahi asla bir daha konuşmayacağı tuhaf hayallerinin bu Kule’yi ayakta tuttuğunu düşünürdü hep. Hayır, taşlar değildi bu tarihi simgeyi var eden, yıllar önce kimliği belirsiz işçiler tarafından dikilmemişti bu kule. Zeki’nin anormal boyutlarda çalışan kaotik hayal gücü besliyordu İzmir denen Tanrılar kentinin bu minyatür simgesini. Zaman bu lanet olası taş kuleden çıkmış, buradan doğmuş ve tüm tanrılar tarafından kafirlikle kutsanmıştı. İzmir, İyonya’nın heretik kalıntısı… Tanrısızlığın tuzlu su kokan şehrinde göklere yürüyen yarı tanrılar için eşsiz bir şarap mahzeni… Uçmak isteyen, boşluğun ve eğlencenin en uçlarında yaşayan acı dolu ve bir o kadar da neşeli, manik depresif yaratıklar için mükemmel bir tapınak. Başka hiçbir şeye değil yalnızca kendilerine taptıkları, bireyciliğin yarı-tanrılığa yüceltildiği şehvet ve şarapla yıkanmış devasa bir agora… İzmir, onun aldığı nefesti. İzmir, sıradan bir manevi dirence sahip hiç kimsenin kaldıramayacağı dehşetteki değişken ve ardı gelmeyecek kadar sonsuza uzanan acılarının bira kokusuyla ekşimiş beşiğiydi. İzmir, doğduğundan beri dikenli tellerine tutunup kendini kanatarak büyüdüğü, görüp görebileceği en azılı canavar ve en büyük düşmanı olan zihninin var oluş sebebiydi. Her şey burada başlamıştı. Her şey çevresini idrak edebilmesi ve olaylar arasında mantıksal ilişkiler kurabilmesiyle başlamıştı. Bu korkunç ve tahrik edici şehirde, Antik Çağların hedonist felsefesiyle varoluşa kafa tutan sarhoşluğun harabelerinde tanrıların arasında yalnız bir ucube olarak dolaşıyordu. Yıllardır aradığını bulamamanın verdiği, adına hayal kırıklığı denen manevi işkencenin pençesini hiç olmadığı kadar çok hissediyordu daralan ruhunda. O, kapkaranlık hayalleriyle yükselen cehennem dağlarına çıkıp İzmir’in üstüne kara tahtını kurmak istiyordu. Biliyordu çünkü, kan, şarap ve ölüm kırmızısı dudaklarla birleşmeden geçen her bir gün onun için boşluktan ibaretti. İzmirli bir alkoliğin, Kordon’un heybetli dalgalarına bakan, güce susamış İyonyalı bir tanrının başka hayali olamazdı! * * * İçinde bulunduğu tüm koşulların mükemmel bir uyum içinde kendi aleyhine olduğu düşünüldüğünde yaptığı eylem kesinlikle akla mantığa sığmazdı. Hissettiği yüksek gerilim ve adrenalinin boşaltım organlarından aşağı doğru yaptığı son derece rahatsız edici basınç dikkate alındığında yeterli konsantrasyonu sağlaması imkansıza yakındı. Kaldı ki başarılı olsa bile en ufak bir tedbir almadan giriştiği bu tehlikeli işte yolunda gitmeyen tek bir şey fiziksel ve ruhsal olarak üzerinde kalıcı hasarlar bırakabilirdi. Bu karanlık ve çılgınca eylemin geri dönüşü yoktu. Ancak onu yönlendiren şey olasılıklar ya da şartlar değildi. Onun gözünü, hevesle gözünü diktiği karanlığın tehditleri hiç değildi! O yine, doğduğundan beri İzmir’in sarhoşluğuyla örülü histerik tutkularının peşinden gidiyordu. Karanlık arzularının ve günaha olan susamışlığının önünde hangi mantık zinciri durabilir, hangi tehlike riski her geçen saniye içinde büyüyen zehirli alevi söndürebilirdi? Yine de pek umudu yoktu Zeki’nin. Zordu, aşırı derecede stresli, zahmetli ve de en önemlisi görülme tehlikesi içeriyordu. Evet, Zeki’yi en çok zorlayan şey yapacağı şeyin herhangi bir şekilde görülmesi ve kendinin deşifre olmasıydı. Bu antik ve kafirce bilgeliğin ilk şartı mutlak gizlilikti. Çıkaracağı en ufak bir ses

20

21


Öykü

yatak odasında uyuyan ebeveynlerinin odasına gelip bir göz atmasına sebep olabilir ve zaten gerginlik dolu seansın olabilecek en kötü şekilde sonlanmasına sebep olurdu. Hele bir de tam o sırada davet ettiği “varlık” gelmişse, onu geri göndermeden aniden bitirilen bir seans varlığın istenmedik şekilde daimi olarak bulunduğu mekanı mesken tutmasına ya da kendisini çağıran kişiyi rahatsız etmesine sebep olabilirdi. Evet, dünyanın sahte ışıklarından gözleri ağrıyan İzmir’in en tuhaf yarı-tanrısı, güce giden lanetlenmiş karanlık yollarda ilk adımını atacak ve Cin çağıracaktı! Gözlerine girmeye çalışan hain uykuya inatla direnirken sonunda anne babası yattı Zeki’nin. “İyi geceler!” diye seslerini duyduğunda yüreğinde feci bir sarsıntı olmuştu. Korkuyordu çünkü, ölümüne korkuyordu. Köpekler gibi korkuyordu ama tehlikeden dolayı değil, görülecek, işi yarım kalacak ve zaten binbir zorlukla toplayabildiği iradesi yeni bir başarısızlıkla paramparça olacak diye korkuyordu. Kapıyı kilitleyecekti elbette ama bu bir çözüm değildi ki. Gece tuvalete kalkacak olan anne veya babası onu şöyle bir kontrol etmeye gelebilir ve kapının kilitli olduğunu görünce telaşlanıp seslenirlerdi içeri. İşte o zaman varlığa yoğunlaşarak toplamaya çalıştığı aura enerjisi dağılır ve her şey biterdi. Hele bir de valık farkında olmadan gelmişse geri gitmez ve işte asıl tehlike o zaman başlardı. Karanlık davet ayinlerinde gizlilik ve mutlak yoğunlaşma başarı için ilk şartlardı. Ev sessizliğe gömüldü. Işıklar kapatıldı ve Zeki daha yatmayacağını söyleyerek odasında kaldı. Yüzlerine bakarak ona iyi bir gece geçirmesini dileyen ahmak ebeveynleri, içinde gün geçtikçe büyüyen hüzünlü canavardan nasıl da bihaberdi! Tüm dünyayı yakıp da alevinde kurbanlarının derileri küle dönerken çığlıklarını zevkle izleyebilecek bitmek bilmez öfkesini nasıl da anlamıyorlardı. Nasıl da yabancılardı kendi kanlarından gelen “biricik” evlatlarına. Hiçbir zaman inanmamıştı hiçbir türden kan bağının zorunlu bir saygı, sevgi ve itaat gerektirdiğine. Böylesi saçma bir fikir ancak köle ahlakından kurtulamamış, bireylik bilincini azami bir aptallıkla reddederek gelenek faşizmi saçan toplumlarda görülebilirdi. Her şeye rağmen, yaşadığı şehrin adı İzmir olmasına rağmen aile tüm iğrençliğiyle aile kavramının rezilliklerini sürdürmeye devam ediyordu ve kendi isyanını olabildiğince geniş tutmaktan başka yapabileceği bir şey yoktu. Zeki, karanlık odasında yatağına oturup duvara yaslandı ve yarım saat kadar o şekilde meditasyon durumunda bekledi. Mümkün olduğunca nefeslerini düzenlemeye ve enerji seviyesini hazırlık olarak arttırmaya çalıştı. Bütün majikal çalışmalarda ve ritüellerde enerji ve konsantrasyonun iç şartlarının en önemlisi doğru nefes tekniğiydi. Doğru nefes tekniğini düzenli bir şekilde uygulayan kişi aurasında büyük bir enerji biriktirebilir ve bu artan enerji miktarıyla çevresindeki bedensiz varlıkların dikkatini kolayca çekebilirdi. Yatak odasından gelen ritmik ve yavaş nefesleri duyduğunda uyuduklarına emin olmuştu. İşte işin en zor ve çileli kısmı başlıyordu. Yani işin kendisi! Zeki’nin özellikle arzulayıp da yapmaya kalkıştığı her işte sebebini anlayamadığı bir uğursuzluk dalgasıyla gelen aşırı isteksizlik yine çökmüştü üzerine. Her adımında bilinci ona “Yapma!” diye bağırıyor, kapıya doğru attığı her adım ona kendi arzularının yarattığı alevden çukurlarda maruz kaldığı bir işkence gibi geliyordu. Anlayamıyordu, bir canlı nasıl kendi tutkusunun istediği böylesine görkemli, delice ve karanlık hazlarla dolu bir işe kalkışırken böylesine isteksiz ve sanki zorla yapıyormuş gibi hissedebilirdi ki? Artık bunları düşünerek vakit kaybedemezdi. Yıllardır tüm eylemlerine yapışan bu ne olduğu belirsiz kırgınlıktan kurtulmanın vakti gelmişti. Ciğerlerine doldurduğu gecenin her buğulu nefesiyle,

22

23


Öykü

Öykü

havada titreşen kara arzuların yakıcılığını her solukta iradesine yönlendirdi Zeki. Sadece bir adım sonrası ve bir adım daha, kapıyı kilitle. Malzemeleri çıkar ve masaya diz. Boşalttığı bilgisayar masasın üzerine ritüel malzemelerini dizerken hareketleri yavaşlamış ve belli bir ritmik düzene girmişti. Sadece bu malzemeler için kullandığı özel çekmecesini açtığından itibaren Sandal tütsüsünün ferahlatan kokusu yayılmıştı odaya. Güzel esansın zerrelerini genişçe açtığı burun deliklerinden iyice içine çekti. Yüzüne istemsiz bir sırıtış yayıldı Zeki’nin, hiçbir şeyden olmadığı kadar güzel kokulardan tahrik olan zeki ucubenin. Kırmızı mumunu sol üst ve tütsüsünü kendisine mümkün olduğunca yakın ama harfler ve bozuk parayla çakışmayacak şekilde sol alt köşeye koydu. Sonra tek tek yarım daire şeklinde alfabenin harflerini yazmış olduğu küçük kağıt parçalarını önüne dizdi. Sağ ve sol taraflara da evet, hayır, merhaba, hoşça kal ve 0’dan 1’e kadar sayıları alt alta dizdi. Ortaya da bozuk parayı koyup son kez kapıyı kontrol ederek kilitli olduğundan emin oldu. Lanet olsun kullanabileceği küçük bir kahve fincanı bile yoktu! Annesi binbir süsle çinilenmiş fincanları salondaki dolabın en tepesine koyuyordu ve Zeki onları karanlıkta almaya çalışırken en az birkaçını düşünüp kıracağından emindi, böyle bir riski göze alamazdı. Zeki ışığı kapatıp masanın başına oturdu. Yavaşça mumu ve tütsüyü yaktı. Tütsünün ucunun alevle kırmızı olmasını bekledi ve ardından sarı canlı alevi üfleyerek söndürdü. Sandalın zihni ferahlatıp yoğun konsantrasyona hazır hale getiren muhteşem kokusu burnundan girdiği andan itibaren algılarını karanlık titreşimlerle tetiklemeye başladı. Karşısında kurduğu sistem çok ilkel bir bedensiz varlık davet yöntemi olsa da elinden gelen şey sadece buydu. Ne profesyonel majisyenler gibi sadece bu işe ait, rahatça yoğunlaşabileceği bir oda veya majikal enerjiyi arttıracak ekipmanları, ne de işi yavaşlatıp güvenli hale getiren duayla çağırma yöntemini uygulayacak kadar dini inancı vardı. Hiçbiri yoktu, ama hepsinin yokluğunu unutturacak kadar yakıcı, karanlık ve kafirlikle yanıp tutuşan güce susamışlığı vardı. Tanrısallık onun için böylesi antik ve ilkel bir kötülük bilgeliğinin basit düzeneğini kurmak kadar yakındı! Zeki, aldığı derin nefeslerle zihnini kısmen de olsa yavaşlatmayı başardı ve davetin ilk cümlelerini söyledi. Her kelimeyle birlikte çevresini daha çok hissediyor, her titreşimi daha çok algılıyor ve tüyleri diken gibi kalkıyordu. Aurasındaki enerji artışıyla birlikte kulaklarında hafif uğultular oluşuyor ve basınç hissediyordu. Ağzından çıkan her teşvik edici sözle birlikte kafasında gittikçe artan bir karıncalanma hissediyordu. Bir ritüel için bütün kötü şartlar mevcut olmasına rağmen iyi yoğunlaşabiliyordu Zeki; belki çaresizlikten, belki de tek çılgınca çareyi bulduğunu düşündüğünden! Tekrar tekrar davet etti dikkatini çekmiş olmayı umduğu bir Cin’i, gittikçe daha hırslı ve kızgınlıkla söylenen kelimelerle. Odanın içinden aniden kaynağı belirsiz bir hava akımı geçince bir an durdu. Kırmızı mumun alevi dengesizce yanlara oynamaya ve büyüyüp küçülmeye başladı. Titreşen alev, odanın soluk duvarlarında uğursuzluğun gölgelerini oluştururken Zeki heyecanla odanın içine konuştu. “Burada mısınız?” Elini ittiren görünmez bir güçle birlikte para kağıt üstündeki “Evet” yazısına gidince yüreğinin kaburgalarında yerinden oynadığını sandı. Gelmişti, öte alemlerden beklediği güce açılan kapıyı aralamıştı işte! Zeki, böbreküstü bezlerinden vücuduna yayılan alev gibi adrenalinle bir an panikledi ama kendini hemen topladı. Bugünü hayal ediyordu kendini bildi bileli, hiçbir sıradanın aklına bile getirmeyeceği, korkuyla kaçacağı aykırı yolunda ilk işaretini almışken korkuyla kontrolünü kaybetmek söz konusu bile

olamazdı. Zeki bütün iradesini yoğunlaştırmaya çalışırken bir yandan da yatak odasında uyuyan anne ve babasını uyandırmamak için sesini mümkün olduğunca kısık çıkartıyordu. Mumun gür alevine rağmen odaya derin bir karanlık çökmüştü. Gecenin karasından daha koyu olan bu uğursuz siyahlık, kendine ait olmayan bu alemde durabilmek için Zeki’nin kuvvetli ruhsal enerjisini büyük bir iştahla emiyor ve bu durum onun nefes almasını zorlaştıracak kadar boğuyordu. Karşılığında ise bu tutkulu, hırslı ama bir o kadar ruhsal olarak çökmüş ölümlünün sorularına cevap veriyordu. Cin için yeterince eğlenceli ve zevkliydi. İnsanların majikal enerjisi bu tür bedensiz varlıklar için her zaman iştah açıcı olurdu. Zeki, varlığın ismini ve inancını öğrendi. İsmi Yurat’tı. İnancını sorduğunda ise k-a-f-i-r-i-m harflerine gitmişti para. Zeki hiç korkmamış, aksine varlığa alışmanın da etkisiyle keyiflenmişti. Tam da kendisine uygun, aykırı ve küfrü seven bir karanlık varlık gelmişti huzuruna. Tanışma kısmı bittikten sonra neyi soracağını hiç planlamadığını fark ederek bir an dehşete kapıldı Zeki. Böylesine tehlikeli bir durumda nasıl olur da en önemli şeyi, varlığa soracağı soruları hazırlamazdı. Sonra yine kendi kendine gülmek geldi, hayatı boyunca hangi önemli işini uzun uzun planlamış ve tüm olasılıkları hesaplamıştı ki? O kontrolü değil kaosu övmüş, karmaşanın belirsizlikle örülü rahatlığına tapmıştı. Uçurumdan aşağı son sürat düşen hüzünlü bir canavar olmayı kravatlı bir rutin hayat kölesi olmaya her zaman tercih etmişti. Zaten çok fazla düşünmesine gerek kalmadan aklına yüzlerce soru üşüşmeye başladı. Gücü getirecek soruları bulmak ha? Tüm kainatta ona bundan daha kolay gelecek bir şey olamazdı. Önce maddi gücü sağlamalıydı. Her şeyden önce madde vardı. Sonra ruh, maneviyat ve duygular gelirdi. Para! Tipik bir üniversite öğrencisinin tüm özelliklerini taşıyordu maddi olarak. Yani savurganlıkta ve parasız gezmekte üzerine yoktu. En son ne zaman ay ortasında geldiğinde cüzdanında karnını kalan günler boyunca doyurmasına yetecek kadar parasının kaldığını hatırlamıyordu. Öncelikle sağlam bir para girişi olmalıydı. Sonra gelirdi gösteriş, yükseliş, cazibe, alkol ve uçuşlar! Bunu düşünmesiyle ne zamandır kafasına takılan ama nevrotik zihninde sürekli dalgalanan aşırı duygularla bilinçaltına ittiği bir konu yüzeye çıktı. Karşı komşu memur Ahmet Bey’in nereden geldiği belli olmayan, mahallede dedikodu konusu olan mal varlığı. Vergi dairesinde veznedar olduğu bilinen ve eşi ev hanımı olan Ahmet Bey’in altındaki Mercedes arabası, evindeki iki klima, Bodrum’daki yazlığı, mahalle sakinlerinin kafasına şüphe tohumları ekmesi için yeter de artar bile. Zeki uğursuz heyecanıyla sordu, gaybdan haberler getiren habis varlığa. Gücün ön şartı olan maddiyatın, yani paranın kokusunu almıştı bir kere. Ahmet Bey’in parasının nereden geldiğini sordu. Belki o kuytularda kalmış kaynağı bulabilirse elde edebileceği kozla kaynağa kendi elini sokabilirdi. Soru üzerine Yurat’ın karanlık aurasındaki ani dalgalanma ve parmaklarındaki artan kuvvetle hızla harflere giden paradan, davetin farklı bir boyuta ilerlediğini anlamıştı hemen Zeki. Daha farklı, daha karanlık, daha heyecanlı! Bu soru, yani gücü getirecek soru varlıkla bir anlaşmayı da gerektiriyordu Sıradan basit bir bilgi değildi istediği. Kendisine somut büyük maddi güç getirebilecek, başkasının sır niteliğindeki gizli bir bilgi, hiçbir ölümlüye karşılıksız verilmezdi. Zeki bedelin ne olduğunu sordu öte alemlerden gelen karanlık varlığa. Hızla, hevesle harflere giden parayı gözleriyle takip etti ve cümleyi anlayınca gözleri büyüdü. İstemsizce yutkundu Zeki. İşte, yalan değildi o öykülerde anlatılanlar, uyduruk şehir efsanelerinden ibaret değildi güç için habis varlıklara ödenen kanlı bedeller. Feda etmesini istiyordu varlık, değerli birisini, bir insanı! Servet için kanlı canlı birisini feda edecekti, ama sıradan biri değildi, değer verdiği nadir insanlardan, dostum diyebileceği

24

25


Öykü

Yeni

Çıkanlar

sayılı kişilerden Kaan’ı istiyordu Yurat. Onun canına karşılık karanlık zaferine tırmanan ölümlüye gücün ilk şartını, serveti sunuyordu! Yaşadığı anlık şaşkınlık ve ikilemle habis karanlığın boğucu baskısını tüm ruhunun üstüne çökmüş hissediyordu Zeki. Bunca yıldır kendisini anlamaya yaklaşmış tek insanı da karanlığa kurban etmek mi? Bu gerçekten kötü bir fikir olabilirdi. Ama alt tarafı eninde sonunda o da kendi gibi ölecek bir insandı. Eninde sonunda hepsi aciz homo sapienlerden oluşan sahte medeniyetin altı milyar üyesinden herhangi birine basit bir insandan daha fazla verirse kendi aşılmaz yalnızlığıyla örülü korkunç zaferine nasıl yürüyebilirdi? Hangi gerçek başarı, hangi kanlı zafer dostluk, ahlak ya da benzeri uydurma kavramların üzerine yükselmişti? Hiçbiri! Aykırı bir zaferin tek bir şartı vardı, ihanet! İhanet, tüm şehvani hırsların en büyüğü, insanoğlunun değişmez çöküşünü ayna gibi yansıtan tek samimi eylemiydi. İhanetsiz bir zafer düşünülemezdi. Zeki’nin gözlerine Antik İyonya Tanrılarına yakışan, iblislerce kutsanan korkunç bir parıltı inmişti. Güce taparlığın kanla yıkanan ilk basamağı, ihanetin hazzı! “Kabul ediyorum, onun canı senin olsun, bana istediğimi ver!” Yurat’ın hevesi en az Zeki kadar büyüktü, öylesine sevinmiş ve hırslanmıştı ki, şiddetle güçlenen aurasından dolayı mumun ışığı anormal boyutlarda dalgalanıyor, ahize ve odasındaki diğer eşyalar kendi kendine hareket ediyor, odanın içinde anlayamadığı dilde fısıltılar duyuluyordu. Zeki’nin başını kerpetenle sıkılıyormuş gibi aşırı bir basınç altındaydı Cinin harflere götürdüğü bozuk parayla anlattığı gerçeği gördüğünde zevkle solukları hızlandı. Memur Ahmet’in kaynağını bulmuştu, nasıl ona “mecburi” bir ortak olacağını çok iyi biliyordu. Cini göndermesinin vakti gelmişti. Nasıl olsa yine görüşecekti, Yurat’a feda ettiği arkadaşının onda uyandırdığı kan arzusunun büyüklüğünü hissediyordu. Herkes, her şey, insan ya da değil, bütün varlıklar yalnızca güç için yaşıyordu, başka bir gerçeklik yoktu! Deliliğin sarp dağlarında beklediği mutlak zaferine giden İyonyalı yarı-tanrı için yasak hazlarla dolu zaferler daha yeni başlamıştı. Yazan: Can ÇELİKEL

İllustrasyon: Erdinç KALAFAT

Thomas Ott Flaneur kitaplığı piyasa temayüllerinin dışında akan seçkisi ve edisyona gösterdiği hususi ihtimamla Türkiyeli okurun ezberini bozmaya, bu kez İsviçreli sanatçı Thomas Ott ile devam ediyor. Sanatçı, sinemacı, şarkıcı ve çizgi roman ressamı Ott klasik çizgi roman üretim teknikleri dışında, yazı ve resim ortaklığını scratch art tekniği ile tek bir cümle kurmadan bozarak eserlerini görsel bir şölene dönüştürmeyi başarıyor. Ott, kretuar yardımıyla bir cerrah gibi kazıyıp yonttuğu sayfalarında, seks, uyuşturucu ve şok’n roll kavramını birleştirerek çizgi romanlarında korku ve gerilim hikâyelerini okurun içine ustaca işliyor ve yarattığı bu karanlık evrenin korku tünelinde okurunu sinir bozucu ve ürpertici yolculuklara çıkartırken, çağdaş grafik anlatımıyla eşsiz başyapıtlar ortaya koyuyor. Flaneur, Thomas Ott’ un birbirinden özel üç eserini okurlarına aynı anda ve her biri 666 adet numaralandırılmış özel baskı olarak sunuyor.

Numaralar / Numbers 144 sayfa 170gr Kuşe, Hardcover, 666 adet numaralandırılmış özel baskı. Fiyat: 35 TL Çeviri: Bilge F. İnandı Yayıncı : Flaneur Comics

Cinema Panopticum 104 sayfa 170gr Kuşe, Hardcover, 666 adet numaralandırılmış özel baskı. Fiyat: 32 TL Çeviri: Bilge F. İnandı Yayıncı : Flaneur Comics

Thomas Ott - R.I.P 192 sayfa 170gr Kuşe, Hardcover, 666 adet numaralandırılmış özel baskı. Fiyat: 38 TL Çeviri: Bilge F. İnandı Yayıncı : Flaneur Comics

26

27


ÇizgiRoman

ÇizgiRoman

İnceleme

İnceleme

Thomas Ott Külliyatı Flaneur, geçtiğimiz ay bizler için eşine benzerine sık rastlanmayan bir güzellik yaptı ve Thomas Ott’un seçme eserlerinin toplandığı, Cinema Panopticum, Numaralar ve R.I.P. adındaki üç cildi raflara çıkarıverdi! 1966 Zurih doğumlu Ott, benim de aralarında bulunduğum oldukça geniş bir yazar – çizer kitlesini etkilemiş hikâyeler ele alan bir yetenektir. Aslen başarılı bir illüstratör olan Ott, Scratch Art tekniğinin de en başarılı icraatçılarından biridir. Tabi Ott’u pek çok yazar – çizerden ayıran en önemli özelliği hiç kuşkusuz aynı zamanda zevkli bir sinefil olmasıdır. Bu sebepledir ki, oldukça detaylı çizimleriyle süslediği ve her biri başlı başına sessiz birer gerilim filmini andıran öyküleri; çizgi roman takipçilerinden çok sinemaseverleri cezbetmektedir. Ott’un eserlerinde, sadece teknik ve içerik adına sayıp dökebileceğimiz gevelemeler ile açıklayamayacağımız bir başka bileşen de var… Kimilerine göre bu bileşen Ott’un bedeninden çıkarak öykü sayfalarının arasına sokuşturmayı başardığı ruhundan fazlası değil belki de! Belki de biraz da bu sebeple olacak ki, anlattığı hikâyelerin biçim olarak, başını alıp gitmiş ve ulaşılamaz bir yaratıcılığın ürünü olduğunu iddia edemeyiz belki ama kendisinin yaptığı en iyi illüzyon, en sıradan hikayeyi bile olağanüstü bir atmosfere büründürmekte hiçbir zorluk çekmiyor oluşu! Flaneur etiketi ile basılan bu üç ciltlik külliyatın, ülkemiz okurları arasında hala Thomas Ott ile tanışmamış olanlar için bulunmaz bir fırsat sunduğunu belirtmek gerekir. Büyük ihtimalle ülkemizde basımı konusundaki cesaretin kolay kolay gösterilmeyeceği bir sapağa girmiş Flaneur. Bu sayede de, çizgi roman severlerin ve Thomas Ott takipçilerinin nefes alabileceği bir yol açmış adeta! Hele ki metinsel ağırlığı minimum seviyede olmasına rağmen, çizgi roman ile sinemasal anlatımı evlendiren scratch art örneklerinin basımı konusundaki riskler düşünüldüğünde, bu külliyatın ülkemiz okuyucusuyla buluşması daha da değerli bir hal alıyor! Tam 666 adet basılmış olan bu numaralı özel baskılarda, kozmik anlatıyı bir palto gibi sıkı sıkı üzerine giyip kuşanmış hikâyeler, saykodelik suları kulaçlayan ve varoluşçuluk okyanusunda kaybolmak üzere olan karakterler, seks, uyuşturucular ve şok’n roll kavramları ile kenetlenmiş öyküler bekliyor sizleri! Bu zamana Scratch Art tekniğinden uzak kalmış okuyucular (ya da daha doğru bir tabir ile izleyiciler) için, kesinlikle keşfedilmesi gereken görsel bir şölen! Fatih YÜRÜR

28

29


Öykü

Babalar Dokuz Doğurur Eşimi hastaneye götürmem için, doğum sancılarının doktorun istediği sürelerde gelmesi gerekiyormuş. Saçma ama dinlemekten başka çarem yoktu. Böylece hayatımın en uzun öğleden sonrası yaşamaya başladım. Zaman bir türlü akmak bilmiyordu. Aynı yerde bir dakika bile duramıyordum. Sürekli olarak evin içinde dolanıyor, en ufak bir ses duyduğumda, koşarak Duygu’nun yanına geliyordum. Sancılandığını fark ettiğimde, ellerini avuçlarımın içine alıp bildiğim tüm duaları mırıldanıyordum. Akşam sekize doğru, sancılar beş dakikada bire, direnme gücüm ise sıfıra inmişti. Telefona sarılıp doktoru aradım. Biraz daha sabretmemizi tekrarladı. Aldırış etmedim ve hemen hastaneye geleceğimizi söyledim. Duraksadı. Ardından, “Madem bu kadar kafaya taktınız, gidin. Geleceğinizi haber veririm. Sancılar sıklaştığı zaman bende gelirim.” dedi. Bu kadarı fazlaydı artık. Gerilen sinirlerim birden boşaldı. O an neler söylediğimi gerçekten anımsamıyorum; ama telefonu kapattığımda doktorun hastaneye gelmek için yola çıktığından emindim. Doktorla olan konuşmamıza kulak misafiri olan kaynanam hayatında ilk defa bana teşekkür etti. Duygulanmıştım. Tamamen istem dışı Mukadder Hanıma sarıldım. “Allah’ın izniyle kurtulacak oğlum. Şimdi bir taksi çağır.” Dedi. Yola çıkana kadar Duygu iki kez daha sancılandı ve her seferinde vücudum tere bulandı. Taksiye bindiğimizde, şoför dörtlülerini yakıp gaza sonuna kadar bastı. On dakika sonra hastanedeydik ve tahmin ettiğim gibi doktor bizden önce gelmişti. Bana soğuk bir edayla baktıktan sonra Duygu’ya dönüp, “Hemşire Hanım sizi içeri alsın da bir muayene edelim dedi. Dışarı çıktığında gülümsüyordu ve bu hali nedense hiç hoşuma gitmemişti. Ayağa kalkıp yanına gittim. “Telefonda söylediğim gibi boşuna telaşlandınız Alper Bey. Doğum en erken dört beş saat sonra olur.” Dedi. Aklı sıra bana laf sokuyordu. Bunun altında kalamazdım. “Daha önce de Çarşamba dememiş miydiniz?” “Ortalama olarak söylemiştim. Tıpta hiçbir zaman kesin konuşamazsınız. “ “Ama şimdi çok kesin konuşuyorsunuz.” “Şimdi her şey daha belirgin.” “Cuma günü de bir ay öncesine göre belirgindi; ama yanıldınız. Bu durumda yine atlama payınız yüksek.” “Mümkün değil daha saatler var.” “Bilmiyorum. Bekleyip göreceğiz.” “Odanızı ayırttım zaten. Acil bir durum olursa hemşire hanım haber verir hemen gelirim.” “İmkânsız.” “Neden?” “Ya siz gider gitmez doğum başlarsa? Beraber bekleyeceğiz.” “Açıklık daha bir parmak Alper Bey. Burada durup ne yapacağım?” “Tıpta kesinlik olmadığını az önce siz söylemediniz mi? Bu durumda gitmenize nasıl göz yumabilirim? İşiniz olabilir; ama inanın benim de vardı. Size inanmış olsaydım şu an Yeni Zelanda’daydım?” “Nasıl yani?”

30

31


Öykü

Öykü

“İşim gereği sürekli seyahat içindeyim. Pazartesi günü; küreselleşen dünyanın ekonomik sorunlarıyla nasıl baş edebiliriz konusunda Yeni Zelanda’da bir seminer verecektim. Biletimi de almıştım. Kongreden sonra da hemen dönüp doğuma yetişecektim. Verdiğiniz güvenceye rağmen içim bir türlü rahat etmeyince, iptal ettirdim. Ama ya gitseydim? Oğlumun doğumunu sizin hatanız yüzünüzden kaçıracaktım.” “Oğlan mı demiştim?” “O konuda da mı tıp kesin konuşamıyor.” “Nadir de olsa bazen atlanılıyor.” “Aman benden uzak dursun. Günlük yanılma kotam doldu. Şimdi bekliyoruz değil mi?” Gözleri asla demesine karşın dudaklarından “Evet.” sözü çıktı. Arkasını dönüp giderken tüm hırsını çıkartırcasına bağırdı: “Hemşire Hanım hastaya serum bağlayın.” Saatler ilerledikçe doktorun haklılığı ortaya çıktıysa da, bunu hiç kafama takmadım. Kendi açımdan önlemimi almıştım, gerisi onun sorunuydu. Koridordan her geçtiğinde “Sana dememiş miydim?” dercesine bana bakıyordu. O zaman oturduğum koltuğa yayılıyor ve gözlerimi üzerine dikiyordum. Zamanla benimle karşılaşmamak için odasından çıkmaz oldu. Bu sefer de ben üzerine gitmeye başladım. Yarım saat aralıklarla Duygu’nun durumunu soruyordum. Okuduğu kitaptan gözlerini ayırmadan “Değişen bir şey yok. Daha önce söylediğim saatte.” diyordu. Teşekkür edip odasından çıkarken duraklayıp, “Ama tıpta hala kesinlik yok, öyle değil mi?” diyor ve yanıtını beklemeden hızlı adımlarla yanından uzaklaşıyordum. Gece yarısından sonra Duygu’nun sancıları giderek artmaya başladı. Teselli vermek için yanına gidiyor; ama her seferinde attığı çığlıklara dayanamayıp soluğu bahçede alıyordum. Bir süre dolandıktan sonra, sancılarının bittiğine ve artık rahatladığına kendimi inandırıp hızla geri dönüyordum. Koridora adımımı attığım an, yanıldığımı anlayıp gerisin geriye kaçıyordum. Bir şeyler yapıp çektiği acıyı sonlandırmam gerektiğini bilmeme rağmen bir çözüm üretemiyordum. İşte o çaresizlikle doktorun yanına gidip yardım etmesi için yalvarıyordum. Boyunduruğu altına girmiş olduğumu görmenin rahatlığıyla arkasına yaslanıp, “Merak etmeyin. Her şey kontrolüm altında.”diyordu. “Madem öyle neden hala acı çekiyor?” Donuk bir ses tonuyla, “Doğum bu, çekecek.” diye yanıt veriyordu. İçimden boğazına sarılıp hırpalamak geliyor; ancak ona muhtaç olduğumdan kendimi tutuyordum. Bahçede de yerimde duramıyordum. Duygu’nun çığlıkları; hastanenin soğuk duvarlarını parçalayıp kulağımın dibinde yankılanıyor gibiydi. Gözümü kapıdan ayırmadan deli danalar gibi dönerken sırtıma bir el dokundu. “Sigaran var mı delikanlı?” Sese doğru döndüğümde kirli sakallı bir adamla karşılaştım. Göz çukurları derin, avurtları çökük, benzi; tüm kanı çekilmişçesine sarıydı. Yerinde duramıyor, rüzgârın ağaçları savurması gibi sağa sola sallanıyordu. Cebimden paketi çıkartıp uzattım. İki tane aldı. Birini dudağına, diğerini kulağının arkasına yerleştirdi. “Aldın mı daima iki tane alacaksın delikanlı. Biri olmadan diğeri bir işe yaramaz.” Dedi. Nefesi buram buram nikotin ve ucuz şarap kokuyordu. “Nasıl yani?” Diye sordum. “Yedeğin olmadı mı içtiğinden zevk almazsın. Birkaç nefesten sonra biteceğini ve yine dumansız kalacağını bilmek, berbattır. Korka korka tüttürürsün. O zaman da bir boka da benzemez bu meret.” “İlginç bir düşünce; ama ben elde ettiğimle mutlu olurum, sonrasına illaki bir çözüm bulunur.” “Nah bulunur. Baksana halime.”

Pejmürde görünüşü savını destekliyordu. Başımı çevirip hastane kapısına doğru baktım, bir hareketlilik yoktu. İçeri girip durumu kontrol etsem mi diye düşünürken, “Durum ciddi mi?” diye sordu. “Kimin?” “Burada kimi bekliyorsan onun?” “Haaa. Eşim rahatsız. Doğuma getirdim.” “Bir kişi daha çoğalacağız desene. Bu gidişle bırak yedeği tek bir sigara bile bulamayacağız.” Adama bak? Allah kurtarsın diyeceğine nelerden bahsediyor? Bırak konuşsun Alper. Öyle veya böyle kafayı dağıtıyor. “İlk mi?” “Evet, ama yedeklemeyi düşünmüyorum. Senin derdin ne?” “Halimden belli olmuyor mu?” “Hastanı soruyordum.” “Hasta benim, durum ise boktan.” “Bakmıyorlar mı? Sebep para mı?” “Adam gibi adamsın be. Bir bakışta teşhisi koydun, haydi şimdi tedaviye geç.” “Neyin var.” “Hiçbir şeyim. Tüm derdim de bu işte.” “Yani hasta değilsin.” “Olaya hangi açıdan baktığına bağlı. Sağlıklıyım ama meteliksizim.” “O zaman burada ne arıyorsun?” “Arpa.” “Tarla mı burası?” “Aynen. Bak şimdi sigara istedim verdin, neden? Çünkü derdin var. Gözün hiçbir şey görmüyor. Senin gibi iki üç kişi daha buldum mu, gecelik nevale çıktı demektir.” “Senin işyerin burası anlaşılan.” “Naparsın be delikanlı. Çalışmadan olmuyor.” “Yalpalanmana bakılırsa bugün işler iyiydi.” “İyi olsa yanında ne işim var?” “Nevaleyi tükettiğin için olmasın?” “Aynen. İçmedikten sonra çalışmanın anlamı ne?” “Haklısın.” “Halden anlıyorsun be delikanlı.” “Eh işte.” “Öylesin öylesin. Sevdim ulan seni. Ver sigara paketini, biraz da para bayıl, uzasın amcan hafiften. zulasına. “Neden?” “Çalışmaktan yoruldum. İzin ver de amcan biraz dinlensin. Hem artık arkadaş değil miyiz?” “Öyle miyiz?” “İllaki. Dostlar ellerinde ne varsa paylaşmaz mı?” “Benim payıma ne düştü?” “Tabi ki sevgim.”

32

33


Öykü

Öykü

Güldüm. Dişsiz damaklarını göstere göstere o da güldü. Önce paketi verdim ardından cebimdeki tüm bozuklukları. “Bu sevgiye bu az ama neyse.” Sallanarak uzaklaşmasını seyrederken telefonum çaldı. Mukadder Hanım’dı. Hemen açtım.“Neredesin evladım?” Dedi telaşlı bir ses tonuyla. “Bahçedeyim.” “Hemen gel. Doğuma alıyorlar.” Uçarcasına odaya geldiğimde Duygu’yu sedyeye almışlardı. Saçları darmadağın, yüzü ter içindeydi. Çektiği acıdan ufalmış gibiydi. Beni görünce gülümsemeye çalıştıysa da, beceremedi. Ellerini tuttum ve “Meraklanma hayatım birazdan kurtulacaksın.” dedim. “Dayanamıyorum artık.” Dedi. “Biliyorum; ama ne olursun biraz daha gayret et. Birazdan her şey bitecek.” Yanıt yerine bir çığlık daha atınca, yüreğim sıkıştı. Duygu’yu bu zor anında yalnız bırakamazdım. Çektiği acıları birlikte paylaşacak ve doğumun her safhasında ona destek olacaktım. Verdiğim bu kararı söylemek için koşarak doktorun yanına gittim. Doğumhaneye gitmek için odasından çıkıyordu. Beni görünce duraklayıp yüzüme baktı. “Vakit geldi,öyle mi? Diye sordum. “Evet. Gördüğünüz gibi tam söylediğim saatte.” “Sizi kırdıysam özür dilerim, insan her zaman baba olmuyor. Lütfen heyecanıma verin.” “Önemli değil. Alıştım artık. Şimdi izninizle.” “Doktor Bey.” “Efendim.” “Doğuma bende girmek istiyorum.” “Hiç gerek yok Alper Bey.” “Gerekli olup olmadığı umurumda değil. Yanında olmalıyım. Onu o halde yalnız bırakamam. Lütfen izin verin.” Sesim kadar tüm vücudum da titriyordu. Yüzüme kısa bir süre baktı ve “Sizinle tartışmayacağım, zira aklınıza koyduğunuzu yapıyorsunuz. Söyleyin de sizi de hazırlasınlar. “ dedi. Hemşirenin verdiği mavi önlüğü hızla üzerime geçirdim. Artık hazırdım. Bone, galoş ve maskeyi uzatınca; yanıldığımı anladım. “Mecbur muyum? Doğumu ben yaptırmayacağım, alt tarafı elinden tutacağım.” dedim. Olumsuz anlamda başını sallayınca usançla alıp giydim. Doğumhaneye girdiğimde Duygu masada yatıyordu. Bacakları iki yana doğru ayrıktı. Üzerinde yeşil bir örtü vardı. Bir tabureye oturan doktorun sadece gövdesi görünüyordu. Başı ve elleri örtünün içinde kaybolmuştu. Bu görüntüyü görmemek için dikkatimi Duygu’ya çevirdim. Isırmaktan alt dudağının derisini koparmıştı. Beni ameliyat giysileri içinde görünce gülümsedi ve “Korkuyorum.” dedi. “Korkmana gerek yok. Duruma el koydum. Artık her şey kontrolüm altında.” Dedim. “İşte bende bundan korkuyorum.” Arka arkaya attığı iki feryat yanıt vermemi engelledi. Başucunda durup elini sıkıca sıktım. Hızla soluk alıp veriyordu. Doktor, “Her şey çok güzel gidiyor. Şimdi kuvvetlice ıkın bakalım.” dedi.

Denedi; ama doktor nedense beğenmedi. “Yetersiz Duygu Hanım. Lütfen tüm gücünle bir daha dene.” Boştaki elimle Duygu’nun alnında biriken terleri silip, “Doktorunu dinle bir tanem. İstersen beraber yapalım. Haydi bakalım 1 2 3; şimdi.” dedim ve sıkıca ıkındım. İşte o an; bağırsaklarımda birikmiş gaz sıkıştığı yerden kurtulup özgürlüğüne kavuştu. Odaya yayılan koku, Duygu’ya bile ağrısını unutturdu. Yüzünü buruşturup, “Bu koku da ne böyle?” diye sordu. Başını karımın bacaklarının arasından çıkartan doktor bana ters bir şekilde baktıktan sonra, “Bunu isterseniz beyinize sorun.” dedi. “Koku mu? Bir şey değil hayatım. Hani babalar dokuz doğurur derler ya bu onlardan biriydi. Haydi sen doktorunu dinle ve ıkınmana devam et.” “Ne? Daha sekiz tane daha mı var? Buna asla dayanamam. Duygu Hanım, lütfen bir kez daha kuvvetlice ıkının da, doğumu bir an önce bitirelim. Alper Bey siz sakın denemeyiniz.” Eşim kuvvetlice haykırınca, bu tatsız muhabbet de kendiliğinden sona erdi. Gözlerini sıkıca kapatmış, tırnaklarını elime geçirmişti. Direnme gücüm yavaş yavaş eriyordu. Bildiğim duaları içimden sessizce mırıldanırken, saatlerdir beklediğim haberi duydum. “Çocuğun saçını hissettim, haydi son bir kez daha ıkın da kafasını çıkartayım.” Oğlum sonunda geliyordu. Başı neredeyse çıkmak üzereydi. Bu büyülü ana mutlaka tanıklık etmeliydim. O heyecanla Duygu’nun elini bıraktım. Doktora doğru henüz iki adım atmıştım ki, masanın ayağına çarpıp dengemi yitirdim. Düşmemek için yanı başımda duran hemşireye sarılınca, ikimiz birden yere kapaklandık. “Neler oluyor böyle? Sizinle mi uğraşacağım yoksa bebekle mi? “ “Yok bir şey. Biraz düştük de... Siz lütfen işinize bakın. Çıktı mı kafası, kime benziyor oğlum?” “Hemşire Hanım kalkın bu adamın üstünden. Yardımınıza ihtiyacım var.” “Duydunuz doktoru, size ihtiyacı varmış. Şimdi üstümden kalkın ve işinize bakın.” “Alper Bey siz de lütfen bir heykel kadar hareketsiz olun, olun da şu doğumu kazasız belasız bir an önce bitirelim.” “Siz yeter ki işinizi dikkatli yapın, ben bir yerde öylece beklerim.” Hemşire Hanım; Duygu’ya “Gözünüz aydın. Sonunda bitti” diyene kadar yerimden hiç kımıldamadım. Ama o sözü duyunca artık yerimden kalkmak şart olmuştu. Oğlumu görmeliydim. Usulcacık doğrulup doktorun yanına gittim. Üstü başı kan içindeydi. Elinde tuttuğu oğlum da. Birden başım dönmeye başladı. Gözlerimi kapayıp açtım. Zemin tavana çıkmıştı. “Bana bir şeyler oluyor.” Dedim. “Yine mi ayaklandınız siz.” Düşmemek için tutunacak bir yer aranırken, oda yavaş yavaş karardı ve bir girdabın içine doğru sürüklendim. Gözümü açtığımda bir sedyenin üstünde yatıyordum. Uykum o denli çoktu ki, nerede olduğumu hiç önemsemedim. Sağ tarafıma doğru dönüp yatacağım sırada birden ayıldım. Doğumdaydım ve oğlum dünyaya geliyordu. Sonra? Sonrası yoktu. Telaşla etrafıma bakındım, kimse yoktu. Bir şeyler ters gitmiş olmalıydı. O korkuyla “Duyguuuu” diye haykırıp ayağa fırladım. O sırada kapı açıldı ve içeriye Mukadder Hanım girdi. “Şükür sende kendine gelmişsin.”Dedi. “Neler oldu anne? Duygu nasıl?”

34

35


Öykü “Çok iyi.” “Ya çocuk?” “O da aslanlar gibi.” “Peki ben neden burada yatıyorum?” “Hatırlamıyor musun? Doğumhanede bayılmışısın. Neredeyse doktorun üzerine düşüyordun. Madem kan tutuyordu ne işin vardı içeride evladım? “Beni kan tutmaz, açlıktan olmalı.” “Neyse hepimize geçmiş olsun.” “Duygu nerede şimdi?” Odasında dinleniyor.” Hiç vakit kaybetmeden Duygu’nun yanına gittik. Bir savaştan çıkmışçasına bitkindi. Yanındaki minik karyolada bir bebek yatıyordu. “Geçmiş olsun hayatım.” Beni görünce gülümsedi. Eliyle yanına çağırdı ve “Gel bir tanem. Gel de bir bak bakalım. Dünyada bundan güzel bir bebek gördün mü hiç?” dedi. Nedense içim tuhaf olmuştu. Aylardır baba olacağımı bilmeme karşın bu bana hep bir oyun gibi gelmişti. Karyolada yatan bebek benim oğlumdu ve buna alışmakta zorlanıyordum. Ağlamamak için kendimi tuttuysam da gözyaşlarıma söz geçiremedim. Yanına gidip yakından baktım. Uyuyordu. Ve o kadar ufaktı ki kucağıma almaktan korktum. Parmağımı uzatıp yüzüne dokundum. Pamuk gibiydi. “Çok güzel değil mi?” Diye sordu Duygu. “Kesinlikle. Tıpkı annesi gibi.” “Bak bu çok doğru, tıpkı annesi.” Dedi Mukadder Hanım. “Şimdilik. Büyünce bana benzer. Oğlan çocukları babaya çeker.” “Kız çocukları da anneye.” “Ne demek istiyorsun?” Diye sorduğumda Duygu araya girdi. “Alper. Canım. Bir şey söyleyeceğim, ama ne olursun üzülme.” “Oğlanda bir anomali mi var?” “Çok şükür sağlıklı kızımız.” “Çok şükür. Bir dakika sen kızımız mı dedin? Bu ne demek şimdi?” “Bir kızımız oldu demek. Doktor da çok şaşırdı. Çok nadir de olsa ultrasonda da yanılma payı varmış, O da bize denk geldi.” “Bu doktor bir tek hamile olmanda yanılmadı desene.” “Bu sefer gerçekten haklısın.” Dönüp kızıma baktım; “Seni nasıl da ters köşeye yatırdım.” dercesine gülümsüyordu. Anlaşılan; tıpkı benim gibi yaşamı hiç ciddiye almayacaktı ve bu hali hoşuma gitmişti. “Çok mu üzüldün?” “Kesinlikle hayır.” “Beni üzmemek için böyle söylüyorsun:” “Deli misin? Baksana doğar doğmaz hepimize nanik yaptı. Bu kız sevilmez mi hiç?” Yazan: Atilla BİLGEN

İllustrasyon: Mehmet DAL

Ön Okuma

Meryem ÇİMEN Daha önce Gölge e-Dergi’de aylık olarak takip ettiğiniz, sonrasında geçtiğimiz Ağustos 2013 tarihinde Bayram Armağanı olarak okuyucularımıza özel albüm olarak armağan ettiğimiz ‘Lanet’ isimli çizgi roman’ının çizeri, Gölge e-Dergi ekibinden Meryem Çimen arkadaşımızın yazıp çizdiği ‘Oğuz Kağan‘ adlı, Türk Tarihini anlatan çizgi roman albümü ‘Bilge Oğuz’ yayınevi tarafından yayınlandı… Heleki ‘Türk’ adının silinmeye çalışıldığı bu günlerde çok önemli bu çizgi romanı mutlaka okuyun ve çocuklarınıza okutun… Ön okuma olarak verdiğimiz ilk 5 sayfayı Meryem Çimen ve Bilge Oğuz yayınevi’nin izni ile sizlerle paylaşıyoruz… Çizgi Roman’ın tamamını okumak isterseniz BilgeOğuz yayınevinden temin edebilirsiniz… Olaki bir yerlerde karşılaştığınızda Meryem Çimen arkadaşımızda bu çizgi romanını adınıza severek imzalar… Meryem Çimen arkadaşımızı bu değerli çalışması için kutlar ve devamını bekleriz… Gölge e-Dergi

36

37


38

39


40

41


42

43


Öykü

Mahlukların Giyotini 1.Bölüm KELLE Sundurmada salıncağa oturmuş,simsiyah eldivenlerini ellerine geçirirken,bir yandan da sol gözünü kısarak purosunun dumanının yakıcılığından koruyordu kendini.Havuz kirlenmişti iyice.Yaz günlerinin cıvıl cıvıl sabahlarındaki albenisi kaybolmuştu. Doğanın ölümü,tabiatın resmini renksizleştirdiği kadar,Semih'in iç dünyasında olumsuz yönde etkilemişti. İçeride ki televizyondan gelen haber spikerinin sesi gayet iticiydi.Ülke zor bir dönemden geçiyordu.''Hayatımız hayvanat bahçesinden kaçan maymunların trajedisine döndü''dedi. İç savaş yakındı. Purosunu söndürdü.Salıncaktan kalktı ve içeriye geçti.Yıllar önce gördüğü bir rüya gözünün önünde canlandı aniden..Bu görüntüyü defetmeye çalıştı ama olmadı.Odasına girdi.Çalışma masasının başına oturdu.Eldivenlerini çıkardı.Daktilosunu önüne çekti ve yemekten önce bıraktığı yerden devam etmeye başladı poetik çalışmasına. Bir kıyamet alameti gibi başlamıştı her şey.Kapıdan aniden girdiler,kollarımdan tuttular,sonra yere yatırdılar.Gözlerimin gördüğü tek şey:simsiyah ve uçsuz bucaksız bir sonsuzluktu... Ellerimin değdiği yer yumuşak bir sıvı.Kaygan bir zeminden kayarak boşluğa uçtum.Çevremde ba ğrışmalar:''Direnin,direnin,direnin!''Dramatik bir film müziğine dönüşüyordu aniden kulaklarımda ki bu ses.Bu yolculuk beni çılgına çevirmişti.Alevler içinde bir kuleden,sıra dışı giyim şekliyle,bir adam konuşma yapıyordu.Koca pala bıyıkları ve yaban domuzunu andıran bir yüzü vardı... Bedenimi görebiliyordum.Kafam bir giyotinin yanında öylece duruyordu.Garip bir kaç mahluk çevremde dolanıp,bilmediğim bir dilde hararetli hararetli konuşuyorlardı.Bu çok eski bir dildi;şimdiye kadar işitmediğim kelimeler geçiyordu;çok ince sesli bir telaffuzu vardı. Aralarından mavi sakallı ve külahlı mahluk yanıma yaklaştı ve yüzümü tükürdü.Aniden İrkildim ve şaşkınlıkla bağırdım:''Kimsiniz benden ne istiyorsunuz?!''Gözlerimin içine bakarak aşağılık bir kahkaha attı. Yüzünü tam seçemiyordum;ama o gece mavisi sakalları bütün görüntüsünü kaplamıştı adeta.Dedemin küçükken şömine başında,kardeşlerim ve bana anlattığı canavar ve peri öykülerindeki acayip canlılara benziyordu. Evrenin hangi yerine gelmiştim?Tanıdık bir sima arıyordum.Gözlerimi gezdirdikçe kalabalık daha da bulanıklaşıyordu..Kızıl alevlerle yanıp tutuşan bir kalabalık vardı ortada ve mahluklara zarar vermiyordu bu ateş;içinde gezebiliyorlardı.Yaşanan her saniyesiyle anlam veremediğim bir acayipliğin ortasındaydım. Kendi evinin mahzenine gizlenmiş,bir orta cağ ressamının tuvalinin içindeydim de,benimle oyunlar oynuyordu fırçasıyla adeta... Bir karaltıyla kaplandı yüzüm ve uykuya daldım sonra... Semih odasında daktilosunun başındadır. Biraz ara vermiştir yazı yazmaya... Sıcak kahvesini yudumlarken aniden Cenk eve gelir.Anahtarlarını bu sefer unutmamıştır.Bu durum hoşuna gider Semih'in

44

45


Öykü

Öykü

ve iyi bir şekilde karşılar ev arkadaşını: ''Hoş geldin dostum.'' Cenk kahverengi deri ceketini çıkarır ve askıya asar,sonra da şöminenin yanında ki koltuğa geçer ve ısınmaya başlar: ''Hoş bulduk Semih,havalar soğumaya başladı iyice.'' Semih çalışma masasından kalkar ve şöminenin yanında ki diğer koltuğa geçer ve konuşmasına devam eder: ''Getirdin mi?'' Cenk göz kırpar ve sanki bir maratonu kazanmış bir koşucunun ifadesiyle gülümser.Kutuyu Semih'e verir ve: ''Tabi ki al aç bak.Kutunun içine koydum. Bana mısın demediler küçük afacan mahluklar...'' Semih kutuyu eline alır ve yavaş yavaş inceler.Çok küçük bir deliği vardır bu kutunun ve gözün görebileceği ufaklıkta bir deliktir bu.Kutunun içini gözetlemeye başlar,içeride mavi ve yeşil renkte küçük mahluklar dans ediyorlardır...Ne yapacaklarını şaşırmışlar diye geçirir içinden sonra ve şöyle der Semih: ''Sakın Berna'ya bahsetme tamam mı bu olanlardan.'' ''Semih,sen manyak mısın?Tedavi görüyor zaten kız,bahseder miyim hiç.Dünyada sevdiğim,önem verdiğim iki kişi var birisi Berna öbürü de sen... Semih biraz da alaycı bir ses tonuyla: ''Manyak değilim ama deliyim biraz.Sen çok sağlıklısın sanki be...'' ''İdare ediyorum ben iyiyim böyle...'' ''Tamam tamam uzatmayalım,bak sana söylüyorum bu küçük yaratıklar manifestomuz için biçilmiş kaftan.Biraz daha sabretmemiz lazım Cenk'cim.'' Tedirgin ve korkulu bir ifadeyle Cenk: ''Var ya ortalık acayip karışık dostum...'' Semih: ''Biliyorum şu bahçeden niye seyrek çıkıyorum sanıyorsun her an yakalana bilirim. Takip eden falan yoktu değil mi,gelirken baktın mı?'' Cenk biraz espirili biraz da alaycı bir dille: ''Korkak mısın sen?'' Sinirli ama efendiliğini bozmayan bir dille konuşur Semih: ''Ne alakası var.Giyotinde kellesi gidecek sen değilsin.'' ''Haha beni sanki güllerle karşılayacaklar.'' Sonunda olan olur Cenk genç yazarı sinirlendirmeyi başarmıştır: ''Cenk!!!'' -Tamam tamam,sustum. Semih ani ve gergin bir şekilde ayağa kalkar ve cama yönelir.Bahçeye göz gezdirir.Havuzun suyu iyice çekilmiştir.Kuru tabanının içinde pislikler birikmiştir.Son yaz günlerinin esintileri,çoktan sonbahar rüzgarlarına bırakmaya başlamıştır kendini... Sonra aniden kapı çalınır hızlıca. Tedirgin olur Semih ve: ''Kim şimdi bu ya?Cenk dikkatli ol!''

''Tamam dostum,tedirgin olma bu kadar,Berna olabilir.'' Cenk sokak kapısına yönelir,kapıya hızlı hızlı vurulmaktadır.Ancak gelen ses daha aşağıdan bir sestir. Yani kapıyı çalan kişi eğilip vuruyordur adeta kapıya: ''Kim o?'' Kapıdan yaralı ve avlanmış bir hayvanı andıran bir ses gelir. ''Benim aç kapıyı.'' Cenk: ''Kimsin sen?'' ''Tanımadın mı beni?Ben Mehmet Cemal.'' ''Cemal Bey,siz misiniz?Hemen açıyorum bir saniye.'' Cenk kapıyı açar ve kafasını aşağıya çevirdiğinde aniden şok olur.Kesik bir kelle gözlerini çevirmiş acılı acılı ona bakmaktadır. ''Cemal Bey ne oldu size böyle,giyotinin dozunu fazla kaçırdınız sanırım?'' Öfkeli bir şekilde cevap verir Mehmet Cemal: ''Bu manyağın kitabını aldığım,okuduğum ve eleştiri yazısı yazdığım güne lanet olsun!Semih nerede,ona hesap soracağım,beni bu hale o getirdi... Sokak kapısını kapatır ve imalı imalı şunları söyler Cenk: ''İlk tanıştığımız günlerde biz sizi uyarmıştık,aldırış etmemiştiniz,bir bildiğimiz var değil mi? Mehmet Cemal öfkeli ve üzgün bir şekilde,yuvarlanmaya başlar ve içeri Semih'in yanına geçerler Cenk ile birlikte. ''Yardım edebilirim isterseniz Cemal Bey zor oluyorsa? ''İstemez istemez,iyiyim ben böyle,kimseye ihtiyacım yok... Semih televizyonda akşam haberlerini izlemektedir.Haber spikerinin sesi çok tedirgindir: ''Görüşmelerde son noktaya gelindi.Maden ocaklarında çalışan sekiz işçinin de giyotine gönderilmesiyle MSMP (Mavi Sakallı Mahluklar Partisi) ile hükumet arasında bir uzlaşma sağlandığı açıklandı... MSMP başkanı(Kocaman güneş gözlüklerini çıkartmadı bile basın toplantısında) şunları söyledi:Biz yüreğimizi koyduk bu mücadeleye;ama kimler için?Sizler için sevgili halkım...Artık Mahlukların sözü geçiyor bu ülkede farkındaysanız...Vatandaşlarım, biz yaptık oldu,daha da olacak ama bunların olması için ne yapacağız:çalışacağız çalışacağız çalışacağız...'' Semih sinirlenir ve televizyonu sertçe kapatır.O sırada içeri Mehmet Cemal ve Cenk girerler.Şaşkın bir şekilde aniden ayağa kalkar genç adam.Boğa gibi öfkeli,aynı zamanda kıpkırmızı olan Mehmet Cemal,gözlerini dikmiş aşağıdan Semih'e doğru bakmaktadır: ''Cemal abi ne oldu sana böyle? ''Ne abisi lan,ne abisi...Üç günde abi mi olduk?!'' Bu facianın mahluklar yüzünden olduğunu anlamıştır Semih.Ancak kendi içinde,bir hesaplaşma yaşamaya başlar o anda.Bu aşamaya gelmesi üzücüdür olayların.İşler iyice çığırından çıkmadan,bir şeyle yapmak lazımdır. Hükumetin etkin tarafı kalmamıştır artık,mahluklar kendi egemenliğini kurmaya başlamışlardır ülkenin dört bir yanında... Mehmet Cemal yuvarlana yuvarlana yaklaşır ve şunları söyler: ''Semih'cim,bir tanecik kardeşim,benim şu sevimli kafamı kaldırabilir misin yerden,bir şey söylemem

46

47


Öykü

Öykü

gerek kulağına? O anda Cenk atılır: ''Vay Cemal Beye bak sen,ben varım diye mi fısır fısır konuşmalar,gizli gizli ne söyleyecek siniz,merak ettim şimdi? ''Yok olur mu öyle şey kardeşim,sen yabancı mısın,ikinizle de az günlerimiz geçmedi.Köftehorlar sizi...'' Semih ve Cenk garip garip birbirlerine bakarlar ve anlam veremezler bu duruma. '''Tamam Cemal abicim,sakinleş şöyle ya ne güzel,rahat rahat konuşalım... Semih kesik kelleyi yerden alır,yüzünün hizasına getirir ve aniden elinden atmak zorunda kalır.Çünkü Mehmet Cemal,Semih'in yüzüne okkalı bir şekilde tükürmüştür... MEHMET CEMAL'İN GİYOTİNDE KELLESİ GİTMEDEN ÖNCE Kİ GÜNLERİ Pencereden bahçeye baktıkça biraz daha özlüyorum seni.Yaz akşamlarında,baş başa oturduğumuz saatlerde o hışırdayan ağaçlar,renkleri göz alıcı çiçekler ve ılık yağmur damlalarıyla ıslandıkça bizi esrikleştiren bulutlar,hepsi seninle birlikte yok oldu sanki.Aslında sen gittiğinden beri,doğayı renk cümbüşlerine boğan bahar günlerinin de,yaz akşamların da çekici tarafı kalmadı. Dışarı çıkıyorum.Biraz gezmeye ihtiyacım var.Bu sabah kulübesinden hiç çıkmadı minik Karabaş;derin bir uyku çekiyor sanırım. Kıyının kenarından yürüyorum.Deniz sabah saatlerinin dinginliğinde.Erkenden dolaşmaya başlayınca buralarda,bir adamla karşılaşırdım sahilde.Selamlaşırdık arada,elinde küçük bir defter ve notlar olurdu hep.Bir şeyler mırıldanırdı kendi kendine.Hiç konuşmadık bu güne kadar,konuşmaya yelten semde geri çekti kendini tavırlarıyla. Takip etmiştim bir gün evine kadar;ahlaki bir davranış değil biliyorum ama;çok merak ettim bu gizemli adamın kim olduğunu...Eski bir evde oturuyordu:cumbalı pencereleri,dökülmüş duvarları,geniş bir balkonu vardı;tarihi bir evdi;sahile de yakındı. Uzaktan gözlemeye başladım adamı,çalılıkların arkasından;içeriye girmeden yaklaşamazdım daha fazla..Anahtarlarını aradı bulamadı,zili çalmak zorunda kaldı gizemli şahsiyet.Kapı hafifçe aralandı.Bir anda irkildim;çünkü gördüğüm şeyin ne olduğunu,tam olarak idrak edemedim o anda.Bir karaltının içinde,uzun kesici dişleriyle bir ağız ve vahşi hayvanlara benzeyen garip bir yüz...Göz yanılması sandım,daha doğrusu ben öyle olmasını isitiyordum. Gördüğüm acayipliğin şaşkınlığı ve duygularımda yaptığı sarsıntıyla,hemen uzaklaşmak istedim oradan.Hızlı hızlı yürümeye başladım,başımı geri çevirip baktığımda, yukarı balkondan iki küçük yaratık bana el sallıyorlardı...Gördüğüm şeyin şokunu atlatamamışken,bu ufak garip canlılar benimle alay ediyorlardı şimdi de.Koşmaya başladım,epey uzaklaştıktan sonra,bir kez daha kafamı çevirince evin balkonunda kimseler yoktu,rahat bir nefes aldım ve yoluma devam ettim sonra. Yalnızlıktan olduğunu düşünüyorum,gördüğümü sandığım hayallerin.Hayat insanı öyle bir noktaya getiriyor ki bazen,paranoyak olmamak elde değil.Daha doğrusu şu içinde bulunduğumuz sistem, bizi şüpheci yaptı iyice.En yakınlarımıza bile yeri geldiğinde güvenimizi kaybediyoruz.Benim ruh halim:gerçekten çok kötü son zamanlarda...Yani kendi halinde,yaşlı bir adam hakkında,neler neler düşündüm...Ailesiyle birlikte huzur içinde yaşayan bir insan.Tanımam etmem,niye takip ettim?Saçmalık işte.Gördüğüm hayal ürünleriyle,insanlara böyle haksız damgalar yapıştırıyorum:Gizemli adam,gizemli aile;küçük yaratıklar,karaltı,koca dişli garip vahşi kadın...

48

Çay ve simit güzel gidiyor.Sen de severdin kahvaltıda. Cafe'de epey vakit geçirdim bu gün.Eve gitmem lazım.Karabaş aç kaldı,küçük sevimli züppe. Kapıdan girince gözüme çarptı:evin her tarafı birbirine girmiş;kediler ortalığı dağıtmışlar yine sanırım. Bir gariplik var bu evde:eşyalar,vitrin,kitaplık dağılmış..Hepsini kediler dağıtmış olamaz... Bunlar ne böyle kan izleri,ne olmuş burada?Karabaş kulübesinde yoktu biraz önce:''Aman Allah'ım Karabaş oğlum,ne oldu sana böyle ah?!...Kim yaptı bunu sana?!...'' Karabaş kanlar içinde yerde yatıyordu.Hangi zalim öldürmüştü masum can dostumu?Kim yaptı bunu kim??? Polisleri çağırdım bir süre sonra,evde inceleme yaptılar.Sorular sordular bana ,yarın merkeze beklediklerini söylediler ve gittiler. Karabaş da öldü sevgilim.Ne güzel oyunlar oynardın cennet bahçemizde onunla.Ardında muammalar bıraktı kanlar içinde...Bahçeye gömdüm onu,çınar ağacının hemen yanına.Orayı çok severdi hep oraya koşardı.Miskin hep uyurdu ağacın gölgesinde.Şimdi hiç uyanmamak üzere uykuya daldı... Bir fotoğraf buldum ve polislere bahsetmedim,sepya renginden biraz daha koyu bir fotoğraf.Hırsız düşürmüş sanırım.Bir aile fotoğrafı:soldaki genç erkeğin siması yabancı gelmedi bana;bir baba,anne,iki genç erkek ve iki genç kız.Çok garip giyimleri var.Babaları pala bıyıklı ve çok şeytani bakıyor objektife... Kızlarda çok tehlikeli..Anne masumca gibi..İki erkekten hafif bıyıklı olanın kurnazca gülümseyişi ve kocaman güneş gözlükleri var..Öbürü siması yabancı gelmeyen de daha duygusal bakıyor,belki de bir müzisyen ya da bir şair bilemiyorum...Baya eskimiş fotoğraf,arkasını çevirince 1942 Mahluka-i Giyotin yazıyor...Bu ne demek acaba?Google'a yazıyorum tanımsız,gereksiz bir kaç bilgi kırıntısı o kadar.Neyse... ŞU ANDA YAŞANAN GÜNLERİNE DÖNEBİLİRİZ Mehmet Cemal artık eskisi gibi olamayacağını ve mahlukların yaptıklarının ne kadar acımasızca olduğunu düşünmektedir..İntikam kıvılcımları yavaş yavaş alevlenmeye başlamıştır. Bahçeye çıkar.Yağmur kokusu bahçenin kokusuna karışmış;rüzgar şiddetini arttırmıştır iyice.Mehmet Cemal'in seyrek saçları birbirine karışır. Sahilde karşılaştığı o gizemli adamı hatırlar bir anda,giyotinin yanında etrafa bakarken kalabalığın arasında o herifte vardır...Mavi sakallı mahluk yüzüne tükürdükten sonra,bulanıkta olsa yüzünü görmüştür... Tekrar o eski eve gitmeye karar verir...Mutlaka,yaşanan bu acı olaylarda,gizemli adamın payı büyüktür... Lanetler okur ona...Giyotin'de kafası onun yüzünden kopmuştur,evine o girmiştir,Karabaşı o öldürmüştür,o garip fotoğraftaki genç erkekte,o adamın yeni yetme zamanlarıdır...Semih ve Cenk'inde bu olaylara girmesine sebep olan,bu kitabı yazmak zorunda bırakan ondan başkası değildir...Gerçi artık Semih ve Cenk ilgilendirmiyordur Mehmet Cemal'i...Bu hale gelmesinin bir nebze sebebi de onlardır ama iyilik yapacağım derken ağızlarına yüzlerine bulaştırmışlardır... Ayrık otlarının ve su birikintilerinin arasından,yuvarlana yuvarlana çınar ağacının yanına yaklaşır ve karabaşın mezarının başında durur sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar,göz yaşları yağmur damlalarına,haykırışları ise gecenin sessizliğine karışır... Kerem Nadir

49


ÇizgiRoman

ÇizgiRoman

İnceleme

İnceleme

'inVeliahtı Belli Oldu Albert Uderzo (d. 25 Nisan 1927) Fransız çizgi roman sanatçısı ve senarist. En bilinen eseri Asterixserisidir, aynı zamanda Rene Goscinny ile beraber Oumpah-pah adlı çizgi romanın yaratıcısıdır. 1951’de Rene Goscinny ile tanışan Uderzo kısa zamanda iyi arkadaş olacak ve Paris’de yeni açılan Belçika şirketi World Press’de beraber çalışmaya başlar. Birlikte yarattıkları ilk karakterler Oumpah-pah, Jehan Pistolet ve Luc Junior olur. 1958 yılında Le journal de Tintin dergisinde Oumpah-pah çizgi roman dizisi olarak basılmaya başlanır ve 1962 yılına kadar yayınlanır. 1959 yılında ikili daha gençlere yönelik dergi olan Pilote’de yer alır.Böylece dünyaca meşhur Asterix’in ilk macerası bu dergide yayınlanır. Bu dönemde Uderzo, Tanguy’un Maceraları projesinde Jean-Michel Charlier ile beraber çalışır. Pilote dergisinde seri haline gelen Asterix, 1961 yılında ilk kez ayrı bir albüm olarak Galyalı Asterix adlı ilk macerasıyla piyasaya çıkartılır.

50

25 Nisan 1927 doğumlu olan Albert Uderzo bugünlerde 86, Asterix ise 54 yaşındadır. Bu güne kadar 320 milyon albümü satılan Asterix’in toplamda 35 albümü yayınlanmıştır. Bunlardan ilk 25 macerayı Rene Goscinny yazmıştır. Ana macera olarak 33 kitap (ki biri kısa öykülerden oluşan bir derlemedir), 100 dil ve lehçe’ye çevrilmiştir Fransızca orijinalinin yanı sıra, İngilizce, Flemenkçe, Almanca, Dance, İzlandaca, Norveççe, İsveççe, Fince, İspanyolca, Katalanca, Baskça, Portekizce (ve Brezilya Portekizcesi), İtalyanca, Lehçe, modern Yunanca, Türkçe, Slovakça, Sırpça, Hırvatça ve Endonezce’ye çevrilmiştir. Modern Avrupa dillerinin dışında bazı sayılar aynı zamanda Esperanto, Mandarin, Korece, Bengali, Afrikaans, Arapça, Hintçe, İbranice, Latince ve Antik Yunanca olarak da yayınlanmıştır. Fransa ve özellikle de

51


ÇizgiRoman

ÇizgiRoman

İnceleme

İnceleme

Almanya da bazı sayılar, yöresel ağazlara da çevrilmiştir. Benzer bir işlem, Portekiz’de de sadece ilk sayı için uygulanmıştır. 2009 yılında Asteriks & Oburiks: Altın Kitap isimli 50.yıl özel albümü yayınlanmıştır. Bu macerada Asteriks ve Oburiks’in eski maceralarında tanıştıkları dost ve düşmanlarının çoğu köye gelir. Asteriks albümlerinin bir özelliği de, yaratıcıları Goscinny ve Uderzo’nun ara sıra albümlerin çizildikleri dönemlerin ve haliyle tüm zamanların ünlü sinema oyuncularını, şarkıcılarını, hattâ bazen siyasilerini karikatürize ederek maceralara katmaları olmuştur. Örneğin Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, Oburiks ve Şirketi (Obélix et compagnie) adlı macerada Caïus Saugrenus rolünde çizilmiş, İskoç aktör Sean Connery ise Asteriks ve Kara Altın (L’odyssée d’Astérix) adlı albümde Casus Zérozérosix (006!) rölünde karikatürize edilmişlerdir. Asteriks albümlerinde karikatürize edilerek çizilmiş ünlüler ve yer aldıkları albümlerin listesi aşağıdadır: Goscinny’nin 1977 yılındaki ölümünden sonra Uderzo kitapları sadece resimlendirmekle kalmaz, senaryosunu da yazar. Ancak Goscinny ile beraberken yılda iki macera üretilirken, onsuz bir albüm ancak 3-5 yıl sürmektedir. Macera kapaklarında hala “Goscinny ve Uderzo” imzası yer almaktadır.Uderzo Asterix’in yaratılışının 50.yıldönümü için yaptığı açıklamada Asterix’in direniş, cesaret, basitlik ve gülmenin temsilcisi olduğunu belirtir Ve büyük usta Albert Uderzo 54 senelik Asterix ‘in macerasına son noktayı koyar FİN… Asterix’in yeni yazar ve çizer ikilisi bundan böyle Jean-Yves Ferri ile Didier Conrad Didier Conrad Türkiye’de çok tanınmayan bir çizer ama Fransız ve Belçika çizgi roman ekolünün ‘Harika’ çocuklarından biridir. 6 Mayıs 1959 Marsilya doğumlu olan çizerin ilk çizgi roman çalışması 14 yaşında, Spirou dergisinin ‘Carte Blanche‘no 1.865. numaralı sayısında yayınlanmıştır. (Carte Blanche,Spirou Dergisi’nin amatör çizerlere, yeni yeteneklere yer vermek için yaptığı bir uygulamadır)

52

Yine

Belçika ekolünün, Spirou Dergisi’nin büyük ustalarından Spirou et Fantasio, Gaston, Modeste ve Pompon, Black İdea , Marsupilami’nin efsane çizeri André Franquin Conrad’a sahip çıkar ve yetişmesinde büyük katkısı olur… Spirou Dergisin’de yazar Yann ile tanışır ve bu ikilinin birlikte yarattıkları ilk çizgi roman kahramanları Innommables 1983 yılında dergide yayınlanmaya başlar… Conrad’ın Spironu’nun haricinde başka yayınevlerinden çıkan çizgi roman albümleri var. • Les Innomables- Conrad (çizim), Yann (senaryo), 12 Albüm, çeşitli yayınevleri1983-2004. • Bob Marone - Conrad (çizim), Yann (senaryo), Glénat, 1984-1985. • L’Avatar - Conrad (dessin), Sophie Commenge (senaryo), Bédéfil, 1985. • Le Piège malais - Conrad (çizim), Wilbur (senaryo), Dupuis, coll. « Aire libre », 2 Albüm, 1990. • Donito- Conrad (çizim ve senaryo) Dupuis, 5 Albüm, 19911996. • Kid Lucky - Conrad (çizim), Jean Léturgie (senaryo), Lucky Productions, 2 Albüm, 1995-1997. • Cotton Kid - Conrad (dessin), Jean Léturgie (scénario), Vents d’Ouest, 6 Albüm, 19992003.

53


ÇizgiRoman

ÇizgiRoman

İnceleme

İnceleme

• Tigresse blanche (Beyaz Kaplan)- Conrad (dessin), Yann (scénario 1-2) et Wilbur (scénario 3-7), 7 Albüm, 2005-2010. • RAJ - Conrad (dessin), Wilbur (scénario), Dargaud, 2 volumes, 2007. • Astérix Sayı 35 : Astérix chez les Pictes- Conrad (dessin), Jean-Yves Ferri (scénario), Les Éditions Albert René, 2013.

Not: Bana göre Redkit’i Morris’den sonra en iyi şekilde Red Kit’in çizgisinden kopmadan, Morris’in usta işi çizimlerinden çok farklı olmayan çizim tarzı ile devam ettirecek tek çizer Conrad’dı… Morris’in çizmiş olduğu herhangi bir Red Kit albümünü alın, bir de Conrad’ın çizdiği çocuk Red Kit ve hatta Cotton Bill albümlerini alıp karşılaştırın, ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız… Morris’in ölümünden sonra Red Kit maceralarının yeni çizeri Achdé’nin Fransa’da 2004’te yayımlanan Taşra Güzeli macerasından itibaren, Morris’in çizimlerine ve Red Kit’inin ruhuna sadık kaldığından çok emin değilim. Bana göre Achdé’nin çizimleri akide şekeri tadında!... Ve sonuç Dider Conrad Asterix çizeri olarak Albert Uderzo’dan bayrağı devir alır. Le Monde gazetesinde yer alan röportaj’da Conrad Asterix çizmenin bir çocukluk hayali olduğunu ve bunu gerçekleştirmenin mutluluğunu yaşadığını belirtmiştir. Asterix in yeni macerası yine 44 sayfadan oluşuyor… Çizimler 6 ay sürmüş, 1996 yılında DreamWorks’un El Dorado Yolu karakter çizimlerini yapmak için ABD’de Pasadena (California)’ya yerleşti ve münzevi atölyesinde çizgi roman çalışmalarına devam etti. İlk başlarda mail aracılığı ile senarist Jean-Yves Ferri ve Uderzo ile görüşen Conrad çizim aşamasına geçilince tekrar Paris’e geri dönmüş ve Asterix çizimlerini Uderzo’nun gözetiminde burada gerçekleştirmiş… Asterix’in yeni macerasının çizimlerini yaparken günde 4 saat

Dider Conrad ayrıca 1996 yılında DreamWorks’un El Dorado Yolu animasyon filmindeki karakter çizimlerini de yapmıştır. Türkiye’de Conrad’ın Morris ile çizdiği sadece iki Red Kit albümü basılmıştır. Red’in Çocukluğu (YKY’de 51. sayı) ile Oklahoma Jim (YKY’de 54. sayı). 1990’lı yılların ortalarında, Morris daha hayattayken senaryosunu Léturgie takma adı ile Yann yazmış ve Morris ile Pearce’ın (Conrad) çizimleri ile iki macera yayınlanmıştır. Daha sonra bu üçlü Red Kit’in ilk çocukluk macerası Kid Lucky ve devamı yine Red Kit‘in ikinci çocukluk macerası Oklahoma Jim in yayınlanmasından sonra her nedense yollarını ayırmışlardır. Conrad çizdiği çocuk Red Kit maceralarında her nedense orijinal adını kullanmak yerine bu çizimlerde takma adı ‘pearce’yi kullanmıştır. Pearce takma adını daha sonra yine senaryosunu Léturgie (Yann)’nin yazdığı 6 Albüm olarak yayınlanan Cotton Bill (Pamuk Çocuk)’de kullanmıştır.

54

55


ÇizgiRoman

ÇizgiRoman

İnceleme

İnceleme

uyuduğunu ve bu süreçte 18 kilo verdiğini belirten çizer Uderzo’nun çizim tarzını yakalayabilmek için kullandığı fırça markasını değiştirip Uderzo’nun çizimlerinde kullandığı fırça markasına geçiş yaptığını belirtiyor. Uderzo gibi dünya çapında bir ustanın iltifatına mahzar olmak Conrad için büyük bir onurdur. Senaryosunu Jean-Yves Ferri’nin yazdığı çizimlerini Dider Conrad’ın yaptığı Asterix’in 35 ci albümü Ekim 2013 de Fransa’da yayınlanacak. Umarızki Asterix’in Türkiye’deki yayıncısı Remzi Kitapevi’de bu albümü eş güdümlü olarak yayınlar ve biz Asterix okuyucularını kasmaz… Keşke bizdeki ustalarda bayrağı devredecek veliatlarını yaşarken belirleseler… Örneğin Tarkan’ı Sezgin Burak usta kadar aynı kalitede çizecek, kardeşi yaşayan efsane Ersin Burak varken Tarkan’ın yeni maceraları neden çizilmez?... Suat Yalaz ustamız, Allah uzun ömür versin hala yaşıyor, neden ‘Karaoğlan’ın yeni maceralarını çizecek veliaht’ını belirlemiyor hala… Abdullah Turhan ustamıza da Allah uzun ömür versin, ustamız cevaz versede ‘Kara Murat’ olmasada ‘Tolga’nın’ yeni maceraları yayınlansa ne güzel olur… Ha keza ‘Ustura Kemal’ Haldun Sevel ustamız bir el versede efsane kahramanın yeni albümleri yayınlansa… Rahmetli Ali Recan ustanın ölümsüz kahramanı Yüzbaşı Volkan için bazı arkadaşlar girişimde bulundu vakti zamanında ama … Ama işte bir takım anlaşmazlıklardan dolayı bu proje hayal oldu… Spirou, Asterix, Red Kit Frankofonlar… Süperman, Batman Comixler…

56

Tex, Zagor, Fumettiler … Yazarı çizeri bu dünyadan göçüp gitsede maceraları hala devam ediyor… Hepimizin severek okuduğu bu çizgi roman klasiklerinin yaratıcılarının yetiştirdiği çıraklar bu günün usta çizerleri olarak bu kahramanların maceralarını hala devam ettiriyor ve ölümsüzleştiriyor, bu gelenek bizde neden hala yerleşmedi bilemiyorum… Oğuz Aral’ın unutulmaz kahramanları ‘Utanmaz Adam, Avanak Avni’ yüzlerce çırağı olmasına rağmen neden yeni maceraları çizilmez ki? Ah şu oğullar, babalarınızın mirası yasal olarak hakkınızdır ama bu Türk çizgi roman klasiklerinin manevi mirası da Türk çizgi roman okurlarına, Türkiye Cumhuriyetine, Türk Halkına aittir… Türk çizgi roman klasiklerinin önü açılsın, bu klasikler gelecek kuşaklara da aktarılıp nesiller boyu hatırlansın, bilinsin, okunsun, yeni maceraları yazılıp çizilsin… Bu sadece benim düşüncem değil, birçok çizgi roman okurununda paylaştığı ortak görüştür. Bu klasikleri layıkıyla çizecek bir sürü genç yetenek var artık bu ülkede... Mehmet Kaan SEVİNÇ

57


Yazan ve Çizen: Murat SEVİNÇ

58

59


60

61


Sinema

Adana’da Altı Gün Gölge e-Dergi’nin takipçileri film festivallerini takip etmeyi sevdiğimi biliyorlar. Ankara’da yaşadığım için Ankara festivalleri her zaman odağımızda zaten. 2008’den beri Antalya Altın Portakal’ı da takip ediyoruz. Nicedir Adana Altın Koza’yı da izlediğim festivaller arasına dahil etmeyi düşünüyordum ama bir türlü kısmet olmamıştı. Bu yıl şartlar izin verince altı günlük bir Adana yolcuğuna çıktım. İşte o altı gün: 16 Eylül 2013 Pazartesi: Pazartesi sabahı Ankara’dan yola çıkmamdan itibaren hareketli bir festival günü beni bekliyordu. Önce her işi son saniyeye bırakınca ve havaalanının uzun yolunu da dikkate almayınca az daha uçağı kaçırıyordum. Koşarak biniş kapısına yöneldiğimde uçağın rötar yapmış olduğunu görerek derin bir nefes aldım. Sorunsuz bir uçuştan sonra Adana’ya ulaştık. Uçuş sorunsuzdu ama sonrası yine hareketliydi. Havaalanından otele gidişte ufak bir kaza tehlikesi atlattık. Sonrasında ilk seansı feda etmek pahasına otelde bir miktar dinlendikten sonra Avşar Optimum sinemasına doğru yola çıkmaya hazırlandım. Festivalin ilk günü olmasından olacak, otelden sinemaya giden servisler henüz tam oturmamıştı. Sinemaya hangi otobüsle gidebileceğimi öğrenip (ki bu sırada da otelin merdivenlerinden düşüyordum az daha, meğerse günün ilerleyen saatlerinde başıma geleceklere karşı bir uyarıymış) yola çıktım ama yolda bir kaza tehlikesi daha. Eski Adana olarak geçen bölgedeki dar yollarda yandaki otobüs ile aynalarımız çarpıştı. Olabilir dedim ama yan otobüs şoförünün aynayı düzeltirken bizim yola devam etmemiz şimdi adamın elini parçalayacağız hissi vererek yüreğimi kaldırdı doğrusu. Ama hala olaylar bitmemişti. Bu kez de muavin benim Optimum’a gelince haber verin dediğimi unutunca sinemayı geçip gitmişiz. Daha çok var mı diye sorunca uyanan muavin beni karşıdan gelen bir başka otobüse bindirip gerisin geriye yollayınca sonunda sinemaya vardım. Yazıyı buraya kadar bunlar beni ilgilendirmiyor ki, filmlere geçelim artık hissiyle okuyanları daha fazla sıkmayalım ve Adana’da ilk izlediğim filme geçelim ama arkası bir sonraki seansa demeyi de ihmal etmeyelim. 15:00 – Nihayet ilk film. Gayet güzel bir sinema salonu ve dijital gösterim ama pek az seyirci ile

62

63


Sinema

Sinema

Cereyansız (Powerless) filmine başladık. Biletler de ücretsizdi ama belki de belgesel olduğundan seyirci azdı. Cereyansız, Kanpur’da yaşanan enerji problemine olayın iki farklı tarafından bakan bir yapım. Hindistan’ın dericilikle uğraşan ve birçok atölyenin bulunduğu bu bölgesinde bazen 16 saate yakın elektrik kesintileri oluyor. Bu kesintilerden kurtulmak için atölyeler jeneratör ile çalışmak durumunda, bu da hava kirliliğine neden oluyor. Bölge halkı bu durumun çözümünü kaçak elektrik kullanmakta bulmuş. Küçük çocuklar bile nasıl elektrik çekileceğini biliyorlar ama bu konuda efsaneleşmiş bir isim var. Loha Singh, en zor yerlerden bile elektrik çekebiliyor. Film onun karşısına bölgenin elektrik dağıtım şirketine yeni ataman bir yönetici olan Ritu Maheshwari’yi getiriyor. Bu göreve atanan ilk kadın olarak Maheshwari’nin ilk işi bölge halkının gözünde firmanın imajını düzeltme çalışmaları oluyor. İlk başlarda başarılı gibi gözükse de zamanla olaylar değişiyor. Film de bu iki kişiliği yaklaşık bir yıl boyunca izliyor. Filmin izleğini kapitalist şirkete karşı kahraman kaçakçı temasına oturtmak çok kolay olabilirdi ama film iki tarafın da haklı yönlerini göz önüne seriyor. Zengin mahallelere kesintisiz elektrik sağlanırken fakir mahallerin bundan yoksun kalması, bu insanların elektrik fiyatlarının yüksekliği nedeniyle zaten ödemekte zorluk çekmeleri işin bir boyutu iken dağıtımcı firma da aslında kaçak kullanımın bu sorunlara yol açtığı iddiasında. Herkes kendi açısından haklı yani. Zaten filmin bir yıl sonunda geldiği noktada iki taraf açısından da pek fazla bir şey değişmediğini görüyoruz. Bu orta karar belgeselin bitişinde Adana’da olsam da alışkanlıklarımdan vazgeçmemeye kararlıydım. Yani film sonundaki yazıları sonuna kadar izleyecektim. Bu filmde yazılarda bir an ses kesilse de arkaya dönüp bakınca ses de yazılar da devam etti. Yazılar bitti, salonda bir tek ben varım ama pek bir mutluyum diyerek salonu terk ederken o gün teğet geçen kazalar, sonunda bu sefer kurtulamayacaksın dediler. Sinemada ön sıradaki koltuklarla benim oturduğum sıra arasında bir boşluk varmış. Kalkıp çıkarken o boşluğa ayağımın girmesi ile öndeki koltuğun üzerine doğru kapaklanmam bir oldu. Sonuç: Sağ ayak bileğimde olaydan yaklaşık iki hafta sonra bu yazıyı elden geçirirken hala üzeri kabuk bağlamış şekilde duran bir yara ve ön koltuğun sırtlığına göğsümü vurma sonrası göğsümde oluşan ve 5-6 günde ancak geçen bir ağrı. Neyse, yine de yıllar önce Uçan Süpürge Film Festivali sırasında aynı ayak bileğimi kırdığım düşünülürse ucuz atlattık diyebiliriz. Bütün bunlardan bana ne sen filmlere devam et diyen sevgili okuyucu, tamam tamam başıma gelen kazalar bu kadardı. Filmlere devam. 17:45 – Bela (La Plaga / The Plague) son dönemlerde sıkça gördüğümüz belgesel ile kurmacanın iç içe geçtiği filmlerden. Film, İspanya’nın kırsal bölgelerinde yaşayan 5 kişinin (ki kendilerini oynuyorlar) birbirleri ile çok az kesişen hikâyelerini anlatıyor. En fazla kesişen hikâyelerin bir bakımevinde çalışan hemşire ve burada yaşamak zorunda kalan yaşlı kadın arasında geçtiğini söyleyebiliriz. Bunun yanında 20 yıldır her gün aynı yere gidip müşteri bekleyen yaşlı fahişe karakteri de oldukça ilginç ve hüzünlü. Diğer karakterler de bölgedeki çiftliklerde çalışmaktalar. Yönetmen Neus Ballús bu karakterler üzerinden hem bölgenin bir portresini çiziyor, hem de orada yaşayanların ruh haline bizi ortak ediyor. Özellikle yalnızlık ve çıkışsızlık duygusu hâkim ve bu seyirciye de geçiyor. Bu anlamda başarılı bir film denebilir ama durağan temposunun izlemeyi zorlaştırdığını da söylemeli.

64

20:30 – Adana’da ilk gün biterken festival ekibinin büyük kısmı açılışa gidiyordu. Konukların da büyük kısmının orada olduğundan eminim. Ama ben elbette film izlemeyi seçecektim. Son seans için seçtiğim Hayuta ve Berl (Hayuta and Berl / Epilogue), hayatlarının son dönemindeki iki yaşlı insanı anlatmasıyla hemen Amour’u akla getiriyor. Bu da filmin aleyhine işliyor aslında. Amour o kadar iyi bir film ki Hayuta ve Berl de gayet iyi bir film olmasına rağmen gölgede kalıyor. Filme kendi başına bağımsız bir film olarak bakarsak, bu iki insanın artık kendi dönemlerinin geçtiğini hüzünle hissetmeleri çok iyi verilmiş. Aslında yaşlarına göre halen aktifler, yavaş da olsa, zor da olsa istediklerini yerine getirebiliyorlar ama dünyanın temposu içinde onlara yer yok artık. İyice bir kenara, bir köşeye itilmişler. Bu anlamda sadece çiftin sadece yaşı değil sol hatta sosyalist geçmişleri de önemli. Özellikle adam halen o görüşlere inanıyor, hatta yaşına rağmen hala ülkesi için iyi olacağına inandığı bir hareket örgütlemeye çalışıyor. Ancak radyoda bundan bahsettiğinde o sadece bir sonraki şarkıya geçene kadar muhabbet edilebilecek bir kişilik. Bu konudaki kitapları satmaya çalıştığında ise kitapçı artık bunları kimsenin okumadığını söylüyor. Bu şekilde filmde gençlerin o düşünceyi modası geçmiş bulmaları da vurgulanıyor. Yine de film boyunca onların halinden anlayan gençlerin de olmasını bir umut ışığı olarak algılayabiliriz. Böyle bir filmde başrol oyuncularına büyük iş düşüyor ve Yosef Carmon ve Rivka Gur gerçekten de çok başarılı. Yine bir kıyaslama yapacak olursak Amour’daki Trintignant-Riva çiftini aratmıyorlar. Aslında bu filmin temposu da oldukça yavaş ama yönetmen Amir Manor’un filmin temposunu ana karakterlerinin temposuna eşlediği söylenebilir. Bu yüzden filmin teması içinde bu tempo yavaşlığı tam da yerli yerine oturuyor. Genel olarak filmin fazlaca hüzünlü olmasını bir kusur olarak sayabiliriz belki. Duygu sömürüsü yaptığını söyleyemem ama tam da sınırda kalıyor. Gün biterken elbette yine sinema salonunda bir tek ben kalmıştım. Çıkarken filmlerin elektronik altyazılarını yapan ekibin Ankara’daki festivallerden çok iyi tanıdığım ekip olduğunu görmek güzel bir sürpriz oldu. Ben de İngilizce altyazı olmayan filmlerde altyazı zamanlamasını çok iyi yaptıklarını düşünüp takdir etmiştim. Meğerse epey tecrübeli bir ekipmiş. 17 Eylül 2013 Salı: Festivalin ikinci gününde klasik festival performansımı yakalamak için ilk seanstan filmlere başladım. Bu kez festival sinemalarında Arıplex’i tercih etmiştim. Sinemanın yürüme mesafesinde olduğunu öğrenince yola koyuldum. Ufak, bir yanlış yola sapma hadisesi dışında bu sefer sorunsuzca sinemaya vardım. Bu arada sinemanın adından bir alışveriş merkezi içinde olacağını düşünmüştüm. Tek başına bir sinema salonuymuş. Adana’da AVM dışında bir sinema görmek güzel bir sürpriz oldu. Her ne kadar festival boyunca sadece iki salonunu görmüş olsam da sinema olarak da gayet hoşuma giden bir salon oldu (bazı elemanları ben yazıları beklerken sıkılmış şekilde bakıyorlardı ama olsun o kadar artık…) 12:00 – Yarım Kalan Şarkı (Song for Marion / Unfinished Song) biri ölmek üzere olan yaşlı bir çift

65


Sinema

Sinema

hakkında olan filmlerden bir diğeri. Ancak bu kez ne Amour, ne de dün izlediğimiz Hayuta ve Berl kadar ağırlıklı bir filmdi. Karşımızda popüler sinemaya çok daha yakın bir film var. Hem duygusallığı, hem de eğlencesi yerli yerinde. Marion (Vanessa Redgrave) çevresine neşe saçan bir kişilikken, kocası Arthur (Terence Stamp) ise tam bir aksi ihtiyar. Bölgede yaşlılar tarafından oluşturulmuş bir müzik grubuna katılan Marion, hayatının son günlerinde hem kendisini, hem çevresini mutlu etmek istiyor. Özellikle müzik grubunun çalışmaları ve performansları filmin en eğlenceli sahneleri arasında (filmde “Let’s Talk About Sex” şarkısı daha öne çıksa da bence bu gruptan “Ace of Spades”i dinlemek daha keyifliydi). Filmin The Full Monty, Brassed Off ve Calendar Girls gibi İngiliz filmlerinin izinden gittiği söylenebilir. Filmin senaryosu çok beklendik gidiyor. Bir tek müzik öğretmeni Elizabeth’in (Gemma Arterton) Marion’un oğlu ile bir aşk yaşamasını beklemiştim, o olmadı. Ama filmin en büyük kozu Stamp ve Redgrave zaten. Her ikisi de sadece varlıklarıyla bile filme öyle bir yaşanmışlık duygusu ve derinlik katıyorlar ki sadece bu bile izlemek için yeterli oluyor. 14:45 – Popüler (Populaire) de başrol oyuncularının uyumu sayesinde yükselen bir film. Yakışıklı bir patron ve onun sekreteri arasında filizlenen aşkı anlatan film, sekreterin çok hızlı daktilo yazdığı için katıldığı yarışma çevresinde şekilleniyor. Romantik komedi kalıplarının çok dışına çıkmıyor aslında. Ama Romain Duris’deki şeytan tüyü ve Déborah François ile uyumları filmi izlenir kılıyor. Filmin gittiği yönü bilseniz de keyifle izliyorsunuz. Yönetmenin dinamik kurgu anlayışı da daktiloda yazı yazma yarışması gibi modası geçmiş hatta belki de bugünden bakınca eleştirel yaklaşılması gereken bir olayı Rocky’deki boks müsabakası tadında heyecanla izlettirmemeyi başarıyor. Ayrıca filmin geçtiği yıllara (50’lerin sonları, 60’ların başları) ait atmosfer, kostümler, davranış kalıpları da genellikle filmi eğlenceli bir hale getirmek için kullanılmış ve bunda da başarılı oluyor. Sonuç olarak sinema adına çok şey beklenmese de keyifli bir film izlemek için ideal bir seçim. Gösterime girme ihtimali de var bu arada. 17:45 – Bu seans için sinema değiştirdim ve tekrar Avşar Optimum’a geçtim. Bu sırada yağan delice yağmur sırasında neyse ki arabanın içindeydim. Seçtiğim film Uyum Dersleri (Uroki Garmonii / Harmony Lessons) idi. Belki içine girmesi biraz zor bir film ama biraz sabredip filme kapılırsanız karşılığını fazlasıyla veriyor. Bir okulda sürekli aşağılanan Aslan adlı çocuğun hikâyesi yavaş yavaş gelişiyor, geliştikçe de insanın içine işliyor. Kazak yönetmen Emir Baigazin, gençler arasında yaşananlar, çeteler, polisler ve doğa ile kurduğu bağlantılar ile şiddetin iliklerine kadar işlediği bir toplum portresi çizmiş. Asıl önemlisi Darwin’in güçlü olan yaşar teorisini hiç beklemediğimiz bir şekilde somutlaştırıyor. Filmin başındaki koyun kesme sahnesinden itibaren defalarca gücü elinde bulunduranın uyguladığı fiziksel

66

ve psikolojik şiddeti görüyoruz. Ama unutmayalım ki gücü elinde bulunduran her zaman tahmin ettiğimiz kişi olmayabilir. Film sadece teması ile değil çok başarılı görüntü çalışması ve profesyonel olmayan oyuncularının başarısı ile de dikkat çekiyor. Çok mu iddialı olur, arada bir şeyleri atlar mıyım bilmiyorum ama Uyum Dersleri izlediğim en iyi Kazak filmi olabilir. 20:30 – Günün son filmi olarak seçtiğim Kız Evlat (I Kori / The Daughter) ismini görünce cinsiyet rolleri üzerine bir şeyler söyleyecek bir film gibi duruyordu ama değilmiş. Ana karakter bir erkek çocuğu da olabilirdi rahatlıkla. Kaybolan babasını bulmak için bundan sorumlu olduğuna inandığı ailenin küçük çocuğunu kaçırmak, onu tehdit etmek bir kız çocuğuna daha zor yakıştırılabilen bir davranış sadece. Ama bunun dışında filmin asıl derdi Yunanistan’da yaşanan kriz ve sokak gösterilerinin nedenleri zaten. Filmde bu gösteriler çok kısa bir süre gözükse de nedenleri atmosfere sinmiş durumda. Zaten bu da filmi farklı bir boyuta getiriyor. Yine de filmin tam bir başarı olduğunu söylemek zor. Hikâye biraz daha derli toplu olabilirdi, özellikle de finali. Bu arada otele gidince e2’de Breaking Bad’in yeni bölümünü izleyerek günü o gün izlediğin dört filmden de daha iyi bir yapımla bitirdiğimi düşündüğümü de eklemeliyim. Bir kez daha tv dizisi dediğimiz şeyin ne kadar iyi bir noktaya geldiğini düşündürdü. 18 Eylül 2013 Çarşamba: 12:15 – Haftanın ortasına geldiğimizde sinemadan sinemaya geçişi pek sevmediğim için günün filmlerini Arıplex’den seçtim. İlk film olan Suları Kesen Adam (Menatek Ha-maim / The Cutoff Man) filminden pek ümidim yoktu aslında. Bu da tek bir kişinin hikâyesi üzerinden bir toplumun portresini çizmeye çalışan filmlerden biri. İsrail’in yoksul mahallelerini ele alan filmde Gaby, kendisi gibi insanların, bazen arkadaşlarının suyunu kesmekle görevlendiriliyor. Bunu yaparken de kimse bu adamın işi de bu diye bakmıyor ve bin bir türlü hakaretle karşılaşıyor. Ancak film neredeyse tümüyle Gaby’nin işini yaparken uğradığı aşağılanmalar ile geçtiği için çok çabuk tekrara düşüyor. Seçim dönemlerinde su kesintilerinin durması gibi birkaç ayrıntı ve başroldeki Moshe Ivgy’nin doğal oyunu dışında film çok ilgi çekici değilmiş gerçekten. 15:00 – Görünen o ki hemen her ülkenin 68 kuşağı ile ilgili bambaşka hikâyeleri var. Bana Anlatılan Anılar (A Memória que me Contam / Memories They Told Me), Brezilya’da o günlerde yaşananlara bugünden bir bakış. Otobiyografik özellikler de taşıdığı belli olan filmde dönemin aktif isimlerinden biri hastalanınca tüm eski arkadaşları toplanıyorlar. Hasta olan Ana karakterini

67


Sinema

Sinema

hasta yatağında görmüyoruz hiç. O, arkadaşlarının gözünde hep o yıllardaki genç halinde. Tüm film boyunca genç hali ile görünmesi o günlerin simge isimlerinin halk gözünde de hep o şekilde kaldıklarına bir gönderme olarak düşünülebilir. Oysa film kimileri için köprünün altından çok sular aktığını da güzel bir şekilde anlatmış. Bir zamanlar aynı dünya görüşünde olan, aynı amaçla mücadele eden arkadaşlar aradan geçen yıllarda bambaşka noktalara gelebilmişler. 17:45 – Sıradaki film, Sefertası (The Lunchbox), hiç beklemediğim kadar hoş bir film çıktı. Özellikle sonlara doğru duygusal yönleri de olan, keyifle izlenebilecek bir komedi. Film, emekli olmak üzere olan aksi bir adamla, kocası ile sorunlar yaşayan genç bir kadının bir karışıklık sonucu başlayan ilişkisi üzerine. Kadının kocasına yaptığı yemekler kuryenin hatası sonucu bu aksi adama gidince ikili arasında sefertasları içindeki notlarla bir yazışma başlıyor. Birbirini görmeyen iki insan arasında yavaş yavaş gelişen duygular ve iki karakterin de film boyunca yaşadıkları değişim başarılı ve eğlenceli bir şekilde verilmiş. Deneyimli aktör Irrfan Khan rolüne çok iyi oturmuş. Filmin komedi unsurunu oluşturan Nawazuddin Siddiqui de işi devralmak için başlayan genç rolünde önce itici, sonra sevimli olmayı başarmış. 20:30 – Düş ve Gerçek (Jimmy P.), İkinci Dünya Savaşı sonrası, savaşa katılmış bir kızılderilinin yaşadığı hastalığın ne olduğunun çözülmesi sürecini anlatıyor. Bir türlü doğru teşhis konulamayan hastalığı çözmek, önceden de kızılderililer ile çalışmış Fransız bir doktora kalıyor. Film boyunca bir yandan vakanın çözülüşünü takip ederken bir yandan da bu iki kişilik arasındaki dostluğun gelişimine tanıklık ediyoruz. Düş ve Gerçek, Cannes’da yarışmış bir film. Benicio del Toro ve Mathieu Amalric gibi gayet iyi oyuncuları da var ama benim çok ilgimi çekmedi. Doğrusunu söylemek gerekirse ne tıbbi vaka ne de odak noktasındaki iki karakter seyircinin ilgisini yeterince çekebilecek ilginçlikte değildi. 114 dakikalık süresinde zaman zaman gayet sıkıldığımı söyleyebilirim hatta. Olmamış diyerek günü bitirdik. 19 Eylül 2013 Perşembe: Bugünün benim için farklı bir anlamı vardı. Hem doğum günümdü, hem de günün sonunda yıllardır görmediğim bir arkadaşımla buluşacaktım. Sabahtan sosyal medyadan gelen doğumgünü tebriklerine yanıt verdikten sonra otelimize epey uzak olduğu söylenen Cinemaximum Sinemaları’na doğru yola koyulduk. 12:15 – Bu yıl Cannes Film Festivali’nde filmleri yer alan nice ünlü yönetmen varken Amat Escalante’nin

68

Heli ile en iyi yönetmen seçilmesine epey şaşırmıştım. Bu nedenle bu festivalin mutlaka izlemek istediğim filmlerinden biriydi Heli. Ama diyecek bir şey yok, Heli iyi film. Escalante, Gabriel Reyes ile birlikte senaryosunu da yazdığı filmde, bir uyuşturucu meselesi sonrası yoğun bir şiddete maruz kalan bir aile ile bu aileden Heli’nin intikam hikâyesini anlatıyor. Çoğunlukla kaydırmalı çekimlerden oluşan filmde Escalante’nin seçtiği çerçeveleri ve kamerasının nerede durup nerede devam edeceği konusundaki kararlarını çok başarılı buldum. Şiddetin yoğun olduğu filmde kamera bazen bunu tüm açıklığı ve olanca rahatsız ediciliği ile göstermeyi seçiyor, bazense uzaktan izliyor. Bir gün önce izlediğim Uyum Dersleri için şiddetin içine işlediği bir toplumu anlatıyor demiştim, Heli’de durum daha da beter. Kimi sahneleri izlemek gerçekten zor. Her ne kadar hikâye içinde bu sert sahneler filmin ortalarından itibaren başlasa da filmin başında gösterdiği sahne ile Escalante bir anlamda seyircisine gerekli mesajı veriyor. Heli kesinlikle izlenmesi gereken sağlam bir film ama şiddetten rahatsız olanlar temkinli olsun derim. 14:00 – Bir önceki seanstan ucu ucuna yetiştiğim Her Şeyi Yok Eden Makine (Manqana, Romelic Kvelafers Gaaqrobs / The Machine Which Makes Everything Disappear), Sundance dâhil pek çok festivalde ödül almış bir belgesel ama benim için bugünün filmleri arasında zayıf halka idi. Bir oyuncu seçimi ilanına gelenlerle yapılan söyleşileri ve onlarla çekilen kimi sahneleri izlemek bana hiç çekici gelmedi açıkçası. Yönetmen Gürcistan gençliğinin bir portresini çizmek istemiş olabilir, belli ki kimilerine göre iyi de yapmış ama bana hitap etmedi diyelim. Hatta filmde bayağı bayağı uyuduğumu da itiraf edeyim. Zaten salondaki zaten az sayıdaki seyirciden filmin sonuna kadar dayanan da çok azdı. 16:15 – Doğumda karışan çocuklar, bunun yıllar sonra ortaya çıkması ve aileler üzerindeki etkileri. İlk başta ben bunu Yeşilçam’da da gördüm diyebilirsiniz. Ama Benim Babam, Benim Oğlum (Soshite Chichi ni Naru / Like Father, Like Son) filminin kamera arkasında Hirokazu Koreeda olunca iş değişiyor. Aslında karakterleri tanıdıktan sonra filmin gidişi bizi şaşırtmıyor. Ama Koreeda, beklediğimiz tüm hamleleri öyle incelikli bir şekilde yapıyor, ayrıntılarla güçlendiriyor ki bu da filmi güçlü kılıyor. Zaten film yönetmenin şimdiye kadarki filmografisi ile uyumlu. Koreeda her zamanki gibi yine aile ilişkileri üzerine kuruyor hikâyesini. Filmin adından da anlaşılabileceği gibi daha çok baba-oğul ilişkisi üzerine eğiliyor. Bu kez iki aile arasında sosyal sınıf ve buna bağlı olarak çocuklarını yetiştirme tarzları üzerine de sağlam cümleler kurmayı ihmal etmiyor. Koreeda filmlerinin sürelerini uzun tutmayı seviyor. Yeni filmi bu yönden de filmografisi ile uyumlu. Bu film için de gereğinden biraz uzun demek mümkün. Bu arada Benim Babam, Benim Oğlum’u Cannes’da izleyen bir de ödül veren Spielberg, Dreamworks için yeniden yapım haklarını almış. Yeni filmden fazlasıyla abartılı bir duygusallık beklenebilir. Ağlak Hollywood versiyonu gelmeden aslını izlemeli.

69


Sinema

Sinema

18:30 – İlk günün filmlerinden bahsederken biletlerin ücretsiz olduğu halde seyirci sayısının az olduğunu yazmıştım. Genel olarak bu durum pek değişmedi. Benim Babam, Benim Oğlum’da şaşırtıcı derecede çok seyirci vardı ama salonu tıklım tıklım dolduracak film Coen biraderlerin yeni filmi Sen Şarkılarını Söyle (Inside Llewyn Davis) olacakmış demek (festivalde yerli filmleri izlemediğim için onların seyirci sayılarını bilemiyorum, onlar daha fazla seyirci çekmiş olabilir). Inside Llewyn Davis için Coen biraderler döndü demek mümkün. Nereye gitmişlerdi ki derseniz onda da haklısınız ama uzun zamandır Coen›lerden bu kadar renkli bir karakter geçidine sahip bir film izlememiştik. Filmde en az görünen, çok az diyaloğu olan karakterler bile bir iz bırakıyor. Hatta bu karakterler galerisine bir kedi bile dâhil oluyor. Genellikle filmlerinde daha önce beraber çalıştıkları oyuncuları kullanmayı seven biraderler, bu kez Coen oyuncuları diyebileceğimiz isimlerden sadece John Goodman ile beraber çalışmışlar. Ama diğer oyuncuları da Coen dünyasına gayet iyi uyum sağlamışlar. Hatta ismini duyunca aklımızda bir şüphe oluşan Justin Timberlake bile aksamıyor. Bir folk şarkıcısının yol hikâyesini anlatınca, müzikler büyük önem taşıyor elbette. T-Bone Burnett bir kez daha Coen›lerin istediği ruhu yakalamış. Film, müzikleri ve yapısı ile O Brother, Where Art Thou? filmini hatırlatıyor ki zaten Coen’ler de film içinde bariz bir gönderme yapıp haksız değilsiniz demişler. Bu arada hafif spoilerımsı bir not: Finalde sahneye çıkan kişinin kim olduğundan emin değilseniz jenerikte kast akarken son ismi kaçırmayın. Aslında güne bir film daha sığdırmak mümkündü ama üniversitede lisans ve yüksek lisans yıllarından çok samimi bir arkadaşım yıllardır Adana’da yaşıyordu ve senelerdir görüşmemiştik. Onunla görüşmek için bir filmi feda edebilirdim. Eski günlerden söz etmek için bir gece bile yetmezdi aslında. Sevgili Ali Tozkapan ve eşine buradan da bir selam olsun.

hüznün bir birleşimi olarak düşünürsek işin komedi yönünün Finlandiya, hüzün kısmının ise çoğunlukla İstanbul ile özdeşleştiğini söyleyebiliriz. Hikâyenin çıkış noktası olan müzisyen de hayatının bir bölümünü İstanbul’da geçirmiş zaten. Filmde aklıma takılan bir nokta Zombi›nin İstanbul›a düşkünlüğü oldu. Finlandiya’da kendi başına kalmayı seçtiği mekânlarda bile İstanbul’dan hatıralar var. Onun bu bağlılığının nedenlerini filmde bulamadım tam olarak.

20 Eylül 2013 Cuma: Festival sonuna doğru yaklaşmışken programı inceleyince bugünü çok yeni olmasa da izlemediğim filmlere ayırmaya karar verdim. Seçtiğim filmler özellikle festivalin Kuzey Işıkları bölümündendi.

17:30 – 2006 yapımı Uyumsuz Adam (Den Brysomme Mannen / The Bothersome Man), zevkine güvendiğim arkadaşların izleyip çok sevdiği bir filmmiş meğerse. Bunca festival takip eden birisi olarak atlamışım nedense. Gerçekten çok iyi bir yapım. Film, bir gün kendini yeni bir şehirde ve yeni bir işte bulan Andreas’ı anlatıyor. Durumu çok fazla sorgulamadan işinde çalışmaya başlıyor, bir kadınla tanışıp birlikte yaşamaya başlıyor. Ara sıra kopan parmağının yerine gelmesi gibi tuhaf olaylar da oluyor ama Andreas burada iyi bir yaşam da kurunca bu durumun üzerinde de fazla durmuyor. Ama zamanla şehirde bir şeylerin eksik olduğu Andreas’ın giderek daha fazla dikkatini çekmeye başlıyor. Herkes yaşadığı hayattan mutlu ama şehirdeki insanlar duygusuz gibi. Andreas ise farklı bir şey aramaya başladıkça dışlanıyor. Şehir sürreal gibi duruyor aslında ama yönetmen Jens Lien ve senaryo yazarı Per Schreiner belirgin bir şekilde modern yaşamı betimliyor. Ne de olsa farklı bir şey aramadıkça, düzene ayak uydurdukça çok mutlu olabilirsiniz. Uyumsuz Adam için rahatlıkla festivalin en iyilerinden diyebilirim.

12:00 – Zombi ve Hayalet Tren (Zombie ja Kummitusjuna / Zombie and the Ghost Train), ismini ilk duyanların beklediğinin tersine bir korku filmi değildi (ki salonda bu beklentide seyirciler vardı). Zombi lakaplı bir müzisyenin hüzünlü yokoluş hikâyesi. Ama yönetmen Mika Kaurismäki tümüyle hüzünlü bir film de yapmamış kendisinden beklenebileceği gibi. Kahkaha ile güldüren sahneler ve rock’n roll da var filmde. Filmin korlu filmi olmaması bir yana, hakkında hiç bilgisi olmayanların gördüğü bazı mekânlar ve sahneler de onları oldukça şaşırttı. Açılış ve kapanış İstanbul’da geçiyor çünkü. Ali Özgentürk ve Halil Ergün gibi isimler de filmde karşımıza çıkan tanıdık isimler. Aslında filmi komedi ve

70

15:00 – Bazı filmler hakkında hiçbir şey bilmeseniz bile adları ile hemen dikkat çekiyorlar. Günün ikinci filmi olarak seçtiğim Tanrı ve Şeytan Güneşin Ülkesinde (Deus e o Diabo na Terra do Sol / Black God, White Devil) de bu filmlerden biri. 1964 yapımı olan bu Brezilya filmi bugünden bakınca biraz eskimiş görülebilir ama dönemi için gayet başarılı. Film, halk şarkıları eşliğinde anlatılan epik bir hikâye olarak kurulmuş. Aynı zamanda belirgin bir western havası da var. Patronunu öldürmek durumunda kalan ve karısıyla beraber kaçmaya başlayan Manuel’in öyküsü, bir din adamı ve bir çete liderinin güç savaşları arasında kalıyor. İşin içine bir de kiralık katil girince işler karışıyor. Aslında böyle anlatınca film bir aksiyon filmi olarak gözükse de söz konusu western teması sadece filmin altyapısını oluşturuyor. Kimi sahnelerin epey yavaş olduğunu da söylemeli. Örneğin epey uzunca süren bir taş taşıma sahnesi var ki seyircilerin bir kısmının sıkılıp çıkmasına neden oldu. Ama bu film de sabredildiği takdirde karşılığını veren filmlerden. Filmin anlattıkları hala geçerli. Temel olarak halkın farklı güç odaklarının kendisini yönlendirmesine izin vermemesi gerektiğini söylüyor. Bu anlamda Tanrı ve Şeytan olarak tanımlanan iki farklı uç değil halkın kendi gücü önemli deniyor. Zaten bu iki farklı ucun kimi zaman birbirinden çok da farklı olamadığını da belirtiyor film.

71


Sinema

Sinema

21:00 – Mika Kaurismäki ile açtığım günü Aki Kaurismäki ile kapıyordum. Hamlet İş Dünyasında (Hamlet Liikemaailmassa / Hamlet Goes Business), Aki Kaurismäki’nin kendi meşrebince yaptığı bir Hamlet uyarlaması. Shakespeare’in eserlerinin zamansız olduğu söylenir. Film bunu bir kez daha gösterirken Kaurismäki filmlerinin özelliklerini de taşıyor. Kaurismäki’nin kendisine özgü mizahı, vazgeçemediği rock’n roll ve elbette fetiş oyuncusu Kati Outinen yerli yerinde. Hikâyeyi bir fabrikaya taşıyan Kaurismäki, belli bir noktaya kadar bildiğimiz Hamlet hikayesini anlatmış. Bazen isimlerde ufak değişiklikler olsa da oyundaki pek çok karaktere yer var filmde. Ancak Hamlet’in bildiğimiz olay kurgusu, finalde yaşanan bir hatta iki sürpriz ile değişiyor. Orada da Kaurismäki belli ki işçi sınıfını öne çıkarmış. Hamlet İş Dünyasında en iyi Kaurismäki filmlerinden biri değil belki ama en azından ustanın ilk dönem filmlerini tamamlamak için izlenmeli. 21 Eylül 2013 Cumartesi: 12:15 – Genellikle festivallerde bir daha sinema perdesinde yakalama şansımın olmadığı filmleri tercih etmeye çalışıyorum. Ama bazen istisnalar da oluyor. Tıpkı Coen’lerin filmi gibi Jarmusch’un filmini daha İstanbul’da bile gösterilmeden izleme fırsatına karşı koyamadım. Sadece Aşıklar Hayatta Kalır (Only Lovers Left Alive) filmi ile ilgili olarak Jim Jarmusch vampir filmi çekiyor haberleri ilk çıktığında kafamda ufak bir şüphe oluştuğunu itiraf etmeliyim. Yoksa Jarmusch popüler akımlara mı kayıyordu? Cevap tabii ki hayır. Evet, Only Lovers Left Alive’ın ana karakterleri vampir ama film şimdiye kadar izlediğiniz vampir filmlerinden epey farklı. Evet filmde bir aşk hikayesi var, yakışıklı ve güzel vampirler de var ama işte film nihayetinde bir Jarmusch filmi. Adam ve Eve yüzyıllardır bu dünyada yaşayan iki vampir (isimler tesadüf mü sizce, elbette değil). Filmin başında dünyanın ayrı köşelerinde yaşasalar da birbirlerine olan aşları hala devam ediyor. Adam halen teknolojinin son olanaklarından faydalanmayı reddeden, mümkün olduğunda analog olarak yaşamak isteyen bir kişilikken Eve’i iPhone kullanan bir vampir olarak görüyoruz. Yine de her ikisi de bulundukları dünyaya yabancılaşan sanatla iç içe yaşayan karakterler onlar (o kadar çok sanat eserine gönderme yapılıyor ki, saymak zor). Sadece sanat değil tarih boyunca yaşayan bilimadamları ile ilgili göndermeler bile var film içinde. Dünyanın gittiği yerden de pek memnun değiller. İnsanları zombi olarak adlandırmaları da bu yüzden. Tom Hiddleston ve Tilda Swinton da o kadar iyiler ki. Sadece oyunculuk olarak değil perdeden yayılan enerjileri ile de seyirciyi etkiliyorlar. Zaten belli ki Jarmusch da onlara hayran hayran bakmış. Sadece sokakta yürüdükleri kimi sahnelerde bile ağır çekimde yavaş yavaş izlememizin nedeni bu belki de. Zaten filmin büyük kısmı seyircide yarattığı his üzerinden gidiyor. Çok sevdiğiniz, bunu içinizde hissettiğiniz ama neden sevdiğinizi kelimelere tam olarak dökemediğiniz bir film bir anlamda. Vampir filmi deyince bol kan ve korku görelim diyenlere göre de değil, Twilight isterim diyenlere de. Jarmusch sevenleri ise buraya alalım.

72

15:00 – Keşke Altın Koza’nın kapanışını Only Lovers Left Alive ile yapsaymışım. Son anda Uçan Balıkların Yazı (El Verano de Los Peces Voladores / The Summer of Flying Fish) filmini programa katınca iş değişti. Zaten iki film birbirine uzak sinemalarda oynayınca kıl payı yetiştik (hatta 14:45 seansında oynayan İkinci Kattan Şarkılar filmini izlemek isteyenler şoförümüzün sinemanın yerini bilmeyişi sonucu filme biraz geciktiler). Film Şili›de toprak sahipleri ve işçiler arasındaki bazıları ufak, bazıları daha ciddi bir takım sorunları arka arkaya sıralayarak şeyler söylemeye çalışıyor ama olamıyor. Yönetmen iki taraf arasındaki bu olaylarla filmin altını dolduruyor, dolduruyor, dolduruyor ama gerisini getirmiyor. Tabir yerindeyse ateşin altına odunları koyuyor ama bir türlü o kıvılcımı çakamıyor. Karakterler de ilgi çekici olmayınca daha doğrusu bir karakter yaratamayınca film de zayıf kalıyor. Aslında bu gece ödül töreni vardı, festival de bir gün daha devam ediyordu ama uçak için ucuz bileti ancak bugün akşam saatlerine ayarlayabilince benim için festival burada bitiyordu. Ödülleri ise Ankara’ya döndüğümde öğrenecektim. Seneye tekrar görüşmek dileğiyle diyerek ve festival süresince yardımcı olan tüm festival ekibine tekrar teşekkür ederek yazıyı bu yılın ödüllerinin listesi ile noktalayalım (yarışma filmlerini takip etmediğim için yorumsuz): En İyi Film: Gözümün Nuru, Yozgat Blues Yılmaz Güney Özel Ödülü: Köksüz En İyi Yönetmen: Reha Erdem (Jîn) En iyi Senaryo: Hakkı Kurtuluş-Melik Saraçoğlu (Gözümün Nuru) ve Tarık Tufan-Mahmut Fazıl Coşkun (Yozgat Blues) En İyi Kadın Oyuncu: Ahu Türkpençe ve Lale Başar (Köksüz) En İyi Erkek Oyuncu: Ercan Kesal (Yozgat Blues) En İyi Müzik: Mihaly Vig (Eve Dönüş Sarıkamış 1915) En İyi Görüntü Yönetmeni: A. Emre Tanyıldız (Soğuk) En İyi Sanat Yönetmeni: Tural Polat (Eve Dönüş Sarıkamış 1915) En İyi Kurgu: Ali Aga (Gözümün Nuru) En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Melis Ebeler (Köksüz) En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Tansu Biçer (Yozgat Blues) Türkan Şoray Umut Veren Genç Kadın Oyuncu: Deniz Hasgüler (Jîn) Umut Veren Genç Erkek Oyuncu: Savaş Alp Başar (Köksüz) Film Yön En İyi Yönetmen Ödülü: Mahmut Fazıl Coşkun (Yozgat Blues) ve Atıl İnaç (Daire) SİYAD En İyi Film Ödülü: Gözümün Nuru (Hakkı Kurtuluş-Melik Saraçoğlu) Adana İzleyici Ödülü: Çanakkale Yolun Sonu (Mustafa Kemal Uzun)

Hasan Nadir Derin http://sinemamanyaklari.com/

73


Öykü

Öykü

Aliye Aliye için herşey o gece sona ermişti ama bazı şeyler daha yeni başlıyordu.. O akşam Aliye'nin ne yaşadığını merak etmişsindir mutlaka. Eminim kimse Aliye'nin yerinde olmak istemezdi. Ya sen? Eğer biraz cesaretliysen düşün; şuan karşımda tebessüm eden,gözleri faltaşı gibi açılmış karanlığın içinden sana bakan,bembeyaz yüzlü bir ceset var. O,gözlerine ak düşmüş cesedi hayal edebiliyor musun? Korkma o sadece ruhu çekilmiş bir ölü. Aliye Bursa'da yaşayan,üniversiteden yeni mezun olmuş,guzel bir kızdı. Arap dili üzerine bir bölüm okumuş ve başarıyla bölümünü bitirmişti. Ailesiyle,babası dışında cok iyi ilişkisi vardı. Aslında Aliye'nin önceden babasına karşı bir tavrı yoktu fakat babası Aliye'nin aşk ilişkisi yüzünden Aliye'ye bir tavır takınmıştı. Aliye'nin de bu karşı tavrı haksız sayılmazdı. Aliye,Hilmi adında yakışıklı bir gençle aşk yaşıyordu. Bu iki genci,aynı üniversitede okuyan Aliye'nin kuzeni Esma tanıştırmıştı. Esma ve Aliye kardeş gibiydiler.Hilmi de,Esma'nin Aliye'ye bir hediyesi olmuş. Keşke olmasaydı... Şermin:Niye böyle önyargılısın İbrahim? Çıkar şu at gözlüklerini. İbrahim:Hala o çocuğun kızımı sevdiğine inanmıyorum. Şermin:Belki zamanla alışırsın,olamaz mı? -o zaman hiç olmayacaktı- İbrahim cevap vermedi ve odadan çıktı. Şermin,her bu konuyu açtığında kocası ya kestirip atıyor yada cevap vermiyordu...... Hilminin hiç bir kötü hareketini görmemelerine rağmen neden İbrahimin ona önyargılı davrandığını anlayamiyorlardı. Belki sen anlarsın; Hilmi,Aliye ile ayni üniversitede okuyordu ve Aliye'nin kuzeni sayesinde tanışmışlardı.Hilmi Aliyeyi cok seviyordu,bu her halinden belliydi.Hep evine bırakır,her sorununda yanında olur,Aliyeyi dinlerdi.Aliye'nin annesi Hilmiyi yemeğe davet ettiğinde eve gelir,kimseye saygıda kusur etmezdi. Her buluşmalarında evlilik hayalleri kurarlar ama Aliye'nin babasını düşündüklerinde içlerini bir huzursuzluk kaplardı. Herkes gibi Hilmi de neden Ibrahimin kendisini kabullenemediğini anlayamamıştı.Hilmi'nin bazen yemeğe davet edildiğini öğrenmiştin. İşte yine bir gece Hilmi'nin de davet edildiği bir yemek gerçekleşiyordu. Masada Hilmi,Aliye ve ailesi ile birlikte birde Esma vardı. Herşey cok güzeldi. Tabi ki İbrahim dışında. Hiç Hilmi ile konuşmuyor,hatta yüzüne bile bakmıyordu. Yemek bitti ve evde sadece Esma,Aliye ve ailesi kaldı. Aliye ile Esma,Aliye'nin odasına geçti. Salonda Şermin ve İbrahim sert bir diyaloğa girdi. "Bu yaptığın ayıp İbrahim,Hilmi haketmiyor bunları.". "Bana yakışanı ben bilirim,karışma.". İbrahim yine çekip gitmişti. Aliye'nin odasında Esma içini döküyordu "Ahmet'i cok özledim. Biz ayrılmayı hiç istemiyorduk". "Bence cok kavga ediyordunuz,seni üzmesine daha ne kadar izin verecektin?" "Dogru ama bir anda cok kızdım... İşte olan oldu." "iyi bile oldu bence.". Aliye'nin bu yorumu Esmayı cok şaşırttı ama üstünde durmadı. Işıklar kapandı.. İbrahim dışında herkes uyumuştu. İbrahim bir türlü sevememişti Hilmi'yi ama İbrahim'in bu tutumu Aliye'nin Hilmi'ye olan aşkından hiç birşey kaybettirmiyordu. Aksine sanki birbirlerine daha da bağlanıyorlardı. Bu konuyu yarın Aliye ile konuşmaya karar verdi. Sabah oldu,yeni bir gün doğdu. Kahvaltı masası hazırlandı. Herkes masanın etrafındaydı. Kahvaltı bittikten sonra İbrahim, Aliye'yi tenha bir kenara çekip konuşmaya başladı; "Kızım neden benim görüşlerime kulak asmıyosun? Bu çocuğu hiç gözüm tutmadı. Biraz daha düşünsen şu ilişkinizi ne çıkar?". "Bu kaçıncı artık baba? Anlamıyomusun biz birbirimizi seviyoruz. Hiç kimse bizi ayıramaz,buna izin vermeyiz!". -Gerçektende "babası" ayıramazmıydı sence?- Artık bu iş İbrahimi düşünceden düşünceye sürüklüyor,bu iki sevgilinin de moralini bozuyordu. Bir taraf kazanmalıydı ama kim? Aliye de babasıyla iyice inatlaşacaktı,belli. Hilmi'yi aradı; "Babam yine birşeyler zırvaladı. Bıktım artık onun bu hallerinden." "Sakin ol,eğer kızının mutluluğunu istiyorsa beni sevmeye mecbur." Karşı telefondan masum bir ağlayış duyuluyordu. Aliye'nin içi dolmuştu,aslında ilk önce Esma'yı aradı ama telefonu kapalıydı. Aliye de Hilmi'yi aradı haliyle. "Senin biraz kafa dağıtman lazım,1-2 günlüğüne

bir tatile ne dersin?" Aliye'nin gerçektende cok ihtiyacı vardı ama babası ne derdi bu işe? "Babama bir sorayım,sana döneceğim canım,çok umutlanma sen de." "Bekliyorum,sor." Aliye soracaktı ama nasıl? Hem de daha yeni tartışmıştılar. Başka bir seçenek yoktu. Kendine güvenmesi gerekliydi. Salonda babası tek başına gazete okuyordu. "Baba?" İbrahim bugün bu sesi bir daha duymayaca...O kanlı bembeyaz gözler şuan Aliye'ye bakıyordu. Aliye'nin konuşacak,bağıracak hali yoktu. Kambur kağıtları Aliye'nin elinden kaptı ve ağlamaya başladı. Arkasını döndü ve gidiyordu. Aliye'nin dili çözüldü "İsmin ne? Sen kimsin?" Kambur cevap vermeden çıktı odadan ama Aliye yatağına döndüğü gibi donakaldı. O kambur yatağına oturmuş Arapça birşeyler fısıldanıyordu. Aliye Arapça biliyordu ama anlayamıyordu. Gözlerini yine Aliye'ye çevirmiş,nefretle bakıyordu. "Bismillahirrahmanirrahim" Aliye'nin soyleyebileği tek şey oldu. Kambur bir çığlıkla Aliye'nin üzerine atladı. Acayip bir sesle yüzüne birşeyler fısıldıyor ve özellikle gözlerinin içine bakıyordu. "Bismillahirrahmanirrahim" Kambur bir çığlık daha attı ve Aliye'nin gözlerine son bir kez daha bakıp yokoldu. Aliye uyandığı için şükrediyordu. O kamburda kimdi? O kanlı kağıtlar ne demekti? Aliye bütün gece boyunca uyuyamadı,bunları düşündü. Yarın babaannesine gitmeye karar verdi. O belki bu rüyasına bir açıklama getirebilirdi.Aliye sabah erkenden babaannesine gitti. Babaannesi de Bursada tek başına yaşıyordu.İsmi Mükerrem idi. Kocasını 40'ında toprağa vermişti,şimdi 63 yaşındaydı. Neredeyse 2 metre boyu vardı.Masmavi gözleri en yakınlarını bile korkutacak gibiydi. Omuzları bir erkek omzu gibi genişti. Saçlarıda artık tamamen beyazlamıştı. Kapı çaldı "Kimsin?" sert,tok ve hırıltılı bir sesti bu. "Benim babaanne,Aliye." Kapı açıldı,Aliye karşısında çakır gözlü bir dev gördü,kısa bir ürkmeyle birbirlerine candan sarıldılar. Birlikte içeriye geçtiler ve konuşmaya başladılar "Nasılsın kızım?" "İyiyim babaanne ama dün cok korkunç bi kabus gördüm. Sana da bu yüzden geldim." "Hadi anlat bakalım o zaman." "Bir kambur vardı gözleri kocaman ve kanlıydı. Odamda kanla yazılmış,küçük kağıtlarda Arapça harfle... "Kızım ben bu rüyaya birşey söyleyemem. Belki yaşadığın kötü bir olay etkilemiştir seni." Bir olay bu kadar etkileyebilir miydi? "Biraz babamla tartıştık,o kadar." "Kendine dikkat et sen kızım." "Tamam babaanne sağol. Sonra gelirim yine." "Tamam kızım gel yine." Mükerrem kızı korkutmak istemedi ama durum cok içaçıcı değildi. Mükerrem o ağlayan kamburun ne demek olduğunu bi bilse. Yok! Yok! Yok! Rüya tabirleri,büyük dini ansiklopediler.. Hiçbirinde böyle bir tabir yoktu. Mükerrem bunu nasıl nasıl öğrenmeliydi. Elbet bir yolu vardı. Mükerrem hemen Emine'yi düşündü. Bu işleri bilirdi,geçmiştede cok yardımı dokunmuştu. Emine de yalnız yaşayan,45 yaşında,incecik,kalın kaşlı,kara gözlü bir kadındı. Mükerrem anlatmaya başladı; "Kız rüyasında bir kambur ve küçük kağıtlarda kanla yazılmış Arapça harfler görmüş. Kambur kağıtları alıp ağlamaya başlamış. Tam gidiyorken kiz yatağında tekrar görmüş. Arapça birşeyler söylüyormuş ve sesi kapı gıcırtısı gibiymiş. Kız Bismillahirrahmanirrahim deyince üstüne atlamış ve gözlerine baka baka yine birşeyler söylemiş. Kiz tekrar Bismillahirrahmanirrahim deyince bir çığlık atmış ve son kez gözlerinin içine bakarak kaybolmuş." Emine hem şaşırmış hem korkmuştu. "Allah'ım sen koru bizleri." "Bu kızı birisi çekemiyor Mükerrem teyze. O kambur kızını çekemeyen kişi oluyor." "Babamla tartıştık,dedi bana kız,ama bilmiyorum ne olduğunu. Kim,neden çekemesinki kızımı?" "O kızı görmem lazım Mükerrem teyze,onu buraya getir."... Aliye hazırlanıp evin önüne çıktı,Hilmi arabada bekliyordu. Arabaya binip yola çıktılar. 1 saat geçmemişti ki Aliye'nin telefonu çaldı. Arayan babasıydı. Aliye telefonu açmadı,üstüne birde telefonunu kapadı. Tatilde bari moralimiz bozulmasın,diye düşündü....... Mükerrem Aliyeler'in evine gelmişti. Kapıyı Şermin açtı. Mükerrem Aliye'yi sordu ama Aliye çoktan gitmişti. Annesine hiçbirşey söylemeden tekrar Emine'nin yolunu tuttu. "Kız evde yok Emine. Sevgilisiyle tatile gitmiş ben gelmeden önce." "Allahım sen yardım et,sen koru o kızı." Mükerrem yetişememişti artık elinden birşey gelmezdi. Keşke işin ciddiyetini Aliye'ye söyleseydi. "Mükerrem abla bu iş beni aşar,biz ancak dua edebiliriz." Mükerrem'in içi ürperdi bir anda. Aliye'nin başındaki şer neydi

74

75


Öykü

Öykü

bu kadar korkutacak? Aliye ve Hilmi otele gelmişlerdi. Saat gece 12 idi. Yol boyunca Aliye'nin içine bir kurt düştü. Annesi merak edip arasa ulaşamayacaktı çünkü telefonu kapalıydı. Açmakla açmamak arasında gidip geldi. Açsa yine babası arayacak ve tüm morallerini altüst edecekti. Bu yüzden açmamakta karar kıldı. Yolculuk ikisinide yormuştu. Eşyaları yerleştirip uyumaya karar verdiler ve ışıklar yine kapandı. Aliye düşüncelere daldı; o rüya neyin nesiydi? Kambur ne yapmak istiyordu? Bu düşünceler onu bir korkuya sevketti. Ne de olsa karanlık çökmüştü. İnsan hep göremediğinden korkar. Bunları düşünürken Aliye uykunun derinliklerine inmişti bile. O da ne! Yine o kambur! Yine o kağıtlar! Zifiri karanlık,bir çift kocaman,kanlı göz. Üstüne çıkmıştı,yine gözlerine korku saçıyordu. Ama.. Ama bu sefer kamburun dediklerini anlayabiliyordu. Çünkü kambur Arapça konuşuyordu. "Lime kasaste? " söylediği tek söz buydu. Hem anlaşılmaz birşeyler söylüyor hemde "Neden anlattın(lime kasaste)?" diye soruyordu. Aliye bir cevap verecekti ama o güç kendinde yoktu. " Ene.. (ben..)" başka bir kelime çıkmadı ağzından. Müthiş bir çığlıkla uyandı Aliye. Artık gerçekten korkmaya başlamıştı. Işıkları açtı ama Hilmi'yi yatağında göremedi. Saat gecenin üçü,nerede bu Hilmi? Tuvalettedir rahatsız etmeyeyim. Aliye'nin düşünceleri böyleydi. Sence Aliye'nin uyanırken attığı o çığlık Hilmi'yi yeterince rahatsız etmezmiydi? Keşke uyandığı gibi Hilmi'ye sarılabilseydi. Ama beklemek zorundaydı. 5 dakika.. 10 dakika.. Ama Hilmi hala yok. Sonunda Hilmi'nin sesi duyuldu; "Hayatım aşağı in burası harika." Harika mı? Dağın başında ne harika olabilirdi ki? Aliye camdan baktı,Hilmi aşağıdan ona bakıyor,gelmesini bekliyordu. Aliye üstüne birşeyler alıp,alelacele,ışıkları bile kapamadan aşağı indi. O gece dolunay vardı. Bulundukları yeri aydınlatan sadece ay ışığı vardı. Hilmi ortalıkta görünmüyordu. Yakın bir yerden sesi duyuldu "Hadi gel yanıma,bekleme." Aliye sesin geldiği yöne dogru yürümeye başladı. Soğuk,ayaz.. Aliye hala yolda ilerliyordu ama üşümeye başlamıştı artık. Aralık ayı gelmişti tabi,havalar soğuktu. Herşey Aliye'yi tedirgin ediyordu. "Acele et,bekliyorum seni burda." Hiç bekliyormuş gibi görünmüyordu,Aliye hala yürümeye devam ediyordu. Birden karşıdan bir çift sapsarı far ışığı Aliye'nin gözlerini aldı. Ne arabası bu? Genişçe kasalı bir kamyonet. Kasasında büyük bir makina vardı. Ne oluyor? Kamyon Aliye'nin hemen yanında durmuştu. Aliye cok korktu,kaçmalı mıydı? Kamyonet şoförü buna izin vermedi. Araçtan inmeden; "Ne arıyorsun buralarda bacım?" "Az ileride arkadaşım var,yanına gidiyorum" Neden bu soru ona yöneltilmişti ki? "Siz nereye gidiyorsunuz?" "Biz ilaçcıyız,keneleri ilaçlamamızı istediler." "Kolay gelsin." Kış ayında,bu soğukta kene yaşayabilir mi? Keşke bunu Aliye de bilseydi. O adamların suratları cok değişikti,boğum boğum,yuvarlak büyük gözler. "Çok yavaşsın hadi biraz hızlı." Hilmi? Aliye hızlanarak yine sese dogru yürümeye devam etti. "Bak bir kulübe var görüyor musun? Orada bekliyorum seni." Evet Aliye kulübeyi görmüştü. Hızlı adımlarla kulübeye ilerledi ve kapıya geldi. Kapı ağır bir gıcırtıyla açıldı ve... İşte o gece bu geceydi.. Aliye kapıdan yavaşça giriyordu,içeride hafifçe yanan bir mum vardı. "Hilmi?" Neden ses vermiyor bu çocuk? "Korkuyorum,gireyim mi?" "Hih hi hih hii.." Olamaz! O kapı gıcırtısı gibi ses şimdi gülüyordu. Bu Hilmi miydi? "Ben otele dönüyorum,ne yapmak istiyorsun anlamıyorum ki?" Aliye otele dönüyordu artk. Geldiği yoldan gidiyordu yani. Yine mi? Bu seferde gittiği yönden bir araç geliyordu. Hemde.. Evet,evet. Bu az önce gördüğü araçtı. Adam yine durdu: "Arkadaşın nerede bacım?" "Bulamadım,dalga geçiyor benimle. Sizin işiniz bitti mi?" "Bitti bac.." "Allahu ekber Allahu ekber.." Ezan başladığı anda kamyonet ve adamlar yokoldu. Kim bunlar? Hayal miydi hepsi? Yoksa başka alemlerden gelenler mi? Sabah ezanının o mistik havası Aliye'yi daha da ürkütmüştü. Hatta hayvanlar bile ürkmüştü. Tek bir çıtırtı bile yoktu. Dostun düşmanının seçilemediği zaman denilen bu vakitlerde Aliye hızlı adımlarla otele gidiyordu. Sonunda oteli gördü. Odasına çıktı ve ışıkları yaktı. Çıkarken ışıkları kapatmış mıydı? Aliye,Hilmi'nin gelmesini bekliyordu. Ama Hilmi hala gelmiyordu. Nerede bu? Aliye onu beklerken

duşa girmeyi düşündü,rahatlatıcı etkisi vardı tabi. Hazırlanıp banyoya girdi.. Aliye duştayken aklına her türlü soru geliyordu. O kamyonet,kambur,Hilmi'nin hareketleri.. Yoksa babası haklı mıydı? Gerçekten Hilmi ikiyüzlü,kötü birisi miydi? İki gecedir yaşadıkları onun tüm vücuduna korku tohumları serpmişti. Tohumlar filizlenmeye,Aliye'yi de büyük bir korku sarmaya başlıyordu. Suyun altında iyice bunaldı. Sanki biri gelip boğazına yapışacaktı. Aliye ürpermiş bir şekilde banyodan çıktı,giyinmişti. Hilmi ile yattıkları odada bir ışık gördü ki artık o ışıktan da eser yoktu. Tüm lambalarla beraber o gördüğü parlak ışık da sönmüştü. Yine karanlık,yine korku,yine bir bilinmeyen,yine bir görünmeyen.. Tüm karanlık odalarda bu hep böyledir. Belki şuan sende bu durumdasın. Neden gitmişti bu ışıklar,sırası mıydı? Ama.. Aliye'nin ilk gördüğü ışık hala yanıyordu. Aliye cok korkuyordu. Biri dokunsa bayılabilirdi. Hayatında hiç yaşamadığı şeyleri yaşamıştı. Bilinmeyene olan yolculukta şimdi tek başınaydı. Bilinmeyen yine korkutuyordu: karanlık. Aliye gördüğü ışığa dogru ilerledi,,kapının girişinde uzunca bir süre bekledi. Zifiri karanlıkta sadece o beyaz ışığı görüyor,başka hiçbir şeyi göremiyordu. Işık müthiş bir şekilde parlamaya başladı. Artık oda yarı aydınlıktı. Içeri girdi hiçbir yere bakmadan koltuğa oturdu. Cok geçmeden içine bir ürperti geldi. Aliye onu görmüştü.. Aliye korkudan bayılmıştı bile. Gördüğü manzara dehşet verici ve ürkütücüydü. Karşısında,az önce peşinden gittiği sevgilisi vardı. Hilmi'nin ağzı yüzü birbirine girmiş ve gözlerine ak düşmüştü. Elleri ayakları yamulmuş,çarpılmıştı. Kim idi bunu yapanlar? Neden görünmüyorlardı? Sen bunların cevaplarını biliyor musun? Bu olayın üstünden 6 ay geçmişti.. "Işıklar.. Işıkları açın,korkuyorum. Açıın.." Aliye 6 ay boyunca uykuyla uyanıklık arası bir zaman geçirdi. Bazen uykusunda ağlıyor,bazen Arapça konuşuyor,bazen de gün boyu hiç konuşmadan uyuyordu. Evdeki kimse Aliye'ye ne olduğunu bilmiyordu. Sadece bir gece kapıyı çalmış ve olduğu yerde bayılmış. Onu kapıya kadar kimin getirdiğini gören de yok duyan da. Hilmi de o günden beri kayıp. Aliye kendine gelse herşey ortaya çıkacak ama,o da gözlerini açamıyor,sanki gözleri mühürlenmiş. "Geldiler.. Onlar geldi,beni alacaklar,yardım edin..". Aliye yavaş yavaş ayılmaya başlamıştı ama artık rüyalara birde halüsinasyonlar eklenmişti. Bu duruma gelmelerinin sebebi neydi? Aliye hep ayn rüyayı görüyordu. "Beyaz.. Hepsinin bembeyaz yüzleri var. Hiç gözlerini benden ayırmıyorlar,bana hep gülüyorlar. Dayanamıyorum,biri yanıma sokuluyor ve beni yanına almak isteğini söylüyor,hep gülüyorlar. En sonunda çekip gidiyorlar." İşte rüyaları hep aynıydı. Bu böyle devam etti. Aliye bu sabah havanın aydınlanmasına yakın uyanmıştı. Artık yavaş yavaş yürüyebiliyor,az da olsa ihtiyaçlarını giderebiliyordu. Aliye yatağından kalktı ve tuvalete dogru yürüdü. Sanki her an karşısına gülen,beyaz bir yüz çıkacakmış gibi geliyor,tedirgin oluyordu. Tuvalet kapısına geldi ama ışık yanıyordu. Yani tuvalet doluydu. Biraz bekledi,hala çıkan olmadı. Aliye kapıyı tıklattı ama ses gelmedi. Içeridekine birşey mi olmuştu? Aliye bir daha tıklatır,kapı açılır,Aliye Hilmi'nin ağzı yüzü yamuk,eli ayağı çarpılmış korkunç cesediyle karşı karşıya gelir,kaçmak ister ama ayaklarının bağı çözülür,yere düşer. "Şıkırt..." Aliye gözlerini açtığında başının ağrıdığını hissetti. Tüm gördükleri halüsinasyondu ve kapı şimdi gerçekten açılıyordu. Aliye yine aynı şeyi mi görecekti? "Kızım ne oldu sana böyle?" "Hilmii.. Onu gördüm." Annesi,Aliye'nin delirme noktasına geldiğini düşündü. Aliye'yi yatağına yatırdı ve hava aydinlaninca Mükerremin evine koştu..Mükerrem karşısında Şermin'i görünce şaşırdı. Bu saatte ne işi vardı burada? "Hayırdır kızım?" "Hiç hayır değil anne. Bizim Aliye iyice kafayı yemeye başladı. Rüyaları,halüsinasyonları.. Artık bende korkmaya başladım." Kızın yaşadıkları kolay atlatılır cinsten değildi ama Aliye'nin psikolojisi ve sağlığı cok bozulmuştu. "Bugün tuvaletin önünde düşüp kalmış,bana da 'Hilmi'yi gördüm.' dedi." "Bu iş sadece hapla,ilaçla çözülecek iş olsa kız çoktan kendine gelirdi Şermin. Başka birşey var bu kızın bu kadar kötü olmasına neden olan." Mükerrem Şermin'i iyice korkutmuştu. "Ne yapacağız peki?" "Aliye'yi bir de Vaiz hoca baksın.." "Vaiz hoca mı? O kim anne? Kız daha kötü olmasın sonra?" "Hişşş. Vaiz hoca onlarla çok uğraştı,işini iyi bilir." "Onlar kim anne?

76

77


Öykü

Öykü

Korkutma beni." "C*nler kızım c*nler.." Şermin şok olmuştu. C*nlerin ne alakası vardı ki Aliyeyle? Vaiz hoca halk arasında C*inci hoca diye bilinen biriydi. O,bazı hocalar gibi bu işi para için yapmaz,Allah rızası için yapardı. Şermin,Aliye ve Mükerrem, Aliyeyi alıp Vaiz hocanın evine gittiler. Kapıyı kısa boylu kadın açtı. Herhalde karısı olmalıydı. "Biz Vaiz hocaya bakmıştık,evde mi kendisi?" dedi Mükerrem. Kadın karşılık verdi: "Geçin,buyurun." Salona geçtiler ve oturdular. "İçerde abdest alıyor. Bekleyin,birazdan gelir." Sonunda Vaiz hoca çıktı. 50 yaşlarında kısa boylu,toplu,saçı sakalı bembeyaz biriydi. "Hoşgeldiniz. Buyrun,söyleyin derdinizi." Mükerrem: "Hocam bu kızımız-Aliyeyi göstererek- 6 ay önce kadar rüyalarında bir kambur ve kanla yazılmış Arap harfleri gördüğünü,kamburun Arapça konuştuğunu,kendi üstüne atladığını,besmele çekince çığlık atıp kaçtığını söyledi bana." Mükerrem devam etti: "Sonra erkek arkadaşıyla tatile gittiler. Tatilde ne olduysa oldu,bir gün zil çaldı,Aliye yerde yatıyordu. Onu kim getirdi bilmiyoruz,gören de olmamış. Erkek arkadaşı da hala kayıp o günden beri. Kız ne olduğunu bize anlatamıyor,sadece rüyalar,halüsinasyonlar görüyor. Artık korkmaya başladık hocam. " Hoca anladığını gösterir gibi kafasını yavaşça salladı. "Gel kızım senle odama geçelim,biraz konuşalım. Olur mu?" Aliye ayağa kalkıp hocayı takip etti. Odaya geçtiler. Vaiz hoca ve kız karşılıklı oturdular. "Anlat kızım,orada ne yaşadınız?" Aliye başını öne eğdi ve öylece durdu. "Korkma kızım anlat. Anlat ki derdine derman bulalım." Aliye yine ses çıkarmadı. Hoca aniden Aliye'ye okkalı bir tokat attı. Aliye yine ses çıkarmadı. Hoca hala sakindi ve bir tokat daha attı ama bu diğerine göre cok daha sertti. Sesi salona kadar gitti. Aliye dayamadı,kafasını kaldırdı. O guzel kızın yerinde artık gözleri büyümüş ve kanlı,hırlayan biri vardı. Hocaya nefretle bakıyordu. "Bismilllahirrahmanirrahim. Ya Allah!!" Hoca arkasından kalın bir sopa aldı ve Aliye'nin beline vurdu. Aliye yerde hırlıyor ve inliyordu. Hoca durmadı sopayla ardarda ve serçe vurdu Aliye'nin sırtına.. Sonunda Aliye'nin sesi kesildi. Hoca,Aliye kendine geldikten sonra onunla birlikte dışarı çıktı. "Yarın bir daha gelin." Eve gittiler,Aliye hemen uyudu. Rüyaların içindeydi yine. Yine bembeyaz,gülen yüzler etrafında dolaşıyordu. Yine bir tanesi geldi ve "Seni yanıma alacağım." dedi. Sonra birden her taraf karardı ve yine kambur göründü. "Niye gittin?" Kambur bu sefer de sadece bunu sormuştu. Aliye uyandığında sabah olmuştu. Bugün yine o hocaya gideceklerdi. Mükerrem de dün Şerminler'de kalmıştı. Yine hepsi hazırlanıp Vaiz hocanın evine gittiler,salona geçtiler. Vaiz hoca geldi oda karşılarına oturdu. "Gel kızım peşimden." Aliye kalktı ve hocanın arkasından gitti. Yine karşılıklı oturdular. "Dün gece rüya gördün mü kızım?" "Evet ayni rüyaları gördüm. Yine beyaz yüzler vardı ve biri yine gelip beni yanına alacağını söyledi.Bir de o kamburu gördüm. Bu sefer de bana Arapça 'Neden gittin?' dedi." Hoca olanları düşündü,olaylar karmakarışıktı. "Peki o tatile gittiğiniz gece.. Ne yaşadınız?" "Cok kötüydü. Yatmıştık,herşey cok güzeldi. Sonra daha sabah olmadan uyandığımda Hilmi yatağında yoktu. Sonra aşağıdan bana seslendi ve aşağı inmemi istedi. Ama o saatte ne işimiz vardı soğukta dışarıda anlamadım. Aşağı indim kimse yoktu. Sonra Hilmi'nin sesini duydum. Sesine dogru gelmemi söylüyordu. Ben de gittim. Yolda kene ilaçlamaya giden garip tipte insanlar gördüm kamyonette." Hoca şaşırdı. Soğukta kene yaşayamazdı ki. "En sonunda orada bulunan küçük bir kulübeye girmemi istedi. Tam girerken kararımı değiştirdim ve geri döndüm. Eve gittim ve odaya girdim. Hilmi'yi bekleyecektim. Ama buna gerek kalmadı çünkü o da karşımda oturuyordu. Ağzı yüzü birbirine girmiş, yamulmuştu. Elleri ayakları çarpılmış,ters dönmüştü. O anda bayıldım. Eve nasıl geldiğimi de bilmiyorum." Hoca iç geçirdi. Bu sırada Aliye ağlamaya başladı. Tüm bunları yine hatirlamis ve sinirleri bozulmuştu. Hoca salondakileride odaya çağırdı. Hoca,Aliye'nin kendine anlattıklarını, Aliye ağlarken ailesine de anlattı.. Aliye'nin ailesi olanları duyunca şok oldu. Aliye bunlara nasıl dayanmıştı? Bunlar neden Aliye'nin başına gelmişti. "Hocam bu kız nasıl düzelecek?" "Daha dur,neyi düzelteceğimizi şimdi göreceğim." Hoca ceketinin cebinden küçük mürekkebe benzeyen

bir şey çıkardı. "Uzat parmağını.." Aliye işaret parmağını uzattı. "Bismillahirrahmanirrahim.." Vaiz hoca parmağına bir kere dokundurdu. Havada tozlar uçuşan karanlık bir oda.. Bir daha dokundurdu. Bu odada kanlı Arapça yazılar ve resimler. Bir daha dokundurdu. Odada yerde oturan bir kız.. Bir daha dokundurdu. Kızın karşısında karalara bürünmüş esrarengiz bir kadın.. "Aaaahh!!" Hoca duyduğu sesle irkildi bir anda. Aliye bunalmıştı iyice. "Artık neyi düzelteceğimizi biliyoruz. Kızı çekemeyen biri ona büyü yapmış,c*nler kızın erkek arkadaşına musallat olmuş ama sonra sizin kızı görüp beğenmişler. O yüzden rüyalarında biri kızı yanına almak istediğini söylüyor." Herkes şok oldu. Kimdi bunu yapan? Aliye'yi kim çekemiyordu? İbrahim.. Ailede bir tek o Aliyeyle tartışıyordu. "Bismillahirrahmanirrahim. Ve in yekâdullezîne keferû le yuzlikûneke bi ebsârihim lemmâ semîûz zikra ve yekûlûne innehu le mecnûn.." Aliye birden hiç olmadığı kadar içinin ferahladığını hissetti. "Seni kurtaracağız bu c*nlerden kızım. Rüyanda senle konuşanlara sakın cevap verme. Sende aralarına karışıverirsin onların.." "Bu c*nleri defetmek için arkadaşına büyüyü kimin yaptırdığını bulacağız. Var mıydı seni çekemeyen biri kızım?" "Sadece babamla aram kötü,ama bana büyü yaptırır mı bilmiyorum.." "Hayııır,baban değil. Bunu yaptıran erkek değil! Senin parmağına o şeyi dokundurduğumda kızıl saçlı bir genç kız ile bir büyücü gördüm. Etrafında kızıl saçlı biri var mı?" Kızıl saçlı.. Ama bu renkte saçı olan bir kişi var. "Evet var,Esma. Benim kuzenim. Hilmi ile beni tanıştıran o idi." Hem tanıştırıyor hem çekemiyor. Bu nasıl iş? "O kızı bulursak sana musallat olanlardan kurtulacağız. Ama o bulunmazsa.. Seni yanlarına alacaklar. Sana görünecekler,siluetlerini gösterecekler." "Neden ben neden? Kurtulmak istiyorum bunlardan!" Aliye yine hıçkırıklara boğulmuştu. "Al bu muskayı kızım,yanından hiç ayırma. Bu muska seni onlardan koruyacak Allahın izniyle. Ama biz Esma'yı bulup büyüyü bozana kadar onlar gitmeyecek. Yarın yine geleceksiniz." Esma,bir kere Aliye'nin ziyaretine gelmiş,bir daha da ortalıkta görünmemişti. Tekrar eve döndüler Esma'nın cep telefonu cevap vermiyordu. Okula da kaç aydır gitmiyormuş arkadaşlarının dediklerine göre. Üçü birden Esma'nin evine gittiler. Açık olan apartman kapısından girdiler ve merdivenlerden 3. kata çıktılar. Zili çaldılar ama kapıyı kimse açmadı. Kapı kapalıydı ama Şermin sert bir tekmeyle kapıyı açtı. Öffff.. Esma gerçekten burada mı yaşıyordu? İçerisi bunaltıcı bir kokunun esirindeydi. Her yer toz içindeydi. Burunlarını kapatıp odaya geçtiler. O da ne? Aliye ikinci bir şok geçiriyordu. Esma'nın da aynı Hilmi gibi eli ayağı çarpılmış,ters dönmüştü. Üçü birden koşarak apartmandan çıktı. Hepsi şoktaydı. O korkunç görüntü akıllarından çıkmıyordu. Hemen Vaiz hoca'nın evine gittiler ve hocaya olanları anlattılar. "Durum çok vahim çok.. Büyüyü yaptıran da büyü yapılan da öldü. Sırada sen varsın. Ya korunacaksın yada c*nlere karışacaksın." "Şimdi gözlerini kapa kızım,onlardan Allaha sığınacağız. 7 kere tekrar edeceğim duaya dayanabilirsen kurtulacaksın onlardan." Aliye onaylar gibi başını salladı ve gözlerini kapadı. "Euzu bi kelimâtillâhit taammâti min şerri mâ halak. Euzu bi kelimâtillâhit taammâti min şerri mâ halak.Euzu bi kelimâtillâhit taammâti min şerri mâ halak. Euzu bi kelimâtillâhit taammâti min şerri mâ halak. Euzu bi kel..." Aliye beşinciye dayanamadı ve titremeye çığlık atmaya başladı. Aliye dizlerinin üstünde zıplıyor ve titriyordu. Aliye hızlanmaya ve birşeyler fısıldamaya başladı. Hoca Aliye'nin ağzını kapadı. Aliye hala tepiniyordu. Hoca dualar okumaya başladı ama Aliye hala kendinden geçmiş gibiydi. Sanki bir güç ona bunları yaptırıyordu. Sonunda Aliye sakinleşti ve yaptıklarının farkına varınca ağlamaya başladı. "Bunları ben yapmıyorum,bir güç bedenime hükmediyor." "Sana verdiğim muska nerede kızım! Eğer yaşamak istiyorsan onu takacaksın." Aslında Aliye'nin ölümle kaybedecek birşeyi yoktu artık. Neredeyse aklını bile yitirecekti. "Muska, seni, onların şerrinden koruyacak. Ama eğer onlarla konuşursan bunun dönüşü olmaz." Böylece 3 hafta geçti. Aliye'nin rüyaları ve halüsinasyonları yine devam ediyordu. Bazen karşısında çarpılmış vaziyetten Hilmi'yi görüyor,bazen yine o kamburu görüyordu. Yine her akşam gülen,beyaz suratların içinden biri onu yanına almak istedi. Her akşam bunu istiyordu. Vaiz hoca her gün

78

79


Öykü

Aliye'ye dualar okuyor,Kuran-ı Kerim okuyor,Allah'a yalvarıyordu. Ama Aliye her geçen gün umudunu yitiriyordu. Keşke biri çıksa da kurtarsaydı onu. Zarar vermiyorlar ama hep rüyalarına giriyorlardı. Aliye bunlardan bıkmış usanmıştı. Bu gece yatarken bütün yaşadığı herşeyi düşündü. Bunları düşünürken uyumuş kalmıştı. Ne zaman bitecek bu kabus ne zaman? Yine o gülen,parlak yüzler. Aliye artık onların ne olduğunu biliyordu. Yine etrafında dolaştılar ve içlerinden birisi Aliye'nin gözlerine bakıp konuştu "Gel yanıma,herşey bitecek. Korkma gel.. gel.. gel.." Ha ha ha hum... Aliye artık onlara karşı koyamıyordu. Çünkü tüm herşeyi,umudu,gücü,sağlığı elinden gitmişti. Korkuyordu,cevap verse ne olurdu? Parlak yüz herşeyin biteceğini söylüyordu işte. Aliye'nin istediği de bu değil miydi? Aliye de parlak yüze baktı ve onayladığını göstererek başını aşağı yukarı salladı. Artık Aliye o parlak yüzün yanına gelmeyi kabul etmişti. Aliye aniden yatağından kalktı. Gözleri hala kapalıydı. Ortalık zifiri karanlıktı. Aliye odadan çıktı kapıya dogru ilerledi. Aliye önünden başka hiçbir yere başını döndürmüyordu. Kapıyı açtı ve artık yolun ortasındaydı. "Gel.. Gel.. Gel.." Aliye sokak lambalarının altında yürüdü ama hala gözleri kapalıydı. Lambalar artık yoktu. Aliye dağ yoluna girmişti. Yolda,kaygısızca karanlığa,onu hep esir eden korkuya dogru yürüyordu. Zifiri karanlıkta Aliye gözden kayboldu. Bir daha da onu gören,duyan olmadı. Sadece o dağ yoluna girenlerin bazıları Aliye'nin iniltisini duyduklarını söylüyorlardı. Bazıları da Aliye'yi ve o c*ni gördüğünü söylüyor.. Furkan GEDİK

80

81


Öykü

Asi 14 yaş kabilemiz için önemli bir yaştır. Tayep, Dünya’nın doğumundan sonra 14. turuna tanık olan erkekleri mimler. Bu mim, avcılığa ilk adımdır. Bugün kulak memem kesildi. Oluşan boşluğa her Namallı’daki gibi yuvarlak tahta parçası iliştirdiler. Mask’a bolca dua ettik. Domuz kanı içtim. İğrençti. Bugünden sonra köyde ve ormanda oynadığım oyunlardan daha önemli işlerim olacak. Peşinden koşacağım impalalar, domuzlar, yarasalar, yılanlar, karidesler, yengeçler olacak. Elimi kana bulama zamanı. Deniz oldukça hoş görünüyor. Küçük domuzum Tau ile gölgede esintinin keyfini çıkartıyoruz. Henüz topladığım mangolar mideme neşe katarken, bu manzarayı seyretmek gayet muazzam. Kulağım korktuğum gibi acımadığı için keyfim yerinde. Zaten 5. Turda gerçekleşen mimlemeden sonra, 14. Turun avcı mimlemesi fazlasıyla hafif kalıyor. 5. Tur, Namallar’ın kabile işaretini aldıkları yaştır. Kızgın bıçaklarla alın hafifçe kesilir. Üçer tane sağa ve sola meyilli çentik atılır. Akan kan Mask’a hediye atfedilir. Böylelikle bir Namallı olduğun tescillenir. Çok garip geleneklerimiz var. İlginç olan, bunları garipseyen tek kişi olmam. Durgun dalgalar Tanna Adası’nın sahillerini dövüyor. Palmiyeler vücudumu yelliyor. Adamız olağanüstü güzelliklere sahip. Tayep ve dikte ettikleri olmasa, bu adadan hoşnut kalmamam düşünülemezdi. Ama hoşnut değilim. Ben dış dünyaya meftunum. Ufku süzüyorum her fırsatta. Bu denizin ardında neler var, kim bilir. Hayatımın Tayep ve emirlerinden ibaret olmasından bıkmış durumdayım. Ufku ve bahşettiklerini istiyorum ben. Tabii adadan Tayep ve fedaileri dışında kimse ayrılamıyor. Bu da bir emir… “GWANDOYA!.. GWANDOYA!..” İsmimi çağıran kardeşim Basu. Ormanın yeşilini yararak sahile, yanıma doğru koşuyor. Her yerli gibi, belinde antilop dersinden bir kuşak ve erkekliğini kapatan bir püskül kuşanmış durumda. “Ne oldu Basu?” “Fedai Ashon seni arıyor. Bugün avcılık eğitimine başlayacağını bilmiyor mu, diye öfkeli.” Toparlanma vakti Tau. Sonra görüşürüz ufuk. Köye döndüğümde Ashon’un kızgın laflarını dinlemek zorunda kalıyorum. Hazırlanmam gerektiğini ve birazdan ava çıkacağımızı söylüyor. Bungalovdan babamın yaptığı mızraklardan birini alıyorum. Annem sırtımı okşayıp bana cesaret veriyor. Basu, kurumuş bambuların içinden topladığı kurtları pişirirken oldukça sevimli görünüyor. Kararmış kurtlardan bana da ikram ediyor. Pek hoşnut olmadan bir iki lokma atıştırıyorum. Küçük domuzum Tau’ya da veda ediyorum. En az Basu kadar sevimli. En yakın arkadaşım bu domuz, diyebilirim. Ava çıkmadan önce Mask’ın önünde diz çöküp dua ediyoruz. Kabilem gerçekten ahmak! Kendi yaptığımız, ağaç kabuklarından oluşan bir tanrıya inanıyoruz. Tayep, ağaç kabuklarını insan bedeninde oydurarak oluşturulan Mask’a itikatsızlığı affetmiyor. Kuşkusuz biat emrediyor. Hislerim ise daha uhrevi bir tanrı olduğunu fısıldıyor. Tanrı bu kadar basit ve sıradan olamaz. Kabilem neden bu kadar mantıksız anlamıyorum. Mask için birkaç güneş batışında bir yaptığımız ayinleri anlamlandıramıyorum. Durduğu yerde hiçbir işe yaramayan bu tahta parçasına dualar edip, kurbanlar kesip, diz çöküp, uğrunda domuz kanı içiyoruz. Karşılığında bu adadan aldıklarım; baskı, eziyet ve emirlerden ibaret. Duadan sonra usta avcılar, oklarını zehre batırıyorlar. Bu zehir adanın en öldürücü yılanlarından alınır. Etine saplanan hayvanın, saniyeler içinde kalbini durdurmak için birebir olduğunu söylüyor Ashon. Bu okların dışında çatal uçlu oklar, tokmaklar, mızraklar ve tuzaklarla donanıyoruz.

82

83


Öykü

Tanna Adası’nda orman oldukça gür. Bitki örtüsü karmaşık bir halde... Sahilin tropikal görüntüsü ormana girdikçe genel yapıya egzotik düşüyor. Çoğu yerde sürünerek ilerlemek gerekiyor. Bazen de arazi sarplaşıyor. Ciddi derecede çabaya ihtiyacımız olacak. Ormanda ilerliyoruz. Muhtemel avları ürkütmemek adına epeyi yavaş adımlıyoruz toprağı. Birkaç adımda bir durup kulak kabartıyoruz. Sonra daha yoğun kesimlere ilerliyoruz. Bu kadar sık bölgelere girdiğimize göre, hedefimiz domuz, yarasa ya da yılan olmalı. Bu tehlike demek! Kendime güvenmesem de Namal avcılarına güvenim tam. Her ne kadar siyah tenlerinin altında çelimsiz kaslar olsa da avcılıkta gayet ustalaşmış durumdalar. Henüz, aç geçirilen bir geceye tanık olmadım. Ashon, aniden olduğu yere mıhlandı. Kulaklarını iştahla açtı. Kuzgun diliyle domuz sürüsüne denk geldiğimizi haber etti. Hayvanlar ürkmesin diye, avcıların sesini böyle kamufle ettiğini biliyordum. Ashon, geniş daireler çizerek sürüyü çembere almamızı söyledi. Böylelikle ne tarafa kaçarlarsa kaçsınlar, elbet bir Namal’ın kucağına düşeceklerdi. Domuzların koku alma yetileri çok gelişmiştir. Bu yüzden rüzgârın estiği yöne kimsenin geçmemesi talimatını verdi. Yoksa kokumuzun domuzlara ulaşması saniyeler içinde gerçekleşirmiş. Bu talimatlar eşliğinde çemberi oluşturmaya başladık. Önümdeki avcı gibi son derece temkinli adımlarla daireyi oluşturduk. Domuzlar ortamızda bir yerlerdeydi. Çalılar ve paduk ağaçları görüşü kısıtlıyordu. Gelen dal kırılmalarını dinliyordum. Muhtemelen bu domuzların ağırlığının altında ezilen dallardı. Domuzlar kimi zaman bir yetişkin insandan daha ağır bile olabiliyordu. Hızlarına ise diyecek yoktu. Çember genişledikçe diğer avcıları göremez oldum. Bu beni tedirgin ediyordu. Kuzgun sesi herkesin dikkatli olmasını söylüyordu. Bir süre sonra çemberin tamamlandığı söylendi. Ashon “Çemberi daraltıyoruz,” dedi kuzgunca. Tekinsiz adımlar, şüpheci gözler ve çelimsiz mızrağımla söyleneni yaptım. Kendi çatırtımdan hiçbir şey duyamıyordum. Biraz korkuyordum. Ve evren korkuyu hiçbir zaman affetmez. Cesaretle yapılan işle korkaklığın arasında ciddi basiret farkı vardı. Bütün basiretsizliği üstüme çekmiş olmalıyım. Çalılık yarıldı, iri dişli bir yaban domuzu bütün coşkusuyla üzerime koşuyordu. Olduğum yerde donakaldım. Mızrağımı kaldırdım ve çığlık çığlığa göz yuvasından içeriye sapladım. Yere devrildim. Kanı üstümde şelale oldu. Siyah tenim kırmızıdan ibaret kaldı. Ve o an anladım: Öldürmekten nefret ediyorum. Köye döndüğümüzde ateş çoktan yakılmıştı. Benim öldürdüğüm domuzun dışında 2 domuz daha avlamıştık. Bu bütün kabileye yeterdi. Domuzları gören insanlar sevinmişti. Kısa sürede leşlerin birinin celladı olarak nam saldım. Herkes beni tebrik ediyordu. Annem, babam ve babamın diğer eşleri benimle gurur duyuyordu. Ben ise nefret ediyordum. Benim hayatım bu olmamalıydı. Dişleri körelenler dişlerini sivrilttiler. Kadınlar burunlarındaki halkalarla süslenmişlerdi. Bol bol dans ettiler. Domuzlar pişirildi. Bir ziyafet akşamıydı. Tayep, Yüksek Ev’den aşağı indi. Taş tahtına oturdu. Etrafını zevceleri ve fedaileri sardı. Ashon kulağına bir şeyler fısıldadı. Etler çömleklere kondu ve domuzumu yemeye koyuldum. İnsanlar ellerindeki lezzetli eti göstererek gülümsediler bana. Müteşekkir yüzlerini ay ışığı aydınlatıyordu. Sırtımda bir el hissettim. Tayep’di. Ayağa kalktım. Elini başımın üstünde gezdirerek beni onurlandırdı. Yediğim eti göstererek: “Nasıl Gwandoya, Tau lezzetli olmuş mu?” diye sordu. Kahkaha patlattı. Kustum. Hem de günışığına kadar. Küçük domuzuma neden yapmıştı bunu? Ve o an anladım: Tayep’ten gerçekten nefret ediyorum. Günlerimi sahilde, ufku seyrederek geçiriyordum. Fazla bir şey yemiyor, ayinlerden ve avlardan uzak durmaya çalışıyordum. Geçen gün yakalanan anakondaya bile tiksintiyle baktım. Karnını yarmış, midesiyle lezzetli etini ayırıyorlardı. Her et görüşümde aklıma Tau geliyordu. Fazla bir şey yiyemiyordum. Sadece hayatta kalabileceğim kadar et ve alabildiğine mango, hindistan cevizi. İstediğim tek şey buradan gitmekti. Dış dünyaya… Medeniyete. Öyle ki köyü görmek dahi istemiyordum. Çoğu gece sahilde, Yasur Dağı’nın

84

85


Öykü

volkan patlamaları sesiyle uyuyordum. Aptallar ordusu olan kabilemle uyumaktan yeğdi. Tayep’e hiç ses çıkarmıyorlardı. Halkını Mask korkusuyla yönetiyor, her şeylerine karışıyordu. Acı veren mimlemeler, Mask’a tapınma zorunluluğu, ayinler, kulak delmeler, ada dışına çıkma yasağı, yiyeceğin en çoğunu kendisine alması, emirler, talimatlar, istediği kadını zevce alması hiç kimsenin umurunda değildi sanki. Avlardan gelen birkaç parça et ile doğanın bahşettiği meyvelerden yeme hakkı, gözünü kör ediyordu kabilenin. Ben bu kadarıyla yetinmeyecektim. Mehtap bungalovların üstüne çökmüştü. Çekirge sesleri dışında sessizliğe karşı duran ses seda yoktu. O koca budalaya gününü göstermek için daha iyi bir zaman olamazdı. Etrafı son bir kez kontrol ettim. Bıçağımı kınından çıkardım. Parmaklarımın üstünde dans edercesine arkasına kadar sokuldum. Kimse uyanmamalıydı. Bıçağı kaldırdım ve hızla indirdim. Ağaç liflerini tek tek kestim. Mask’ı bağlı olduğu paduktan söktüm. Hızla ormanın gölgelerine karıştım. Ürkütücü atmosferi aşmak oldukça eziyetliydi. Eğile doğrula bütün bitki örtüsünü geçtim. Kumsala ulaştım. Sahil, mehtabın hoş hüzmesiyle aydınlanmıştı. Samani kumsalı, katransı deniz kucaklıyordu. Mask’ı denize indirdim. Oyulmuş tarafı gökyüzüne bakıyordu. Bu şekilde batmayacağını umut ediyordum. Sahilden bulduğum bir sopa eşliğinde suları yarmaya başladım. Mask oldukça başarılı bir kayık olmuştu. Ay ufukta hilal şeklinde gülümsüyordu. Ben de ona gülümsedim. İki sevgilinin birbirine gülümsemesi gibiydi. Dış dünya ile tanışma vaktim gelmişti. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Aslında biliyordum: Özgürlüğe. Yazan: Gökten Çağrı Aktan

86

İllüstratör: Mehmet Kaan SEVİNÇ

87


Pin-up

88


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.