cetrefil-2

Page 1

2

ÇEVRİMİÇİ EDEBİYAT VE SANAT DERGİSİ


s.4 ÇU - FEYZİ BARAN

S.28-31 SİNEMA VE SAKINCA MUHAMMET ÇELİK

s.5 ÇINGIRAKLI BASTON NEBİYE ARI

S.25-27 ÇÖL İŞARETÇİLERİ ENGİN FİROL

S.24 GÜZEL BİR ŞİİR YAZMAK SÜLEYMAN KARACA

dergi içeriği

s.6-7 KAÇIK MEKTUP ÖMER FARUK SAĞLAM

s.8-11 RABİA GÖRMÜŞ FOTOĞRAFLARI

s.2

S.12-13 ÇORBA ETKİSİ CİHAT BATMAZ

S.14 KAÇAKÇININ ÖLÜMÜ VE AŞK MUSTAFA KADİR ÇELİK

S.23 MİHNETLİ YOLA MİNNETSİZ DAVET SELMAN DEMİRCİ

s.22 BİR BAHÇE DÜŞÜ SEHER ORTAÖNER

s.16-21 ŞEYMA SAMUR FOTOĞRAGLARI

s.15 DEFANS - BARAN ÇAÇAN


İki Aylık Çevrimiçi Edebiyat ve Sanat Dergisi

i k i n c i s a y ı

a ğ u s t o s

e y l ü l

2 0 1 2 Yayın Ekibi: Hikâye editörü: Gülnur Arı Deneme editörü: Seher Ortaöner Şiir editörleri: Fatma Nazlı Ulusoy Nebiye Arı

ı: otoğraf f k a p a K amur Seyma S : Tasarım Çelik et Muham

Selam ile..

En büyük mucizesi Kur'an'ın edebiyatı olan bir

İlk sayımızda edebiyata ve hayata dair temel yapı

Peygambere inanan bizler, hangi zamanda ve

taşlarımızı oluşturan değerlerden bahsetmiştik.

hangi mekanda olursak olalım edebiyat temelli

Bu değerler üzerine kurmaya çalıştığımız

bir dirilişe inanıyor olmalıyız. Edebiyatın insanı ve

Çetrefil'in tekrar sizinle buluşuyor olmasından

çağı dirilten bir vasfa sahip olması için edepten

dolayı duyduğumuz mutluluğu dile getirmek

köklenmesi lazımdır. Temeli edebe dayanmayan

isterim.

bir edebiyat bizim için mevzu bahis dahi

Biz dili kullanmanın bir şekli olan edebiyatı, İsmet

olmamalıdır.

özel'in “İnsan olma durumunu ve vakarını hesap

Edebiyatta bizim önemsediğimiz hususlardan bir

dışı bırakacak ölçüde yozlaşmış bir insanlık kendi

diğeri de Cemil Meriç'in “kelam bütünüyle

dilini kullanma onuruna da layık değildir.”

haysiyettir” sözündeki gibi değerli bir duruş ve

sözünde olduğu gibi insanlığın varlığı, hakiki

kıymet ifade etmesidir. Bu özellikleri gördüğümüz

anlamda varlığı için gerekli görüyoruz. Çetrefil bu

her cümle dili, dini ne olursa olsun bizim için

anlamda bizim umutvar olduğumuzun bir

mühimdir.

yansımasıdır.

Pakdil'in “Her yazı bir temel kazı: yaklaşmak için

Arthur Rimbaud'ın “Senin bir adım atman, yeni

varoluşun giz alanlarına” sözünü dua olarak

insanların ayağa kalkması ve yürüyüşe başlaması

telakki ediyor, her harfin bizi “Harfleri Yaratan'a”

demektir” sözüne de istinad edebileceğimiz bu

götürmesini temenni ediyoruz.

uzun yolun sadece bir adımıdır.

Vesselam..

s.3

çetrefil

Fatma Nazlı Ulusoy


ÇU

s.4

feyzi baran

(GİTTİ)

-çu.. Diyor çocuk babasının ardından. Her şey bir hiçliğe karışıyor o zaman benim zihnimde.. -çu.. anlıyorsun kaybettiklerini, “-çu” dediğinde, anlıyorsun bir gidişin fırtınalarında yalpalayan ateş denizlerinde mumdan gemilerinin yolculuğunu.. “o gidiş eritecek seni” diyememek ne kadar da acı verici… -çu.. deme gözlerimin içine bakarak çocuk, o kadar giden yanım var ki hangi birisinden başlayayım gelmeye… Hangisine alışmana çağırayım seni.. “-çu” deme çocuk, çok gerisindeyim kalbimin. Mutluluğa beş kala kalkan trenleri, büyüttüğüm çiçeğin kanatlanıp uçtuğunu nasıl anlatırım sana. -çu.. Sesleri kırmalı derim... -çu.. Zamanın tekerleğini patlatmalı.. -çu.. Gökyüzüne ip atmalı.. -çu.. Bilyelerimi yutmasınlar...

-çu.. Tandır ekmeği çocuk, yüreğin gibi sıcak. kokun ruhumun yaşamasına vesile olacak.. -çu.. Gökyüzü bulutlu, annenin ellerinde babanın tesbihi. Ya Rezzak diyor annen. senin için çikolata.. -çu.. çu.. çu.. Aslında giderken de seni ne çok sevdiğini nasıl anlatayım sana çocuk... Baban seni giderek seviyor. Ya hiç gelmeyecek gidenleri olanlar ne yapsınlar çocuk. Ne yapsın geceleri ışıksız kalanlar, ne yapsınlar soluğunu sevdiğinin yüreğinde unutanlar, ne yapsınlar gecesi sabahsız kalanlar. Aslında biliyor musun çocuk? Bazı şeyler bir tek senin umurundadır. İnsan nasıl yalnız ölürse, insan öyle yalnız terk edilir. Yani çocuk o senin baban, gitmiştir ve diğer çocukların dilinden tekerlemeler hiç susmamıştır ya. Senin nutkun tutulurken, onlar yeni aldıkları şekerleri ağızlarında gülümsüyorlar ya. Anlarsın o zaman, bazı acılara nasıl tekil düşülür…


dün muhalif bekarlar, bugün evli devlet adamlarıydık tramvaylarda mahşeri ramazan kalabalığı ve âh sevgili Tanrım! seslenişim gücendirmesin ama Hepimiz leş gibi ter kokuyorduk, affet kuracağım hiçbir cümleyi sevemem sevgilim garipseme buyruklarımı hiçbiri ilahî değil gözlerine bakıp geçecek diyemem otuzuma gelince ölecek gibiyim, sabret. biz en çok mesihliğe oynarız atımızı ezilmişlik bizi yüceltir, sokaklar daralırsa da derin bir nefes al ve asla verme elini zindandan yazarsın şiirlerini, az gayret. bu gecenin bana uyku getireceği yok sevgilim güneşi bekleyeceğim, çözülecek belki örgüleri 25 yaşımın kırışıklığı düşüncelerim gibi terk etmeye hazırım ekmek teknesini, hayret.

s.5

saat de bekliyor geleceğini otuzuna varınca ölecekmişim sanki.

ÇINGIRAKLI BASTON

nebiye arı

çağırmayalı uzundur zaman sevgilim yadırgama sözlerimin üstü kapalı 25 yaşın dayanılmaz yorgunluğu sinmiş ağır ağır ilerleyen dengesiz bir minibüs gibi hayat


m a l ğ a s k u r a f r e m ö s.6

olan. Önemli li m e n ö z u n u ğ e de çoklu ez olan Ne azlığımız, neğil. Önemli olan ve değişmmakıllı bir olan niyettir. D , hepinizin kalbi temiz. Ada günün önemi eylem. Anladıkz olduk. Farkına varacağınız şey konuşama büyük. isiniz acaba? m r e n ö d a y ra u Neyse, biraz b n. Çok güzel Ne diyordum? ve yukarı doğru bakın lütfe Evet, hafif solanüze konuşmak istiyorum. oldu. Bu yüzü oğru oğru denmez, edk d e y fe sa e m a za d en kıs İki nokta arasıDoğru, sonsuza uzar ve sonsu özgürlük, ne parçası denir. i, bizi noktalara hapseden bir doğrudur. Pek kadar özgür? na? Sizi biraz , a b iz in is m ir il bakab lütfen Şey, karşımdan istiyorum. Yanlış anlamayınşim deyip de karşıma almak ıya alış bu. Yoksa size karde dostça bir karşk gibi bir niyetim yok. voyvoda olma am ileri gitmiş olmr? la z fa m sa n lu asıl olu daha bu Son bir ricada kiyenizden de vazgeçseniz nriliyormuşum değil mi? Şu tamıyorum da. Hep bir geçiştiok isterdim Size pek inanamde size dair. Oysa ben ne ç . hissi var üzeri mle yazdıklarımı silebilseniz tükenmez kale

i başına düşen iş k , m e m il b ri n gerçek şen milli geli Kişi başına dü z sayısı artıyor. Lütfen bunuüz varsa size gayri meşru yüunu söyleyin. Tek bir yüzün ece fiyatlar yüzünüz olduğim. İki yüzü olanlar için sad alistlere değer verebilir rçi bu da arz-talep dengesi re z bundan var elimde. Gemal çok diyorlar, fiyatlar ucu göre. Bu sene mütevellit. yüzüm. İki i il g v se im il ğ e d Ah, kendimde orum. Nerde miyim?yeter, benimkini pek sevmiy eksin? kişiye iki yüz a. Bunu da mı bana söyletec Yüzsüzüm san lerde. Aklıma geldi. n e ç e g tı ış m k ters ta ziyeti Dedem saatiniğme'nin Merak Celbeden Va anik olsa da, Bünyamin Dü klaması tek yönlü. Anılar orgdı bırakır. Dede, saatin tı iktir, ağızda hep bir kireç ta zaman inorgan elim aynı anda. Bir aki m ru o ıy m a y sa larınd zlasını Bir elimden fadirginlik kötü şey. Para piyasa bu sorun hep tetikte. Te daha çok şey yapabilirsiniz, falan filan. durgunluk içineğişti diyorlar, para mutluluke bakışının değil. Devir d im de değişenin değişmemiş . Acil vaka Ben değişmed lerken bir değişik oluyorum Dr. Emre Bey değiştiğini söy kliniğe lütfen hafta içi, hem işti. Tek elle değilsiniz, poli eyefendi tekliyorsunuz dem a. psikiyatride. Brmış galiba. Elimizde taşlarl ancak bu kada

P U T K E M K I Ç KA


n giyen bilinir. te rs te ü ğ lü n ö le en Eşeğe tersten bin ı yakın. Ah, yakın zaman

s.7

in gelecekte. Siz in ib h sa r o y tı ar i ğ en gererim. üde gerginli id lç ö en ı y ığ p d tı n la la ır p at sa h i e ya da eskiy yalım. apı. Geçmiş Zihin esnek bir y Ben de eskidikçe sizi gerebilirim aber. Şimdi durumlarımızı ayarla yılan. de bilirsiniz. eden koparız bernuturuz ama aynı deliğe uğramaz lm ce İn ı? m a n fe r, belki u Beraber geriliriz Hem belli mi olu nlığamerhaba. sa in # z? u n u rs o y ü n ığımızdan, ne düşü ad m ar k çı se is h an ızd azlıklar veriyor. lm u n u k Kendi kıssalarım o d e v r le r, ün mi? edikleri makamla ne diyorum değil m e d et en ak h B ra la n sa i in Popülerlik rijidites e mahpusum. im d en k in iç ım ığ e. yok. Özgür olmad apishane içimizd am h y n sa ü k d o y ar , ad im k er ek k şe ec Mahsus diyorum Dünyadan bahsed m ikâyemiz bir anlam. h rt tı u b i k el B . iyoru ırtalım hep arkadan yırtt bulaşacak bir şey varsa, onu bilm i ğ le m ö g a at ay h ışlarla Bırakalım da bakma öyle. Bak ı âl ân m ı âl ân M bulur.


s.8

fotoğrafları

rabia görmüş


s.9


s.10


s.11


s.12

Ç O R B A

E T K İ S İ

Emre ile hanımı merdivenleri ağır ağır çıkıyorlardı. Az önce aranıp davet edildikleri dostları, aynı apartmanda başka bir katta oturuyorlardı çünkü. Komşuları misafir hazırlığının son rötuşlarını rahatça yapsınlar diye onlara zaman tanımak istiyorlardı. Emre, meslekte yeni sayılabilecek kadar genç bir polis, hanımı ise özel bir poliklinikte çalışan bir hemşire idi. Bütün sakinleri memurlardan oluşan bu apartmanda en çok Mustafa Hocalarla anlaşırlar ve haftada birkaç kez düzenli olarak akşam oturmalarına gidip gelirlerdi. Karı koca kapıya ulaşınca zile bastılar, şimdiye kadar doğada hiç duymadıkları ama nedense kuş sesi olarak kabullendikleri ses çınlamaya başladı. Kapı açılınca ev sahiplerine özgü mahcup ve mütebessim yüz ifadesi ile Mustafa hoca onları içeri buyur etti. Misafirler, onun mahcubiyetini kırmak için mi yoksa mütebessim yüz ifadesinin verdiği rahatlıkla mı bilinmez, teklifsizce yemek masasına oturdular. İki aile de normal zamanlarda yer sofrasında yemek yemelerine rağmen, misafirlerini masada ağırlarlardı. Masa da yenen yemeklerden hoşnut olmayan tek kişi hemşire hanımdı. Onu son derece rahatsız eden şey kocasının göbeğinin varlık sebebini akşam yemeklerinin dozunu ayarlayamamasına bağlamasıydı. Sandalyede oturur halde yenen yemeklerin ise yerde yenilenden fazla miktarda olduğuna inanıyordu. Yine de ne olur ne olmaz diye evden çıkarken kocasını az yemesi konusunda tembihlemişti.

sosunu döktük mü… diye konuşmaya devam ederken, Emre'nin birdenbire ağzını kapatıp sofradan fırladığını gördü. Emre önde karısı arkada lavaboya doğru koşmaya başladılar. Emre ağzını bastırıyordu ama parmaklarının arasından hevesle fırlayan kusmuk parçacıkları etrafı kirletiyordu. Mustafa hoca şaşkınlıkla, karısı ise suçluluk ve anlamsız bir merakla birbirlerine bakakalmışlardı.

Masanın etrafında oturan üç kişi, Mustafa hocanın eşinin yemekleri servis etmesini beklemeye başladılar. Mustafa hocanın eşi, çorbayı doldurmak için tencerenin kapağını açtığında Emre'nin genzine kaçan kokular zihnini bulandırmaya başladı. Karnına ufak ufak sancılar saplanıyordu sanki. Emre Mustafa hocanın eşine dönerek sordu: -Tencerede ne var yenge? -Yayla çorbası yaptım sıcak sıcak. Üzerine de naneli pul biberli

Beş dakika sonra etraf temizlenmiş, ortalık sakinleşmişti. Artık herkes salonda Mustafa hocaların sütlü kahve rengindeki kanepelerinde oturuyorlardı. Tabiatıyla iştahlar kaçmıştı. Evsahiplerinin gözleri tıbbi bir açıklama için hemşire hanıma çevrilmişken söze başlayan Emre oldu. -Mustafa çok özür dilerim, özellikle senden yenge. Yemeği mahvettim galiba. Sorun bende ama yemekle ilgili değil kesinlikle. -Oh! İyi, dedi Mustafa'nın hanımı ve bu sözü salondaki gergin havayı dağıtacak gülücüklere sebep oldu. Yemeği yapan kişinin kızmaması Emre'yi rahatlatmıştı: -Senin yemeklerini çok severim yenge, bilirsin. Fakat yayla çorbası ile ilgili kötü bir anım var. Bu nedenle ne zaman yayla çorbası görsem kötü olurum. Gerçi hiç kusmazdım ama biraz üşütmüşüm de galiba. - Aa, biliyor musunuz biz buna eğitimde garcia etkisi deriz, dedi Mustafa hoca. Sen yayla çorbasına karşı koşullanmışsın. Çorbayı içerken veya hazırlarken başına bir şey gelmiş olmalı. Veya bağırsaklarından rahatsız olduğun bir gün bu çorbadan bolca içmiş ve kusmuş olmalısın.


cihat batmaz Olayı aydınlatacak açıklamaların hemşire hanımdan beklenirken, Mustafa hocadan gelmiş olması odadakileri bir hayli şaşırttı. Mustafa hoca ise uzun zaman sonra alan bilgisi ile bir meclisteki insanları aydınlatmış ve etkilemiş olmanın keyfini sürmeye başlamıştı bile. Emre şaşkınlığını ve takdirini -özelliklegizlemeyerek: -Evet Mustafa, ilk söylediğin durum geçerli benim için, dedi. Birkaç yıl öncesine kadar yayla çorbasıyla bir sorunum yoktu aslında. Polis okulundan yeni mezun olmuştuk. Bir arkadaşla beraber Adana'ya dönüyorduk. Yolda mola verdiğimiz bir yerde bir lokantaya girdik. Ne yiyelim diye sordu arkadaşım. Ben de buranın yayla çorbası çok güzeldir, dedim. İşte orada çorbalarımızı içerken arkadaş sofranın ortasına kusmuştu, ben de o günden beri yayla çorbasına şartlandım işte. -Koşullanmak diye düzeltti Mustafa hoca etrafı süzerek. -Evet koşullandım. Bir dakika, bir dakika diye irkildi Emre. Tabi ya benim arkadaşım da gabriel etkisinden kusmuştu o halde. -Garcia diye düzeltti Mustafa hoca tekrar etrafı süzerek. Peki arkadaşın çorbaya karşı koşullanmış ise neden tabağın yarısını içtikten sonra kustu ki?

s.13

Emre büyük bir sırra vakıf olmuşçasına yüz hatlarını gererek cevap verdi. -Onun koşullandığı şey çorba değildi ki. Arkadaşımın hikayesini polis okulunda birkaç kişiden başka kimse bilmezdi. Zaten bilmesi de iyi olmazdı. Salondakileri merakla karışık bir heyecan dalgası kaplarken Emre anlatmaya devam etti. -Buna çok kötülük etmişken küçük bir çocukken. Adana'nın bir

kenar mahallesinde otururlarmış. Babası tabla üzerinde mevsimlik meyve satan bir işportacıymış. Evleri kalabalıkmış. Yine de bana “kötülük” yapana kadar o insanlarla çok mutluydum derdi arkadaşım. Kendisi okuldan sonra mendil satar, işi bitince top oynarlarmış mahallede. Mahalleleri çok karışıkmış ama. Hırsızlık olayları çok olduğu için mahallede sürekli polis devriye gezermiş, ta o zamandan polislerin cakasına hayran hayran bakıp polis olmak istemiş. Ne var ki mahallelerinde” başka” olaylarda olurmuş .O zamanlar polis çok kalabalık gelirmiş. Arkadaşım ve arkadaşlarının polislere taş atması, polislerin de gaz bombasıyla cevap vermesi çok eğlenceliymiş. “Heyecandan ölürdük” derdi arkadaşım. Yine bir gün böyle “eğlenirken” polisler yakalamış onu. Adana'nın uzağında ormanlarla çevrili bir hapishaneye götürmüşler arkadaşım ve arkadaşlarını. Büyük kapısından girerken kapının üstündeki tabelayı okumuş, hapishanenin ismini aklına kazımış kendi deyimi ile. İşte orada, o hapishanede kimseye tam olarak anlatamadığı “kötülükleri” yapmışlar arkadaşıma. Anlattığına göre çok ağlamış çok defa da kendini öldürmeyi düşünmüş. Polislik hayalinden de vazgeçmiş o zaman. Ama sonradan bakmış ki ağlamakla, utanmakla ömür bitmiyor, polis olmaya karar vermiş tekrar, başka çocuklara “kötülük” yapmasınlar diye. Hanımlar anlatılanlardan çok etkilenmişlerdi. Nedense kendilerini bir suçluluk duygusu sarmaya başlamıştı. Mustafa hoca ise taşları yerine oturtma derdindeydi daha çok: -Ee Emre, bu anlattıklarının arkadaşının çorbaya koşullanmasıyla ne alakası var? -Dedim ya çorbaya koşullanmamıştı arkadaşım, çorbayı içtiğimiz yere koşullanmıştı. Yıllarca unutmaya çalıştığı “kötülükleri” hatırlayıp kusmuştu. Biz çorbayı büyük bir iştahla içmeye devam ederken arkadaşım sordu: -Biz neredeyiz şimdi Emre? Ben de cevap verdim: -Pozantı'dayız. … Bu son kelime ile salondakiler ürperdiler ve bir süre sustular…


K a ç a k ç ı n ı n Ö l ü m ü ve Aş k (Roboski'ye)

Nice yıldız nice gece nice gündüz geçirdim ellerinde Ekmek arası kahvaltılarım bölünse içinden sen Demek kamburlaşa kamburlaşa pencereden bakmayı da sevebilirmiş insan Gecene uyku, uykuna gece Nefesindeki duman aşktan daha evlice

Tufan olabilir İnsan ölse de kalır acısı Açıktan bir dünya geçiyor Ne kadar değerliyse bir kaçakçının ölümü

s.14

Üç odalı bir evde tam da severken birbirimizi Suskunluk vurabilir herkesi.

mustafa kadir çelik


yaşı, oyundan kesilmemiş çocuk daha bizi bir arada tutan değer, cana kıyması. acil kan ihtiyacı için gitmiştim yanaklarına

defans baran çaçan

sonra yaz sepserin dicle nehri'ni görüp bir susığırı daha yayıldı suya döndüm göğsümde misafir, karanlığı. döndüm tekrar o akmayan suya dokunuyorum: her damla ölü omurgasına çekiliyor uzandığım dudak. balkon yıkılıyor, çoçukları seyredeceğim. yağmalıyor ısıyı çoğalmayı düşündüğüm çin bir kızın elleri gibi benden uzaktaki bir kızın göğüsleri gibi, çin… dineceğim, belki asırlar önce doğmuş; durduğum zaman, yanlış.

s.15

artık hazırlamıyorum kavrulmuş deriyi onların ılık göğüslerine besmele aşka, kauçuk tüyleri; çekilir etekleri baş dönmesiyle yıkmıyorum hiçbir şeyi, saçlarımı yaşadığım cehennem ne güzel çocukken beni uslandıran ekmeğin şimdi daralmış kalbi, güzel


s.16

şeyma samur fotoğrafları


s.17


s.18


s.19


s.20


s.21


s.22

'' Bir bahçe düşü kurmadığım zaman olmuyor neredeyse. Bir bahçe evet, şöyle korunaklı, küçücük... Kıyısı boyunca renk renk ortancalar köpürecek. Duvarın üstünden morsalkımlar sarkacak baharda. İlla ki çelimsiz de olsa bir erik olacak, bir ayva, bir çam... Erik ağacı, kış biter bitmez ilkyazı müjdeleyecek. Sonra nisan geldi mi ayva, 'bak işte, yaz geliyor' diyecek. Çam, dağların kokusunu anımsatacak durduğu yerden. Bir küçük leylak ağacı köşede, buram buram kokutacak çiçeklerini. Bahçe nedir ki zaten, bir kaçış ve sığınma yeridir. Toprakla haşır neşir olduğun, içinin karasını döktüğün, yeğnelip kuşa döndüğün korunak. Ne diyordu Dağlarca bir şiirinde: '' insan sokakta olmayabilir / bazı garip vakitlerde / muhakkak bahçelerdedir. '›

Bir Bahçe Düşü

İkinci bölüm başlığı ise; dilsizlik korkusu. Bu bölümde ilk olarak karşımıza çıkan tefekküri bir halin ne denli güzelliklere kucak açacağıyla ilgili bir yazı. Kelimesi olmayanın ne imanı, ne aşkı, ne de geleceği olur. Bizi kelimesiz bırakma Allah'ım! cümleleri söylediklerimizi özetler durumda. Yazarımızın gazete köşelerinden sunduğu edebiyata dair yazıları, herkesin mutlaka okumasının gerekli olduğunu düşünüyorum. Zira edebiyat sadece belli bir noktaya gelmiş şahısların uğraşısı değil, her kesimin az çok hayatında var olan bir gerçektir. Bunu da aşmak zannederim ki, sadece okur sayısının artmasıyla mümkün. Sayın Çolak bu eseriyle bizleri sadece belli standartları olan bir bahçe düşüne değil, daha nice düşünemediğimiz düşlere götürdü. Düşlerimizin bitmemesi dileğiyle...

s e h e r o r t a ö n e r

Mavisini Yitirmiş Yaşamak'ın, Günlük Güneşlik Şarkılar'ın, Günsarısı'nın, Peri'yi Uyandırmak'ın yazarı Ali Çolak ' Bir Bahçe Düşü'nde korunaklı bir bahçe hülyası kuruyor. Aşık olunan, dost bilinen ağaçlardan söz ediyor. Ve daha başka şeylerden... Otel odası yalnızlıklarından, sabah uykularından, yaz yolculuklarından, sokaklara 'aşk' yazan adamdan... Kitabın ikinci bölümünde ise yazarın, edebiyatımızın ve yazı hayatının güncel sorunları üstüne yazdığı denemeler mevcut. Gelin iki bölüme de bir göz atalım... İlk bölüm başlığı; bir bahçe düşü. Bu bölümde yaza, sonbahara, yalnızlığa, İstanbul'a, güze, sahura, iftara, bayramlara, ebedi gençliğe, aşka, tatile, otel odası yalnızlığına, sabah uykusuna, bahçe düşüne, ayva güzellemesine, kavaklara, ağaçlara dair yazılan kısa denemeler var. Her biri ayrı bir kitap yazılacak cinsten

ve öyle güzel örneklemelerle anlatılmış ki, birçok cümlenin altını çizmeden de geçemiyoruz. Anlatımın sade ve akıcı olmasının yanısıra, örneklemelerin günümüz yaşamından da teyit edilmesi aklımızdaki soru işaretlerini birbir kaldırıyor. Ki konuyla ilgisi olan yazarların ve onların hayatlarından alınan kısa notlarla konu bağlamı etkileyiciliğini katbekat artırıyor. Ara ara serpiştirilen mısralar ise bir bahçe düşünden uyanmamak için sanki bizlere bir demet gül sunuyor...

İyi okumalar Bir Bahçe Düşü - Ali Çolak Ötüken Neşriyat


s.23

Sen zannediyorsun ki hayat hep gülümser yüzüne. Acı çekeceksin dostum acı çekeceksin. .razı mısın? Çileli bir yol burası.. ayaklarından kan sızacak bir Taif sonrası. Taşıyabilir misin bu yükü. gelirsen birlikte yürüyeceğiz. Istırap kokan bir hava hakim buralara. Gözyaşı dökmeyi vird edineceğiz var mısın? Ama yeis bizim sokaklarımıza uğrayamaz dostum. Şirk meydanında tekbir getireceğiz peşinen bilmelisin! Bu dünyaya fişlenmeye geldik. Dişlerini gösterse de küfür korkmayacağız! Firavunların dişlerini sökeceğiz var mısın? Günahlarımızı tevbe için bilip ganimet Şimdiden tezi yok döneceğiz. İtiyatlarını bırakıp arkana bugün, Peygamberin kardeşi olmaya niyet et! "Son saat"te değil bugün ağlayacağız. Durma dostum geliyorsan kalkıyor Nuhun gemisi. Tüm sevdalarını arkada bırak. Davamıza sırt çeviren canından bir parça olsa da bırak. Bir fiili duanın sınırlarını aşmasın hayallerin. Sen hidayete erdiremezsin. Zira bu yolculuk hidayete ermek için. İçli bir çığlık koparacağız, kalplere dokunacağız. Zulüm baki kalmayacak yeryüzünde. Güneş adaletli bir dünyaya doğacak bir gün. Allahın kudretine sınır koymaya kalkma sakın! Ama bil ki insan için çalıştığından başkası yoktur.

MİHNETLİ YOLA MİNNETSİZ DAVET


süleyman karaca

s.24

Güzel bir şiir yazmak istedi çocukluğum, Zamanı durdurup odağındaki devinimsizliklerden kaçındığı, harflere yalvararak... Harflere ruh üflemek istedi çocukluğum, Birbirlerine yapışarak bir anlam meydana getirsinler diye... Unuttursunlar bana büyümüşlüğün sızıntılarını, Vahşiliğin temel göstergelerini, unuttursunlar bana büyürken katlettiğim bakire duygularımı, Kazanmak için kaybettirmem gerektiği realitesinden koparsın beni, Bir şiir yazmak istedi çocukluğum, Islak kaldırımlarda bir sokak köpeğine sarılarak ağlarken... Bir kağıt kalem çıkardı Ve düşünmeye başladı kendini... her anı diğerine katıp diğer ana ulaştığımın bilincinde gülümsemekti çocukluğum ! Güneşe kadar zıplayıp roveşota ile onu kalenin ağlarına gönderme isteğimdi, Bugss Buny'nin kemirdiği havucu bitirirken hayallerimde uyuyakalmışlığım annemi krallığımın kraliçesi saymaktı Ve babamdan güçlüsünü görmemekti çocukluğum...

Bir şiir yazmak istedi çocukluğum, Büyüme isteğiyle, Kumandanın hükümranı olacağı günü bekliyordu sabırsızlıkla, Kızlarla kadıköy denilen yerde yürümeyi, Ve arkadaşlarıyla yatsı ezanına kadar saklanbaç oynamayı arzuluyordu ! Evrenin hayal ettiği gibi, Şekerden evlerle olacağı günleri bekliyordu Zaman değiştirecekti yaşadığı ömrü, Öyle hayal ediyordu en azından ! Bİr şiir yazmak istedi çocukluğum, Eline yüzüne bulaştırdı sonra ! Ve kahkahalarla gülümseyerek annesine götürdü elindeki kağıdı Annesi ona bakıp kızdı git başımdan !!! Babasına götürdü çocukluğum yazdığı şiiri, Babası işim var dedi Abisine baktı Top oynuyorum dedi Ve yazdığı şiiri yırttı çocukluğum, Salıncak sallanmıyordu artık anneyi azletti krallığından, babası çaresizce yalvarıyordu gözlerinde şimdi... Bir şiir yazmak istedi çocukluğum Ve farketmeden büyüdüğünü anladı !!! <herkes gibi olmasindi derdimiz...>


çöl işaretçileri

s.25

engin firol


Çöl; bir bebeğin kulağına okunan ezan misali yankılanıyor ; su biraz su, bir damla su… Çöl öyle bir yer ki kim ziyaretine gelse buraya kundaklanıyor. Kundaklanan bebek misali eli kolu bağlı bir yere gidemiyorsun. Çöl; günahsız bakışların uçsuz bucaksız sevdası. Çölde bir araba iz bırakıyor geleceğe. Adı konulmamış bebeklere isim veren yaşlı dedeler, arabadan inen genç adama meraklı gözlerle bakıyorlar. Genç adam sorulara karşılık şaşkınlıkla :” Ben öğretmenim” diyor. Çöl onu eğitecek haberi yok. Hem bu çölün ortasında öğretmenlik yapmak da neymiş. Çöl; altın sarısına boyanmış bir tabloda yürümeyi kim istemez ki. İnsanın gözüne her şey altın gibi geliyor. Öyle ki uzun yıllar orada yaşayanlar arasında her gördüğüne altın diye bakanlar var. Hatta altın kuyusu arayanlar köy ahalisinin gözlerini kamaştırıyor. Genç öğretmen bu köyde olup bitenden hiçbir şey anlamıyor. Kendini bilmiyor ki olanları bilebilsin. Biz de hiçbir şey anlamıyoruz. Bizler de çölün ortasında dönüp duran çöl gezginleri gibiyiz. Kimimiz sarı kumlarda dolaşıp duruyor kimimiz asfalt alanlarda dolanıyor… Çok da farkımız olmadığını anlıyoruz. Sürekli bir yerden bir yere gidip duruyor. Biz yer değiştirdikçe değişeceğimizi sanıyoruz. Oysa çöl de kalbimiz, sahra da kalbimiz… Çölde çocuk olmak, apartman daireleri arasına sıkıştırılmış çocukluktan daha iyi değil. Ama bu çocuklar her yerdeki çocuklar gibi, sevimli, meraklı, yaramaz, mutlu ve hayalperest…

s.26

Çölde öğretmen olmak: "Kitap açıldıktan üç gün sonra yaşlı bir kadın kılavuzluk etmek için gelecek. Elinden tutacak ve doğruca çöle götürecek ki sevgilisinin bahçesine ulaşsın. Bahçenin pısına şunlar yazılmış: "Âşıklardan başkası giremez.» Bu şiiri biliyorum: "Beni kınama, kınanmak benden uzaktır. Allah'ım beni koru, ben yalnızım. Benim bu hitabımın hükmünü isteyenler..." Biliyorum, bu Hallac'ın şiiri. Büyük sûfî Hallac! Anlatmak sonsuza kadar sürer.


Filmden alıntıladığım replikler: *Gel evladım. -Deniz? *Yaklaş! -Deniz? *Bilmece... Tek bilmece zamandır. Tek bilmece zamandır. İzlediğimiz bu filmde sizin içinizdeki bilmecenizi bulmanızda bir nebze yardımcı olması temennimle… Les baliseurs du désert (1986) Bab'Aziz ve Güvercinin Kaybolan Gerdanlığı ile Tunus sinemasını dünyaya tanıtan yönetmen Nacer Khemir'in bu ilk filmi de yine bir arayışın öyküsünü anlatıyor. Soufiane Makni, Noureddine Kasbaoui ve kendisinin başrol oyunculuklarıyla 1984 Nantes Altın Balon ve 1985 Valencia Altın Palmiye ödüllerini alan, dilimize "Çöl İşaretçileri" olarak çevrilen filmidir . Çölün ortasında çok eski bir köye öğretmen olarak atanan Abdusselam'ın( Nacer Khemir), köyde okul olmadığını öğrenmesiyle başlayan hikayesi, köyde yaşayan ve çölde tozu dumana katarak sürekli dolaşan insanların hikayesiyle

s.27

derinleşip mistik bir hava içinde anlatılan film, insanı içsel bir serüvene davet ediyor.

Nacer Khemir


muhammet çelik

ve a m e SAKINCA n i s Şu soru hep sorulur: İslâm'da sinema var mıdır? Düşünüyorum.. Şiir ne kadar caizse, resim veya müzik ne kadar caizse, sinema da o kadar caizdir diyebiliriz.. Şiirin caiz olmasıyla birlikte şairlerin yerilmesi de vardır İslâm'da.. Sakıncası yanı başındadır sanatın. İnsan sakıncayla birlikte vardır hep. Kur'ân'ın ifadesiyle, şairlere sapıtmış insanlar uyar, şairler şaşkın şaşkın gezerler vadilerde, yapamayacakları şeyleri söylerler. Dolayısıyla teknik açıdan sinemanın caiz oluşu, onun sorunları olmadığı anlamına gelmez.

s.28

İslâm güzeldir ve güzel olanı sever. Sanat güzelleştirmeden ibaretse buna da böyle bakılmalıdır. Ancak sinema çöplüğüne dönüştürülen dünyamızda 'güzellik'le neyi kast ettiğimi, inanın ne ben biliyorum ne de bilen birini tanıyorum. İslâm'ın güzel olması, insanın güzel olması anlamındadır bir de. İnsan Allah'ın en büyük âyetlerinden biridir ve Allah'ın Kur'ân'daki âyetlerini alıp hevâ ve hevesine göre kullananlar nasıl bir sapıklık içindeyseler, insanı asıl amacından asıl vazifesinden uzaklaştırıp yapaylaştıran ve onu ikincil görevlerde “kullanan” kafa yapıları da aynı sapıklığın içindedirler. Şuna bakalım; İslâm bizim için bir “dert” mi, yoksa onu bir “malzeme” olarak mı kullanıyoruz.. İçinde İslâmi motiflerin, İslami kültür öğelerinin kullanıldığı sinemalara veya İslami mesaj

kaygısıyla çekilmiş sinemalara “İslâmi sinema” adını veren insanlarımız var. Sinema yoluyla İslâm'ı anlatmak, “Allah'a teslim olmuş olmak” anlamına gelir mi? Allah'ın âyetlerini hayata tatbik etmekle, onları sinemaya uyarlamak aynı şey midir? İslâm kültürünü ve o kültüre ait hikâyeleri, görsel unsurları vesaire kullanmak, onları benimsemiş olsak bile, ne kadar İslâmidir? Bir iletişim biçimi olan sinema ile konuşmaktayız bugün.. Bu konuşma türü son derece etkilidir ama samimi olup olmadığını anlamak zor.. Devlet sinema ile söylemek istediğini söylüyor, bilhassa Amerika yüksek sele konuşuyor, sömürgeci zihniyetler sinema ile uyuşturup başka araçlarla da sömürüyor. Mazlumlar cılız sesleriyle bir şeyler söyler gibiler sinemayla.. Müslümanlar sinema aracılığıyla ne söylüyorlar? Ya da Müslümanlar söylemek istediklerini sinema aracılığıyla mı söylemelidirler? Daha doğrusu Müslümanların dünyaya söyleyecekleri farklı bir şeyleri var mı? Bir mesele de şudur: Bu “felçli” kafamızla sinema yaparak imanımızın doğasına zarar veriyor muyuz? Eğer böyle bir şey varsa müslümanca bir eylem değildir bu yaptığımız. Çünkü sanat doğaya zarar verirse, sanat değil katliamdır. İslâm ise insanın fıtratıdır /doğasıdır, dolayısıyla yaptığımız sanatla biz insanı yüceltebilecek miyiz?


s.29

Sinema sadece izlenen bir şey değil aynı zamanda yapılan bir şeydir de. Her izlediğimiz film, birilerinin senaryosunu başka birilerinin oynamasından ibarettir. Oyuncuların rol yaparak kendilerini hayat içinde bir hayata, oyun içinde yeni bir oyuna sokmaları söz konusudur. Peygamberimiz şakayla da olsa yalan söylemeyi yasaklamıştır. Yine peygamberimiz, görmediği rüyayı görmüş gibi anlatanlara sert çıkmıştır. “Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?” diyor Kur'ân'da bir âyet. Başka bir âyette de “başkalarına iyiliği tavsiye edip kendinizi unutuyor musunuz?” diye soruluyor. Oyuncular şakayla veya rol icabı yalan söylerler, kötülük yaparlar, evlenip boşanırlar, zulme karşı sessiz kalmamak için mücadele ederler, ağlayıp sızlanırlar ve çekimler bitince eşyalarını bırakıp evine dönerler. Örneğin Filistin'de zulüm varsa bunu sinemaya aktaranlar kendilerince asıl görevlerini yerine getirmiş oluyorlar. Rolünü bitiren oyuncu ağlamayı ve taş atmayı kesiyor. Sinema seyircisi ise evinde veya sinemada izlediği bu film bitince görevinin büyük bir kısmını tamamladığını düşünüyor. Her şeyi anladığını, artık daha cengâver olacağını zannediyor. Televizyonlar da böyledir, haberler ve filmler vasıtasıyla bize iletilen haksızlıklar, adaletsizlikler, bizde izleme alışkanlığı doğuruyor. Birebir çıplak gözle gördüğümüz açlık çeken bir Afrikalı çocukla ekrandan izlediğimiz aynı olmuyor. Çıplak gözle gördüğümüzde vicdanımıza hemen ulaşan acıma hissi, cam ekrandan veya beyaz perdeden bize aktarılınca, gerçek olmayan bir ortamda bulunduğumuz için, vicdanımıza ulaşana kadar buharlaşabiliyor. “Yeryüzünde gezip dolaşın” âyetine uymak yerine,

oturduğumuz yerden yeryüzünün sorunlarına “izleyici” oluyoruz. Rol yapan oyuncular iki ayrı hayata sahip oluyorlar. Bir evdeki babası var, bir de senaryodaki babası.. Bir evdeki eşi var bir de senaryodaki.. Evdeki çocukları için çalıştığı gibi senaryodaki çocukları için de bir şeyler yapmalı.. Hatta bazı oyuncuların kendilerini rollerine aşırı kaptırıp rollerini asıl hayatlarıyla değiştirdiklerine çokça şahit oluyoruz. Eşini bırakıp rol arkadaşıyla evlenenler ve buna benzer kişiler suçlu mudur acaba, yoksa insan doğasında olan bir şey midir bu? Oyuncu çoğu kez inanmadığı bir şeyi canlandırır. Hazreti Ali'nin dediği gibi, “inandığı şeyi yaşamayan kişi bir süre sonra yaşadığı şeye inanır hale geliyor.” İslâm'ın bizden istediği şey inandığımız şeyi yaşamaktır. Acaba, rol gereği de olsa, bir an için bu ilkeyi bir kenara bırakabilir miyiz? Çağımızda sinemanın, yani rol yapma sanatının hayatımızın bir parçası haline gelmesiyle inancımızı bir türlü hayatımıza geçiremeyişimiz arasında bir bağ mı var yoksa? Allah'ın bize verdiği asli görevleri yerine getirmektense kendi senaryomuzu yazıp kendi rollerimizi oynamak, Allah'ın imtihanını bir an için unutup birbirimizi olmadık hikâyelerle imtihana çekmek tanrılık taslamaya benziyor mu acaba? İslâm'ın “hayatın kendisi” olmaktan çıkartılıp bir “ideoloji” haline dönüştürülmesi çabası çağımızdaki tuzaklardan biri ve elbette rol yapma ve bunları izleyerek vicdanın kapılarından uzaklaşma alışkanlığı da bunun bir parçası..


s.30

Sinema hem göze hem de kulağa hitap ederek, üst düzey bir öğretim aracı olmakta ve ileri derecede bir telkin yapmaktadır. Şeytan da tekniğin ilerlemesiyle beraber artık fısıldama yönteminin en son modellerini kullanarak sinemadan ve diğer medya ortamlarından faydalanıyor. Sezai Karakoç'un deyimiyle “Batı medeniyeti propaganda ve reklamı icat etmiştir.” Hakikatin karşısında propaganda, fedakarlığın karşısında politika, hizmetin karşısında reklam, tanışıklığın karşısında asimilasyon.. Sinemanın zihinlerimizde yaptığı tahribat onu elinde bulunduranların kötü niyetlerinden mi kaynaklanıyor acaba? İslâm'ın da “propagandası” olamaz mı? İslâm'ı kendimiz yaşayamıyorsak da “rol yaparak” onu başkalarına anlatamaz mıyız? Ya da harama helale dikkat ederek hayatın içinden bazı parçaları sinema yoluyla anlatıp sanat icra edemez miyiz? Çekim bittikten sonra ortaya çıkan eser, izleyici üzerinde iyi bir etkiye yol açacak ve olumlu bir netice verecekse, çekim esnasında yaşadığımız ikincil hayatlar masum görülemez mi? Sonuçta iyi bir şeye sebep olacaksak, buna değmez mi? İyiliğe sebep olabilmek için “takiyye” yapamaz mıyız? Dahası bunu bir fedakârlık olarak göremez miyiz? Bu soru “nizam-ı âlem için kardeş katli caiz midir?” sorusuna benzedi. Nafile ibadetleri artırmak için hadis uyduranlar da böyle mi düşündüler acaba? Ya da hastalıklara çare aramak için laboratuarlarda masum hayvanlar üzerinde deneyler yapmaya mı benziyor biraz da? Bizler sinema

içinde ve sinema karşısında çoğu zaman, laboratuardaki masum fareler ve ada tavşanları gibiyiz.. Ama sinemasever müslüman arkadaşlar, bol miktarda sinema seyretme gerekliliğinden dem vuruyorlar. Çokluğun ve kalitenin “başarı” olduğunu zannetme yanılgısından başka bir şey değildir bu.. Kur'ân-ı Kerîm, “zararı faydasından daha çok” olduğu için yasaklamıştır içkiyi.. Efendimiz bir eve misafir olur ve sofrada sirke ve ekmekten başka yiyecek yoktur, o da “sirke ne güzel katıktır” buyurmuş.. Peygamberimiz o çileli hayatıyla eminim ki hepimizden daha çok zevk almıştır bu hayattan.. Önümüze sürülen çikolataları abur cubur yiyip bitirmektense, sirkeye devam edebiliriz.. Başarı burada.. Yeniden izleyici cephesine dönersek, insan öncelikle kendini tanımaktan sorumlu olan bir yaratıkken bütün ömrünü başkalarının hayatını izleyerek geçiriyor artık. Ve arık modern insanın şahsiyetinin büyük bir yüzdelik dilimini de izlediği hayatlar oluşturuyor. Diğer yandan bakarsak, insan, hikâyelerden kıssalardan peygamberlerin hayatından darb-ı mesellerden ibret alıp hayatını yönlendiremez mi? Kur'ân'da da bunun örnekleri yok mu? Peki, bunu bir de sinema ile denesek? Öyleyse “evet” ya da “hayır” diye kestirip atılacak kadar basit bir meseleden bahsetmiyoruz.


s.31

Çağımıza hâkim olan sistem, insanı merkeze yerleştirip her şeyi onun çevresinde secde etmeye çağırıyor. Bu sistemin yani bu dinin kutsalları arasında sanat çok önemli bir yere sahip. Sanatı namaz gibi oruç gibi bir ibadet olarak gören hümanizm, onu amaçlaştırdı. Böylece dört bir yandan saldırıya uğrayan benliğimiz birçok çağdaş bağımlılığın yanında bir de “sinema bağımlılığı”na yakalandı. İnsanın varoluş amacı ve görevleri arasında “eğlenmek” olmadığı halde, sinemayı bir eğlence aracı olarak kullanmamız, hayatımızın da eğlenmeye yönelik bir hayat olması sonucunu doğurdu. İslâm kalbimizdeki vazgeçilmezliğini yitirdi ve onun yerine birçok şey, mesela bunlardan biri olarak sinema bizim için artık vazgeçilmez oluyor. Problem acaba tekniğini aldığımız kişinin kültüründen de etkilendiğimiz gerçeğiyle mi alakalı? Zamanla g ü ç l e n i r s e k ke n d i i n a n c ı m ı z ı n sinemasını yapabilir miyiz? Kötülüğün yanında yeterince iyilik de var mı? Vicdana seslenen sinema eserleri insanlık için umut veriyor mu? Bütün bir

sakınca demetine rağmen “İslâm'da sinema yoktur” demeye hakkımız olmadığına göre işimiz daha da zor değil mi? Ya da “insan” olarak öncelikli görevlerimiz arasında “sinema” da bulunuyor mu? Yoksa araçları amaç haline getirerek gizli bir şirke mi düşüyoruz? Dedim ya, düşünüyorum.. Yerküreye egemen olan düşünme biçimi Amerika tipi bir düşünce olduğu için, gerek yöntem ve eylem açısından gerekse ürün açısından günümüzde sinema, Batı medeniyeti dediğimiz pozitivist mantığın esiri olarak icra ve takip ediliyor. Bu mantık, hayatın amacı olmadığına inandığı için ikincil bir hayatın daha doğru ve daha önemli olduğunu hissettirmek zorunda.. Müslümanların veya inançlı-vicdanlı sanatçıların ortaya koydukları ürünler ise, müthiş zevkler verecek derecede kaliteli olsa bile, aynı yöntemin hatta aynı düşüncenin taklidiyle üretiliyorlar. İnsanlığa umut verecek Müslümanca bir sanatın yeniden doğması, yöntemleri geliştirmemize veya tekniği ilerletmemize bağlı değil bence, bu daha çok müslümanca düşünmeyi ilerletmemizle alakalı..


terazinin terazinin ibresi vicdandır.

‘Daima

ibresi

vicdan vicdandır vicdan Artık,

dışında

hiçbir şey

namusluluğu

açıklayamaz:

kazanımlarımızı kazanımlarımızı

tartsak tartsak

bu terazide

tartabiliriz

ancak.

namusluluğu mümkün mü? Yeniden oluşturup

Önümüze

konan

yapılandırmak:

bu gerçek dışılığın

eğer yoksa :

vicdanımız.

dışına çıkabilmek

mümkün mü?’

başka

türlü


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.