Afro dergisi Sayı:1

Page 1

1

afro

Şiir ve Edebiyat Dergisi • Kasım - Aralık - Ocak 2014 • Sayı: 1 • 6

Mahmud Derviş’in ilk kez Türkçe’ye çevrilen şiiri: Kürd’ün Sadece Rüzgârı Var

İzzet Yasar’la şiir ve siyaset üzerine bir söyleşi: “21. Yüzyılın Gerçek Devrimcisi...”

afro

Türk şiirinde bir ilk: Kadın Şair Hegemonyası veya Malûmatfüruş Şairlik


İçindekiler 3 • Senkop • Fatih Mutlu 4 • Isapostolos • Mert Erçetin 5 • Kürdün Sadece Rüzgârı Var • Mahmud Derviş 8 • Onadır • Bekir Türker 9 • Kusura Bakmayın Bize Sığınamazsınız • Bekir Türker 10 • Bu Tatlı Bu Kadar • Nebiye Arı 11 • Gelecek Zamanlar • Şehmuz Kurt 12 • Ütopya İçin Öneriler • Enes Malikoğlu 14 • İzzet Yasar Röportajı • Söyleşi: Enes Malikoğlu 18 • Türk Şiirinde Bir İlk: Kadın Şair Hegemonyası veya Malûmatfüruş Şairlik • Enes Malikoğlu 22 • Sokağın Zoru, Sokağın Zoruyla Çıkmış Bir Kitap mıdır? • Bekir Türker 26 • Mandrake• Mert Erçetin 30 • Kralın Kafasını Kesmek: Hukukun Meşruiyetine “İstisna” Gözünden Bir Bakış • Eyüp Engin Küçük 36 • Geçmiş Olacak • Musa Duymuş 38 • Şimdi Güzel Olmak Birinci İşiydi • Hande Nur 42 • Parkta • Ferdi Amca 54 • Koşuyorum Belki Dağılır mı? • Meryem Aziz 57 • Simülasyon Edebiyatı • Bekir Türker

afro

Baskı: Teknik Basım Tanıtım Matbaacılık San. A. Ş. Üç Aylık Şiir ve Edebiyat Dergisi Keyap Tic. Mrk. Bostancı Kasım - Aralık - Ocak 2014, Sayı:1 Yolu Cad. F1 Blok No: 93 Y. ISSN: 2148-9319 Dudullu Ümraniye - İstanbul Tel: (0 216) 508 20 20 İmtiyaz Sahibi Faks: (0216) 508 20 45 Hüseyin Ataşçi www.teknikbasim.com Sertifika No: 24871 Sorumlu Yazi İşleri Müdürü Bekir Türker İletişim www.afrodergisi. Yayın Kurulu blogspot.com Enes Malikoğlu afrodergi@gmail.com Bekir Türker https://twitter.com/afrodergi Ferdi Amca www.facebook.com/ Mehmet Algan afrodergi7 Halit Uysal Tasarım Fatih Mutlu KapakFotoğrafları Serden Çağlar Şener Adres Zeyrek Mah. Kıztaşı Cad. No:42/A Fatih/İstanbul

Eser gönderimlerinde ad, soyad, telefon ve kisa özgeçmiş eklenmelidir. Eklenmeyen ürünler dikkate alinmayacaktir. Gönderilen eserlere -olumlu veya olumsuz- editörlerimiz tarafindan mutlaka cevap verilir. Yazılardan yazarların kendileri sorumludur.

D

ergi çıkarmaya karar verdiğimizden beri köprünün altından çok sular aktı. Başta epey kalabalık olan ekibimiz bazı sebeplerden küçüldü, başımıza pek çok talihsiz olay geldi, moralimizi bozan çokbilmişler çıktı; ama hedefimizden vazgeçmedik. Bu arada her kitabevine gittiğimizde çıkan dergilerin sayısının da arttığını gördük. Bu süreçte “Nedir bizi diğerlerinden farklı kılan?” diye çok sorduk kendimize; varlığımız bu soruların cevabını verecektir. Bu sayıda ve çıkacak diğer sayılarımızda neden varız hep beraber göreceğiz. Azıcık siyasi, birazcık sinirli ve bir miktar da sert olabiliriz, şimdiden söyleyelim. Gruplaşmayı, bel altı eleştiriyi ve dedikoduyu sevmiyoruz. Toplasan en fazla 10.000 kişilik edebiyat ortamındaki üretilen dedikodu ve bel altı eleştiri -maşallah- ortaya çıkan eser sayısından fazla. Bu tarz eleştiriye ve polemiğe asla cevap vermeyeceğimizi şimdiden belirtelim. Küfürle falan karşılaşırsak gücümüz yeterse dövüşürüz yetmezse “Bizim avukat arkadaşlarımız var!” Ancak samimi eleştiriler olursa kibirli değiliz aldık-kabul ettik deriz; hatta öylesini de bilakis bekleriz. Şiirler Fatih Mutlu, Nebiye Arı, Bekir Türker, Mert Erçetin, Enes Malikoğlu ve Şehmuz Kurt’tan. Mahmud Derviş’in ilk kez Türkiçe’ye çevrilmiş şiiri “Kürdün Sadece Rüzgarı Var” bu sayıdaki tek çeviri eser. Öykülerimizi Ferdi Amca, Mert Erçetin, Hande Nur, Meryem Aziz, Musa Duymuş yazdı. Bunun dışında iki şiir-eleştiri yazısı ve iki de deneme yazısı mevcut. Son günlerin en çok gündemde olan şairlerinden İzzet Yasar’la şiir ve siyaset üzerine yaptığımız söyleşi dergimizin ilk röportajı. Her dergide olduğu gibi bizde de gecikmeler oldu ve sanırım önümüzdeki sayılarda da olacak. Olmaması için bizi alınız, tavsiye ediniz, ürün gönderiniz. 3 ay sonra görüşürüz selamlar... afro dergisi


3

Senkop Fatih Mutlu

“Gül güldür, Gül de güldür Ben bu kadar anlarım bu işten” Ergin Günçe

gözde’ye

benim çok dostum var ya eyyuhe’l mukerrirûn bak bu isa’dır, kundaktadır, büyük harfle konuşur bak bu coğrafyadır, acılıdır, dörde bölünür bak bu da azrail’dir, farkında değil ben çok sesli düşünürüm “efelâ ta’kılûn?” belki görürümle belki göremem arasındaki fark kûn olmazsa yekûn bizatihi intihar aşk dedim, bu kadar matematik, matematik desem değil ben seni sevmenin bin yüz yolunu bulurum “ışıklı ışıksız”, dik, uzanarak vesair bunu bil, iyi bil, içinden bil yastığa başını koy, bu memleket demektir fabrikalar, tarlalar, siyasi iktidar dahil senin beni sevmen evreni değiştirir altını çizmişimdir bir zambak büyür büyür tansiyon yükselir, fare ölür ve perde hikâyeler anlatılır, iyiye, kötüye, tufana dair.

afro


4

Isapostolos Mert Erçetin

Nurbeğen, Samariya Sapağı’nda yetimin çıkrığından su çekiyor. Biz adam astırmayı çok seviyoruz! Bilhassa, bu günlerde çok düşkünüz Avukat bürolarının saksılarında bodur ağaçlar yetiştiriyoruz. Samariya Sapağı bir parka açılıyor kara utancı vurulmuş gözlerine, ağzına – Zincirler. Bir güvercin zincirleri değil, aklımızı deşiyor Kameralar kayıtta peşinden taklalar atıyoruz. Biz adam astırmayı çok seviyoruz! Bilhassa, bu günlerde çok düşkünüz Bakkaldan satın alınan pet şişeleri geri dönüştürüyoruz. Samariya Sapağı’nın yetimleri mendilden nakış sökmeyi, vakvak ağaçlarını Nurbeğen, portakalın tenini çok beğeniyor. Biz adam astırmayı çok seviyoruz. Bilhassa, bu günlerde çok düşkünüz. Bir damdan bir dama bulunç taşırken çekinmesiz ilmiği boynumuza geçiriveriyoruz! Nurbeğen, Allah aşkına esefi kuyuda bi’ bırak! Ayakkaplarımızı dip dibe dizip de eş oluyor muyuz?

afro


5

Kürdün Sadece Rüzgârı Var Mahmud Derviş

-Selim Berakât’aKürt, onu ziyaret ettiğim zamanı hatırlıyor; akşam yemeğini... “Benden sana!” diyerek onu süpürgeyle uzaklaştırdığını. Dağlar yine aynı dağlar. Ve votka içiyor tarafsız bir hayalde kalmak için: Ben mecazımda yolcuyum ve yoldan çıkmış turnalar ahmak kardeşlerim. Ve silkeliyor gölgeleri kimliğinden: Kimliğim dilimdir. Ben... Ben. Dilimden ibaretim ben. Dilime sürgünüm ben. Ve Kalbim bir Kürt cemresidir mavi dağlar üzerinde.. / Lefkoşa kasidesinde derkenardır. Diğer bütün şehirler gibi. Yönleri taşıyan bir bisiklette. Ve dedi ki: Bana düşen son yere yerleşeyim. Böylece boşluğu seçti ve uyudu. Cinler kelimelerini işgal etti edeli düş görmedi. [Kelimeleri adaleleridir. Adaleleri kelimelerinindir] Düş görenler dünü kutsarlar ya da altın yarınların kapıcısına rüşvet verirler. Ne yarınım var benim ne dünüm var. İşte şuracık beyaz alanımdır benim. /

afro


6 Onun evi horoz gözü gibi temizdir.. Saçlar gibi dağılmış olan aşiret reisinin çadırı gibi unutulmuş. Eğirilmiş yünden bir seccade. Aşınmış sözlük. Aceleyle ciltlenmiş kitaplar. Kahvehane hizmetkârının iğnesiyle işlenmiş yastıklar. Kuşları ve domuzu boğazlamak için bilenmiş bıçaklar. Porno filmleri. Belagate muadil diken demetleri. Kiralanabilir bir balkon. İşte tam burada Türkler ve Yunanlılar rol değiştirir sövüp saymada. Bu hem benim tesellimdir hem kara bir şakanın sınırlarında nöbet bekleyen askerlerin tesellisidir.. / Üzerinde uzlaşılmıştır, bu yolcu yolcu değildir.. Kuzey güneydir, doğu batıdır serabın içinde. Rüzgârların çantaları yoktur, görevi yoktur tozun. Sanki özlemini kendi dışına gizler, şarkı da söylemez... Akasya ağacının gölgesine sığındığında yahut saçlarını hafif bir yağmur ıslatırken şarkı söylemez... Bilakis, kurda yalvarır, kapışmaya çağırır: Gel ey köpek oğlu, bu gecenin davulunu çalalım ölüleri uyandırıncaya kadar. Çünkü Kürtler hakikatin ateşine yaklaşıyorlar, sonra şairlerin kelebeği gibi yanıyorlar/ Anlamlardan ne istediğini biliyor. Hepsi saçma. Tuzakları vardır kelimelerin, çelişiği bir saçmayı avlamak için. Kelimelerin bekâretini bozar ve sonra bakir olarak sözlüğüne döndürür. Alfabenin atlarına kuruntu verip koyunlar gibi tuzağına düşürür, dilin kemiğini sıyırır: Kayboluştan intikam aldım. Sineklerin kardeşlerime yaptığını yaptım. Yakalanmış av gibi kalbimi pişirdim. Asla istediğim gibi olamayacağım. Yeryüzünü bir kasideden daha az ya da daha çok sevemeyeceğim. Kürde içinde barındığı ve içinde barınan rüzgârdan başkası yok. Ve bağımlı olduğu ve kendisine bağımlı olan eşyanın ve yeryüzünün sıfatlarından arınmak için.../

afro


7 Meçhul seslenirdi: Ey özgür oğlum! Ey sonsuz bir kazanın kepçesi! Eğer babanı asılı görürsen göğün ipinden indirme, ve onu senin harika marşının pamuğuyla kefenleme. Onu gömme ey oğlum, rüzgârlar Kürdün Kürde vasiyetidir sürgününde ey oğlum... Etrafımda çok kartal var ve senin etrafında geniş Anadolu’da. Cenazem gizli, sembolik, dumanı al kaderlerine doğru ve çek! Senin göğünün ilk katını sihirli sözlüğüne. Ve uyar zehirlenmiş yaralı umudunu O bir vahşidir sense şimdi .. Sen şimdisin. Özgür bir hurafeci, Ey kendinin oğlu, sen azadesin babandan ve isimlerin lanetinden../ Dille galebe çaldın kimliğe Kürde dedim ki, dil ile intikam aldın kaybolmuşluktan Dedi ki: Çöle yürümeyeceğim. Dedim ki: Ben de... Ve rüzgâra doğru baktım / - Akşam kör oldun - Akşam kör oldu! Çeviri: Mehmet Algan

afro


8

Onadır Bekir Türker

S

onra birden döneceğiz demişti de inanmamıştık. Yeşil asmalardan bıkmıştık eyvallah ama evimizde onlardan hiç yoktu ki. Annemi bazen hatırlarım o evde. Bu bazen hatırlamıyorum demek. Elleri çoğu zaman sert olurdu kurumuş sabun gibi ben o ellerle arınmaya giderdim. Geceleri ayakta olurduk biz çay karardık babam tütün sarardı usturalarını biraz daha keskinleştirirdi. Ev tahtadan oyma gibiydi gıcırdamasını unutmam ne yapsak sesten anlaşılır. Bir gün o tahtaları geldiler söktüler babam çok küfretti. Daha ses duyulmaz oldu ayaklarımdan. Ne yapsak anlaşılmadı belki bu yüzden. Bizim ailelerimizde erkekler o kadar az yaşardı ki bazıları yaşamadı zannederdik. Erkekler gider ve gelirlerdi yaşamazlardı. Kadınlarımız o kadar az yaşardı ki bazıları yaşamazdı zannederdik. Kadınlar dururlardı. Gidenler ve duranlar birbirine temas ederlerse ortaya yaşamak çıkardı. Yaşamanın olduğu yerde biz ortaya çıkardık. Bu yüzden çocuklar az ortaya çıkardı. Ayak altında dolaşmazlardı. Sonrasını anlatamıyorum. Ben anlatamayan olarak çıktım o evden. Bu işe bütün gövdemi verdim. Saçlarım güzel şeylerle aramıza giriyordu kestirip attım. Ellerimi erteledim. Sadece görebiliyorum ben. Bunları kimselere anlatamadım. Vardım buraya geri geldim. Sonra birden döneceğiz demişti de inanmamıştım. Onu bir hediye olarak kendime kattım. Anne gibi bir adı var. Üstüme yakışıyor. Üstümde hakkı var.

afro


9

Kusura Bakmayın Bize Sığınamazsınız Bekir Türker

Bizde muaviyeler hazret olur Bombalar olur, dağlar olmaz Annem Hz. Muhsin Yazıcıoğluna ağlıyordu gördüm Ankaranın yüz elli yeri yanıyordu Annem Recep Yazıcıoğluna ağladı tgrtden gördüm Tgrt acıklı haberler verirdi o zaman Sonra Erdal Beşikçioğlu oynadı onu Kıvırcık Aliye ağlamadı annem Bizde Alilere pek ağlanmaz Aliler güzel saz çalar, biz utanarak dinleriz Aliler güzel saz çaldığında yanlışımızı anlarız Onur Akınlar Chpye şarkı yapar cenazeden sonra Ben ağladım kimselere söylemedim Bağlama kursuna gittim eve haber vermedim Ağlamak Halk Tvye kalmasın istedim Ümmet Alilere pas vermez ama Aliler ümmete sığınır sonuçta Kıvırcık Ali öldü, Aliler hep ölür Üzgündüm, sünniydim, belli etmedim

afro


10

Bu Tatlı Bu Kadar Nebiye Arı

Bana en kaçığından bir çay içmek için değil, dost olacağım hepsi bu hepi topu din olan bu karmaşanın eseri düşüncelerime dost yuvarlanıp ısrarla düşmeyen bir anlatı sen titreyen ellerimin müsebbibi, nerden mi çıktı şimdi kaçağında diyorum bu çay edebiyatı sıkıyorsa eğer. kapanıyor ya şiir imgelerin arasında kayboluyor dedi en yalınından dedim patlatacağım kelimelerin ama haydi bak bu pist çok kaypak, ellerimde bir fare, ikisine birden bir baş ediş. saçlarımın kesilecek kadar teli kalmadı, hayatımın netliği kayıp sigara dumanını içime yavaşça ve derin bir soluk gibi ciğerlerime parçalamanın elifbası Orhan baba, ben gözlerimi yumarım sıkı sıkı sen söyle, benden beni, yani aslında seni benden arsız koparışları aklımın, soğudu bu çay diyorum umurumda değil tırnaklarına dalan bir kadın, parmaklarını birbirine saran, soran durmadan yine tarçınını fazla kaçırdımsa bu tatlının Bana en afilisinden bir hesap ödetecek olduğumdan değil, dürüp bükerek arka cebime günlerini gösteremeyeceğiz dostum, saçılı günahlarımızı toplamadan dağılmış beynini yapıştırarak, yüzünde kurumuş izleri öptüğünün koşturun çocuklar küfrederek ve hırsla ansızın bedenimin üzerinden belki buldozer, ama artık çok hayır hayır, bir çiçeğin ellerine olan mesafesi sorulmayacak asla bir tur kendi etrafında, bir tur güneşin sonra kepenkler ritim düşük, saha bozuk, bunlar sıradan, yahu bu nerden? öyle ya kime ne benden, oylarımızın günüydü coşkuyla gelen hepimiz biraz sıyırıp dibini dünyanın gelişip güzelleşerek en çok sonra esnetip tüm sınırları az daha umarsız, belki fazla tozlu bilemem beni bitirmenin kıyısına, kavgalardan aşağı, bir kentin tam ortasında bir sokak lambasının boynuna, tam da ensemden kaldırarak bir vinç izin belgelerini deri çantalarından çıkarıp sallandırdılarsa da belki diyorum aslında böyle olmalıydı bu tatlı bu kadar.

afro


11

Gelecek Zamanlar Şehmuz Kurt

ya siz binalarınıza ya o binalar size beyler balkonlu balkonsuz verandalı her türlü ‘göğün göğsü’ delik deşik şimdi ‘gelecek zamanlar’ artık balkonlarda havuz var şezlonguna abanır ölü insanları kat bahçelerine gömüyorlar rahat yaşıyor ölüler bana sorun böyle nereye uçarak gidiyorum ellerini kesmeye gidiyorum göğü çalan mimarların

afro


12

Ütopya İçin Öneriler* Enes Malikoğlu

III. Asya Minör Açılış konuşması için teklifleri alıyorum, Önerilere kapım açık. Konuşma yapacağım, açılın ben doktorum! Teşhis-tehdit-tedavi… Açılmayın ben doktor değilim! Merhemim yok sürmeye Haçı kır, domuzu öldür, cizyeyi kaldır! Dile mil çekti benim atalarım Melamin tabaklara sıçkı bıraktı Zorladılar sofralara. Sofraları zorladılar Toprağı dörde kopardılar hep bir eksiltili galeyan Bundan oluyor Bundan ölüyor nehirde her seferinde Beşiğinde bir Musa

afro


13

Ben, her kimin temsiliysem ben Katolik cenazelerine güzellik kremi ihraç eden ben Dindar kocalarının yüzmesini seyreden -kumsalda pişen dindar kadınların oğlu ben De facto bir vicdanı büyüten ben Aksansızlığımla övünen ben Kelt öldürdükçe büyüyen… her gün vaftiz ismimle ölüyorum günahlarımı çıkartıyorum üstümden derim üstümde kuruyor. Bir utanç şiiri, pişmanlık… Yapacaklarım sınırlı Bizzat kendimden hazırladım sunağımı Halkımın önüne Kendimi atıyorum Dörtler bir olsun Olsun da alsın nefesini rahatça Mezopotamya! * “ÜTOPYA İÇİN ÖNERİLER” şiiri ilk iki bölümü başka dergilerde yayınlanmış bir üçleme şiirdir.

afro


14

İzzet Yasar Röportajı Söyleşi: Enes Malikoğlu

Son zamanlarda sosyal medyayı aktif kullanıyorsunuz. Kimi sizi “istenmeyen adam” ilan ederken kimi de sizi karşı mahallenin yeni keşfedilen şairi olarak gördü. İlk kitabınız Kanama’da “dostlarımın arasında/tersine bir uçurtma gibi/duyuyorum kendimi/ ayağımın gölgesinden uzakta” diyorsunuz. Bu tersine uçurtmalık durumu bilinçli bir seçim mi sizde? Ne diyorsunuz bu konuda? O şiir Deniz Gezmiş’in idamı için yazılmıştı. Asılı ama uçuyor, tersine bir uçurtma gibi. Neyse, asıl sormak istediğinize geleyim. Planlı bir “paralel devlet” operasyonuyla bir çevre eylemi bir kitle kalkışmasına dönüştü. Çadır yaktılar, kafaya sıktılar, arkası geldi. Bir anda evimin önünden devrimci marşları ve milliyetçi marşları art arda söyleyerek geçen kalabalıklar gördüm. İçinde başörtülü kadın var diye bir otomobilin üstünde tepindiklerini gördüm. Her yeri yakıp yıktıklarını gördüm. Oysa Gezi Dayanışması bir ilke imza atmıştı. Devlet ilk defa çapulcu dedikleriyle aynı masaya oturmuştu. Katılımcı demokrasiye doğru bir adım atılmıştı. Yarın kim iktidar olursa olsun bu ilk adım bir kazanım olarak kalacaktı. Ama eylemciler talepleri konusunda üç kere çark ettiler. Sonunda talep olarak “Minareden at beni, in aşağı tut beni” dediler. Seçilmiş hükûmeti sıkıyönetime mecbur etmeye çalışıyorlardı. Oyumu çalmak istiyorlardı. O zaman oyumu korumak için klavye başına geçtim. Tabii sonra mahalleden tepkiler gelmeye başladı. Bir devrimci sinemacı ecdadımla cima etmek istedi. Bir genç şair: “Bizi utandırıyorsun.” dedi. Utananlar kim, kimler adına konuşuyor, belli değil. Oysa en azından son iki kitabımdaki şiirlerden yola çıkarak ya beni yıllar önce aforoz etmeleri gerekirdi ya da Gezi sırasındaki tweetlerime şaşırmamaları.

afro


15

afro


16

Başka Akıl Peşinde’de “auschwitz denince ağlayan/ der zor deyince horlayan/iki suratlı mendebur etobur” dediğiniz iki suratlı, Türkiyeli sol hareketler midir? Bu soruyu biraz günümüzle ilişkilendirmek istiyorum: İstikbal Marşı şiirindeki o baba figürü şu anki iktidarı da kapsamıyor mu? Kürt açılımındaki tutum ve Ermeni sorununa ilişkin iktidarın tutumu mu sizi bu kadar tolerans sahibi yapıyor? Açıkça sorayım siz de bana açıkça cevap verin. Nedir sizdeki bu değişim, neden insanları şaşırtıyorsunuz? Bizimle dalga geçmiyorsunuz di mi? Merak etmeyin, siz açıkça sormasanız da ben açıkça cevap veririm. Evet, o kendine “sol” diyen hareketler her zaman Atatürkçü, Stalinci, halkını küçümseyen, demokrasiyi iplemeyen, askerî darbelerden medet uman hareketler olmuştur. Mesela Türkiyeli “solcu”ların büyük çoğunluğunun ikonası Deniz Gezmiş açıkça Atatürkçüdür. Yani Kürt katliamlarını, Yahudi pogromlarını yapan devletin başındaki tek adamın yanındadır. Ermeni Soykırımı, Varlık Vergisi rezaleti, 1964 Rum tehciri gibi konularda kendine “sol” diyen herhangi bir hareketin, partinin söyleminde bir özür, bir tazmin siz gördünüzse söyleyin. Ben hatırlamıyorum. Belki son yıllarda yapmışlardır. Şu anki seçilmiş iktidar konusuna gelince kısaca söy-

leyeyim. Aynı Etyen Mahçupyan gibi düşünüyorum. Zamana yayılmış bir halk ihtilalinin siyasî ifadesidir. Tarkovsky’nin “İnsanlık son 3000 yılda hiçbir şey öğrenemeyeceğini ispatlamıştır.” sözüne sıklıkla atıfta bulunuyorsunuz. Ancak şiirinize baktığımızda öğretmek olmasa da amiyane tabirle “mesaj vermek”ten kendinizi alamadığınızı görüyoruz. Sünnet karşıtlığı, veganizm gibi konular bile şiirinizde başat rol oynuyor. Kendinizi dil oyunlarının çekiciliğine bırakmak isteseniz de dünyanın gerçekliği buna engel oluyor; yanılıyor muyum? Yanılmıyorsunuz. Sol şiir geleneğinde genelde mevcut sisteme eleştiri vardır fakat siz bundan biraz farklı olarak tüm kitaplarınızda tarihe ve geleneğe daha sert girişiyorsunuz. Size göre tarih bizim neyimiz olur? Julia Kristeva’dan alalım cevabı: “Tarihi insanlar yapmaz. Tarih biziz.” “yakından bakınca tarih ağlatıyor” diyorsunuz. Gelecek için hiç umudunuz var mı? Bu ağlama durumu sonsuza kadar mı devam edecek? Gelecekte bir cennet rüyası Marksist metafiziğin dinden alıp uyarladığı bir kavram. Öyle bir yer yok. Ama o

afro


17

ölçüde acımasız olmalı? Şiddeti övdüğüm şiirlerim var, 1978 öncesinde yazmışım. Bunlarla ilgili özeleştiri yaptığım şiirlerim de var. Kendine acımasızlık her şairin kendi bileceği iş.

olmayan yere doğru sonsuz bir gidiş olabilir. Buna devrim diyebiliriz. Şiddet içermeyen, sürdürülebilir, global olarak geçerli değişim alternatifleri yine global olarak tartışılır ve uygulanmasının yolları araştırılırsa. Teknoloji müsait. 21. yüzyılın gerçek devrimcisi saydığım Steve Jobs sayesinde. Günümüz şairlerinin sık sık tartıştığı hatta kavga ettiği madde şiir/epik şiir/somut şiir bağlamındaki tartışmalarda siz nerede duruyorsunuz? Aslında şöyle sormalıyız belki de, anlamlı buluyor musunuz bu tartışmaları? Şiiri dağdan düze indirme mümkün olacak mı? Lirik şiir, -bu tartışmaların ortak isteği olduğu üzre- sizce de ölmeli mi artık? Hiç anlamam bu meselelerden. Şiir iner ve bana kendini yazdırır. Bir şaire sorulacak kritik ve cevapsız kalma tehlikesi olan sorulardan birini sormak istiyorum. Uzun bir şiir geçmişiniz var. Geçmişe dönüp baktığınızda bunu ben mi yazdım dediğiniz şiirleriniz var mı? Şair kendine ne

Kitaplarınız arasında zaman aralığı epey fazla. Tam şiiri bıraktığınız anda şiirin sizi bırakmadığını seziyorum ben. Doğru mu düşünüyorum acaba? Yeni şiir kitabı ne zaman çıkıyor? Yok, ben bir kere bıraktım şiiri. Reşit İmrahor’a bıraktım. Uzun ara bir kere oldu yani. Yeni kitap ne zaman? Bilsem! Sinemayla ilgili olan çalışmalar ne zaman ete kemiğe bürünecek? Böyle bir düşünce ve çalışma var mı? Yazdığınız senaryoların film olmasıyla ilgili bir gelişme var mı? Senaryoları film yapma konusunda umutsuzluğa düştüğüm anda onları kitap olarak yayımlamaya da razı oldum. Sinema zor iş. Hem sanatçı, hem iş adamı, hem matador olmak gerekiyor aynı anda.

afro


18

Türk Şiirinde Bir İlk: Kadın Şair Hegemonyası veya Malûmatfüruş Şairlik Enes Malikoğlu

Ş

iire duyulan ilginin devamlı değişim gösterip azaldığını damarlarımızda hissetsek de şairlerin şiire dair tartışma, kavga ve çeşitli devinimlerinin bir türlü bitmek bilmediğine şahit oluyoruz. Var olmayan hayali bir arsanın kavgalı mirasçıları gibi şairler. Kavgalar, küfürler, bıçak çekmeler... Kurulmaya çalışan hegemonyanın kapsamı gün geçtikçe belirsizleşse de kavganın sıcaklığı hiç azalmıyor. Bu eleştirilecek bir şey değil aslında benim açımdan. Ateş ve kavga bu noktada şiiri diri tutar ve şairler şiirin varoluşundan beri kavga ederler. Eleştirilecek olan şiirsizleşmiş biri şair kavgasıdır. Şiirlerin üzerinden değil diğer iktidar araçları ile hegemonik ilişkiler kurup bir de buna şiirsel bir kılıf uydurmak bugünlere özgü bir şey olsa gerek.

Son on yılda çıkan bir hegemonik ilişki ağıyla şiir tarihimizde ilk kez karşılaşıyoruz: bir kadının hegemonya kurma çalışmaları. Yazıya konu olan şair Hayriye Ünal. Bu hegemonik tavrın başarılı olup olmadığına şöyle bir değineceğiz ama bu yazıda asıl konu, şairin Türk şiirine yapmaya çalıştığı bu müdahalenin aşamaları ve yöntemleri olacak. Burada daha başından belirtmem gerekir ki eleştiri yöntemim ve sebeplerim arasında asla maskülen ve erkek egemen bir çekemezlik yoktur. Kadın şair vurgum kadınlığına dair bir eleştiri değil aksine kadınlığa vurgu yaparak ortaya koyduğu şiirsel diyemeyeceğimiz bir varoluşla şiire müdahalesini ortaya koymaktır. Bu tavır feminizmin hanesine bir artı olarak geçmiş olsa da bu tavrın Türk şiirine şu ana kadar

afro


19

bir faydası olduğunu görebilmiş değiliz. Hayriye Ünal çalışkan bir şair. Hem yayınladığı şiirlerle hem de poetik yazılarla okuyucusunu bekletmeyi sevmeyen bir şair aynı zamanda. Belki şiirdeki cüretkârlığının nedenlerinden biri de bu olabilir. Şairliğindeki baskın karakter “Gerekli Açıklama” kitabından sonra oluşmaya başlamıştır. Şiir-eleştiri kitabının da alt başlığının adını veren Çok Sesli Şiir dediği şiir anlayışını bu kitabından sonra netleştirmeye başladı. Ünal, Eşikteki Özgürlük kitabında poetikasını açıklamaya çalışsa da aslında kitap boyunca kararsızlık yaşar. Kitabın çok büyük bir kısmı dipnotlardan oluşur. Kitapta adı geçen filozofların, eleştirmenlerin görüşlerini kendi görüşleri gibi satmaya çalışır şair. Kitap boyunca Bakhtin, Barthes, Adorno kusarsınız. Bakhtin’in kitabının tüm anafikrini kitabın içinde eritir. Bu da okuyucuda geçici bir hipnoz etkisi yaratır. Bakhtin intihal davası açsa kazanır; o derece! Hani bir haber sitesinde gezerken haber metninin içinde koyu fontla yazılmış kelimeler vardır; işte o kelimeyi tıklarsan onunla ilgili reklam linkleri açılır ya, Hayriye Ünal’ın poetik yazılarında da dipnotlar aynı işlevi görür. Örneğin yazıda “arzu” diye bir kelime geçer ve dipnot verilir. Aşağıda kendi arzu anlayışının yanı sıra bilumum çağdaş ve antik filozofun arzu ile ilgili görüşleri terminolojinin sarhoşluğuna kapılarak “arzu”nun tüm derunî anlamlarını Türkçe’ye bile yeni girmiş terimlerle görürsünüz. Bu arada o kelimenin cümle içindeki anlamı çoktan kaybolmuştur ama Ünal bize

“Kadın şair vurgum kadınlığına dair bir eleştiri değil aksine kadınlığa vurgu yaparak ortaya koyduğu şiirsel diyemeyeceğimiz bir varoluşla şiire müdahalesini ortaya koymaktır. “ “arzu” ile ilgili felsefi ve şiirsel bilgisini tümüyle paylaşmıştır ya, gerisi önemli değil! Bağlamından kopuk olarak “arzu” ile ilgili her şeyin önümüze yığılması, cahil okuyucuda koca bir hayret etkisi bırakırken, Ünal’ın bu bu tavrına aşina olanların yüzünde sadece bir gülücük sebebidir bu malumatfüruşluk, o kadar. Bunları söylerken kitapta Hayriye Ünal’ın kendi görüşlerini dile getirmesini istiyor değiliz. Hayriye Ünal düz yazılarındaki tanık gösterme tekniğini kendi fikirlerini kamufle etmek için de kullanabiliyor olabilir; çünkü şimdi vereceğim birkaç örnekte de görüleceği üzere çıkarsamaları anti-tez üretmeye

afro


20

değmeyecek şekilde ilginçtir: “Doğu dillerinde (Arapça, Farsça ve Türkçe) harf, etimolojik serüveninde hurafeye, anlam olarak da söylenceye doğru giderken, Latin kökenli dillerde “letter” (harf), literature’e doğru gider. Bununla; Yunan söylencelerinin kurmacaya dönüşüp, edebiyat hanesine yazılırken, Doğu söylencelerinin dinsel içerikle harmanlanarak dünya görüşüne dönüşüp kutsalın hanesine yazılması düşünülmelidir.”(Eşikteki Özgürlük sayfa:209, dipnot:165) Nereden tutarsan elinde kalacak bir önerme. Bu yargıyı çürütecek onlarca örnek verilebilir ama yazıyı uzatmak istemiyorum; ancak dipnottaki her iki cümlenin neredeyse aynı anlamda olup ‘literature’un birden nasıl ‘edebiyat’a dönüştüğünü görebiliyoruz. Poetik yazıların hemen hemen tümü bu minvalde yazıldığını görüyoruz kitapta. Laf kalabalığı ile şiir

okuyucusunu hipnoz etmek istemektedir Hayriye Ünal; sosyal medyada da gördüğümüz üzere bunu kısmen de olsa başarmıştır. Kitap boyunca görüşlerini açıklama yöntemi okuyucuyu baskı altında bırakır; “ben biliyorum-senin bilmen içinse daha çok uğraşman lazım”der adeta. Onun şiir anlayışı, ironiye karşıdır, epiğe karşıdır, şiirselliğe karşıdır, lirizme taraftar mıdır o da belirsiz! Buna rağmen uğraşısına açık açık bir şiirsel tavır/ akım demekten de çekinir. Kitabın 289. sayfasındaki Biçemler1 bölümünde sırf lirik olduğu için bir şiirin eleştirilme modasını –haklı olarak- eleştirirken türler adına söz alınamaz diyerek bir yanılgıya düşer. Oysa bir şair ya da eleştirmen Üslup yerine biçem gibi artistlik bir kelime okuru gene zor durumda bırakır; yazar ise her artistlik kelimede mertebe atlar!

1

afro


21

lerini en ön safa alır. Kendi ile irtibatlı sağlam argümanları doğrultusunda bir türün, bir akımın özetle şiirinin savunu- gençleri de arka saflara yerleştirir ki yeri sağlamlaşsın, zamanla ön saflara cusu hatta kavgacısı olabilir/olmalıdır. gelip onu taltif etsinler. Artık koca bir Yoksa Türkçe’de Garip, İkinci Yeni veya ahbap-çavuş ilişkisi şiir dünyada Dadaizm gibi adına kurulmuştur. akımlar hiç olmaz, “Onun şiir anlayışı, ironiye Kitabında değindiği ve ötekine saldırmadan cevap verdiği eleştiri kendini var edemezdi. karşıdır, epiğe karşıdır, 400 sayfaya yakın bu kişiirselliğe karşıdır, lirizme yazısı (Murat Güzel, tapta genç şairi bir yere taraftar mıdır o da belirsiz! Şiirin Dişi Dili3 Hayriye Ünal Şiirleri) dışında açıkça davet ettiğini açıkçası ona yönelik bir falan göremeyiz Hayriye eleştiri yazısı hatırlamıyorum. KendiÜnal’ın. Burada amaç, sadece genç sinin şiir mahallesinin korkaklığını çok şaire ve şiir okuyucusuna ayrım gözetnet ortaya koyduğu “Cahit Koytak meksizin hegemonya kurmaktır. Bir Şiirleri Bizi Niçin Sarsmıyor?” yazısı röportajında şöyle der: “Yani teyakkuz halinde olmak. Yoksa bitmişizdir. Herkes gibi bir yazı da Hayriye Ünal için ortaya koyulamıyor maalesef, bu sebeplerden bulduğu her şeye yapışmaktayken, biri dolayı. deneysel dedi mi hurra, diğeri ironiye “Çok Sesli Şiir” şüphesiz Hayriye hurra, bir başkası lirizm düşmanlığına Ünal’ın akım oluşturmadan bilinçli hurra vs. şiirimizdeki bu konformizm ortaya koyduğu hegemonya silahıdır. eğilimine karşı bir antikor yarattım “Hükümler Mecellesi ve Çok Sesli Şiir” ben.”2 Görüldüğü üzere, Bir yandan bölümünde tıpkı kadındanşairolkavga etmekten kaçarken bir yandan da mikrofon uzatıldığında şiirinin haddi maz gibi bir klişe ile şiir kamuoyuna baskısını daha da arttırıyor. Şiireleşhakkında olmadık sözler söylemekten tirisibittibeabi der gibi eleştiri dilinin hiç çekinmez. olmamasından yakınıyor. Bunu iki Bugün şiir ortamına baktığımızda şekilde yorumlayabiliriz ki birincisi şiirlerini yayınladığı dergi çeşitliliği en kendini inkârdır4; ikincisi ise eleştirinin fazla olan şair Hayriye Ünal’dır. Bu her kendi belirlediği çerçevede ilerlemesini yerde görünme hevesi, şiir ortamını istemesinin bir yansımasıdır. Yazıda baskı altına almada gayet başarılı değerlendirme ölçütlerini beğenmiyor, olmuştur. Sağ, Sol, Muhafazakâr hiçbir edebi çevre Hayriye Ünal’ı karşısına almayı göze alamaz. Merkez diye tabir 2 http://www.suavikemalyazgic.com/ edilen bir derginin şiir editörü olmadil-ceza-demektir/ sı ona yetmez; şiir yayıncılığı yapan 3 http://azizironi.blogspot.com.tr/2013/09/ yayınevleri, diğer dergiler, şiir eleştirisiirin-disi-dili-hayriye-unalin-siirleri.html leri… her şiirsel oluşum ve yapıyı etki 4 Yani eleştiri bitti demek kendisinin yaptığı alanına almak ister. Şiir adına müdaha- eleştirileri hükümsüz bırakır. Şairin sadece le edebileceği her fırsatı değerlendirir. ben iyi eleştiririm diyebilecek cesareti de Hece’nin -kendisinin de kötü olduğunu yoktur. Bu iddia kitapta koca bir kısırdöngübal gibi bildiği- yaşlı şairciklerinin şiirye dönüşür.

afro


22

gelişigüzelliğinden yakınıyor; Bakhtin’den yeterince alıntı yapamayan eleştirmen sussun demeye mi getiriyor orasını pek anlamadık! Poetikasının en belirgin görüldüğü son şiir kitabı Şimdi Aşk Ebediyyen Değişir ise özgün olmaya çalışırken absürt duruma düşen Eşikteki Özgürlük’ün aksine başta kitabın adı olmak üzere klişelerle dolu. Tipik bir “kadın şiiri” Hayriye Ünal şiiri.5 “Dozunda” gibi dikkat çeken güzellikte şiirler olsa da çoğu bir akım yaratma çabasında olan bir şairin şiirleri değildir. Bir şiir eleştiri yazısında belki absürt gelebilecek bir şey yaptım: kitaptaki “aşk” kelimesi kaç defa geçmiş oturup saydım. Sayıyı burada söylemeyeceğim merak eden alıp kendi saysın ancak sayı epey yüksek onu diyeyim! Şiirlerdeki kasvet, ergen erotizmi ve kadınsal haller tüm şiirleri aynılaşma problemiyle karşı karşıya bırakıyor. Parmaklardan küvete kan sızma, soğumayan cesetler, ıslak çimento izleri, kana ekmek doğramak, eti tırnaktan ayırmak… ve artık okumanın yorucu bir eylem haline geldiği onlarca klişe imge, onlarca yıl

önce tükenmiş söz oyunları… Poetik yazılardaki malûmatfüruşluk nasıl yoruyorsa şiirlerinde de klişe ve vıcık vıcık arabesk müthiş bir yorgunluk hissi veriyor. “ıslanırsa kirpikler -çünkü aşk biraz olmazkardandır -aşk razı olmazsağ salim geçilen kayalıklardan sonra ölüme doğu dümen kırabilir gözünü kırpmadan -aşk almaz aşağıdanalaşağı değilse bile zaten kimse menzile varmaz” (Epsilon,91) Bu yazı Hayriye Ünal’ın iki kitabını değerlendirme yazısı değil; onun şiirlerine ve şiir anlayışına genel bir bakış yazısıydı. Ancak bu yazıyı yazarken şairin yeni kitabı “Tahlil Tahrip İnşa”nın reklamları yapılıyordu. Bir sonraki sayıda bir yorucu işe daha girip bu kitabı derinlemesine inceleyeceğim. Bu yazıyı bir “Hayriye Ünal şiirine giriş” yazısı olarak da okuyabilirsiniz. 5 Kadin şiiri ne demek diye soranlar olacaktır. Uzun uzun anlatmaya gerek duymuyorum. Didem Madak-Nilgün Marmara arasında bir şey işte! Kadın duyarlılığını önplana çıkarmaya çalışan anaç şiirler de denebilir. Burada “Kadın şiiri” bir küçümseme değil, tespittir. Hayriye Ünal Çok Sesli Şiir gibi kocaman bir kavramın altından kalkacak bir şiir yazmamaktadır. Hegemonik ilişkiler kurmak için yorulacağı yerde minimal şiirler yazsa daha güzel! Bu onu küçültmez aksine kaldıramayacağı yüke talip olmadığı için şiirini daha da güzelleştirir, biz de onu okumaktan daha zevk alırız. İlk kitabından bu yana oluşturduğu şiir serüvenine baktığımızda onun kötü bir şair olduğunu iddia edemeyiz; öyle dersek Allah çarpar!


23

Sokağın Zoru, Sokağın Zoruyla Çıkmış Bir Kitap mıdır? Bekir Türker

A

slında böyle bir başlık düşünmüyordum, çünkü iki kitabı karşılaştırmaya niyetliyim bu yazıda; ancak Mehmet Said Aydın’ın ikinci kitabı, okurun Kusurlu Bahçe’nin başarısı sayesinde oluşmuş beklentisini karşılamada yetersiz kaldı. Şairin iki kitabına beraber bakıldığında tarif edebileceğimiz bir “Mehmet Said Aydın şiiri” var artık var olmasına; fakat Sokağın Zoru’ndaki şiirler zamanlaması itibarı ile de düşünecek olursak, muhtemelen yazdırıldı şaire. Mesela, Gezi Parkı olaylarından sonra çıkmış bir kitap Sokağın Zoru. Bu yüzden aceleyle verilen bir tepki olarak görmek mümkün. Aynı mesele Kusurlu Bahçe’de yok muydu? Elbet vardı. Duydum, Kahve Kokusu, Bağırmamak gibi şiirlerinde yine “bağırmaktan geliyordu” şair, ancak biraz daha soğukkanlıydı ve üstünde düşünülmüş şiirlerdi bunlar. Sokağın Zoru ise dediğim gibi ölmeye verilen acele bir tepki, belki garibana yazılmış şiirlerin son kitaplaşmış hali, ancak etkisi zayıf. Mehmet Said Aydın şiirine baktığımızda bazı kesin şeyler buluyoruz: delikanlılık, itiraf etme huyu, becerememe hissi gibi. Sık sık öğrendiği şeylerden bahsediyor şair, ancak bu sürekli öğrenmeye rağmen “yapamayan” bir şiir kişisi var. “İyi bilmediği diller” var bu şiir kişisinin, anlam veremediği kokular.

Ancak Kusurlu Bahçe incelendiğinde bu beceriksizliğin muhteşem anlatısını görüyoruz. Bilmeyen, beceremeyen, öğrendikleriyle avunamayan üstüne çok kaliteli bir şiir kurabiliyor Aydın. Bunu da büyük şehre sonradan gelmiş, orayı öğrenmeyi sürdüren ama oralı olamayan bir bireyle yapıyor, kanaatimce kendisiyle. Bu sebeple olsa gerek şiirleri şehirli oluyordu. Çünkü herkes şehirdeydi ama kimse şehirli değildi, Said Aydın bunu hissedip yazabilmişti. Zaten şehrin kendisi bu demek, bu ortak his de, Kusurlu Bahçe’nin başarılı olmasında büyük pay sahibiydi. Sokağın Zoru’ndaysa bir konum değişikliğinin olduğunu düşünüyorum. Kitabın hazırlandığı zamanlarda ülkede yaşananlar gerekçesiyle olsa gerek, Said Aydın şiiri insanları savunucu bir konuma geçti, ancak bu ofansif bir tavırla yapıldı. Ancak savunan kişinin konumu savunduklarından ayrı bir yere gelmek zorunda, işin doğası gereği daha çok şeyin farkına varmak zorundaydı şair, daha çok şey bilmek durumundaydı. Örneğin ölümü öğrendi Sokağın Zoru’nda Said Aydın şiiri (daha doğrusu başkalarının ölümüne tepkiyi öğrendi ve sıklıkla anlattı bunu). Kusurlu Bahçe’deyse yaşamaktan daha çok bahsediliyor çünkü şair o kitapta yaşıyor olmanın verdiği rahatsızlıkla bir şiir yazıyordu, bunun huzursuzluğu da

afro


24

vardı ortada. İkinci kitapta ise başkalarının ölümüne duyulan rahatsızlık var. İşte bu durumda konum değiştirdi Said Aydın şiiri, çünkü o insanlar bir anlamda başkaları haline gelmişti böyle bir şiir için. Aydın şiirinin böyle bir tecrübesi olmasa gerek, gereği kadar sert şiirler de çıkmadı, hatta kimi zaman başkalarını savunma yerine başkalarının durumuna yakılan ağıtlar benzeri şiirler oluştu. Rahmet şiiri gibi. İlk kitaptaki Kahve Kokusu şiirinde “biz” derken Aydın, Sokağın Zorunda’ki Köylü İbo şiirinde “onlar” demeye başladı mesela. Hatta ikinci kitaptaki “o ki felaket” bölümünde, genelde “onlar”dan bahsedildi. Oysaki aynı insanlardı bu anlatılanlar ve şair sokağa daha bir çıkayım derken kendisi de sokaktakilerin arasından çıkıverdi. Kusurlu

Bahçe’deki tutum korunmuş olsa böyle söylemeyecekti muhtemelen Mehmet Said Aydın: “çocuklara isim oldular, sokağa heves oldular ben olamadım, kaldım ben, değmedi bana kahpenin namlusu” Kendini dışarıda tutan bu anlatıcının yanında, yukarıdaki dizelerde de görüleceği gibi delikanlı bir söyleyiş, arabesk bir tavra dönüştü Sokağın Zoru’nda. Şiirselliğin burada geri planda kalmasıyla, yakışıklı bir şiir çıkamadı ortaya; onun yerine düz bir şekilde söylenmiş, söyleyenin üzüldüğü ama dinleyenin aynı üzüntüyü paylaşmasına sebep olamayan, onu etkileyemeyen böyle örnekler çıktı: “sonra dağıldı şenlik yıldızlar yere eğildi yelin acısı kaldı cinin safrası kaldı sonra gittim bir mezarın başına bir mezarın başına” Şiirsellik demişken, bunun lirizm ve konformizm anlamına geldiği iddialarının konuya dahil olmadığını düşünüyorum. Kast ettiğim şey, şiirin yazılış aşamasında söyleyişin geri planda kalmasıyla ifadenin şiir formundan uzaklaşması. Örneğe tekrar bakacak olursak, bu söyleyişe Kusurlu Bahçe’de rastlamak pek mümkün değil. Şiirselliğin çok daha düşünüldüğü, daha zarif, o klasik ifadeyle işlenmiş şiirler var. Birbirinin ardınca gelen Tasarruf ve İkrar şiirleri var mesela, bir yokluk anlatısının ve ölmemeye tepkinin kesin bir şiirle yapıldığı: “bir tane yeteneğim var, o da ölmedim tutuşan gün yanan gece ama kupkuruyum, adeta bir is bir leke” Mehmet Said Aydın şiirinin biçimine

afro


25

baktığımızda uzun dizeler ve dize içinde tekrarlar ön plana çıkıyor. Ancak bu durum da şairin ikinci kitabında farklı. Nispeten daha çok kafiye ve redif, bunun yanında yapılan dize içinde tekrarlar kitaba hakim arabesk söyleyişle birleşince şiirin kalitesi düşüyor. Aynı kelimeleri sıklıkla kullanmak her zaman şiire fayda sağlayan bir teknik değil. Örneğin Seyyidhan Kömürcü de bunu uyguluyor. Ancak farklı bir kaynaktan, ana malzemesi insan olmaktan çıksa dahi yine bir yapamamanın anlatısı olan Kömürcü şiirlerinde, şiirin kendisi bazı belli kelimeler etrafında döner. Said Aydın’ın özellikle ikinci kitabındaysa kelimeler şiirin etrafında dönüyor, rahatsız edici bir şekilde, kalabalık ediyorlar şiirde adeta. Hal böyle olunca şiirin okunabilirliğine de zarar geliyor. Bu tutum, şiirin nasıl olduğuna bakılmaksızın, kelime tekrarlarının bir teknikten ziyade bir alışkanlık olarak uygulanığı hissi veriyor okura. Çünkü dozunda bir kelime tekrarı şairin ilk kitabında da şiire tat veren bir hareket olarak vardı. Diğer yandan, Kusurlu Bahçe’de şairin unuttuğu şeyler arasında sayılan kafiye ve redifin hatırlanması iyi olmamışa benziyor. Redif ve kafiyeye geri dönüş seçimi Aydın’ın şiirini geriye götürmüş. Şair, özellikle Sokağın Zoru’ndaki “hata yapma fırsatı” bölümünde, bu fırsatı değerlendiriyor bu şekilde. Oysa Kusurlu Bahçe’deki “Yani” şiirinde: “yani unuttuklarım biraz redif kafiye nota blok flüt” demekteydi şair. Bu teknik arızaların da birinci nedeni belki de şiirlerin aceleyle yazılması, şiirsellik kaygısından uzak kalınması. Kitaplarda tutulan farklı tutumlara ve Mehmet Said Aydın şiirine dairse şöyle söylenebilir: Aydın, insanların ölmediği

zamanın garip olduğunu fark edebilen bir şair. Onu farklı kılan şey ölümün piyasada bariz bir şekilde yer almadığı zamanda da ölmediğine, hala hayatta kalışına şiirler yazmasıydı. Sokağın Zoru’ndaysa herkes ölürken yazılmış şiirler, bu ölüm karşısında herkesin kullandığı ifadeler bulunmakta. Belki bir acıyla söylenmek zorunda olan sözler, biraz aceleyle, reflkesle, haliyle şiirselliğin üstünde düşünülemeden. Buradan bakıldığında, zaten Kusurlu Bahçe ile sokakta olduğunu kanıtlamış bir şairin, bunu ısrarla tekrar etmesi yersiz görünüyor. Aydın’ın, ilk kitabındaki insanıyla aynı konuma geri gelerek şiirini yenilemesi ve sokakta yaşanılana karşı biraz daha soğuk kanlı tavır benimsemesi, daha etkileyici bir şiiri yakalamasını ve okurun beklentilerini karşılayacak bir şiiri kurmasını sağlayacak gibi.

afro


26

Mandrake Mert Erçetin

M

“Sayılar 1’den başlar ve 3’te sona ererler. 1, öteki 1 olan 2 ve ikisinin arasındaki 3.” Teo Kısatas

uavin otobüsün ortalarına doğru ilerleyerek koltukların üzerinde duran tepe lambalarını kapattı. Otoban gişelerini geçtikten sonra ikram edilecek yiyeceklerle karın kazıntılarını bastırmak için bekleyen birkaçı dışında yolcular çoktan uykuya dalmışlardı. Bu “parasını ödediysem sonuna kadar karşılığını alırım” tayfası da başlarına geçirdikleri kulaklıklar, önündeki koltukların arkasına sabitlenmiş ekranlardan ciro yapamadığı için başka mecralardan masrafını çıkarmaya çalışan filmleri izlemekteydi. En azından oyuncular ve set ekibinin giderini çıkarınca bir devam filmi çekecek kadar parayı toparlamak, yapımcının en önemli derdiydi. Şoförün başı ikide

bir önüne düşüyordu. Biraz sonra sileceklerin canhıraş çabasına karşın otobüs belli bir erimden izlediği beyaz çizgilerle olan koşutluğu bozacak, karşı şeride geçmeden önce yolu diklemesine kesip bariyerlerin başlangıçlarındaki içi su dolu keseleri patlatacaktı. Sıçrayarak kafamı kaldırdığımda kapının eşiğinden zorla çekilerek oğlunun cenazesine götürülmeye çalışılan babanın çığlığına uyandığımı anladım. Televizyondaki dış ses; oğlun demir çubuk kesikleri, pencere altına sıkılan köpükler, strafor kırıkları gibi hafriyatın atıldığı bir göletin ya da açık unutulan bir rögar kapağının ya da Ramazan bayramında İtalya seyahatine giden kendi kurduğu firmanın CEO’su

afro


27 komşunun yalısının arka bahçesindeki havuzun dibinde boğulduğunu söylüyordu. Taranan güvenlik kameraları görüntülerinde ölmeden önce elinden tutan orta yaşlı bir adamla görülüyordu. Taranan güvenlik kameraları görüntülerinde ölmeden önce bir köpekten kaçtığı görülüyordu. Taranan güvenlik kameraları görüntülerinde ölmeden önce… Yazıhanenin ikinci katındaki kantinci ayaklarını masanın üzerine, bisküvilerle sürpriz yumurtaların arasına koymuş uyukluyordu. Sonraki haberin dış sesi ise; bir taşra ilkokul müdürünün dâhiyane atılımını anlatmaya başladı. Okulun öğretmenleri ile birlikte sınıfların badanasını yapan eski milli güreşçi müdür, derslerde odaklanamayan öğrencilere çözüm olarak okulun merdivenlerini “geçici bellek”, “kalıcı bellek” gibi bilgisayar parçalarının uydurma Türkçe karşılıklarının yazıldığı yapışkanlar ile kaplamıştı. Sınıfların tabelalarındaki sayı ve harflerden oluşan kodlamaların yerini Rüşdî, Ref-î Lenk ve Hatemî gibi bir türlü ezberlenemeyen divan şairlerinin adları ve temsili minyatürleri almıştı. Karşı duvardaki kromür aynaya bakarak uyurken kazağımın yakasına akmış olan ağzımın suyunu sildim. Muhabirin her yolun yolcusu olduğu kanısını veren sesi; öğrencilerin teneffüs düşüncesiyle dopdolu dimağında bu uygulamanın verimliliği hakkında zorlama bir iki görüş ararken kireç badanalı merdivenlerden inerek kapının önüne çıktım. “Otobüs ne zaman kalkıyor,”

diye soran dip boyası gelmiş sarışın bir kadına kolalı gömleğinin yakaları sararmış bir muavin pantolonunu çekiştirip sırıtarak, “Sen binince kalkıyoruz abla,” dedi. Bak işte, bir muavin olabilirdim. Yolcular itiş kakış kapıdan içeri girip de şoför kontağı açtıktan sonra, otogardan çıkarken bankodan elime tutuşturulan listeden koltuk numaralarını denetler, kendisine satılmayan koltukta hemen rahatlaşıvermiş yolcuları polisin çevirme olasılığına karşı kendi yerine yerleştirirdim. Otogarın kapısında geç kaldığı için bilet alamayan bir öğrenciyi orta kapıdan içeri alırken, diğerlerine de inecekleri durakları sorarak listenin yanında yer alan dikdörtgen bölmelerin en sağına okunaksız karalardım. Otobandaki gişeleri geçtikten sonra – ki bu yola koyulduktan yarım saat sonrasıdır – yirmi üç-yirmi dört numaralı koltukların altındaki bölmeden katlanabilen tekerlekli servis masasını çıkarır, yazıhanenin yanındaki ardiyeden yüklediğim ikramlarla içini doldururdum. Otomattan sıcak suyu da termosa çeker, servis masasını koridorun başına sürüp sormaya başlardım: “Çay, kahve, meşrubat?” “Kahve.” “İkisi bir arada, üçü bir arada?” “İkisi bir arada.” “Tuzlu, tatlı?” “Tatlı.” “Kek, kurabiye?” “Kurabiye.” Dışarı çıktığımdan beri yan yana duruşarak anorak paltosunun ve telefon kulaklığıyla dinlediği Kantocu

afro


28 Nurhan’ın ötesinden şehir içi servislerinin kalkışlarını yeni gelen yolculara tek tek söyleyen amiri birlikte kestiğimiz fitilli kadife pantolonlu adam yanıma geldi. İskarpinlerini sol bağcığını usulca katlayıp sağ bağcığı üzerinden doladığı halkanın içinden geçirerek bağladı. “Merhaba Piyale Vardavela,” diyerek durup dururken koluma girdi. Dört ayak üzerine oturttuğu yuvarlak tahta bir tezgâhta şekilsiz siyah turpa benzer bir tür sebze satan ince siyah bıyıklı, saten ceketli adamı gösterdi: “Gördüğün işportacı Mandrake’dir. Tekli batakta kimin cebinde kaç parası var biliyormuş gibi masadaki garibana oyun bırakmadığından almıştır bu lakabı. Altmışaltı ise hepi topu yirmi dört kâğıtla oynandığından, diyelim altta çıkan karo ası olsun. İlkin eldeki altı kâğıt, açıktaki kozu aldıracak bir karo dokuzu mudur ona bakar. Dokuzsa değiştirip alarak eli kapatır, altmışaltıyı yapar. Kozun kızla kakozu kırk sayı eder. As da on bir sayı. Eder elli beş. Gerisi karşıdan gelecek kozların küçüklüğüne kalır. Koz yoksa zaten altmışaltı sayıya çıkmıştır. Dedim ya kâğıt oyunlarının sihirbazıdır.” Mandrake’nin tezgâhının önünden dolanırken “Ha, tepside sattıklarını merak ediyorsan, adamotudur,” dedi. “Her sabah kırağısında tazısıyla birlikte ormana yürüyüşe çıkar. Tazı adamotunun kokusunu aldı mı tasmayı çekiştirir, Mandrake de tasmayı salar. Burnuyla koklaya koklaya toprağın altındaki kökü bulan tazı kazarak onu açığa çıkarır. Adamotu dediğim, senin turpa

benzettiğin o bitki havaya değince tiz bir çığlık atar. Çığlığı duyan tazı adamotunun dibine düşer.” Anlatırken bir yandan köpeğin mortladığını belirten garip bir ses çıkarmıştı. “Geçen pazartesi beyaz bir adamotu buldu. O uyurken karısının yatağının altına sakladı. Gebe olan karısının, kan uyuşmazlığından çocuklarını doğuramayacağından korktuğu için her gece parmağının ucunu delerek akıttığı bir damla kanla adamotunu besliyor. Sen de bir tane alsan iyi olur. Sürekli ayakta durmaktan bacaklarında varis oluştu.” Sayfa bitmiş olacak ki Mandrake’yi göremez olduk ya da epey uzaklaşmıştık. Şaşkınlıkla aklıma ilk geleni söyleyiverdim: “Biliyor musun, adını taşıdığım rahmetli dedem Fırdolalı Piyale Vardavela’ya göre, durağan karakterin akış içerisinde değişmemesi gibi bir durum söz konusu değildir. Bir tümceyle anlatılabilecek kadar yalın bir durağan karakterin değişmesi onun benimle konuşup konuşmamasına da bağlı değildir. Sürekli konuşarak kendinden söz eden biri, benim onu dinleyerek edindiğim üçüncü boyutun eksikliğini duyumsar. Ben onu dinlerken vereceğim yanıta göre onu şaşırtabilir ve o ana kadar hiç bilmediği bir yanımı gösterme şansını yakalayabilirim. Bir karakterin bir anlatıcıya dönüşmesidir bu durum. Ama Tanrı olan Tanrı gibi yazar olan yazar dinlemez. Dinlemediğinden de kendini değiştirme olanağından mahrumdur. Ne değişebilecek ne de beni şaşırtacak bir eylemde bulunabilecektir. Hâlihazırda tüm anlattığı

afro


29 daha önceden bildiği bir evren anlatılışından ibarettir.” Aynı otobüs şirketinin otogarın öbür ucunda yer alan başka bir yazıhanesinin önüne varmıştık. Kolumu bıraktı; “eğer Tanrı tüm evrenin öyküsünü anlatabilseydi, bu bir kurgudan ibaret olurdu.” Sonra elime biletimi tutuşturarak “gece üç otobüsü, 2 numaralı koltuk,” diye çevirdi. “Biliyorsun, ilk sıranın sağı, koridor yanı.” Şoför otogardan çıkarken kulübedeki memurla yarım saat için park ücreti vermesi gerekmediği hakkında tartışıp durdu. Şoför muhitinin açık camından git gide hızlanan yağmur tartışma uzadıkça içeri

giriyordu. Memur ücreti almakta diretince, üşüyen şoför üşenmeyip amirini aramasını tembihledi. Sonraki yarım saat boyunca ıslanan başını kurutmak için açtığı ısıtıcının üflediği havanın sıcaklığından altları halka halka olan göz kapakları gitgide ağırlaşacaktı. Piyale Vardavela ön camın ferahlığında Merih ile Utarit’in yaptığı geniş açı içerisinde otobüsün ilerleyişini seyrediyordu. Hiçbir anlatının ötekisinden daha iyi olmadığını ama herkesin kendininkine uymasını gerektiğini anlamıştı. Muavin otobüsün ortalarına doğru ilerleyerek koltukların üzerinde duran tepe lambalarını kapattı.

afro


30

Kralın Kafasını Kesmek: Hukukun Meşruiyetine “İstisna” Gözünden Bir Bakış Eyüp Engin Küçük

E

gemenlik problemi, insan ilişkilerinin en tartışmalı meselelerinden biridir. Tarih boyunca toplumsal ilişkilerden, hatta iki kişi arasındaki ilişkilerden de öte, kişinin kendisiyle kurduğu ilişkide dahi egemenlik, varlığın sahasını, varoluşu oluşturan etmendir. Kaçınılmaz olarak kurulan bu ilişkide en büyük mücadele denge kurmak üzerine olmuştur. Adalet, eşitlik ve bunlar gibi nice mefhumlarla egemenin hükmederken hangi pozisyonda durması gerektiği tartışılmıştır. Bu minvalde, bu denge tarihsel süreçte farklı hukuk sistemleriyle kurulmaya çalışılmıştır. Her hukuk, evrensel hukuk nosyonuna uygun

tasarlanmaya çalışılsa da sürekli olarak sistemleri daha iyiye götürmek için değiştirilmiş, dönüştürülmüştür. Egemen gücün (sadece kral formunda bir kişi olmak zorunda değil) hukukla olan ilişkisi bu husustaki en büyük tartışma konularının başında gelir. Özellikle egemen gücün kendi uyguladığı hukukun neresinde durduğu, diğer bir manada ona ne kadar tabi olduğu, hukukun kapsayıcılığı açısından en çok dikkate alınan kriter olmuştur. Bu tartışmadan hareketle, egemen iktidar ve hukuk arasındaki ilişkiye açıklama getirmek için “Egemen iktidar hukuk düzeninin içinde midir dışında mıdır?” sorusu sorulacak,

afro


31

“Egemen iktidar hukuk düzeninin hem içinde hem dışındadır. Egemenliğini sağlayan da budur.” cevabı üzerinden bu ilişki anlatılacaktır. Bu doğrultuda öncelikle tarihsel ve fikirsel süreçte “egemen” ve “hukuk” kavramlarına dair algımızın geçirdiği evrimlere değinilecek; ardından “istisna hali”, “potansiyel-edimsel ilişkisi”, “mutlakiyet problemi” gibi tartışmalar üzerinden tartışma farklı yönleriyle ortaya konmaya çalışılacaktır. • Egemen Nereye Gidiyor Tarihi antik ve modern olarak iki sacayağından oluşur bir şekilde tahayyül ettiğimizde, tarih felsefesi bağlamında bu iki devrin kesin bir şekilde ayrılması her dünya görüşü içinde farklı tarihlerle olacaktır. Fakat şu bir gerçektir ki, Thomas Hobbes, John Locke, Jean Jacques Rousseau gibi düşünürlerin ortaya koyduğu “doğal hukuk”, “toplum sözleşmesi” gibi fenomenler konumuz olan egemen ve hukuk nosyonları açısından milat olarak kabul edilebilir. Bu milada kadar gelen süreçte egemenlik büyük ölçüde monarkın elindeydi. İmkânımız olsa ve bir monarka “hukuk kimdir veya nedir?” diye sorabilsek (bu değerlendirme feodal döneme atfen yapılmaktadır) büyük ihtimalle herhangi bir yasayı, kanunu işaret etmekten ziyade “hukuk da yasa da benim” cevabını verecektir. Bilindiği üzere serfler döneminde hukuk dediğimiz şey, yine serflerin birbirleriyle ve kiliseyle ilişkilerini düzenleyen kurallar bütünüydü ve halkın hukuk kabulü feodal beyin ağzından dökülenlerdi. Foucault’un dediği gibi bu dönemde Batı toplumlarındaki hukuk düşüncesi kralın iktidarı çerçevesinde oluşmuştur

(103). Dolayısıyla bu dönemde hukukla egemen arasında bir mesafe ve belirsizlik söz konusu değildir. Egemen güç hukuktur, hukuk da egemen güç. Buradan sistemin doğru olduğu sonucunu çıkarmak yanlış olur ve bu ayrı bir araştırmanın konusudur. Ama problemimiz olan ikiliğin bu dönemde oluşmadığı kesindir. Doğal hukukun gündeme gelişi ve kilisenin etkisini kaybetme süreciyle birlikte, Krabbe’nin “İster doğal, ister kurgusal (hukuki) kişiler olsun, artık kişilerin hâkimiyeti altında değil, kuralların ve manevi güçlerin hâkimiyeti altında yaşıyoruz. Modern devlet düşüncesi burada açığa çıkar.” tezinde belirttiği şekilde bir hukuk algısı oluşmaya başladı (aktaran Schmitt 28). Artık sistem ve düzen monark tarafından değil, kolektif akılla ve “doğal olarak” oluşturulmuş bir hukuk tarafından kontrol edilir hale geldi. Özetle kralın kafası kesilmiş oldu ve onun yerine evrensel, değişmez ve her koşulda uygulanabilir, Schmitt’in işaret ettiği minvalde Kelsen gibi düşünürler tarafından normatif bir bilim düzeyine çıkartılmış bir “hukuk” oluşturuldu (27). • “Ne İçindeyim Zamanın Ne de Büsbütün Dışında” Bu sürecin devamında her geçen gün daha da kapsayıcı ve hümanist olduğu iddia edilen cumhuriyet, demokrasi, insan hakları gibi büyük ölçüde hukuki algının bir sonucu olarak tebarüz eden kavramlar ihdas edildi. Gerçekten de çok daha “medeni” bir hayat vadeden ve insanların hayatlarını monark gibi sürekli tehdit altında tutmayan bu sistemde hukuki meşruiyet açısından bir problem var mıdır?

afro


32

Yarattığımız simgesel dünya üzerinde herhangi bir sorun görmeyebiliriz. Fakat daha derinlere inildiğinde ortaya çıkan problem kralın yarattığından daha fazla olabilir. Bix, doğal hukuk fikrinin Platon, Aristoteles ve Cicero gibi düşünürlerde de görüldüğünü dile getirir (292). Gerçekten de Aristoteles insan doğasıyla hukuk arasında ilişki kurarak hukukun sadece genel olanı hesaba kattığını ve bu yüzden hataya düşebileceğinin farkında olmadığını söyler (100). Nasıl ki çözümün kaynağını (eğer çözümü doğal hukuk olarak görüyorsak) Aristotales’e dayandırıyorsak, sorunun kaynağı da aynı yerdedir. Düzenin, genel ve doğal olanın dışındaki durumlarla karşılaşıldığında ne yapılacak ve bu karar çerçevesinde egemenin ve hukukun durumu ne olacak? Bu soru bir yönüyle de “hukuk ne kadar hukukidir, suçtan ne kadar arınmıştır?” sorusuna da işaret etmektedir. Foucault kralın kafasının kesilmediğini sadece kralın kafasıyla hukuk ve sözleşmenin yer değiştirdiğini söyler (aktaran Lemke 3). Fakat hususa derinlemesine bakıldığında bu hukuk kraldan daha hukuksuz bir şekilde hükmünü ihdas etmektedir. Bahsedildiği gibi kral hukuku tekelinde tutup, bu malumu ilam etmekten de geri durmamıştır. Fakat doğal ve modern olan hukukta kişiler, kurumlar, egemen iktidar (başbakan, cumhurbaşkanı, partiler, genelkurmay başkanı) bu hukuka tabi olduğunu ve “hukukun üstünlüğünün” mutlak olduğunu dile getirirler. Özel hayat – kamusal hayat gibi bir ayrım yaparak, örneğin kamuya karşı davranışımızın nasıl olması gerektiğini düzenlerken, evimizdeki tuvalet

veya uyku şeklimize müdahale etmez. Durum somut olarak ele alındığında gerçekten müdahale etmediği açıktır. Ben evimde veya özel hayatımda yaptığım her şeyde özgürümdür. Özel hayat hukukun sahası açısından bir “istisna (hukukun hüküm sahasında olmayan)” olarak kabul edilir. Bu yolla hukukun sahasından dışlanır. Agamben’in bu konudaki yorumu ise asıl incelenmesi gereken noktaya vurgu yapmaktadır: İstisna olarak dışlanan şey, dışlandığından dolayı kuralla hiçbir ilişkisi kalmayan bir şey değildir. Tam tersine, istisna olarak dışlanan şey, kuralla olan ilişkisini, kuralın askıya alınması biçiminde devam ettiriyor. Kuralın istisna üzerindeki geçerliliği, artık onun üzerinde uygulanmama ve ondan çekilme suretiyle devam ediyor (28). Agamben yaptığı bu Aristotelesçi yorumun anlaşılması için, Aristoteles’in potansiyel ve aktüel problemine dair çözümlemesinden bahseder (59). Aristoteles indirgemeci zihniyetin aksine potansiyele sadece edime dönüştü zaman değil, kendinde de bir değer atfeder. Potansiyelin aktüele dönüşmesini, kendisini askıya alarak potansiyelsizliğiyle mümkün kılabileceğini söyler (aktaran Agamben 59). Aynı şekilde egemen de istisna üzerindeki hâkimiyetini kendisini askıya alarak, hukuksuz ilan ederek veya hukuk dışı ilan ederek sürdürür ve aktüalitesini bu şekilde ortaya çıkarır. Potansiyel her koşulda aktüele dönüşmek zorundadır. Çünkü gücümüz dahilinde bir şeye “hayır” demek aynı zamanda “evet” demektir (Aristoteles 45). Aristoteles de bu sebeple potansiyel ve edimseli varlığın özü olarak kabul eder. Egemen istis-

afro


33

nanın aktüel hale gelişi ile potansiyelin kendisini potansiyelsizlik haliyle aktüel edişi özdeştir. Özetle, egemen istisna saz çalmayı bilir ama bu sazı eliyle değil zihniyle çalar, zihnindeki tıngırtıyı da kimseye belli etmez. Aristoteles potansiyelin en otantik doğasını bu şekilde betimlemek suretiyle, Batı felsefesine egemenlik paradigmasını miras bırakır (Agamben 61). • İstisna Hukukun dışında kalan alan, Scmitt’in ıstılahında “istisna” alanıdır ve egemen olağanüstü hale (istisnaya) karar verebilen kişidir (13). İstisnanın ehemmiyetini anlamak için Schmitt’in Søren Kierkegaard’dan yaptığı alıntıya bakmak yeterli olacaktır: İstisna hem tümeli, hem de kendisini açıklar. Ve eğer tümel hakkında doğru dürüst bir açıklama yapılmak istenirse, ihtiyaç duyulan tek şey, gerçek bir istisnayı bulmaya çalışmaktır. İstisna her şeyi tümelden çok daha açık bir şekilde ortaya koyar. Tümel hakkındaki sonu gelmeyen tartışmalar bıkkınlık verir; istisnalar vardır. Eğer bunlar açıklanamıyorsa, tümel de açıklanamaz. Çoğunlukla bu güçlüğün farkına varılmaz, çünkü tümel tutkuyla değil, rahat bir yüzeysellikle düşünülür. Buna karşılık, istisna, tümeli yoğun bir tutkuyla düşünür (22) Anlaşılacağı üzere istisna aslında tümelin sınırlarını çizer. Eğer ki mutlak bir tanıma ulaşılmak isteniyorsa bu ancak istisnadan hareketle gerçekleştirilebilir ve ne yazık ki bu düzlemde hukukun mutlaklaştırılması mümkün değildir. Agamben konuyu Pindar’ın “dike” (şiddet) için “bia”yı (adalet) meş-

rulaştırması noktasından başlatır (43). Scmitt’in işaret ettiği gibi “nomos” (egemen yasa) hukuksuz bir hukuksal gücün yansımasıdır (aktaran Agamben 45). Bugünün egemeni de Sofistler gibi adaleti, doğruyu güçle dolayısıyla şiddetle özdeşleştirmiş ve hukuksuz hukuku da bu minvalde tesis etmiştir. Sofistlerin şiddeti doğal durum saydığı gibi, bugünün nomosu serbest ve hukuksal boş mekân (doğal mekân) yaratarak bu doğallık içinde şiddeti mübahlaştırıyor ve sadece OHAL durumlarıyla Montesquieu’nun söylediği gibi “özgürlük ve adalet heykelinin üstünün belli bir zaman için örtülmesi” durumu vuku buluyordu (aktaran Agamben 50). İstisnai durum (egemenliğin paradoksu, sınır boyu) bu doğal durumun dışında değildir. Egemen iktidar physis (doğa) ile nomos’u, doğal durum ile istisnai durumu birbirinden ayırmanın imkânsızlığından başka bir şey değildir. Bir örnekle açıklayalım: normal (burada normal “normlara tabi olan durum” anlamında kullanılmıştır) hukuki durumda egemen güç kimsenin evine izinsiz bir şekilde giremez, girdiği takdirde bu durum suç olarak kabul edilir. Fakat savaş hali, askeri darbe gibi durumlarda, “olağanüstü hal” şartları vuku bulduğunda, evime, odama girme hakkını kendinde görür. Hukuki sistemin devam ettirebilmesi için, yasa, kanun, hukuk tarafından suç addedilen şiddetin uygulanması meşru hale gelir. Görüldüğü üzere suç bir anda hukukun bir parçası haline geliverdi. Bu durum Öğüt’ün işaret ettiği üzere hukukun ontolojikleştirilmesinin ve mutlaklaştırmasının imkânsızlığından başka bir şey değildir. Ne zaman cüzi bir suç anlayışı belirleyip (bu anlayışın dünyanın her

afro


34

yerinde farklılık göstermesi de manidardır) hukuku nakizi üzerinden anlamlandırmaya ve bir manayı ihtiva edecek şekilde küllileştirmeye çalışsak istisna haliyle bu imkân ortadan kalkmaktadır. Nazi Almanyası’nın, Lenin Rusyası’nın, darbe dönemlerinin yaşandığı ve Guantanamo’nun hala varlığını sürdürdüğü “evrensel hukuk anlayışının” gölgesinde, külli, kesin ve mutlak bir hukuktan söz etmek anlamsız olacaktır. Öğüt’ün ortaya koyduğu şekilde seküler hukuka (Türk hukuku, Roma hukuku) “mutlak hukuk” diyebilmemiz için bunların arkasında bunları belirleyen mutlak bir hukuk olması, onun arkasında da başka bir hukukun olması ve bu çizginin sonsuza kadar gitmesi gerekir. İlanihaye, bu hiçlik içinde hukuk külli olarak bir suça dönüşmektedir. • Egemen İktidar Agamben’e göre bu hukuk sistemi içinde egemen iktidar, hukuk düzeninin aynı anda hem içindedir hem dışındadır (25). Çünkü modern dünyada egemenin işlevi istisna hallerini belirlemektir. Eğer ki bir güç olağanüstü halde olduğu gibi hukuku tamamen askıya alma yetkisine sahip ise bu güç hukukun neresindedir? Agamben’in “Hukukun dışındaki egemen olarak ben, hiç bir şeyin hukukun dışında olmadığını ilan ediyorum” şeklindeki mottosu bu husustaki en sarih açıklamadır. Egemen iktidar dışarı ile içeriyi belirler. İstisna halleri yoluyla yapılan bu belirleme tamamen bir dışlama değildir. Bu husus biyo-siyaset ile birlikte düşünüldüğünde istisna olan (başörtülü, sakallı, Kürt, Ermeni) yasaklanarak, hukuksal zeminin dışına çıkarılmaktan ziyade içselleştirilerek hukukla muğlak bir ilişki

oluşturur. Siyaset doğal olanın değil istisna olanın mümeyyizleştirilmesiyle var edilebilir. Agamben anayasama (yasa yapma) gücü ile anayasal arasındaki ilişkiyi egemenlik paradoksu bağlamında ele alır (53). Daha önce belirttiğimiz gibi egemen, hukuku hukuksuz hale getirebilme yetisiyle paradoksun ortasında kalıyordu. Aynı şekilde egemenin anayasama gücüne sahip bir şekilde anayasal sisteme dahil olduğu düşünülse de, yasa yaparak mevcut anayasal sistemin dışına çıkar. Bu yönüyle egemen gücün, anayasal sistem tesis etme gücüne denk olmadığı, bunun ötesinde bir alana sahip olduğu söylenebilir. Bu minvalde anayasama gücü ile egemen iktidarın durumu hukukun sınırlarını aşma yönünden ciddi bir benzerliğe sahiptir. Aristotales’in potasiyel-aktüel algısı üzerinden egemenin durumuna tekrar bakmak için Kafka’nın “Hukuk Önünde” meseline başvurmak gerekir. Hikâyede, taşralı hukuk tarafından çağrıldığında açık kapının önünde kendisine hiçbir fiziksel engel uygulamayan bekçiyi görür. Taşralı kendi yanlış varsayımlarından (kendisinden başka kimsenin gelmemesi gibi), bekçinin içerde kendinden çok daha kallavi bekçiler olduğunu söylemesinden ve daha başka sebeplerden dolayı içeriye girmez, giremez ve bütün ömrünü orada heba eder. Kapı önünde son nefesini verirken bekçi taşralının yanına gelir. Taşralı bekçiye neden bunca zaman kendisinden başka kimsenin yasaya gelmediğini sorar. Bekçi, “Burada başka kimse girme izni alamazdı, çünkü bu kapı yalnızca senin için öngörülmüştü. Şimdi o kapıyı kapatmaya gidiyorum.”

afro


35

der (Kafka 230). Derrida bu durumu yasanın kendisini hiçbir şey yapmayarak koruduğunu söylerken, Cacciari, Derrida’nın yorumu şerh eder bir şekilde açık olan bir yere girmenin ontolojik olarak zaten imkânsız olduğunu dile getirir (aktaran Agamben 66). Modern dünya egemeninin durumu da tam budur. Hâlihazırda monarkın yaptığı gibi yasaklamalar, ölümler, zulümler görülmez. Görünürde toplumsal hayata mutluluk ve huzur hakimdir. Egemen iktidar toplumun hayatına müdahale etmez ve bekçinin yaptığı gibi saf bir hiçlikle öylece bekler. Fakat

asıl müdahale budur ki, istisnalar, semptomlar, garipler, anormaller doğal bir süreçle tasarlanır ve yapılan her hukuksuzluk aslında hukuk sistemini korumak içindir. Tehlikeli gördüğü birinde çip olma ihtimaline karşı midesini açması ve bulamayınca pardon diyerek kapatması, terörist olabildiğinden şüphelenerek herhangi bir somut suçlamada bulunmadan yıllarca işkence altında tutması bu mantık içinde ziyadesiyle hukuki durumlardır. Egemen güç hukukun hem içinde hem dışında durarak saf bir hiçlik haliyle hükmünü ihdas eder ve egemenliğini bu yolla kurar.

Kaynakça • Agamben, Giorgio. Kutsal İnsan. Çev. İsmail Türkmen. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2013. • Aristotle. Nicomachean Ethics. Çev. Roger Crisp. Cambridge, New York, Port Melbourne, Madrid, Cape Town: Cambridge University Press, 2004. • Bix, Barian H. “Doğal Hukuk: Modern Gelenek.” Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi (2004): 291-343. • Foucault, Michel. Entelektüelin Siyasi İşlevi. Çev. Işık Ergüden, Osman Akınhay and Ferda Keskin. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2005. • Kafka, Franz. Dava. Çev. Ahmet Cemal. İstanbul: Can Yayınları, 2013. • Lemke, Thomas. “Foucault, Governmentality, and Critique. “Rethinking Marxism: A Journal of Economics, Culture & Society (2002): 49-64. • Öğüt, Suheyb. “Hukuk Külli Suçtur!.” 25.12.2013. http://yenisafak.com.tr/yazarlar/SuheybOgut/ hukuk-kull%C3%AE-suctur/45066 10.1.2014. • Schmitt, Carl. Siyasi İlahiyat. Çev. Emre Zeybekoğlu. Ankara: Dost Yayınları, 2005.

afro


36

Geçmiş Olacak Musa Duymuş

Z

or bir durumda olan küçük çevrelerde aklını sağlam tutmaya çalışan birileri olmalıdır mutlaka. Bu kişiler arabalarının şoför yanında oturur onlara yolu tarif eder. Arkadaki boğuşmaya girmez. Düşünür ki bu zor durumda yanımdakilere nasıl yardımcı olabilirim. İşte ben oyum. Sizlere kendimi anlatmayı hiç istemem ama başkalarını anlatmak için onlarla aynı şeyi hissetmek gerekir. Belki çok basit düşünüyorum ama bunun böyle olduğuna inanırım. Beni affetmeyebilirsiniz. Hem böyle düşündüğüm için hem de o gece yaptıklarım için. Aslında o gece konuşulması gereken şeyler vardı. Her gece var-

dır ama insan buna her gece hazır olamaz. Ben hazırdım ve kimse konuşmayı bile bu işi kendi kendime yapacaktım. Şu an öyle yapıyorum. Çünkü ne kadar size hitap etsem de siz yoksunuz bunu biliyorum. Arabanın arka tarafında uzanmış ağlıyordu. Herkes bir olup ağlamamasını söyledi. Neden? Saat gece yarısını çoktan geçmişti. O saatte insan yemek yiyemez, dışarıda istediği gibi dolaşamaz, insan o saatte yaşayamaz. Ama ağlayabilir. Ve ağlayan biri sizinle aynı arabadaysa ona karışamazsınız. Karışsanız da işe yaramaz. Bu zamana kadar kimin ölmesine engel olabildiniz? Sizinle aynı masada oturan biri sigara sarıyorsa ona karışamazsınız gibi

afro


37 kabul edilmesi gereken bir yargı bu. Hastanede kimseler yoktu. Hastaları saymıyorum. Çünkü hasta olan kimseler sayılmaz. Onlar ihtimallerde yaşarlar yani sizin ve benim istemeden de olsa beraber olduğumuz dünyamızda değillerdir. Onlar iyi olma ihtimali, hastalığın ya da krizin etkilerini uzun süre atlatamama ihtimali veya ölme ihtimalindedir. Müşahede odasına geçtiğimiz zaman oradaki herkes başka konuları düşünmeye başlamıştı bile. İnsanın sevilecek bir tarafı varsa o da beynidir. Her ne durumda olursanız olun sizi işin içinden birkaç saniyeliğine bile olsa çıkarır. O rahatlamadan sonra hızla başka şeyleri düşünmeye başlarsınız. Ben o odadaki durumu düşünmeye başladım. Başka bir şeyi düşünmek zoruma gidiyordu çünkü. O andan çıkmayı istemedim. İnsanın sevilmeyecek bir tarafı varsa o da beynini kullanmamasıdır. Odada kötü şeyler vardı. Hastanenin kokusundan veya ıslak mendilin

kokusundan veya hiç çay içememekten bahsetmiyorum. Bunlar olması gereken şeylerdir. Kötü şey olmaması gereken ama olan şeydir. Mesela o odadan yarım saat içinde çıkmak zorunda olmak kötü şeydi. O odadan çıkmak zorunda olmak bir ağırlık gibi üstüne çöktü odadakilerin. Hiçbiri dayanamadı ona. Sonra çıkıp yürümeye başladı herkes. Herkesin gideceği yeri bildiği yürüyüşlerden nefret ediyorum. Kimse birbiriyle muhatap olmuyor. Ama bundan bahsetmeyi burada bitireceğim çünkü yürüyüş bir yan başlıkta anlatılacak kadar önemsiz bir konu değildir. İsterseniz size yoldaki kurbağadan bahsedebilirim. Başka bir zaman. Şimdi parka gitmem gerekiyor. Bazen düşünüyorum da çok ağır yaşıyorum muhtemelen. Çoğu şeyi. Neden o hastane odasında kendimi altı kişiden biri olarak değil de beş kişinin yanındaki bir kişi olarak hissettim ki? Bunun sebebi sadece ben miyim? Bunu ister miyim? Kim ister ki?

afro


38

Şimdi Güzel Olmak Birinci İşiydi Hande Nur

U

zun zamandır en çok istediği şey sabah gözünü açar açmaz kolunu yorganın altından çıkarıp yatağının başındaki komodinin üst çekmecesinden aldığı paketin son dalını içmekti. Fakat bu sabah da yapamadı, annesi evdeydi. Gözünü açtı, kolunu yorganın altından çıkardı, yatağının başındaki komodinin üst çekmecesindeki paketi kontrol etti ve bıraktı. Belki de bunun için acele etmemesi gerekiyordu, evlenmeyi bekleyebilirdi. Ama ona kalırsa bu işi geriye ne kadar kaldığını bilemediği günlerinden birine en yakın zamanda sıkıştırmalıydı. Hasta filan değildi. Zannınca ölecek yaştaydı. Öleceğini ise kutsal kitaplar yazmasa aklına getirmezdi.

Vücudundaki her şey tamdı, hem de ziyadesiyle. Örneğin su içmese de ömür boyu yaşayabilirdi ve bu ömür boyundan kastı susuzluktan ölene kadarki süre değildi. Su içmesini gerektirecek tek şey güzelleşmesiydi. Kusmak pahasına içtiği her bardak su tüm hücrelerine tıpkı ölümsüzlük otu gibi tazelik veriyordu. Onu çirkinleştirebilecek tek şey ise sigaraydı. Yüzünü yerden kaldırmayan bir çocuk alıştırmıştı onu ve sonra da hiçbir şey olmamış gibi ayrılıp gitmişti. Ona kızmıyordu çünkü kendi kendine olsa başlamazdı sigaraya. Evde paketinden dal aşırabileceği kimse yoktu. Bu, yani sigara içmesi, evde alınan herhangi bir kokunun ya da bulunan ufacık

afro


39 bir tütün tanesinin sipsivri oklar halinde kendisine yönelmesine neden olurdu. Şu konumda buna hazır değildi, babasına hala bir sürü borcu vardı ve evde kalmaya devam ettiği sürece müstakbel kiraları da bir bir yazılacaktı deftere. Netice itibariyle bütün bunlardan kaçabileceği bir cahil cesaretine ihtiyacı vardı ve ayaklarına bakan çocuk bunu sağlamıştı. O çocuğa minnettardı galiba. O sabah da annesinin korkusuyla içemediği sigarayı krem hırkasının cebine kaldırıp elini yüzünü yıkamaya gitti. Yüzündeki çillerle ve ellerindeki minik deri lekeleriyle girdiği lavabodan çilsiz ve lekesiz çıktı. Giyindi. Aşağıda mutfakta kahvaltı hazırlayan annesinin beline sarılıp öptü ve tek kelime etmesine fırsat vermeden evden çıktı. Yüzü yerde olan çocuğu nerede bulacağını biliyordu. Evin arka sokağından aşağıda bir bahçenin yüksek beton duvarının üstü, yere bakmak için acayip güzel bir yerdi. Bu, ayaklarına bakan çocuk, eğer canı sıkkınsa ve dünya üzerinde bir yerlerdeyse kesinlikle o betondadır, düşüncesiyle ayaklarını bahçeli eve doğru çevirdi ve seyrek adımlarla ilerlemeye başladı. Önce bir bakkala uğrayıp bir paket sigara ve bir gazete aldı, sonra bahçeli evde oturan Hacı Dede’ye uğrayıp gazeteyi verirken hal hatır sordu, sonra da bahçe duvarına çıkıp erikleri toplamaya başladı. Cepleri git gide dolarken kafasını kaldırmayan çocuğu beklemekteki sabrı da tükeniyor, tıpkı pantolonunu aşağı çekiştiren erik dolu cepleri gibi gözü yerde olan çocukla dolu

kalbi de omuzlarını öylece yere doğru çekiştiriyordu. Sürüngen olmasına dakikalar kala ümitsizlikle yola baktığında yere doğru eğilmiş yürüyen bir çift eriğe şahit oldu. Bu mucize gözlerini araba tekeri gibi büyütürken omuzlarını da görmediği bir halat süratle göğe kaldırdı. Suyuyla güzelleşmek için ağzına bir iki erik attı ve sanki dünya üzerindeki en lezzetli eriği yiyormuş gibi ayaklarına bakan çocuğun dikkatini çekmek için garip gurup sesler çıkarmaya başladı. Ve amacına ulaştı da. Ayaklarına bakan çocuk sevecen bir tebessümle yönünü duvara doğru çevirdi ve kızın yanına oturdu. İkisi de normal çocuklar değillerdi. Kıza göre aralarındaki özerk dilin muhtemelen bu yüzden sadece ikisi farkındaydı. Büyük bir hevesle ceplerini çocuğun eteğini torba yaptığı tişörtüne boşaltan kız bir yandan da bu sabah da sigara içemediğini anlattı. Bunu yaparken bu sabaha sakladığı paketteki son dalı yakıp çocuğa verdi ve yeni aldığı camel soft’un jelatinini yırtıp sağ üst kısmının kağıdını özenle açtı. Kendine de yeni paketten bir sigara yakarken çocuk karnından konuşarak soruyordu: - Çok içiyor musun? - Hayır, günde bir paket. Ertesi sabaha hep bir dal ayırıyorum. - (Belli belirsiz bir tebessümle) Bence azaltmalısın. - Sabah ilk sigaramı uyanır uyanmaz içmediğim sürece böyle bir şey söz konusu değil. - Bunu ayarlarsam azaltır mısın? Kızın nefesi kalbinde kaldı, sıkıştı, çıkabilmek için kalbin dört

afro


40 bir yanını tekmelemeye başladı. Kaşının tekini yukarı kaldırırken, elmacık kemiklerini şişiren, kenarları yukarı kıvrımlı dudaklarından kısık bir sesle şu kelime fırladı: - Memnuniyetle. *** Sözleştikleri gibi kayalıklarda buluştular. Kız, başına kapüşonunu geçirmiş olan çocuğu anında tanıdığı gibi çocuk da kayalıklardaki o kadar insan kalabalığına rağmen kız yaklaşırken onu sezmiş ve henüz yanına bile gelmeden sözleriyle karşılamıştı: - Hoş geldin Bodhisattva’m. - Bodhisattvam’ın anlamını bilmiyorum. - Hiç sorun değil. - Sabahlayacak mıyız? - Hayır. İlk sigaranı uyanır uyanmaz içebilmen için uyuman lazım. Uzun süren bir sessizlikten sonra çocuğun bundan rahatsız olmasından korkan kız annesinden nasıl izin aldığını anlatmaya başladı. Başarılı bir mantık savaşından sonra yarım litre su içmeye mukabil arkadaşında kalmasına göz yummuştu annesi. Neticede her iki taraf da hoşnuttu bu anlaşmadan. Daha sonra su içmekten ne kadar nefret ettiğinden de bahseden kız gece boyunca yeri geldiğinde tebessüm etmek dışında tepkisiz kalan çocuğu dengelemek için aklına gelen her şeyi anlattı. Sabaha yakın yorgun düştü. Hiç konuşmadan ve yere bakarak koya yürüdüler. Çantasını kız için yastık ve hırkasını da üzerine örtü yapan çocuk şefkatli bakışlarla kıza yatabileceğini söyledi. Kendisi de dizlerini karnına çekip kolları-

nı dizlerine bağlayarak oturdu ve denizi izlemeye koyuldu. Uykuya dalmak üzere olan kızın kulağında ekolu bir ses vardı: “başım omzunda iken sayıkladığıma bakma/ beni istediğin yere götür/ ikimiz de ne uykudayız/ ne uyanık” *** Uyandığında çocuğu sağ elini toprağa dayayarak geriye doğru yaslanmış, bacaklarını uzatıp bileklerinden çapraz bağlamış ve sol eliyle sigara içerken buldu. Gün gürültüsüz ağarıyordu. Uyandığını gören çocuk, muzır bir gülüşle daha ilk nefesini aldığı sigarasını kıza uzattı. Sevinçle çocuğun gözlerine bakan kız, annesinin elinden yepyeni bir oyuncağı alır gibi çocuğun elinden sigarayı aldı, hala uzanır vaziyette büyük bir keyifle sigarayı içmeye başladı. İçtikçe ellerine bakıyor, lekelerin bir bir ortaya çıkışını mutlulukla izliyor, ara sıra çocuğa yüzünün ne kadar çirkinleştiğini soruyordu. Hafif sola kaymış bir tebessüm ve hayret dolu gözlerle kızın yüzüne bakan çocuk, sırayla muhtelif yerlerde beliren çillere parmak uçlarıyla dokunuyor, dokundukça daha da hayret ederek gülmeye başlıyordu. İkisi de büyük bir keyifle güneş doğana kadar sessiz kaldılar. Sonra bir ara gözlerini denizden alıp bakılabilecek başka gözler aradılar ve buldular. Bu bakışma anlaşmanın tamamlandığı anlamına geliyordu. Çocuk çantasından yarım litrelik bir su şişesi çıkardı ve kıza verdi. Kız korku ve hayretle aldığı suyu çekine çekine içmeye başladı. Arada bir durup nefes alıyor, yüzünü buruş-

afro


41 turup midesini okşuyor; çocuk ise leke ve çillerden kurtularak güzelleşen kızın yüzüne hayranlıkla bakıyordu. Şişenin dibinde üç parmak yüksekliğinde kalan suyu pes edip yere döken kız, şişeyi kendi hırkasının sol cebine yerleştirip yüzünü çocuğa döndü. Gözlerindeki sevgiyi daha da parlatarak çocuğun boynuna sarıldı. Çocuk da kıza sarılırken şefkatle hatırlattı:

- Sigarayı azalt. Çok güzelsin. Boynundan ayrılan kız minnetle çocuğun yüzüne bakıp tam bir itaatle başını salladı. Cebinden, içinde 19 sigara kalmış paketini çıkarıp çocuğa verdi. Teşekkür etti. Kafası önünde, cebindeki şişeyi çıkarıp okşayarak eve doğru yürümeye başladı. Böylelikle annesine vermiş olduğu sözü de ister istemez tutmuştu. Annesinin yanına gittiğinde dünyanın en güzel kızıydı.

afro


42

Parkta Ferdi Amca

B

Mehmet Kebeli’ye, zor günlerimde bir şekilde yetişmeyi bilen vefalı dosta...

u öyküde geçen kişiler ve kurumlar hayal ürünüdür, isimlerdeki benzerlik veya aynılık sizi yanıltmasın! Devlet diye bir şey yok mesela. Olaylarsa günlük yaşamınızda karşılaşabileceğiniz sıradan şeyler. Fazla takılmayın! Eskiciyi bekliyordu Muhlis. Ev sahibi ve B. koltuklara kurulmuş birbirlerini izliyorlardı. Ev sahibi, B.nin uzun saçlarına, kirli-köse sakalına, Trakyalı uzun suratına bakıyordu. Hiç konuşmuyorlardı. Sessizliği ev sahibi bozdu: “Muhlis ne zaman gelecek bu adamlar?” “Yarım saate oradayız demişlerdi abi.” diye karşılık verdi Muhlis. B. arada gözlüğüyle oynuyor, hiç de

hazzetmediği ev sahibini kesiyordu sık sık. Kavga edeceklerinden değil de, negatif bir elektrikti aralarında gidip gelen. Zil çaldı. “Geldiler oğlum, açsana!” dedi B. Sanki kaçacaklarmış gibi kapıya koştu Muhlis. Bir an önce bitsin istiyordu. Otomata bastı. Onlar olmalıydı. Ütüsüz siyah kumaş pantolonu giyilmekten şalvara dönmüş, başında köyünden getirdiği ve hiç çıkarmadığı şapkası boz, ayakkabıları kıyafetlerine kıyasla yeni ve boyalı; bıyıklı, göbekli, esmer bir adamcağızdı eskici. Yanında çalıştırdığı iki hamalı da getirmişti; uzun kollu gömleklerini dirseklerine kadar sıvamışlardı Muhlis

afro


43 gibi. Eşyaları görmemişti eskici. Dolayısıyla henüz pazarlık yapılmamıştı. “Eşyalar nerde kardaş?” dedi kapıdan girer girmez. İlkin sağdaki odayı gösterdi Muhlis. Bu odada sadece içerdeki oturma gruplarından birine ait eski püskü, rengi atmış bir kanepe vardı fi tarihinden kalma. Üç ev görmüştü; önceki sahipleri bilinmiyordu. “En az 20 yıllık bu.” demişti eski ev arkadaşlarından D. Odadan çıktılar. “İkincisini geçelim,” dedi Muhlis, “orayı boşalttım.” Banyodaki şofben dikkatini çekti eskicinin, “Bunu da satıyor musun kardaş?” dedi. “Dursun o,” diye karşılık verdi Muhlis, “bir arkadaşa sözüm vardı.” Onaylar anlamında başını salladı eskici. “Mutfakta da bir şey yok.” dedi Muhlis. Açlığın tavan yaptığı bir gün yoldan geçen seyyar bir eskiciyi çevirmiş, mutfak tüpü (içi boş, şişman) ile kirden, yağdan ve pastan görünmeyen (öyle ki boyası dökülen kısımlarında bile yağ tabakaları katman katman yığılmıştı) set üstü ocağı 1.5 milyona satmış; o paraya bir ekmek ve o gün evin önüne kurulan pazardan yarım kilo mürdüm eriği alabilmişti. Salona girdiler; eskici önde, Muhlis arkada. Hamallar kapı eşiğinde patronlarının işaretini bekliyor, ev sahibi ile B. koltuklarından kalkmış, göbeği neredeyse gömleğinden fırlayacak bu kaba saba adamı seyrediyorlardı. Eskici, sağ eliyle şapkasını hafiften kaldırarak kafasını kaşıdı. İki takım oturma grubu, tek kişilik yatak, bambu kitaplık, 16 ekran siyah beyaz televizyon, küçük bir çalışma masası ile seyyar

gardıroptan oluşan eşyaları şöyle bir süzdükten sonra, “Beş lira veririm bunlara. Şu kanepeleri de taşıtmam adamlarıma, sehpayı da istemem!” dedi. Ev sahibi “Olmazsa ben kullanırım.” diyerek atıldı. Muhlis parayı az bulmuş pazarlıkta diretiyordu. 20 lira istedi önce, sonra 15, 10’a düştü son bir umutla, nihayetinde Nuh deyip peygamber demeyen eskicinin teklifini kabul etti. Bu arada mutfaktaki kaşık, çatal, tencere, tabak gibi ıvır zıvırı bir koliye koydu eşyalar taşınırken. “Koliyi de alın,” dedi eskiciye, “ihtiyacı olan öğrencilere verirsiniz.” Adam memnuniyetle aldı. Ev sahibi kendisine kalan koltukları, kanepeleri düzenliyordu. B. ise susuyordu. Bu arada eşyalar taşınmış, Muhlis şofbeni söküp battaniyeye sarmış, çöp poşetine geçirdikten sonra evin bodrumundaki depoya koymuştu kirli çamaşırlarını tıkıştırdığı eski bir çantayla birlikte. Sonra da içinde müzik CD’leri, ajandası, kişisel birkaç parça eşyası olan çantasını hazırlamıştı. Gitmeye hazırdı. Ev sahibiyle vedalaştı. “Görüşelim Muhlis!” dedi ev sahibi biraz buruk. “Tamam abi.” dedi Muhlis; çantasını alıp B.yle birlikte çıktı. Şehremini Parkı’nı geçip tramvay yoluna gireceklerken Muhlis, “Şurda bir kebapçı olacaktı, acıkmadın mı?” dedi. “Fark etmez!” dedi B. Sustular. Evin yükünden kurtulduğunu düşünen Muhlis biraz rahatlamış gibi hissediyordu kendini, ancak buna rağmen üzerine çöken kara bulutların dağılmadığını düşünüyordu. Siparişi vermişlerdi beklerlerken. “Şimdi ne yapacaksın?”

afro


44 diye sordu B. “Hiç,” dedi Muhlis, “bu akşam kalacak yere ihtiyacım var. Mehmet’ten para istedim. Bir iki güne gönderir. S.yi arayıp bir süre evlerine misafir olabilirim ama bildiğim kadarıyla iki gün sonra geliyor İstanbul’a.” dedi. “İyi,” dedi B., “bu akşam kilisede kalabiliriz. Ama ertesi güne söz veremem. Y. ile aram bozuk; kilisede misafir ağırladığımı öğrenirse kesin aleyhime kullanır. Adamla zaten papazız.” Gülüştüler. Kebaplar gelmişti; ucuzundan, ince lavaşa, bol yağlı, pul biberle terbiye edilmişti. “Karabiber de mi basmış ne?” dedi B. Aldırış etmedi Muhlis. Adamın ikide bir tezgahı ve şişleri silerken kullandığı nemli ve yağlı bezin kokusu da sinmişti muhtemelen ya, kafasını sallayarak geçiştirdi B.’yi. Ayrandan şikayet ediyordu şimdi de B: “Bulaşık suyu mübarek!” Muhlis dayanamadı, “Otobüs bileti fiyatına kebap yiyorsun, olacak o kadar!” dedi. Muhlis kebabını bitirmiş, kebapçı çırağından çay istemişti iki tane. Çocuk çayları söylemek için bir koşu arka sokaktaki çaycıya kadar gitti. Muhlis bu sırada hesabı ödedi (3 milyon tutmuştu toplam), yandaki büfeden sigara aldı, geldi eski yerine oturdu. “Şu zıkkımı bırak artık!” dedi B., Muhlis sigarasını yakarken. “Trakya’nın Yeşilay Şubesi misin?” diye karşılık verdi Muhlis. Bildiğin gibi yap dercesine başını yola çevirdi B.. Nihayet çaylarını içmişlerdi. Kalktılar. Yavaş yavaş yürümeye başladılar. Hava kararmıştı. “Yürüyecek miyiz?” dedi Muhlis. “Neden olmasın,” dedi B., “Beyazıt’a çıkar,

Süleymaniye’den Eminönü’ne ineriz.” “Peki!” dedi Muhlis. Yürüdüler. Millet Caddesi nerdeyse boştu. İnsanlar evlerine kapanmış akşam yemeklerini yiyorlardı. Tek tük sevgililer, alışveriş poşetleriyle mağazalardan, dükkanlardan çıkan kadınlar, adamlar, kah hızlı adımlarla, kah akşam gezintisi havasında sakin sakin yürüyorlardı. Beyazıt’a kadar biraz müzikten, bir iki filmden, Bacon’ın gevezeliklerinden, Montaigne’in denemelerinden, biraz da etimolojiden konuştular. Konu kutsal kitaplara geliyordu arada. B. yeni okuduğu bir apokrif metinden bahsediyor, kiliseden ufak tefek çeviri almaya başladığını söylüyordu: Yunus’un kıssasını hikaye eden bir roman. Dine yeni ısınanların inanlarını pekiştirmek amaçlı yazılan romanlardan. Bizde bir dönem popüler olan, kızlı erkekli muhafazakarların salya sümük okuduğu tarzdan hidayet kitaplarına benziyor muydu? Emin değildi Muhlis. Ne hidayet romanı okumuştu ne misyoner. “Amma da boş şeyler yazılıyor!” dedi içinden, tabii bir taraftan da B.nin karakterine uygun bir iş bulduğuna sevindi. Adam İncil’le yatıyor Tevrat’la kalkıyordu ne de olsa. Yabancı dili de vardı. Daha iyisini mi bulacaklardı! Kiliseye vardıklarında kapıyı bekçi açtı. Bekçiyle daha önce tanışmıştı Muhlis, fakat gözü hiç tutmamıştı bu adamı. İş bulabilmek için din değiştirebilecek bir karaktere sahipti zira. İlk yargısı bu yöndeydi. Hatta B. ile de paylaşmıştı bu düşüncesini; oralı olmadığını omuz silkerek ima etmişti B. Birkaç

afro


45 ay sonra kokusu çıkmaya başlamış, Rus kızları, arada barlardan düşürdüğü geçkin kadınları kiliseye götürdüğü dedikoduları ufak ufak dillendiriliyordu kilise cemaatinin erkekleri tarafından. Yine Muhlis’e göre kadınlar da bu durumun farkındaydılar, fakat adamda biraz şeytan tüyü mü vardı ne. Diğer erkeklere kıyasla bekçiyle daha içli dışlıydılar. Tabii günahlarını almayalım, hiçbir zaman kadın-erkek ilişkileri cemaat içinde -aralarında nikah yoksa eğer- sohbet etmekten öteye geçmiyordu. Dindar Müslümanlardan tek farkları birlikte aynı sıralarda yan yana ilahi söylüyor olmalarıydı. Yoksa cemaatten herhangi bir kadının adı bu dedikodulara bulaşmak şöyle dursun, böyle bir düşünce bile geçmemiştir hiçbirinin aklından. Adam fırıldaktı; şeytani cazibesi de bir yere kadar. Kadınlar ise -kalplerini Allah bilir- iyi kötü inançlarının gereğini yerine getirmeye çalışıyorlardı. Bekçi anahtarı verdikten sonra ben gidiyorum B. dedi. “Hoş geldin!” demeyi de ihmal etmedi Muhlis’e. Bekçi hemen herkesle muhabbet kurabilir, bir anda askerlik arkadaşın gibi davranabilirdi. “Teşekkürler.” diye karşılık verdi B.; sözü uzatıp bir de bekçiyle uğraşmak niyetinde değildi. Mihrabın solundaki odadan pastörün ofisine çıkan koridora girdiler. Sağda duvara dayalı yeşil bir kanepe duruyordu. Sen bu kanepede yatarsın dedi B. “Lincoln’ün kanepesi bu olmalı herhalde!” dedi Muhlis. “O ne ki?” diye sordu B. “Hiç,” dedi Muhlis, “bi film vardı siyah beyaz. Cephe-

ye gitmek üzere olan bir denizci dansta tanıştığı bir kızla evleniyor. Gerdeğe girecek bir yere ihtiyaçları var. Paraları yok galiba, otele gidemiyorlar. Nikahı kıyan pastör, yanlış hatırlamıyorsam Protestan’dı, çiftlere Lincoln’ün kiliseye hediye ettiği bir kanepeyi tahsis ediyor geceyi geçirmeleri için. Sizin bekçi de muhtemelen bu kanepeyi kullanıyordur.” dedi. Anlaşılır kılmıştı espriyi Muhlis ya, iyi espriler karşısında pek duyarsızdı B. Daha çok argo kullanılmış ilginç cümleler hoşuna giderdi B.nin. Mesela 3-5-8 oynarken istisnasız her elde E. “Ben kaççıyım?” diye sorar, B. de “Sen götçüsün!” der, kikir kikir gülerdi. Sabah erken kalkmışlardı. İlahiyattan yüksek lisans öğrencisi bir kızcağızın tez konusu din değiştiren Müslümanlarmış, onu bekliyorlardı. Kız, gayrimüslimlerle görüşüyor, hazırladığı standart soruları muhatabına soruyor, yanıtları ses kayıt cihazına kaydediyordu. Muhlis ve B. kahvaltıdan sonra pastörün ofisine çıkmış, Jethro Tull’un “Teacher” şarkısını dinliyordu masaüstü bilgisayardan. Ofise bekçiyle birlikte girdi kız. Bekçi hemen bir sandalye çekti kıza. Oturdu. Uzun, zayıf elleriyle ajandasını ve kayıt cihazını tutuyordu. Gergindi. Sanki düşürecekmiş gibi sıkı sıkı kavramıştı elindekileri. Muhlis, kızı rahatlatmak için, biraz da gevezelik olsun diye hangi üniversiteyi bitirdiğini, nerde yüksek yaptığını, tez danışmanının kim olduğunu sordu. Kız sorular karşısında biraz daha gerildi, ya da Muhlis’e öyle geldi. Kara kuru,

afro


46 tipsiz bir şeydi doğrusu; üstelik “Kezban”dı da (Niteleme Muhlis’e aittir. F.A.). Kadınlığını öyle bir bastırmış ki kara kuru bir deriden ve ufalmaya hazır kemik yığınından başka geriye pek bir şey kalmamıştı bu Kezban’dan. İlgisini B. üzerinde yoğunlaştırmış, sürekli ona dönük sorular soruyordu. Bekçi daha girer girmez Hıristiyan olduğunu beyan ettiği halde, hatta altına sandalye çekmek gibi centilmence (Muhlis’e göre “yılışık”) bir davranış sergilediği halde hiç yüz vermemişti ona röportaj boyunca. “Lan geri zekalı,” dedi içinden, “tipe bakarak röportaj yapıyor, şuna bak!” Mesela kendisine de hangi dinden olduğunu sormamış, ta ki B. gönderme yaptığı bir Luka ayetini hatırlayamayınca yardımına koşması dikkatini çekmiş, ancak bunun üzerine “Siz de mi Hıristiyansınız?” demişti. Muhlis cebinden sigara çıkarmış, ayağa kalkerken “Hayır,” demişti, “agnostiğim, horoz dövüştürür gibi inancımı dövüştürmem.” Aşağı indi. Avluda dev bir ıhlamur ağacı yükseliyor, kilisenin uzun duvarlarını aşıyor, aşıyordu. “Uzun duvarları,” dedi içinden, “herhalde mahallelinin kötücül bakışlarından korunmak için tercih ediyorlar. Bir de kedi, köpek ve çocuk sorunu…” Yarım saat kadar avluda oyalandı. Bir an önce karşıya geçmek, kalacak bir yer bulmak istiyordu. Daha fazla bekleyemedi. Yukarı çıktı. Röportaj bitmiş, Kezban masaüstü bilgisayarda e-maillerini kontrol ediyordu. “Ben kaçıyorum B.” dedi Muhlis. Kezban’a nezaketen başıyla selam

verdi. Bekçinin elini sıktı, “Görüşürüz.” dedi. “Tamam, görüşürüz. Karşıya geçecek olursan beni ara.” dedi B. “İyi, ararım.” dedi Muhlis karşılık olarak. Sanki biraz daha hafiflemişti Muhlis. Yükselmeye başlayan güneşin yaydığı ısıya aldırmıyor, “Horoz dövüştürür gibi inanç dövüştürmek mi? Nerden geldi aklıma bu tuhaf benzetme?” diyor, bir taraftan da gülümsüyordu, içten gelen, coşkulu bir edayla. Düşünceleri adımlarıyla birlikte akıyor, “Her şey bu kadar hafif olsa. Aldırmasam insanlara. Aksam şu ayaklar gibi, işe koştururcasına, bankaya yetişircesine, sevgiliyle yürürcesine, randevuya geç kalırcasına; hızlı, yavaş, ağır çekim bazen.” diyordu. Önünden elinde boyacı sandıklarıyla koşturan iki çocuk geçiyordu bu arada: “Parmak kadar çocuklar ağır sandıklarla nasıl da koşturuyorlar! Hele birinin sandığı boyu kadar nerdeyse.” Bir başka çocuk -boyacılarla aynı yaştaiskelenin girişindeki simitçiden simit alıyordu annesinin verdiği parayla: “Ne sarsakça tutuşu var simidi, ne tatlı!” Lise çağlarında bir grup genç sohbet ediyordu gişelerin berisinde: “Acemi, tasasız, bir o kadar da neşeli!” Büyü çabuk bozuldu. Parayı gişe görevlisine uzattı Muhlis. “Bir jeton…” dedi. Görevlinin demir levha üzerine bıraktığı jetonu aldı önce. Bozuklukları sağ cebine koydu. Jetonu turnikeye atıp geçti. Vapur gerisingeri iskeleye yanaşıyordu. Kapının açılmasını bekleyen kalabalığa karıştı. Birkaç saat amaçsızca Eminönü’nde dolaştı. Tramvay

afro


47 hattını takip ederek Gülhane’ye geçti. Buraya ne zaman gelse böyle boş bulmaktan önce memnun olur, çok geçmeden sebebini bilemediği bir hüzün çökerdi. Ağaçlı yoldan Sarayburnu kapısına kadar yürüdü. Sahilde yan yatmış gemiyi görmek istedi. Sıcaktı. Vazgeçti. Hem görüp de ne yapacaktı! “Paslı bir gemi işte!” dedi. Yer yer yosun tutmuş, büyüklüğüyle bir zamanlar İstanbul’a ilk defa gelenlerin dikkatini çeken, sonra daha büyüklerini, kat kat büyüklerini gördüklerinde eskisi gibi ilgilenmedikleri, yanından geçerlerken bakma gereği bile duymadıkları yatık bir demir yığını. Hem ne diye ordaydı! Ne ayıptı yıllarca o güzelim manzarayı bozması! Geri döndü ağaçlıklı yoldan. Ara sıra yanından sevgililer geçiyor, kızlı erkekli gruplara, çocuğunu alıp parka koşmuş ailelere rastlıyordu. Kimi banklarda her hallerinden avarelik akan matruşsuz, bıyıklı adamlar, gençler oturuyor, geleni geçeni süzüyorlardı. Kimi bankları ise emekliler istila etmişti tek başlarına. Gülhane ağaçlarının altında, ölecekleri günü bekliyorlardı. Öyle ki, birbirlerinin ölüm kokan nefeslerine dahi katlanamadıklarından ayrı ayrı banklarda somurtarak oturuyorlardı. İnsanları kadar hayvanları da mahzundu Gülhane’nin. Ayrı ayrı kafeslere deve, fil, kurt gibi hayvanları tıkıştırmışlardı. Kendilerini seyretmek için yaklaşan insanları mahzun mahzun izliyordu hayvanlar. Yabani hayvanları geçti Muhlis; tavşanların olduğu kafese yaklaştı. Yakından bakınmak istedi. Geçen

yıl getirip park görevlisine teslim ettiği Sütdişi’ni aradı gözleri. Beyaz, evcil bir tavşanları vardı. Yavruyken getirmişlerdi eve. Bir yıldan fazla bir süre beslemişler, sürekli sağa sola pislemesinden, yaydığı kokulardan bıkmışlar, çareyi hayvandan kurtulmakta bulmuşlardı. “Hayvanat bahçesine verelim.” demişti Z. “Dışarı bıraksak ya sokak köpeklerine yem olur, ya araba çarpar.” diye eklemişti. Muhlis, hayvanı bez torbaya koymuş, Gülhane’ye getirmişti. Görevliye kabul ettirebilmek için 15 dakika boyunca dil dökmüştü: “Öğrenciydim, okul bitti. Memlekete gidiyorum. Hayvanı bırakacağım bir yer yok. Sokağa bıraksam yaşamaz. Aklıma hayvanat bahçesi geldi.” demişti. Görevli, “Veterineri var, yazışması var, sonra alırlar mı bilinmez.” diyerek direnmişti. Muhlis’in ısrarlarına dayanamamış almıştı tavşanı. Arkasına bakmadan uzaklaşmıştı Muhlis, görevli fikrinden vazgeçer diye. Sütdişi’ni göremedi Muhlis. Belki de Z. haklıydı: “Kesip yemişlerdir hayvanı.” Daha fazla duramadı orada. Yürümeye başladı. Tramvay yolunu takip etti. Sultanahmet’i, Çemberlitaş’ı geçti sırayla. Beyazıt’a geldi. Millet Caddesi’ne mi gitmeliydi, Fevzi Paşa’ya mı geçmeliydi, karar veremedi. Bir süre cami etrafında dolandı. Sahaflara girip kitaplara bakmak istedi; tiksintiyle savuşturdu bu isteğini. Üniversitenin tarihi kapısının önünden geçerken içeri girip ilk bulduğu çimenliğe uzanmak istedi. 38. gün* yaşadıkları geldi aklına. Üzerinden bir hafta-on günden fazla bir süre geçmişti ama

afro


48 bir türlü çıkamıyordu etkisinden. “Ölmeyi bile beceremiyorum!” dedi. Lanet okudu. “Üniversiteyi geçelim!” dedi kendi kendine. Veznecilere giden basamaklardan aşağı indi. Akbil gişesini, otobüs durağını, kız yurdunu, Şehzadebaşı Camii’ni, belediye binasını, camiye bakan parkı geçti. Işıklarda bekledi bir süre; yeşil yanınca yürümeye devam etti. Saraçhane Parkı’nın girişindeki çeşmeden avucuyla su içti bir eliyle burnunu tutarak. Gitti, ilerdeki banklardan birine oturdu. Çantasını yanına koydu. Dirseğini çantaya yasladı. Sessiz sesiz etrafı izliyordu. Arada soluna dönüp otobüs durağında bekleşen insanlara bakıyor, “Eve gitmenin mutluluğu,” diyordu “hiçbirinde yok!” Parkta birbirini kovalayan çocuklara bakıyor, “Oynamayı bile beceremiyorlar!” diyordu. İhtiyarlar vardı burada da. Yargı bildirmeyi yersiz buldu ihtiyarlar hakkında. Arada bağlama şekillerinden hangi cemaatten olduğunu az çok kestirdiği başörtülü kızlar gelip oturuyor, beş dakika durup çekip gidiyorlardı. Birkaç yaşlı teyze, içinde ne olduğu belirsiz beyaz poşetleriyle oturmuş, onlar da çekip gitmişlerdi. Yemek saati yaklaştıkça daha az insan gelmeye başlıyordu parka. Saatler ilerledikçe daha da az. “Hepsi tekdüze, hiçbiri anlam ifade etmiyor!” diye düşündü bunların. Arada Unkapanı Köprüsü’nün imgesi canlanıyordu gözünün önünde; “atıp kendimi haliç’in kollarına/son şarkımı söyleyeceğim” mısralarını tekrarlıyordu.*** Birkaç saat oyalandı böyle. Baktı tinerciler rahat vermiyor, pakette

kalan son 8 sigarasından üçünü de kaptırmış, kalktı Beyazıt’a yürüdü. Meydana geldiğinde bir süre daha oyalandı. Cemaat yatsı namazını kılmış dağılıyordu. “Camiyi kapatırlar şimdi.” dedi. Sultanahmet’e gitmeye karar verdi. “Evet, biraz da orada vakit geçiririm.” dedi. Sultanahmet’e vardığında iyiden iyiye yorulmuştu. Adliye yolunun solunda kalan parkta bir banka oturdu. İnsanlar yavaş yavaş çekiliyor, tek tük turistler göze çarpıyordu. Vakit ilerledikçe görünür bir şekilde evsizlerin sayısı artıyor, sağdan soldan tinerciler çıkıyordu. Sigara isteyen birkaç tanesini savuşturdu. Aklının bir köşesinden sigara için öldürülmek de geçmiyor değildi ya, “Nerde bende o şans!” diyordu. Kendisine yaklaşan tinercilerden birine, diğerlerinin de duyabileceği bir sesle,” “5 tane sigaram var. 8 taneydi, 3’ünü Saraçhane’de gençlere verdim. Şimdi bu beş sigarayla sabahı çıkarmak zorundayım. İyisi mi git şu tramvay yolunda, kaldırımlarda yürüyen paralı insanlardan iste.” Çocuk “Tamam abi!” diyerek uzaklaşmış, parkta geçireceği 4 saat boyunca bir daha hiçbiri yaklaşmamıştı. Saatler ilerlemek bilmiyordu. Ne kadar hayal kursa, tasarımlara girişse, anılar çöplüğünden birtakım imajlar, anekdotlar, güçbela konuşmalar, çoğunlukla saçma sapan ayrıntılar da çıkarsa geçmek bilmiyordu. İsimler geliyordu aklına: Ahmet, Mehmet, Ayşe, Gülizar, Fatma, Suavi, Kemal, Muhammed, Murtaza gibi ve daha niceleri, memleketten, İstanbul’dan, Adana’dan, Eskişehir’den, gittiği

afro


49 ve gidemediği başka başka yerlerden, yaşayan ya da ölü, hepsi yitik isimler. Sonra sevdiklerini düşünüyor; annesini, kardeşlerini, bir iki akrabasını, birkaç arkadaşını, birkaç yazarı, şairi, müzisyeni; “Ne ki?” diyordu sonra, “Hangisi bağlıyor beni buraya? Niye yaşıyorum? Neden? (“Neden” sorusunu eski filmlerdeki jönler gibi 3-4 defa tekrarlıyordu; ancak düz, fazla yoruma yer bırakmayacak şekilde pürüzsüz.) Saat 04:00 civarı otuzlu yaşlarda bir adam yaklaştı yanına. “Gecenin bu saati ne yapıyon kardaş?” dedi. Yüzü çiçek bozuğu, esmer, zayıf, insan canlısı birine benziyordu. Adam çıkardı sigara ikram etti Muhlis’e. Muhlis geri çevirdi. Söylemedi ya midesi kazınıyordu. İçtiği sigaralar ağzında çamurdan bir tat bırakmıştı. “Hayırdır bu saatte?” dedi, Muhlis’e. “Hiç!” diye karşılık verdi Muhlis. Bir süre konuşmadan oturdular. “Gecenin bu saatinde sen ne yapıyorsun?” dedi Muhlis. “Şurda bir kumarhane var, orda çalışıyorum.” dedi. “Hadi bir çay içelim benden.” Muhlis biraz kararsız, biraz da umursamaz bir tavırla kabul etti çay teklifini. Kumarhane tramvay durağına yakın sokaklardan birindeki 60’lardan kalma bir binanın üçüncü katındaydı. Dairenin birini kiralamışlar, birkaç masa atmışlar, kumar oynatıyorlardı. Mekan Kırşehirli bir hemşerisininmiş. Kardeşiyle birlikte çayına, temizliğine bakıyorlarmış. Kardeşi geçici olarak çalışıyormuş yanında. Memleketten yeni gelmiş. Bir işe girene kadar harçlığını çıkarsın diye patrondan rica etmiş. Patron da kabul etmiş.

“Sallama çay kalmamış kardaş, limonata var, oralet var, kuşburnu var. Hangisini içersin?” dedi adam. Muhlis etrafa bakınırken, “Oralet olsun.” diye karşılık verdi. Adam kendine kuşburnu, Muhlis’e de oralet yapmıştı. Muhlis adamın elindeki bardağı alarak teşekkür etti. Adam “Lafı mı olur kardaş!” diye karşılık verdi. Oraleti yavaş yavaş içti Muhlis, aromasının tadına vararak. Bir süre yarım bıraktıkları sohbetlerine devam ettiler. Adam ha bire hayallerinden bahsediyordu. Muhlis ise onaylıyor anlamına gelecek şekilde başını sallıyor, sakin sakin, bir şey söylemeden dinliyordu. Derken ezan okundu. İkisi de sustular. “Ben gideyim.” dedi Muhlis. “Sen bilirsin kardaş,” dedi adam, “bir bardak daha içseydin.” Muhlis teşekkür etti, caddeye indi. Tramvay yolunu takip ederek Sirkeci’ye doğru yürümeye başladı. Solda daha önce hiç dikkatini çekmeyen bir camiye rastladı. Durdu. Kararsızdı. Avlusundan içeri girdi. Caminin kapıları henüz açılmamıştı. İhtiyarın biri abdest alıyordu. Geçti, kollarını sıvadı, abdest aldı. Şimdi ihtiyarla birlikte kapının açılmasını bekliyorlardı. Sırma saçlı, badem bıyıklı, tıknaz, kırklarında bir adam avlunun kapısından içeri girdi; caminin imamı olmalıydı. Gülümseyerek selam verdi ihtiyarla Muhlis’e. Basamakları çıkarak kapıya yürüdü. Muhlis’le ihtiyar, imamı takip etti. Cebinden anahtarlığını çıkarmış, doğru anahtarı bulmaya çalışıyordu imam. Muhlis elinde çanta, bir ihtiyara bakıyordu, bir imama. İmam kapıyı birkaç

afro


50 denemeden sonra açabilmiş, Muhlis ve ihtiyar içeri girebilmişti. İhtiyar girer girmez namaza durmuştu. Sabahın sünnetini kılıyordu muhtemelen. İmamsa mihrapta iki dizinin üstüne oturmuş, önündeki rahleyi açmış, mushafın sayfalarını aralıyordu. Bu arada iki ihtiyar daha gelmişti. Biri sürekli öksürüyor, boğazını temizliyor, diğeri ise eşikte ayakkabılarını çıkarmaya uğraşıyordu. İlk ihtiyar sünneti bitirmiş, dizlerini büküp oturmuş, yüzünde tebessümle imamı seyrediyordu. İmam önce boğazını temizledi. Sonra Türk kurralara özgü bir kıraatle euzu-besmele çekip Nahl Suresi’ni okumaya başladı. İhtiyarlardan ikisi sallanarak imamı dinliyor, girişte ayakkabılarıyla uğraşanı ise namaz kılıyordu. İmamın uykulu bariton sesi, ayet olup Muhlis’in kulaklarından içeri giriyor, kulak yolu ve zarını güçbela aşıyor, çekiç, örs ve üzengiye gelmeden parçalanıp gidiyordu. Muhlis kalktı, iki rekat namaza durdu. İmam da okumasını bitirmiş, namaza başlamıştı. Ayetler Muhlis’in dilinde düğümleniyor, bir türlü çözülmüyordu. İki arkadaşıyla bir Kadir gecesi gittiği Halil’ür Rahman Camii’ni hatırladı. Gündüzden çarşıyı, bedesteni, Eyüb’ün yaralarını sağalttığı mağarayı gezmişler, İbrahim’in atıldığı kaleye çıkmışlar, Balıklı Göl’ün balıklarına ekmek atmışlar, iftarlarını ciğer şişle açmışlar, Halil’ür Rahman’a gelmişlerdi. Cemaatle akşam namazı kılmışlar, Kur’an dinleyerek yatsıyı beklemişler, yatsı, teravih, tesbih namazı derken gecenin yarısına

kadar hıncahınç dolu camide huşu içinde ibadet etmişlerdi. Gece iki gibi başlayan defli Arapça, Kürtçe, Türkçe ilahilerle neşelenmiş, huzur bulmuş, sonra sabah namazına kadar caminin üst katına çıkmış bir köşede uyumuştu. Muhlis’in anılar geçidini müezzinliğe soyunan ihtiyarlardan birinin hırıltılı sesi bozdu. Kamet getiriyordu, yarım yamalak, bir an önce bitsin de namazımızı kılıp evimize gidelim dercesine. Sabahın farzını da nasıl kıldığını anlayamadan kendini cemaatle birlikte kapının önünde buldu Muhlis. İmam ayakkabılarını giymiş, caminin kapısını kilitliyordu. “İyi sabahlar.” dedi Muhlis alçak bir sesle; diğerlerinin yanıtını beklemeden oradan uzaklaştı. Yeni Cami’ye vardığında kapılarının açık olduğunu gördü. Ayakkabılarını çıkardı, içeri girdi. Kilitli dolaplardan birine bıraktı ayakkabılarını, pantolonunun cebine koydu anahtarı. Etrafına bakındı; bir iki kişi oturmuş bir köşede Kur’an okuyor, birkaç kişi de bir köşeye çekilmiş uyuyordu. Tenha bir yer kestirdi kendine, bağdaş kurup oturdu. Çantası kucağındaydı. Gözleri bir açılıp bir kapanıyordu. Dayanamayacağını anladı, kendini uykuya teslim etti. Uyandığında, güneş yükselmiş, yerli yabancı turist kafileleri doluşmaya başlamıştı camiye. Çantasına bakındı; bıraktığı gibi kucağında duruyordu. Gözlerini ovuşturarak ayağa kalktı. Ayakkabılarını giyindi basamaklardan inerek, İş Bankası Yeni Camii Şubesi’nin yolunu tuttu. Mehmet parayı yatırmış olmalıydı.

afro


51 * Açlığın 38. günüydü. İlkin salça bitmişti hatırlarsanız. (Hatırlamayanlar için bkz.: Her Şey Bulgur’dan.) Arkasından çay ve sigara. Yağ ve tuz bitti sonra. Şeker zaten yoktu. Bulgur günden güne tükenmekteydi. Biraz bulgur kalmıştı ki tüp bitti. Artık yemek pişirme imkanı kalmamıştı. Tüpü ve set üstü ocağı sattı 1.5 milyona. Bu paraya ancak bir ekmek ve yarım kilo mürdüm eriği alabilmişti. (Yukarda değinmiştik; dipnotun akışı içerisinde tekrar edilmesi gerekiyordu.) Üç gün bunlarla idare etti. Bir gün B. tesadüfen uğramış, yanında abur cubur getirmişti; ertesi güne kadar da bunlarla idare etmişti. Başka bir gün de Z.lere davet edilmişti. Türlü yapmıştı eşi. Bir servis tabağını bitirmiş, aç olduğu halde ikincisini istemeye utanmıştı. Ekmek yerken bile normal tüketimini aşmamaya gayret göstermişti. Yarım saat oturmuş, kalkmıştı. 38. gündü. Elindeki tüm imkanları kullanmıştı. Bir türlü gelemeyen eskicinin, eşyaları almasını ve eline 3-5 kuruş geçmesini bekliyordu. İki gündür ağzına bir lokma girmemişti. İçi, dolap görmemiş İSKİ sularından bir acayip olmuş, iyiden iyiye tatları unutmuştu. Bir şey olacağını umarak dışarı çıktı. Sokağı geçti; Dutlu Bakkal’ı. “Lanet ismini bile bir yemişten almış”tı. Şehremini Parkı’ndan düz devam etti, Millet Caddesi’ne çıktı. Yürüdü ağustos sıcağının altında. Bankaların, mağazaların, dükkanların, kuaförlerin, dönercilerin önünden geçti. Börekçinin camekanını geçerken canı ıspanaklı börek çekti. Aksaray’a geldiğinde, bir bisküvi

reklamıyla kaplı çirkin kuleye iğrenerek baktı. Köprü altı, ayyaşların ve evsizlerin pislediği köprü altı, her zamanki gibi bok ve idrar kokuyordu. “Bok ve idrar…” dedi, cümlenin sonunu getiremedi. Laleli’ye geldiğinde yolunu değiştirmeden sağdan yürüdü. Hem gölgeydi, hem de sakallı-sarıklı döner ustalarıyla dikkatleri çeken dönerci dükkanının önünden geçmek istemiyordu. Halk kütüphanesine yaklaştığında iğrenti dolu bir bakış da sağdaki binalardan birine fırlattı. (Artık bu başka bir hikayeye!) Belediyenin çok sonraları kaydırmayı akıl ettiği ışıklara geldiğinde yeşil-kırmızı demeden karşıya geçti. Merkez Kütüphanesi’nin (ismi de anıları kadar iğrençti) önündeki merdivenlerden yukarı tırmandı. TEDAŞ binasına bakmadan hızla yürüdü. Aklına 2 milyarlık elektrik faturası, iğrenç fatura kuyrukları, yaz, kış, yağmur, çamur, en çok da kuru soğuklar ve daha bir sürü rezil günler geliyordu zira. Üniversite kapısına vardığında güvenlik görevlisine kimliğini gösterdi. Her zaman yaptığı gibi hışımla içeri girdi. Ağaçlıklı yoldan rektörlük binasına doğru yürüdü, ilerde sola döndü, hukuk fakültesinin arka girişinin önündeki çimenliklerden birine uzandı, lanet Bacon’ı çıkardı, bir süre okumaya çalıştı. Cümleler içerde yankılanıyor, beyin duvarlarında oradan oraya zıplıyor, serebral korteksi aşıp da bir türlü içeri giremiyordu. Kitabı bir tarafa bıraktı, Süleymaniye’yi izlemeye başladı. Bir kubbelere bakıyordu, bir minarelere, bir de parça parça serpiştirilmiş bulutlara. “Keşke

afro


52 birkaç yıllık ömrü olan bir kuş olsaydım!” dedi. Gözlerini kapadı. Kuş olmayı denedi, beceremedi. Hiçbir şey düşünemeden, boşlukta, sonsuz bir boşlukta yitip gitti uzun bir süre. Kendine geldiğinde akşam olmuştu. Başı ağrıyordu. Güneş batmak üzereydi. Geldiği yoldan eve döndü. ** Evde kimse yoktu. “İyi.” dedi. (Bazen ev sahibi geliyor, bazen K. uğruyordu zira.) Kararlıydı. Mutfağa gitti, eğildi, dolabın kapağını açtı. Ta en dibe koymuştu lanet şişeyi. 500 cc’lik şişeyi. Geçen yaz aldıkları pire zehri vardı içinde; açık bıraktıkları pencerelerden içeri süzülen, boş boş dolanıp bir şey bulamayınca çekip giden sokak kedilerinin bıraktığı pireleri öldürmek için. “Öldürmek için.” Gerçi seyyar satıcıdan aldıkları zehir işe yaramamış, çalıştığı marketten bir pompa dolusu böcek zehri getirmişti. İlaçlayıp bir gün eve uğramamışlardı. Sineklerden üvezlere varana kadar yaşayan, gözle görülebilir bütün küçük hayvancıklar ölmüştü. “Ölmüştü.” Şişeyle birlikte ayağa kalktı. Musluğu açtı. İçine su doldurdu. Uzun uzun çalkaladı. Bulaşık sepetinden (plastik, mavi) çay bardağı aldı. Girişteki tek kanepeli odaya gitti. Uzandı. Bir bardak pire zehri likörü doldurdu kendine. Rengi kahveli şekere çalıyordu, bayramlık. “Biraz daha açık; sütü bol neskafe yahut sütlü çay gibi bir şey.” Şişeyi yere bıraktı. Başını hafiften kaldırarak azar azar içmeye başladı. İlkini bitirmiş ikincisine geçmişti. Kokusu tanıdıktı, tarım

ilaçlarını çağrıştırıyordu; köydeyken erik bitlerini, kaysı bitlerini, buğday bitlerini (“Ne çok bit var!”) bağlara dadanan tırtılları ve cümle haşaratı öldürmek için kullandıkları. “Öldürmek için!” Bir bit olduğunu düşündü. “Ama nasıl bir bitim ben ki hiçbir şeye yakışmıyorum?” Bildiği bit türlerini saydı: “Bit, bildiğin bit, yumurtası var sirke ki bizde yavrusuna da sirke derler, (“yavşak” demişti D. bahsi geçtiğinde bir ara, tartışmışlar, iddiaya girmişlerdi hatta, Muhlis kaybetmişti [“Ne zaman kazandım ki?”] ); uzak akrabası pire; sonra göğüs biti, kıl biti de diyorlar; elbiselere dadanan türden bitler, ota boka düşen onlarca bit ve bir bit daha var ki mecazidir, bahis dışıdır.” Bitler takımında da kendine forma bulamayan Muhlis, “Seni öldüren şeyin nasıl koktuğunun ne önemi var!” dedi; ikinci bardağını doldurdu. İlki kadar kolay içemiyordu bunu. Kendini bir tuhaf hissediyor, biraz da midesinde başlayan yanmaya kulak kesiliyordu. Üçüncü bardağı dolduracaktı ki şişeden içmeye karar verdi. Şişeyi aldı, bir iki çalkaladı, tepesine dikti. Nihayet likörünü bitirmişti. Şişeyi yere bıraktı. “En iyisi uyuyayım,” dedi, “bu şekilde ölümü bekleyemem, gözlerim açık.” Uyandığında başının ağrısı gitmişti. Şaşırdı. Etrafına bakındı önce. Her şey yerli yerindeydi. Eliyle koluna, karnına, omuzlarına dokundu. Hiçbir şeyi yoktu. *** Gece. Saat 03:00. Elinde çantası, dizkapakları ve paçaları yıpranmış kot pantolonu ve krem

afro


53 rengi gömleğiyle Unkapanı Köprüsü’nün üstünde durmaktadır. Cüzdanını çıkarır, çantayla birlikte bir kenara bırakır. Kendini suya atar. Birkaç dakika çırpınır, batar sonra. “Batayım!” Dibe çöktükçe bilincini yitirir, usul usul, gözleri kararır. “Yitsin! Kararsın!” Zaman durur. “Dursun!” Bu arada gerçek dünyada elini boğazına götürür, yutkunur, yutkunamaz, susamıştır, ağzında tükürük kalmamıştır. Yutkunur gibi yapar yani. Başlar yeniden kurmaya: Cüzdanını çıkarmaz. Çantası elindedir. Sıkı sıkı tutmaktadır. Etrafına bakınır. Kimseler olmadığından emin olur. Suya atlar.

“Culp!” Fazla çırpınmamıştır. Derin bir nefes alıp, kendini bırakmıştır. Elinde çantası, kollarını iki yana açmış, batmaktadır. Annesine mektup yazamadığı gelir aklına; “Mektup hakkımı bile kullanamadım, iyi mi!” diye düşünür. Nefesi bitmiş, su yutmaya başlamıştır. Birkaç görüntü geçer gözlerinin önünden, renkleri soluk, birbirine geçmiş görüntüler, ses yoktur, sonradan renklendirilmiş, bütünlükten yoksun sessiz bir film gibi, kısa, çok kısa. Film biter, hayatındaki yarım yamalak diğer şeyler gibi. Bu sırada gerçek dünyada Muhlis’in yüzüne muzip bir gülümseme oturmuştur.

afro


54

Koşuyorum Belki Dağılır mı? Meryem Aziz

“Ş

imdi bir kişinin yolunu çevirip ona hikayeni anlatmaya kalksan kim kabul eder seni? 15 yaşında olsan bile kim bilir neler oldu sana? Hiç mi ilginç tarafı olmayacak? Ama kimse bunu anlamaz. Bana adını söyleme nasıl olsa unuturum. Ben unuturum ama dinlerim yine de. Onlar unutmasalar dahi dinlemezler. İnsanları birbirinden ayıran çizgiler var. Bu çizgiler göbek bağın kesilince çizilmeye başlar ve zamanla alnında da belirir bunlardan bazıları. Benim çizgilerimden biri de bu. Dinlerim ben. Tek gözümü kaparım ki dinlerken seni daha iyi göreyim. Yüzünün aldığı şekillerden anlamlar çıkarmaya çalışırım. Bu benim şeylere dikkatimi vermemi kolaylaştırır.” Aslında o aralar kimseyi umursamıyordum ama yine de ilgimi

çekmiş olmalı. Bu mevsimde şapkayı saçlarını kazıttığı için takmış olmalı. Durduk yerde yanıma oturduğuna göre yabancılardan korkmuyor olmalı. Onu daha önce buralarda görmediğime göre yeni gelmiş ve kısa zaman sonra gidecek olmalı. İçtiği sigara Camel Soft olmalı. Durmadan yüzüne bakmak istediğime göre gördüğüm ilk andan itibaren beni etkilemiş olmalı. “Beni ilginç buluyor musun? Eğer öyleyse bulma. Çünkü bu durum geçicidir. Herkes kısa süreliğine birini ya da bir şeyi ilginç bulur ama sonradan bu ilgi kaybolur. Ya başka bir duyguyla yer değiştirir ya da ortadan kalkar ve yerine hiçbir şey gelmez. Ne iş yaparsın sen?” Demek ki söylediklerine cevap aramıyor. Bu işime geldi çünkü ona ayak uyduramayabilirdim. Konuştuğu şeyler ayarında sözler söyle-

afro


55 mek için kendimi çok zorlamam gerekir. Ben çok konuşmam. Yani her zaman konuşmam. “Yedek forvetim.” diye cevap verdim. Okul takımından başka bahsedecek bir şey aklıma gelmiyordu. Hem o günlerde gündemimde bu vardı. Okul turnuvasında finale çıkmıştık ama ben sadece bir maçın sonuna doğru oyuna girebilmiştim. Ona bu kadarını anlatmadım tabi. Yedek forvet olmamı dikkate değer bulmamış olmalı. Duymamış gibi yapıp konuşmasına devam etti: “Beni tanıyanlarla aram iyi olmadı hiç. Bunun için kendilerince sebepleri var elbet. Çok konuşmam, çok soru sorar gibi görünmem falan işte. Aslında böyle değilim ben. Aradığım bir cevap ya da yinelediğim, peşinden koştuğum bir soru yok. Ben sadece kaçmanın peşindeyim. Durmadan yer değiştiriyorum. Bazen gittiğim bir yerde kalacak hiçbir neden bulamam, işte en uzun süre oralarda kalırım. Aslında hem burada kalmak için bir nedenim yok, hem de şu an senin yanında oturmak için. İkimiz de bir şey kazanmıyoruz. Neyse işte benim derdim kaçmak, en iyi kaçış şeklini bulmak. İnsan evden uzaktayken sürekli diken üstünde olmaya programlı. Ben de bu yüzden yer değiştiriyorum. Bir yeri benimsersem kaçamam. Ama sürekli sorun olursa iyi kaçarım.” Konuşması uzadıkça acaba ne kadarı yalan diye düşündüm. Ya da ne kadarı doğruydu acaba? Sonuçta ne kadar ilgimi çekse de onu tanımıyordum. Ama o anlattıkça tanımamın çok zaman almayacağını

düşündüm, rahatladım. Ama sonra rahatım kaçtı. Cebinden ufak bir tabanca çıkardı. Namlusunu alnımdaki çizgiye dayadı, çizgiyi öylece takip etti. Şakağımda durdu. “Şimdi git. Ben seni bulurum.” Buldu da. Maça bir gün kala kum sahanın kenarında ıslık çalarak yerdeki karıncaları öldürüyordu. Ben de boş kaleye uzaktan şut çalışıyordum. Topu kaleye çok uzak bir yere koyduktan sonra durdum. Çok kötü vurup rezil olmaktan korkuyordum çünkü. Bu yüzden vuracağım topa konsantre oluyormuş gibi yaptım. Yine başladı: “Oysa diğer forvetler istedikleri pozisyonlara giriyorlar. Arkalarında çok iyi takım arkadaşları yok ama sadece iyi anlaşıyorlar. Seni buralarda kimse anlamıyor sanki. Tamam, bazı golleri kaçırmış olabilirsin ama herkesin kaybetmeye hakkı vardır değil mi? Değil işte. Yedek forvetsen maç doksan dakika değildir. Acele et.” Ertesi gün maç yapacak iki sınıfın öğrencileri dışında bahçede kimse yoktu neredeyse. Bense bütün tanıdıklarımın orada olmasını isterdim aslında çünkü hoca benim maçın as kadrosunda olduğumu söylemişti. Düdük çalındı maç başladı ve biz deli gibi saldırıyorduk rakibe. Sonra fark ettim ki hoca şimdiye kadar yedek beklettiği kim varsa as çıkarmış. İlk yarıda gol atamadım. Kimse atamadı. Bu yüzden rahattım. Ama sonra rahatım kaçtı. İkinci yarının başında top taca çıktı. Topu almaya gittiğimde onu gördüm. Üç beş karınca bulmuş öldürüyordu. Kafasını

afro


56 kaldırdı, bana baktı. Çok kızgındı. Sonradan anladım ona yalancı çıktığımı. Yedek forvetim demiştim. Maçın başından beri burada olmalıydı. Onu ilk gördüğümde söylediklerinin ne kadarı yalan diye düşünürken, benim ona söylediğim her şey yalandı. Utanç içindeydim ve söylediği şeyleri aklımdan kovmaya çalışıyordum. Bu arada maç devam ediyordu. En sonunda düşüncelerle uğraşmaktan vazgeçtim. Nasıl olsa kovamıyordum. Ayrıca bir cümleye geldiğimde durmuştum. Hep o tekrarlanıyordu beynimde: “Neyse işte benim derdim kaçmak, en iyi kaçış şeklini bulmak.” O an bana doğru atılan ara pası gördüm. Top beni de geçmişti. Onu yakalamak için defanstan kurtulmam

gerekti. Hızla koştum. Henüz rakip yarı sahanın yarısındaydım. Kalecileri çıktı. Aramızda top deli gibi koşuyorduk birbirimize. Ben önce topu alıp kaleciyi geçtim. Boş kaleye doğru ayağımda top yüzümde sırıtışımla ilerliyordum. Sonra bir el silah sesi duydu herkes. İrkilince gözlerimi kapatmışım. Açtığımda top ortalarda yoktu. Birkaç metre ilerde patlamış iç lastiği vardı. Onun olduğu tarafa baktım. Kaçarken attığı çığlıklardan ne kadar mutlu olduğu anlaşılıyordu. Peşinden koştum. Uzun süre ikimiz de durmadık. Sonra bir çıkmaz sokağa girdi, sonuna kadar koştu. Bense başında durup ona bakıyordum. Silahını doğrulttu. Ona doğru elimde patlamış iç lastiği, yüzümde sırıtışımla deli gibi koşuyordum. Aklımda bu kez başka şeyler vardı: Koşarsam belki dağılır mı? Tabancayı nereden bulmuştu? Bu hikayede neden karıncalar ölmek zorundaydı? Ve adı neydi?

afro


57

Simülasyon Edebiyatı Bekir Türker

E

debiyat eserleri incelendiğinde, neredeyse tamamının arka planında yatmakta olan bir felsefe vardır. Yazarların, şairlerin idrak edip mantıklı buldukları felsefi düşünceler, eserlerinin arka planında yer alıp onların fikri alt yapısını oluşturur ve yorumlanır. Mitolojik eserlerden bu yana yazılı sözlü metinlerin bir alt anlamı bulunur. Bu alt anlam bazen metnin verdiği ikinci mesajdır, bir felsefenin ürünüdür, bazen de metni oluşturan felsefenin kendisidir. Kuramlar, teoriler ve düşünceler metinlere bir manada “yedirilir” ve metne bir anlam katma-

nı daha kazandırır. Öte yandan, bazı kuramların çağımızdaki etkisi o kadar büyüktür ki, onlar yazarlar ve şairler tarafından bilinmese dahi metinlerle incelenebilir. Jean Baudrillard’ın “Simulasyon Kuramı” da böyle bir çalışmadır. Gerçeklik kavramına yönelik düşünceleri içeren bu kuramın sağlaması günümüz yaşayış sisteminde öylesine yapılmıştır ki, metinlerde kuramın izleri, o metinlerin yazarları kuramdan haberdar olmasa bile görülebilir. Bu iddiadan hareketle, Jean Baudrillard’ın kuramının yer aldığı Sİmulakrlar ve Simulasyon kitabıyla, Baran Çaçan adlı şairin Güzelliğimden Ölüyorum ve Cihat Duman’ın Kızkardeşleşmek kitapları beraber incelenerek Baudrillard’ın kitabında bahsi geçen gerçeklikten hipergerçekliğe geçiş, klonlamanın analizi, simulasyon sisteminde medyanın ve teknolojinin işlevi, yaşadığımız dünyadan etkilenme ve büyülenme, duyarsızlaşma gibi meselelerin iki şiir kitabında kuramdan habersiz olarak nasıl yer aldığı ortaya konulmaya çalışılacaktır • Ne diyordu Baudrillard? Baudrillard, kendisine postmodernizmin ne olduğu sorulduğunda: “ O bir kavram bile değildir, hiçbir şeydir.” der. Teorinin çıkış noktası da aslında burasıdır denilebilir. Baudrillard, günümüzde insanların bir sümulasyon

afro


58

düzeninde yaşadığını iddia eder. Bu simulasyon yaşamın her alanına yerleşerek gerçekliği zayıflatmış, zamanla bitirmiştir. En insani denilebilecek duyguların bile yalandan yaşandığı, bütün ihtiyaçların gerek mimari gerek işlevsel açıdan yapay, sahte bir kimliği olan merkezlerden, alışveriş merkezleri, yaşam merkezleri, sağlık merkezlerinden karşılandığı bir dönemde gerçeklik ortadan kalkmıştır. Sinemanın, televizyonun, medyanın işlevi gerçeği bitirip bir simulasyonu yerleştirmeye yöneliktir. Gerçekliğin bitirilmesi, Baudrillard’a göre bir imha faaliyeti değil de bir dönüştürme olarak anlaşılır. Gerçeklikten hipergerçekliğe bir evrim söz konusudur. Sistemlerin yaptığı bir iş olarak görülen bu evrimde, bireyler gerçeklik algısının yıkıldığını hissetmezler, çünkü gerçeklik algıları yıkılmaz, değişir, zayıflar ve gerçekliğin kendisinin değişmesiyle artık eski algılar söz konusu olmaz. Baudrillard, bu tartış-

mayı insanlığın yirminci ve yirmi birinci yüz yılda yaşadığı kaosu açıklamaya çalışırken yapar. Düşünürün bir hastalık gibi gördüğü dünya değişiminin belirtileri günümüzde de toplumlar üzerinde hissedilmeye başlandıktan sonra, teoriyi pratize edenin sistemin kendisi olduğu anlaşılmıştır. Düşünür, gerçeklikten hipergerçekliğe geçişteki en önemli araçlardan birini üretim faaliyeti olarak görür. Sanayileşmeyle başlayan seri üretim faaliyeti, nesnelerin gerçekliğini yitirmesine yol açtığı gibi insanların algısında da eşyanın bir hakikat kaybına uğramasına, değerini yitirmesine yol açar. Bu sonuç yavaş yavaş insani değerlerde de görülmektedir çünkü üretim tek boyutla sınırlı kalmaz, değerlere de yansır. Burada medyanın işlevi büyüktür. Yapılmakta olan değer üretimi, televizyonun ve sinemanın perspektifleri değiştirmesine yol açar. Artık değerler sorgulanıp korunmaktan uzaktır, sadece uygulanır; ancak sahte ve gizliden gizliye dayatılan değerlerdir bunlar. Baudrillard, yeni duygusal düzenin, kurbanlardan oluşan bir duyarsızlık olduğunu söyler. Burada kurbanlar toplum, duyarsızlık da eşyanın, değerlerin ve en sonunda gerçekliğin içinin boşalmasıdır. Kurbanlar hissetmez, çünkü hayatları boyunca gördükleri şey gerçek değil, bir simulasyondur, bir kopyadır. Öyle ki, git gide kendileri bile birer kopyaya dönüşecek, asıllıklarını yitireceklerdir. Düşünür, kuramını açıkladığı kitapta bu yeni duygusal düzeni oluşturan etmenler olarak başta medyayı ele alır. • Medya Bu İşin Neresinde? Simulasyon kuramında medya, ya-

afro


59

şanılanların suçlusu olarak görülmese de sebebidir; çünkü seri üretim araçlarının başında gelmektedir. Medyanın ve sinemanın üretimdeki yeri düşünülecek olursa, çekilen filmlerdeki yaşanmışlık üretimi, tarihi filmlerin “Tarih nedir?” sorusunun cevabını alması, haber bültenleriyle evlere kadar giren savaşlar, vahşet üretimi ve benzeri meseleler kuramda ele alınır. Insanlar gösterilenle muhatap ola ola anlam kaybı yaşarlar ve izledikleri şey kendileri için anlamın yerini alır, gerçeklik burada durmadan üretilmekte olan bir hipergerçekliğe dönüşür. Bu hipergerçeklik ve seri üretim, bahsi geçen şiir kitaplarında Baran Çaçan’ın Güzelliğimden Ölüyorum kitabında, “Hipofiz Bezi” adlı şiirde kendisine şöyle yer bulur: “Çok tanış bir sagunun remixi doğuyor Ölüm yaşlı bir kalpte görücüye çıkıyor Bir çiçek demeti basında Bir gelin gibi muhteşem duruyor bu Sökülmüş gül, kendini coverlıyor Başkanın ağzında Bu sırada ben kan paylaşıyorum sanalda Şu an kızdırılmış bir akrep miyim Şu an diline yüklenen bir yılan Gerçekten de hiçbir şey” (Çaçan, 11) Şiirin bu bölümünde anlatılanlar kuramın söylediklerinin gerçekleştiğini doğruluyor. Bir sagunun “remixinin” doğması, ölüm ilanlarının yenilenerek ölüm algısının yıkılmasına delil oluşturuyor. Yine ölüm ilanının simgesi olarak düşünülebilecek “bir çiçek demetinin gelin gibi muhteşem durması” durumu da hipergerçeklik aşamasına geçmiş algının durumunu belirtiyor. Buradaki muhteşem sıfatı algının, gerçekliğin

nitelenmesindeki gibi hiper olduğunu, çok sevildiğini ancak içinin boş olduğunu gösteriyor. Yine “sökülmüş gülün kendini coverlaması” yaşanan zulmün tekrara geçtiğini, söylemleştiğini ve anlamını kaybettiğini gösterirken, bunun “başkanın ağzında” gerçekleşmesi de sistemi, aynı Baudrillard’ın yaptığı gibi suçlu yahut özne konuma getiriyor. Şiirden alınan bölümün medya organlarıyla evlere kadar giren, seri üretimle birlikte anlamsızlaşan, karşısındakini de kendisine karşı duyarsızlaştıran savaş ve vahşet olduğu göz önünde bulundurulursa, duruma tepki veren, tepki verdiğini zanneden bireyin yaptığı iş aslında hipergerçekliğe hizmet etmektir. Çünkü, “sanalda kan paylaşan” kişi de savaşın evlere kadar girmesini sağlar, artık kendisi de faildir ve yaptığı işler beraber o da anlamını kaybeder, kendisini kızdırılmış bir hayvan gibi betimlemeye çalışsa da o da “hiçbir şey”leşir. “İletişim araçları aracılığıyla topluma istediğimiz kadar mesaj ve içeriği yeniden pompaladığımızı varsaysak bile anlamın yok oluş sürecinin hızı, anlamın pompalanma hızından daha yüksektir.” (Baudrillard, 118). Baudrillard’ın bu şekilde anlattığı mesaj üretiminin mesajın anlamını yok etmesi durumu, vahşete karşı gösterilen tepkiyle birlikte düşünülecek olursa, aslında şiirin ana konusudur. Çünkü paylaşım ne kadar artarsa vahşet insan nezdinde önemini o kadar kaybedecek, gerçekliğinden sıyrılıp sürekli üretilen içi boş bir nesneye dönüşecektir. Bu durumdaysa fiil de, fail de (vahşetin paylaşımını yapan) tepkisini sözdeleştirecek, protest konumunun içini boşaltarak gerçekliğini kaybedecektir.

afro


60

Baran Çaçan’ın durumu açıklar tavrı, Cihat Duman’ın şiirlerinde pek görülmez. O, kuramın pratize edilmiş haline tepki gösterir, sitemlidir. Dolayısıyla Kızkardeşleşmek kitabında biraz daha bilinçli bir şiir kişisinden bahsedilebilir. “Kessem kanamaz kan rengi akıtırsın” (Duman, 25) dizesinde şair, gerçekliğin nasıl simule edildiğini kan imgesi üzerinden anlatmaya çalışmıştır. Yaşanılan durumdaki insan da kesildiği takdirde kanamayacak, bunun yerine kan lekesi akıtacak, rol yapar bir insandır. Baran Çaçan’ın şiirindeki hiçbir şey haline gelen insanın sonraki durumu böyle olacaktır çünkü kendisi de vahşetin bir parçası olduğundan, vahşet gibi sahte olmak zorundadır. Ancak şairin aynı şiirinde geçen: “Bir insan eğer bu bensem Ağlayamıyorsa samimiyettendir” (26) dizelerine bakılacak olursa, bu dizelerde bahsi geçen insansa tepki verdiğini zannetmeyen samimi, bir anlamda gerçek insandır. Vahşete ağlamayan insan ağladığını da zannetmeyeceğinden, diğer insanlarla aynı tepkiyi vermeyeceğinden kendini hipergerçekliğe kaptırmaz. Bu anlamda ağlamak da sisteme katılmak demektir. Kalabalık ağladığı için simulasyona kapılmak istemeyen birey gerekirse, ki bu durumda gerekir, ağlamamalıdır. Böyle bir durum tespiti yine Cihat Duman’ın “Kadınlar Abdesti Sevinçle Alır” şiirinde de kendine yer bulur. “Hiç kan kokmuyoruz Klavye de kan kokmuyor” (45) dizelerinde kan imgesi tekrar varlığı tartışılan bir imge olarak kullanılır. Gerçekliği sorgulanan kan, vahşet sonucu açığa çıkan, internette, sosyal medya organlarında tepkiyle paylaşılan ve as-

lında üretimiyle “olmamaya” başlayan bir kandır. Yine şiir kişisi kanın kokmadığını, vasfını kaybettiğini, üretim aracı olan klavyenin de kendi anlamını yitirdiğini ve işlevsiz hale geldiğini öne sürer. • İçi Boşalmış Bir Kavram Olarak Vatan Ne Kadar Güzeldir? Simulakrlar ve Simulasyon kitabında Baudrillard, değerlerin içinin boşalmasından bahsederken bu durumun bir sınırının olmadığını, sistemlerin sürekli yinelenen bütün değerleri (Tanrıyı bile) mahvedeceğini vurgular. Değerler sistemin işine yarayacak şekliyle, değersizleşmeyle hafızalarda yeniden yer alır. “ Gerçek artık işlemsel bir görünüme sahiptir.” (15) Bu minvalde kavramlar da işlemseldir ve gerektiği gibi anlamsızlaşmaktadır. Güzelliğimden Ölüyorum ve Kızkardeşleşmek kitaplarında bu içi boşalmış kavramlara örnek olarak “vatan” göze çarpar. Şairlerin bu kavramı ele alışlarındaki tavır, anlamsızlığının ve gereksizliğinin bilincinde, yer yer bu durumla alay eder bir tavırdır. “Vatan, bir burdayım ben balbalı Vatan montaj, geçişlerde yok akış” (27) dizelerinde vatan, medyanın kullandığı jargona ait bir kelime olan montaj ibaresiyle nitelenmiştir. Böyle bir vatan, eskiden gerçek bir halde duran kavramın ölüsü adına dikilmiş bir balbaldır. Vatanın bir kavram olarak bir zamanlar yerli yerinde durduğunu gösterir. Şimdiyse kavramın gerçeklikten arınması, montaj haline gelmesi şair tarafından tespit edilmiştir. Cihat Duman ise yine bu durumu bir adım öteye taşır: “Dilim dilim güzel dilim

afro


61

Ayaklar altı bir kaşıntıyla kekeme Vatan millet sakaryaspor gibi bir slogan üretiyor Düştükten sonra” (28) dizelerinde şair vatan kavramıyla dalga geçer bir tavırdadır. Ayrıca bu dizelerde bahsedilen slogan üretimi de önemlidir çünkü kavramın içinin boşalmasının müsebbibidir. Sürekli üretimle kavramın içi boşalmış ve bir yerden sonra artık bu içi boşalmış kavramın sürekli üretimine geçilmiştir. Durumun bilincinde olan şiir kişisi, kendisine ve hipergerçekliğe “güzel” sıfatıyla övgüde bulunmaktadır. Üretim araçları ve gerçeği yok eden tüm araçlar güzeldir. Baudrillard da bunu söyler, yalnızca onların anlamların varlığını sonlandırmasını ele alır. Öte yandan içi boş bir hipergerçekliğe hak ettiği övgü, Baran Çaçan’ın kitabında daha fazla verilir. Kitabın ismi bile simulasyon kuramının özeti olarak görülebilir: Güzelliğimden Ölüyorum. Çünkü Baudrillard’a göre insanlığın bu simulasyon düzenindeki durumu da bir ölme durumudur fakat hipergerçeklik aşaması, simulasyon ve tekrarlanan üretim çok güzeldir. Insanlar bu güzellik karşısında kaybettikleri hakikatin yerine geçen simulasyonu, ardından üretim sonucu simulasyon yerine geçen yeni simulasyonu dahi çok sever. İşte bu güzel, gerçek olmayan vatan kavramı insanların zihnindeki eski vatan algısının yerine geçmiştir. Baudrillard’ın da düşündüğü gibi kavramlar sistemin işine nasıl geliyorsa öyle kullanılır. Birçok kavram da içi boşalmış şekliyle sistemin işine geldiğinden simulasyonlar ortaya çıkar. Vatan gibi kavramların siyasi mecralarda ağızdan düşürülmediği düşünülürse Jean Baudrillard’ın, Baran Çaçan’ın ve Cihat

Duman’ın kitaplarında geçen kavramların nitelikleri, simulasyon teorisinin dediğini doğrular niteliktedir. Çünkü bu iki edebi metinde de kavramlar sürekli sistem tarafından sahiplenir. • Klonlanma Ve Ailesizlik Baudrillard’ın günümüz yaşantısının bir simulasyon evreninde geçtiği fikrini anlattığı Simulakrlar ve Simulasyon eserinde üzerinde durduğu önemli bir konu da aile yapısının ve aile algısının yaşadığı değişimdir. Klonlamanın aile üzerindeki etkisi, anne baba figürlerinin yok olma eşiğine geldiği, çocuğun dünyaya gelmesinin bir doğum olayından çıkıp bir üretim olayı kimliğine bürünmesi, üreme eyleminden üretim etkinliğine evrim, kişisel farklılıkların ortadan kalkıp aynılaşan insanın da sonunda hiçleşeceği düşünceleri kitapta yer alan önemli konulardandır. (142) Bu bağlamda düşünerek, yok olan anne babayı, geçmişteki önemiyle anan Baudrillard: “Artık bir anne babaya değil, bir kalıba ihtiyacımız olacaktır.” (143) der. Bu ifadenin belirttiği değişim, üretimden çıkmış insan klonlarının ileride gerçek insanın yerini alacağı ve bir kalıptan üretildikleri için aynılaşacağıdır. Burada ailenin, anne baba konumunun unutulması simulasyon evreninde yaşamanın getirdiği bir sonuç olarak görülmelidir. Kaldı ki, klonlamanın insan üzerine uygulanmasına gerek kalmadan bile toplumdaki aynılaşma göze çarpmaktadır. Kıyafet seçimi, popüler kültür, moda gibi etmenler düşünüldüğünde bilimsel olarak olmasa dahi klonlamanın insanlar üstüne uygulanma işlemi başlamıştır. Herkesin bir kalıba göre şekil aldığını belirten klasik söylem gerçek yahut

afro


62

doğrudur ve bu durum yeni bir kalıba olan ihtiyacı artırmaktadır. Bu yüzden sürekli yeni kalıplar üretilir. Baudrillard’ın klonlama üzerine bu şekilde özetlenebilecek fikirleri, içinde bulunduğumuz zamanın kuramı doğrulaması üzerine edebi metinlere de sirayet etmiştir. Cihat Duman’ın kitabının ismi Kızkardeşleşmek, bu fikirleri doğrular bir şiirin ismidir ve kitabı da kapsayıcı özelliktedir. Kitap boyunca yaşadığı sıkıntının bilincindeki birey, “insanlıktan kurtulamayan, bu yüzden de hiçbir şey olamayan” bir bireydir. İnsanlıktan kurtulamadığı için herkesle aynılaşıp gerçekliğinden ayrılır. Bu olgu kitapta kendine “kızkardeşleşmek” kelimesiyle yer bulunur. Kızkardeşleşme fiili, kitaba adını veren şiirdeki ifadeyle insanı “kül gibi ortada” bırakmaktadır. “Anneyi hatırla babayı hatırla Anneyi ve babayı da iki kardeş gibi hatırla Insanlıktan kurtulup müzik olamayan. Insanlıktan kurtulup kardeş olan. Insanlıktan kurtulan, kanamalı kardeş, karşılıklı kardeş olarak Insanlıktan kanla kurtulan, kızım, annemi ve babanı hatırla Müzik olamayan, müzik dinen, aynı yastık üzerinde aynı rüyayı Aynı gören biz, birbirimizin kardeş kızı Kızının kardeşi” (24) dizelerine bakıldığında, kızkardeşleşmek fiilinin aile algısını, yapısını nasıl dağıttığı görülür. Anne ve babanın hatırlanması istenir, çünkü bu iki önemli figür kardeşleşmekle unutulmuştur. Kendilerine ihtiyaç duyulmadığından algılardaki

eski yerlerini kaybetmişlerdir. “İnsanlıktan kurtulup kardeş olan.” dizesi de Baudrillard’ın felsefesiyle büyük bir uyum içerisindedir. Şairin ve düşünürün dedikleri gibi, insanlıktan kurtulan, insan olma gerçekliğini arkada bırakan birey herkesle kardeş olma hipergerçekliğine dahil olur. Şairin bu insanlık gerçeğinden sıyrılış sürecine bakış açısı da Baudrillard’ın bakışıyla örtüşür, ikisine göre de bu süreç son derece sancılı ve sonucu zararlıdır. Zaten iki kitabın yazılış sebebi de insanlığın ve gerçekliğin gördüğü zararları anlatma isteği olarak görülebilir. Baudrillard’ın kuramının edebi metinlere sirayeti iddiasını kanıtlamak için henüz erken olduğu düşünülebilir. Bu fikir şüphesiz kuramın sağlamasını daha net bir biçimde görmeyi arzulamakta; ancak Türkiye’nin, kuramın standartlarının gerisinde olduğu kabul edilirse, örneklerin verildiği kitaplarda yaşanılan durumum, en azından kuramın sağlamasına dair bir sezgi olduğu kanaatindeyim. Bu bile düşünür tarafından işlenen konuya hakkının verilmesini gerektirir. Çünkü Simulasyon Kuramı, şiir kitaplarının yazılış sürecinde, Baudrillard’ın tabiriyle ilk üreticilerin aklına gelmedi. Kuram kendi varlığını, sistemin sağlaması sayesinde kitaba yerleştirmeye imkan buldu. • Kaynaklar:

afro

Baudrillard, Jean. Simulakrlar ve Simulasyon. Çev. Oğuz Adanır. İstanbul: Doğu Batı Yayıncılık, 2003 Çaçan, Baran. Güzelliğimden Ölüyorum. İstanbul: Dedalus Yayınları, 2013 Duman, Cihat. Kızkardeşleşmek. İstanbul: Pan Yayıncılık, 2012


63

Fatih’teki geleneğe dönüş kapısı: Dylemi Sahaf Sizi sadece eskiye değil bilgiye ve düşünceye götürecek kitaplara ulaştırır.

Tlf: 0555 462 58 21 Facebook: www.facebook.com/dylemi.sahaf Adres: Zeyrek mah. Kıztaşı cad. 42/a Fatih-İstanbul

afro

Her türlü eski kitap, plak, eski gazete, eşyanız evinizden alınır. Her pazartesi ve perşembe günleri saat 17:30’da kitap mezatı-müzayedesine tüm kitap severleri bekliyoruz.


64

afro Şiir ve Edebiyat Dergisi • 6

afro


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.