Boo! İkinci Dönem, Sayı 4

Page 1

ikinci dönem, sayı: 4 15 şubat - 15 mart 2012



Önsöz Futbolla Karmaşık İlişkiler Lisede geçirdiğim pazartesi sabahları ile birlikte futbolu takip etmeyi bırakışım aynı döneme tekabül eder. Öncesinde internette fantezi futbol oyunları oynayan, yazın ulusal kanallardan yayınlanan hazırlık maçlarını izleyen, rahmetli Kenan Onuk döneminde 90 Dakika programını dinleyen, gazetelere spor sayfasından başlayan biriydim. Not: Galatasaraylıydım. Futbol’dan nasıl soğudum? Sabahın erkeninde İstiklal Marşı okumanın öncesinde, ve sonra sınıfa girene kadar yavaş ilerleyen sırayı beklerken yapılan futbol muhabbetleri yavaş yavaş sıkıcı geliyordu. Bir gruba dahil olma psikolojisiyle yuvarlak olmuş 4-5 kişilik insan topluluğuna yanaşıp konuşulanlara kulak kabartarak, kahkahalar attıkları zaman eşlik ederek kendimce yalnızlığımı giderdiğimi zannederken, bu sıkıcı gelmeye başlayan muhabbet üzerine düşünmeye başlamıştım. Araya girip söze katıldığım yoktu, çünkü böyle bir ortam yoktu. Üç büyük kulübün taraftarlığına mensup gençler dönüşümlü olarak her hafta şeyi konuşup duruyorlardı. Hiçbiri kazanan tarafı tebrik etmiyor, kazanmasıyla ilgili olarak oyun haricinde her türlü bahaneyi (hakem, seyirci, şike, zemin…) öne sürerek itiraz ediyordu. Kazanan taraf bir yandan bu itirazlara karşı takımını ölümüne savunurken, öbür yandan kaybedenlerin kaybetmişlikleriyle dalga geçiyor, bir süre için tuttuğu takımı bırakıp o hafta ezeli rakibini yenen takımın renklerine bürünüyordu. Aynı kısır döngü 34 haftanın okulla kesiştiği bütün pazartesileri boyunca kesişiyor, toplasan değeri hiçbir şey etmeyecek bütün tartışmalar hiçbir sonuca varmadan sezonu sona erdiriyordu. Kaybedenin kazananı tebrik ettiği, kazananın kaybedene ilerisi için başarılar dilediği bir futbol ortamını özleyen ben, yavaş yavaş bu kısır döngüden sıkılmaya başladım, önce ligleri takip etmeyi bırakıp öğretmenlerimiz gibi salt milli takımı izler oldum. 2002’deki başarı bir süre daha tekrarlanmayınca onları da bıraktım. Euro 2008’de geçmiş olsundu, turnuva bittikten sonra öğrendim nasıl millete kalp krizi geçirterek üçüncü olduklarını. Zamanla dünyayı, çevreyi ve geçmişi tanıdıkça futbolla ilgili esas sorunumu buldum sanıyorum: Endüstriyel futbol. Yeşil sahanın her bir santimetrekaresine reklamın işlemesi, futbolcuların attığı her adımın, antrenörlerin yaptığı her bir el-kol hareketinin para sesi (trink) çıkartması ve bahis denen mevzunun, para hırsını kazanma hırsının önüne geçirmesi sporun bütün o fiziksel, ahlaki ve kardeşçe mücadelesini günümüzde sildi süpürdü. Her şey reklam verenlerin isteği doğrultusunda şekillendirilirken, en basitinden biz seyirci konumundakiler, reklam görmekten yorularak izlediğimiz maçtan bir şey anlamaz hale geliyoruz, müsabakanın keyfine varamıyoruz. Yine bir “Altın Çağ” muhabbeti Günümüz futboluyla ilgili düşüncelerim bu şekildeyken yine de tümüyle “futbolu hiç sevmem” diyerek kestirip atamıyorum. Aynı şeyler dünya kupaları için de geçerliyken onlara biraz daha sempatiyle bakıyorum mesela. Langırt masası gördüğümde duyduğum oynama isteği, mahalle maçlarının amatör havası, Yeşilçam filmlerinde gördüğüm futbol sahneleri ya da Halit Kıvanç ve benzerlerinin anlattığı eski futbol anıları halen daha içimde masal dinlemeye hazır bir çocuğun halet-i ruhiyesi ve sevincini uyandırıyor. Futbola olan ilgim şortların kısa, formaların çubuklu, suratların bıyıklı, sahaların çamurlu olduğu yıllara yerleşip kalmış. Herkesin isminin başında bir de lakabıyla çağırıldığı, uluslar arası alandaki fevkalade başarısızlığımız ama mücadeleci ruhumuzla yabancı bir takıma bir gol atarak yenilsek dahi “yenildik ama ezilmedik” coşkusuna bürünmüş bayram havasını soluduğu, stadyumların kentlerin içerisinde, kent ve insan hayatıyla iç içe olduğu yıllardaydı benim gözlerimi yaşartan futbol. Geçtiğimiz ay Lefter Küçükandonyadis’in aramızdan ayrılışı işte bana bunları düşündürdü. Aklımdaki dönemin birkaç yıl gerisinde top koşturmuş olsa da bütün bu “dinlemesi hoş futbol”un temel taşıydı. Oynadığı döneme yetişemedik ve elimizde görüntü kayıtları da yok ama, Ordinaryus’u hep özleyeceğiz. Bu arada konuyla alakasız ama, hakikaten insanın kendi dergisi gibi yokmuş! Bizim dergimiz... Alper Demirci

Sloganı hatırlamadan olmaz: “Ver Lefter’e, yaz deftere”.

Yazdırılabilir Sürüm Boo! dergisinin bir de yazdırılabilir sürümü olduğundan haberiniz var mıydı? Yazıların resimsiz, iki sütunlu, 1 punto büyük halleri sade bir PDF dosyasında derlenip indirmeniz için boodergi.com’da bulunmakta. Yazdırılabilir sürümün bir çok önemli esprisi daha var: Kesilmemiş röportajlar! Sığması için kırptığımız röportajların kırpılmamış upuzun halleri de yazdırılabilir sürümümüzde yer alıyor. Yazdırılabilir sürüm, her yeni sayı yayınlandıktan sonra 1-2 gün içerisinde çıkar. 15 Şubat-15 Mart 2011 | 3


Ne Var Bu Ay?

15 Şubat 15 Mart 2012 Dönem: 2 Sayı: 4

28

55

Metin Solmaz

Manço & Karaca

Ehlikeyif proje insanı Solmaz ile Boo! tarihinin en uzun röportajını gerçekleştirdik.

Şubat ayında kaybettiğimiz iki unutulmaz sanatçımız Barış Manço ve Cem Karaca üzerine...

34

33

LongDistanceCalling

Eversham

Dizin 2011’den Müzik Notları, sf.42 Apollo, sf. 60 Barış Manço & Cem Karaca, sf. 55 Batman: Arkham 4 | Boo! Sayı: 4

City, sf. 80 Dinosaur Jr., sf. 76 Eversham, sf. 33 Hakan Özfatura, sf. 44 Hayvan Gibi Sergi, sf. 27 Ivan Turgenyev, sf. 78 Konser Manyakları 2011, sf. 36 Long Distance Calling,

62

Raymond Carver

sf. 34 Metin Solmaz, sf. 28 Raymond Carver, sf. 62 Salvador Dali İstanbul’da, sf. 24 Talk Talk, sf. 64 Theodore Kaczynski, sf. 52

78

Ivan Turgenyev

Güncel, sf. 6 Sandık, sf. 48 Raftaki, sf. 66 Ajanda, sf. 15


Genel Yayın Yönetmeni Görsel Yönetmen Alper Demirci Yazı İşleri Müdürü Melis Mine Şener Koordinatörler Ali Hıdımoğlu Armağan Kanca

64

Talk Talk

Muhabirler Gökçe Altınbay Günhan Oral İllüstrasyon Ersin Karakoç Soner Aktaş

71

Altay Öktem

Bu Sayıda Yazanlar Alper Kara, Ant Uğurdağ, Aslı Alkan, Burak Sayın, Ceyda Zeynep Koyuncu, Furkan Emir, Gözde Karahan, Gülin Enüst, Irmak Keskin, Mert Günhan, Mert Serim, Merve Sevinç, Pınar Derin Gençer. Katkıda Bulunanlar Erdal Mahir Cüran, Artemis Günebakanlı, Ozan Eicher, Bora Çetin (tullturk.com), Sotirios Sarmpezoudis, Maneki Neko, Fikret Bekler Kapak Fotoğrafı Hakan Özfatura

36

Boo! Aylık kültür-sanat dergisi. Parası olmadığı için internetten yayın yapar. Internetten yayın yapan dergiler arasında en uzun ömürlü olanıdır. Mühim adresler: http://boodergi.com http://issuu.com/boodergi http://facebook.com/boodergi http.//twitter.com/boodergi http://myspace.com/boodergi

Konser Manyakları 2011 2011 yılı boyunca gittiğimiz konserleri bir bir anlattık, anıları yad ettik, sonra bir de bakmışız ortaya bir konser dosyası ortaya çıkmış!

Dergide imzası belirtilen tüm yazılar ile röportajlarda konukların söyledikleri, kişilerin kendilerine ait düşünceleridir ve derginin görüşü olarak kabul edilemez. Her türlü görüş, öneri, eleştiri, teklif (öhöm, iş teklifi, reklam teklifi falan) için e-posta adresi: boo@boodergi.com 15 Şubat-15 Mart 2011 | 5


AJANDA ETKİNLİK RÖPORTAJ PORTFOLYO YENİLİKLER HABERLER

Güncel Metin Solmaz Sayfa 28’de

Long Distance Calling Sayfa 34’te

Eversham Sayfa 33’te

Salvador Dali İstanbul’da Sayfa 24’te

6 | Boo! Sayı: 4

Hakan Özfatura Sayfa 44’te


GÜNCEL

Geçen Ay...

Geçtiğimiz ay içerisinde ucu kültüre ve sosyal mevzulara dokunan olaylardan kesitler: Maltepe’deki Yalı Mahallesinin meydanında bulunan, 2009 yılında heykeltraş Güner Yener’in diktiği Çöpçü heykeli geçtiğimiz günlerde saldırıya uğrayarak parçalandı. Saldırıyı kimlerin yaptığı bilinmemekle beraber Yener “Heykeli yaptığımda yaşadığım mutluluğu onuru anlatamam ama sabah eseri o halde görünce yıkıldım ne yapacağımı şaşırdım. Malesef bu ülkede iki baldırı çıplak bir yerde bir kadeh içtiği zaman veya firikik verdiği zaman medya sabah akşam haber yapar ama sanat eserine böyle hunharca bir saldırıyı malesef hiç biri kınamadı. Umarım Hukuk gerekeni yapar.” diyor. Dünyaca ünlü, unutulmaz aşk şarkılarının ödüllü rekortmeni Whitney Houston 11 Şubatta Los Angeles’daki Beverly Hilton otelinde ölü bulunması ile dünyayı bir kez daha sarstı. 48 yaşındaki sanatçı 9 Ağustosta New Jersey’de dünyaya gelmiş, önce koroda sonra New York’ta gece kulüplerinde şarkı söylemiş, bir dönem mankenlik yapmış ve 416 ödül ile Guinnes Rekorlar Kitabı’na girmiştir. Bobby Brown ile karmaşık bir evlilik geçirmiş ve bir kızı bulunan sanatçının ölüm nedeni, 6-8 hafta sürecek otopsinin ardından açıklanacak. Bir sonraki Bienal’in küratörü şimdiden belli oldu. 2013 sonbaharında gerçekleşecek olan 13. İstanbul Bienali’ni Fulya Erdemci hazırlayacak. Erdemci, Amsterdam’da SKOR Sanat ve Kamusal Alan Vakfı’nda direktör konumunda çalışıyor. Daha önce de doksanların ikinci yarısında, 1994-2000 yılları arasında 6 sene boyunca İstanbul Bienali’nin müdürlüğünü üstlenmişti.

Kemeraltı Fotoğraf Yarışması Bir şehrin alametifarikası olan yapıyı görmek için ne heyecanlanır gezginler. Roma’ya gidip Colosseum’u, Atina’ya gidip Acropolis’i veya Granada’ya gidip El Hamra Sarayını gezmeden yapılan bir yolculuk her zaman eksik kalacaktır. Belki üstte bahsettiğim yerler kadar dünyaca ünlü değil ancak İzmir’in de markalaşmış yerleri mevcut. Fransız mimar Raymond Charles Pere’in tasarladığı Saat Kulesi, Konak Meydanı’na gelen turistlerin ilk fotoğraf çektirdikleri yerdir. Fotoğraftan sonra soluk alınan yer ise Kemeraltı Çarşısı’dır. Dolambaçlı yolları, bitmeyen tatlı sert gürültüsü ve curcunasıyla her daim turistlerin ilgisini çeker.

Gezmekten yorgun düşmüş bünyenin dinlenme yeri Osmanlı kültürünün yansıtıldığı Kızlarağası Hanı’dır. Kahveler yudumlanır, hediyelik eşya alınır ve gezi tamamlanır. Bu tarihi ve kültürel yapının fotoğraflandırılması şehrin tanıtılmasında önemli bir unsurdur. Konak Belediyesi’nin İzmir Fotoğraf Sanatı Derneği’nin (İFOD) katkılarıyla düzenleyeceği Kemeraltı konulu fotoğraf yarışmasıyla birlikte, sanatçılar kültür bilincini gün yüzüne çıkarabilir, karşılığında ödül kazanabilir ve çektikleri karelerle fo-

toğraf heveslilerine ilham verebilirler. Yarışma için son başvuru tarihi 27 Mart Salı. Detaylı bilgi için şu adrese bakınız: http://ifod.org/2012/02/ kemeralti-fotografyarismasi/ -Armağan

Canlanan Van Gogh Tabloları Empresyonizmin öncülerinden ve fovistlerin ilham kaynağı kabul edilen Van Gogh, Abdi İbrahim’in 100. Yılı sebebi ile, Grande Exhibitions Avustralya tarafından tasarlanan sergi, Singapur’daki dünya prömiyerinin hemen ardından İstanbul’a getirildi. ‘Çerçeve yok, içindesin’ sloganıyla ressamın aralarında ‘Çalışan Adam’, ‘Yeşilimsi Bir Başlık Giymiş Yaşlı Köylü Kadını’, ‘Çiçek Açmış Erik Ağacı’, ‘Gri Şapkalı Otoportre’, ‘Vazoda 12 Ayçiçeği’, ‘Vincent’ın Yatak Odası’, ‘Teras Kafe’, ‘Sandal-

ye ve Pipo’, ‘Ren Nehrinde Yıldızlı Bir Gece’, ‘Süsen Çiçekleri’, ‘Buğday Tarlası ve Kargalar’, ‘Kırmızı Üzüm Bağı’, ‘Sargılı Kulaklı Otoportre’ gibilerinin bulunduğu ünlü eserlerini 3000’in üzerinde dijital imaj ile çerçevenin içinden çıkararak izleyicilerine sunan “Van Gogh Alive”, yoksul bir hayat sürmüş sanatçının son sözleri olan ‘sefalet hiç bitmeyecek’ düşüncesine başkaldırır nitelikte.

Seyircilerini, müzik eşliğinde kırk projektör ve sinema kalitesinde ses sistemiyle üç binin üzerinde Van Gogh görüntüsü ile sanatçının dünyasında buluşturan sergi 15 Mayıs’a kadar İstanbul Karaköy Antrepo 3’te, 15 Ekim-30 Aralık tarihleri arasında ise Ankara Cer Modern’de izleyiciyi bekliyor. -Irmak

Boo!’ya duyuru yollayın! Etkinlik mi düzenliyorsunuz? Haberiniz mi var? Yeni bir şey mi çıktı? Duyurmak için boo@boodergi. com adresine e-posta atıyorsunuz. Yerimiz yettiğince duyuruyoruz. 15 Şubat-15 Mart 2011 | 7


GÜNCEL

ADAP Teknoloji değiştikçe insanların internet üzerinden tartışma ortamları da değişiyor, ama ne kadar şekil değiştirirse değiştirsin hepsinin altında “forum” denen bir şey var. Biri ortaya bir konu açıyor, başkaları bu konuda yorumlar yapıyor, cevaplar veriyor. Ve illa ki buraların da bir adabı oluyor. İşte bu seferki konumuz, “forum adabı”: -Forumda yeni bir başlık açmadan önce arama yapıp benzer maksatlı bir başlık olup olmadığını tespit etmek makbuldür. -Caps Lock açık bir şekilde yazmak internet üzerinde bağırmaya, sinirlenmeye, heyecan yapmaya dalalet olduğu için olur olmaz yerde kullanılması hoş karşılanmaz. -Rumuzun altında yazan mesaj sayısı forumda saygıdeğer bir konuma yükselme ölçüsü olmadığı için, salt mesaj sayısını arttıracak içi boş iletiler yazılmamalıdır. -Yönetici veya moderatör değilken onların görevine soyunup başlık içerisinde bir başka kullanıcıyı uyarmak ukalalıktır. Doğrusu özel mesajla uyarmak ya da yetkililere bildirmektir. -Forumda iki kişinin sohbet eder gibi arka arkaya kısa mesajlar atması nahoş bir görüntü ortaya koyar. -Bir mesaja birden fazla büyük resim gömülmemelidir. Küçük ekranlı yavaş cihazlarla foruma girenleri de düşününüz. -Yıl olmuş 2012, halen daha forum adabını mı konuşuyoz? :P

84. Akademi Ödülleri Yaklaşıyor Akademi komitesi geçen yıl törenin prestijini kaybettiğini düşünmüş olacak ki gecenin sunuculuğunu bu işin üstatlarından Billy Crystal’a paslamayı uygun görmüşler. Anne Hathaway ve James Franco’nun sunuculuğunu yaptığı ve hemen hemen hiçbir sürprizin yaşanmadığı renksiz 83. Akademi ödüllerinden sonra Billy Crystal’ın bu sene ilaç gibi geleceğine eminim. Ricky Gervais gibi sivri dilli bir komedyenin Altın Küre ödüllerinin reytingine katkısı göz önünde bulundurulduğunda, Akademi’nin böylesine büyük bir arenayı çaylaklardan eski topraklara devretmesi gerektiğini rahatlıkla anlayabiliriz. Darısı diğer gedikliler Steve Martin ve Whoopi Goldberg’in başına. 8 | Boo! Sayı: 4

Gelelim adaylıklara. Şahsen katılmasam da çoğu sinema dergisinde yaşayan en iyi yönetmen payesi biçilen Martin Scorsese’nin üç boyutlu filmi Hugo ve sessiz filmler dönemine saygı duruşunda bulunarak akademi üyelerinin gözlerini fal taşı gibi açtıran Hazanavicius’un filmi The Artist, sırasıyla 11 ve 10 adaylıkla başı çekiyor. En iyi yönetmen dalında bu ikiliye Steven Spielberg, Terrence Malick ve Alexander Payne gibi isimler ekleniyor. 1978 yılında çektiği Days of Heaven filminden sonra münzevi hayatına çekilen Malick veya her ne kadar Sideways filmiyle tanınsa da öncesinde Stanford günlerinden esinlenerek çektiği Election filmiyle gönüllerde taht kuran Payne’in kazanması doğrul-

tusunda bir istekte bulunsam da, ‘en iyi filmi yapan en iyi yönetmen ödülünü kapar’ gizli kuralının gazabına uğrayacaklarını düşünmüyor değilim. Oyunculuk dallarında bu yıl iki tane sürpriz olabilir. Kaç adaylık oldu saymakta zorlandığımız Meryl Streep ‘en iyi kadın oyuncu’ ve bu zamana kadar Emmy, Tony, Altın Küre ne var ne yoksa süpüren 82 yaşındaki aktör Christopher Plummer ‘en iyi yardımcı erkek oyuncu’ dalında ödülü alacak gözüküyor. Törenin sürpriz kısmının ise diğer adaylıklarda olacağını düşünüyorum. ‘En iyi erkek oyuncu’ dalında George Clooney, Jean Dujardin ve Brad Pitt çekişmesi yaşanacak gibi gözüküyor. ‘En iyi yardımcı kadın’ oyuncu ödülünü tahmin etmek ise 5 şıklı bir sınavda bilmediğiniz bir soruyla karşılaşmak gibi. Senaryo dallarının özgün olanının The Artist’e gideceğini tahmin ediyorum. Uyarla-

ma senaryo dalında bu kadar rahat karar veremiyorum. Hugo ve The Descendants arasında geçeceğini tahmin ettiğim rekabetin ne olacağını merakla bekliyorum. Son olarak ‘en iyi yabancı film’ kategorisine bakalım. A Separation filmiyle Altın Küre kazanan İran’lıları bu sefer daha çetin ceviz bir rakip bekliyor. Avrupa’nın en köklü ekollerinden birisi olan Polonya Sineması, Agnieszka Holland’ın son filmi In Darkness ile arzı endam ediyor. En nihayetinde hala daha sinema dünyasının en fazla takip edilen ödülü olmaya devam eden Akademi ödülleri bu yıl bize neler vadedecek hep birlikte göreceğiz. 27 Şubat Pazartesi sabahı uyuklayanlar görürseniz bilin ki onlar sadece pazartesi sendromuna yakalanan kişiler değildir. -Armağan


GÜNCEL

Spoilar

Ali Hıdımoğlu a.hidim@gmail.com

- Dizi Film Mevzuları

Okumadan Önce: Burada okuduğunuz her satırda bilinçli olarak spoiler (izlemeden önce okuyunca filmin heyecanını kaçıran detaylar) ile karşılaşabilirsiniz. Sonrasında dergiye “aman da ben bunu okudum tüm zevkim kaçtı” ya da “hani böyle demiştin olmadı” temalı e-postalar atmayınız (Bkz: Spoiler Free). O kadar çok izlenesi dizi var ki artık takip etmek bile zorlaştı. Çoğu takip ettiğim dizide güncel bölümleri yakalayamaz oldum. Bu yüzden az dizi ile yetineceğiz. Geçen ayı ve bu ayı göz önünde bulundurursak; Fringe’de The Observers yoğunluğu söz konusu, ayrıca Spartacus: Vengeance’ın bölümleri de yayınlandı ki izleyici Andy Whitfield’ın yerine gelen Liam McIntyre’dan memnun gözükmemekte. Esas bölümümüzle ilgili olarak bahsetmek istediğim The Walking Dead ile ilgili ilginç bilgilerin olması. Mesela dizide birileri ölecek, birden çok kişi ölecek. Shane’in değişimi ve eğer Rick’in etrafta olmazsa (ölü olması) Lori ile beraber olabileceği fikri. Rick ile Shane’in düellosu ve Shane’in ölümü. Sonrasında Rick’in Shane’e dönüşmesi ya da başka bir tabirle Shane’in ölümünün, Rick’in karakterinin tam oturmasındaki rolü. Dizi hakikaten güzel noktalara gelecek gibi ama bakalım bunun için 12 Şubat günü yayınlanacak (dergi çıktığı zaman yayınlanmış) bölümü beklememiz gerekecek. İlginç haberlerden biri de Star Wars: Underworld. 50 bölümlük, Star Wars evreni ile ilgili bir dizi dedikoduları dolaşmakta. Hatta bu dedikoduya göre George Lucas ve yapımcı Rick McCallum senaryonun hemen hemen yazıldığını bildirmiş. Konusu ise; “Bir

Yalan Dünya grup haydut geçmişe giderek (zaman yolculuğu) Darth Vader’ı durdurmaya çalışırlar…”. Her ne kadar yakın zamanda çekilmesi pek mümkün gözükmese de Star Wars hayranları için ilgi çekici olacaktır. Bir diğer dizi haberi de Harry Potter ve Doctor Who hayranlarına Russell T. Davies’den gelsin; Aliens vs Wizards. Nasıl bir şey olacağı ile de ilgili olarak ekledi; “Sihir ve bilim kurgu hiç birleştirilmedi. Örnek verecek olursak; Harry Potter’ı daha iyi yapabilecek tek şey, bana göre, Hogwarts’ın kapısının önünde büyük bir uzay gemisinin belirmesi olacaktı, fakat hiç olmadı. İşte bizim ilk bölümümüzde olacak”. Nasıl bir şey olacağını bilemem ama şahsen Russel T. Davies varsa işin içinde izlenesi bir şey olacaktır. Türk dizileri kısmında bu sefer Son ve Yalan Dünya var. Yalan Dünya izlediğim kadarı ile gayet komik ve iyi bir yapım. Oyuncular çok iyi, hikâye iyi, karakterler idare eder. Halen iyi ve kötü yorumlar al-

Son makta, fakat Gülse Birsel’in “bölümler ilerledikçe daha da iyi yapma” gibi bir huyu var onu da unutturmayayım. Diğer dizi ise gelir ve iptal sıkıntısı olmayan, bölümleri kendi YouTube kanalından da yayınlanan Son dizisi. Rastlantı üzerine izlemeye başladım fakat ne yalan söyleyeyim, gayet güzel bir yapım, hatta son zamanlarda gördüğüm sayılı iyi yapımlar arasında. Senaryosu Berkun Oya tarafından yazılan dizi aslında polisiye tarzında. Fakat internet ortamında “kimse bir şey anlamasın” tarzında olduğu da söylenmekte. İzle-

menizi tavsiye ederim, zaten YouTube’da kendi kanalından tüm bölümleri veriliyor. Ayrıca kafanız karışmasın diye internet sayfalarında zaman çizelgesi ve ilişkiler ağı gibi güzellikler de var. Son olarak Alcatraz ve The River dizileri dikkat çekici bölümler çekmeye başlamış. İzlemediğimden kesin konuşamıyorum ama duyduğum kadarı ile gayet iyilermiş. Not: Komedi, drama, korku sevenler için üç bölüm gelsin; Black Mirror (tiksinerek sevecek, felsefi yorumlarda bulunacaksınız). 15 Şubat-15 Mart 2011 | 9


GÜNCEL

Mekan: Arsen Lüpen İstiklal Caddesi ve çevresinde artık sokaklarda masalara yer yok. Bu kararın altında pek çok sebep var tabii. Sebeplerden birisi de hayatın sokaklardan üst katlara akmasını, İstiklal’in karakterinin değişmesini istemeleri. Bu karar işe de yaradı; sokakları dolduran insanlar üst katlara dolmaya, daha önce keşfetmediği yerleri keşfetmeye başladı. Artık başlar üst katlara da dönüyor, oralara da göz gezdiriliyor. Bu sırada yeni bir durak daha karşımıza çıkıyor, Arsen Lüpen bildiğimiz Arsen Lüpen değil hatta henüz görünür bir tabelaya da sahip değil. Ama arkadaşlarım ve ben bir yolunu bulup bir kapıdan giriyor ve asansörde 4. kat tuşuna basıveriyoruz. Arsen Lüpen Fransızca aslında Arsène Lupin, Mauri-

10 | Boo! Sayı: 4

ce Leblanc tarafından yaratılmış bir hırsızdır. Zekâsıyla ve yaptıklarıyla bir nevi Sherlock Holmes’e benzer, hatta bazen Sherlock Holmes’un Arsen Lüpen’e şapka çıkartarak destek vermesi gerektiğini bile düşündürür. İstanbul’da Arsen Lüpen bir de özellikle terasıyla tanınan ucuz içki ve güzel müziğin olduğu bir yer “idi”, 1999-2009 yılları arasında hizmet verdi. Bu sırada iki kere mekân değiştirdi ancak son binası depremde zarar görmüş olması nedeniyle kapanınca, Arsen Lüpen de kapanmak zorunda kalmıştı. Uzun süren yeni mekân arayışları sonuçlanınca, Arsen Lüpen geçtiğimiz ay yeniden açıldı. Yine teras katında ve altındaki bir katta hizmet veriyor. Dekorasyonu, barı, ortada duran ve hafta içleri üs-

Gözde Karahan gzdkarahan@gmail.com

tünde kestane pişen sobası üstüne bir de tam girişteki duvardaki Arsen Lüpen karakteri mekânı hemen sevmeme yetti. Teras henüz tamamlanmamış durumda ama havalar ısındıkça alt katın tüm yükünü üstleneceği belli. Müziğe gelecek olursak, genelde alternatif rock çalınıyor, ancak önümüzdeki günlerde akustik performanslarla karşılaşılabilecekmiş duyduğum kadarıyla. Bir de haftanın birkaç günü müzik DJ’lere teslim edilecek ve bazı günler eski DJ’ler bu işi devralacakmış. Hafta içleri çeşitli etkinliklerle karşılaşma ihtimalini de bir kenara not etmek gerekiyor. Malum mekân yeni, henüz basılı bir menüleri yok ama yakın zamanda bir menüleri ola-

caktır. Birası güzel, kokteylleri de… Yüksek sesten rahatsız olmadan sohbet edebiliyor, konsolda Street Fighter oynayabiliyorsunuz (ben her seferinde yeniliyorum, nasıl bir beceriksizsem), dahası gecenin sonunda şok hesaplarla karşılaşmıyorsunuz. Şimdilik fiyatlar iyi tabii ama sonrasına garanti veremiyorum. Üst katlarda mekân arayışındaysanız ya da sadece bir farklılık olsun diyorsanız, Arsen Lüpen ilk başta bulması zor, sonrasında da ulaşması çok kolay bir yer. Fiyatlardan örnekler: 30cl bira 5 lira, yerli içkiler 10 lira, bira tekila 10 lira, yabancı içki ve kokteyller 12 ile 17 lira arasında değişiyor. Adres: İstiklal Caddesi, Mis Sokak, No: 15 Taksim (Bab-ı Ali üstü). Telefon: 0542 661 53 46


GÜNCEL

Topluluk: Bilkent MEC Bilkent’in en ünlü kulübü bu sayıdaki konuğumuz. İşletme Kulüpleri arasında da adından oldukça söz ettiren bir topluluk; Bilkent İşletme Kulübü, nam-ı diğer MEC. Oldukça sıcakkanlı olmalarının yanı sıra organizasyon, organizasyon, organizasyon diye yanıp tutuşuyorlar. Birçok üniversite topluluğuna özellikle de çalışma disiplinleriyle örnek olabileceğini düşündüğümüz ekipten M. Mustafa Tandoğan, Emre Tuna ve Emir Hancıoğlu ile güzel bir söyleşi gerçekleştirdik. Nasıl bir anda bu kadar parladınız ve Türkiye’de önemli bir yere geldiniz? Yaptığımız işten çok heyecan duyuyoruz (Emre bunu derken gerçekten heyecanlı) ve kendi işimiz gibi sahiplendiğimiz için diyebiliriz. Bu anlayışı sürekli değişen yönetimler, aktif üyeler, arkadaşlarımız ve bizler birbirimize aktarabildiğimiz için de olabilir. Aslında bir anda da demek yanlış çünkü topluluk adına ilk büyük atılım 2005 senesinde gerçekleştirilmiş diyebiliriz, o zamanlar uğraşan arkadaşlarımızın dekanlıkla beraber büyük projeler gerçekleştirme isteğiyle bu heyecan bize kadar aktarılıyor. Ondan önce de Bilkent içerisinde birçok başarılı çalışmalar gerçekleştiriliyormuş, bize anlatıldığı kadarıyla biliyoruz. 2000’lerde tek konferanslar, seminerler büyük ilgi toplarmış. Tabii ki zamanla bu azaldı şu anda da asgari düzeylerde. İşte bizi ulusal çapta da ayrıştıran belki 20052006 senesindeki o atılım olmuş diyebiliriz. Diğer açıdan da her öğrenci kulübünün olduğu gibi çok insan tabanlı olmak çok inişli-çıkışlı bir grafik demek oluyor. Bunu herkes gibi bizler de yaşıyoruz. Ama o zamanlardan beri biraz daha şanslı olmamız ve sürekli yaratıcı, yeni işler yapmaya çalışmamız bizim için artı olmuş

Furkan Emir b.furkanemir@gmail.com

olabilir. Çok farklı bir organizasyon yapınız var, bize biraz bu düzenden bahsedebilir misiniz? Sonuçta beraber çalıştığımız tüm arkadaşlarımız öğrenci ve bundan dolayı hiyerarşik bir yapı olmaması gerektiğini düşünüyoruz. Tamamen gönüllülük esasına dayalı bir çalışma gerçekleştiriliyor ancak şunu da unutmamaya çalışıyoruz, yaptığımız iş tamamen ciddi ve amacımız güzel, verimli sonuçlar almak. Dışarı yansıtmaya çalıştığımız da tam olarak bu diyebiliriz. Çünkü geçmiş senelerde bununla ilgili sorun da yaşanmış, biraz üzücü bir durum. Bunları da inceleyip son senelerde daha çalışma ve iş temelli bir yapı gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Yani sıfattan, sorumluluk cinsinden daha çok yapılacak çalışma, organizasyon üzerine bir yapı oluşturmak istedik. Bir de çoğu kulübün aksine şirket yapımız var diyebiliriz. Her departmanın yapması gerekenler, bunların denetlenmesi, yönetim tarafından bu işlerin değerlendirilmesi üzerine bir oluşum söz konusu. Yani herkesin işi belli ve ayrı. Kimse başka birinin organizasyonuna, görevine burnunu sokamıyor. Ama yardım edebileceği bir konu varsa tabi ki gruplar arası iletişim olabiliyor. Kısaca bunun üzerine kurulu dersek yanlış olmaz. MECMUA’yı anlatabilir misiniz? Nasıl gidiyor? Heyecan verici diyebiliriz. 1998’den beri topluluk olarak çıkardığımız İşe Başlarken isimli bir dergimiz vardı. Tabi o günler çok verimli ve içerik olarak çok yararlı bir çalışmaymış ancak bugünlere geldiğimizde bir şeyleri değiştirmemiz gerektiğini düşündüğümüz için geçen seneden beri MECMUA adı altında süreli bir dergi çıkartmaya

başladık. Üçüncü sayısı Şubat başında çıkacak. Bu dergimizin de artık internet üzerinden okunması gerektiğini düşündüğümüz için e-MECMUA adıyla internet sitemiz üzerinden ulaşılabilir hale getirdik. Bizce çok önemli bir çalışma hatta çok okunmayacağını bilsek bile Şubat başında çıkacak dergiyle beraber iPad uygulamasını da yayınlayacağız. Hep birbirimize de dediğimiz bir şey var, iPad uygulamasını tabi ki yüz bin kişi indirip okumayacak, hatta çok daha komik rakamlar olacak belki ama ilerisi adına bir ilki şimdiden gerçekleştirmiş olacağız. Bu konuda birçok yüksek tirajlı ulusal yayın bile harekete geçmemişken MECMUA için gelecek adına önemli bir gelişme olacaktır diye düşünüyoruz. Daha önce kullanmış olduğunuz farklı bir pazarlama yöntemi var mı? Biraz kendimizi övmek gibi olmazsa, bu konuda sürekli yeni bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Kendi işlerimizle ilgili her zaman gerçekçi davranmaya çalışıyoruz ama yeni bir çalışma yaptıysak da bunu anlatmaktan onur duyuyoruz. Örneğin MEC Business Seminar organizasyonumuz için geçen sene birkaç viral video yayınlamıştık. Bu alanda birçok örnek var ama öğrenci kulüpleri arasında ilk diyebiliriz. Şim-

di ilk değilse hemen saldırırlar bize, demese miydik? :) Mesela yine aynı organizasyon için başvuru süreci sırasında acayip kar yağmıştı, biz de tüm yurtlardan görülen çimlik alana başvuru sitemizi mbs2011. com’u kırmızı boyalarla kocaman yazmıştık. Güzel bir çalışmaydı. Aslında bu tür çalışmalarda en güzel taraf takım olarak çalıştığınız için birçok yeni fikir çıkabiliyor. Bu fikir de yine takımda çalışan arkadaşlarımızdan birine aitti. O an için çok güzel, yapılmamış, farklı bir çalışmaydı. Yine bir örnek daha verebiliriz. Bu bahsettiğimiz tanıtım videolarımızda başı görünmeyen bir adam organizasyona hazırlanıyordu, o an böyle bir fikir çıktığı için yapılmıştı. Sonradan bu fikri geliştirip o başı görünmeyen adam profilini MEC Adam olarak konumlandırıp farklı çalışmalarda da kullandık. Güzel olmuştu herkes ilgiyle takip etmişti. Röportajın uzun halini Boo! dergisinin yazdırılabilir sürümünde okuyabilirsiniz. Dahası, bilkentmec.com 15 Şubat-15 Mart 2011 | 11


GÜNCEL

Küstah

Alper Kara mrg.samsa@gmail.com

Yeni Yılda Hep Birlikte S elamlar saygıdeğer okuyucular, öyle böyle derken, berbat bi yılı daha geçmişe gömdük. Evet zaman zaman tat aldığımız nadir anları da olsa makro anlamda bildiğiniz dandikti geçmiş yıl.

Bir önceki nüshamızda “bu kez efendi efendi kutlayalım hiç olmazsa, biliyoruz zor ama hiç olmazsa deneyelim” kabilinden bişeyler söylemiştik. Fakat deli gönül rakıyla buluşunca film hiç de öyle olmuyor (sanırsın Roma’nın son günleri). Verdiğimiz parayı, gittiğimiz düğün salonundan bozma yeri, berbat yemek/mezeleri, ortada koşturan çocukları ve her fırsatta zımmey zımmey halay çekenleri, kar altında sokak köpekleri gibi titreye-

12 | Boo! Sayı: 4

rek içilen sigaraları... Hepsini unutmak istiyorum. Dedim ya en güzel yanı kadehlerin sürekli dolup boşalmasıydı. Peki siz ne yaptınız? Eminim ne yaptıysanız bizimkinden daha güzeldir. Tüm gece kestiğiniz ve konuşamadığınız kız sabahın ilk ışıklarıyla herhangi bi işkembe salonuna doğru yola çıkarken yaşlı gözlerle ardından bakakaldınız. Güzel... Ya siz genç kadın, yan masadaki çocukla sigarada tanıştınız ve yeni yılda yapacağınız yeni başlangıç için güzel bi fırsat olduğunu düşünürken ve tam da telefonunuzu verirken, belki heyecandan belki tüm gece boyunca midede hercümerç olan tüm mezelerin içkiyle buluşmasının eseri olarak aniden istifra etmeniz? Uçup giden hayaller ve gelen

tiksinme... Olsun bu da güzel (kapıda beklerken vuku bulan olaylardan yalnızca ikisi). Bilmediğiniz bi semtte bambaşka bi evde mi uyandınız? Olsun o da güzel. Yaşandı bitti saygısızca diyelim (aslında skandal olamayacak kadar acıklı).

mın ermeye yetmediği onlarca türde onlarca grup var. Tabi ki bunların artık teknolojinin canına okuyacak denli elimizin altında olması, dünya trendlerini eş zamanlı takip etmek ve araştırmak gibi imkanların büyük payı var.

Hangi Model? Malumunuz geçen yıl yurt içi müzik piyasasında mantar gibi çıkan her biri şahsına münhasır müzik yapan grup/ vokalistlerin yılı oldu. Bu hakikaten güzel, ne kadar birbirinden bağımsız türde renk çıkarsa güzel bi bahçeye, hoş bi manzaraya dönüşmez mi hayat? Seneler önce bu memlekette “Türkçe rock olur mu?” diye konferanslar düzenlenirdi (yani öyle dikenli, utanç dolu yollardan geçtik). Bugün aklı-

Model, çoğumuzun Facebook sayesinde isimlerini duyduğu, gerek konserleri gerek aniden gelen şöhretleri ve enteresan lirikleriyle dikkat çeken güzide bir grup. Okan Bayülgen’in kanatları altına da girince işler sanırım daha da kolaylaştı. Evet güzeller ve kendi hallerinde bi salınışları, bi stilleri var. Ancak sanırım bu çürümüş çilek kokuları, şekerden tabut mevzularına duyarlı davranıp bunlardan hislenme yaşını çoktan geride bırakmış biri olarak, bağışlanmamı dilerim ben anlayamıyorum. İster odun deyin, ister kalas Alper, durum böyle. Yukarıda arz ettiğimiz gibi dünya değişiyor, müzik değişiyor ve tabi ki yenilikleri desteklememiz gerekir. Ancak şahsi damak tadımıza bu çürük çilek tadı pek gitmiyor. Tabi ki bu arkadaşlarımızı hep destekleyelim, gidip yasal CD’lerini alalım, konserlerine gidelim ve hep sevelim. Ancak yeri gelmişken, bilmem kaç kez retweet/rebloglanan o ekran görüntüsünü anmadan (virgülüne dokunmadan) da geçemeyeceğiz: Turuncu bir müezzin gördüm rüyamda / Aşık müminler keşkülden musalla taşında / Gezinirken avluda bir


GÜNCEL

duruyoruz, bilmiyoruz aranızdan iltifat gösteren var mı? Perşembe geceleri 22:00 ile 1:00 arasında radionovo.com adresinde Closedown programında indie, garaj, postpunk, lo-fi tarzlarının nadide örnekleriyle şenleniyoruz, sizleri de bekleriz. Tabi zaman zaman da sevdiğimiz gruplardan Stone Roses’a yer veriyoruz. Duyduk ki Ian Brown çeteyi tekrar toplamış. Efendim “kim bu adamlar?” diyenleriniz olabilir. Manchester soundun tavan yaptığı yıllarda selefleri Happy Mondays ile birlikte Britanya’yı sallayan şaane gruptur kendileri. Evet yaşlar aldı başını gitti ve çoğu SSK’dan emekli oldu ama anlaşılan heyecan tekrar vücut bulmuş. Tabi bu bizim gibi yaşlı bünyeler için güzel haber. Tabi o eski tadı verirler mi bekleyerek göreceğiz. Bir başka sevindiğimiz olay da bikaç sene evvel hakikatli bir albüm yaparak kalbimizi kazanan Miles Kane ve Alex Turner’dan gelen yeni The Last Shadow Puppets albümü sinyali oldu (albümün yayını yazı bulur sanıyoruz).

anda / Doldu ciğerlerim birden çürük hurma kokusuyla… Kendileriyle eş zamanlı çıkan ve oynadığı filmle ismini duyuran Halil Sezai var. Bikaç arkadaşımın zoruyla dinledim. Çok seven, bi türlü aşk hayatı istediği gibi gitmeyen, en derin acılarla paramparça, yer ile yeksan olan ve sürekli ama sürekli ağlayan bir adam. “Yolunda perişan oldum, duman oldum, yandım bittim”... Müsaadenizle bi soru sorayım; giden sevgiliyi, biten aşkı durmadan ağlayarak kazanan oldu mu? Sağlıklı adamsın, peki neden sesin hep bi ağlama perdesinden yükselir? Seveni çok olduğuna göre bunda da kaçırdığımız, anlayamadığımız bi nokta var kim bilir? Bahtın açık, gönlün şen olsun diyelim (gerçi hiç güleceği yok ama). Milli İmtihan Gelelim milli imtihanımız Eurovision’a... Çok ama çok yerinde bi karar Can Bonomo. Enerjisi yüksek, radyoculuk, oyunculuk, müzisyenlik, sunuculuk deneyimleri olan hakikaten ilginç bi müzik yapan, en önemlisi güleryüzlü bi adam. Kendine güvenen, genç dinamik insanlardan oluşan bi ekibi var.

Hem sözlükteki, hem medyadaki dangalak yaklaşımları bi kenara bırakın (isimsoyisimden türetilen aptal şeyler. Bilirsiniz birtakım yaftalamalara medyamız bayılır). Her türlü bu kervan yürür. Ben hakikaten merak ediyorum. Ha oturup o gece izler miyim? Evet bi işim yoksa hakkat izlerim bu adamı. Binlerce yıldır konuşulur bu Örovizyon mevzusu. Kiminin hatırlamak istemeyeceği bi hayal kırıklığı, kimi için “ülkemizi en iyi şekilde temsil etme” kaygısı, kimi için de alınan harcırahla biraz rahat etme çabası. Ama ne olursa

olsun, ister birinci ister on birinci olun döndüğünüzde, “bu bizde önemli sayılan ama aslında dışarıda pek de karşılığı olmayan bi yarışma. Yani pek önemli değil aslında” demenin getirdiği snobluk, tarifsiz bir krem tabaka gururu... Can Bonomo bunu söyleyecek mi bilmiyoruz ancak önemli olan şu meşhur (!) hoşgörümüzü göstererek bu genç adamı desteklemek. Sonuç hakkaten önemli değil (bu arada, karşısına tüm heybetli görünümüyle Adele çıkarsa aniden ne yapar bilemiyoruz). Her ay buradan reklam yapıp

Amma mavra yaptık, durduk yere gene canınızı sıktık. Halbuki yeni gözdemiz Lana Del Ray’den bahsetcektik. Arada zaman makası artınca dolayısıyla paylaşacaklarımız iyice birikmiş. Sağlık olsun. “Yeni yılda şöyle yapcam, böyle yapcam, sigarayı bırakcam yoga’ya başlıycam, yeni manita yapcam, yüksek paralarla şaane işler çevircem”... Böyle cümleler kuran arkadaşlarınızdan lütfen uzak durun. “Peki napcaz lan!?” derseniz “bu yıl da topa gelişine vuralım” derim. Tabi siz daha iyi bilirsiniz, her zaman olduğu gibi… Ne diyodu o çocuk şarkısı? “Eski yıl sona erdi, yepyeni bir yıl geldi / Yeni yılda hep birlikte, yeni yılda looy looy”. Esen kalın saygıdeğer okuyucular... 15 Şubat-15 Mart 2011 | 13


14 | Boo! Say覺: 4


Ajanda

Uzak Gözlüğü

Hazırlayanlar: Gökçe Altınbay - gokce.asena@gmail.com Günhan Oral - gunhan.oral@gmail.com

Vay 9 sayfaya çıkmışız?” diyecek olan ajandaseverlere selamlar. Bu ay ajandanın hem sayfa sayısı arttı, hem de 4 sayılık tarihinde en kolektif çalışmayı gördü. Armağan, 25 Şubat’ta bitecek olan Michael Snow sergisi bahanesiyle Snow hakkında upuzun bir yazı yazdı, bize hem Snow’u tanıttı hem de ufkumuzu açtı. Irmak 16 Şubat’ta başlayan !f Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nde rehber olacak bir şekilde festivali tanıttı. Artık festivalde Ankara ve İzmir ayakları da olduğuna gö-

Pazartesi

re festivali sadece !f Istanbul ismiyle çağırmak haksızlık olur herhalde. Mert Serim, Babylon’da sahne alacak olan The Gaslamp Killer ve Modeselektor’dan kısaca bahsederken, Melis de İzmir’de gerçekleşecek olan Kukla Günleri’nin haberini yazdı. Bütün bu konu paylaşımının ardından, hakiki ajanda ekibi Gökçe ve Günhan ile bana da diğer kısımlar kaldı. Kısa Kısa sütununda ben ve Gökçe’nin ufak katkıları haricinde Gün-

Salı

Çarşamba

12

Bugün Antalya vilayetinde Cem Adrian var.

Perşembe

22

Orphaned Land Türkiye turnesine çıkıyor. Bugün Eskişehir’deler.

21

Led Zeppelin saygı grubu Hats Off to Led Zeppelin Babylon’da.

28

Hardcore punk grubu Born From Pain bugün Pulp Live’ı sarsacak.

6

Şimdi çıkarın ajandalarınızı kalemlerinizi! -Alper D.

İstanbul Resitalleri kapsamında Julianna Avdeeva konser verecek.

Salon İKSV’de St. Vincent var bugün.

Headbang dergisi 5. yaşını Opeth ile kutluyor.

Geçen yılın gölgesinde kalacağını (zaten 2010’un yanına yaklaşamayacağını) düşünsem de bu yılın yaz dönemi konser sezonu için ilk isimler açıklanıyor. Şimdilik ülke çapında en bomba etkisi yaratan isim Madonna olurken, heavy metal ortamlarında Megadeth’in 19 Haziran’da vereceği konser kutlanıyor. Megadeth’e eşlik edecek iki grup daha açıklanacak.

15

77 yılını yaşamış İngiliz punk grubu Buzzcocks İstanbul’da.

Kadife sesli müzisyen Monica Molina yeniden İstanbul’da.

han haber verdi.

29

7

Gitar virtüözü Tony Macalpine bugün İstanbul’da.

Cuma

Pazar

17

Mando Diao bugün İstanbul’da konser veriyor.

18

Karmate, Kocaeli ilinde Van depremi yardım konseri sergileyecek.

24

Ankarada Feridun Düzağaç sahne alıyor.

25

İzmir’in metalik günü: Orphaned Land ve Dark Day festivali bugün.

3

!f Ankara ve !f Izmir bugün sona eriyor.

10

Tango Poison gösterisi bugün İTÜ Maçka Mustafa Kemal Amfisi’nde.

Bursa’da Kurban, İzmir’de Nev, İstanbul’da Baba Zula sahne alıyor.

23

Orphaned Land bugün Ankara’da, yarın İstanbul’da.

2

Zuhal Olcay ve Ogün Sanlısoy Bursa’da, Mor ve Ötesi Ankara’da.

9

Mostar Sevdah Reunion’ın konseri bugün İstanbul’da.

1

Halil Sezai İzmir’de, Athlete İstanbul’da sahne alacak.

8

Bursa’da Pinhani bugün konser verecek.

Dün sahne alan Ben L’Oncle Soul bugün de Babylon da.

Not: Vilayeti yazılmamış etkinliklerin tümü İstanbul’dadır. Aşağıda sarı kutular Şubat, yeşil kutular Mart ayına aittir.

Cumartesi

16

!f Istanbul bugün !f Ankara oluyor. Yarın ise !f Izmir...

17 Mart: Seether 17 Mart: Scottish Ensemble 18 Mart: Rotten Sound 22 Mart: Richie Kotzen (Kotzen için ayrıca 23 Mart İzmir, 24 Mart Ankara) 28 Mart: Bobby McFerrin 31 Mart: Yanel Naim 31 Mart-15 Nisan: İstanbul Film Festivali 4 Nisan: The Civil Wars 6 Nisan: Gonzalo Rubalcaba Trio 6 Nisan: Photek 7 Nisan: Xiu Xiu 9 Nisan: This Will Destroy You 12-13 Nisan: Kings of Convenience

19

26

4

11

13

Istanbul Jazz Center bugün Nicholas Payton’ı ağırlıyor.

Not: Burada yayınlanan etkinliklerin iptali ya da tarih değişikliğinden Boo! dergisi sorumlu değildir. Etkinliğe gitmeden önce kendiniz de internette bir araştırma yapınız.

15 Şubat-15 Mart 2011 | 15


AJANDA

Kısa Kısa

Ay boyunca yurt çapında gerçekleşen etkinliklere önümüzdeki 8 sayfa boyunca bu sütunda kısaca bakıyoruz: 23 Aralık 2011-26 Şubat / İstanbul Sergi

Salvador Dali

20. yüzyılın en önemli sanatçılarından birisi, Salvador Dali’nin 121 eseri MSGSÜ Tophane-i Amire’de, İlahi Komedya, Sürrealizm İzleri ve Gala ile Akşam Yemeği başlıkları altında sanatseverlerle buluşuyor. 26 Şubat’a kadar güzel güzel gezebilirsiniz. Birkaç sayfa sonra da sergi hakkında uzun uzun okuyabilirsiniz. 26 Ocak-25 Şubat / İstanbul Sergi

Full Contact

Geçtiğimiz sene ilk kişisel sergisi Baktım Sana ile sanatseverlerle buluşan Gözde Türkkan, ikinci kişisel sergisi Full Contact ile birlikte “beden” konseptini bir geçim kaynağı olarak ele alıyor. 2-26 Şubat / İstanbul Sergi

Invite

MGSGÜ grafik tasarım bölümü öğrencisi Gizem Vural’ın ilk kişisel sergisi Invite. Milk Gallery’de yapılan sergide Gizem’in üç yılında anlatmak istediklerini görsel olarak bulabilirsiniz. Bu arada birinci dönemimizin otuzuncu sayısına bakmayı unutmayın. 9 Şubat-5 Nisan / İstanbul Sergi

Ham Hum Çok İştahlı Sergi Ömer Ozan Erdoğan’ın gerçekleştirdiği karakter tasarımı sergisi 9 Şubat-5 Nisan arasında Bebek’in zarif mekanlarından Lucca’da gerçekleşecek. Lucca Art di16 | Boo! Sayı: 4

18 Ocak - 25 Şubat 2012 / İstanbul

Michael Snow Sergisi Bir apartman dairesi: Kadın eve gelen işçilere kitaplığın nereye konması gerektiğini söyler ve odadan ayrılırlar. Sabit olan kamera çok yavaşça iki pencere arasındaki duvarda asılı duran resme doğru hareket eder. İki kadın eve girer ve The Beatles’ın Strawberry Fields Forever parçasını dinlerler. İki kadın evi terk eder. Filme sonradan eklenen efektif bir sesin şiddeti zaman geçtikçe artar. Kamera duvardaki resme doğru hareket eder. Çeşitli renkteki ışık huzmeleri kameraya yansır. Bir adam odaya girer ve yere yığılır. Kamera duvardaki resme doğru hareket etmeye devam eder. Filme sonradan eklenen efektif ses rahatsız edici boyuta ulaşır. Bir kadın odaya girer, telefona sarılır. Yerde yatan adamın sarhoş olmadığını, ölü olduğunu telefonun öbür ucundaki kişiye açıklar. Kamera duvardaki resme doğru hareket eder. Kadın odayı terk eder. Dışarıdan siren sesleri duyulur. Resmin içinden ışık süzmesi yayılır. Kamera resme yaklaşır ve bunun bir okyanus resmi olduğu anlaşılır. Okyanus resmi kamera kadrajının tamamını kaplayınca, filme sonradan eklenen rahatsız edici ses kesilir. Ekranı bulanık bir görüntü kaplar ve 45 dakikalık “Wavelength / Dalgaboyu” filmi biter. İllüzyon, resmedilen şeyin gerçek olduğuna inandırmaktır. Michael Snow’un yeraltı deneysel sinemanın nabzını tutmasının nedeni yapısal filmin çıkış noktasını oluşturması ve illüzyonizmi kullanmasıdır. Sabit kamera kullanımı, titrek efektler ve iki fotoğrafın öncesi/sonrasını incelemesi gibi unsurlar yapısal filmleri oluşturur. Peki illüzyonu nasıl yansıtır? Filmin isminden başlayarak bu kısmı inceleyelim. Genel kanının aksine “Wavelength / Dalgaboyu” ismi film-

de etkin rol oynayan sesin dalga boyundan gelmemektedir. Okyanus resmindeki ‘dalga’ ve kameranın yavaşça tüm bir odanın ‘boyu’nu taramasından dolayı bu ismi almıştır. Dolayısıyla odanın alanı (kameranın geçen süre içinde resme vardığını göz önünde bulundurursak, zaten kendisi) zaman kadardır. Alan=Zaman formülünde ses kesildikten sonra geriye kalan bulanıklık da insan aklının çıkarımlarını yansıtır. Aşağıdaki örnekte daha iyi anlaşılıyor. Snow’un da dediği gibi filmin başında kameranın gözü seyircinin gözü iken resmin dibindeyken kameranın gözü insanın aklının çıkarımları olmuş oluyor. Çünkü yerde yatan adam, gözün görüş alanında bir yerde olmadığı için otomatik olarak akıl bulanık bir alanda çıkarımlar yapmak zorunda kalıyor. İlk başta bu çıkarımımız yerde yatan adamın ölü olduğu sonucuna varsa da (telefondaki kadından aldığımız duyumlar doğrultusunda)

daha sonradan Snow’un bize gönderdiği illüzyon/gerçeklik ayrımının net olmamasından kaynaklı görüntülerle (resmin içinden gelen ışık süzmeleri, resmin anlık bir şekilde güneş ışınlarıyla çevrelendirildiğini betimlemesi, müthiş bir perspektif vererek resme üç boyut kazandırması gibi faktörlerle) yerde yatan adamın sarhoş olma olasılığını da düşünüyoruz. Snow’un da dediği gibi, sinir sisteminin çalışma prensibinin bir özeti olan bu filmin neden bu kadar önemli olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Dalgaboyu’nu geç, Michael Snow’u tanı 10 Aralık 1929 Toronto doğumlu olan Snow sadece Wavelength filmi dahilinde değerlendirilmemelidir. O hemen hemen bütün sanat dallarına el atmış bir aydındır. Stan Brakhage ile birlikte deneysel filmin iki önemli temsilcisinden biridir. Lise yıllarından bu yana sanatla uğraşan bu ente-


AJANDA

lektüel kişi, her ne kadar annesi için müthiş bir piyanist dese de, ondan ders almakta gönülsüz davranmış ve kendi kendini eğitmiştir. “Zor bir öğrenciydim” şeklinde bunu dile getirir. Louis Armstrong’un müziğinin etkisiyle ilgi alanı Jazz’a doğru kaymıştır. Ayrıca Don Owen’s Toronto Jazz grubunda piyano çalarken de görülmüştür. İlk sergisini 1956 yılında açan Snow, aynı yıl daha sonraları The Beatles filmi Yellow Submarine’i yönetecek olan George Dunning ile tanışır. Dunning’in, film çekmek için bir hayli gönülsüz olan Snow’u ikna etmesi sonucu sanatçı soluğu Dunning’s Graphic Films’te alır. Burada ilk filmi A to Z’yi çeken sanatçı iş yerinde Joyce Wieland’ı tanır ve onunla evlenir.

1967’ye geldiğinde bir süre yaşadığı Montreal’i Expo heyecanı sarar. Kentsel dönüşüm için iyi bir gerekçe olan Expo telaşesi içerisinde Snow kente Walking Woman heykelini kazandırır. Açıklayacağı üzere bu heykel ne bir feminizm ne de bir politik mesaj vermektedir. Bohem yaşam süren ve yeniliklere açık olan bu genç, 1970’lerde ünlenen holografi ile daha sonraları tanışır. Suya sabuna dokunmadan, fotografik görüntüye çarpan ışınların teknik bir süreçten geçerek oluşturduğu üç boyutlu imge olan holografi bilhassa Dali tarafından oldukça tutulmuştur (İspanya’nın Figueres kentindeki Dali Müzesi holografileri muhteşemdir). 1989 yılında Toronto’daki Rogers Centre için, spor seyir-

cilerinin figürleştirildiği “The Audience” heykelini yapan Snow, 3 yıl sonra aynı yer için “Red, Orange & Green” heykelini yapmayı da ihmal etmemiştir. Heykel dışında enstalasyon ve kolaj gibi alanlarda da kendisini yetiştiren Snow, 1993 yılında The Michael Snow Project adındaki retrospektif sergisiyle birlikte tanınmış en büyük Kanada’lı sanatçı olmuştur. 2000 yılında Toronto Uluslararası Film Festivali yönetimi tarafından Atom Egoyan ve David Cronenberg ile birlikte festivalin 25. yıl şerefine kısa filmler yapması görevlendirilen Snow, 2007 yılında Kanada Şeref Nişanı’yla onurlandırılmıştır. Sergiye Gel Akbank Sanat ve Le Fresnoy işbirliği ile açılan Michael Snow sergisi 18 Ocak tarihinden bu yana sanatseverlerle buluşuyor. Snow’un illüzyonizm çalışmalarına kendinizi kaptırmak ve rüyadan uyandıktan sonra elinize bir kalem kağıt alıp bu labirentte kaybolmamaya da dikkat ederek illüzyonu çözmeye çalışmak eğlenceli bir beyin egzersizi olabilir. Ali Akay ve Louise Déry’nin küratörlüğünde devam eden ‘Solo Snow. Works of Michael Snow’ sergisi ücretsiz olup 25 Şubat gününe kadar sürecek. -Armağan

ye bir de özel bölümü var ki bu çekici mekânın; paranız varsa dökün derim! Yoksa zorlamayın, keyfini çıkaramazsınız. Karakter tasarımı yanında ilüstrasyonların da bolca yer alacağı bu şirin sergi rengârenk atmosferine sizi dahil etmeyi bekliyor. Kulağa adı bile sevimli geliyor, ama bu sergi aslında kendinize gülmenizi istiyor! Birbirini yiyen sergideki figürler, tıpkı birbirini yiyen dünyadaki insanlar gibi. Bitmeyecek olan bu kavganın ortasında, Ham Hum Sergi sizden durup biraz da gülümseyerek düşünmenizi istiyor olabilir mi? Koşun! 10-26 Şubat / İstanbul Sergi

Siyaha Özgürlük

Arter, Sesli Dizi başlıklı projelerine Siyaha Özgürlük ile başlıyor. Erdem Helvacıoğlu’nun sadece beyaz tuşları çivilenmiş bir piyano ile oluşturduğu kompozisyonların yer aldığı serginin küratörü Melih Fereli. 13 Şubat-10 Mart / İstanbul Sergi

Baskı Resmin Ustaları Arte İstanbul’da gösterimde olan Baskı Resmin Ustaları sergisi Türk resim tarihinde önemli bir yere sahip olan baskı resminin önemli sanatçılarının çalışmalarını konuk ediyor. Gravür, taş baskı ve ipek baskı teknikleriyle yapılmış çalışmaları 10 Mart’a kadar Arte’de görebilirsiniz. 17 Şubat / İstanbul Konser

Jay-Jay Johanson Kuzey Avrupalı bu sevim15 Şubat-15 Mart 2011 | 17


AJANDA

16 Şubat - 4 Mart 2012 / Çeşitli kentler

!f Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali 2012 li arkadaşımız 17 Şubat’ta Ghetto’da sahne alacağı gibi utanmadan şarkı falan da söyleyecek. Sakinleştirici etki gösteren ses tonunu kendi halinde takılan bir koalayı bile duygulandırabilecek sözlerle sunan bu arkadaşımızın konseri sevenlerine büyük nimet, kaçırmamalı. 19 Şubat / İzmir Konser

Full Metal Nights VIII İzmir’de metalik etkinlikler düzenleyen Pan Promotions, artık kendi içinde gelenekselleştirdiği Full Metal Nights’ın sekizinci keresini gerçekleştiriyor. Bu seferki gruplar Hecatomb, Episode 13, Soul Sacrifice, Between the Colors, One Against All, Mary Jane Hits ve gecenin sonunda Apsent. Dungeon’da gerçekleşecek olan konserler dizisinde ekstrem tarzlara ısınamayan klasik heavy metal severler, 5 TL daha ucuz olan biletlerden alarak sadece Apsent’i izleyebilirler.

23 Şubat / İstanbul Konser

Steve Williams Quartet

Amerikalı ünlü caz davulcusu Steve Williams 23 Şubat’ta Akbank Sanat’ta. 25 yıl boyunca Shirley Horn ile birlikte çalışan Miles Davis, Bill Saxton, Roy Harg18 | Boo! Sayı: 4

Sıkı fıkı takipçilere, biletler çıksa diye bekleyen bir kitleye sahip !f Uluslar Arası Bağımsız Filmler Festivali, 11 yılda 70.000 izleyiciyi bir araya getirmiş, bünyesinde dünyanın her yanından farklı bakış açıları, yönetmenler, sinemaseverler barındıran, partileri, atölyeler ve alışılmadık etkinlik programları ile varolan, nefes alan bir festivaldir !F. Türkiye’den Kısalar bölümü ile gençleri bir araya getirirken, 15.000 dolar ödüllü Keş!f yarışması ile farklı ülkelerden 8 filmi ve genç yönetmenleri ustalar ile buluşturarak da İstanbul’u yenilikçi sinemanın dünya merkezlerinden biri haline getirmeyi amaçlıyor. İstanbul ve Ankara’da etkin olan !f, 2012 itibari ile İzmir’e de uzandı ve Şubat-Mart aylarını ısıtmaya kararlı bir şekilde her yıl olduğu gibi bu yıl da kolları sıvayarak geri sayımı başlattı. O zaman: 3,2,1, izlemedeyiz… 3 Kentin Ötesine İstanbul, Ankara ve İzmir’e sığmayan festival dijital devrim ile Türkiye ve Orta Doğu’da 27 şehre birden yayılıyor, üstelik eş zamanlı olarak. Bir festival tarafından dünyada ilk kez gerçekleşecek olan “alternatif dağıtım ve paylaşım” projesi, bu yıl üçüncü kez ve yine online sinema sitesi MUBİ ile Türkiye’nin 24 şehrinin yanında Ramallah, Beyrut ve Lefkoşa’da, İstanbul festivalinin son üç günü olan 24-25-26 Şubat tarihlerinde, eş zamanlı olarak gerçekleştirilecek. İstanbul ile eş zamanlı gösterilecek olan 5 film, 15.000 kişiye yüksek görüntü kalitesi ile ulaşırken gösterimlerin ardından yönetmenlerle yapılacak olan konuşmalar internet üze-

rinden takip edilerek soru sorma olanağı da sunuyor izleyicilere. !f İstanbul’un 2012 yılında gösterdiği filmlerin ruhunu en iyi ifade ettiği düşünülen 5 filmden oluşan seçkinin (Tahrir 2011: The Good, The Bad and The Politician, If A Tree Falls: A Story Of The Earth Lİberation Front, No(Where), Machete Language ve Terri) şehirlere göre gösterim yerleri festivalin internet sitesinden takip edilebilir. Festival konukları Robert Redford’un bağımsız filmleri ve yönetmenleri kucakladığı Sundance Enstitüsü !f İstanbul ile 2. Senesinde Sundance Lab’in senaryo yazım eğitmenlerini İstanbul’a getiriyor. Genç yönetmenlere verilecek ödülün jürisinde bu yıl Yeşim Ustaoğlu, Andrea Pi-

Michael Nyman

card, Mark Adams, Jonathan Cauette, Khaled Abdol Naga bulunuyor ve festivalin son hafta sonunda dünyanın farklı yerlerinden gelen genç yönetmenler ile ustalar buluşuyor. Bağımsız sinemanın Paris Merkezli kuruluşu L’ACID yirminci yılını kutlarken modern klasiklerden ve yeni yapımlardan bir seçkiyi !f İstanbul ortaklığı ile paylaşırken bizlerle ünlü oyuncu Jacques Nolot, Avant Que J’oublie filmini


AJANDA

!f Tanıma Kılavuzu Keş!f: Beşinci yılına giren !f İstanbul’un ödüllü bölümü: Keş!f, bu yıl da farklı ülkelerden bir araya gelerek oluşan jüri üyeleri ile sekiz farklı ülkeden gelen filmler arasından yılın “İlham Veren Yönetmeni”ni seçecek. Hit Filmler: Toronto, Cannes, Sundance, Londra gibi prestijli festivallerde dikkat çeken ses getiren filmler yer alıyor bu bölümümüzde. !f Müzik: Dans ettiren, müziğe doyuran filmlerin yer aldığı !f müzik bölümünde ise melodilerin oluşumları, sahne performanslarının arka planları ve öğrenmek isteyeceğiniz her şeyi bulabileceğiniz filmler barındırılmakta… Fantastik Filmler: Tersten bakılanlar, düze dönenler, baş döndürenler, heyecanlandıranlar, Japon Animasyonları, cut out’lar, stop motionlar, işte tam olarak bu bölümde yer alıyor, değişiklik istediğiniz şey ise, tavsiye edilir bir bölüm olarak çıkıyor karşımıza.

sunmak üzere İstanbul’da olacak. !f’in bu yıl başlattığı “Yeni Bir Dünya İçin Sinema” ödülünü almak üzere İstanbul’da olacak olan ünlü İngiliz oyuncu Rupert Everett ise ‘herkesin korkusuzca kendisi olabileceği bir dünyaya sinema yoluyla yaptığı katkılar’ için 26 Şubatta özel bir ödül töreni ile ödülünü alacak. Eşcinsel olduğunu açıklayarak Hollywood’da başarılı bir oyunculuk kariyerine imza atan ilk oyuncu olarak bilinen Everett, Zenne filminin özel bir gösterimini de sunacak. Elveda İlk Aşk’ın yönetmeni Mia Hansen-Love 21 Şubat’ta filmini sunmak üzere festival konukları arasında yerini aldı. Yaptığı besteler ile sayısız ödül kazanan Michael Nyman ilk filmi Kameralı Nyman’ festival-

Arka Bahçe: Mısır’dan Amerika’ya uzanan sokak hareketleri, yeni bir dünya düzeni isteyen insanların esin kaynağı olduğu bölüm festivalin bu yıl ki temelini oluştururken Occupy hareketinin “ Biz %99’uz “ sloganı ile yola çıkıyor. Gökkuşağı Filmler: Kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, mor: bütün renkler dalgalanmaya başladı, peki siz eşcinsellerin renkli, eğlenceli, duygusal ve ironik olarak dışlanmış, ötekileştirilmiş, tabulaşmış dünyalarına dahil olmaya hazır mısınız? Ev: Mustafa Gündoğdu’nun programlama desteği ile hazırlanan “Ev” daha önceki yıllarda “Açılım” ve “Açılıma Devam” başlıklarıyla yer alırken bu yıl daha içten bir isim ile bulunuyor festivalde. Kürt filmlerini kapsayan başlık yine birçok ülkeden filmleri barındırarak “Kürt olmak, evde kalmak, evde olmak, çünkü ev önemlidir” diyor. Yol: Az gitti, uz gitti dere tepe düz gitti… İçeride, dışade sunduktan sonra, !f müzik kapsamında sesle görüntü arasındaki ilişkiyi keşfedişi, ödül almış filmlerin bestecisi olarak edindiği deneyimler üzerine bir söyleşi yapacak ve kısa filmlerinden parçalar paylaşacak. Kate Simko, Nisan 2011’de Berlin’de yarattığı ‘Canlı Sinema’ adını verdikleri canlı ‘A/V’ şovu ile !f Music Açılış Partisinde olacak. Gökkuşağı Partisi’nde ana sahnede DJ setinin arkasında bulacağımız Nomi Ruiz’in yanı sıra partide Barış K, Dearhead, Mr, Sür, Elif&Duygu bütün gece herkesi dans ettiriyor olacak. Sözün Özü 13 Ocak’tan itibaren satışa çıkan olan sınırlı sayıdaki G!ft Card ile 10+1 kampanyasından yani 10 adet hafta içi gündüz seansına ve 1 gece yarı-

rıda, kaçarak, koşarak, durup susarak yolda olmak, işte bu bölümümüzde de karşımıza çıkan bir yol arkadaşı olmak fikri… e-şıkkı: Uyandın, giyindin, okula/işe gittin, geldin, beslendin, uyudun: günlük hayat deneyimlerini filmlere döken bölüm, e-şıkkı. !f Kült: Kült olmaya şimdiden aday türleri, alıştıklarımızı alt-üst eden filmleri barındıran başlık bir göz atılası. Nöbetçi Sinema: Gece seansları ile “cesur” izleyicilerini bekleyen Nöbetçi Sinema, özellikle korku ve gerilimin ardından karanlıkta yürüyebilecek sinemaseverlere önerilir. !f Kısalar: Bir yutumluk filmleri barındıran !f Kısalar ise, Türkiye’den kısa filmleri sunuyor sizlere ve bizlere. !f Özel Gösterimler: Filmlerin Özel gösterimlerinin konuklar ile yapıldığı !f Özel Gösterimler bilet bulunması halinde kaçırılmamalı. sı seansı biletine 40 TL ile sahip olarak filme doyulabilecek. Önemli bir uyarı! Filmlere geç kalmamanızı özellikle tavsiye ederiz, festival görevlileri geç gelen izleyicileri salonlara almamak konusunda oldukça katılar, haklı olarak. Vaktinde oturalım, keyifle izleyelim filmleri. Özet olarak !f Bağımsız Film Festivali 16-26 Şubat arası İstanbul’da başta AFM Fitaş olmak üzere çeşitli sinemalarda, 1-4 Mart arası Ankara AFM Cepa’da, 2-4 Mart arası İzmir’de Balçova Kipa Cinebonus’ta bağımsız film meraklılarının teşriflerini bekliyor. Festivalin diğer detayları ve film programını öğrenmek için ifistanbul.com adresini ziyaret etmeyi unutmayın -Irmak

Orphaned Land

rove gibi isimlerle birlikte çalışan sanatçı, Olivier Hutman, Olivier Temine ve Sylvain Romano’dan oluşan dörtlüsüyle sahne alacak. 23 Şubat / İstanbul Konser

Nunc Stans

Türkiye günümüz progresif müziğine ayak uydurmada ne yazık ki yetersiz. Gevende, Nekropsi gibi alternatif tarza yatkınlıkları ile türe uzak ülkemizde ismini duyurmuş gruplar olsa da, özellikle progresif metal türünde ürün veren gruplar yok denecek kadar az. Nunc Stans da bu zor sektörde bir şeyler yapmak için kolları sıvamış, 23 Şubat’taki ilk konserleriyle bestelerini seyircilerin beğenisine sunacak olan yeni bir grup. 23-26 Şubat / Eskişehir, Ankara, İstanbul, İzmir Konser

Orphaned Land

Benim Norra El Norra ile “oynak metal” olarak öğrendiğim İsrailli bir grup, Orphaned Land. Türkiye’de en az Anathema kadar sık konser veren, her seferinde Türkiye’yi ne kadar sevdiklerini belirten bu sevimli grup 23-26 Şubat tarihleri arasında sırasıyla Eskişehir, Ankara, İstanbul ve İzmir’de konser verecek. 23-28 Şubat / Ankara, İstanbul, İzmir, Alaçatı, Kosova Konser

Kerem Görsev & Allan Harris

1995 yılından beri Amerika15 Şubat-15 Mart 2011 | 19


AJANDA lı caz vokalisti Allan Harris ile birlikte sahnede yer alan ve 2010 yılında çıkardığı albümü Therapy ile büyük beğeni toplayan Kerem Görsev 2012 turnesine başladı. 23 Şubat-28 Şubat tarihleri arasında sırasıyla Ankara, İstanbul, İzmir ve Kosova’da konser verecek. 25 Şubat / İstanbul Konser

Torun Eriksen & İlhan Erşahin Wax Poetic, Love Trio, Nublu Orchestra gibi projelerle adından sıkça söz ettiren saksafon üstadı İlhan Erşahin, Norveçli caz vokalisti Torun Eriksen ile birlikte Borusan Müzik Evi’nde sahne alacak. 26 Şubat / İzmir Konser

Dark Day

İçinde bulunduğumuz ay içerisinde normale göre oldukça hareketli bir heavy metal dönemi geçiren İzmir’de Dark Day etkinliği on dördüncü yılında 5 grubu birden ağırlıyor. Moribund Oblivion, Cenotaph, UÇK Grind, Nitro ve Consume, Bornova’dan kemik sesleri duyulmasını sağlayacak. Özellikle geçen yıl çıkan We Are Nitro albümü sonrası ilk defa İzmir’e gelen Nitro’yu İzmirli ağır müzik severler kaçırmamalı.

7 Mart / İstanbul Konser

Tony MacAlpine Son zamanlarda özellikle gitar virtüözlerini getirerek konserler düzenleyen Mood Productions, bu sefer de Tony MacAlpine’i getiriyor. Daha önce Steve Vai ile birlikte çalışırken de Türkiye’ye gelen MacAlpi20 | Boo! Sayı: 4

16-29 Şubat 2012 / İstanbul

Yaşamdaki Sis Sergisi Canan Aydoğan en son 2011 yılındaki “Sesleri Arayış” sergisiyle karşımıza çıkmıştı. Günlük gerçeklerin ötesine geçmeye çalışan hayat algısıyla sürekli bir yalnızlık teması kendisinin çalışma öbeklerinde dikkatimi çeken... Öyleyse yeni sergisinden de bu çatı altında bahsedelim: 16-29 Şubat tarihleri arasında Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda ziyaretçilere açılacak olan yeni sergisinde Aydoğan “sembollerin peşinde koşanlar arasında yer alabilmek için yaşamı ıskalayanların sisler ardında bıraktıklarını fırçalarıyla tuvale yansıttığını” belirterek beni epey etkilemeyi başardı. Bu sergiye de her sanat okulu öğrencisi gibi ücretsiz girebilme imkanım olduğu için gi-

deceğimi belirtmek istiyorum. Bunun sergiyle hiçbir ilgisi yok! Siz iyisi mi biraz paranız varsa biraz değişmeye gidin. Değişin ya da değişmeyin. Erişemeyeceğini bildiği mutluluğun peşinden koşan insanların durumunu renklere bürümüş biri olduğunu söyleyen Canan Aydoğan’ın fikirlerini resimle-

ri üzerinden paylaşın. Sergi bilet fiyatlarının fiyatını öğrenmek için bir türlü çalışmayan site, bu sayımız yayına girdikten sonra çalışır belki diyerek yine de adresi verelim: Ayrıntılar için lütfen crrks. org’u ziyaret etmeyi deneyin. -Gökçe

6 Mart 2012 / İstanbul

Headbang 5. Yıl Partisi Blue Jean desteğiyle de olsa (ki bu destek olmasa bu kadar uzun süre yayınlanamazdı büyük ihtimal) Türkiye’de aylık heavy metal yayınları arasında en fazla sayı çıkarma rekorunu elinde tutan Headbang, geride devirdiği 5 adet yılı kutlamak üzere yine bir parti gibi, konser gibi bir etkinlik düzenliyor. Daha önce birinci yaşını kadınlardan kurulu Iron Maiden saygı grubu The Iron Maidens ile, üçüncü yaşını ise Poisonblack ve The Haunted ile kutlayan Headbang’in beşinci doğum gününde sıra Opeth’te. Geçtiğimiz yıl çıkardığı albüm Heritage ile kariyerinde 70’ler usulü progresif rock kulvarına giren Opeth eğer hesaplarda bir yanlışlık yoksa Türkiye’ye beşinci kez konser için gelmiş olacak. Opeth öncesinde Headbang yazarları DJ setinin başında çalacakları ağır şarkılarla, derginin doğum gününü kutlamaya gelen heavy metal severlere güzel bir vakit geçirtecekler. 6 Mart Salı günü Küçükçiftlik Park’a buyrunuz. -Alper D.


AJANDA

9-11 Mart 2012 / İstanbul

IAAF Dünya Salon Atletizm Şampiyonası IAFF’nin düzenlediği Dünya Salon Atletizm Şampiyonası (WIC) en sonunda Türkiye’de gerçekleşiyor. Merakla bekliyoruz. Her iki yılda bir dünyanın çeşitli kentlerinde düzenlenen küçük olimpiyatlar (hayır, çok mu kötü oldu!) çeşitli ülkelerden birçok sporcuyu ağırlayacak. Yarışların Ehemmiyeti Utana sıkıla da olsa küçük olimpiyatlar dedim, demeliydim. Çünkü özellikle 2005 ve 2007 yıllarında biri Helsinki’de, diğeri Osaka’da gerçekleştikten sonra hem dünya basınının hem de sporseverlerin yakinen takip ettiği en prestijli etkinlik oldu IAFF. Düşünsenize, 1985’ten bu yana yılın belirli 3 günü, dünyanın dört bir yanından geliyor ve insanlığın fiziksel sınırlarıyla oynuyorlar. Her sene değerler değişiyor. Bu açıdan, Türkiye çok büyük bir şans elde edebilir. İşin altından hakkıyla çıkmamız hâlinde, 2020’deki Olimpiyatlar’ın da Türkiye’de yapılması konusunda daha büyük şans elde edebiliriz. Benim içimde biraz korku var, paranoyadan ibaret olmasını dilemekle beraber Ataköy’deki salonun ısınma ve aydınlatma problemleri olduğu söylentilerine temkinli yaklaşıyorum. Takvimden, biletlerden, varsa eğer yayından söz etmece Bu işin bir de test aşaması var: Deneme yarışları 24-26 Şubat’ta gerçekleşiyor. Bunun ardından asıl şampiyona 9-11 Mart’ta Ataköy’de gerçekleşecek. Faaliyet takvimine internette iaaf.org adresinden ulaşabileceğiniz şampiyonanın biletleri Biletix üzerinden satılmaya devam ediyor ancak bu yazıyı yazdığım an itibariyle 60 lira olan 3 günlük kombine biletler tükenmişti. Ayrıca

ne ile ilgili bir başka yerel özellik de, 2011’de çıkardığı albümündeki ikinci şarkıya aynen “Ölüdeniz” ismini vermiş olması. 8 Mart / İstanbul Konser

Brad Mehldau İş Sanat 8 Mart’ta Amerikalı caz piyanisti Brad Mehldau’yu ağırlıyor. Konserde caz ve rock öğelerini harmanlayacak olan Mehldau üçlüsü The Beatles, Radiohead gibi rock dünyasının temel taşlarının şarkılarına getirdiği yorumlarla tanınıyor.

günlük, ya da günü ikiye bölerek ilk gün sabah ilk gün akşam şeklinde satış politikaları oluşturulmuş; aman dikkatli alın. Sabah biletleri 12, akşam biletleri 20 Lira. Tüm gün atletizme doymak için ise 25 Lira vermeniz gerek. “Hayır ben oraya kadar yorulamam, onlar benim yerime de ter döksünler” diyenlerdenseniz, şampiyonayı kaçırmamak için, iyisi mi sizler 9 Mart Cuma günü sabah 9:30’da televizyonlarınızın karşısında olun. Şimdi kanal reklamı da yapmayalım. Mutlaka ikisi üçü yayınlar! (internet üzerinden bol bol bilet bilgisi bulmasına karşın hangi kanalda gösterileceği bilgisini

bulamayan yazarın çırpınışları bir nevî...) Ne diyorduk, bu güne kadar Renaud Lavillenie, Jirina Ptacnikova, Jessica Ennis Shara Procter gibi isimleri izlediğimiz Dünya Salon Atletizm Şampiyonası’nda bu sene milli atlet Nevin Yanıt, koşucularımız Kemal Koyuncu ve Halil Akkaş gibi 10 atletimiz yarışacak.

179 ülkeden 879 sporcunun katılacağı bu büyük salon şampiyonasının havasını solumak, bence oldukça farklı bir deneyim... Kaçırmayın! -Gökçe

7-11 Mart / İstanbul Gösteri

TanGoToistanbul 7-11 Mart tarihleri arasında dördüncüsü gerçekleştirilecek olan TanGoToistanbul, tahmin etmekte zorlanmayacağınız gibi bir tango festivali. Javier Rodriguez, Esteban Moreno, Claudio Codega, dünyaca ünlü orkestra Sexteto Milonguero gibi isimler bu seneki festivalde olacak.

15 Şubat-15 Mart 2011 | 21


AJANDA

Salon İKSV programı: Her sayımızda olduğu gibi yine bakıyoruz Salon İKSV’de bu ay neler varmış: -İsmini Bauledaire’nin yazdığı bir romandan alan İngiliz indie pop güruhu Fanfarlo 28 Şubat’ta çıkacak olan Rooms Filled with Lights albümünden şarkılarla 16 Şubat akşamı Salon’da. -17-18 Şubat akşamlarında ünlü caz müzisyeni Joshua Redman sahne alıyor. Pat Metheny, Charlie Haden gibi isimlerle çalışmış olan Joshua, klarnetle başladığı müzik serüvenine saksafonla devam ederek babası Dewey Redman’ın izinden gidiyor. -20 Şubat’ta sirkten çıkmışçasına ilginç, belki biraz da tehlikeli bir dans gösterisi var: Cam Adımlar. Ne yalan söyleyelim, “giderek kıyamete yaklaşan bir dünyayı çözümlemekte insanın yetersiz kalışı”nı biz daha garip bir şekilde anlatamazdık herhalde.

10 Mart 2012 / İstanbul

Gaslamp Killer Konseri Gaslamp Killer ilk kez geçtiğimiz yaz Rock’n Coke’ta sergilediği performans ile hafızalarımızda yer etti. Fakat yeterli gelmedi. Bu nedenle 10 Mart akşamı Babylon’da tekrar buluşmaya davet ediyor bizi. Yaptığı müziği nitelendirmek hepimiz için biraz zor. Deneysel hip hop, glitch, dubstep ve saykodelik rock öğelerini birbirine yedirip harika bir seçki sunuyor. Bu karışık yapının üstesinden gelebileceğinin ilk kanıtı ise kariyerinin ilk yıllarına dayanıyor. Batı Amerka’da 2006 yılında Los Angeles’ta başlattığı Low End Theory akımı ile kitleleri peşinden sürükledi. Aynı zamanda pek çok müzisyen için de ilham kaynağı oldu. 2010 yılında son EP’si olan Death Gate’i yayınladı. Gaslamp

Killer’ı duymamış olsak bile sahne aldığı festivaller bile tek başına referans olacak seviyede. Coachella, Reworks ve Decibel sahne aldığı uluslararası festivaller arasında. Türk dinleyicilerini şaşırtacağı en büyük kozu ise parçalarında klasik rock, rock’n’roll, hip hop,

dubstep tonları ile birlikte derinden gelen bir bağlama sesi. Türk saykodelik rock’ını ve Selda Bağcan’ı, Jimi Hendrix ile birlikte duyabilirsiniz. Bu nedenle kullandığı örnekler daha önce duyduğunuz hiçbir şeye benzemiyor. Sahne performansı da bir saniye bile sabit duramayacağınızın garantisini veriyor. –Mert S.

16 Mart 2012 / İstanbul

Modeselektor Gernot Bronsert ve Sebastian Szary, Berlin elektronik müzik yapısından dünyaya yayılmış en önemli isimlerden. Ortak projeleri olan Modeselektor da 16 Mart akşamı Babylon’da bizi ağırlayacak.

-The Polyphonic Spree’nin eski üyesi Annie Clark’ın solo projesi St. Vincent 21 Şubat’ta, Salon İKSV dinleyicisiyle buluşuyor. On parmağına on marifet yüklü bu hanım indie rock ve caz arasındaki müziğiyle güzel bir akşam yaratacak gibi. -24 Şubat’ta 10 yılı aşkın bir süredir beraberce kardeş kardeş müzik yapmalarına rağmen tek albümlerini daha geçen aylarda (Ekim 2011) çıkarmış grup Neyse, 22 | Boo! Sayı: 4

1992 yılında Fundamental Knowledge olarak bir araya gelmeleri ile birlikte yolculukları başladı. 1996 yılında ise şimdiki isimlerini aldılar. 2005 yılına kadar hazırladıkları DJ setler ile Berlin’de isimlerinden sıkça söz ettirir oldular. 2005’te ise ilk albümlerini yayınladılar. Bu albüm o kadar çok olumlu eleştiri aldı ki yaptıkları müziği ve farklılıklarını ispatladılar. Hayran kitlelerini genişleten ikinci büyük unsur ise Thom Yorke’un favori grubu olması. Bu durum desteği de beraberinde getirdi. İkinci albümlerinde The White Flash

isimli parçalarına vokal yaptı. Yıl 2009 olduğunda ise Apparat ile birlikte yayınladıkları split albüm olan Moderat’la hem ün kazandılar hem de takdir topladılar. Bu noktadan sonra kendini kanıtlamış olan Modeselektor dünya elektronik müziğine yön vermeye başladı. Hatta öyle bir saygınlık kazandılar ki Thom Yorke, Otto Van Schirach ve Sascha Ring ile birlikte geçen sene çıkan albümlerinde tekrar

çalıştılar. Yaptıkları açıklamalarda kendilerini stüdyoya değil sahneye uygun görüyorlar. Sahnede yarattıkları enerji stüdyodakinden kat kat daha yüksek. Bunu her konserlerinde katılımcılarına kanıtlamaktan da çekinmiyorlar. Bu referans ile beklentilerimizi sonuna kadar karşılayacak olan Modeselektor’ü kaçırmamalısınız. –Mert S.


AJANDA

1-25 Mart 2012 / İzmir

6. Uluslararası Kukla Günleri Gepetto ustanın ruhu şad olsun, eğer var ise, zira Kukla Festivali başlıyor! 1 Mart’ta başlayıp 25 Mart’a kadar 16 ülkeden 30 kukla tiyatrosu grubu, 36 oyunu 35 salonda 132 gösteriyle İzmir’de kukla severlere kavuşturacak. Dünyaca ünlü kukla sanatçısı Neville Tranter da “Punch ve Judy Afganistan’da” isimli politik güldürüsüyle ilk kez Türkiye’de kukla sevenlerin karşısına çıkacak. Her yaş grubuna hitap eden, farklı tekniklerle oynatılan kuklalarla dolup taşan etkinlik İzmir’i Kukla alanında dünya çapında ön planda taşıyan çalışmaların da bir göstergesi. Durun: Pinokyo Ölmedi, Yaşıyor! Sizlerin kuklaya bakış açısını bilmem ama benim gibi romantiklerin çocukluk anılarında kuklaların yeri büyüktür. El kuklaları ve Pinokyo çizgi filmleri ile büyüyen bugünün yetişkinleri olarak kukla yapımı (ve maske de tabi) kursuna gitmek niyetlerimizi hala muhafaza ediyoruz bizler. Ve böyle festivaller de hem yapma hevesimizi, hem izleme hevesimizi hem de oynatma hevesimizi körüklüyor. Yalan söyledikçe burnu uzayan kukla Pinokyo ile kukla ustası Gepetto’nun maceralarını her daim hatırlayanlara bulunmaz bir şölen sunacak olan Kukla Günleri keyifli seyirliklere ev sahipliği yapacak gibi duruyor. Duymayan kalmasın, herkes burada Katılan ülkeler arasında Almanya, Amerika, Arjantin, Avusturya, Bulgaristan, Danimarka, Fransa, Hollanda, İspanya, İsveç, İtalya, Japonya, Kanada, Kazakistan, Rusya ve ev sahibi Türkiye’nin olduğu festivalde şahsen en merak ettiklerim Japonya ve Rusya’nın kuklaları. Gidenlerden fotoğraflama şansı olanla-

25 Şubat’ta ise Multitap sahne alıyor. -27 Şubat’ta iki ayrı dans gösterisi birden birbirini tamamlayarak Whatis ur’ favorite animateobject adı altında sahne alacak. Başrollerde Cam Adımlar’ın koreografisini ve ışık tasarımını hazırlayan İlyas Odman ve Aslı Bostancı. -Yekta Kopan, Ayfer Tunç ve Murat Gülsoy’un hazırladığı Ubor Metenga buluşmaları bu ay Hulki Aktunç’un bir öyküsüne yoğunlaşıyor. -10 Mart’ta ergen internet kafe çocuğu nickli tUnEyArDs (aLLaH BeLaNıZı vErSiN) konser için sahneye çıkıyor.

Babylon Programı:

rın sonrasında bir güzellik yapıp bunları bizlerle paylaşması dileğim. Ünver Oral’ın koleksiyonundan Kukla Afişleri Sergisi, Fotoğrafçı Gözüyle Kukla (İzmirli Genç Fotoğrafçıların Objektifinden Fotoğraf Sergisi), Neville Tranter ile Ustalık Sınıfı, Mask ve Hareket Tiyatrosu - Larry Hunt & Adelka Polak ve Nori Sawa ile Gölgenin Keşfi (Atölye çalışmaları), “Çağdaş Kuklacılıkta Yeni Bir İtici Güç: Charleville-Mezieres Festivali Örneği” ve “Eğitimde Kukla” konulu konferanslar da gösterilerin yanı sıra festival kapsamında yer alacak etkinlikler.

Festival programıyla ilgili detaylı bilgi edinmek maksadıyla izmirkuklagunleri.com sayfasına girip göz atabilirsiniz. -Melis

-17 Şubat’ta White Mink Babylon’da elektro swing rüzgarı estiriyor. Daha önce Glastonbury ve Bestival gibi festivallerde yer alan White Mink DJ’leri swinge yeni bir tat katıyor. -22 Şubat akşamı Tribute Band konserleri dahilinde Hats off to Led Zeppelin adlı yer alıyor. 9 Mart’ta ise Coldplay’e saygı duruşu yapan grup Coldplace İngiltere’den kopup geliyor. -29 Şubat akşamı ise Büyük Ev Abluka’da sahne alacak. -İbrahim Tatlıses kadar olamasa da bir open-mic gecesinde üne kavuşan Belçikalı reggae-soul sanatçısı Selah Sue 23 Şubat Perşembe akşamı Black Part Love’dan eserler seslendirecek. -Victoires de la Musique ödüllü Ben L’Oncle Soul 7-8 Mart’ta Babylon’da sahne alarak sevenlerini Fransız soul müziğiyle buluşturacak. 15 Şubat-15 Mart 2011 | 23


Gözde Karahan gzdkarahan@gmail.com

etkinlik

Salvador Dali İstanbul’da:

Gökten düşüveren dahi ressam Dali’nin sergisiyle İstanbul’a gerçeküstü bir hava da yayıldı. Diyet reçelin bulunmadığı bir menü, Dante’nin dünyası ve Dali’nin sürrealizmi şaşırtıcı derecede ilgi topladı. Toplamaya da devam ediyor.

S

24 | Boo! Sayı: 4

alvador Dali, ikinci kez İstanbul’da; ilkinde Sabancı müzesinde ağırlanan Dali bu sefer Mimar Sinan Üniversitesi’nin konuğu oldu. Tophane-i Amire’deki sergi tam 6 ayda hazırlanmış ama değmiş doğrusu. Sadece 1 ayda sergiyi 51700 kişi gezmiş ki sergi 2 ay sürüyor. Gerçi siz bu yazıyı okurken son 10 günü kalmış, hatta bitmiş olacak. Zira sergi 23 Aralık ile 26 Şubat tarihleri arasındaydı, bunu da belirtmek gerek. Serginin ev sahi-

bi MSGSÜ ama eserlerin derleyicisi ve serginin yürütücüsü Rene Magritte ve Andy Warhol gibi pek çok ünlü sanatçıyı koleksiyonunda barındıran In-Artis ve Kült işbirliği. Sergide tam 121 eser var ve 3 farklı başlıkta toplanmışlar. İlk bölüm “İlahi Komedya”; bu bölümde Dali, Dante’nin Cehennem, Araf ve Cennetini resimliyor. Eserlerin çoğu bu bölümde bulunuyor. 100 çalışma, hepsi ahşap baskı tekniğiyle uygulanmış. İkinci bölüm “Sürrealizm İzleri” ile bir kez daha “Ben sürrealizmin kendisiyim” diyor Dali. Üçüncü bölüm “Gala ile Akşam Yemeği”nde ise hep aşçı olmak isteyen Dali’nin bir nebze hayaline ulaştığını görüyoruz. Son iki bölümdeki çalışmalar

taş baskı. Dali’nin fırçasından çıkmış eserler değil belki ama yine de memnun oluyorsunuz, hissediyorsunuz. İlahi Dali, İlahi Komedya Sergide en sonda (ya da doğruca karşınızda) İlahi Komedya yer alıyor. Ama tabi eser sayısı nedeniyle en sonda demeye gönül el vermiyor, zira sergi alanının yarısını İlahi Komedya’nın 100 eseri kaplamış durumda. Dali bu bölümde Dante’nin meşhur ve uzun ilahi komedyasını önce resmetmiş sonra kendi gözetiminde basılmasını sağlamış. Zaten bizim gördüklerimiz de bu baskı örnekleri. Bu bölümün oluşmasının üstünde yine duracağız zaten ama önce bir Dante’ye ve İlahi Komedya’ya göz atalım. Çünkü her ne kadar çizimler, içinde bulunulan dünya ve renk kullanımları zaten Dali’nin sanatına yeterince hayran bıraksa da; bu bölümü anlamak için şiiri de biraz anlamak gerekiyor. İtalyanca adı La Commedia


olan ve İtalyan Edebiyatı’nın en ünlü epik şiiri sayılan eser, yazıldığı 14. yüzyıldan beri dünya edebiyatında da çok önemli bir yer tutuyor. Komedya’da Dante ölüm sonrası sırasıyla Cehennem, Araf ve Cennet’te seyahat ediyor. Evet, hikâyenin kahramanı da anlatıcısı da kendisi Dante’nin. Ayrıca bir ekleme daha yapmak gerek, Orta Çağ’daki komedya bizim bildiğimiz komedya değil, sonu iyi bitiyor hikâyenin, güldürü unsurları, şiir bu nedenle komiklikler filan taşımıyor. Dante, şiirinde Aristoteles’ten de esinlendiği bir evren kurar. Şiir 100 kantodan oluşur ve 1 adet giriş kantosu hariç, 33’er kantoyu Cennet, Araf ve Cehenneme ayırır. Bu sayıların bile anlamları vardır. Örneğin 33, İsa’nın öldüğü yaş iken 100 Hıristiyanlık’ta mükemmelliğin sayısıdır. Zaten bu nedenle sonradan eserin başına ‘ilahi’ kelimesi eklenmiş ve eser böylece daha da Hıristiyanlaştırılmıştır. Şiire göre içinde yaşadığımız dünyanın altında Cehennem vardır. Huni şekilli bir dehliz biçimindedir ve merkezinde isyankâr melek İblis vardır. İblis hem arzın hem de kâinatın merkezindedir, ama aynı zamanda da Cennet’ten en uzaktaki yaratıktır. Araf Dağı ise Cehennem’in içinden çıkar. Araf Dağı’nın zirvesinde de Âdem ve Havva’nın kovulduğu Cennet vardır. Dali’nin resmettiği işte böyle bir dünya. Ama tüm resimlerinde olduğu gibi gerçekle ha-

yalin birbirine geçtiğini bu resimlerde de özellikle görüyoruz. Arada resimlerin gerçekliğini kaybettiğimizde Dante’nin bir satırıyla bizi yeniden dünyamıza geri döndürüyor sergi. Zaten Dante’yi resmeden ilk ressam Dali değil; Botticelli, Flaxman, Blake, Delacroix ve Rodin gibi isimlerin de bulunduğu birçok sanatçı bu dizeleri resme dökmüş. Dali’nin daimi ilham perisi Gala haricinde, gerçek anlamda etkilendiği ve sanatının hem gelişimini gördüğümüz hem de dönüm noktası olan eserleri bunlar. 1950’li yıllarda İtalyan hükümeti, Dante’nin 700. doğum günü şerefine Dali’den İlahi Komedya’yı resimlemesini ister. Bu durum zamanında büyük skandallara yol açar gerçi ama bu skandallar Dali’nin kariyerindeki en önemli eserleri olarak gördüğü bu çalışmayı tamamlamasına engel olamaz. Dali bu 100 suluboya resmi yapar hatta çoğaltılması sırasında da bizzat işin başındadır. 3000’den fazla ahşap blok ile resimler yeniden üretilir ve Dali’nin projeye manevi bağlılığının yüksekliği, maddi nedenlere ağır basarak bloklar baskı sonrası yok edilir. Sergide karşılaştığımız eserler böylesine yoğun duygularla yapılmıştır, Dante’nin ötesine geçip artık Dali’nin dünyasını göstermeye başlamıştır. Dali resimlerine biraz aşina olanlar, bu bölümdeki resimlerde de Dali’nin kendi imgelemlerini kullandıklarını fark etmişlerdir. Bunun en net görüldüğü örnek, Cehennemi anlattığı tablolardan biri olan

Üstteki iki resim, serginin Gaia ile Akşam Yemeği bölümünden. Bu sayfadaki diğer iki resim, İlahi Komedya’dan. Arka sayfadaki ise Sürrealizm İzleri bölümüne ait.

Yalancılar’dır. Etrafları bir grup zebani ile çevrili Dante ve Virgil, en büyük organı olan dili dışarıya çıkmış bir halde kayalara sıkışan bir hilebazla karşılaşmışlardır. Buradaki hilebazın yüzü çok açık bir şekilde Dali’nin 1929’daki The Great Masturbator ve 1931’deki The Persistence of Memory isimli eserlerindeki mutasyona uğramış garip kafaya benzemektedir. Virgil tüm resimlerde maviler içindeyken, Dante çoğunlukla kırmızılar giymiştir. Dante’nin büyük aşkı Beatrice ise net bir şekilde Dali’nin Gala’sını andırdı bana. Zaten Dali’den Gala’sız, Gala’yı andırmayan seri görmek açıkçası şaşırtıcı olurdu. Bir ömrün hayali, Gala ile Akşam Yemeği’nde Hem garip canlılara, hem muhteşem kızarmış yiyeceklere, hem Dali usulü servis edilmiş balıklara rastlıyorsunuz, hem de her resmin altına imza niyetine atılıvermiş, hepsinin bir menü altında bulunduğunu gösteren o çizime takılıyor gözleriniz. Rengârenk tabakların, sebzelerin, özellikle bezelyelerin altında iki sopa arasına konulmuş bir kaşık, altında etekleri tutulan bir kraliçe… Ama Dali özellikle belirtiyor bu menünün anlamını ve içeriğini “Gala ile Akşam Yemeği tamamen haz almaya adanmıştır ve diyet reçetele-

ri içermez” diyerek. Çocukluğundan beri aşçı olmak istemiş Dali, 68 yaşında da efsane restoran ve aşçıların menülerini ve tariflerini kullanarak oluşturduğu sürrealist gastro-estetik hikâyelerini, bu seride tuvale geçirmiş. Bu seride de özellikle renk ve ışık oyunları göze çarpıyor, bir gölge veya bir ışık patlamasından resmin (yahut yemeğin mi demeliyim?) bambaşka bir özelliği fırlayıveriyor. Seri için Dali “Yemeklerin tümüne muazzam estetik ve ahlaki değerler ithaf ederim… Özellikle de ıspanağa” dese de ben bu seri sonrası et yemeklerine, özellikle de balığa acayip estetik bakmaya başladığımı belirtmeliyim. Resimlerinde kullandığı yemek öğelerinin bile birçok anlama gittiği açıkça görülüyor. Freud düşüncesine gönderme yaparak kadın ve erkeğin birbirlerine duydukları isteğin, yemek yeme gibi temel bir duygu olduğuna insanı inandırıp, bunu da en güzel “Ben Gala’yı Yerim” eseriyle sergiliyor. 15 Şubat-15 Mart 2011 | 25


Dali’nin Hayatı

Çiftçi bir ailenin çocuğu olarak büyümesine rağmen, babasının otoritesine karşı annesinin desteğiyle özel bir resim okuluna giden Dali yeteneğini küçük yaşlarda ortaya koymaya başlayarak, ilk sergisini 15 yaşında açtı. 1922 yılında Madrid’e taşındığı dönemde ürettiği eserlerinde kübizm ve dadaizm etkileri açıkça gözlenmeye başladı. O dönemde yaptığı eserler bir anlamda hayatına yön verdi. Daha sonraki yıllarda Paris’e giderek orada, büyük hayranı olduğu Picasso ile ta-

nışması, eserlerinde büyük bir etki yarattı. 1929’da Luis Buñuel ile çektikleri “Bir Endülüs Köpeği” adlı film sayesinde şöhreti yakaladı ve hayatı renklenmeye başladı. Bu dönemde André Breton ve Paul Eluard’la tanıştı. Eluard’ın karısı Gala’yı ilk gördüğü dakikada ona ilgi duymaya başladı. 1929 yılında Gala ile birlikte yaşamaya başlayan Dali, 1934 yılında bu aşkı evliliğe dönüştürdü. Gerçek ismi Elena Ivanovna Diakonova olan Gala, ilk gördüğü anda bir sanatçının yeteneğini fark etme yetisine sahip, dönemin birçok sanatçısıyla ilişkisi olan bir kadındı. Dali’nin Paris’e ikinci gidişinde, onunla tanışarak aşık olması, hayatının sonuna kadar birlikte olacaklarının işaretiydi. 1931’de en ünlü eseri “Eriyen Saatler”i yaptı. 1937’de komedyen Marx kardeşler için bir senaryo yazdı ve 1938’de Sigmund Freud’la tanıştı. Sürrealist bir sanatçı olarak bilinçaltıyla ilgilenen Dali’nin

Freud’la arkadaşlığı, eserlerine de yansıdı. 1936’da başlayan İspanya İç Savaşı’nın sona ermesinin ardından faşist rejimi desteklediğini açıklaması ile sürrealistlerin arkasını döndüğü Dali, kendisine yöneltilen tepkilere “Sürrealizm benim!” cevabını vermekte gecikmedi. 1940’ta İkinci Dünya Savaşı sebebiyle Gala ile birlikte ABD’ye kaçarak, 1949’da yurdu Katalonya’ya dönene kadar orada kaldı. Ülkesinde işlerinin değer görmesi, aynı zamanda babasının onun Gala ile, boşanmış bir Rus kadınla birlikte olduğu düşüncesini kabullenmesini sağladı. ABD’de bulunduğu sürede Alfred Hitchcock ile Spellbound filminin yapımında çalıştı. O dönemde Hiroşima’ya atılan bombanın etkisi eserlerinde görüldü ve hologramlar, optik yanılgılar, stereoskopi gibi teknikleri kullanmaya başladı. 1960’lı yıllarda Figueres belediye başkanının Sürrealizmin kendinden; Sürrealizm İzleri Girişte sağa yöneldiğimizde de Sürrealizm İzleri ile karşılaşıyoruz. Yine Dali’nin kendi sözleriyle başlıyor sergi: “Ben sürrealizmin ta kendisiyim”. Sergiyi gezerken haklı olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz. Yine tüm tablolarında kendine özgü imgelerini kullanmış: Örneğin yumurta, Dali’nin kullanmayı özellikle sevdiği bir metafor, içinde hayat var ve kabuk kırılıp, içinden doğuluyor. Koltuk değnekleri özellikle dikkatimi çekenlerden. Yine Freud’a gönderme yapıyor Dali ve insan desteksiz yaşayamaz diyor. Bir de kelebek var tabii; hem güzel hem de yeniden doğuşun temsilcisi. Sergide bunların hepsiyle karşı-

26 | Boo! Sayı: 4

ön ayak olmasıyla “Dali Tiyatrosu ve Müzesi”nin restorasyonuna büyük zaman harcadı. 1982’de çok sevdiği eşi Gala’nın vefat etmesiyle daha sakin bir hayat sürmeye başlayan Dali, aynı yıl Pubol Markisi ilan edildi ve buna karşılık krala “Avrupa’nın Başı” adlı çizimini hediye etti. Eşinin gömülü oluğu Púbol Kalesi’ne yerleşmiş olan Dali, burada son eseri “Serçenin Kuyruğu” adlı tabloyu yaptı. Daha sonra Figueres’e dönerek kendi adını taşıyan müzede yaşamaya başladı ve 1989’da kalp yetmezliğinden hayata veda etti. -Merve laşıyoruz. Ama asıl ilgimi çeken hep olduğu gibi bu sergide de aynıydı. Leylek bacaklı filler; hem güçlü hem kalıcı olmak anlamında Dali için… Bir de uyuyan kafalar, aslında rüyanın pek çok gerçeği barındırdığını anlatıyor. Dali 2. kez geldi İstanbul’a, yine sanatseverleri büyüledi. Benimse aklımda hayranlığın yanında türlü sorular var. Dante’nin dünyasına, Dali’nin gerçeküstücülüğüne, Freud’un bilinçaltı bakışına ve tüm bunların Dali’nin resimlerinde yansımalarına dair. Dali, gökten düşen dahi, sürrealizmin kendi ve döneminin en önemli ikinci ressamı; İstanbul’un bir kışına imzasını attı. Hem de Avrupa’nın en büyük top dökümhanesinde…

Bitti.

1904-1989 yılları arasında yaşamış Katalon sanatçı Dali’yi, birçoğumuz “Eriyen Saatler” (The Persistence of Memory) resmiyle tanıyoruz. Sadece resimle değil, heykel, fotoğraf ve filmcilikle de ilgilenen Dali’nin 85 yıllık ömrü boyunca ürettiği 1500’den fazla eser bulunuyor. Sadece eserleri değil, yaşam tarzı, giyimi, davranışlarıyla da oldukça dikkat çeken sanatçının renkli bir hayat yaşadığı aşikar.


Merve Sevinç mrvsevinc@gmail.com

etkinlik Hayvan Gibi Sergi:

Bilinçlenme Yolunda

Burak Beceren

Şehrin sokaklarında görmeye alıştığımız sokak hayvanları, her zaman ilgiye ve yardıma muhtaç. Belediyenin barınakları deseniz, pek çoğunda durumun vahametinin farkında olmamak mümkün değil. sahipleri, talepten memnun...

Soğuk kış günlerinde, barınakların ihtiyaçlarını karşılamak adına, hayvanlar için ne yapabileceğini düşünmeyi bırakıp faaliyete geçen 47 sanatçı, Milk Gallery & Design Store’da düzenlenen bir sergide bir araya geldi. 12-28 Ocak tarihleri arasında açık kalan sergide fotoğraflardan çizimlere, heykellere kadar pek çok eser sergilendi. Sergiyi yaklaşık 1000 kişi ziyaret etti. Sergi

Düşünmekten pek hoşlanmıyorsanız, sizlerin de bu tür oluşumlara destek vermesi gerekiyor. Onlar da bizim gibi canlılar, bu hayatı yaşayacaklarsa ve bizlerin desteği olmadan bunu başaramayacaklarsa, bunu görmezden gelmemeliyiz. Atacağımız her adım, bir hayvanın hayatını kurtarabilir. Sokaklarda bu kadar bilinçsiz insan varken, hayvanların barınağa gitmesi daha

Gelir Barınaklara Gidiyor Serginin gelirinin hayvan barınaklarına mama, tıbbi yardım, battaniye, yani hayvanlar için gerekli olan ne varsa sağlayabilmek için kullanılması, toplumsal anlamda bir bilinç uyandırılması açısından başarılı bir adım. Çünkü maalesef bizim onlar için sokaklara yemek bırakmamız yeterli değil. Türkiye’nin bir gerçeği de hayvan barınakları. Çoğunun durumu içler acısı. Barınak görevlileri için bile şartlar o kadar zorken, hayvanların halini düşünebiliyor musunuz? Satılan eserlerin geliri 16 bin liraya ulaştı ve bu hayvanlar için oldukça faydalı olacak bir miktar.

Bora Sütçü

Katılan Sanatçılar Hayvansever pek çok kişinin katılarak destek olduğu sergide eserlerin konusu tabi ki yine hayvanlar oldu. Onların içlerinde bulundukları her türlü durumu yansıtan eserlerin sahibi sanatçılar; Gaye Su Akyol, Murat Başol, Ezgi Genç, RAD, Ece Kalabak, Murys, Emrah Özhan, Emre Parlak, Ayşen Karakaya, Emrecan Erol, Ece Gökalp, Nalan Yırtmaç, Eser Epözdemir, Rafet Arslan, Oytun Yılmaz, Dilan Bozyel, Cins, Bamantıklı gelir bana. Orada burada yedikleri bir tekmeyle yaralanmalarındansa, onları bir kafese kapatmak... Düşünmesi ne kadar kötü olsa da, maalesef bunlar yaşanıyor. O yüzden bu yazının sizleri biraz dürtmesini, akıllarınızda yer etmesini istiyorum. Aynı sergideki sanatçıların, hayvanların sesi olarak, sizlere seslenmeye çalışması gibi.

hadır Baruter, Canavar, Sena, Wicx, Özgür Erman, Bora Başkan, Sedat Girgin, Büşra Üzgün, Bîmar Efendi, Can Pekdemir, Duygu Bircan, Fulya Hocaoğlu, Dünya Atay, Güçlü Polat, Mert Papik, Mert Ülkümen, Nermin Toy, Melis San, Gözde Türkkan, Burak Beceren, Merve Morkoç, Caner Uyanık, Canavar, Çağlar Bıyıkoğlu, Esk Reyn, Fulya Çetin, Korgün Akgün, Mehmet Akçakoca, Nuka, Erkin Gören. Serginin düzenlenmesinde bir diğer amaç, İstanbul dışındaki diğer illerin de dikkatini çekerek, hayvanlar için daha fazla faaliyet yaratılmasını sağlamak. Bu şekilde etkinliklerin çoğalması, hepimiz için bir umut. Hatta Bursa’dan bir talep var, daha fazlası için ise bekleniyor…

15 Kasım-15 Aralık 2011 | 27

Bitti.

B

eni sorarsanız, hayvanlara bayılırım. “Sokak hayvanları için bugün ne yaptın?” derseniz, bütçem çapında giderim mama alırım, köşelere koyarım, ekmek içlerini atmam üstüne biraz yoğurt ya da süt ekler kapının önüne bırakırım, sıcak yaz günlerinde sokağa bir kap su koymayı ihmal etmem, gibi gibi. Siz ne yapıyorsunuz dersem, cevaplar benzer olacaktır. Fakat maalesef, bizlerin ya da sivil toplumun uğraşları çoğu zaman yetersiz kalıyor. Bir çok çaba bireysel olduğu için, ufak bir yardımdan öteye gidemiyor. Sokak hayvanlarıyla ilgili bir bilinç yaratmak açısından sanatçıların verdiği her türlü desteğin önemi büyük.


Aslı Alkan - Alper Demirci boo@boodergi.com

röportaj Metin Solmaz:

Ehlikeyif Öğlen Yemeğinde Bir sahaf gezintisinde üç ayrı eserine birden rastlayınca (Çalıntı, Müzük, Rock Sözlüğü) seni esasen bir müzik yazarı olarak tanımıştık, ama müzik yazarlığını da kapsayacak şekilde sana “proje insanı” demek daha uygun galiba. Çevrendekiler seni hangi unvanlarla çağırır? Çevremdekiler unvanla çağırmıyor Allah’tan ama, herhalde uzun zamandır artık internet girişimcisi falan filan diye konuşuyorlar arkamdan. Ama Türkiye’de öyle bir şey ki bu, bir şeyi yaptın mı bir müddet, o üzerine yapışıyor. Müzik yazarlığı da yapışmış durumda. Hani biri öyle biliyor biri böyle biliyor, bir kısım arasında böyle gezgin mezgin diye bilen de var. En çok onu seviyorum ama, “nasıl anılmaktan hoşlanıyorum” dersen... Ehlikeyif gezgin... Tabi ondan kralı yok. Ama uzun zamandır bu patronluk fena yapıştı üstüme, öyle bir “internet girişimcisi”... “Girişim” lafına da gıcık kapıyorum da, öyle deniyor herhalde. Çocukluk yıllarındaki Ankara’yı nasıl hatırlıyorsun? Ben Ankara’da büyüdüm, Ankara’nın varoşlarından başladı. 28 | Boo! Sayı: 4

Uzun bir süre Keskin’de yaşadık mesela, şimdi Kırıkkale’ye bağlı bir kasaba. Böyle baya tozlu, boktan bir kasabadır. Sonra Üreğil’de yaşadık, o da bildiğin varoş. Geçen sene annemle gittik hala öyle. Yani Üreğil de hala aynı böyle varoşluğuyla, tozlu topraklılığıyla duruyor. Sonra Kurtuluş, artık Ankara’nın içinde... İlkokul 4’te büyükşehir gördüm, sonra da büyükşehirden hiç ayrılmadım. Ben Ankara milliyetçisiyim, hala öyleyim, önceden de öyleydim. Bugün de çok severim Ankara’yı. Ama tabi çok klişe laflar edicem bunda, o da herkes için sıkıcı olacak. Ankara’da muhabbet iyidir, deniz yoktur, gidersin kara kurudur... Rock ile ilk defa ne zaman tanıştın? İlk aldığın kaset neydi mesela? Valla, orta ikide filandım, üst kattan bir Deep Purple sesi duydum, o zaman tabi duyduğum sesin Deep Purple olduğunu bilmiyordum. Sonra oradaki tuhaf abi, kim bilir kaç yaşındaydı, adı neydi herifin onu bile hatırlamıyorum, o bana bir plakta Who Do We Think We Are albümünü dinletti Deep Purple’ın. İlk şarkısı da Rat Bat Blue diye böyle sert bir şarkıdır... Rat Bat Blue’yu duyduğumda ilk defa distorti-

Metin Solmaz’ı bir yönüyle tanıdığınızda, tanıma süreci devam ettikçe karşınıza daha bir sürü yön çıkar, siz de şaşırmaya devam edersiniz: Müzik yazarı Metin Solmaz, internet girişimcisi Metin Solmaz... DJ, garson, barmen Metin, genç rakı erbabı Metin, gezgin Metin, patron Metin, proje insanı Metin, baba Metin, Metin baba... Boo! kadrosunda geçmişte Metin Solmaz’la birlikte çalışmış olan Aslı ve müzik üzerine yazdıklarını yayınlandıktan yıllar sonra keşfedip hatmetmiş Alper olunca bu röportajın gerçekleşmesi kaçınılmaz oldu. Dağ gibi sorular birikti, bir saatten uzun bir süre anlattı Metin Solmaz. 6 yıllık Boo! tarihindeki en koyu muhabbete buradan buyurun, önümüzdeki 5 sayfa boyunca okuyun. Doymazsanız, dahası Boo!’nun yazdırılabilir sürümünde... Bu sayfadaki fotoğraflar: Fikret Bekler Birtakım sorular için Armağan’a da teşekkürler...


on gitarı duymuştum ve tüylerim diken diken olmuştu. O ana kadar hiç öyle bir müzik duymamıştım. Orada kirlendim, bir daha da iflah olmadım. Sonra hatta Gillan’la da kanka olduk, rakı sofrasına oturduk. İlk kasetimi hatırlıyorum, ABBA 44 diye bir kaset almıştım. 44 neyi anlatır hiçbir fikrim yok ama Ankara’da modern çarşı vardı korsanın merkezi, oradan annemle beraber gitmiştik, ilkokuldaydım muhtemelen. Oradan almıştım, ABBA’nın en bilinen şarkıları vardı içinde. Müzik üzerine yazmaya nasıl başladın? Müzik dinlemeyi çok seviyordun herhalde, ABBA kaseti aldığına göre... Tabi, şimdi öyle müzik dinleyemiyorum. O zaman hakikaten kalabalık bir komünite olarak her şeyi takip ederdik. Bir albüm çıkardı, ona ulaşmak için 20-30 kişi 20-30 koldan saldırırdık. Şimdiki gibi Google’a gir, albümün adını yaz Enter’a bas indir öyle bir şey yok. O arada da tabi bir yığın şey öğrenirdik. Çok şey konuşarak gittiğimiz için çok masif bilgi edinirdik. Çok şey biliyorduk, hepimiz çok şey biliyorduk. Ben değil sadece... Velhasıl kelam, böyle uzun saçlı bir ekip Ankara’da eve doluşup yaşıyorduk. Benim duyduğum tek işgal ev hikayesi, Kocatepe Camii’nin otoparkı için yıkılmak üzere olan binalardan bir evi işgal etmiştik. Orada uzun bir süre yaşadık mesela. Bu yadırganıyordu tabi ister istemez. O zaman uzun saçlı filan yoktu, küpeli kimse yoktu ve bezmiştim, gençlik de var serde, “Yurtdışında mı yaşasak, burada mı” filan gibi dertler vardı, bir yandan garsonluk yapıyordum Pizza Tek diye bir rock barda. Sonra Avrupa’ya gittim 1989’da, baktım Avrupa’da yaşamak hiç bana göre bir şey değil. Nereye gittin? Almanya’ya gittim. O zamanlar Türk kızları ile arkadaşlık zordu, çok daha tutuculardı kendileri. Benim hep Al-

man olurdu sevgililerim. Seke seke gezdim Almanya’da. Hollanda’ya da gittim ama büyük oranda Almanya’daydım. 3 ay, bunun herhalde 20 günü 1 ayı Amsterdam-Utrecht civarındadır, geri kalanı Almanya’nın her yerindedir. Çok eğlendim, çok güzel vakit geçirdim 3 ay ama tabi orada yaşamanın bana göre olmadığını anlayınca döndüm ve bir yandan mahalle baskısı da var, bizim ailede herkes üniversite mezunu. Ben üniversite okumamışım, askerlikten kaçıyorum, onları değiştirip duruyorum, üniversite okumanın manası olmadığını düşünüyorum, ama git bunu anneme anlat. Bir yandan sosyal olarak etiket beklemeleri bir yana “en azından garson olma” diyorlardı. Ben çok eğleniyor olmama rağmen biraz bundan etkilendim başka bir şey olayım bu hayatta dedim. Bir de hakikaten de garsonluk insanın gençliğinde yapması gereken bir şey, hayat boyu yapmasınlar. O arada hani ben ne yaparım, hiçbir şeyden anlamam bildiğim kadarıyla, ki garson dediğime bakma, o kadar sene simit satsan çok iyi yapman lazım. Ben o kadar sene garsonluk barmenlik yaptım, bir tane kokteyl hazırlamayı bilmem. Doğru düzgün servis yapmayı bilmem, eğleniyorduk bira içiyorduk orada temel olarak. Bir de ben bardayken beni seyretmeye gelen müşteriler vardı sadece, o kadar eğleniyorduk ki içeride.

Ama güzel zamanlardır eminim. Tabi canım çok güzel, rahat battı işte zaten. Sonra şey yaptım, analitik düşünen bir adam oldum. “Bu hayatta ben ne yapabilirim?” dedim, müzikten anlıyorum, en iyi bildiğim şey müzik. Rock müzik... Ama gel gör ki bir halt çalamıyorum ve yeteneksiz beceriksiz olduğumu da çok iyi biliyorum. “Başka ne yapabilirim müzikte” dedim, müzik yazma fikri geldi aklıma. Ama hayatımda ne müzik yazısı okumuşum, ne yazmışım, mektup bile yazmamışım. Ama okuyordun muhtemelen... Evet yani, genel olarak okurdum. Cahil birisi olmadım hiç de, okulda yazma konusunda da, lisede bütün kompozisyon ödevlerinde ben yazmadan okurdum. Defterin boş sayfası önümde açık olurdu, ben orada yazılıymış gibi okurdum. O da bir nevi o an yazmaya girer neticede. Sonra bir anda iddialı gireyim, bir anda herkes beni tanısın, kendimi kabul ettireyim, ne yapayım, ben rock tarihi yazayım diye bir şey yaptım. Fakat İngilizcem yok denecek kadar az. Proje sahibi bir sosyal adam olarak arkadaşlarımı bir örgütledim, gittim kitaplar topladım, Amerikan Kültür’e kapattım kendimi. O metinleri arkadaşlarıma dağıttım. Onlar çevirmeye başladılar. Sonra bir arkadaşın vasıtasıyla Tanıl Bora ile tanıştım İletişim Yayınları’ndan,

Tanıl tabi bu zevzek ve enerji dolu herifi, yani beni görünce sevdi. Tanıl zaten çok mülayim bir adamdır. Biraz tokatladı, yazı öyle yazılmaz böyle yazılır dedi, öğretti. Sonra “Birikim’e yazar mısın?” dedi, ben böyle kalakaldım. Birikim benim için çok özel bir dergi, aldığım tek dergi. Hala aldığım tek dergi neredeyse. “Ne diyorsun abi, ben kim Birikim’e yazmak kim?” diye alttan alayım dedim fakat, “Yoo, deli misin? Hem Birikim için de iyi olur” gibi Tanıl her zamanki nezaketiyle girince ben şımarıklık dozunu bir ton arttırdım. Birikim’de yayınlanan o ilk yazı ile birlikte müzik yazarı oldum. Bu arada Tanıl İletişim Yayınları’nın o kitabı basacağını söyledi. Yayın kurulu toplandı, geçti, ama ben o kitabı hiç yazmadım tabi. O kitap bir şeylere atlamak için bir araçtı. Baktım ona gerek yok Türkiye’de o kadar da ince hesap yapmaya gerek yokmuş yani, rock tarihi yazmaya filan. Zaten o kitabın notlarından Rock Sözlüğü çıktı işte. Suat Bilgi diye bir adam yaşar bu hayatta. Suat tanıdığım en inatçı adamlardan birisidir. Suat o zaman Stüdyo İmge’de çalışıyordu, bir gün bana telefon etti. Benim Birikim’deki yazılarımı çok severek okurmuş kendisi. “Metin” dedi, “böyle böyle” dedi, “dergi çıkarmak istiyorum ben, başına geçer misin?”. Ben de “neye benzeyecek dergi?” filan dedim. Anlattı bir şeyler, sonra Ankara’ya atladı geldi. Suat’ı 15 Şubat-15 Mart 2011 | 29


sevdim, projeyi sevdim, daha doğrusu proje hamdı henüz Suat’ın kafasında. Projeyi tamamladık beraber. Ve ben o gençliğin enerjisiyle bir yığın insana, 45 kişiye filan yazı yazdırdım. Bir kısmı hayatının ilk müzik yazılarını yazdı oraya. İsmini, Çalıntı’nın, Kemal Can buldu. Mesela Kemal Can müzik yazısı yazdı Çalıntı’ya. Ondan sonra Tanıl Bora müzik yazısı yazdı benim gazım ve ricamla. Birçok kıymetli ismi bir araya getirdik. Velhasıl, ben İstanbul’a geliyordum Çalıntı’yı bağlayacağımız zaman, bir hafta burada kalıyordum, çıkarıyordum. Ama tabi fakir adam dergi çıkarıyor, hem az satıyor, hem dağıtımını biz yapıyoruz, hem grafiğini hem yazarını biz buluyoruz... Üç sayı mı ne çıkardım ben, dedim “Pes!”. Tabi Halil Turhanlı da vardı ekipte. Halil müzik yazarlığından da müzikten de benden çok daha iyi anlayan bir adam. “Halil gibi bir adama yayın yönetmenliğini bırakmak zaten şeref verir” deyip bıraktım Halil’e genel yayın yönetmenliğini. Ama güzel de iki sayı yaptı yani. Sonra Suat azmetti, o baya bir çıkardı ara ara ama tabi bambaşka bir şey olmuştu artık. Bir de özel bir sayısı vardı Çalıntı’nın, heavy metal. O zaman da olan, bugün de üç aşağı beş yukarı aynı şekilde olan bir problem var, Türkiye’nin gençlik hayatında. Gençlik hayatı normalde özerk bir hayattır, aileden bağımsızdır. Gençliğin ailesine bağı, tamam paraya ihtiyacı vardır, bakıma ihtiyacı vardır, bağlantıya ihtiyacı vardır. Ama bunun bir yandan da bir haysiyeti vardır, kendisi bir alt kültürdür, bir kişiliği vardır. Türkiye’de bu yok. Türkiye’de gençlik özerk bir yapı değil. Gençlik annesinin babasının kölesi burada. Çünkü böyle gizli bir anlaşma var, mesela hepimiz biliyoruz ki, atıyorum, üniversitelerde bakire kız pek az. Ama hiçbir anne baba, çocuğuna konduramaz onun birileriyle mütemadiyen sevişiyor olduğunu. Şimdi 30 | Boo! Sayı: 4

bu Türkiye gibi geri kalmış ülkelerde böyle. Mesela İran’da böyle değil. İran’da kızlar gayet ailelerine delikanlılık yapıp “bu benim sevgilim, biz bununla yattık” diyebiliyorlar. Türkiye’de yapmazlar. Ama şimdi burada genç dediğin bir insan sokakta bir kılığa bürünür, ağzından yüzünden bir şeyler fışkırır, yani demir parçaları bilmem neler, bu bir başkaldırıya, isyana tekabül eder, akşam eve gelir Mehmet Ali Erbil seyreder. O zaman da yaklaşık bu örneği vermiştim, bu örnek bugün de geçerli. Bu benim hep problemli olduğum bir şey. Bu da heavy metalin yapısına çok uygun bir şey. Heavy metalin de asiliği aynı Türkiye gençliğinin asiliği gibi sahte. Yani ortada bir asilik yok, saçma sapan bir distortion var. Heavy metali ben hiçbir zaman rock’n’roll olarak görmedim. Benim için heavy metal AC/DC’de ve Black Sabbath’ta biter. Hal böyleyken olayın bir de müthiş bir asilik söz konusuymuş gibi pazarlanması filan daha tabi sinirimi bozuyordu. Dolayısıyla döndük, şey yaptık, heavy metal sayısını. Baya da ses gelmişti o zamanlar. Bilmem açıklayıcı olmuş mudur? Çalıntı’da editörlüğünün devam etmeyişinde, uzaktan idare etmenin haricinde bir neden var mıydı? Parasızdık, çok zordu, kendim parasızdım, dergi parasızdı. O yani, Sultanahmet’teki rutubetli bir evde çıkarıyorduk, orada kalıyorduk çıkardığımız zaman. Çok zor oluyordu. Yoksa çok da iyi gidiyordu, satış-

Metin Solmaz’ın 90’larda yaptığı eserlerden: Çalıntı ve Müzük dergilerinin ilk sayıları, Rock Sözlüğü kitabı.

ları iyi gidiyordu, tepkiler çok iyi geliyordu. Başka bir sebep yok. 2-3 yıl kadar sonra Müzük dergisi başladı, onun kuruluşu nasıl gerçekleşti peki? Biz Siyah Beyaz diye bir gazete çıkarmaya başladık Ankara’da. Ben kültür-sanat editörüydüm. İşte solcu gazete oluyordu fakat patronlar ne kadar solcu gazete yapabileceğimiz konusunda fikir sahibi değillermiş. Prova baskılar yapmaya başlayınca gördüler. Tırstılar. Sonra müdahale ettiler. Müdahale edince de biz oradan toplu halde istifa ettik. Bir anda böyle ortada kaldık. O sırada da Alper Fidaner ile Murat Meriç “Hadi sapasağlam adamlarız, dergi yapalım” diye verdiler gazı. Sonra işte Müzük oldu, ama yine aynı hikayeler yani. Yine sattı ama yine hem biz dağıtıyoruz, hem grafiğini biz yapıyoruz hem bilmem n’apıyoruz, hem karşılığını alamıyoruz. Bir de Ankaralı olmanın musibetlikleri de var tabi, Ankara’dan sesini duyurmak da kolay değil. Derken Müzük’ü de 6 sayı mı ne yaptık, kapattık onu da. Ama Müzük iyi bir dergiydi. Müzük’ün çizgisini elimdeki tek sayıya bakarak; Çalıntı gibi, ama ondan daha geniş bir müzik yelpazesini kapsayan bir halde görüyorum. Senin aklındaki şeyler nelerdi bu çizgiyi belirlerken? Çalıntı’da tabi daha bir gençtim, bir entelektüel dangalak-

lık vardı bende. Hani ağır dergi olsun, uzun yazılar falan filan... Müzük’te ise işi öğrenmiştik. “AC/DC’den Neşet Ertaş’a her müziğe yer var burada diye bir sloganla çıkmıştık. Çok güzel işler de yaptık. Mesela Neşet Ertaş’la yayınlanmış ilk söyleşiyi ben yaptım Müzük dergisinde, çok şahane bir söyleşiydi. Üniversitede birbirinden çok farklı bölümlere 4 kez başlayıp bırakmışsın. Nasıl zorluklar yaşadın, ileride tamamen farklı bir meslek yapsan da bu bölümlerin ne gibi bir faydasını gördün? Bu konu karışık biraz, top biraz ortada. Şöyle ki, ben önce bir matematikçi olmaya karar verdim, Hacettepe Matematik’e girdim. Sonra baktım Hacettepe Matematik’te matematikçi olmak isteyen bir ben varım, 10 gün sonra bıraktım okulu. Zaten para kazanıyordum bir yandan. Evden bir “mühendis ol” baskısı vardı fakat bir mühendisin nasıl bir hayatı olduğuna şöyle bakıp o hayatı kendi üzerime yakıştıramadığım için onun olmayacağını... Yani mühendisleri aşağıladığımdan değil haşa da, okulu bitiriyorsun üç üç otuz paraya giriyorsun, sabah akşam çalışıyorsun filan. Ben o parayı zaten barmenlikten, garsonluktan, DJ’likten kazanıyordum. Sonrasında da, askerlikten kaçayım diye kayıt yaptırdım. ODTÜ Fizik’e girdim sonra. En uzun Ankara Üniversitesi Hin-


Ian Gillan’la Rakı Sofrasında Metin Solmaz’ın müzik yazarlığının ilk yıllarında, senelerden 1992 iken Ian Gillan İstanbul’a konsere gelmişti. Dönemin rock medyası (Aptülika, Laneth tayfası...) ile birlikte havaalanında Gillan’ı karşılayan Metin, ezelden Deep Purple fanatikliği ile diğer gençleri gerisinde bırakıp daha destur demeden röportaja kalkışmış, Gillan’ın sakinleştirmesiyle Gillan’la aynı şişeden viski içmişti. Konseri

düzenleyen

Major

doloji bölümünde okudum. O da şöyle oldu, hani madem askerden kaçıyorum, gitmesi kolay bir üniversite olsun dedim. Dil-Tarih-Coğrafya Sıhhiye’de. Okuması eğlenceli olsun dedim, baktım Hindoloji şahane. Girdim Hindoloji’ye, dersleri seçerek alıyordum. Ben 7-8 yıl kayıtlı kaldım orada, atıldığımda hala birinci sınıftan ders alıyordum. Ama dördüncü sınıftan da ders alıyordum filan. Öyle saçma bir hale gelmişti. Zor da attılar zaten. Öyle yani, askerden kaçma şeyi yüzünden dört tane üniversite değiştirdim. 1996 sonlarında Ideefixe’i yönetmek için Ankara’yı bırakıp İstanbul’a taşınmıştın. Bunda Çalıntı’yı uzaktan yönetmenin zorluklarını yaşamış olman etkili miydi? Gazeteci olarak isim yaptıktan sonra zaten İstanbul’dan mü-

Organizasyon’un ayarladığı karşılama yemeğine Metin’le ve grubu ile beraber katılan Gillan orada sıkılmış olacak ki Metin’e mekan sorup üç gün boyunca kendisini onun rehberliğine bıraktı. Ertesi gün Müzik adlı bir mekana geçen iki kafadar, o gece rakıya ve muhabbete doydu! Bu anıya bir de Metin’in kaleminden şahit olmak isterseniz buyukkeyif.com adresine girip tepedeki arama çubuğuna “gillan” yazmayı ihmal etmeyin. temadiyen iş teklifleri geliyordu. Fakat “Ankara’yı terk etmeyeceğim” diye kasıyordum. Ankara’da freelance gazetecilik yaparak yaşıyordum. Bir de nemrut bir adam olarak öyle her işi kabul etmiyordum, her işi yazmıyordum. Dolayısıyla hiç stabil olmayan bir gelirim vardı. Gurme yazıları bile yazdım yani. Et yemiyorum, et yenilen lokantayı yazıyorum. Hayatımda pilav yapmamışım pilav yazısı yazıyorum. Hayatımda karavan binmedim, karavan turizmi yazısı yazdım. Bir noktada artık açlıktan ağzım kokar hale geldi. Bir yandan garsonluk vesaire, İstanbul’a gitmeden önceki son işim DJ’likti Ankara’da. Bir de DJ’lik o zamanlar şimdiki gibi para getiren bir iş de değildi. Şimdi anladığım kadarıyla iyi para kazanıyorlar. 1996’da ben Ankara’nın en büyük kulübünde DJ’dim 3-30 para alıyordum ki bana ver-

dikleri para “selebriti”yim diye, onlar için çok iyi bir paraydı. Ama İstanbul’da 15 katına başladım, düşün yani öyle bir artış, 1’e 5 değil yani. Bu hale geldikten sonra, sevgilim Ece ile evlenmek üzereydik, daha doğrusu birlikte yaşıyorduk ama o İstanbul’u çok istiyordu. Hazır o da çok istiyorken, benim de açlıktan ağzım kokuyorken “Hadi İstanbul’a geleyim” dedim. İstanbul’da da önce reklam-metin yazarlığı işi buldum, benim için astronomik paraydı. Tabi sonra İstanbul’a gelince o paraların hiç astronomik olmadığını gördüm ayrı da, o zaman öyleydi yani. O işe başlamak üzereyken bir ortak arkadaşımız, hatta iki ortak arkadaşımızla idefix projesi oldu. Pop müzik kitabı yeni çıkmıştı, Müzük dergisini yeni kapatmıştık. Ondan sonra geldim, patronculuk oynamaya başladım. Metin yazarlığı işini reddettim, daha doğrusu işi kabul etmişken özür dileyerek bıraktım çünkü öbürü çok tahrik edici bir projeydi. İşte çevrimiçi kültür ürünleri mağazasının başına geçmek, internet gizemli bir şey, bakalım neye benziyormuş falan. Zaten Türkiye’nin ilk internet girişimcilerinden birisin di mi patron? Eh sanırım öyleyim evet. Tam 1996’ydı. Ehlikeyfin Günlüğü nasıl ortaya çıktı? Valla o hayatımın herhalde en keyifli projelerinden biriydi. Şurada, o zaman dışarıya masa atabiliyorlardı, Fikret’le nereye gidelim diye konuşurken, “Amerika’ya gidelim” dedik, Fikret dedi daha doğrusu. Ben de kabul ettim ama benim çocukluğumdan beri bir tribim var, hayalim var “Blues rotasını yapalım” diye. Bizim Ankara’da ayinlerimiz olurdu, şimdi Bodrum’da demin konuştuğum kız var ya, onun kocası rock davulcusuydu, Stay Free diye bir grubu vardı Ankara’da. Mesela biz onunla, Crossroads diye bir film vardır, Robert Johnson’ın

kayıp bir şarkısını ararlar, 61 numaralı karayolunda geçer büyük oranda. Biz o filmi seyreder seyreder içerdik, ağlardık, baya 20-30 kere 40 kere seyrettik iğrenç Betamax videodan. Ve o zamandan beri bir Highway 61 vardı, onu söyledim. Fikret’in de çok hoşuna gitti orada sürtmek. “Ulan bu çok seksi bir proje” dedi. Şimdi o projeye seksi diyince bir iş haline getirelim bunu maden, bir blog mlog kuralım, sponsor bulalım, rakı içelim orada derken Yeni Rakı ile konuştuk. Onlara da çok ilginç geldi proje. Ve yani Fikret’le hakikaten dillere destan bir, bir aya yakın zaman geçirdik o yolda. İnanılmaz arkadaşlarımız oldu. Ne bileyim, Muddy Waters’ın kardeşiyle tanıştık, T-Model Ford’un kendisiyle tanıştık, juke jointlerde mütemadiyen rakı içtik, bira içtik, viski içtik, çok blues dinledik, bir yığın lokal arkadaşımız oldu. Hakikaten çok eğlendik. Bir süre sonra da Meksika’ya gittik, o da çok güzeldi. Sonra yavrulayınca da durdu şimdilik, Ehlikeyif yollarda değil. Ama devam edebilir… Eh devam edebilir tabi, oğlan biraz daha ele avuca gelsin. Kıçımın üzerinde çok oturamam genelde. BüyükKeyif.com, İstanbul Meyhaneleri ve Balık Lokantaları ve Rakı Ansiklopedisi’nden sonra rakıyla ilişkinde bir sonraki aşama ne olacak? Çok proje var valla. Şimdi bir Türkiye Meyhaneler Rehberi yapacağız, çok şahane bir şey olacak. Baya memleketin dağ tepe bütün meyhanelerini yazmayı hesaplıyoruz. Bir Rakı Gastronomisi kitabı hazırlıyoruz. Türkiye’nin meze kitabı, nerede ne yapılıyor, hangi bölgede filan, bunlar hep ehil insanlar tarafından yazılacak şeyler. Rakı Ansiklopedisi’ni iki katına çıkarıyoruz, yeni baskısı hazırlanıyor. Bir tane bağ kitabı hazırlıyoruz, rakı dışı olacak. Baya 2013’te yayıncılık yapacağız. Yayıncılık iyi iş zaten, severim yani. 15 Şubat-15 Mart 2011 | 31


Beat akımı: Ben Beatleri hep çok sevmişimdir. Ama bunların şey sorunları da var gibi gelmiştir hep bana, o kadar büyük bir şey yarattılar ki, sonra biraz o yarattıkları şeye bağlı kalmak zorunda hissettiler kendilerini sanki. Her daim çok sevdim ama dediğim gibi… Mesela Kerouac’ın 50 kere evlenmiş olmasını hiç yakıştıramam ona. Sen öyle dağlarda yaşa, orman bekçileriyle börek aç, bilmem ne yap, bu kadar düzen karşıtı bir şeyle kendini koy, sonra düzenin en ana akım faaliyetinin içinde ol, hem de bilmem kaç kere. Ama tabi ki beat severim.

Kafkaesk: Ben “Kafkaesk”

kelimesini cümle içinde hiç kullanmadım. Kafkaesk lafını sevmiyorum ama Kafka’yı çok seviyorum. Kafka’nın müthiş bir herif olduğunu düşünüyorum. Bir de ben kendisi için yazan birinin bu kadar güzel yazabileceğine Kafka ile ikna oldum. İnsanların kendisi için yazdığına inanmam. İnsanların yazdıkları okunduğu sürece muteber şeylerdir. Kafka istisnası hariç. Kafka’yı ben ilk okuduğumda paniğe kapılmıştım. Amerika’yı okudum ilk, herif romanı bitiremeyecek diye tırsmıştım ve kesmiştim, beş tane Kafka okumamış arkadaşıma okutmuştum, o sayfada onları durdurmuştum, sonra beraber tartışıp devam edelim okumaya diye. Sonra onlar bitirmek üzereyken, ben sarhoşken bitirdim. Ama o günü hatırlıyorum, aldım kitabı bir cesaret-

Son projen uzuncorap. com’a değinelim. Fikir oluşumunda Ali İlyas’ın doğumunun etkisi oldu mu? Olmaz olur mu? Yani benim atipik bir hayatım oldu sanırım ortalama birisine göre. Onda sürekli şöyle, “Bu herif niye böyle?” diye kafaya takan tipler oldu hep, aileden de, civardan da. Onda da hep şöyle şeyler duydum, mesela işte “12-13 yaşındayken bir reşit ol, sonra görürsün”, sonra “30’una gel görürsün”, sonra “bir sorumluluk sahibi ol görürsün”, “40’ına gel görürsün”, bilmem “iş sahibi ol görürsün”… Bunların hepsini oldum hiçbir şey görmedim. Yalnız bir tek “çocuğun olsun görürsün” diyorlardı, hakikaten bir çocuğum oldu gördüm yani. Görecek şeyim varmış. Çocuk yetiştirmek benim gibi detaycı bir adam için de şey bir iş, fazla daldım mevzuya. Bu kadar dalınca da bir sürü şey birikti, bunları da bir siteye dökelim dedik. Bir de İlyas’ın çok şahane bir doktoru var Barbaros Ilıkkan, ona gittik.

O da yazıyor galiba… Zaten bütün doktorlar, uzmanlar onun kontrolünde. O da böyle çok devrimci fikirleri olan, atipik bir doktor, rahat bir doktor. Türkiye’de çocuk doktorları genellikle şeydir, işte ne bileyim egzaması var kremini verir, ateşlendi hemen paraseptemolünü, olmadı antibiyotiğini bilmem nesini… Bu hemen hemen hiçbir şey vermiyor ve çok iyi bir çocuk oldu İlyas. Soğukta yatıyor mesela, çok hayrını gördü bunun. Bir sürü batıl inanç var bizim doktorda olmayan ve ortalıkta olan. Barbaros’la da bu kadar iyi anlaşınca döndük, eh benim de bir yığın birikmiş fikrim var. Aslında bir şey öğrenmek gerekmediğini öğrendik. Bunu anlatmaya çalışıyoruz orada da. İnsanlar dört buçuk milyon yıl önce ağaçtan inmişler, o zamandan beri yavruluyorlar. Sevişmeyi de biz bulmadık, çocuk yapmayı da biz bulmadık ama herkes de kendisi bulmuş gibi davranıyor şu anda. Hal böyle olunca da abuk subuk bilgilerle dolu ortalık. Yani üşütmek diye bir

Rakı: Rakı’ya ne diyeyim ki, kutsal su. Bütünüyle en sevdiğim içki.

32 | Boo! Sayı: 4

Takım elbise: Liseyi bitirdikten sonra üç kere giydim. Çok seviyorum takım elbise giymeyi, şaşırtıcı gelecek sana. Ama hakikaten çok zahmetli, olmaz yani. İnsan o eziyeti çekmez yani. Ben de üç kere giydim toplam. Motosiklet: Şimdi motosiklet 92’den beri kıçıma yapışık bir şey zaten. Motosiklet çok insani, dünyanın en insani aracı. Hem yormuyor seni, hem yürüyor gibi. Hem az zararlı. Hem mobilite sağlıyor, trafik yok park yok bilmem ne yok, motosiklet iyi ki var yani. Ama öyle Harley marley sevmem yani, artist artist şeyler… Piaggio benim motorum. Arabam da var ne yazık ki ama 8 yılda kırk bin kilometre yapabildi yani. şey var bu hayatta, kimseye anlatamıyorsun. Üşütmek diye bir şey yok, bu viraldir. Soğuk algınlığıdır, griple virüsle geçer. Üşütünce olmaz bu yani. Bu basit gerçekleri bile kimseye anlatamadığın bir yerde yaşıyorsun. İnsanların çocukları adam yerine koymadığı bir yer burası. Herkesten önce yedirilir, kaldırılır çocuk ayakaltında dolanmasın diye. Ama çok severler bir yandan da. Hakikaten çok seviyorlar. Her şeyini kısıtlarlar, karışırlar. Bir de işin suç boyutu da var. Biliyorsun daha el kadar çocuğa 20 tane devlet şeyi tecavüz etmiş, arkasından hakim sokağa salıyor bu adamları. Yani yargı filan da çocuğun karşısında. Çocuk aslında yalnız… Çocuk hem yalnız hem muktedir değil. Aslında çocuğun iktidarı çok korkunç bir iktidar, ondan sorumlusun. Ben mesela bir başka doktor arkadaşıma sünnet ettirdim İlyas’ı, çok pişmanım şimdi. “İleride travma olabilir” dedi eğer ileride sünnet isterse diye. Ama şimdi pişmanım. Çünkü o çocuğun

aslında adil bir dünyada beni mahkemeye verme hakkı var. “Sen ne hakla benim vücudumun bir parçasını bana sormadan kesersin?” diye. Hani edecek çok kelam var bu konuda. O yüzden biz de bari bir site yapalım, orada cümlelerimizi kuralım dedik. Büyük niyetlerimiz var ama ticari bir proje değil o. Gönül işi. Hiç “bu proje hayata geçmez artık” deyip ümidi kestiğin bir projen oldu mu? Çok oldu. Benim her yanım proje dolu olduğu için… Rafta milyon tane proje var. Beceremediğim, yarım kalmış, olmamış… Ama ben genel olarak bir projenin nasıl yapılacağını biliyorum sanırım. Onun için o benim içime sinmedi mi durur. Mesela Bir Bilen projesi, İngilizce projesi duruyor, onda istediğim şey gelmedi ondan durur, yatar. (bir bu kadar daha sohbet içeren röportajın tamamını yazdırılabilir sürümden okuyabilirsiniz!)

Bitti.

Metin Solmaz’la İfade Oyunu

le, meğer bitmiyormuş herifin romanı. Kafka çok etkileyici bir adam, ama Kafkaesk lafı bana bir şey ifade etmiyor.


Mert Serim mert.k.serim@gmail.com

röportaj Eversham:

Sosyal Medya Hep Yıldız Doğurmuyor

Eversham ismi nasıl doğdu? Joshua: Eversham bizim soyadımız. Joel, Mitchell ve ben lise yıllarımızdan beri birlikte çalıyoruz. Lost Pioneers isimli grubumuzda çalarken vokalimiz gruptan ayrıldı. Bizse o andan sonra ne yapmak istediğimizden emin değildik. Sonra farkına vardık ki elimizde çok sayıda enstrümantal kaydımız var. Ve bunun üzerine entrümental bir grup kurduk. İsminin ise aile adımız olmasına karar verdik, Eversham. Kendi şarkılarınızı mı yazıyorsunuz? Joshua: Tüm şarkılarımızı biz yazıyoruz. Müziğimizi çok farklı yollar ile şekillendiriyoruz. Fakat yeni parça yazarken sıklıkla kullandığımız iki yolumuz var. Birimizin aklına gelen bir riff, bir melodi veya kafasında oluşturduğu bir yapı ile fikrini paylaşıyor geri kalanlarla. Böylece bu fikir üzerinde grup olarak çalışmaya başlıyoruz. İkinci yöntemimiz ise kendimizi stüdyoya kapatıp saatlerce çalıyoruz. Yaratıcı fikirler oluşmaya başladı-

ğında ise “Bunları kullanarak nasıl bir şarkı oluşturabiliriz?” diye düşünmeye başlıyoruz. Yeni bir parça yaratırken nelerden esinleniyorsunuz? Joel: Esinlenmekten ziyade tesadüfler ve karşılaşılan durumlar etkili oluyor. Bazı zamanlar parçada sadece entrümanlara takılı kalırsınız. Bazen gitarın, bazen piyanonun, kimi zaman da davulun çevresinden dinliyoruz. Bunun sonucunda da farklı perspektiflerden yaratmış oluyoruz parçalarımızı. Bu yapı oluştuktan sonra parçayı geliştirip bitirmek bir iki günümüzü alıyor sadece. Ardından birkaç gün boyunca stüdyoda birlikte çalıyoruz bu yeni parçaları. Geriye ise sadece oturup yazmak kalıyor. Bu süreç içerisinde de gerçek esinlenme yerini sıkı çalışmaya ve müzik yapmanın sevgisi ile gelen enerjiye bırakıyor. Aslında yaratıcılığın içindeki bu süreç ile birlikte gerçek esinlenme karşımıza çıkıyor.

Müzikal olarak etkilendiğiniz kişiler veya gruplar kimler? Joel: Üçümüzü birden etkileyen ve büyük yere sahip beş grup var diyebilirim. Led Zeppelin, Tool, The Mars Volta, Sigur Rós ve Trent Reznor bizim müziğimizde izleri bulunanlardır. Müzik ile uğraşmadığınız günler nasıl geçiyor? Sıradan bir gününüzden bahseder misiniz? Joel: Josh çiçeği burnunda bir ekonomi mezunu. Bol miktarda boş vakti olduğu için de kütüphanede kitap okumaya, doğa yürüyüşlerine ve kamp kurmaya gidiyor. Ve tabii piano çalıp beste yapıyor. Ben ise Ekonomi ve Analitik Felsefe öğrencisiyim. Okulda olmadığım zamanlarda ise Xbox’ımla ve dışarda arkadaşlarımla geçiriyorum. Mitchell ise göçebe gibi yaşadığı için nerede yaptığını söylemek biraz zor. Çoğunlukla surf gezilerine Avustralyanın doğu kıyılarına gidiyor. Birkaç sefer de kuzey Avrupa ve İstandinavyaya seyahate gitmişti.

İlk albümünüz ve Josh’un mini albümü bir süre önce yayınlandı. Peki, şimdi ne yapmayı düşünüyorsunuz? Joel: Albümün sadece kayıtlarını bitirdik. Ancak henüz istediğimiz gibi değil. Şu anda ise mix ve master işlemleri sürüyor. Eğer planladığımız gibi devam ederse birkaç ay içinde tamamlanmış olacak. Esasen kayıtlara başladığımız an sadece gürültü ve ses karmaşası oluyor. Ardından bu sesler agresifleşiyor ve belirli melodik yapıya giriyor. Bu her ne kadar sıradan olsa da müzisyen olmanın güzel hislerinden birisi. Bu süreç sonuçlandığında ise parçalar kendi kendine gelişimini sürdürüyor. Çünkü aklımızda sürekli olarak düşünüyoruz ve daha iyi nasıl yapabileceğimizi tartıyoruz. Bu nedenle de stüdyoda kayıt yapmak bizim için organik ve doğal bir süreç teşkil ediyor. Ve son fikrimiz ise ortaya çıkandan parçadan daha iyi yapamayacağımıza emin olmamız. Bu şekilde daha iyisini yapmaya devam edebiliriz. 15 Kasım-15 Aralık 2011 | 33

Bitti.

Avustralyalı üç üniversite öğrencisi garajlarında müzik yapmak istedi. Ancak yıllar sonra değil birkaç ay içinde tanıştık onlarla. Bunda hem Youtube tanrılarının hem de bağımsız müzisyenlerden haber almanın kolaylaşmasının etkisi var. Albüm bitene kadar Youtube’dan her iki haftada bir yeni parça yayınlayarak takip edilmeyi başardılar. Bunun üzerine biz ulaşalım bir röportaj yapalım dediğimizde kırmadılar bizi.


Mert Serim mert.k.serim@gmail.com

röportaj

Long Distance Calling:

Vokalist Yok Derken Enstrümantal Müzik İlahı Olmak 2006 yılında Almanya’da kurulan Long Distance Calling, post rock ve enstrümantal çevreleri arasında önemli bir yere sahip. Gerek müziğe bakış açıları, gerek albümlerinin özgünlüğü bu koltuğu sağlamlaştırıyor. Almanya ve çevre ülkelerde sıkça konser veren grubun, Easternbull Entertainment tarafından Türkiye’ye geleceğini duyduğumuzda heycanlanmadık desek yalan olur. Konser beklentileri fazlasıyla karşılarken biz de kuliste sohbet imkanı bulduk. 34 | Boo! Sayı: 4

Grubun kuruluş aşamasını dinleyebilir miyiz, nasıl bir araya geldiniz? Jan: Janosch çalıştığım yere uğramıştı birkaç defa, birbirimizi tanıyorduk. Sonra David ve Flo ile tanıştık, bir kaç defa beraber çaldık. Anlayacağınız çok doğal bir oluşum süreciydi. Janosch: Grubu ilk kurduğumuzda bir vokal arayışındaydık ancak yaşadığımız yerde gruba uygun iyi bir vokal bulamadığımız için bu şekilde devam ettik.

Grup logonuzdaki kuşun özel bir anlamı var mı? Jan: Belli bir anlamı yok. İyi bir logo arıyorduk, bir arkadaşımız da grafik tasarım türünde şeylerle uğraşıyordu. Bize kuştan bahsetti, biz de grubun adıyla uygun olacağından onu kullandık. Janosch: Bir kuş sınır tanımaz, istediği yere uçabilir. Bu grubun adına iyi uyuyordu. Albümleri oluştururken kullandığınız temalar nelerdir?


Bize en çok esinlendiğiniz grupları söyleyebilir misiniz? Jan: Eh, şimdi grupta herkes farklı şeyler dinliyor, çok fazla grup sayabiliriz. Grupça en çok esinlendiğiniz diye soralım o zaman? Janosch: Herhalde hepimizin en çok sevdiği ve içine düştüğü grup Pink Floyd’dur. Bu müziği yapmamızdaki temel sebep bile olabilir. Müziğinizi post rock olarak değil de, enstrümantal olarak tanımlıyorsunuz. Ama post rock dendiğinde de “hayır biz post rock yapmıyoruz” demiyor, kabul ediyorsunuz. Buradaki asıl sebep nedir? Jan: Bence çoğu tipik post rock grupları çok sessiz, sakin, yavaş şeyler yapıyorlar. Bizim müziğimiz daha rock ağırlıklı, ağır öğeler kullanıyoruz. Şarkılarımızda metal arkaplanları ve hepimizin bir metal geçmişi var. Asıl sebep bu yani. İlk albümde Peter Dolving (The Haunted), 2. albümde Jonas Renkse (Katatonia) ve son albümde John Bush (Armored Saint, Anthrax) ile beraber şarkılar yaptınız. Bu beraberlikler çok iyiydi, vokallerin hepsi çok kuvvetli seslerdi. Sonraki albüme kimi düşünüyorsunuz, aklınızda bir liste var mı? Belki Robert Plant veya Maynard James Keenan? (burada bütün grup gülüyor) Jan: O çok iyi olurdu. Aklımızda bir liste var tabi. Şu an gelecek albüm için 2 misafirimiz var, 2’si de tek bir şarkıda söyleyecekler. Tabi bunu bir sır olarak saklamak istiyo-

ruz, çünkü sonraki albümümüz yaklaşık 1 sene içerisinde çıkacak. Eylül gibi stüdyoya girmeyi, 2013 Şubat’ında da albümü çıkarmayı düşünüyoruz.

Performans Zamanı

Son albümünüzde çok fazla stoner rock esintisi mevcuttu. Bu tek albümlük bir şey miydi yoksa sonrakilerde de devamını görebilecek miyiz? Jan: Bunu göreceğiz, son albüm cidden çok fazla rock ağırlıklıydı. Stoner, klasik hard rock rifleri kullandık. Çok doğal bir albüm oldu bizim için. Bir sonraki albüme belki daha ağır şeyler yaparız, belki de daha sakin. Bunu şu an bilemeyiz. Ama gelecek albüm muhtemelen hem ağır, hem de sakin şarkıların bulunduğu dengeli bir albüm olacak. LDC bugüne dek Türkiyeye gelen sayılı enstrümantal/post rock gruplarından ve kötü havaya rağmen birçok insan olacak. Buraya gelmeden önce düşünceleriniz nasıldı? Jan: İlk başlarda haritamızda yoktu, Türkiye’yi bir heavy metal ülkesi olarak duymuştuk! Bu kadar modern bir şehir bulmayı beklemiyordum ve çoğunlukla şaşkınlığa uğradım. Düşündüğümüzden çok daha farklı bir şehirmiş burası. Janosch: Facebook’tan insanlar “İstanbul’a gelin” diyorlardı, her zaman aklımızda olan bir şeydi. Böyle ülkelere gelmek bize ufak maceralara çıkmışız gibi hissettiriyor. Önce Rusya, şimdi Türkiye, yarın da Yunanistan’da olacağız. Daha önceden gitmediğimiz ülkelere gitmek çok güzel. Jan: Türklerin çok hırslı ve tutkulu olmalarını bekliyorum. Rakı deneyebildiniz mi? Jan: Hayır henüz içemedik belki konserden sonra deneriz. Ama Türk tütünü harika tabii. Bize zaman ayırdığınız için teşekkürler. Jan: Biz teşekkür ederiz, konserde görüşürüz.

Bitti.

Jan: Bizim için her şeyden önce müzik önemli. Müzikten sonra işin içine albümleri yaparken yaptığımız düşünceler giriyor. Avoid the Light’ı yaparken kafamızda karanlık düşünceler vardı ve şarkılar da buna göre oluştu. Son albümü yaparken ise uzay-zaman ikilisinden yararlandık.

15 Şubat-15 Mart 2011 | 35


dosya

Konser Manyakları 2011 Fotoğraflar Erdal Mahir Cüran: Sonisphere Festival, Bon Jovi, Judas Priest/ Whitesnake, Jamiroquai Artemis Günebakanlı: Freshtival, One Love Festival Bora Çetin: Ian Anderson Ozan Eicher: IAMX Sotirios Sarmpezoudis: James Maneki Neko: Van İçin Rock 36 | Boo! Sayı: 4

Geçtiğimiz yılla vedalaşırken her türlü “en”ler, her türlü yayınlar tarafından gerçekleştirilmiş, her türlü kategori altında listeler hazırlanmış olmalı. Bize de gittiğimiz konserleri yazmak kaldı. Daha önce yapmadığımız bir şey de değil, 2008 yılının yaz mevsimini kapatırken, parasını konserlere yatıran Boo! yazarları anılarından bir demet sunmuşlardı. Bu sefer sadece yaz mevsimi değil, bütün bir yıl boyunca yapılan konserlerden gittiklerimizi anımsıyoruz. Yanda gidemediğimiz konserleri kaçırmamıza hayıflanıyoruz. Fotoğraflarını bizimle paylaşan konser fotoğrafçılarına teşekkür ediyoruz. Sağdan başlıyoruz:

Aargh! Kaçırdık! 8-9 Ocak: Pain of Salvation 22 Ocak: Girlschool 3 Şubat: Theatres Des Vampires, Impaled Nazarene 12 Şubat: Tankard 12 Mart: Flunk 14 Mart: DRI 18 Mart: Death Angel 27 Mart: Epica, Draconian, Tristania 11 Nisan: Tindersticks 18 Nisan: Children of Bodom, Ensiferum, Machinae Supremacy 4 Mayıs: Blind Guardian 18 Mayıs: Deep Purple 22-24 Mayıs: Marty Friedman 5-6 Temmuz: Elton John 16-17 Temmuz: Rock ’n’ Coke (Motörhead, Limp Bizkit, Skunk Anansie, Moby, Mogwai, Travis...) 9-11 Eylül: Unirock Festival (Mayhem, Vader, Orphaned Land, Decapitated...) 1 Ekim: Dredg 15 Ekim: Rock Out Festival (Mr. Big, Hail, Anathema) 22-23 Ekim: Zaz 13 Aralık: Iced Earth


God Is an Astronaut / 9

Ian Anderson / 25 Mart Kaliteli bir grubun konserine gitmenin büyük bir dezavantajı var: O akşamki şarkıların stüdyo versiyonları sizi bir daha asla memnun etmeyecek. O akşamı size tekrar yaşatabilecek tek şey hafızanız, belki beraber gittiğiniz arkadaşların hafızası. Elbet konseri izleyen yüzlerce kişi ile aynı heyecanı paylaşmak, ortak bir duygu yoğunluğu oluşturmak çok ayrı bir deneyim. Ama inanın, grubu kaliteli yapan şeyi yıllarca dinlediğiniz şarkıların bu hallerinde görmek bambaşka. Sözün özü; o Aqualung neydi öyle yareppim!? Deep Purple, Jethro Tull gibi büyük gruplarda

Mart

2009’da İstanbul’a ilk kez geleceklerini duyduğumda grubu pek tanımıyordum. Riski göze almayıp gitmedim konsere. Lakin onun yerine bir hafta boyunca post rock ile ucundan alakası olan tüm grupları araştırdım. Ve aradan iki sene geçti, God is an Astronaut yeniden Türkiye’ye geldi. Benim için ayrı bir anlamı oldu tabi. Konser “Tanrı eğer bir astronot olsaydı nasıl olurdu?” sorusunun cevabını sorgulattı. Beklentilerin üzerine çıktı. Yine gelseler yine gidilir. -Mert S.

IAMX / 5-6 Mayıs

Çok fazla konsere giden birisi değilim, konsere gidemeyişimin sebebi benim sevdiğim grupların Türkiye’ye çok az geliyor olmasından mütevellit. Fakat IAMX, Chris Corner’ın solo projesi ve şunu söylemeliyim ki, şu ana kadar izlediğim en güzel canlı performanslardan birisini sundular geçtiğimiz konserlerinde. Chris Corner seyircilerine görsel anlamda ve müzikal anlamda muhteşem bir tecrübe yaşatmayı çok iyi biliyor. Gidenler bilir, gitmeyenler ise üzülmesin çünkü IAMX her sene Türkiye’ye gelmeyi ihmal etmiyor! -Mert G.

Freshtival / 28 Mayıs Freshtival’e katılım çok azdı. Bunun bir sebebi 24 yaş sınırının kaldırılmasının üstünden sadece 1 gün geçmiş olmasıydı. Dolayısıyla pek çok insanın festivale girebileceğinden haberi yoktu. Sponsor da Miller olunca Küçükçiftlik Park’ta az seyirci, çok bira vardı. Sahne ve içki standı dışında yemek, oyun, giysi ve kitap standları alanı doldurmuştu. Kendi tişört tasarımınızı bile yapabiliyordunuz. Saat 14.00’te kapıları açılan festival, geceye kadar günü müzikle doldurdu. Leftfield ki çoğunlukla Trainspotting filmindeki A Final Hit şarkılarından tanınır-

lar, aramıza dalıvermiş oldu. Hareketli sahne performanslarıyla tanınan hatta Guardian tarafından “İngiltere’nin en iyi konser grubu” seçilen Noisettes soul müziğe bütün seyircileri bir kez daha hayran bıraktı. İspanyol grup Crystal Fighters da sahnede oldukça hareketliydi. Meczup ile kısa sürede çokça sevilen, geçtiğimiz günlerde Eurovision’a gitmesi kesinleşen Can Bonomo da festivalin renkli bir diğer ismiydi. Farklı müziği ve solistinin kırmızı giysisiyle festival havasına iyice girmemi sağlayan Bon Mod’u da unutmadan eklemem gerek tabi. -Gözde

olan “zaten albümde dinlediğini bir de konserde dinletmeme” olayına bayılıyorum. Gerçekten unutulmaz bir akşam yaşatıyorlar; buyurun, sıkıysa unutun! 64 yaşındaki adamın koskoca sahneyi uçtan uca koşarak flüt çalmasını, Bach’ın Boureé’sine yaptığı yorumu, Pastime With Good Company çalmadan 8. Henry’den bahsetmesini, on dakikayı aşıp Thick As A Brick’i çalmasını (yetmedi tabi) ben unutamadım. Konuk sanatçı Canan Anderson’ı, Serkan Çağrı’yı da unutamadım. Jethro Tull konserlerini kaçırınca böyle oluyor işte. -Günhan

Bonobo / 14 Mayıs

Bonobo, nam-ı diğer Simon Green, Avrupa turnesi kapsamında Otto Santraldeydi. Adeta küçük bir orkestra ile sahne almasına rağmen, önceki deneyimlerimizden yüz bulup Scuba ve Noctuary için tezahürat yapan kitleye dahil olduk; lakin bu kez uslu uslu Black Sands dinleyip eve dönmekle yetindik. Repertuar öyle dardı ki, turneye adını veren Black Sands’i bile tam dinleyemedik. Haftalar önce alınan biletler ve getirdiği beklentilerden olacak, naciz fikrim; 2010 Chill Out Festival’de bıraktığı etkinin üstüne pek bir şey koyamadı... -Ersin

Interpol / 1 Haziran

Interpol benim için çok önemli bir grup gerçekten, çok küçük yaşlardan beri dinler, bayılır, sever, ölürüm. Geleceklerini hiç düşünmemiştim ama şu ara bir indie patlaması mı var nedir, çok güzel gruplar geliyor. Interpol de geldi ve izledim, hala izlediğime inanamıyorum fakat gördüğüm şeyler muhteşemdi. Genelde yeni albümden çaldılar tabi, A Time to Be So Small çok beklememe rağmen çalmadılar ama olsun, Memory Serves, Success gibi sevdiğim yeni şarkıları çaldılar ya bu da benim için kafi, ayrıca tabii ki “Evil!” -Mert G. 15 Şubat-15 Mart 2011 | 37


Sonisphere Festival / 19 Haziran Müşkül ve çetin bir Haziran ayının ortasında, kaybetmişlikler çölünde vaha bulmuşçasına, yaşadığımız dünyanın gerçekliğinden soyutlayıp bizi bir günlüğüne daha iyi bir yere, heavy metal alemine gönderdi Sonisphere Festival. Bir an geldi, sanki bütünlemeleri başarıyla verip mezun olabilmişizcesine eşlik ettik School’s Out’a. Sanki 1 hafta önceki seçimi de biz (SMF, Sert Metalciler Fırkası) kazanmışız, başbakanımız da Alice Cooper olmuştu Elected’ı nakaratında haykırırken. Bir an yapayalnız kalıvermediğimizi hissettik Fear of the Dark’ın solodan önceki bölümüne “oooo” diye eşlik ederken.

Beş duyumuzla bizler ağır müziğin keyfini çıkarırken ruhumuz adeta bu büyülü, daha adil, daha özgür, daha eğlenceli dünyanın bahçelerinde geziniyordu (çünkü şüphesiz, orada kat çıkmaya bayılan müteahhitler de yoktur). Büyü otogarda otobüs beklemeye başlayana kadar sürdü, sonrasında yine acıklı hayatlarımıza döndük. Festivaldeki yemek-su kıtlığı ve gölgelik eksikliği keyfimizi ancak şimdi kaçırmaya başlamıştı. -Alper D. In Flames

Slipknot

38 | Boo! Sayı: 4

Iron Maiden

Her devrin adamı Alice Cooper’ı görmenin paha biçilmez olduğu anlardan birisini yaşadık 19 Haziran Pazar günü. ‘Ben 6 yaşımdan beri korku filmi izliyorum ülen!’ dediğim andan bu yana ne korku figürleri çıkmıştı karşıma. İşte Alice Cooper bütün o figürlerin bileşkesini alıp rock’n’roll’un Mastodon

Alice Cooper

içine yerleştiren bir efsaneydi gözümde. Frankenstein ile aşık atmalar, sahne perdesini adeta yırtar bir şekilde seyircinin karşısına geçmeler, eskrim kılıcıyla gösteriler, karadul kostümünü sırtına geçirip The Black Widow söylemeler... Bütün bu unsurlar korku filmi sinefilleri için muhteşem bir şölendi. Şölen bittiğinde ileriki yıllar için, onun sinsi gülüşünü, giyotinle dalga geçmesini ve seyircilerin üstüne piton atmasını umarak konser alanı terk edecektik. -Armağan


One Love Festival / 2-3 Temmuz Manic Street Preachers

One Love’a sadece Cake için gitmiş olsam da, ortam dopdoluydu. Bir festivalde aranan ne varsa hepsi ve fazlası One Love’daydı. Santral İstanbul da festival için en uygun mekânmış meğer, sergi için gittiğimde oraya hiç bu gözle bakmamıştım. Cake’i ağırlayarak beni mest etti One Love. Doğduğum yıl kurulmuş olan Cake, rock ile birden fazla tarzı birleştirmeye, izleyeni coşturmaya, John McCrea’nın kasketinin görülmeyip sesiyle hatırlanmasına bu sefer de devam etti. -Gözde

Cake

“Bir rüyanın gerçek olması”... Benim için bu konserin tanımı budur. Brett Anderson’ın elinde üç metre kordonu olan mikrofonu sallayarak dans etmesi mi, üst üste Filmstar, Animal Nitrate, Can’t Get Enough çalması mı, konserin sonunda Beautiful Ones’da orada olan herkesin deliler gibi zıplayıp avazı çıktığı kadar şarkıya eşlik etmesi mi diye düşünüyorum, bir türlü konserin en güzel anı hangisidir karar veremiyorum. Tam anlamıyla mükemmeldi. -Gülin

Indie ve alternatif müzik için ülkemizdeki tek köklü etkinlik olan One Love Festival’in bu sene yaptığı en iyi şey ana sahne ile yan sahne arasını seslerin karışmayacağı şekilde ayarlamasıydı. Festivalin hayal kırıklığı erken saatte sahne alan ve sesini duyuramayan Büyük Ev Ablukada olurken sürpriz ismi yarı Nijeryalı yarı Alman sanatçı Nneka oldu. Eğlenceli performansı ve “Africa is the Future” hareketiyle sevgimi Nneka

kazandı. Happy Mondays bize Madchester’ın hala aramızda olduğunu kanıtladı. Cake ise sahne şovu ile ne kadar eğlendirebileceğini gösterdi. Ancak diğer yerlerdeki canlı performanslarını da izlediğimde hepsinin saniyesi saniyesine aynı olduğunu öğrendim. Ardından Manic Street Preachers çıktığı anda dinleyicilerin ortak hissi yaşlandıklarını kabul etmemek oldu. İkinci günün benim için asıl anlamı Editors’dı. Çimlerin üzerinde kalabalıktan uzakta sakinlik veriyordu sadece. Festival olmanın gerektirdiği diğer etkinlikler ise tatmin ediciydi. İki gün boyunca yorulmakla meşgul olmak mümkündü. -Mert S.

Suede

15 Şubat-15 Mart 2011 | 39


Bon Jovi / 8 Temmuz John Bongiovi’nin 1982’de bir yaz gecesi kuzeni Tony ile kaydettiği Runaway adlı tek parçalık demosuyla başlayan bu hikaye, hepinizin tahmin ettiği gibi Raise Your Hands ile İstanbul’a taşındı. How I Met Your Mother’da Barney ile bütünleştirdiğimiz You Give Love A Bad Name’in arenadaki yankılanmasını tahmin etmeniz için o gece John’un enerjisini canlı canlı izlemeniz gerekirdi. Bad Medicine’da resmen yer yerinden oynadı ki; John 10 numaralı Türkiye formasını üzerine geçirdi. Türk dinleyicisini daha fazla nasıl kendinden geçirebilirdi, henüz ben

de bilemiyorum. Ameliyattan çıkıp neredeyse dinlenmeden, iptaller konuşulurken çıkagelmesi takdire şayan doğrusu! Bu yaşta bu enerji nasıl oluyor algılamaya çalışan binlerce kişi 18 yıl sonra İstanbul’da arenayı sallamasına mest oldu. Şebnem Ferah’ın acı kaybından dolayı alt grup olarak yer alan Redd, Bon Jovi’nin gölgesinde kalmadı değil. Kök salabilmek yaşlanma cesareti midir? Yaşlanmak cesaret işi midir? Kök salarak yaşlanabilmeyi erteleyen Bon Jovi’nin harikalar yarattığı arsız bir İstanbul gecesi, daha ne söylenebilir ki… -Derin

Judas Priest, Whitesnake / 10 Temmuz

Purple Concerts sene içerisinde ilginç hareketler gerçekleştirene kadar Bon Jovi ile beraber 3 günlük bir festival dahilinde olacağını ve stadyumda izleyeceğimizi zannettiğimiz Judas Priest konseri için cumartesi gününü boş geçip soluğu yeniden Küçükçiftlik Park’ta aldık. Jübile yapacağını açıklayıp geri adım ata ata “Bu sadece son büyük turnemiz” demeye kadar getiren, dayanamayıp turne öncesi KK Downing’i elinde tutamayan ve yerine 30 yaş önceki hali Richie Faulkner’ı alan Priest, tüm bu karikatürize olaylara

Jamiroquai / 5 Eylül

Hayranlık derecemin yüksekliği “Sen ne yaparsan yenir abi!” seviyesinde olduğundan objektif değerlendirme yapmam zor, ancak dünya gözüyle Jay Kay’i gördük, arada çok insan vardı ama bir nevi karşılıklı dans ettik, güzel oldu. Feels Like It Should ve Love Foolosophy’nin düzenlemelerine de hasta olduk, kısacası yine olsa yine giderim. Kısa notlar: Sahneye atılan kırmızı sütyen, funkla bile dans etmeyen bir kalabalık, Jay Kay yaşlanmaz büyür, Corner of Earth de çalsaydı iyiydi... -Aslı 40 | Boo! Sayı: 4

rağmen fevkalade bir heavy metal şöleni sundu. Sesini koruyamayan birçok tiz sesli vokalistin aksine Rob Halford halen daha canlı performansta inanılmaz çığlıklarını atabiliyordu. Tüm albümlere eş dağılmış bir liste vardı, ilk albüm Rocka Rolla’dan bile bir şarkı vardı! Bis yapmasalar, Painkiller sonrası iki yumruğum havada, naralar atıp koşarak terk edebilirdim konser alanını. Öncesinde çıkan Whitesnake de, yerlerinde sabit duran Malt ve Pentagram vokalistlerinin ardından sahneden adeta enerji saçtı. -Alper D.

Adidas All Orgnls. Party / 17 Eylül Küçükçiftlik Park’ta gerçekleştirilen partide yerli isimlerin yanında Datarock ve Sophie Ellis-Bextor da sahne aldı. Datarock, sahne performanslarıyla akıllarda yer eden bir grup. Dans müziğinin Norveçli temsilcileri yine unutulmayacak bir gece yaşattılar bize. Grup elemanları kırmızı eşofmanlarıyla sahneye fırladılar ve şarkılarının ritmi, enerjileriyle birleşince, oldukça eğlenceli zaman geçirmesini sağladılar izleyicinin. Öyle ki, performanslarının sonlarına doğru elemanlardan birinin soyunmaya başlaması, bir dalgalanma yarattı. En sonunda

“Aman, donunu da çıkaracak kaçın!” gibi tepkiler yükseldi. Neyse ki korktuğumuz başımıza gelmedi. Ardından sahneye, tiril tiril elbisesiyle Sophie Ellis-Bextor çıktı. İngiliz şarkıcı bilindik şarkılarını bütün alanı dolduran izleyicileriyle hep bir ağızdan söyledikçe keyiflendi, o keyiflendikçe alan coştu. Sürekli İstanbul’u ne kadar sevdiğinden bahsetmesi, herkesi ayrı bir mutlu etti. Sahne performansı Datarock kadar gösterişli olmasa da, canlı dinlemeye değecek bir sesi olduğuna herkesin hemfikirdi. Bir daha gelirlerse, değerlendirin derim. -Merve


James / 6 Ekim

Dub FX / 20 Ekim

Radyo Eksen’den haberi alır almaz, “Biletler ya biterse? Ya bitmişse?!” korkusuyla (ki aslında ne kadar boşa bir endişe) biletimi aldım ve çalışma masama koydum. Bugüne dek gittiğim en samimi, en eğlenceli konserlerdendi. Born of Frustration ile isyan ettik, Sit Down ile kah yere oturduk, kah zıpladık. Öyle bir konserdi ki, Tim Booth seyircilerin arasına karıştı, konser sonunda seyirciler sahneye çıkıp dans etti, 2 saat nasıl geçti bilemedik. James severler için unutulmaz bir konser olarak geçti tarihe, her ne kadar Waltzing Along’u dinleyemesek de. -Gülin

Avustalyalı sokak sanatçısı Benjamin Stanford, Youtube ile adını duyurdu. Şu anda Beadyman ve Dave Crowe ile birlikte dünyanın en ünlü beat boxerları arasında yer alıyor. Türkiye’ye geleceği açıklandıktan sonra her ne kadar “Sokakta bedava dinlemek varken bilet mi alınır?” diyenler olsa da unutulmaz performansı sergiledi. Kah istek parça çaldı kah beat’i beğenmediği için baştan yazdı. Hep birlikte Ghostbusters söyledikten sonra daha mesut olamayacağımı anladım. Seneye de geleceklerinin sözünü verdiler. -Mert S.

Azam Ali / 22 Ekim

Azam Ali, sesiyle beni resmen büyülüyor. Ian Anderson’a beraber gittiğim arkadaşım Başar da böyle düşünüyor olacak, doğum günü hediyesi olarak bu konsere bilet almış. Beraber büyülendik bu güzel kadın tarafından. Konser, Azam Ali’nin son projesi From Night to the Edge of Day’deki ninniler üzerine kuruluydu. Danalı, bostanlı ninnimiz Dandini ve doğu ezgilerine sahip olan birçok ninniyi sahnede bir başka seslendirdi. Keşke Zaz yüzünden konser erken bitmeseydi de biraz daha dinleyebilseydim kendisini. -Günhan

Merkez üssü Tabanlı Köyü olan 7.2 büyüklüğündeki Van depreminin mağdur ettiği insanlarımıza destek için; Redd grubundan Güneş Duru’nun Twitter’daki “Bu defa ertelemesek, bir an önce harekete geçsek ve Van için bir konser düzenlesek” iletisi ile hayata geçen; nedeni üzücü olsa da kendisi keyifli geçen bir organizasyondu. Bu iletiden 14 saat sonra Türkiye’nin en iyi organizatörleri ve prodüksiyon firmalarının emeğiyle her şey netleşmiş, satışa sunulmasıyla birlikte biletler tükenmişti. 30 Ekim günü Maçka Küçükçiftlik Park’ta tüm geliri Kızılay va-

sıtasıyla “sadece” Van’a aktarılmak üzere; 40 kadar grup ve müzisyen sahne aldı. Kapıları saat 10:00’da açan, rock ruhunu uzaklarla buluşturan, hüzünlü olduğu kadar coşkulu olan konser, insanlığın hala ayakta olduğunun kanıtı idi. İrili ufaklı herkesin beş kuruş almadan tek vücutta toplandığı bir gündü ve Türkiye’de bu kadar rock sanatçısı aynı çatı altında görülmemişti. Cahit Berkay’ın şarkıda söylediği “Bir şey yapmalı!” cümlesinin tam anlamıyla içinin dolduğu coşku dolu bir sosyal sorumluluk projesi olarak 2011’e damgasını vurdu. -Derin

Alice Gold / 9 Aralık

Geçen temmuz ayında Dan Carey ile 22 kısa günde kaydettiği “Seven Rainbows” albümünde pop müzik yaptığını ancak rock’n’roll ve saykodelik müzikten de bolca ilham aldığını söyleyen Alice Gold sahnedeki güçlü duruşuyla kulaklarımızın pasını, Indigo’da sahne alarak sildi. Sahnede sadece davulcusu ile var olan Alice, “Runaway Love”, “Orbiter” başta olmak üzere albümdeki tüm şarkılarını, aynı zamanda doğum günü de olan 9 Aralık’ta harika performansıyla İstanbul’a armağan etti. -Derin 15 Şubat-15 Mart 2011 | 41

Bitti.

Van İçin Rock / 30 Ekim


Gülin Enüst gulinenust@gmail.com

derleme

2011’den Müzik Notları 2011 bitti. Yaşasın 2012! Yeni başlangıçlar, keşfedilecek yeni isimler, yeni albümler için beklentideyiz. Fakat orada bir dakika duralım! 2011’i de müzikal anlamda kimlerle meşgul olduk, kimleri dinledik, yükselişe geçen isimler kimlerdi, bir düşünelim ve yakın mazimize bir göz atalım birlikte. Kimleri keşfettik? 2011’ün güzel sürprizleriyle başlamak istiyorum yazıma. Yazılarımdan da anlayacağınız gibi, yeni keşfettiğim isimleri genellikle tesadüfen radyodan duymuş oluyorum ve aceleyle not aldığım isimleri ve şarkı sözlerini daha sonra vaktim olduğunda araştırıyorum. İşte ilk bahsedeceğim ismi de aynen bu şekilde keşfettim. Kasım ayının sonlarına doğru, işten yorgun argın eve dönerken radyoda değişik bir ses, uykulu halimden sıyrılmamı sağladı. Eski bir kayıt gibi hafif cızırtı-

42 | Boo! Sayı: 4

lı, arka planda arp sesleri olan bir şarkı ve buğulu, bir blues şarkıcısına yakışacak türden bir ses. Tahmin edenleriniz vardır, Lana Del Rey’den bahsediyorum. Bilirsiniz, güzel ve daha önce hiç duymadığınız bir şarkıyı keşfetmenin verdiği haz çok başkadır. Video Games’in üzerimde bıraktığı etki tam olarak buydu. Daha sonra Blue Jeans, Born to Die gibi şarkılarını da dinleyip albümünün edinilmesi gereken önemli isimlerden biri olduğunu düşündüm Lana Del Rey’in. Bu arada hemen sa-

tır arası bilgi olarak verelim, albüm ben bu satırları yazarken henüz piyasaya çıkmadı, 27 Ocak’ta çıkması bekleniyor. Lana Del Rey’e geri dönersek, pop ve rock arasında gidip gelen melodileri, biraz vintage sosuna batırarak dönemdaşlarından farklı bir yol izleyen ve bu nedenle de rakiplerinden sıyrılan bir stile sahip. 40’ların havasını 2000’lere uyarladığını düşünebilirsiniz, kendisinin resimlerine biraz bakarsanız. Ayrıca, Lana Del Rey takma adıyla piyasa-

ya adım atmadan önce gerçek adı olan Lizzy Grant adıyla bir albüm yayınlamış olduğunu da belirteyim fakat stilinin şimdikiyle pek de alakalı olmadığını da bilin. Bu sene ve önümüzdeki senelerde adını daha da sık duyacaksınız, takibe almaya değer bir isim. Bahsedeceğim ikinci isim ise, İngiltere çıkışlı grup The Vaccines. İngiltere’de 2011 yılının en çok satan çıkış albümü olan What Did You Expect from the Vaccines albümleri ile oldukça iddialı bir şekilde


2011

yılında

yıldızı

parla-

yan isimlerden biri de, aslında öncesinde çıkardığı albümlerle kendine bir dinleyici kitlesi edinen fakat 2011 yılıyla birlikte gerçekten de zirveye oturan Adele oldu. “Güzel olan her şey adadan çıkıyor” diye düşünmeden edemiyor insan. 24 Ocak 2011’de çıkardığı albümü “21”, Adele’in kariyerini çok farklı bir boyuta yükseltti. Albümün Aralık ayına kadar yalnızca Birleşik Krallık’ta 3.4 milyon satması, size İngilizlerin bu yeni yıldızlarına ne kadar ilgi duyduklarını anlatmaya yetecektir. Adele’i benim gözümde farklı kılan noktalardan biri, şarkılarını gerçekten söylerken hissediyor olduğu izlenimini vermesi. Güçlü bir ses elbette çok önemli fakat güçlü ve soğuk bir ses dinleyiciye hiç bir şey ifade etmeyebiliyor. Adele’in ise hem çok etkileyici bir sesi, hem de üstün bir şarkı yazma yeteneği var. 21 adlı albümünde bunu çok net olarak görüyorsunuz. Peki, 2011 yılında bu albümden hangi şarkıları dinledik? Ben kendi adıma en çok Rolling in the Deep’i dinlediğimi söyleyebilirim. Blues, günümüz pop tarzıyla birleştirildiğinde ortaya güzel bir sonuç çıkmış, tabii şarkının düzenleyicisinin de bunda etkisi büyük. Ayrıca bir şarkıyı dinlerken o şarkının samimiyetini anlamaktan çok büyük keyif alıyorum ve Adele bende bu hissi bırakıyor. 2011’in en önemli çıkışını yapan isim kendisi bence ve bu sene de adını

çok duyacağız. Nelere Üzüldük? Yeni keşiflerin verdiği mutluluk önemli tabii ama geçtiğimiz senenin üzüldüğüm olayları da yok değil. Öncelikle, R.E.M.’in dağılması, beni gerçekten üzdü. Çok sevdiğim ve diskografisinin her bir parçasından ayrı zevk aldığım bir gruptu. Gerçi 80’lerden günümüze pek çok değerli albümleri oldu ama, yine de devam etselerdi keşke... Amy Winehouse’un ani ölümü , gelecekte çok güzel şarkılar üretebilecek önemli bir yeteneğin kaybolması müzik dünyası için üzücü bir olaydı. Ani bir ölümdü fakat beklenmedik bir ölüm değildi, Amy Winehouse’un madde bağımlılığı sağlık durumunda ciddi ve gözle görülür bir düşüşe sebep olmuştu, hatta Türkiye konseri iptal edildi. Elimizdey-

se dinleyebileceğimiz 2 güzel albüm ve genç bir yeteneğin kaybının üzüntüsü kaldı. İptal olan konserler demişken, bu senenin hayal kırıklıklarından biri de Duran Duran konserinin iptal olmasıydı. Konser tarihi 28 Temmuz 2011 olarak belirlendiğinde büyük bir beklenti içinde biletlerin ne zaman satışa sunulacağını düşünürken, bir anda konser iptal haberi geldi. Simon Le Bon’un ses tellerindeki rahatsızlık sebebiyle belirsiz bir tarihe ertelenen konserden hala bir haber yok. Yetkililere duyuralım: Duran Duran’ı istiyoruz!

Bitti.

piyasada sağlam bir isim edindiler şimdiden. Eğer kendilerini hiç dinlemediyseniz, Arctic Monkeys ve Arcade Fire gibi gruplara yakın bir çizgide olduklarını söyleyebilirim. Benim için grubu ilgi çekici kılan şey ise şu, albümlerindeki her şarkıda farklı dönemlere ait izler bulabiliyorsunuz. 50’ler ve 60’ların rock’n’roll melodileri ve 70’lerin punk dönemini hatırlatan değişik bir çizgileri var. Bu nedenle eğer bu dönemlerle ilgiliyseniz, The Vaccines’e bir şans vermelisiniz. Enerjik şarkıları size Ramones’u hatırlatabilir, vokal ise bana bazen Ian Curtis’i hatırlatmıyor değil. Başlangıç için Wrecking Bar Ra Ra Ra ve If You Wanna isimli şarkılarını önerebilirim. Diğer bir isme geçmeden önce kendilerinin başarılarını sürdürmelerini gerçekten istediğimi belirtmek istiyorum. Biliyorsunuz, The Strokes için zamanında inanılmaz yorumlar yapılmış, fakat sonra medya balonu fazla şişirdiğini düşünüp balona şişi kendisi saplamıştı. Bu konuda hala haksızlık yaptıklarını düşünüyorum, evet belki ilk albüm kadar iyi ve yenilikçi değil belki ama Strokes iyi albümler çıkarmaya devam etti ve umarım da edecektir. Dileğim şu ki, medyanın bir anda yüceltip sonra alaşağı ettiği isimlerden olmasın The Vaccines. Dinleyin ve kendilerine bir şans verin.

15 Şubat-15 Mart 2011 | 43


portfolyo

Hakan Özfatura

hakanozfatura.com

Fotoğraftan önceki hayatın nasıl geçti? 1982 yılında Almanya, Stuttgart’ta dünyaya geldim, yaklaşık 6 sene kaldıktan sonra Türkiye’ye kesin dönüş yaptık ve İzmir’e yerleştik. Yurt dışında doğmama rağmen “nerede doğdun?” dediklerinde hep İzmir demişimdir, 1 ay ayrı kalsam şehri özleyenlerdenimdir. İnsanı ve sosyal yaşantısı bana çok şey katmıştır. Selma Yiğitalp Lisesi’ni bitirdikten sonra Güzel Sanatlar ve Spor Akademisi gibi özel yetenekle girilen okulları tercih ettim. Hayatımın dönüm noktalarından biridir, yaklaşık 4 sefer denememe rağmen yeterince yetenekli olduğumu düşünmediklerinden olsa gerek üniversite hayatıma Açık Öğretim İşletme’den devam etmek zorunda kaldım. Fotoğraf çekmeye nasıl başladın? Ortaokul yıllarımda filmli bir

44 | Boo! Sayı: 4

fotoğraf makinem vardı, hobi olarak ara ara çekimler yapıyordum, ama malum öğrencilik yılları olduğundan film ve tab ettirme benim için baya masraflı bir hobi idi ancak güzel bir başlangıç oldu. Asıl mesleğim web ve grafik tasarım üzerine. Yaklaşık 10 seneden fazla süredir lisede hobi olarak başladım, daha sonrasında mesleğim oldu. Web arayüz tasarımı, grafik tasarım ve web programlaması üzerine kendimi zamanla geliştirdim. 2008 yılında yine hobi amaçlı bir dijital SLR fotoğraf makinesi aldım, aslında aldım da denemez, oldu bittiye getirildi. Bu konuda tecrübeli bir arkadaşıma danıştım, bu maliyete nasıl ne almalıyım, nereden filan derken 1-2 gün içinde ben ikinci el bir makine buldum. Parayı göndermemi söyledi, şaşırdım, maddi olarak o kadar hazırlıklı değildim ama gözümü karartarak tüm birikimimi gönderdim, böylelikle ilk makinem olan Pentax k20d ile buluşmuş oldum. Hobi olarak başladığım her iş zamanla mesleğim haline geldi. Önceleri DSLR fotoğraf makineleri konusunda çok bilgim olmadığı için bilinçsiz çekimler yaptım. Daha sonrasında baktım bu böyle öğrenemeyeceğim, manuel bir lens aldım, makinemi de manuel ayarlarına alarak fotoğraf çekimlerime böylelikle başladım. Yaklaşık 1 sene ISO, diyafram, perde hızı-

nın mantığını çözmeye ve bol bol araştırma yaparak, mevcut ortamda doğru ayarlarda doğru fotoğrafı çekmek üzerine çalıştım. Her amatör gibi ne görürsem onun fotoğrafını çekiyordum ilk başlarda, sokaklarda portre fotoğrafçılığı yaptım, zamanla ilgim modelli konsept ve moda çalışmalarına kaydı. Kadrajın içinde insan olan her kompozisyonu seviyorum. Sergilenmiş hangi projelerin var? Kurması en keyifli sergi hangisiydi? Genelde çekimlerimi internet ve dergiler üzerinden sergilemeyi tercih ediyorum, daha fazla kimseye ulaşabiliyorsunuz. İzmir içinde sergilemem için teklifler geldi ama benim için sergi ustalık sonrası keyif çıkarma noktasıdır, ben kendimi fotoğraf konusunda kalfa olarak görüyorum. Her gün üstüne bir şeyler katmaya ve bilgimi artırmaya çalışıyorum. Bu işe büyük emek vermiş ustalara saygısızlık etmek istemem. Henüz kendimi öğrenim ve geliştirme aşamasında buluyorum. Sergi açmak için ustalık dönemimi beklemeye niyetliyim. Ekipman senin için ne kadar mühimdir? Bir yerde bir söz görmüştüm, “Yeni başlayanların derdi para, amatörlerin derdi ekipman. Profesyonellerin tek derdi


ışık” diye. Ben şu anda ekipman ve ışık arasında bir yerlerdeyim. İyi bir fotoğraf elde etmenin temelinde ışık kullanımdaki başarı yatıyor bana kalırsa. İlk başladığım zamanlarda pek de masraflı bir hobi olarak gözükmüyordu. Ama zamanla kendinizi geliştirdikçe ekipman ihtiyacım da ortaya çıkmaya başladı. Lens, ışık ve diğer ekipmanlar için binlerce para harcadım. Zamanla gelişen fotoğraf makinesi gövdeleri, ISO performansları ve ışığı yönetme arzusu ile her gün bir ihtiyacım ortaya çıkıyor. Dış mekanda strobist tekniğiyle çekimleri gerçekleştiriyorum. Bu sebeple ekipman, çekim tekniği ve kadraj başarısının ardından gelse bile benim için yine de önemli bir mevzu. Türkiye’de özellikle müşteriler ne çektiğinden çok ekipmanın gösterişine kapılıyorlar. Ben bunu, abes olarak

benzetmek gerekirse, kebap yemek istediğinizde kebabın lezzetinden çok yanında gelen garnitürdeki çokluğa takılan ve onu metheden insanlara benzetiyorum. Gösterişi seven bir milletiz, her konuda olduğu gibi fotoğraf mesleğinde de bu böyledir. Fotoğraflarını izlerken en çok etkilendiğin fotoğrafçılar kimler? Elbette takip ettiğim birçok fotoğrafçı var, Asıl mesleğim olan grafikerlik ile gelen renkle ilgili bir tarzım var, canlı ve masalsı renkler tarzımı belirlerken büyük rol oynadı. Bu sebeple Türkiye’den Akif Hakan Çelebi ve Metin Demiralay takip ettiğim ve beğenerek izlediğim Türk fotoğrafçılar. Yurt dışından ise Dave Hill ve Emily Soto, strobist tekniğini kullandığım için teknik açından Dustin Diaz, David Hobby ve Zack

Arias beğendiğim ve takip ettiğim diğer fotoğrafçılar. Fotoğraf çekme eylemine özel anlamlar katanlardan mısın, yoksa “sadece severek yaptığım bir uğraş” demek yeterli mi? Ben anlam katanlardım, teknik açıdan kusursuz olsa bile fotoğrafta bir konusu, bir anlamı kısaca bir mesaj vermiyorsa, fotoğrafı izleyende bir duygu hissettirmiyorsa benim için hiçbir anlamı kalmaz. Günümüzde “fotoğraf sanat mı sanat değil mi” diye tartışılıyor, dijital fotoğrafçılık geliştikçe artık herkeste yarı profesyonel veya profesyonel makineler yaygınlaştı. “Her fotoğraf çeken sanatçı mı?” sorusu geliyor aklımıza. Bana göre fotoğrafta fark ve sanat katan fotoğrafçıları zamanla toplumumuz beğeniyor ve ön plana çıkarıyor, toplum

fotoğraf sanatçılarını kendileri seçiyor. Önceki sorunuzda saydığım insanlar bana göre fotoğrafı sanatsal yönden ele alıyorlar. Eğer estetik ve görsel bakışı bakımından yetenekliyse insan, belli bir süreç ve ürettiği çalışmalarla bir gün fotoğraf sanatçısı olabilir. Fotoğraf çekmekle ilgili geleceğe dair hedeflediğin bir şeyler var mı? Şu anda ikinci mesleğim olarak gördüğüm fotoğrafçılığı ilerde birinci mesleğim olarak yapmak istiyorum. Bunun için her gün çalışıyorum ve kendimi geliştirmeye çalışıyorum, maddi olarak hazır olduğumda stüdyomu açarak önce Türkiye çapında, daha sonra da dünya çapında barışı hedefliyorum. Şu anda moda, düğün ve stok konularında fotoğraf yaşantımı devam ettiriyorum. 15 Şubat-15 Mart 2011 | 45


46 | Boo! Say覺: 4


Bitti. 15 Ĺžubat-15 Mart 2011 | 47


BİYOGRAFİ DOSYA ARAŞTIRMA TARİH NOSTALJİ

Sandık Theodore Kaczynski Sayfa 52’de

Barış Manço & Cem Karaca Sayfa 55’te

Apollo

Sayfa 60’ta

Raymond Carver Sayfa 62’de

48 | Boo! Sayı: 4

Talk Talk Sayfa 64’te


SANDIK

Eski Medya:

Antrakt

Rauf Denktaş Tarih herkesi gömüyor, bize de buna tanıklık etmek düşüyor yaşadığımız müddetçe. Kıbrıs’ın ilk cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, geçtiğimiz günlerde (13 Ocak), 87 yaşında bu hayatı bırakarak tarihin sayfalarına yerleşti. Yine bir ocak ayının (1924) bu kez 27’sinde Baf’ta dünyaya gelen Rauf Denktaş 1,5 yaşında annesini kaybedince anneanne ve babaannesi tarafından büyütülmüş, 1930 yılında İstanbul’a eğitim için gönderilmiş, ortaokuldan sonra Kıbrıs’a geri dönmüş ve Lefkoşa İngiliz Okulu’ndan mezun olmuş. Önceleri gazete yazıları, tercümanlık, mahkeme memurluğu ve öğretmenlik yapmış.

luna girdi. Hareketlenen dönemlerde (1955 ve sonrası) cemaat sorunları masaya yatırılırken hep oradaydı. Direnişlerin örgütlenmesinde ön saflarda yer aldı, “istenmeyen adam” ilan edildi, tutuklandı. Ancak Denktaş yılmadı. 1970 seçimlerinde Türk Cemaat Meclisi Başkanlığı'na, 1976’da da Devlet Başkanlığı’na seçildi. 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilanından sonra da Cumhurbaşkanlığı’na seçilen Denktaş dört kez üst üste Cumhurbaşkanlığı yaptıktan sonra 2005’te bayrağı Mehmet Ali Talat’a devretti. 17 Ocak 2012’de Lefkoşa'da, Cumhuriyet Parkı'nda defnedildi.

1944’de İngiltere’ye giderek Lincoln’s Inn’de Hukuk eğitimi aldı ve sonrasında avukatlığa başladı. Akabinde Fazıl Küçük’le birlikte hatiplik ile başlayan uzun siyaset yo-

Rauf Denktaş sadece hukuk ve devlet adamlığı ile ilgilenmekle kalmamış, 1940’lardan itibaren 10’dan fazla kitap ile geniş kitlelere ulaşmıştı. -Melis

80’ler Alfabesi Laura Branigan / “Self Control” (1984): Daha önce ’82 yılında Gloria ile ortalığı kasıp kavuran Branigan, parçanın klibinde korku fantazmalarıyla dolu erotik bir rüyanın içinde bulur. Yönetmenliğini, The Exorcist filminden hatırladığımız William Friedkin’in yaptığı parça gece yaşamına övgü niteliğindedir.

Yayın hayatına 1991’de başlayan ve 1997’de veda eden Antrakt sade bir formatı olan 60-70 sayfa arası bir sinema dergisiydi. Ayın haberleri, gündemi, yönetmeni, söyleşisi, denemesi, filmi ve oyuncusu şeklinde kategorilerden oluşan dergi özellikle içeriği ile ön plana çıkıyordu. İçerik ön plana çıkarken, sayfa tasarımı ve matbaa gibi alanlarda sınıfta kalıyordu. Örneğin sayfalarda yer yer boşluklar dikkat çekici bir şekilde gözü tırmalarken, yer yer karşımıza çıkan siyah/beyaz fanzinvari sayfalar da estetik görüntüyü bozuyordu. Ayrıca dergi ciltlemesi konusunda da oldukça kat etmesi gereken yollar vardı. Teknik sorunları bir kenara bırakırsak; seçilen konuların niteliği dört dörtlüktü. Bilhassa yönetmen ağırlıklı sayılarda Avrupalı yönetmenleri es geçmemeleri, şu anki kaliteli dergilerin sayfalarında bile tek tük görülen bir hareket iken; Menzel, Sautet, Fassbinder, Greenaway ve Carax gibi yönetmenler her sayıda neredeyse derginin yarısını oluşturuyorlardı. İçerik konusunda eleştirilebilecek tek konu başlık seçimi olurdu. Bilhassa yabancı kaynaklı yayınlarda geçen ilgi

uyandırıcı ve eğlenceli başlıklar, Antrakt’ta daha ansiklopedikti. Sansür anlayışı esnekti. O yıllarda sigara markası reklamı alınabiliyordu. Erotik bir filmin müstehcen veya korku filminin kanlı bir sahnesi basılmakta tereddüt görmüyordu (bkz. Paris’te Son Tango, Bram Stoker’in Drakulası...) Teknolojinin gelişmesiyle birlikte dergicilik alanında köklü değişimler gördük. Dergilerin yanında DVD verilmesi bu duruma bir örnektir. Köklü değişimler oldu ancak değişmeyen bir şey vardı. Anketler! ‘En iyi 10…’ konsepti her zaman vardı ve var olmaya devam edecek gözüküyor. Antrakt, 90’lı yıllarda sinemaseverlerin imdadına yetişen ve gittiğimiz kitapkafede gördüğümüzde okumadan edemediğimiz bir dergi olarak tarihte yerini aldı. -Armağan

- Armağan Kanca & Gülin Enüst

Madonna / “The Look of Love” (1987): Madonna’nın spontanlığın doruklarında gezdiği Who’s That Girl? filminin soundtrackindeki bu parçada sanatçı “safari müziğinin” bile üstesinden geliyor, tabii arkasına Griffin Dunne ve biricik kaplanını da takarak.

New Kids on the Block / “I’ll Be Loving You (Forever)” (1988): 90’lardaki boyband furyasının temelini 80’lerde atan ve başta genç kızlar olmak üzere kendine geniş bir dinleyici kitlesi edinen grubun bu romantik şarkısı, listelerde 1 numara olmakla kalmadı, grubu tüm dünyaya tanıttı. 80’lerde pop nasıldı bir hatırlamak için dinlenmeli.

Olivia Newton-John / “Twist of Fate” (1983): Bolca fantastik öğeler içeren Two of a Kind filmi (her ne kadar Grease gibi ses getiremese de) Travolta ile Newton-John’u yeniden kameranın karşısına geçiriyor. Filmin hikayesi ise film müziklerindeki Twist of Fate’in satırlarında gizli.

15 Şubat-15 Mart 2011 | 49


SANDIK

1 Çocukluk Yaptım

Ceyda Zeynep Koyuncu ceyzeykoy@hotmail.com

Onlar 80’lerin abur cuburları; kimi artık yok, kiminin ambalajı değişti kiminin ise tadı… Deseler inanır mıydınız seneler sonra bir cikletin, bir gazozun bir şekerin içinizi burkabileceğini?

1 Ciklet: Tipitip

Kokusu muydu, üzerindeki oluk görünümlü çukurları mıydı, karikatürleri miydi Tipitip’i özel yapan? Çiğnemeden önce koklardı kimisi, kimisi azar azar parça parça ısırarak çiğnerdi kimisi bir çırpıda birkaç tanesini ağzına atardı, şekeri bitti mi hemen yenisi açılırdı. Sakızların, gerçi bu –lar eki çok da doğru olmadı çünkü hepi topu bir Turbo vardı bir de Tipitip, en parlak dönemiydi o yıllar belki de. Bakkala özellikle ve sadece sakız almaya giderdi çocuklar.

mayacağına vurgu yapan reklamlarıyla bir anda Turbo ve Tipitip’i geri plana itti. Tipitip karikatürleri, Turbo araba kartları daha pek çok çocukluk hatırasıyla birlikte özenle kaldırıldı küçük metal kutulara, gün gelip bu denli özlenecekleri, değerlenecekleri hiç akla getirilmeden…

1 İçecek: Uludağ Gazoz

Kent Gıda’nın 1974’te üretmeye başladığı sakızın içinden çıkan koca burunlu, her soruna bir çözümü olan, sakar ama neşeli, her daim umutlu Tipitip’in karikatürleri özenle okunur düzeltilir bazen de biriktirilirdi. Hiçbir şeyin çok fazla çeşidinin olmamasından, her şeyin bugünkü kadar kolay bulunamayışından mıdır bilinmez o dönemin çocukları pek çok şeyi biriktirirdi; sakızlardan çıkan karikatürleri, araba resimlerini, parmakla düzeltilen çokomel ambalajlarını, pulları, mektup kâğıtlarını…

Ona gazoz deyip geçmek haksızlık olur hele de çocukluğunuz Bursa’da geçtiyse. O bazen anne zoruyla gidilen Hüsnü Güzel Hamamı’nın sıcaklık bölümünden çaktırmadan kaçılan soğukluk bölümünde kana kana içilendir, bazen Kültürpark Göl Çay Bahçesi’nde bileğinize bağlanan uçan balonunuza bakarken içmek yerine içindeki kâğıt pipeti ile oynadığınızdır, okul kantinlerinde cam şişede ayranla birlikte satılan, balkonda arkadaşlarıyla Turbo sakız araba oyunu oynayan ağabeyin içtiğinin içine kaşla göz arasında kesme şeker atılıp köpürtülen, Mudanya çay bahçelerinde aroması deniz kokusuna karışandır.

Daha sonraları yanına karısı Tipitoş, kızı Tipicik ve köpekleri Tipitop’un katılmasına rağmen Tipitip hiçbir zaman erkek çocukları için Turbo kadar cazip olamadı. 2-3 erkek çocuğu yan yana geldi miydi Turbo sakızından çıkan araba kartları ile saatlerce oynayabilirdi. Sonra günlerden bir gün bambaşka bir sakız çıktı ortaya; Big Babol. Ne kadar büyük şişirilirse şişirilsin patlayıp elinize yüzünüze yapış-

Uludağ A.Ş.’nin tarihi 1877’ye kadar gider. Padişah 2. Abdülhamit Han’ın zamanında Keşiş Dağı Maden Suyu İşletmesi’nin kurulmasıyla başlar her şey. Askerliği, doktorluğu, tıp tarihçiliğini, besteciliği, milletvekilliği, yazarlığı aynı koltukta taşımayı başaran Bursalı lakaplı Osman Şevki Bey 1925’te Bursa’da Coğrafya Encümen Azası ile birlikte 2545 metre yüksekliğindeki Keşiş Dağı’nın zirvesine çıkarak Cumhuriyet

50 | Boo! Sayı: 4

tarihinin ilk tırmanışını yaptığı gezi sırasında dağın heybetinden çok etkilendiği için dağın isminin “Uludağ” olarak değiştirilmesini önerir, önerisinin Mareşal Fevzi Çakmak tarafından kabul edilmesiyle 1926’da Keşiş Dağı Maden Suyu İşletmesi’nin adı da Uludağ Maden Suyu olarak değiştirilir. 1934’te Soyadı Kanunu’nun çıkmasıyla da Osman Şevki Bey “Uludağ” soyadını alır. Bir dönem ambalajı değiştirilip sevenleri hüsrana uğratılsa da daha sonra Uludağ’ın karlı zirvesinin basılı olduğu cam şişelere geri dönülmüştür. Şişesi artık aynıdır ya tadı? Kâğıt pipetlerin yerini plastik pipetlere bırakmasından mıdır, birlikte içilen kimi sevdiklerimizin artık yanımızda, kimilerininse hayatta olmamasından mıdır, yüzlerin, sokakların, mevsimlerin değişmesinden midir bilinmez kim ne derse desin tadı hiçbir zaman eskisi gibi olamayacaktır.

1 Yiyecek: Patlayan Şeker

Patlayan şekerler, köy bakkallarını hatırlatmaz mı? Para çi-

kolatalar, düdüklü şekerler, çatapatlar, cam bilyeler, sulugözler, leblebi tozları, şemsiye çikolatalar ve daha pek çok acayip, eğlenceli yiyeceği ve oyuncağı bir arada bulabileceğiniz biraz izbe, bakımsız, tozlu ama insanda kaç yaşına gelirse gelsin acayip bir merak uyandıran sürprizlerle dolu köy bakkallarını. Onlar artık yok, aynı tüm zamanların en mutluluk veren şekeri gibi ve biz 30’lu yaşlarına gelmiş bir grup insan hala ısrarla onu arıyoruz, paketinden çıkan küçüklü büyüklü parçacıkları dilimizin üzerine koyarak aynanın karşısına geçip nasıl oluyor da çıtı pıt çıtı pıt patlıyor bu şey diye incelediğimiz yıllar epey geride kalmış olmasına rağmen aklımıza düşünce “Nereden bulabilirim? Nerede satılır?” diye birbirimize soruyoruz. Siz de “Diyorlar ki falanca çikolatanın içine koymuşlar, hala var ama markası değişmiş filanca olmuş, o eski günlerdekinin yerini tutar mı? Tutmaz” diyenlerdenseniz doğru yazıdasınız. Hala o eski zamanlardaki patlayan şekerlerden satan yer neresi? Sorun, (ceyzeykoy@hotmail. com) cevabı e-posta adresinize gelsin.


SANDIK

80’ler, 90’lar; herkesin deli gibi fiş topladığı yıllar, tuhafiyeden bile “ya dışarıda maliyeden biri varsa göster fişini derse” diye fiş almadan çıkmaya korkan insanlar, doldurula doldurula bitmeyen vergi iadesi zarfları, ev ahalisi içinde vergi iadesi zarfı doldurmak üzere yapılan görevlendirmeler, “Bir şeyler yapalım mı?” diye soran eşe dosta “Olmaz, akşamları vergi iadesi dolduruyorum” diye verilen matbu cevaplar, vergi iadesinden gelen parayla getirilen ay sonları… 2007’de vergi iadesinin kaldırılmasıyla birlikte hepsi tarih oldu, aynı Ayşegül Atik-Ali Atik çiftinin oynadığı bir zamanlar TRT tarafından aklımıza kazınacak sıklıkta yayınlanan 1 Alışveriş 1 Fiş parodisi gibi. Ayşegül Atik’in saf bir sekreteri oynadığı parodide her şey patronun sekreteri akşam eve gelecek misafirler için alışverişe gönderme girişimiyle başlardı. Patron tek tek alınacakları izah eder ve eklerdi “Ne alırsan al önce alışveriş sonra fiş, önce alışveriş sonra fiş”. Sonraki bölümde hızlı çekimde Ayşegül Atik’i deli gibi caddenin bir o tarafına bir bu tarafına geçerken görürdük. Aldığı her kuruyemiş çeşidinin ardından gidip elektrik fişi aldığını, patronun “Kızım ben sana bu fişlerden al demedim ki... Satış fişi al dedim!” sözleriyle öğrenirdik ve bir anda o saf, geç anlayan sekreter gider, içindeki bilinçli vatandaş ortaya çıkıp “E ama bunu söylemenize gerek yok ki! Ben yapınca alışverişi, zaten alıyorum satış fişini” deyiverirdi. Bir nesil böyle büyüdü, 1 Tipitip aldı 1 fiş istedi, 1 Uludağ gazoz aldı 1 fiş istedi, 1 patlayan şeker aldı 1 fiş istedi, kim bilir mahalle bakkallarının yavaş yavaş ortadan kaybolmalarının bizim çocukluk dönemimizin sonlarına rastlaması belki de tesadüf değildi.

5 Yıl Evvel Boo!’lar

Tarihte Bu Ay* 16 Şubat: 600 yılında Papa I. Gregory hapşıran kişiye “Tanrı seni kutsasın” denebileceğine karar kıldı. 1988’de TV’de doğal yöntemlerle kanseri yenmekle ilgili bir program izleyen hasta, zakkum çiçeği kaynatıp içince hayatını kaybetti.

Yorulan bünyelerimizi toparlamak için 15 Ocak tarihini atladığımızdan ötürü, bu sayıda yazılacak iki tane 5 yıl öncesinin Boo!’su birikmiş oldu. Mavi kapaklı 13 numaralı sayımız bizim birinci yılımızı kutladığımız sayıydı. 5 kuruş kazanmadan ve pek popüler olamadan 1 yıl devam etmek, 2005 sonlarında dergiyi kurarken “Zordur bu işler yeğen, 2-3 ay sonra vazgeçip bırakırsınız” diyenlere karşı inadımızda bir gurur miladıydı. Sonra bu miladı iki kere daha yaşadık tabi. Birinci dönemi 46 değil de 49 sayıda bırakabilseydik son bir kere daha yaşardık o gururu da, yetmedi artık. 13. sayıda birinci yılımızı, 2005 sonlarındaki kuruluş dönemimizdeki deneme logola-

Birkaç sayfa sonra Raymond Carver bizlerle olacak, öncesinde öyküleri ve denemelerinden gayrı, şiirlerinden bir taşımlık bakalım: Acı Bu sabah erkenden kalktım ve yatağımdan bakınca, Ta uzakta, boğazın çırpıntılı sularında İlerleyen bir tekne gördüm, Durmadan ilerleyen tek bir ışık. Perugia’da dağlara çıkıp Ölen karısının adın haykıran arkadaşımı hatırladım. O öldükten çok sonra bile Basit yemek masasına

rını, ilk sayının yayınlanmayan kapağını, merdiven fotoğrafımızı (!) ve her bir sayımızla ilgili yazarlarımızın yazdıklarını paylaşarak kutlamıştık. Sunay Akın ve Ogün Sanlısoy ile yapılan röportajlara dikkat. 14 numaralı sayıda bir önceki sayının dev röportaj geleneği Hakan Aysev ile azalarak devam etmişti. O ay bir türlü bir kapak konusu ayarlayamayınca, halihazırda yazılmış Nanoteknoloji yazısını, siyah fonun üzerine bir adet nokta koyarak kapağa taşıdık! Kapak konusunda canımız o kadar sıkıldı ki, biz de işin kolayını bulup kapak konuları hazırlamak yerine gelecek sayıdan itibaren konuk fotoğrafçının bir fotoğrafını kapak yapmaya başladık.

Karısı için de bir tabak koyan. Ve karısı temiz hava alabilsin diye Pencereleri açan. Bütün bu gösterişi Utanç verici bulurdum ben Öbür arkadaşları da öyle. Bunu hiç anlayamamıştım, Bu sabaha kadar.. Gecikmiş Parça Peki, elde ettin mi Bu hayattan istediklerini yine de? Ettim. Peki, ne istemiştin? Sevilen biri oldum diyebilmek, Sevildiğimi hissedebilmek yeryüzünde.

17 Şubat: 1923’te İzmir’de düzenlenen Birinci İktisat Kongresi’ne biri kadın, yedi işçi katıldı. Kadınlara doğum öncesi ve sonrasında 8 haftalık izin verilmesinin kararlaştırıldığı kongreden tam 3 yıl sonra medeni kanun kabul edilerek, erkeğin çok eşliliği ve tek taraflı boşanmasını kabul eden şeriata dayalı aile düzeni yıkıldı. 19 Şubat: 1932’de Recep Peker’in ifadesiyle amacı ulusu sınıfsız, katı bir toplum haline getirmek olan Halkevleri kuruldu. 20 Şubat: 1970’te ise dünyanın 4. büyük köprüsü olarak kabul gören Boğaziçi Köprüsü’nün temel atma töreni Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ve başbakan Süleyman Demirel ile yapıldı. 6 Mart: İlk yüksek hızlı bilgisayar kabul edilen ENIAC 1946’da kullanıma girdi. Ömrü 1955’e dek sürdü. 10 Mart: 1910 yılında ilk Hollywood filmi In Old California gösterime girdi. 12 Mart: 1921’de İstiklal Marşı milli marş olarak kabul edildi. 45 yıl sonra ödev olarak Atatürk’ü bir başka dünya lideriyle karşılaştırması istenen 15 yaşındaki öğrenci ödevde Lenin’i seçince öğretmeninin ihbarıyla komünizm propagandası iddiasından tutuklandı. 15 Şubat-15 Mart 2011 | 51

* Vikipedi sağolsun, Günhan Oral’ın da sağ olduğu kadar.

1 Parodi: 1 Alışveriş 1 Fiş


Ant Uğurdağ antugurdag@gmail.com

biyografi

Theodore Kaczynski:

Modern Dünyanın Sömürüsüne Tek Kişilik Bir Direniş Doğduğu günden itibaren yazgısal dahiliğinin yarattığı açmazlarla boğuşmuş, büyük başarılara ulaşmış, bilime tutkuyla adanmış mütevazı bir hayat… Aslında insanlar ve toplumla ihtilafı ve savaşı olmayan, fakat onları uyandırıp, üzerlerindeki ölü toprağını atmaları için hayatındaki her şeyi bir kenara bırakıp radikal eylemlere başvurarak ses getirmeye çalışmış, modern zamanların yanlış anlaşılmış antagonistik bir “Robin Hood” karakteri; Theodore John Kaczynski.

tim ile harmanlanması sonucu; hayatı ve olguları herkesten çok daha farklı anlamlandırırlar. Theodore John Kaczynski bunlardan sadece birisi. Kendisi UNABOMBER (Üniversite ve Havayolları Bombacısı) lakabına sahip olup, matematik teorisyenliği ile eylemci ve anarşist paranoyak şizofren kimliğiyle tanınmasına rağmen, hayret verici hayat hikayesine bir göz atmakta fayda var.

birden atladı.

H

Varoluş sancıları 22 Mayıs 1942 Chicago, Illinois’de Polonya asıllı Amerikalı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Entelektüel açıdan daha ilkokul çağında girdiği testlerden, 167 IQ puanı ile dahi seviyesinin üzerinde sonuç aldı ve bunun üzerine ilkokulda birkaç sınıf

Lise eğitimi sırasında ise matematik konusunda ardıllarından farklı olarak, oldukça başarılı olmuş ve lise matematiği kendisine oldukça kolay gelmişti. Bu matematik ilgisi takıntı derecesine ulaştıktan sonra, kendisini odasına kilitleyip saatlerce diferansiyel denklemler üzerinde

ayattaki mücadele insana yaşamının her döneminde farklı yanılsamalar yapar. Kimi insan çocukluk ve ilk gençlik yılları, kimileri ise orta yaş veya yaşlılık döneminde kaldıramayacağını düşündüğü şeylerin başına geldiğini aklı52 | Boo! Sayı: 4

na getirir. Bu genelde hayatta olan her insanın en az bir veya birkaç kez aklından geçirdiği bir durumdur. Fakat bazıları vardır ki onlar diğerlerinden dolaysız ve net olarak ayrılırlar. Doğuştan sahip oldukları yüksek toplumsal farkındalık seviyelerinin, aldıkları iyi eği-

Çocukluğunda sosyal ilişkiler açısından oldukça zayıf olduğu, insanlar ve bina gibi yapılardan oldukça çekindiği, diğer yaşıtlarıyla beraber oynamaktansa onların yanında kendi halinde oynamayı tercih etmesi annesini oldukça endişelendirmiş ve oğlunun otistik çocukların sosyal rehabilitesine katkı sağlayan bir eğitim almasını karar vermişti.


çalışıyordu. Lise son sınıfa geldiğinde yaşıtlarını artık çoktan solda sıfır durumda bırakmış durumda olan Kaczynski, “Laplace’in Dönüşüm Denklemleri” ile uğraşıyordu. Akabinde matematikte çok daha ileri seviyelere ulaşmasına rağmen, entelektüel açıdan kendinin hala daha yetersiz olduğu hezeyanına kapılmıştı. 15 yaşına geldiğinde ise liseyi bitirmişti ve Harvard Üniversitesine kabul edilmeyi umuyordu. 1958’de 16 yaşındayken Harvard Üniversite’sine kabul alarak öğrenciliği başladı. 1962’de Harvard lisans eğitiminden mezun oldu. Daha sonra Michigan Üniversite’sinde matematik doktorasına kabul aldı. Uzmanlık konusu, geometrik fonksiyon teorilerinin kompleks analizleri üzerineydi. Yetenekleri, konuya odaklanışı ve şevki ile diğer doktora öğrencilerinden bariz olarak farklı olan öznitelikleri sayesinde profesörleri tarafından da fark edilmişti. Michigan Matematik Profesörü George Piranian onun hakkında: “Alışagelmiş bir kişi değil, diğer öğrencilere benzemiyor, işine aşırı odaklanıyor. Matematiksel gerçekliği keşfetme yetisine sahip ve ona dahi demek bile yetmez.” demiştir. Michigan Üniversitesi’nde yayınladığı makaleler ve yaptığı çalışmalar sonucu Sumner B. Myers’in 100 dolarlık ödülünü kazanarak, okulun yılın en iyi matematikçisi seçildi. Michigan Üniversitesi’nden mezun olunca Ulusal Bilim Vakfı bursuna layık görüldü ve 3 yıl lisans öğrencilerine ders verdi. Matematik dergilerinde yaptığı çalışmalarla ilgili iki tane makalesi yayınlandı ve Michigan Üniversitesinden ayrılırken dörtten fazlası daha yayınlandı. Tarihler 1967 sonlarını gösterdiğinde, Kaczynski Kaliforniya Berkeley Üniversitesinde yardımcı profesör unvanına nail olmuştu ve lisans öğrencilerine, geometri ile cebirsel hesaplamalar dersi vermeye başlamıştı. Kaczynski, Berkeley

Kaczynski’nin parlak gençlik yıllarndan...

tarihinin en genç profesörü olmuştu. Fakat oldukça kısa zamanda içinde, ders verdiği öğrencileri; Kaczynski’nin derste sınıf önünde oldukça gergin ve rahatsız tavırlar içinde olduğu ve kekeleyip, mırıldanarak konuştuğu ve danışma saatlerinde onlara karşı aşırı kayıtsız kaldığı gibi şikayetlerde bulundular. Bunun üzerine 1969 yılında apar topar hiçbir açıklamada bulunmadan görevinden istifa etti. Üniversitenin o zamanki matematik bölüm başkanı J. W. Addison bu gelişme karşısında “Ani ve beklenmedik bir istifa” derken, bölüm başkan yardımcısı ise “Kendisi bugün fakültemizde çok daha yüksek seviyede bir öğretim görevlisi olabilirdi” dedi. Başkaldırının filizlenişi 1969 ortalarına gelindiğinde Lombard, Illinois’ye, ailesinin yanına taşındı. İki yıl sonra Lincoln, Montana’da kendi inşa ettiği doğa içinde ve toplumdan uzak, az bir parayla, elektrik ve suyu olmayan daimi sığınağı olacak kulübede kendi imkanlarıyla doğayla bütünleşik olarak yaşamaya başladı. Yaptığı gündelik yarızamanlı küçük işler ve ailesinden aldığı maddi destekle onlardan gizli, kulübesinin bulunduğu alanı satın aldı. Böylece bombalama eylemlerini gerçekleştirdikten sonra barınacağı yer sorunu da kalmamıştı. Bombalamadan ziyade asıl amacı kendine yeter şekil-

de bağımsız bir münzevi hayatı yaşamaktı. Hayatta kalmak için kendi kendine ilkel yay matkabı tekniğiyle ateş yakmayı, yenilebilir bitkileri bulmayı ve avcılığı öğrenmişti. Bulunduğu alanla ilgili keşifler ve doğa gezintileri yapmayı da ihmal etmedi. Doğayla bütünleşerek ruhunu arındırmış ve küstüğü sanayileşmiş dünya düzeninden uzakta, etliye sütlüye karışmadan ve (her ne kadar başta doğada yalnız başına hayatta kalmakta zorlansa bile) kendine de karışılmadan yaşamanın memnuniyetini yaşıyordu. Ancak bu mutluluk fazla uzun sürmedi ve kulübesinin yakınlarına yol yapılmaya başlandı, bu da yetmezmiş gibi fabrikalar arazi bölgesinin etrafını sarmaya, bunun akabinde insan toplulukları ise peşi sıra gelmeye başladı. Kaczynski kaçtıkça onlar geliyordu! Onlar istilacılardı! Radikal eylemler yapma kararını verdi. Doğayı koruyacaktı ve bu özüne yabancılaşmış endüstriyel toplumsallaşmaya bir dur diyecekti! Sosyoloji ve siyaset felsefesi kitapları okuyarak düşüncelerini iyice şekillendirmeye başladı ve şiddet eylemleri planlarını uygulamak için hazırlıklara başladı. Ona göre insanı tutsaklaştıran, benliğinden uzaklaştıran, teknoloji ve endüstrinin kölesi yapan bu sistem üzerine tahakküm kurmak ve reformlarla sistemi insan için daha zararsız ve özgür ha-

le getirmek mümkün değildi, kurtuluş vakti için artık iş işten çoktan geçmişti. Yapılacak tek şey insanı sülük gibi emen bu sistemi topyekun yıkmaktı! Kulağa çılgınca gelen bu fikirler, zihninde iyice yer etti. Ona göre, bireylerinde sistemin insan ruhunu emen bir karabasan olduğunun farkında olduğu, ancak kitlelerin hatırı sayılır miktarda farkındalığa sahip olsalar bile bu sistemden kurtuluşun ve külliyen yıkılmasının mümkün olmadığına dair büyük önyargıya inancına sahip olması tek problemdi. Yapılacak bilinçli çabalar sonucu birçok insanın gündelik yaşamını terk edip kendisi gibi bir münzevi hayatı sürmek için düz platolar ve ormanları, kısacası tüm doğal alanları mesken tutacağına idealist bir tutumla inanmaktaydı. Sistematik bombalı eylemlerin başlangıcı 1978’de yaptığı el yapımı ilkel bir bombayı patlatması sonucu FBI’ın dikkatini çekmiş ve hakkında suç dosyası açılmıştı. Ardından gelen 17 yıl boyunca üniversiteler, ünlü bilim adamları, lüks teknolojik ürünler üreten fabrikalar, havayolları gibi alıcılara posta yoluyla veya uzunca bir yürüyüş sonucu kulübesinden şehre ulaşarak içinde bomba düzeneği bulanan paketleri elden hediye gibi ulaştırarak eylemlerini yaptı. Yaptığı 16 bombalı eylem sonucu 3 ki15 Şubat-15 Mart 2011 | 53


“Teknolojinin gelişmesi, idare ve denetleme mekanizmalarının insanı iyice gözlem ve kıskaca alması sonucu, insan kanunlar önünde hür olarak addedilse bile monarşi altındaki insanlardan daha özgür değildir.”

Bombalarını odun, pil, barut ve çivi gibi metal kaynaklı materyaller ile iptidai koşullarda kendi elleriyle oluşturdu. Gönderdiği mektuplar üzerindeki parmak izleri ile tüm bombaları üzerindeki gizli durumdaki parmak izleri nedense eşleşmiyordu. FBI ajanlarını kasıtlı olarak uğraştırmak ve yanıltarak kimliğinin de ortaya çıkmasını önlemek için böyle bir yöntem izliyordu. Bomba yapma işinde öyle ustalaşmıştı ki, bir tanesinde Sloan Wilson’ın “Ice Brothers” romanının içine gömülü olan bir düzenek yapmıştı. Enteresan biçimde her bombasına “FC” işaretini koymaktaydı. Bunun açılımı “Freedom Club” idi, daha sonra yayınlayacağı manifestosunda “Biz Freedom Club üyeleri...” diye bahsettiği tanımlama budur. Saldırıları sona erdiren tek manifesto 1995’te tüm bu bombalama eylemlerini bırakma vaadiyle Washington Post ve New York Times gazeteleri ile önemli dergi yayıncılarının merkezlerini arayarak eylemlerini bırakması karşılığında “Unabomber Manifestosu” ya da “Endüstriyel Toplum ve Geleceği” isimli sayfalarca uzunlukta yazısını yayınlamalarını istedi. O dönemde televizyonlarda uzunca bir süre hararetle tartışılan bu istek, sonunda kabul edildi ve manifesto yayınlandı. 54 | Boo! Sayı: 4

Manifestoda, endüstriyel sistemin yıkımının modern insan için büyük bir çöküntü yapacağının farkında olunmasına rağmen bu sistemin devam etmesinin ise, daha vahim ve geri dönüşü olmayan bir çöküntü yaratacağını iddia ediyordu. Devletin insanı otokontrole aldığını ancak asıl daha korkunç sonuçların ileride genetik gelişmelerle insana doğrudan müdahale edilmesiyle ortaya çıkacağını belirtiyordu. İnsanın doğasında bulunan ancak modern hayatında katalizlediği küçük hırsızlıklar yapma, hak gasp ederek bir yerlere gelme, insanların arkasından konuşmak, çıkar güdücülük yapma gibi davranışların “aşırı toplumsallaşan bireyler”de görülmediğini belirtiyordu. Ona göre modern solcular ve liberaller ile (19. yüzyıl Hristiyanlığı’nda da var olan) en büyük sorun, bireylerdeki “aşağılık kompleksi” ve “aşırı toplumsallaşma” idi. Aşırı toplumsallaşma sonucu bireyin toplum tarafından tasmalandığı ve özgür iradesinin baskılanarak silik bir bireye dönüştüğü açıkça ifade ediliyordu. Şu anki toplumların endüstri ile doğaya hakim olduğu ve kitlesel anlamda büyük bir içsel açmaz içinde olduğunu, sadece eski tarımsal toplumlarda doğa hegemonyasının hakim bulunmasından dolayı bireysel özgürlüklerin bu denli kısıtlanıp, sevgi, inanç, aşk, çocuk yetiştirme, aile kurma, gelenekler, eğitim gibi normların bir şekil veya kalıba sokulmaya çalışılmadığı bir sistemle işlediğini ve insanın mutlu, tatminkar olarak yaşayabilmesi için doğru olan sistemin bu olduğunu söylü-

Üstte, Kaczynski 1996’da tutuklanırken. Sağda, yakalandıktan sonra aynı ay kayıtlara bu fotoğrafla geçti.

yordu. Teknolojinin gelişmesi, idare ve denetleme mekanizmalarının insanı iyice gözlem ve kıskaca alması sonucu, insan kanunlar önünde hür olarak addedilse bile monarşi altındaki insanlardan daha özgür değildir, çünkü bu tarz yönetimlerde bu kadar küçük ölçekte kontrol mekanizmaları ve erkleri bulunmuyordu. Aynı ölçüde medya ve internet kanalıyla eylemlerini gerçekleştirmenin yetersiz olduğunu çünkü medyaya parayı verenin istediği haberi yaptırma imkanına sahip olduğunu ima etmişti. Bombalı eylemlerin ise toplumun dikkatini çekmek ve bir direniş reaksiyonu oluşturmak için gerekli olduğu, eylemler sonucu ölen ve yaralananların asıl amaca hizmet eden bu etkinlikler uğruna verilmiş zaruri kurbanlar olduğunu ifade etmişti. Yayınladığı bu manifestoyu gören erkek kardeşi David, onun gençliğinde yayın organlarına gönderdiği, kendi uslubuyla örtüşen bu yazıyı kardeşinin yazdığını düşündü ve özel bir dedektif tutarak gerekli araştırmaları yaptırdı, FBI’ı da durum hakkında bilgilendirdi. Takip sonucu, kulübeden sığınağında yakalanan Kaczynski’nin savunması için tutulan avukat, zehirli iğne ile idam cezasının verilmemesi için kendisinin ruhsal dengesinin yerinde olmadığı

yönünde bir savunma yapmasını istese de, Kaczynski bunu kesinlikle reddetti. Psikolog ve psikiyatrlardan oluşan gözlem grubu kendisine paranoyak şizofren teşhisi koysa bile, hapishanede gözetim altında olduğu süre zarfınca onu inceleyen meslektaşları herhangi bir ruhi bozukluğu olmadığı konusunda hem fikirdiler. Kaczynski’nin cezası şartlı tahliye ihtimali olamayacak şekilde ömür boyu cezaya çarptırıldı. Geriye baktığımızda, hele hele böyle başarılı bir akademik kariyere sahip olup bu denli sıra dışı bir yaşam tarzı ve protest bir kimliğe bürünmek, günlük mütevazı yaşamını yaşayan bir insan için cesaret edilecek gibi gözükmese de, Kaczynski; büyük olasılıkla önce kendi benliğini, ardından ailesi, yaşadığı toplumu ve devleti adeta hiçe sayarak, kendince doğru kabul ettikleri uğruna karşısına aldı. Bütün günahını ve sevabını bir kenara koyarsak; yasalara göre suçlu olsa da belki de o modern zamanların yeni Guy Fawkes’i idi, kim bilebilir ki?

Bitti.

şiyi öldürdü, 23 kişiyi yaraladı. Kurbanlar arasında bilgisayar bilimi profesörü, genetik profesörü, bilgisayar mağazası sahibi gibi çeşitli yüksek mevkilerde insanlar vardı.


Melis Mine Şener laysamina@yahoo.com

ustalara saygı

Barış Manço & Cem Karaca:

İki Uzun Saçlı Uzun Adam “Adam olacak çocuklar” büyüdü, pek çoğu da adam oldu. Ya da adam olamayan lara bakınca biz, adam olduğumuzu sanar old uk. Dişlerimizi fırçalamamızı söyleyen anne bab amızdan daha çok Barış Manço’nun söylediklerin i bilir bilmez belleyip, sonuna kadar uyduk biz . “Tamirci Çırağı” ile başlayan efsaneyi “Resim deki Gözyaşları”yla büyüttük ve sonund a bizim dilimizden de aynı sözler döküldü: “Bence artık sen de herkes gibisin”. Günle r, günlerin gerisinde kaldı ama biz adam old uysak biraz da onlar sayesinde olduk!

Yazı boyunca fotoğraflar DipSahaf arşivinden alınmıştır. dipsahaf.com

15 Kasım-15 Aralık 2011 | 55


B

azı zamanlar var, çok şanslı olduğumu düşündüğüm. Boyumu aşan karlara bata çıka okula gitme eğlencesine, Türkiye’de ikinci TV kanalının, ilk özel kanalın açıldığı yıllara, necefli maşrapaya, saat 10 hep beraber İstiklal Marşı’na, beslenme çantasına, yerli malı haftasına, sadece çocuk kalbiyle duyulacak o sevgilerin içinde Allah’ı, Atatürk’ü ve Barış Manço’yu sevmeye... Bizim dönem öyleydi galiba, bizim oralarda öyleydi yani. Bu üçünü bi’ ayrı severdik cidden biz. Atatürk resimlerinden bizi izler, Allah Baba gökyüzünden bize bakar ve Barış Manço hep “on puan, on puan, on puan” verirdi bizden az küçük çocuklara. Sonra Cem Karaca’yı, Kemal Sunal’ı yaşarken kanlı canlı görme sevincine erişmiş çocuklardık. Kımıl zararlısı ile mücadele yöntemlerinin anlatıldığı “Bu Toprağın Sesi” çoğu zaman bizim en büyük eğlencemizdi. Bir de annelerin eski çoraplarından pas pas örüp kavanoz kapaklarına pötikareli süsler yapan ev ekonomisi programları vardı gerçi. Kışın sobanın üstünde mandalina ve portakal kabukları, anne görmeden soba üstüne püskürtülen kolonyanın alevi, elektrik kesilince oynanan oyunlarla o yok zamanları var edebilen umutlu, sabırlı bir nesil olarak büyüdük. 56 | Boo! Sayı: 4

Bu büyümenin içinde hep var olan (dedim ya işte, ilk üçteki adamdan biri idi) Barış Manço, uzun saçları, bıyıkları ve yüzükleri ile püsküllü kıyafet ve çizmeleriyle bizler için oldukça farklı ama anne babaların deyimiyle “iyi”, “efendi”, “beyefendi”, “kibar” bir sanatçıydı. Belki bizim neslin onu sevmesinin sebebi, biz geldiğimizde onun çoktan “burada” olmasıydı. Annelerimizin de onu seviyor olmasıydı. Hatta babalarımızın bile ters bir laf etmeyişiydi sözü geçince. Evde kasetlerinin olmasıydı. Eğlenceli şarkılar söylüyor olmasıydı bir de. İlk hatırıma düşen, annemin anlattığı, vaktiyle çok büyük bir trafik kazası geçirip ölümden döndüğü, o yüzden de yüzünde gözünde olan yara izlerini kapatmak için saçını bıyığını uzattığıydı. Kaza geçirmiş halini de niyeyse uzun saçlı hayal ederdim ben Manço’nun, tek filmi olan “Baba Bizi Eversene”deki, Meral Zeren’in peşinde dolaşan, Hulusi Kentmen’den gizlice onunla evlenip çocuk sahibi olan halini.

Bir de incecik dal gibi duruşu, kocaman kolormatik gözlükleri, büyük şapkaları, yelekleri, koca bıyıkları ve dikkat çeken sesi ile Cem Karaca vardı. Hani şu küçümen kadın Toto Karaca’nın oğlu Cem Karaca. Annesiyle (ona öyle sevgi dolu bakarken ki bir fotoğrafıdır aklımda ilk imgesi) ikisini ayrı severdim. Babam da severdi çünkü onu. Keyfi yerinde olunca, eşlik ederdi ona: “Bugün sen çok gençsin yavrum, hayat ümit, neşe dolu. Mutlu günler vaat ediyor sana ömür boyu”. Hem zaten öyle gürültülüydü ya, Barış Manço’ya da benziyordu, uzun saçlı, bıyıklı, bir de daha güzeli kocaman


“Barış Manço’nun Türkiye’deki ilk ‘Barış’ olduğu söylenir, İkinci Dünya Savaşı’ndan bunalan ailenin bir umut ışığı olarak ikinci çocuklarına ‘Barış’ ismini verdikleri.” lar. İkisi de uzun saçlı, dönemin ayırt edilir tipleri. Şahsen hiç tanışmamışlar o güne kadar. Barış Manço sormuş, “sen o musun?”. “Evet, oyum” demiş Cem Karaca. “Sen de o musun?”, “Evet oyum” demiş Barış Manço. Doğrusu yanlışı, dönemin iki sıra dışı adamının benzer hikâyelerle teğet geçip durdukları hayat kesitleri aslında. 1943’te Barış Manço, 1945’te Cem Karaca doğar. İkisi de sanatçı annelerin çocuklarıdır. Birinin annesi meşhur tiyatrocu Toto Karaca, diğerininki Zeki Müren’in hocası olan Türk musiki sanatçısı Rikkat Uyanık. Birisi ailenin ortancası, birisi tek çocuk. Biri yurt dışına eğitim için gider, diğeri sürgüne. Ama her ikisi de küçük yaşında müzikle haşır neşir iki çocuk. Barış Manço’nun Türkiye’deki ilk “Barış” olduğu söylenir, İkinci Dünya Savaşı’ndan bunalan ailenin bir umut ışığı olarak ikinci çocuklarına “Barış” ismini verdikleri. Barış Galatasaray Lisesi’nde başladığı müzik hayatına Özel Şişli Koleji, Lion, Paris, Belçika yolculuğunda da devam eder. Ne tesadüftür ki kendisinden 2 yıl öncesinde bir dev daha adımını atmıştır Galatasaray Lisesi’ne ki o da başka bir yazının konusu olmalı: Erkin Baba. Cem Karaca ise Robert Kolej’de okurken hoşlandığı kızı tavlamak için müziğe başlar rivayetlere göre. kara gözlükleri vardı üstüne, heyecandı bir çeşit Cem Karaca. İşte bu ayın misafir sanatçılarından bahis açma şansı da bana düştü.

Hem uzak hem yakın iki adam Rivayet edilir ki Cem Karaca ve Barış Manço bir gün İstiklal Caddesi’nde karşılaşır-

Barış Manço lisede “Barış Manço ve Kafadarları” ile başlayan aktif müzik hayatını sonrasında “Harmoniler” ile, yurt dışında “Vahşi Kediler” ve plak

çalışmalarıyla, yurda dönüşünde de Mazhar ve Fuat’la “Kaygısızlar”da, sonra “Moğollar” ile ve en sonunda da “Kurtalan Ekspres” ile sürdürürken uluslararası müzikten yavaş yavaş evrensel müziğe (ki aslında kendisine göre müzik zaten her şekilde evrenseldir) dönüştürerek Anadolu’nun deyimlerini, döneminin en yeni teknikleri ve aletleri ile bir araya getirip yediden yetmişe herkesin keyifle dinlediği şarkılara imza atar. Cem Karaca ise “kız uğruna” girdiği müziğe gönlünü verir ama onun Anadolu’ya dönüşü askerliğini yaparken tanıştığı saz sayesinde olur. Nitekim askerlik dönüşü “Apaşlar” ile başlayan ödüllü kariyeri, Almanya’da “Ferdy Klein Orkestrası” döneminden sonra “Kardaşlar”, “Moğollar”, “Dervişan”, “Edirdahan” ve nihayetinde “Kurtalan Ekspres” ile devam eder. Gerçi bir dönem Türkiye’de yaşayamadığı yasaklı dönemi ile Türkiye’den uzak kalsa da, bas sesiyle uzaklardan da yetmiştir memlekete. Çocukluğumuz, gençliğimiz, hayaller ve biz Artık daha iyi anlıyorum “Ner’de o eski bayramlar?” diye yakınan büyüklerimizi, zira zaman geçtikçe elden kayıp gidenlere yanıyormuş onlar. Biz çocukken bayram sabahları TRT FM’de, ki başka radyo da yoktu, “Bugün bayram erken kalkın çocuklar” derdi Barış Manço illa ki ve biz yeni kıyafetlerimiz olmasa da illa ki, mesut olurduk bu şarkıyı dinlerken. Bayram harçlıklarımız Avrupa tatillerine gön15 Şubat-15 Mart 2011 | 57


Saçlar Kesilirken...

“Memleket sevgisi var sonra Cem Karaca’da, yıllar yılı uzak kaldığı ülkesine dönmek için araya adamlar sokup bürokrasiyi aşarak dönmek var.” deremezdi bizi, hepi topu alacağımız bir oyuncak bebek olsaydı, dünyalar bizim. Yaş 15’e erinceye dek, diş fırçalama, ıspanak yeme ve “10 puan 10 puan 10 puan” repliklerine, “Arkadaşım Eşek”, “Domates Biber Patlıcan”, “Nane Limon Kabuğu”, “Süper Babaanne” şarkılarına kulak verdik. Sonrasında bir de baktık ki, “Kol Düğmeleri” varmış, meğer “Gül Pembe” bambaşka bir şarkıymış. “Domates Biber Patlıcan” bile başla şeyler söylüyormuş. “Sakız Hanımla Mahur Bey” varmış, “Ben Bilirim” varmış, “Dönence”, ”Dağlar Dağlar”, “Gibi Gibi” ve tabi ki “Cacık” (buraya smiley koymak istedim, hey gidinin cacığı…). Sonra “Tamirci Çırağı” varmış ve “Resimdeki Gözyaşları”... Sanki bir uyanış, bir kimlik bulma, bir “ben olma” zamanıymış. “Adiloş Bebe” varmış, “Allah Yar”... Bir “Ceviz Ağacı” varmış, çocukluğumun hayvanat bahçesi, Gülhane Parkı’nda ve “Bu son olsun, bu son” derken Cem Karaca, biz hep hayal kırıklarımızı geçirir olmuşuz içimizden. Sonra üniversiteye gelince, yeni bir dönem ya, bir uyanış, her şeye başka gözlerle yeniden bakma zamanı. İşte o zamanlar yeni yeni anlarken kimin ne anlattığını, ilk haber gelir, Barış Manço ölmüştür. Akraba, eş dost olmayıp da mezarını ziyarete gittiğim ve mezarı başında ağladığım ilk adamdır Barış Manço (Atatürk’ü saymıyorum tabi bu kategoride). Akabinde Cem Karaca’yı canlı canlı dinleme saadetine ulaşmam niyeyse bugün bile gururumdur. Öyle şanslı hissederim kendimi, hiç olmazsa Cem Karaca’yı ve Er-

58 | Boo! Sayı: 4

kin Koray’ı gördüm kanlı canlı diye… Hikâyeler anlatılır hep sevmek üstüne… Barış Manço’nun eşi Lale Manço ile tanışma öyküsünü bilir misiniz? İlk duyduğumda çok hoşlandığım hikâyelerden biridir bu. Lale Manço bir gün abisine gidiyor, telefon etmek için de komşuya yollanıyor. Aynı apartmanın delikanlıları malum ve her evde telefon yok. Kapıyı açan Barış Manço. “Bir telefon edebilir miyim?” diye soruyor Lale Manço, “Benimle evlenirsen, tabi” diyor Barış Manço. “Tabi,” diyor Lale gülerek, “evlenirim”. Aradan geçen zaman çok değil, Barış ile Lale evleniyorlar. Cem Karaca’nın sevgisi bir başka. Öyle seviyor ki Emrah’ı, Dadaloğlu’nu, oğluna veriyor ismini Emrah diyerek. Memleket sevgisi var sonra, yıllar yılı uzak kaldığı ülkesine dönmek için araya adamlar sokup bürokrasiyi aşarak dönmek var. Çocuklara olan sevgi var sonra, adam olacak çocuklara, “7’den 77’ye, Barış Manço, Moda”. Bir zamanlar nasıl bir şey olduğunu asla çözemediğimiz o adresi sonradan kavradık biz. Moda zaten Barış Manço idi yaşarken, “Barış Manço, Moda” yeterdi onu anlatmaya. Hep izlediğimiz o programlardan ilk aklınıza gelen değil mi sizin de, hani bir kova suyun içinde, ekvator çizgisinin sağında bir yöne solunda öbür yöne dönen kibrit çöpü? Nüfus bilgisi yazan tabelalardaki son basamağa “1” rakamını yapıştıran Barış Manço? Gittiği ülkelerde bizi anlatan Barış Manço?


Yeni Başlayanlara, Unutanlara Öğütler

Biz, o zamanların çocukları, sırf Adile Teyze’miz üzülmesin diye erken yatan, Barış Manço dedi diye dişimizi fırçalayan, biz Zeki Müren’i görüyoruz diye, o da bizi görecek sanan bir neslin romantik çocuklarıydık. Bir şekilde yurt dışına gidip orada varlığını kanıtlamak isteyen bu yürekli adamları, döndüklerinde bize verdikleri o güzelliklerle bağrımıza bastık, ama çoğunlukla dışarıda yaptıklarını çok sonraları keşfettik. Barış Manço’nun Little Darling’i, Cem Karaca’nın Die Kanaken’i keşiflerimizin arasına girdiğinde çoktan vedalaşmışlardı bizimle. Zaman içinde fark ettik, şarap gibi yıllandıkça birlikte daha kıymetli olduklarını. “Resimdeki gözyaşları”nı en esaslı “Ağır Roman” ile dinleyip, en çok o zaman sevdik. Hele “sevda kuşun kanadında” diyebilmek için epeyi olgunlaşmak gerekti. Sanki şarkılar biz onları dinledikçe içlerini doldurdu, gerçek anlamlarını zamanla kazandı. Ölüm, bir garip oyun Yazılacak çok şey var iki usta için de. Bir Google araması yapsanız bulacaklarınız, benim yazmaya gücümün, zama-

dim, Unut Beni, Yoksulluk Kader Olamaz, Zeyno. Bittabi aynı şey Barış Manço için de geçerli: 2023, Âdemoğlu Kızgın Fırın Havva Kızı Mercimek, Alla Beni Pulla Beni, Anlıyorsun Değil Mi?, Ali Yazar Veli Bozar, Aynalı Kemer, Bal Sultan, Bahçede Hanım Eli, Blue Morning Angel, Düriye, Eski Bir Fincan, Hal Hal, Halakızı Zehra, Halil İbrahim Sofrası, İşte Hendek İşte Deve, Küheylan, Kara Sevda, Little Darling, Nazar Eyle, Nick the Chopper, Rüya, Sarı Çizmeli Mehmet Ağa, Seher Vakti.

nımın ve yerimin yetmeyeceği kadar çok. 70 küsur yılı, onlarca albümü, pek çok grubu, Anadolu pop kavramını, saykodelik, senfonik ve progresif rock esintilerini, pek çok ödülü, bir dolu ilki anlatmaya benim sözlerim yeterli gelmez.

Karaca, Moğollar ile.

Karaca, Kardaşlar ile. Karaca, eski eşi Feride Balkan ile.

Bu iki uzun saçlı, iki kısa ömürlü adamın ayrılık vakitlerini de söylemek lazım belki. Barış Manço 1 Şubat 1999’da, Cem Karaca 8 Şubat 2004’te sevenlerini bıraktılar baş başa. Ama sadık dinleyicileri, gün geçtikçe çoğalan şarkıcılara rağmen, yüreklerinde ustalara ayırdıkları yeri hep korudular. Kendi adıma ben, her sevenin benzer şekilde davrandığını düşünerek ferahlık buldum. Bugün bir dost meclisinde otururken hep aynı şarkıları bilmenin, ortak bir geçmişin keyifli güzelliğinde, hep aynı şarkıları söylemenin mutluluğunda biliyorum unutmadıklarımızı. Dilerim ki, böyle ustalar hep hatırlansın, unutulmasın demiyorum, hep hatırlansın. Bir nesil “bugün bayram erken kalkın çocuklar” ile büyüyüp, “tamirci çırağı” aşkını anlattıysa, onların çocukları da bilsin diyorum. Saygıyla köşeme çekiliyorum.

Bitti.

Cem Karaca’ya başlamadıysanız daha; beş adımda Cem Karaca dersi veremem elbet ama burada bahsi geçenlere ilave, ilk elden dinleneceklere şunları yazın derim: Beimer Caffe, Dadaloğlu, Deniz Üstü Köpürür, Edalı Gelin, El Çek Tabip, Es Kamen Menschen An, Gel Gel, Göç Yolları, Herkes Gibisin, Islak Islak, İşte Geldik Gidiyoruz, Hep Kahır, Kerkük Zindanı, Namus Belası, Mutlaka Yavrum, Nem Alacak Felek Benim, Nem Kaldı, O Leyli, Obur Dünya, Ömrüm, Parka, Peynir Gemisi, Rap Rap, Sevda Kuşun Kanadında, Sen de Başını Alıp Gitme, Üryan Gel-

15 Şubat-15 Mart 2011 | 59


Melis Mine Şener laysamina@yahoo.com

mitoloji

Apollon:

Altın Saçlı Tanrı Güneşin ışıklarını anlatmak bu soğuk günlerde, bir cenaze töreninde neşeli olmak kadar zor… Kış ortasında, her şey üstümüze gelirken (ara ara olur ya öyle) güneşin aydınlığını, sıcaklığını görmeye çalışmak gerek ama. Her şeye rağmen, herkese rağmen güneş hep orada çünkü. Apollon ışıklı atlarıyla altın arabasını sürüyor çünkü yukarılarda bir yerde…

S

arı saçlı yakışıklı tanrımız Apollon, tanrılar tanrısı Zeus’tan olma, güzeller güzeli Leto’dan doğma, Ay Tanrıçası Artemis’le ikiz kardeş olup güneşin, şiirin, müziğin, sanatın tanrısıdır. Delos’ta doğması sebebi ile kâhin güçlerine sahip, geleceği gören “bilici” tanrıdır. Ne ilginçtir ki bir ölümlüden doğma ikiz kardeşlerin ikisi de çok sevilmiş, adlarına en çok tapınak yapılan tanrı ve tanrıçalar arasına girmişlerdir. Güneş tanrısı olarak bilinen Helios’u gölgede bıra60 | Boo! Sayı: 4

kıp zamanla esas güneş tanrısı olarak anılmaya başlanmıştır. Halikarnas Balıkçısı huzurla yatsın, Anadolulu tanrıların apaçık örneğidir. Homeros’un söylencelerinde sık sık yer alması bunu pekiştirmektedir. Öyle benimsenmiş bir tanrıdır ki Yunan mitolojisinden (ah ki ah, Anadolu mitolojisi derdi Halikarnas Balıkçısı) Roma mitolojisine adı değişmeden geçer. On parmağında on marifet bir tanrı olup (tanrı olup da başka türlü olması beklenemez gi-

bi geliyor zaten ya) çobanların da hekimlerin de ustası kabul edilir. Çaldığı altın lir ile tüm dinleyenleri büyüler, attığı ok ile vurulan acısız bir ölüme kavuşur. Bastığı yerlerde yeşillik, bereket artar ve otlattığı koyunlar daha bir besili ve güzel olur. Sanatkârlığı bilinir ya, efsanevi ilham perileri müs’lerin korosunun da başıdır. Işığın tanrısı, ki annesi Leto da “parıltı”dan gelir, zamanla güneşin parlaklığını da tanrılık pelerinine eklediğinden, gökyüzünde dört atın çektiği altın bir araba ile ışıklar içinde dolaşır. Işığının değdiği yerlere hayat verir. Işık tüm gerçekleri gün yüzüne çıkardığından Apollon dürüsttür, yalandan uzak yaşar. Kıskançlıklardan doğan tesadüfler Çapkınlığı dillere destan Zeus’un güzelliği dile düşmüş Leto’ya göz koyması şaşılası değil elbet. Pek tabii ki ağına düşürdüğü Leto’yu kandır-

ması ve ardından hamile kalan Leto’yu kıskanıp deliye dönen Hera... Hepsinin olayların doğal gelişiminde olduğunu bildiğimize göre Hera’nın Leto’ya dünyayı dar ettiğini, zavallı kadının çocuklarını doğurmak için Zeus’un yardımıyla Delos’a (bildiğimiz meşhur Mikonos adasının küçük kardeşi oluyor) gelip, kendini dar attığını da tahmin etmek zor değil. Tabi ki, bu doğumun bedeli olarak doğacak çocukların adaya sorumluluklarının olması ve Apollon’un bu adayı sahiplenmesi de hikâyelerin genel akışına uygun olaylar. Ama işte tesadüflerin getirdiği yere bakın ki, Delos o zamanlar İyonyalılar için bir yaşam alanı. Ayrı bir söylentiye göre Patara’da doğduğu ve “Likyalı” sıfatının da bu sebeple kendisine yakıştırıldığına inanılır. Sadece doğduğu yere dair söylentilerde değil, efsanelerde de Anadolu vardır. Böylece, Leto’yu Delos’a savuran kader bizi de Anadolu’ya


sürükler. Boşa değildir belki anne karnında gezgin olan Apollon’un yol ve kapıların tanrısı olması… Defnelerle süslü Anadolu’nun beşiği Bu “Anadolu’nun beşiği” lafı eskilerde ders kitaplarında kullanılırdı galiba. Ama gün geçtikçe kulağıma bildik gelen sözlerden birine dönüşmüş ve tam da yeri gelince kullanmak lazım. Homeros ve pek çoklarına göre Apollon Anadolulu bir tanrıdır ya, Antakya civarlarında (Harbiye şelalelerini bilir misiniz? Ne güzel yemyeşildir oralar) geçen bir hikâyede boy göstermesi şaşırtıcı gelmemeli kulağa… Söylenti bu ya, ırmak perilerinden Peneus’un güzeller güzeli kızı Daphne başına geleceklerden habersiz kırlarda dolaşırken Apollon herhalde bizim memleketin havasından suyundan olacak, okçuluğu ile övünürken Eros’u küçük görür. Hedefini şaşmayan oklarını övedursun Apollon, Eros iki oku hazır etmiştir bile. Birini Apollon’un kalbine yollar ki diğer okun sahibine âşık olsun, diğerini de güzel Daphne’nin kalbine. Daphne’yi gören Apollon vurulur ilk görüşte, peşine düşer. Oysa ki Daphne bakirelik yemini etmiştir (ah bu mitolojik hikayelerde bile kadından korkan bu anlayış?) ve zaten Eros’un okuyla bırakın ye-

Diğer Söylencelerle Apollon Python, Gaia’nın doğurduğu bir ejder, sonraları adı Delphoi olan merkezi de adıyla ünletir ve etrafa korku salarmış. Apollon adını Pythia kâhinlerine esinleyen Python ejderini öldürüp kenti bu beladan kurtarır. Python öldükten sonra aynı yere Delphoi Tapınağı kurulmuş ve burası bilicilerin yuvası olmuştur. Ancak Python’u öldürdüğü için Apollon suçluluk hissederek kendi kendini Thessalia’ya sürgüne gönderir ve orada 7 yıl boyunca çobanlık yapıp, tanrısal özelliklerini kullanmadan yaşar.

mini, âlemin hafif meşrebi olsa yine Apollon’a yüz vermeyecektir. Zira Eros’un bu oku nefret okudur, aşk oku değil. Ama Apollon o yakışıklılığıyla reddedilmeye de alışık değil ya, peşini hiç bırakmaz Daphne’nin. Neyse, koşturmaca uzadıkça, Daphne bakar gücü tükeniyor yakalanacak, yalvarmaya başlar toprağa, “Beni kurtar, koru beni, sakla beni” diyerek. En son gücü tükenip düştüğünde kalkmaya çalışırken anlar ki ayakları toprağa saplanmış gövdesine doğru derisi yavaş yavaş kuruyup kararmakta, odunsu bir kabukla kaplanmakta bacakları. Tam o sırada Apollon yetişir Daphne’ye ama artık yavaş yavaş bir ağaca dönüşmektedir genç kız, gözlerinden süzülen yaşlara rağmen Apollon bir öpücük kondurur dudaklarına ve sımsıkı sarılır ağacın gövdesine. Apollon’un gözyaşları Harbiye’deki o şelalelerde dökülür, ondan kelli ve etrafta yetişen defne ağaçları gibisi Anadolu’nun koynundan gayrı başka yerde bulunmaz. İşte o aşkın hatırasına, Apollon başında hep defne yapraklarından yapılma bir taç taşır.

Bu arada Delphoi’deki tapınağın ünü de dünyaya yayılır, o zamanın dünyası ne kadar büyüktüyse artık... Bu tapınağın bir özelliği bilicilerin çoğunlukla kadın oluşu ve bu yeteneğin Apollon tarafından rahibelere bahşedilmesiydi. Bu rahibelerden bir tanesi ünlü Truva Kralı Priamos’un kızı Kassandra’dır. Söylenceye göre Apollon Kassandra’ya âşık olur ve onunla birlikte olmak ister. Eğer ki bu teklif kabul edilirse Kassandra’ya bilicilik yetisi vereceğini söyler. Kassandra bu teklifi kabul eder, ancak bilicilik yeteneği bahşedilince sözünden cayar. Bunun üzerine Apollon onu lanetler ve ağzının içine tükürerek kehanetlerine kimsenin inanmamasını ve ardından kehanetlerinin doğru çıkmasına şahit olmasını diler. Tanrılar dileği yerine gelmez olur mu? Kassandra Truva’nın düşüşünü de, kendi ölümünü de bilir, anlatır ama ğı oklarla etrafa veba saldığı Truva savaşı örnektir buna. Garip Truvalıların tarafını tuttuğu için kızmayız veba yaymasına…

Sevilen bir tanrı oluşu nedeniyle kendisine atfedilen iyi özelliklerden, kötü bile olsa amacı iyi gösterilerek hafifletilmiş eylemlerden oluşan bir sicili vardır Apollon’un. Attı-

Bu hikayeden anlaşıldığı üzere kutsal ağacı defnedir. Ama palmiye ile zeytini de unutmamak gerekir. Atmaca, kurt, karga, kuğu ve yunus da kutsal hayvanları… Ve tabii ki, oku,

kimseyi inandıramaz. Bir başka efsane de koruyucusu olduğu müzik üstünedir. Hani şu meşhur, Midas’ın eşek kulakları hikâyesine sebep, Apollon’un müzik konusundaki kıskançlığıdır. Efsane bu ya, Athena bir gün kaval çalarken bir dere kenarına düşer yolu ve derede yansımasını görür. Yanaklarını şişirip kavalı üflerken çirkinleştiğini düşünür (kadın aklı işte, ille bir güzellik derdimiz olacak) ve sinirlenerek kavalı göle atar. Bizim Frigyalı Marsyas da neden sonra kavalı bulur ve çalmaya başlar. Gel zaman git zaman epeyce ustalaşır ve bir süre sonra kendini Apollon ile yarışacak seviyede görüp ona meydan okur. Apollon çok sinirlenir ve kabul eder. Müsler ve Frigya kralı Midas jüri olur. Her ikisi de yeteneğini sergiler. Müsler Apollon’u, Midas da Marsyas’ı seçer. Buna çok kızan Apollon Marsyas’ı öldürür ve derisini yüzerek bir çam ağacına asar. Rüzgârda sallandıkça çıkan ses, kavalının sesini hatırlatınca Apollon çok pişman olur ama iş işten geçmiştir bir kere… Bu yüzden hiç olmazsa çağladıkça duyulsun diyerek Çine Çayı’na dönüştürür Marsyas’ı. Öte yandan Midas’ı da cezalandırır ve kulaklarını eşek kulağına çevirir. Bundan çok utanan Midas insan içine çıkamaz olur, kapüşonlu kıyafetlerle kulaklarını saklamaya çalışır. Ki meşhur “Midas’ın kulakları, eşek kulakları” hikâyesi buradan gelir. yayı, bir de liri ile donanım tamamlanır. Parlak, ışık saçan anlamına gelen “Phoibos” da sıfatlarından biridir. Her ne ise efendim, bu hikâyeler burada bitmez amma velâkin bize ayrılan sayfa biter. İşbu yüzden, bir sonraki sayıya kadar var olan en mükemmel düzenle, Kaos’la kalınız… 15 Şubat-15 Mart 2011 | 61

Bitti.

Solda, Apollon Daphne ile (Giovanni Battista Tiepolo, 1744) Tam burası, Apollon portresi (Rosalba Carriera, 1743)


Melis Mine Şener laysamina@yahoo.com

edebiyat

Raymond Carver:

Küçük Şeylerin Hikayecisi

Bazı hikâyeler bizi anlatır. Düzdür, sıkıcıdır, incitir, kırar kimi zaman, utandırır. Sonra da hiçbir yere gitmez, öylece bırakıverir sizi yolun ortası gibi bir yerde. Ne olduğunu, nasıl olduğunu anlamazsınız, bozulursunuz, üzülürsünüz biraz. İşte onlar, Raymond Carver’ın hikâyeleri olabilir, dikkatli olun. Biyografik Bilgiler, Yani Kısaca Hayat Bilenler bilmeyenlere anlatsın” insanlarından biri olan Raymond Clevie Carver, Jr. 25 Mayıs 1938’de Clatskaine Oregon’da Kolombiya Nehri’ne yakın bir kasabada doğdu ve Yakima, Washington’da büyüdü. Babası bir bıçkı işçisi, balıkçı

62 | Boo! Sayı: 4

ve alkolik; annesi, garsonluk, barmenlik gibi işler yaparak ailenin geçimini sağlamaya çalışan bir kadın. Yakima’da okula gider, boş zamanlarında Mickey Spillane romanları ya da “Sports A Field and Outdoor Life” gibi yayınları okur, ailesi ve arkadaşlarıyla avcılık ve balıkçılık yapar.

1956’da liseden mezun olunca bir süre babası ile bıçkı işinde çalışır, 1957’de ise henüz 16 yaşındaki kız arkadaşı Maryann Burk ile evlenir. Çok geçmeden (zaten hamilelik yüzünden aceleyle yapılan bir evliliktir onlarınkisi) ilk çocukları Christine La Rea doğar, ertesi yıl da Vance Lindsay dünyaya gelir. Yani 20 yaşındayken evli ve iki çocuk babasıdır Carver. Hal böyle olunca armut dibine düşer ve ailesini geçindirmek için bıçkıhanede, pastanede, kütüphanede, kapıcı olarak (kı-

sacası bulduğu her işte) çalışır. Aynı zamanda Maryann de garsonluk, tezgâhtarlık, sekreterlik ve İngilizce öğretmenliği gibi her bulduğu işe girerek üç kuruşun peşindedir. Senelerini iki çocuklarının ve kendilerinin geçimini sağlamak için her türlü işte çalışarak ve bir yandan da eğitimlerini tamamlamaya çalışarak geçiren çiftin hayat mücadelesi zorludur. Bir yandan geçim mücadelesi verirken bir yandan da kendi idealleri için mücadele veren


Ancak yorucu hayat; çeşit çeşit düzensiz işler, çocuk sorumluluğu, yazma çabası, şehir değişiklikleri Carver’i kötü etkiler ve Carver içkiye yüklenir. Başlamak değil, alkolik olur bildiğiniz. 1973 yılı sonbaharında “Iowa Writers’ Workshop”ta John Cheever ile birlikte ders verirken alkol yüzünden daha fazla devam edemeyeceğini anlar ama alkolü bırakmaz yine de. Ertesi yıl kendisiyle benzer sorunları paylaşan Cheever ile iyileştir-

me merkezine yatarak tedavi görür. Ancak Carver bu süreci 3 yıl daha devam ettirir. Nihayet 1976 Haziranı ile başlayan ve bir yıl süren bir dönemde 3 kez tedavi görerek içkiyi bırakır. “İkinci yaşamım” dediği bu dönemin 2 Haziran 1977’de Adsız Alkolikler sayesinde başladığını söyler. Şair Tess Gallagher ile Kasım 1977’de Dallas Teksas’ta bir yazarlar konferansında karşılaşır. 1979 Ocak’ından itibaren beraber yaşamaya başlayan çift ancak Haziran 1988’de (Carver, Maryann’le boşandıktan 6 sene sonra ve Carver’in ölümünden sadece 6 hafta önce) evlenirler. Carver, 2 Ağustos 1988’de akciğer kanserinden ölür. Kendisi son dönemlerinde alkolü bırakarak “hayattan bir on yıl daha kazandığını” söylemiştir. Çünkü alkolü bırakmasının temel sebebi, eğer bırakmazsa 40 yaşını bulmadan öleceğine inanmasıdır. Hayat Akıp Giderken Tüm bahsi geçen olaylar boyunca, ilk kitabının yayınlanmasından ölene kadar, Carver çeşitli üniversite ve enstitülerde yazma üzerine dersler verir. Seminerlere ve çalıştaylara katılır. Öykülerini yazmaya devam eder. Son yıllarında şiirlere eskiye oranla daha çok ağırlık verdiğini söyler ve yazdığı her şeyi ilk önce Tess Gallagher’e okutur. Birlikte yaşadıkları evin kapı önüne zaman zaman “yazarlar çalışıyor” tabelası asarak yalnız yazmaya yöneldikleri de bilinir. Carver’in belirgin özelliklerinden biri de aynı öyküleri dönem dönem tekrar yazmasıdır. Kendi anlatışına göre bir öyküyü yazmak için önce 1520 taslak yazar, sonra bunları şekillendirip derleyip toplayarak 30’lu 40’lı sayıdaki sürümlere ilerler. Hikâyenin kendini bulması ancak bu dönemde gerçekleşir Carver’a göre. Ancak bu dönemde yazdıklarını Gallagher’e okutur. Bu çalışmalara ait en önemli noktalardan biri Carver’a göre, bir sekreterin ve onun daktilo-

bilgisayarının varlığıdır. Böylece aynı taslakların tekrar tekrar yazılması işinden kurtulup

Her Şeyim Satılık

2011’de İstanbul Film Festivali’nde izleme şansı bulduğum 95 dakikalık film Raymond Carver’in bir öyküsünden uyarlama. Dan Rush’ın çektiği film Will Ferrell’in oyunculuğu üstünden gidiyor. Ve tüm Raymond Carver hikâyelerinde olduğu gibi, filmde de aslında bir şey olmuyor! Alkolle sorunu olan Nick Halsey bir iş gezisinde genç bir iş arkadaşıyla da beraber olunca, iş yerinden pasaportu alır. Ama bununla bitmez tabi, büyüklerin dediği gibi “misfortune never comes single”. Eve gelir ki, bütün eşyaları bahçede ve kapının kilitleri değişmiş, karısı da ortada yok. Bunun üzerine iyice sıyıran Nick, bir tembellik buhranına sürüklenir ve bahçedeki eşyaları arasında yaşamaya başlar. Haliyle bu hayata sokak sakinlerinden bazı kimseler de karışacaktır. Bazı sorunları olan karşı komşu ve sokakta kendi

kendine bisiklete binip oyun oynamaya çalışan çocuk... Tabi hikâye bu kadarla bitmiyor. Bahçeyi de boşaltması ya da sokak (garaj) satışı ile birkaç gün kazanması gibi iki seçenekle karşı karşıya kalınca Nick, her şeyini satılık ediyor.

sadece değişiklikleri yaparak sekreterine verir ve ertesi sabah son halini masasında bulur. Bu durum kendisine epey zaman kazandırmıştır Carver’a göre.

dır. Onun hikâyelerinde bir şey olmaz pek, bizim gibi sıradan insanları anlatır (insanın sıradan olduğunu kabul etmesi de ayrı bir olgu aslında ama buna hiç girmeyelim şimdilik), hikâyelerde sıkıcı, kötücül, düzen içinde görünen insanlar da, sokakta yanından geçip bakmayacaklarınız da vardır. Hikâye bu ya, olağanüstü bir şey olsun beklersiniz, ama olmaz. Ortada bir yerde kalmış gibi bırakıverir sizi. Oysa sizi en çok bozguna uğratan da yine bu olur. Hayatın kendisi gibi, bizi yarı yolda bırakan, beyaz atlı prens, mutlu son ya da acımasız bir hüzün hissi gibi romanlara, filmlere ait o her şeyi bir sona bağlama genellemesinden uzak öyküler yazar Carver. İşte o kadar. Hayat gibi. Hayat kadar… Bizi bize anlatan, incelikli, huzursuz ama basit hikâyeler istiyorsanız eğer, adresi söyledim, gerisi sizindir.

Tess Gallagher, Carver öldükten sonra Carver’ın beş öyküsünü “Call If You Need Me” de yayınlatır ve bu öykülerden biri, “Kindling” 1999’da O. Henry Ödülü’nü kazanır. Küçük insanların öykülerini anlatan bir usta adına küçük insanları anlatan bir ustaya verilen bu ödül şaşırtıcı değildir. Carver bu ödülü beş kez daha kazanmıştır: 1972’de “What Is It?”, 1974’te “Put Yourself in My Shoes”, 1975’te “Are You a Doctor?”, 1983’te “A Small Good Thing” ve 1988’de “Errand” ile… Bizi Anlatan Hikâyeler Carver hakkında söylenecek en gerçekçi söz, bizi anlattığı-

Herkesin başına gelecek bir hikâyeyi naif, sevimli bir dille anlatıyor film, ne de olsa bir Carver öyküsü çünkü bu. İncelik, bütün eşyalarını satarak geçmişinden kurtuluyor olmasında belki. Belki de olayları dramatize etmeden akışına bırakıp hayata boş vermiş gibi durmasında.

15 Şubat-15 Mart 2011 | 63

Bitti.

genç Carver bu sırada kendisi için yazma konusunda önemli insanlardan biri olan John Gardner ile 1960’ların başında Gardner’in yaratıcı yazarlık derslerinde tanışır. Yazmaya dair temel fikirlerini, ne yapması ve ne yapmaması gerektiğine dair fikirlerini Gardner ile şekillendirmeye başladığını söyler pek çok röportajında. İlk hikâyesi “The Furious Seasons” 1960’ta yayınlanır. Arkasından ailevi sebeplerle Kaliforniya’ya taşınır ve bu sıralarda bir dergide editörlük yapmaya başlar (1967). O dönem kendisinin tarifine göre en verimli dönemidir, çocuklar biraz büyümüş, düzenli bir işi olmuştur ve yazmaya vakit ayırabilmektedir. Ama uzun süreler boyunca yazmayı hep kısa zamanlara sıkıştırmak ve çoğunlukla bir seferde yazıp bitirmek gibi bir mecburiyeti olduğu için, edindiği kısa yazma alışkanlığı değişmez. Öykülere, şiirlere ve diğer yazılara devam eder. Aynı yıl “Will You Please Be Quiet, Please?” adlı seçkisi yayınlanır. Aynı isimli öykü o yılın “En İyi Amerikan Kısa Öyküleri” seçkisinde de yer alır. Carver’ın bu ilk seçkisi Ulusal Kitap Ödül listesinde yer alınca o yıl 5000 kopyadan fazla satar (dönem koşullarına göre başarılı bir rakam olsa gerek ki Türkiye koşullarında nasıl olur siz düşünün!). 1970’te yazım tarzının uygunsuz bulunması sebebi ile işinden çıkarılır ancak bu sırada üniversiteden mezun olan Maryann da öğretmenliğe başlar ve 1977’ye kadar öğretmenliğe devam eder.


Armağan Kanca armagankanca@hotmail.com

eskici

Talk Talk:

Evrile Evrile Devrildik S Nasıl Evrildik? ynthesizer kullanan grupları dönemin New Romantic akımına dahil etmede sakınca görmeyen medya, Talk Talk’u ısrarlı bir şekilde Duran Duran ile kıyasladı. 80’li yılların ilk çeyreğinde, grubun solisti Mark Hollis’in abisi (Eddie and the Hot Rods’tan) Ed Hollis vasıtasıyla bir araya gelen Paul Webb (bas) ve Lee Harris (davul), bu küçük yanlış anlaşılmayı düzeltmek için yıllarını harcadılar.

Onlara göre, New Romantic sıfatıyla adlandırılmaları tehlike arz ediyordu. Çünkü New Romantic grupların ancak belirli bir dönemde kalıcı olacağını düşünüyorlardı. ‘Kullan at’ 64 | Boo! Sayı: 4

synthesizer grubu olmayı reddeden Talk Talk, 1982’de ilk albüm The Party’s Over’ın çıkmasından sonra kafayı sıyırma noktasına geldi. Çünkü medya onları Duran Duran başta olmak üzere, The Human League, Depeche Mode ve Roxy Music gruplarıyla kıyaslıyordu. Medya etiketinin yanlış olduğunu savunan grubun solisti Hollis, 10 yıl sonra bile güzel denecek şarkılar yazmanın peşinde olduğunu ve Duran Duran gibilerin sadece davul ve bas grupları olduğunun özellikle altını çiziyordu. Medyanın, Duran Duran kıyaslamasının altında yatan nedenler o kadar da yüzeysel değildi. Her iki grup da EMI’a bağlıydı, yapımcıları aynıydı (Colin

Talk Talk grubu, 80’li yıllar New Wave müziğinden 90’lı yıllar Post Rock türüne uzanan 10 yıllık sürecin başından itibaren gemileri yakmıştı. Amaç ticari kaygılardan uzak bir şekilde sanatlarını icra etmekti. Bu evrim sürecinin sonunda ölüm fermanlarını hazırladılar. Ölüm fermanına rağmen, geriye dönüp baktıklarında hiç ama hiç pişman olduklarını düşünmediğim grubun bizlere bıraktığı mirası hala harcıyoruz: Post Rock

Thurston) ve ikisinin de isimleri bir ikilemeydi. Üstüne üstlük ismini aldıkları “Talk Talk” şarkısı Duran Duran’ın tınılarına çok benziyordu. Hollis’in bu yanlış anlaşılmadan kaynaklanan gergin halleri; kendisinin sinirli, kibirli ve iğneleyici laflar söylenen bir insan olarak görülmesine neden oldu. Peki Talk Talk’un, yapımcı Thurston’ın peşinden gitmesi Duran Duran’ın yüzü suyu hürmetine miydi? Bu sorunun cevabı kesinlikle hayır. Çünkü Hollis’e göre Thurston’ın hayranlık yaratan yanı yapımcılığını üstlendiği Duran Duran’dan

değil, teknisyeni olduğu David Bowie’nin Heroes albümünden geliyordu. Heroes’a bayılan Hollis için Thurston ile çalışmak iyi bir fırsat olabilirdi. The Party’s Over ile birlikte beklenen ilgiyi tam anlamıyla göremediler. Yapımcı Thurston şarkıların daha yumuşak bir tını barındırması gerektiğini düşünürken Hollis ise daha sert olmasını istiyordu. Otis Redding ve Van Morrison gibi içten şarkılar söyleyen sanatçılara hayranlığını gizlemeyen Hollis, albümü istediği nispette değiştiremedi. Amacı, feyz aldığı sanatçıların kalibresin-


İlk albümle o kalibreye çıkamadıkları aşikardı. Ancak albüme 5 üzerinden 1 veya 2 yıldız vermek de acımasızlıktan başka bir şey değildi. Talk Talk ve Today şarkılarına klipler çekildi. Açıkçası bu parçalara klip çekmeleri bence yanlış bir seçimdi. Bu parçalar listelerde kendilerine belli bir yer edindiler ancak diğerleri (bence daha kıymetlileri) göz ardı edildi. Örneğin, İngiltere’deki sokak kültürünü yansıtan Another Word, giyim kuşam üzerinden kimlik belirlemeyi anlatan Mirror Man ve kötü bir olay karşısında sorumlu olmamamıza rağmen kendimizi suçlu hissetmemizi konu eden Have You Heard The News hala keşfedilmeyi bekliyor. Gelişme Var Turşunun iyisi limondan mı yapılır sirkeden mi tartışmaları içinde, yapımcı Thurston’ın turşusunu kuramadan kendisinden ayrılma kararı aldılar. O hengamede klavyeci Simon Brenner’ın da fişini çeken grup, her iki işten de anlayan kalifiye bir eleman buldu. O cengaverin ismi Tim FrieseGreene idi. Tim’in gelişiyle müzikte köklü değişiklikler yapmaya kararlı gözüktüler. Tim’i Tight Fit ve Blue Zoo gibi synth pop ağırlıklı gruplardan tanıyan grup üyeleri, 2. albümle rüştünü biraz olsun ispatladı (new wave için fazlasıyla). 1984’teki It’s My Life albümü bu tarzda hala bir mihenk taşıdır. Luke Reinhardt’ın The Dice Man romanı etkisinde yazılan ve bir adamın hayatında çizeceği yönü cebindeki bir zarla belirlediği Such a Shame (klibinde sağ üstte zar görürsünüz) ve yıllar sonra No Doubt’ın da coverladığı It’s My Life parçaları albümde hak ettiği değeri görmüşlerdir. It’s My Life videosu, albüm kapağının ne anlatmak istediğini gösterir. Doğa belgeseli şeklinde geçen klip tam da Hollis’in isteğine uygun bir şekilde çekilmiştir. Hollis’in istediği grup

üyelerinin ön plana çıkmadığı klipler ve albüm kapakları yayımlamaktır. Bu durumu da ‘Ne yani fotoğraf makinesinin karşısına geçip sırıtalım mı?’ şeklinde özetler. İyi ki de sırıtmamışlar ve iyi ki James Marsh gibi bir tasarım sanatçısıyla çalışmışlardır. Marsh’ın gerçeküstü imajları, doğa figürlerinden insan yüzü yapma üzerinedir. Çizimlerinde en çok kelebek ve kuşlardan yararlanan sanatçı, 1991’deki son albüme kadar grupla çalışmıştır. Albümün gözdesi bu iki parça dışında yabana atılmaması gereken 2 parça daha vardır: Fahişelik karşıtı Dum Dum Girl ve basgitar olayını abartan Tomorrow Started. Özellikle Tomorrow Started bana göre albümdeki en iyi parçadır. Kırılma Anı 84’te verdiği mesajda Eno’nun minimal müziğinin izlerinden gittiği anlaşılan Hollis için 1986 tarihli The Colour of Spring albümü ayrı bir anlam taşıyordu. Etkilendiği isimler arasına Coltrane gibi caz müzisyenlerin dışında Satie, Debussy & Delius gibi izlenimcileri ekledi. Ayrıca Soul & Gospel türünden de yararlanmayı ihmal etmedi. Hem Eno’yu hem de bu caz-klasik tayfayı aynı potada eritmesine daha 2 yıl vardı. Stüdyoda pineklediği tam 1 yıldan sonra ortaya kusursuz bir albüm çıkartmak isteyen Talk Talk grubu üyeleri, 1 yılın sonunda ciddi anlamda çıldırma noktasına geldi. Albüm orkestral olarak görüldü ve haliyle orkestrayı yönetmek hiç de kolay değildi. O bakımdan 86’daki bu albüm en fazla yoruldukları albüm olarak kayda geçti. Life’s What You Make It, albümde en değişik parça olarak dikkat çekti. Daha sonraları Weezer grubunun da dikkatini çekecek bu parça It’s My Life videosuna benzer bir formatta çekildi (grup üyelerinin ön planda olmadığı ve doğanın hakim olduğu görüntüler). ‘A Streetcar Named Desire / Arzu Tramvayı’ kitabındaki bir kuştan esinlenerek oluşturulan bu parçada kuş, geçmişine bağlı

Nereye Müdür? Müzikal tarzını keskin bir şekilde değiştiren birkaç grup: Fleetwood Mac: 60’ların sonunda blues grubu olarak kurulan FM, gitarist Peter Green’in şizofreni hastalığı sonrası eski ruhunu yakalayamadı. 1975’te Stevie Nicks’in gelişiyle tamamen klasik rock müziğe yöneldi. Genesis: Belki de en iyi progresif rock albümüne imza atmış olan Genesis, Peter Gabriel gruptayken altın çağını yaşadı. Gabriel ayrılıp meydan Phil Collins’e kalınca iyiden iyiye pop rock türünde işler yaptılar. Talk Talk: İlk birkaç albüm new wave yaptıktan sonra Ed kalan nostaljik bir karakterdir. Kitaptan esinlenmekten daha dikkat çekici bir şey vardır: Parçanın başından sonuna kadar parçaya hakim olan piyano bölümü. Bu formülün yeni bir şey olmadığında ısrar eden Hollis bizi çok farklı bir gruba kanalize etmiştir. O isim Krautrock türünden Can grubu. Nasıl Devrildik? Ne hüzünlüdür bir grubun en iyi yıllarında dağılması. Grup son iki albümünde o kadar farklı şeyler denemiştir ki, gittikleri yol 90’larda kendisini olduğu gibi hissettirmiştir. Peki grup bunun mükafatı olarak ne almıştır? Listelerde gerileme ve kayıt şirketinden ayrılma. Saf sanatın karşılığı bu olmamalıydı. Caz, klasik müzik ve ambient türlerini karıştırmak her babayiğidin harcı değildir. Bu çıkarsamadan sonra tahmin edilebileceği üzere elektronik seslerin yerini akustik seslere bıraktığı son iki albüm, haklı bir şekilde eleştirmenlerden iyi övgüler almıştır. 1988 çıkışlı Spirit of Eden albümünde uyuşturucu karşıtlığını anlatan I Believe In You parçası için ka-

Hollis daha deneysel şeyler denemek istedi ve post rock müziğin temelleri atıldı. Wire: Sadece 8 ay içinde hem punk, hem de post punk albüm yaparak ilginç bir olaya imza attı. Sonra yoluna post punkta devam eden Wire, hala kimi çevrelerce en iyi punk albümüne sahip gruptur. Böyle de ironik bir durum vardır ortada. Adam Ant: 70’lerin sonlarına doğru post punk yapan Adam Ant sonraları müthiş bir imaj değişimine gitmiş ve new wave işler çıkartmıştır. Her iki türde de satış rakamları yüksek olan Adam Ant, belli ki new wave kaymağını daha fazla yemiştir. mera karşısına geçildi. Bu parçadan hit yaratma gereksinimi duyan grup üyeleri bilhassa video kısmında istediklerini elde edemediler. Hollis bu durumu şöyle özetler: ‘Kamera karşısında Tim Pope (genellikle The Cure videolarından tanırız) olmasına rağmen ıstırap verici bir deneyimdi’. Halbuki seçilmesi gereken şarkı, boşluk hissini daha fazla yansıtan, Eden olmalıydı. Neyse, biz de ‘everyone needs Talk Talk to live by’ diyip bu şarkının hakkını verelim. 1991’de satış rakamlarının istenilen düzeyde gitmemesinden dolayı EMI’dan ayrılıp bir caz plak şirketi olan Verve Records ile anlaştılar. Laughing Stock albümündeki bütün parçalar kalburüstü değerlendirilebilir ancak bol gürültü olan ve kilise orgunun eksik olmadığı After the Flood, bana göre en iyisidir. Laughing Stock’tan sonra dağılan grup arkasında post rock gibi bir hazine bırakmıştır. Türün diğer temsilcisi Slint ile birlikte ‘buralar bizden sorulur’ diyen Talk Talk; Mogwai, Sigur Rós ve Tortoise gibi grupların atası olarak tarihte yerini almıştır. 15 Şubat-15 Mart 2011 | 65

Bitti.

de bir şeyler yapmaktı.


ALBÜM FİLM KİTAP DERGİ OYUN

Raftaki Dinosaur Jr. - You’re Living All Over Me Sayfa 76’da

Ivan Turgenyev Babalar ve Oğullar Sayfa 78’de

Batman: Arkham City

66 | Boo! Sayı: 4

Sayfa 80’de


R A F TA K İ L E R

Yeni Çıkan Kitaplar Melina Marchetta Sürgün Kral

Stratis Tsirkas - Başıboş Kentler III: İskenderiye Nurdan Beşergil - İyi Geceler Öpücüğü Sam Christer Stonehenge: Kadim Taşların 5000 Yıllık Gizemi Dean Koontz - Odd’un Rüyası Roberto Bolano - 2666 Ken Lytle & Katie Corcoran Lytle - Büyük Aptallıklar Kitabı Joyce Appleby - Amansız Devrim Patrick Rothfuss Rüzgarın Adı: Kralkatili Güncesi 1. Gün

Çok Satanlar

1. Paul Auster - Kış Günlüğü 2. Debbie Macomber Küçük Mucizeler Dükkanı 3. Sofi Oksanen - Araf 4. Ayşe Kulin - Gizli Anların Yolcusu 5. Barış Pehlivan & Barış Terkoğlu - Sızıntı & Wikileaks’te Ünlü Türkler 6. Kahraman Tazeoğlu Bambaşka 7. Umberto Eco - Prag Mezarlığı 8. Gabriel Garcia Marquez - Mavi Köpeğin Gözleri 9. Jose Saramago - Kabil 10. Mehmet Ali Bulut Can Boğazdan Çıkar

Charlotte Gainsbourg

STAGE WHISPER - Charlotte Gainsbourg, 1984 yılında Serge Gainsbourg ile birlikte seslendirdiği parça “Lemon Incest” itibariyle başladığı müzik kariyerine, 1986 yılında Serge Gainsbourg imzalı film “Charlotte for Ever” için hazırladığı albümle devam etti. Ardından uzun bir süre müzik kariyerine ara veren Gainsbourg, sinema projelerine odaklandı. Yirmi yıl sonra ilk albümü 5:55’i kaydetti ve kariyerini eşzamanlı olarak ikiye ayırdı, müzik ve oyunculuk üzerine temellendirdi. 2007’de Lars von Trier yönetmenliğinde çekilen film Antichrist’ta çocuğunu kaybeden acılı bir anneyi canlandırdı. Beck’in yazarlığını, düzenlemelerini ve üretimini büyük ölçüde kendisinin üstlendiği 2009 yılında yayınlanan ikinci uzunçalar IRM, elektropop geçişlerine oldukça fazla yer veren bir albüm olarak Gainsbourg’ün pop müziğin yakınlarında ilerlediğinin haber-

cisi oldu. Ardından albüm çalışmalarına paralel olarak yürüttüğü film projesi Melancholia (Lars von Trier) ile adından söz ettirdi. 2011 Eylül’ünde iki yeni parça, bir Bob Dylan şarkısı yorumu ve bir canlı kayıttan oluşan EP, Terrible Angels dinleyicilere sunuldu ve Stage Whisper’ın ikili albüm formatında yayınlanacağı ile ilgili haberler duyulmaya başladı.

Aralık 2011 itibarıyla elimizde yeni stüdyo kayıtlarından oluşan sekiz parçalık bir albüm ile 5:55 ve IRM’den parçalar ihtiva eden, yeniden yorumlamaların yer aldığı tamamı canlı kaydedilmiş başka bir albüm var. Yayınlanmamış parçaların yer aldığı albümde “Terrible Angels EP” dahilinde dinlediğimiz Terrible Angels ve Memoir isimli parçaların yanı sıra Paradisco, White Telephone ve Out Of Touch önceden birer parça halinde internette yer edinmiş, dolayısıyla kulağa tanıdık gelen tınılar. Indie, pop, disco, elektronik ve folk

öğelerin öne çıktığı albümde Noah And The Whale, Connan Mockasin, Conor O’Brien ve Beck’in katkıları albümün bir türlü yakalayamadığı bütünlüğü açıklar nitelikte. Gainsbourg albüm dahilinde kimlik arayışına girmiş bir müzisyen gibi ne aklında ne de müziğinde taşları yerine oturtabilmiş. Bu nedenle her parça kendi içerisinde vasatın biraz üzerinde tınlarken, albüm olarak döndürüldüğünde geçişleri arasında yaşattığı bağlantısızlık hissi çalışmayı vasatın altına düşürüyor. Canlı kaydedilen parçaların bulunduğu albümün 5:55 ve IRM kayıtlarına aşina olan dinleyici için tatmin edicilikten uzak olduğunu ve Gainsbourg’ün ışığının stüdyo kayıtlarında daha iyi parladığını söylemek mümkün. Sözün özü; harikulade kariyer sahibi ve olağanüstü bir genetik bileşkesi olsanız bile bazen “kurtarmaya” yetmiyor. Yeri gelmişken Melancholia’yı izlediniz mi? -A. Kara

Tarz: Alternatif rock Yıl: 2011 Yayıncı: Because Msc. Kadro: Bram Inscore - Bas Eric Gardner - Davul Nicole Morier - Gitar Amir Yaghmai - Keman Brian Lebarton - Prodüksiyon, gitar 15 Şubat-15 Mart 2011 | 67


R A F TA K İ L E R

Albümler:

METALLICA BEYOND MAGNETIC Warner Bros. Ben gerçekten bundan sonra “yılın olayı” tabirini kullanmak için yıl sonunun gelmesini bekleyeceğim. Millet daha ekim ayından, kasım ayından “yılın enleri” muhabbetine başlarken, 5-10 Aralık tarihleri arasında otuzuncu yılını kutlayan Metallica, bir anda 2011’i nasıl hatırlayacağımızı değiştiriverdi. Şanslı azınlık, dört konserden tanesini Garage Days Re-Revisited EP’si fiyatına izlerken, biz burada ilerleyen günlerde yayınlanan videolara bakıp, internete düşen konser kayıtlarından bu büyük olaya tanık olmaya çalışıyorduk. Uzakta da olsak sanki memlekete dönmüş de aile üyeleriyle uzun bir aradan sonra yeniden bir araya gelmiş gibi hissettik. E doğru ama, büyük heavy metal ailesinin büyük bir bölümü orada Metallica ile sahneyi paylaşıp şarkılara eşlik etti, San Francisco’ya gelemeyenler ise selamlarını video mesajlarla iletti. Otuzuncu yıl kutlamalarını bu kadar özel yapan şey sadece ailenin toplanması değildi, 4 de yeni şarkı duyduk. Death Magnetic zamanı bestelenip kaydedilmiş, ama bir şekilde albümün dışında kalmış şarkılardan her biri bir konserde ilk defa karşımıza çıktı. Konserlerin ardından ise stüdyo kayıtları Beyond Magnetic adında bir EP şeklinde yayınlandı. Albüm aralarını uzun tutan Metallica’dan yeni şarkı dinlemeye aç olduğumuzdan mıdır, hepi topu yarım saat sürdüğünden midir bilinmez, döndür babam döndür bitiremedik bunu. Yeni şarkılar ilk duyduğumda kulağıma fazla mekanik ve formül evladı gelmişti ama döndürdükçe bestelerin hakkı daha da ortaya çıktı. Özellikle Just a Bullet Away’deki inişli çıkışlı yapı ve epik oğlu epik Rebel of Babylon’un damarsal başlangıcı Beyond Magnetic’i döndürüp durmaktaki başlıca sebepler. Araya coşkulu Hate Train ve efkarlı Hell and Back güzel dolgu yapınca ortaya birkaç kere dinlenip kenara atılmayacak bir eser çıkmış. 2012’de çıkacağı rivayet edilen “Black Album kılıklı” yeni albümü beklerken iyi ki geldi bu. -Alper D. 68 | Boo! Sayı: 4

BON IVER BON IVER Jagjaguwar / 4AD Sizlere bu sayıda 2011 yılının en iyi albümleri arasında pek çok ünlü müzik sitesinde birinci seçilen Bon Iver’i tanıtmayı seçiyorum. Ülkemizde gereken değeri görememiş olduklarına inandığım bu sevgili müzisyenlerin başı, ünlü Amerikan indie folk şarkı sözü yazarı ve şarkıcısı olan Justin Vernon. Grubun ilk albümleri 2007 yılında çıktı. O zamandan bugünlere pek çok single ve bir EP yayınlayan grubun ikinci stüdyo albümü kendileriyle aynı adı taşıyor. Jagjaguwar etiketli Bon Iver’de 10 şarkı var. Bunlardan ilk dinlemenizi tavsiye ettiğim Perth, ayrıca albümün de ilk parçası. Indie sevenlerin ayrıca seveceğini umduğum Bon Iver’le henüz tanışmamış müzikseverlerin hemen bir göz atması gerek. Bence Bon Iver, huzurlu bir akşamın ya da bir sabahın, hareketli ritmi gibi girecek hayatınıza. -Merve

NADA SURF THE STARS ARE INDIFFERENT TO ASTRONOMY Barsuk Records Amerikalı Nada Surf, 24 Ocak’ta çıkan çiçeği burnunda albümüyle karşımızda. 1992’den beri tınılarına aşina olduğumuz grubun 7. stüdyo albümünde 10 şarkı bulunuyor. Yeni albümü dinlediğimde, açıkça gördüm ki Nada Surf çocukluğumda neyse, şimdi de o. Tabi ki tarzlarına dair gelişim gösteren birçok ses var albümlerinde, ama özlerinde aynılar. Indie/alternative rock müziğin temsilcileri bu albümde de soft tarzından bir şey kaybetmeden ritimlerini hissettiriyor bünyeye. Albümdeki When I Was Young en çok dikkat çeken parça. Albüm hakkında şimdiden iyi kötü bir çok yorum yapılsa da, ben dinlemenizi şiddetle tavsiye edenlerdenim, Nada Surf’u küçüklüğünüzden bilip, işte o sound’un özlemini çekenlerdenseniz, keyif alacağınız garanti... -Merve

PJ HARVEY LET ENGLAND SHAKE Island Dorset’te bir 19. yüzyıl kilisesinde kaydedilmesiyle oldukça ilgi çeken albümün prodüksiyonunda NIN, Depeche Mode gibi isimlerle çalışan Flood’un parmağı olması iyice dikkat toplamasını sağladı. Üzerine bir de John Parish ve Mick Harvey albümde yer alınca, “e bir dinlemek gerek” intibası yarattı. Albüm 2011’de bir çok adaylığın ve ödülün yanı sıra, Mercury Ödülü, Uncut Music Ödülü’nü raflarına koydu. Best British Album olmaya da aday. Öyle ki bu kadar başarı, PJ Harvey’i ödüllerin tarihinde en başarılı sanatçı haline getirdi. Bir de albümün adını taşıyan ve Seamus Murphy imzalı 12 kısa film 24 Şubat’ta Bristol Müzik ve Film Festivali’nde izleyicisiyle buluşacak. Artık bu kadar laftan sonra, henüz dinlemeyenlere Let England Shake’i güzel videolarıyla izlemek ve dinlemek düşer... -Merve


R A F TA K İ L E R

THE ROOTS UNDUN Def Jam 1993’te kendi alın terleriyle çıkarttıkları ilk albüm Organix’in üzerinden çok sular aktı. Erykah Badu ile You Got Me söylendi, grup elemanlarının birçoğu değişti ancak ‘kökler’ yerinde durmaya devam etti. Philadelphialı hiphop bandosu The Roots, 14. stüdyo albümleri Undun ile aralık ayında sahneye döndü. The Roots’u diğer hiphop gruplarından ayıran en önemli özellik, canlı enstrümanlarla yapılan müzik icraatına bağlılıkları ve souldan caza birçok türü hiphop ile harmanlama konusundaki ustalıkları. Grubun her üyesinin en az bir enstrümanı konuşturduğunu da belirtmemek olmaz. Gelelim Undun’a, albüm Redford Stevens isimli kurmaca karakterin yaşam öyküsü etrafında şekillenmiş. Stevens şu an hapiste, diğer detayları merak ediyorsanız albüme kulak vermelisiniz. -Aslı

COMMON THE DREAMER/THE BELI... Warner Bros. Gangsta rap müzikten çok da haz etmeyen, eski adıyla Common Sense, 1995’ten bu yana ise sadece Common, 9. albümü The Dreamer/The Believer ile yine konuşuyor, konuşturuyor. “pozitif hiphop” olarak tanımladığı son albümün prodüktörlüğü için seçtiği isim ise Ernest Wilson, nam-ı diğer “NO I.D.”. Peki bu albümde Common’ın “birader”i Kanye West neden yok? Albümü çıkaran Warner Bros. ismi durumu açıklıyor, zira West rakip şirket G.O.O.D. Music’in kurucusu. Neyse ki diğer biraderlerin firmayla sorunu yok ve Common’ı yalnız bırakmıyorlar; albümün çıkış parçası Ghetto Dreams’te Nas, The Believer’da ise John Legend adamımıza vokalleriyle eşlik ediyor. “Gerçeklik kayalarının üzerinde dalgalar daimidir. Rüyalarınızın bütünlüğünü yıkmasına izin vermeyin” diyen bu sese kulak verin. -Aslı

ANI DiFRANCO WHICH SIDE ARE YOU ON? Righteous Babe Records Folk müziği hem tavrı hem de enteresan görünümüyle parlatmayı başarmış güzel insan Ani DiFranco, yeni albümü Which Side Are You On’u, emek yanlısı ve her türden istismarı konu edinmiş protest şarkılarından ziyade, daha geniş bir vizyonla oluşturmuş. Maalesef müziğinden çok feminist ve biseksüel kimlikleriyle bilinen DiFranco’nun anne olmasıyla yaratıcılığını zedelediği, öfkeli söylemini yitirdiği söylense de halen altı okka sözler yazıyor. Çıkış şarkısı Life Boat, Amendment, Pete Seeger ile seslendirdiği Which Side Are You On? ve Mariachi’yi beğenerek dinledik. Ani DiFranco sevdiğimiz takdir ettiğimiz bi arkadaş. Albümün kapağında yer alan muhteşem tavuskuşu tabii ki şunu hatırlattı: “Ama arkadaşlar iyidir...” -A. Kara

GORILLAZ THE SINGLES COLLECTION Virgin Tank Girl’ün yaratıcısı Jamie Hewlett ile Blur grubunun solisti Damon Albarn’ın aynı evi paylaştıkları günlerden birinde tohumları atılan Gorillaz onuncu yılı devirmiş olmanın haklı gururunu yaşıyor. Hiphop, elektronik, rock hatta zaman zaman dub’a göz kırpan, Mos Def’ten Little Dragon’a Snoop Dogg’dan Lou Reed’e onlarca müzisyenle flört eden grup, albüm için en bilinen ve ilgi gören 13 şarkılarını toplayıp 2 de remiks eklemişler. Ben diyeyim “koleksiyonluk albüm”, siz deyin “ticari kaygı”; sonuçta en sevilen şarkılar birarada. Albümde Feel Good Inc., Clint Eastwood, Dare, Dirty Harry, Kids With Guns, On Melancholy Hill ve Stylo’nun yanı sıra Clint Eastwood ve 19-2000’in remiksleri de yer almakta. Ben doğruca indirdim, ay pardon satın alıp albüm koleksiyonuma ekledim. -Aslı

EVILE FIVE SERPENT’S TEETH Earache Records İngiltere’nin son yıllarda thrash metaldeki medar-ı iftiharı Evile, turne esnasında kaybettiği basçısı Mike Alexander’ın ardından çıkardığı bu ilk albümle “genç thrashçiler” arasındaki en olgun müziği sunuyor. Besteler oturaklı bir hıza sahip ve temiz-agresif vokaller yine bu genç thrashçiler arasında (ki özellikle burada brutal vokal ile thrash metal yapmaya çalışan gruplarımızı düşününce) kesinlikle özgün bir yer katıyor Evile’a. Aslında, bütün albüm aynı özgünlükte geçmese bile, grubun zaman zaman yıllardır rastlayamadığımız heavy metal büyüsünün peşine düştüğünü hissettim. Bu hissim Alexander’ın anısına, onun bulduğu riflerle yazılan In Memoriam’da tavan yaptı. Thrash metali salt 80’lerdeki bazı klasiklerden dinleyenlerin bile kulak kabartabileceği bir albüm Five Serpent’s Teeth. -Alper D.

DAVID LYNCH CRAZY CLOWN TIME Play It Again Sam David Lynch’e dair bir fikriniz varsa eğer, içine düşmekten kendinizi alamayacağınız bu tedirginlik hissiyatinin başınıza neler açacağını albümü dinlemeden evvel bile kestirebilirsiniz. Senelerdir birbirinden güzel filmleriyle kafamızı karıştırırken ufkumuzu açan güzel insan David Lynch’den bu kez film değil arşivlik bir albüm... İlk birkaç şarkının deneyselliği, karanlığı çerçevesinde boyunuzu aşacağını düşünüp bırakmak istiyorsunuz. Ancak üçüncü şarkıda bu albümden çoğu Lynch filmi gibi çıkış olmadığını fark ettiğinizde ise çok geç oluyor. Geceyarısı şehre yaklaşırken uzaktan gördüğünüz ışıkları düşünün. Az sonra anlıyorsunuz ki, gördükleriniz sadece bir yanılsama. So Glad, Speed Radster, I Know ve Pinky’s Dream düşle gerçek arasında, bir ihtimal salıncağında, tekinsiz şarkılar. -A. Kara 15 Şubat-15 Mart 2011 | 69


R A F TA K İ L E R

Filmler: THE GIRL WITH THE DRAGON TATTOO Türkiye’de bilinen adıyla “Ejderhan Dövmeli Kız”, İsveçli yazar Stieg Larsson’ın Milenyum Serisi adlı roman üçlemesinin ilk kitabı. Yazarın kitapları ölümünden önce İngilizce’ye çevrilmiş ama bu sırada yazar hayatını kaybettiği için seri İngilizce’ye çevrildikten sonra kazandığı başarıyı görememiş, başarısı için kadeh kaldıramamış. David Fincher daha önce İsveç yapımının çekildiği filmi bir de kendince tekrar uyarlamış. Başrolde Daniel Craig ve Rooney Mara var. Mara ismiyle daha önce The Social Network filminde de çalışan Fincher’a bu durum sorulduğunda, aslında daha önce başka bir karakterde izlediği bir oyuncuya yeni bir karakter büründürmenin kendisi için çok zor olduğunu anlatıyor. Mara ise rol teklifi geldiğinde çok sevinmiş, daha önce serinin hiçbir kitabını okumasa da önce deneme çekimlerine girdiğini, ardından da üçlemeyi okuduğunu anlatıyor. Film için kaşlarının beyaz olması gerektiği fikrine ise önce ses çıkarmamış, sonra bir süre alışamamış ve hafiften buhranlara girmiş bile. Ejderha Dövmeli Kız uzun süre önce meydana gelmiş bir cinayeti aydınlatma girişimlerini anlatan Mikael Blomkvist (Daniel Craig) ve Lisbeth Salander’ın (Rooney Mara) et-

70 | Boo! Sayı: 4

rafında gelişen olayları konu alıyor. Suç, gizem, gerilim ve bol karanlık atmosfer filmi tanıtabilmek için kullanabileceğimiz etiketler. Film harika bir gişe hâsılatı başlangıcıyla da adından beklenilenin üzerinde söz ettirebilir zira 15 gün olmadan filmin bütçesinin üzerine çıkıp çoktan kar etmeye başladı bile. Fakat alınan duyumlar serinin sonraki filmlerinde yönetmen koltuğunda David Fincher’ın olmayabileceği yönünde. Kendisine filmle ilgili görüşleri sorulduğunda; “Bu filmde hayal ettiklerimin yaklaşık %70’ini gerçekleştirebildim” diyor. Fincher’ın Fight Club için %75’i dökebildiği düşünüldüğünde Fight Club’dan sonra en iddialı projesinin Ejderha Dövmeli Kız olduğunu komplike yüzde hesaplarıyla anlayabilmemiz mümkün! Bitirirken, film müziklerinin albümüne de bir göz atmanızı tavsiye ederim. -Furkan

SHERLOCK HOLMES: A GAME OF SHADOWS - Ve sonunda yeni Sherlock Holmes macerası vizyona girdi, hem de uzun bir süre önce ama gişede iyi bir başarı elde eden serinin ikinci filmi bir süre daha vizyonda izleyicilerin beğenisine sunulacak. Yeni filmde de Robert Downey Jr. ve Jude Law ikilisinin bozulmadığı dikkat çekiyor. İkinci bölüm için Noomi Rapace çingene rolüyle, güzel sesli karizmatik abimiz Stephen Fry da Sherlock’un abisi rolüyle ekibe dahil oluyor. Serinin ikinci filmi de öncelikle ufak çaplı Sherlock Holmes ve Dr. John Watson savaşıyla başlıyor ve sürpriz bir finalle son buluyormuş gibi yapıp “oha” efektleri eşliğinde son buluyor. Bireysel olarak serinin ikinci filmini özellikle ilk filmin gerisinde buldum. Bence filmi izleyenlerin nabız sayılarını arttırmayı başarmış olmaları filmi başarılı kılmamış. Ve ortaya ilk film ile birçok farklılık gösteren yeni bir film çıkmış. Filmin aldığı gişe başarısı da ilk filmin kaymağını yemeğe devam ettiklerinin göstergesi, umarım ilk filmin başarısıyla farklı bir film daha çekmezler. Aksi takdirde yolunu bulamamış Harry Potter serisinden sonra kalıp olamadan değerini kaybeden bir seri ile karşı karşıya kalacağız. Filmi bu kadar yerden yere vurduktan sonra methiyelerimize başlayabiliriz. İkinci film özellikle Stephen Fry’ın Sherlock’un abisi rolüne cuk diye oturmasıyla ve Dr. Watson’ın müstakbel sevgilisinin (yeni filmde nihayet

eşi) Sherlock’tan sonra bir de abisinden çektikleriyle izleyiciye kahkahalar attırıyor. Filmin bulmacalarının azalmasıyla Guy Ritchie abimiz aksiyonda tam gaz devam etmiş, filmin içinde birçok yavaş çekim sahneler mevcut. Ve yine canımız Guy Ritchie abimiz çok eleştirilecek bir şey yapmış ve son yılların aksiyon filmlerinin olmazsa olmazı ormanda kaçış sahnesini çekmeden duramamış. Bu alanda yönetmenlerin her filmde “hangimiz bu sahneyi daha iyi çekeriz” yarışını izlemek beni gerçekten yordu. Neyse Guy Ritchie’dir fenomendir daha birçok filmini izleyeceğimdir, deyip çok giydirmeden kendisiyle ilgili bölüme son vereyim. Filmin en büyük düşmanı ise serinin TV versiyonunun oldukça başarılı olması. Özellikle ikinci filmle birlikte azalan, zeka kırıntılarını ölçen bulmacalar (final bölümünü hariç) dizide tavan yapıyor. Son olarak serinin ikinci filmi ilk film gibi bir film arayanları üzebilir ama Robert Downey Jr. ve Jude Law ikilisinin içinde bulunduğu bir film ne kadar kötü olabilir ki? -Furkan


R A F TA K İ L E R

Vizyona Girecek Filmler

17 Şubat: -Ghost Rider: Spirit of Vengeance (Hayalet Sürücü 2: İntikam Ateşi) -Fetih 1453 -The Muppets

24 Şubat: -The Descendants (Senden Bana Kalan) -La Guerre Est Déclarée (Yaşam Savaşı) -In the Land of Blood and Honey (Kan ve Aşk)

2 Mart: -J. Edgar -This Means War (İyi Olan Kazansın) -Sen Kimsin?

6 Ocak: -Journey 2: The Mysterious Island (Gizemli Adaya Yolculuk) -The Woman Is Black (Siyahlı Kadın) -John Carter -Silent House (Sessiz Ev) -Ateşin Düştüğü Yer -Kaos: Örümcek Ağı -Mevsim Çiçek Açtı -Max Begins (Max Maceraları: Kralın Doğuşu)

Efsane Sahne PLATOON - Ecclesiastes kitabında geçen ‘Rejoice O young man in thy youth / Gençken gençliğini yaşa genç adam’ cümlesiyle başlar savaş karşıtı savaş filmi Platoon. Yönetmen Oliver Stone’un Vietnam üçlemesinin (Salvador, Platoon/Müfreze, Born on the 4th July/Doğum Günü 4 Temmuz) ikinci filmi olan Platoon çekildiği 1986 yılında oldukça ses getirmiş ve 7 dalda aday olduğu Akademi ödüllerinde en iyi film ve en iyi yönetmen başta olmak üzere 4 dalda Oscar kazanmıştır.

- Armağan Kanca

rakterini canlandıran Charlie Sheen de arada kalan bu müfrezenin bir parçasıdır. Chris, Çavuş Elias’la yakın arkadaştır ve Elias’ın Barnes’ın yüzünden ölmesi onda derin bir etki bırakmıştır. Barnes’a karşı nefret besleyen Chris, Elias’ın ölümüyle birlikte bu nefretini depreştirmiştir. Bu kin ve nefret içerisinde Barnes’ın, Chris’in gazabından kaçması mümkün müdür?

Oliver Stone’un Vietnam yıllarını baz alarak çektiği filmde; bir müfrezenin, savaş yanlısı Çavuş Barnes (Tom Berenger) ile barış yanlısı Çavuş Elias (Willem Dafoe) arasındaki iktidar savaşının ortasında kalması anlatılır. Filmde Chris ka-

Filmin cehennemi atmosferi için Filipinler’in en büyük adası olan Luzon çekim yeri olarak seçilmiştir. Kuşkusuz bu ada, müfrezenin baskı altında olduğunu hissettirmek için biçilmiş kaftandır. Daha önce, 1979 yılında Francis F. Coppola’nın Apocalypse Now filmine de ev sahipliği yapan adanın Vietnam savaşı için ne kadar uygun bir konuma sahip

Sinema Notları: -The Artist’in birçok alanda Oscar kazanmasına günler kala… (tahmin) -Fetih 1453’ün vizyona girmesine günler varken filmin fragmanı üzerinden yapılan onca tartışma bile filmin gişe patlaması yapacağının göstergesi. -Ve Kermit’e günler kala The Muppets hayranları haricinde filmin bir gişe başarısına imza atması ufukta gözükmüyor. -Lars von Trier, bir önceki filmde Hitler’e düzdüğü methiye-

lerle adından oldukça söz ettirmişti. Yeni filmi Melancholia öncesi “Hıyarlık ettim!” diyerek filminin bu kötü ünden etkilenmesinin önüne geçme çabaları alkış topladı. -Titanic bu sefer çekiliyor. Internet alemlerinde yüzlerce kez ikinci filmi çekilen kült filmin yapımcıları geminin batışının yüzüncü yılında 3B olarak vizyona sürme hazırlığında. -3B film kervanına katılan Star Wars serisi diğer filmlerinin 3 boyutlu hallerinin çekilmesi

olduğu sırf buradan bile anlaşılıyor. Platoon deyince sinemaseverlerin aklına gelen ilk sahne daha önce de belirttiğim gibi Çavuş Elias’ın öldüğü sahnedir. Filmin afişinde de kullanılan bu sahnenin bu kadar vurucu olmasının sebebi görsel bir şölen olmasının yanı sıra duyma organımıza da doğrudan hitap etmesinden kaynaklanır. Elias’ın ormanlık arazide Vietkonglular arasından kaçmaya çalışmasından, Çavuş Elias’ın ellerini havaya kaldırıp adeta yakarmasına ve helikopterin Elias’ı kurtarmayı başaramayıp çalılıklar arasında süzülmesine kadar olan sekansta Samuel Barber’ın hüzünlü “Adagio For Strings” parçası öyle yerinde kullanılır ki göz yaşlarınıza engel olamazsınız.

için sevenlerinin ilk filme göstereceği ilgiyi bekliyor. -İstanbul’un ev sahipliğini yaptığı Tinker Tailor Soldier Spy son yılların en iyi casus filmleri arasında gösteriliyor. -Ünlü oyuncularla birlikte alabora olan filmlere Al Pacino, Adam Sandler, Katie Holmes gibi isimlerle birlikte Jack and Jill de eklendi. -Spielberg “her yaptığım film tutacak edasıyla çektiği” War Horse filmi ile, diğer yapımları gibi oldukça beğeni topladı. 15 Şubat-15 Mart 2011 | 71


R A F TA K İ L E R

Kitaplar: GÜNLERİN KÖPÜĞÜ - Boris Vian her kitabında farklı yollara sapıp, bu yolları her seferinde çok farklı imgelerle donatıyor. Çok sayıda romanı olmamasına rağmen en ünlü Fransız romancılarından sayılan Vian’ın bu romanı aşkı ele alıyor. Bu aşk bizim bildiğimiz ama yabancısı da olduğumuz bir dünyada yaşanıyor. Hem anlıyor hem şaşırıyorsunuz. Burjuvalar bildiğimiz burjuva değil, yazarlar bildiğimiz yazar değil, tabii okuyucular da. Sevdikleri yazarla ilgili her şeye sahip olabilmek için servetlerini harcayan okuyucular var. Bir de silahlar vücut ısısıyla gelişiyor. İnsan bedeni sayesinde gelişen silahlar, insan bedenini yok etmek için kullanılıyor. Böylece “insan yapımı, insan öldüren silah” çelişkisini daha da sert biçimde görmüş oluyoruz. Boris Vian’ın özellikle ilgimi çekmesinin başka sebepleri de var gerçi, bunların en önemlisi müziğe de olan ilgisi. Özellikle trompete (ev arkadaşımın tüm dönem boyunca çalmaya çalışması da bunda etkili olmuş olabilir tabi) ve en önemlisi de caza. Duke Ellington hayranlığı ile de tanınan Vian, kardeşleriyle kurduğu bir trio ile konserler verdi ve her anında cazı yaşadı, hatta caz yazdı. Bu tutkusu diğer özelliklerinin öylesine önüne geçti ki doğduğu yerde ölümünün 50. yılında bir caz festivali yapılmaya başladı. Sadece iki gün sürüyor ama Vian’ın anılmasına yetiyor, “Jazz a Vian” festivali. Birkaç filmde de rol alan Boris Vian’ın kitaplarından birinin, film uyarlamasının galasında vefat etmiş olması da önemli bir nokta. Neredeyse hayatı boyunca süren kalp sorunlarıyla uğraşan Vian, dinlenmek ve daha uzun süre yaşayabilmek yerine olabildiğince çok şeye el atmış kısa ama dopdolu yaşamış. Kitaplarında kahramanlarına garip ölüm sebepleri ve yolları bulma nedenlerinden biri de budur belki. Kitaba geri dönecek olursak, burjuva gençlerinin hayatlarına giren ama bu hayatı ince ince işlerken çokça şeyi şaşırtarak değiştiren bir dünya bu. Sadece insanlar arası ilişkileri de değiştirmemiş Vian, doğayla insan ilişkilerini de değiştirmiş. Ev sahibesi eridikçe daha da küçülen, sonunda bir fareye bile küçük gelen evler ve sahibinin her derdini anlayan evcil fareler var bu dünyada. Bir de tedavisi yine çiçeklerde olan bir göğsünde çiçek büyümesi hastalığı… Göğüste büyüyen çiçeklere bir de Cihat Burak’ın Nazım Hikmet anısına yaptığı “Şairin Ölümü” tablosunda rastlamıştım. Ama bunun bir hastalık olması benim sınırlarımı zorladı açıkçası. Boris Vian düzene bu kitabında da karşı koyuyor, bir kez daha kendi gerçekdışı gerçekliğini yaratıyor. Bu esnada bir Boris Vian alıntısını dile getirmek onu anlamak için daha uygun olur sanırım: “Sadece iki şey vardır; güzel kızlarla aşk, her şekilde aşk; bir de New Orleans veya Duke Ellington’ın müziği. Geri kalan her şey gitmeli, çünkü geri kalan her şey çirkindir...” -Gözde 72 | Boo! Sayı: 4

SATRANÇ - Bu uzun öyküde Stefan Zweig’in o garip ruh haline ve çalkantılı dünyasına konuk oluyoruz. İkinci Dünya Savaşı etkilerinin en net göründüğü yazarlardandır Zweig. Kitapları Almanlar tarafından toplanan, yakılan yazarlar listesinin başında gelen Zweig, savaş sonrası ölümüne çok az zaman kala yazmıştır bu kitabı. Karakter betimlemeleri her zaman çok çarpıcı olan Zweig bu kitapta bir de İkinci Dünya Savaşı ve Alman korkusunu da işleyince hem tadına doyulmuyor, hem de insanı ürkütüyor. Tabi o yoğun hümanizmi bu kitapta da her satırdan akıyor. Sherlock Holmes’la özellikle tanık olduğum on hamle sonrasını hesaplama hatta yaşama durumu, bu kitapta da karşıma çıktı. Almanlar tarafından hapisteyken akıl sağlığını bulduğu bir satranç kitabıyla koruyan, hatta yine bu kitapla kaybeden bir adamla tanışıyoruz bu kitapta. Gerçi Orhan Pamuk’un Yeni Hayat’ında, bir kitap bir insanın hayatını nasıl değiştirir görmüştük ama bu sefer psikolojiyi nasıl ayakta tutabileceğini, hayata nasıl yön verebileceğini görüyoruz. Gemide karşılaşan dört adam çevresinde dönüyor öykü. Satranç şampiyonu olmaktan başka bir meziyeti olmayan köylü ile karşılaşmak isteyen anlatıcı ve bir milyoner; yenilmek üzereyken yardımlarına gelen biri sayesinde müsabakadan berabere ayrılıyorlar. Bu adamın hikâyesini öğrenmek de pek tabii farz oluyor. İşte bir kitap nasıl bir hayatı değiştirir böyle öğreniyoruz. -Gözde

BÜYÜK UYKU - Yine bir tanıştırılma öyküsüyle geldi bu kitap huzurlarınıza. Lawrence Block’un meşhur hırsızı Bernie Rhodenbarr’ın “Kütüphanedeki Hırsız” isimli kitabında Dashiel Hammett için imzalanmış orijinal bir kopyası aranan meşhur kitap “Büyük Uyku”. Raymond Chandler’ın bu kitabını LB’ye kadar bilmemiş olmam benim ayıbımdı, hemen örttüm bu ayıbın üstünü. Kitabımız, uzun boylu, yakışıklı, keyif düşkünü, hafif ukala, çokça bilmiş dedektif Philip Marlowe’un da ilk kitabı olup sonraları birkaç kitapta daha boy göstermesine sebeptir. Yaşlı bir adam için şantajcılarını araştırmakla görevlendirilen özel dedektif Marlowe’un başını beladan belaya soktuğu kolay okunan keyifli bir polisiye. Pek çok polisiyeyi keyifle okuyan bir okur olarak bendeniz, aslında çoğunun kimden esinlenmiş olduğunu görmüş oldum bu ilk kitabı okuyarak. Amerikalı yazarın “roman noir” (kara roman) örneği olarak bilinen bu romanları gün geçtikçe pek çok yazara da ilham kaynağı olmuş. İşin en keyifli yanı ise kitabın baş kahramanı Philip Marlowe’u Humphrey Bogart ile sinema filmi olarak da izleme şansımızın olması. Uzun boylu Marlowe’u kısa boylu Bogart’ın canlandırması da ayrı bir hoşluğu olsa gerek… Hem okuyun, hem izleyin derim. -Melis


R A F TA K İ L E R

Konuk Kitaplığı: Altay Öktem Daha önce Boo!’ya iki kere konuk olan Altay Öktem’e bu kez kitaplığı ve okuma alışkanlıklarını sorduk. Röportajın uzun halini Boo!’nun yazdırılabilir sürümünde bulabilirsiniz. Pınar Derin Gençer

Şu anda kitaplığında yaklaşık kaç kitap var? 3-4 bin civarında. Kitaplığında en çok hangi tarz kitaplar yer alıyor? Şiir kitaplığım epey zengin. Bir de kuramsal kitaplar, felsefe, sosyoloji... Yeraltı, kara edebiyat ve rock kitaplarım da oldukça fazla. Roman, öykü kısmen daha az. Koleksiyonuna en son kattığın kitap hangisi? Birkaç gün önce Giovanni Scognamillo’nun Vampir Manifestoları’yla Dominique Laporte’nin Bokun Tarihi adlı kitaplarını aldım. Çocukken okuduğun ilk kitabı hatırlıyor musun? Okuduğum ilk kitabı hatırlamıyorum ama çocukken çok kitap okumazdım. Okuduysam da, çizgiromanlar dışındakileri ailemin ya da öğretmenlerimin zoruyla okumuşumdur. Neredeyse nefret ederdim okumaktan. İlk kez 16 yaşımda kendi isteğimle kitap okuduğumu hatırlıyorum ve o andan sonra hiç bırakamadım. Aniden ayda 4-5 kitap okumaya başladım. Neredeyse bütün Rus klasiklerini 6-7 ayda bitirmiştim. Hayalgücünü en çok beslediğini düşündüğün yazarlar kimler peki?

Kafka, Nietzsche, dönüp dönüp tekrar Kafka. Okurken belli bir yazara tutulup üst üste, sadece onun eserlerinden gittiğin oluyor mu? Elbette. Özellikle bir yazara başlayıp baştan aşağı bütün yapıtlarını okumaya çalışırım. Ama okurken bir konuda araştırma yapmam ya da yazı hazırlamam gerektiğinde araya başka kitaplar da girer. “Yeni çıkanlar” listesi, okuma alışkanlığında ne kadarlık bir yere sahiptir? Özellikle şiirde ve yer altı edebiyatında yeni çıkanları özellikle izlemeye çalışırım. Misafirliğe gelen akrabanın küçük çocuğu bazı kitaplarını yırtsa en çok hangisi için sinirlenirdin? Kolay kolay sinirlenmem. Çocukları kitaplardan daha çok severim. Okumayı bıraktığın kitapların kaderi ne oluyor? Bir süre sonra yeniden mi başlıyorsun, okunmadan kitaplığında mı kalıyor yoksa soluğu bir sahaf rafında mı alıyor? Sahaflara kitap taşımak ayrı bir külfet. Ya eşe dosta dağıtıyorum ya da sahaflara vermek isteyenlere kolileyip, gelin evden alın, diyorum. Kitap-

lar üçe ayrılır; belli aralıklarla tekrar okumamız gerekenler, kaynak olarak kullanılmak üzere bulunması gerekenler, bir kez okuduktan sonra bir daha elimize almamız gerekmeyenler. En yoğunu da üçüncü bölümdekiler. O yüzden, kitap saklamak kadar, kitapları elden çıkarmanın da gerekli olduğunu düşünüyorum. Kitaplar hayatımız zenginleştirmeli. İpin ucunu kaçırırsak zenginleştirmek yerine zindan da edebilirler. İnsan kendini bilmiyor ama hep başka bir şey olmak istiyor. Hep kavgalı kendiyle... İnsanın kendiyle derdi nedir ve o kavga sence nasıl bitecek? Biteceğini sanmam. Tarih boyunca her türlü gelişmenin de, gerilemenin de temelinde hep insanın kendisiyle verdiği kavga vardır. Aslında, herkesin içinde bir boşluk var. Hayat dediğimiz şey de bu boşluğu doldurma çabası. Peki doluyor mu? Aksine, doldurmaya çalıştıkça boşluk büyüyor. Sonu olmayan bir kısır döngü. Bunun çözümü olduğunu da sanmıyorum. Hepimiz çaresizce didişeceğiz kendimizle. Bu dünyadan sağ çıkma ihtimalimiz olmadığına göre, ölene kadar didişeceğiz. Bizden geriye bir tortu kalırsa da, bu didişmenin tortusudur sadece.

Mutsuzlukların acısını nereden ya da kimden çıkarır Altay? Yalnızca kendinden çıkarır! Bunun keyifli bir şey olduğunu söyleyemem. Mutsuzlukların sorumlusu çoğu zaman başka kişiler ya da olaylar olduğu halde içimdeki ibre döner dolaşır beni gösterir. Belki de en kötü huyum budur: Başkalarına karşı her koşulda çok anlayışlı, kendime karşı ise acımasız olmam. “Kadın” kavramının sendeki manası nedir? Bu soru zor oldu. Daha önceki sorular hep çalışmadığım yerlerden gelmişti. Cevabını iyi bilmediğin sorulara, cahil cesaretiyle daha rahat cevap veriyorsun. Üzerinde çok çalıştığın konularda nereden başlayacağını, ne söyleyeceğini şaşırıyor insan. Tek bir cümlede her şeyi özetleyip noktayı koyayım diyorsun, ama öyle bir cümle kurmak da mümkün değil. Ne edebiyat tarihinde, ne felsefede öyle bir cümle yok maalesef. Kimse kuramamış o cümleyi; ben haydi haydi kuramam. Söyleyebileceğim bir tek şey var; şimdiye kadar hayatıma da şiirlerime de gereğinden fazla sızdı kadınlar. Yıllar sonra, ölmeden önce iki şiir daha yazayım diye kalemi alırsam elime, içine kadın sızmamış şiirler yazacağım. 15 Şubat-15 Mart 2011 | 73


R A F TA K İ L E R

N’aptın Müdür? “İnsanlık Onuru Depresif Müziği Yenecek!” Özledim burayı, gerçekten özledim. Geçen ay Alper’e devredince bu ay Kara Bant’ı ne kadar yazmayı özlediğimi farkettim, bazı şeyleri kaybedince farkedermişsin misali. Tabii arada uzun bir boşluk oluştu, ben bu boşlukta çok fazla müzik dinledim, bazı günlerim ise sadece müzikle geçti. Güzel şeyler var ama, biraz Shoegaze, biraz elektronik, ama sizin ruhunuzu besleyecek nitelikte olduğuna emin olabilirsiniz. Listeme bakıyorum da, ben de çok çalkıntılı bir ay geçirmişim. Slowdive’dan My Bloody Valentine’a, Glitch Mob’dan Fever Ray’e kadar uzanan farklı duygusal durumların şarkıları ile geçirmişim bunca zamanı. Yeni gruplar var mı, tabii ki var, mesela ben geçtiğimiz Kara Bant’ta Slowdive ile tanışmamıştım, ilk kez tanıştım Armağan’ın geçtiğimiz ilk sayımızdaki yazısı sayesinde ve daha önce bilmediğime çok üzüldüm gerçekten. Resmen günah çıkartır gibi bütün albümlerini hatim ettim hemen. “Allison” şarkısına ise bir ayrı takıldım, zaten A yüzü Allison ile açılacak. Sanırım “Souvlaki” gibi albümler bir daha gelmeyecek. Şey çok üzücüymüş ben bunu farkettim, belirli bir dönemin müziklerinin, sözlerinin size çok hitap ettiğini farkedersiniz fakat artık o dönemde yaşamıyorsunuzdur veya o dönemde bu yaşınızda değilsinizdir. O dönemi yaşayamamış olmak gerçekten çok üzü74 | Boo! Sayı: 4

cü, 90’larda ben çocuktum, genç değildim, şimdi ise gencim, fakat Slowdive artık yok, ben ne yapabilirim diye düşünüyorum, düşünürken eski albümleri dinliyorum, yapabileceğim çok bir şey yok Allison, olsaydı sen yanımda olmazdın zaten. Eski albümler, gerçekten güzel albümler. Nedense günümüzün enerjisi olmayan şeyler daha değerli gözükmüştür çoğu zaman gözüme, belki orada bırakılan duyguların zamanla daha güçlenmesidir sebep, kim bilir. Fakat şüphesiz, insan istiyor, o dönemde yaşamak, o dönemin tadına bakmak, o dönemin içindeyken o dönemin müziklerini dinlemek istiyor. Sanki o çağa ait bir fon müziği gibi geliyor, keza verdiği duygular öyle...

A Yüzü: 1. Slowdive - Allison 2. My Bloody Valentine – When You Sleep 3. The Black Heart Procession – Your Church is Red 4. Taken By Cars – Thrones: Equals 5. Joy Formidable – Austere 6. Strange Boutique - De Milo B Yüzü: 1. Civil Wars – 20 Years 2. Kings of Convenience – Cayman Islands 3. Slowdive – Souvlaki Space Station 4. Pia Fraus – Pretend to Be Here 5. Bonobo – Sleepy Seven 6. Starfucker – Bury us Alive

Her ay burada dergideki şanslı kişiye kültür sorgulaması yapıyoruz. Bu ayın şanslı kişisi ise, Ali Hıdımoğlu. En son aldığın albüm hangisi? Çok uzundur albüm almıyorum ama almayı düşündüğüm, “Florence and The Machine”ın “Ceremonials” albümüdür. Sinemaya en son hangi film için gittin? Evde oturup film izlemeyi seven birisi olsam da sinemada izlenmesini şiddetle tavsiye ettiğim filmleri kaçırmamaya özen gösteriyorum, son olarak Sherlock Holmes: A Game of Shadows’a gittiğimi demiş miydim? En son okuduğun kitap? Adam Fawer - Olasılıksız okudum en son. Zaman Çarkı’nın yeni çıkacak 14. ve son kitabını okumayı o kadar çok istiyorum ki oysa daha yazım aşaması bile bitmemiş. Video oyunu oynar mısın? En son Magicka bitirdim, arada sırada Guitar Hero açıyorum, Dragon Age’de gözüm var vakit bulamıyorum. Albüm, kitap, film, oyun ya da dergilerden koleksiyon yaptığın oluyor mu? NTV Bilim koleksiyonu yapardım, kapattılar dergiyi, çok üzüldüm. NTV Tarih ve National Geographic alıyorum her ay, onları koleksiyon yapıyorum sayılabilir. Nat Geo’nun ilk iki yılının sayıları var memlekette halen saklıyorum.


R A F TA K İ L E R

Oyunlar: THE DARKNESS 2 - Bir süredir internette yayımlanan iblisli ve bol aksiyonlu videolarıyla oyunseverleri heyecanlandıran bir yapım olan The Darkness 2 nihayet çıktı. Ancak oyunun PC versiyonu için durum biraz ilginç, zira ilk oyun sadece konsollara çıkmıştı, oysa ikinci oyun bilgisayarlara da gelmiş durumda. Yani oyunun bilgisayar versiyonu için bir çeşit Amerikalılar Karadeniz’de 2 vakası demek pek de yanlış olmaz. The Darkness 2, FPS (First Person Shooter) tarzında ve kollarımızdan çıkan iblislerle düş-

SAINTS ROW THE THIRD - Açıkçası Saints Row serisiyle daha önceden alakası olan bir insan değilim. Ancak Saints Row The Third, çıkmadan önce benim gibi alakasız insanların bile dikkatini üzerine çekmişti. Nitekim oyun çıktığında da anladık ki bu durum boşuna değilmiş. Zira Saints Row The Third belki de oynayıp oynayabileceğiniz en absürt atmosfere sahip oyunlardan biri unvanını fazlasıyla hak ediyor. Grand Theft Auto’nun çok daha eğlencelisi ve bazı açılardan sınırsızını düşünün. İşte Saints Row böyle bir oyun. Ancak sınırsız derken bunu tam anlamıyla kast ediyorum çünkü yapabileceklerinizin gerçekten sınırı yok neredeyse. En basitinden apocafist adlı silahla etraftaki insanları tek yumrukla bir kan kütlesi haline getirip bomba gibi patla-

manlarımızın canına okuma imkanını biz oyunculara veren bir oyun. Sağ koldan çıkan canavar, yıkarak, dökerek, kırarak ve itinayla parçalayarak, düşmanlarımızın en basit haliyle canına okumaya yarıyor. Sol koldan çıkan iblis ise nesneleri tutmaya, fırlatmaya veriyor kendini ki nesne derken düşmanımızın boğazı da bu kümeye giriyor. Ayrıca yine muhtelif eşyaları alıp düşmanlara fırlatmak da mümkün. Bütün bunları son derece başarılı bir görsellikle kurulmuş karanlık bir atmosferde yaptığımızı da belirmek lazım. Zaten oyunun en çok beğeni toplayan yönlerinden biri de atmosferi. Takdire şayan seslendirmeler ve ses efektleri güzel grafiklerle birleşince eğlenceli bir shooter oyunu ortaya çıkmasını engellemek için geri kalan iki önemli faktörde, yani oynanabilirlik ve hikayede çuvallamak gerekir. The Darkness 2

Kısa Haber bu ikisinde de ortalamanın üstünde bir oyun. Ancak dediğim gibi PC için ilk oyunun hikayesine bir bakmak gerekli. Kahramanımız Jackie Estacado yetimhanede yetişmiş bir kiralık katil ve yirmi birinci doğum gününde, kadim bir güç olan Darkness onda adeta zuhur ediyor ve New Yorklu mafya babası Paulie Franchetti tarafından düzenlenen suikasttan kendisini kurtarıyor. Babanın peşine düşen Jackie bir dizi suikasttan yakayı kurtarıyor ancak sevgilisi Jenny’nin ölümüne engel olamıyor. İkinci oyun ise bu olaylardan iki yıl sonra başlıyor ve hala sevgilisinin ölümüyle pençeleşen Jackie Darkness’la birlikte yeni bir maceraya atılıyor. Türün müptelaları için kaçırılmaması gereken bir oyun The Darkness 2. -Burak

tabiliyoruz! Bu silahın etkisi Fallout serilerindeki “bloody mess” özelliğini hatırlatmıyor da değil doğrusu. Demek istediğim, böyle çılgınlıklar oyunda gırla. Suç işlerken bizden imza isteyen tipler gibi öğeler oyundaki komedi havasını sürekli koruyor. Ayrıca karakter yaratma sistemine de değinmeden olmaz, karakterimizin hangi şekilde hareket çekeceğini bile seçebiliyoruz! Zaten oyunun daha açılış sekansıyla nasıl bir atmosfere girdiğimiz anlıyoruz. Hele ki çatıda helikopterden sallanarak kapıştığımız sahnede bir adrenalin şoku yaşıyoruz. Bu arada tabii ki fizik kurallarının da hiçe sayıldığını belirtmek gerek. Bu açıdan da yine bir “açık dünya” oyunu olan Just Cause’a benziyor oyun. Ancak özellikle Just Cause 2’nin ne kadar ba-

Bir aralar ülkemizde de çıkmış ve kanımca oyun dergisi piyasasında güzel bir renk olan köklü oyun dergisi GamePro hem basılı hem de internet üzerinden yayın hayatına 2011’in son ayında, 5 Aralık itibariyle son verdi. Emektar dergiye huzur içinde yat diyoruz, hardcore oyuncular seni unutmayacak GamePro! Bunun artık bir haber değeri var mı bilmiyorum ama Diablo 3’ün yine gecikeceği açıklandı. Aslında ben çoğu kişinin aksine çok hayal kırıklığına uğramadığım gibi şaşırmıyorum da Diablo ile ilgili çıkan gecikme haberlerine. Zira biz zamanında Gameshow’da Duke Nukem Forever haberindeki fotolara bakıp deli gibi heyecanlanmış bir nesiliz. Benim hala umudum var. 2005’te duyurulup 2010’da XBOX 360 için piyasaya çıkmış olan Alan Wake, bu sefer PC sahiplerine misafir olmaya geliyor. 16 Şubat’ta çıkacak olan oyunu ilgiyle bekliyoruz. Darısı Brütal Legend’ın başına.

şarılı ve eğlenceli olduğu göz önüne alınırsa bu kesinlikle bir eksi değil. Bunlar dışında kazandığımız paralarla silahlarımızı da modifiye ederek basit bir tabancayı ya da taramalıyı çılgın bir ölüm makinesi haline getirmek mümkün. Saints Row The Third saf eğlence arayan fakat aynı zamanda bol vakte sahip olanlar için kesinlikle bakılması gereken bir alternatif. -Burak

The Elder Scrolls V: Skyrim on beşincisi düzenlenen yıllık Interactive Achievement Awards’da Yılın Oyunu ve Yılın Rol Yapma Oyunu dahil olmak üzere tam beş alanda ödül kazandı. Sonuçta serinin hayranlarını hemen her yönden tatmin etmiş olan Skyrim’den beklenen bir başarıydı. Buradan Bethesda’ya bir tebrik de tekrar biz yollayalım. 15 Şubat-15 Mart 2011 | 75


Mert Serim mert.k.serim@gmail.com

albüm inceleme

Dinosaur Jr. - You’re Living All Over Me:

Kendinden Emin ve Geleceğe Dönük Indie ve alternatif müziğin neferlerinden olan Dinosaur Jr., kuruluş hikayesi olarak nispeten sıradan bir öykü sunuyor. Fakat bu durum ortaya çıkardıkları müziği sıradanlaştırmıyor. Otoriteler de Dinosaur Jr.’ı The Pixies, Sonic Youth ve The Jesus and Mary Chain ile birlikte indie rock müziğin ataları olarak göstermekte. Keza gelecek nesiller de otoriteleri destekler nitelikteler. Bu alt yapının temelinin ne kadar sağlam olduğunu ise You’re Living All Over Me isimli ikinci albümlerinde görmekteyiz.

G

itarist Joseph Donald Mascis ve lise arkadaşı Lou Barlow, 1982 yılında Deep Wound isimli bir punk grubu kurdu. Fakat biri demo olmak üzere iki albüm yayınladıktan sonra grup dağıldı. Bunun üzerine Mascis yeni bir 76 | Boo! Sayı: 4

grup kurmak için gerekli bağlantıları kurmaya çalıştı. Öncelikle kendi şirketleri olan Homestead Records’dan kayıt ve yayın için söz aldı. Böylece Mascis birkaç şarkı yazıp Barlow’a gösterdi ve basçı olmasını istedi. Daha önce de birlikte çaldıkları için bu tek-

lif aslında sadece formalite amaçlıydı. Şarkıları gördükten sonraki yorumu ise şu şekilde; “Bunlar gerçekten harika. Ben

çift akor ile kendi trajedilerimi anlatan basit parçalar çalarken Joseph çok daha geniş bir çerçeve yaratmış”. Tek


İsim arayışlarına başlayan grup ilk olarak Mogo ismini almıştır. Massachusetts Amherst Üniversitesinde, Eylül 1984’te verdikleri ilk konserden sonra bu isim ile insanlarla iletişim kurmakta güçlük çekeceklerini fark ettiler. Bunun üzerine Dinosaur ismini ile yollarına devam ettiler. Bu isim de kalıcı değildi tabii ki. Kendi isimleriyle çıkardıkları ilk albümleri ve You’re Living All Over Me albümlerinde grubun ismi Dinosaur’du. Fakat ikinci albüm yayınlandıktan sonra 1982’de kurulmuş The Dinosaurs isimli bir grup olduğu anlaşılmıştı. Yasal sorunlar yaşamamak için de grup isminin sonuna Junior ekini koydu. Günümüze kadar da bu isimle anıldı. Dinosaur olarak son albüm İlk albümleri grup için sadece bir test sürüşü niteliğindeydi. Bu albümde ise müzik yapıları ciddileşmeye başladı. Bunun ilk örneği ise kayıt sürecinde karşımıza çıkıyor. Mascis, davullarda kullanılacak ritimleri net bir şekilde belirlemişti. Ancak bu durum Murph ile aralarındaki tansiyonun yükselmesine sebep oldu. Basçı

Barlow ise durumu alaycı bir dille şöyle anlatıyor; “Mascis, Murph’ün bütün davul ritimlerini kontrol etmeye çalışıyordu. Murph ise bu duruma uzun süre sessiz kalamadı. Uzun bir süre boyunca stüdyodayken Mascis’i öldürmek istedi”. Kayıt süreci ve parçalar ilk albümün aksine çok fazla altyapı barındırıyordu. İlk albümdeki hardcore punk öğelerinin azalması, göze batan ilk örnek... You’re Living All Over Me albümünde Mascis’ın gitarının yoğunlaştığı noktalar olarak Black Sabbath gibi rifler, dağınık sololar, düzensiz noiserock esintileri ve ardından gelen sessizlikler görülüyor. Barlow ise melodik çift notalı akorlarıyla dikkat çekmeyi başarıyor. Murph, Mascis’in yazdığı davullarla sert ve güçlü bir akım yaratıyor. Ortaya çıkan birliktelik ise üç kişilik gruplar arasından sıyrılıp kendine özel bir yer ayırmasını sağlıyor Dinosaur’un. Bu melodik atmosferin bir diğer sonucu da parçalardaki sıra dışı yapıdır. Gelenekselleşen pop ve rock parçalarındaki dörtlük, nakarat, dörtlük şeklindeki yapıdan kurtulup özgünlüğünü sağlamıştır. Albüm tamamlandıktan sonra Mascis SST Records etiketiyle yayınlamak

istedi. Bu kararını ekibin yakın arkadaşı Gerard Cosloy’a söylediğinde ise hayal kırıklığı önlenilemezdi. Çünkü Homestead Records ile iki albümlük anlaşma imzalamışlardı. Cosloy ise aralarındaki ilişki dolayısıyla ihanete uğramış hissetti ve kişisel algılamamasının imkansız olduğunu dile getirdi. Albümü tamamlayan parçalar Albümün açılış parçası Little Fury Things aynı zamanda albümün çıkış parçası niteliğinde. Parçayı önemli kılan yegane unsur da kolay anlaşılan kesitlere ve çizgi üstü melodilere sahip olması. İlk kez dinlenildiğinde bile bu farkı gösteriyor. Öte yandan Mascis’in vokalist olarak sesini terbiye edemediği de görülmekte. Sözler düzensiz ve sersem bir yapıdan oluşuyor. Şarkının bir parçasında “A rabbit falls away from me, I guess I’ll crawl?” (Tavşan benimle arayı açıyor, sanırım sürüneceğim) gibi sözler geçiyor. İlk bakışta ismiyle dikkat çeken şarkı Sludgefest (Çamur Deryası), o dönem için alışılmışın dışında bir müzikal yapı sunuyor. Ancak bu garipliğin yanında albümdeki en görkemli gitar

Albüm sona yaklaşırken dönemin hakim türlerinden farklı, özgün bir müzikal deney sunan Dinosaur Jr. aradıkları sıçrayışı ikinci albümlerinde yapabilmişlerdir. Yeni doğan bu müzik türünde referans alınan bir isim olmayı bu albüm ile başarmışlardır. Parçaları bir konsept albümden çok birbirinden farklı müzikal tecrübe olarak görmekte büyük fayda var. Eğer bir bütün gözüyle bakılırsa ele avuca pek de faydalı bir albüm geçmemekte. Klasik rock ile alternatif rock arasındaki bu çizgide dinleyicilerin parçalar üzerinde mutabık olması oldukça zor. Her dinleyici kendine ait bir parça bulup onu şekillendiriyor. Ve You’re Living All Over Me buna olanak sağlıyor. Indie ve alternatif müziğin ataları 9 parça ile dinleyicilerine yol gösteriyor. 15 Şubat-15 Mart 2011 | 77

Bitti.

eksik enstrüman olarak davul kalmıştı. Bu sorun da aynı dönemde All White Jury isimli grupta davul çalan Emmett Jefferson “Murph” Murphy III ile iletişime geçip gruba dahil etmekle çözüldü. Böylece grup kemik kadrosuna kavuştu. Buna süreç içerisinden baştan sonra önderlik eden isim ise Mascis idi. Bu nedenle grubun konsepti olan “kulakkanatan memleket” tanımını da o belirlemiştir.

soloları da bu parçada görülüyor. İkinci parça olan Kracked, kendinden önceki ve sonraki parçalar arasındaki bir köprü niteliğinde. İkisinden de farklılaşarak daha yerel ve daha tanıdık ezgilerle karşılıyor dinleyiciyi. Basit nakaratı ve akılda kalan gitar melodileri ise şarkıyı akılda kalır hale getiriyor. Country-punk atmosferine yaklaştıkça karşımıza The Lung çıkıyor. Country ve Folk müziğin duayenlerinden Neil Young’ın Everybody Knows This is Nowhere parçasının seksenlerdeki bir rüzgarı gibi The Lung. Albümün ikinci yarısının ilk parçası olan In a Jar’ın Barlow’un melodik basgitarı tarafından istila edildiği görülüyor. Barlow’un solosunun ağır bastığı albümün kapanış parçası olan Poledo’da iki ürkütücü kaset kaydı yapılmıştı. İlk bir buçuk dakikada yaşadığı korku ve gerilimi gitarı ile anlatırken ardından gelen bölümde satanik bir kültün ritüelini canlandırırmışçasına “Hope I die without a sound” (Umarım zifiri sessizlikle ölürüm) sözlerine yer veriyor. Parça giriş bölümünden sonra geçen dört dakika boyunca bize Barlow’un dağınık haldeki gürültü deneyine tanık olmamızı sağlıyor.


Burak Sayın buraksayin86@yahoo.com

edebi inceleme Ivan Turgenyev - Babalar ve Oğullar:

Turgenyev Yorumuyla Kuşak Çatışması İlk modern Rus romanı olarak bilinen ve aynı zamanda Batı’da şöhret kazanan ilk Rus Edebiyatı ürünü olan Turgenyev’in Babalar ve Oğullar’ı, kuşaklar arası anlayış farklılıklarını eksene koyarak aynı zamanda son derece başarılı bir karakter analizi ortaya koyuyor. Turgenyev’in Bazarov gibi özgün bir karakter üzerinden okuru içine çektiği psikolojik ve felsefi tartışmalar ise tam anlamıyla bir Rus romanı okunduğu hissini veriyor.

K

işi ister okur ister yazar konumunda olsun, eğer edebiyata bir şekilde bulaşma şansına ulaşmışsa, Rus Edebiyatı’nı dikkate almadan ve okumadan bu dünyaya tam anlamıyla nüfuz edemez bence. Gogol, Dostoyevski, Tolstoy, Puşkin… Bütün bu büyük yazarlar edebiyat deryasının böylesine zenginleşmesinde ve insana derinden dokunan, tabiri caizse ruhsal bir sağaltım alanı haline gelmesinde başat bir rol oynamıştır. Rus Edebiyatı öyle bir edebiyattır ki, bir milletin değerleri, atmosferi, karakterleri üzerinden evrensel bir insanlık tarihi koyar ortaya adeta. İnsanlık tarihinden kastım daha çok psikoloji ağırlıklı bir insan kavrayışıdır. Ancak dönem Rusyası için önem 78 | Boo! Sayı: 4

arz eden siyasi ve sosyal olaylara parmak basan derin anlatılar da hiç azımsanacak kadar değildir. Fakat bu yazının konusu belki de üstteki yazarlar kadarlar değerli bir başka Rus olan ama onlar kadar rağbet görmeyen Ivan Sergeyeviç Turgenyev’in en bilinen eseri Babalar ve Oğullar. Nitekim bu eser de daha çok karakter ağırlıklı bir kitap. Babalar ve Oğullar’ın iki yönden büyük önemi var: Birincisi Batı’da şöhret kazanmış ve dikkatleri üzerine çekmiş ilk Rus romanı olması, ikincisi ise nihilizm üzerine odaklanan ve bu terimi bir anlamda popüler bir biçimde (yani felsefi bir yazında değil de bir romanda işlenmesi bakımından) ele alan ilk eser ol-

ması. Değerler Arası İhtilaf Aslında kitabın adından, nesiller arasındaki farka yapılan vurgu kendini belli ediyor. Tabii bu daha geniş olarak düşünülebilir. Yani gelenekler ve modern değerler, eski kavramlar yeni kavramlar gibi her alanda akla gelebilecek kuşak çatışmalarından bahsediyorum. Buradaki taraflar ise başkarakter Bazarov ve öğrencisi Arkadiy’in amcası Pavel Petroviç. Arkadiy’in babası Nikolay Petroviç’e de bir parantez açmak gerek. Çünkü

bu dört karakter tam anlamıyla dört farklı ve gerçek insan tipini yansıtıyor. Bazarov bütün gelenekleri, değerleri, sanatı, kısacası her şeyi reddeden bir nihilist, özetle oğullardan biri. Pavel Petroviç ise tam tersine sıkı bir gelenekçi ve kendisi için önem arz eden bir takım değerleri uğruna canını ortaya koyacak kadar canla başla savunan bir kişi. Hocasına büyük hayranlık duyan Arkadiy tipik bir arada kalmış yeni nesil örneği, öyle ki o da her şeyi inkâr ettiğini büyük coşkunlukla savunurken öte yandan da saygı beslediği am-


Nikolay Petroviç ise Arkadiy’in bir nevi antitezi. Öyle ki artık kendi zamanının geçtiğini, oğlunun da içinde bulunduğu yeni neslin döneminde olduklarının bilincinde ve bu yüzden Arkadiy’in ona getirdiği eleştirileri, kimi zaman okumakta olduğu bir kitabı tek laf etmeden elinden alıp yerine başka bir kitap bırakmasını ses etmeden kabulleniyor. Ancak daha sonra ağabeyine bu modern kitaptan hiçbir şey anlamadığını da itiraf etmiyor değil. Bu aslında çok rastlanan bir durum. Turgenyev’in yaptığı şey birebir hayatın içerisinde, aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen, asla bitmeyen nesiller arasındaki çatışmayı tüm çelişkileriyle ortaya koymak. Bunu da farklı karakterler üzerinden son derece iyi başarıyor. Babanın oğluna ve onun içinde yetiştiği yenidünyaya istekli ama biraz da ılımlı ve çekingen yaklaşımı, oğlun kendi düşüncelerini olumlama çabası fakat bir yandan babasına duyduğu saygı; bunlar Pavel Petroviç ve Bazarov gibi uçlardaki karakterlere karşıt olarak ölçülü bir çekişme sunuyorlar bize. Ancak bana kalırsa bu açık tablodan daha fazla üzerinde durulması gereken, Bazarov’un düşünceleri ve içgüdüleri arasındaki çatışma. Bir Nihilistin Anatomisi Bazarov şöyle diyor: Biz hiçbir otoriteyi, hiçbir değeri, kısacası hiçbir şeyi tanımıyoruz; sanat, şiir, edebiyat bütün bu romantik zırvalar zaman kaybından başka bir şey değil.

Bir Özet Geçimi 9 Kasım 1818’de doğup 3 Eylül 1883’te yaşama veda eden Ivan Sergeyeviç Turgenyev’in en bilinen kitabı Babalar ve Oğullar, nihilizm üzerine yazılmış ilk kitap olmasıyla öne çıkan bir eserdir. Turgenyev kitabını, 1830’lu yılların liberalleri ve yeni yayılmaya başlayan nihilist hareket arasında gözlemlenen kültürel ay-

rılmaya bir tepki olarak yazmıştır. Ayrıca romanda Bazarov karakteri üzerinden işlenen psikolojik çelişkiler daha sonraki Rus yazarlara da ilham olmuştur. Kitabın orijinal adının “Ottsy i Deti” (Babalar ve Çocuklar) iken neredeyse diğer tüm dillerde Babalar ve Oğullar olarak çevrildiğini de not düşelim.

“Turgenyev’in yaptığı şey birebir hayatın içerisinde, aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen, asla bitmeyen nesiller arasındaki çatışmayı tüm çelişkileriyle ortaya koymak.” Oysa böylesine iddialı konuşan bu genç nihilist kendisini aşkın otoritesine boyun eğmekten kurtaramıyor. Hararetli tartışmalar içine girdiği, düşüncelerini en güçlü bir biçimde savunduğu Anna Sergeyevna’nın yanında ya da onu düşünürken kalbinin hızla çarpmasına, kanının damarlarında yanmasına engel olamıyor. Bütün insanların birbiriyle yapısal olarak aynı olduğunu, oluşan tüm farkların eğitime (!) bağlı olduğunu savunan bu genç ruh her niyeyse özellikle bir kadına karşı böyle hissediyor ve kendine öfkeleniyor, öfkelendikçe daha da âşık oluyor. Babalar ve Oğullar’ın nihilizmi ele alan bir kitap olduğundan bahsettik ama bu tabii ki kavramın etraflıca ele alındığı anlamına gelmemeli. Bir yardımcı öğe gibi kullanılmış desek daha doğru olur. Yani bir gencin her şeyi inkâr ederek aslında bir anlamda geleneklere, eskiye de başkaldırmasının daha genelleştirilmiş ve farklı bir boyut kazanmış tarzı gibi. Lakin böyle olması bence esere daha derin bir boyut kazandırıyor. Bir kere nihilizm kavramından

ne anlaşıldığı çok önemli. Zira Nietzsche’yi kayıtsız şartsız nihilist ilan eden bir kitlenin maalesef yadsınamaz varlığı göz önüne alındığında, kavramlarla ilgili anlam kargaşalarına düşmek son derece olasıdır. Neyse ki Turgenyev kavramı olabilecek en düz ve doğrudan anlamıyla ele alıyor: her şeyi inkâr eden görüş. Oysa Bazarov pek de muvaffak olamıyor fikirlerini tam bir tutarlılıkta eyleme dökmekte. Çünkü her ne kadar bunu savunursa savunsun bir şekilde bazı değerleri savunduğunu görüyoruz. Sözgelimi eğitimi toplum için gerekli bir basamak olarak görmesi dahi, aşağı bir durumdan yüksek bir duruma geçişe inandığını gösteriyor. Ancak dediğim gibi asıl çelişki, ne kadar inkâr ederse etsin önünü alamadığı insana özgü tutkularında yatıyor. Sanatı boş iş olarak gören bir kişinin insanoğlunun varoluş yapısından haberi olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Anna Sergeyevna’ya duyduğu aşk, bir bakıma Bazarov’un, eski değerlere karşı çıkmak uğruna içine düştüğü marjinal yanılgının, yani insandaki bir şey için tutku, coşku duyma po-

tansiyelinin ve hatta yaratma gücünün ne kadar görmezden gelinirse gelinsin hep bir yerlerde bulunduğu gerçeğini yüzüne çarpıyor. Ancak tabii ki bunu umutsuzca kabullenmezken bile, farkında olmadan kendi tutkularının peşinden gidiyor Bazarov. Toparlamak gerekirse Babalar ve Oğullar bence tam da söz konusu insan kavrayışına yer verdiğinden ötürü göz ardı edilmemesi gereken bir eser. Tabii ki kuşak çatışması kitabın temel odaklarından biri olsa da Bazarov gibi orijinal bir karakter asıl kozunu oluşturuyor. Özellikle burada yazamadığım fakat kitapta okurun her an ilgisini ayakta tutan ve gönül rahatlığıyla çok ilginç olduğunu söyleyebileceğim Bazarov’un diğer karakterlerle girdiği diyaloglar, insana birçok farklı konu üzerinde düşünme ilhamı veriyor. Rus klasikleri dendiğinde genelde akla gelen ilk isimlerden biri değil Turgenyev özellikle bizim toplumumuzda. Ya da en azından benim gözlemim bu yönde. Ancak Babalar ve Oğullar gibi, yazıldığı çağ için büyük bir anlam ifade eden bu eser kesinlikle es geçilmemeli. Tabii ki gidip bir Karamazov Kardeşler ya da Diriliş ile karşılaştırmamak gerek. Ancak Turgenyev gibi büyük bir yazarın da es geçilmemesi gerektiğini Babalar ve Oğullar’I okuyan herkes anlayacaktır. 15 Şubat-15 Mart 2011 | 79

Bitti.

casını Bazarov’a karşı savunmaktan geri duramıyor. Çünkü içten içe bağlı olduğu, içinde şekillendiği dünyadan, moral sistemden kesin bir kopuş gerçekleştiremiyor. Lakin oğullar ve babalar arasında süregiden kuşak çatışmasının yan etkilerinden biri olan başkaldırma isteği ve heyecanı onu da belli ölçüde ele geçiriyor. Bu yüzden Bazarov, Arkadiy’i çoğu zaman budalaca davranmakla suçluyor. Tabii ki bunda eşsiz kibrinin de payı büyük.


Mert Günhan mert.gun@gmail.com

oyun inceleme

Batman: Arkham City

Ölümcül Bir Şaka Hepimiz Batman Arkham Asylum’u oldukça severek oynadık, en azından Batman hayranları için bu böyle. Batman Arkham City açıklandığında, gerçekten çıldırmış, sevinmiştik. Şimdi, oyunu bitirdikten sonra karışık duygular içindeyim, güzel bir şey yaşadım fakat çabuk bitti, keşke tekrar eski heyecanıma dönebilseydim ve tekrar bitirebilseydim diyorum... 80 | Boo! Sayı: 4


Suçlular terördür. Gecenin kalbidir. Ben bu terörü gizlemeliyim. Suçlular korkaktır, batıl insanlar için bir alamettir. Benim görüntüm onlara terör saçmalıdır. Karanlık olmalıyım, suçluların batıl alameti olmalıyım. Bir yaratık, gecenin bir yaratığı, annem öldü, babam öldü, içimdeki küçük çocuk öldü, bir yarasa var artık. Konuşmaya geldim, son zamanlarda düşünüyordum, sen ve benimle ilgili. Sonunda başımıza gelecek şeyler ile ilgili. Birbirimizi öldüreceğiz değil mi? Belki sen beni öldürürsün, belki ben seni öldürürüm, belki sonra, belki yakında. Anlamıyor musun? Sana zarar vermek istemiyorum. İkimizin de sonunda birbirini öldürmesini istemiyorum fakat artık alternatiflerimiz azalıyor ve bunu ikimiz de biliyoruz. Belki herşey bu gece biter, belki bu aramızdaki kanı temizlemek için son şansımız. Eğer bu şansı değerlendirmezsek ikimiz de bir intihar rotasına kilitlenmiş olacağız. İkimiz de, ölüme kadar… Böyle bitmesine gerek yok. Senin hayatına ne girip seni bu hale getirdi bilmiyorum, kim bilir? Ben de oradaydım, belki yardım edebilirim, beraber çalışabiliriz, seni düzeltebilirim, böyle olmana gerek yok, yalnız olmana gerek yok, birbirimizi öldürmemize gerek yok, ne diyorsun?” Batman Arkham Asylum şüphesiz Batman ile ilgili yapılmış en güzel görsel, interaktif işlerden. Batman Arkham Asylum: A Serious House on Serious Earth görsel romanından etkilenerek yapılmış olan Arkham Asylum ilk çıktığında hepimiz için bir sürpriz olmuştu, içindeki hikayenin derinliği, Batman’in iç dünyasının yansıtılışı ve kara şovalyenin bu kişisel savaşında ne kadar yalnız olduğu hepimizi derinden vurmuştu. Batman Arkham Asylum ile yarattıkları güzel şeyi bir tık öteye taşımak isteyen Rocksteady Studios Batman Arkham City’yi duyurdu-

“Batman Arkham City gerçekten bir oyundan öte, Batman’in kişisel yolculuğunu anlatan yapılmış en güzel eserlerden birisi. Batman’in psikolojisini, yılmazlığını ve asla taviz vermeyen duruşunu oyunu oynarken gerçekten görüyorsunuz.” ğunda heyecanımı gizleyememiştim. Arkham Asylum konseptinin koca bir şehire taşınıyor olması hem Rocksteady için, hem de oyuncular için oldukça gergin bir durum teşkil ediyordu. Çünkü Arkham Asylum’un korkutucu ve geren tarafı o küçük, basık ortamda binlerce suçlu ile kilitli kalmaktı. Bu işi bir şehire taşıdığınızda oyunun en vurucu yeri olan yalnızlık ve gerginlik durumu ortadan kalkar mıydı? Kalkmıyormuş. Arkham Şehrine Hoşgeldiniz Arkham Asylum olaylarından sadece 18 ay sonra Arkham Asylum’un müdürü Quincy Sharp Joker’in durdurulmasında kendi parmağı olduğu konusunda halkı inandırmış ve Gotham şehrinin başına geçmiştir. Arkham ve Blackgate’in artık suçluları tutmak için yeterli olmadığını savunan Sharp, buraların kapatılıp Gotham’ın varoşlarından büyük bir kısmı-

nı satın alarak burasının Arkham City isminde bir açık hava hapishanesine dönmesi gerektiği konusunda bir fikir ortaya atmıştır. Bu tasarı kabul görmüştür ve burasının başına dahi psikiyatr Hugo Strange konulmuştur. Tyger Güvenlik isimli bir özel güvenlik şirketi tarafından korunan Arkham City’de suçlular kaçmaya çalışmadıkça istediklerini yapmakta özgürdür. Batman Hugo Strange’e güvenmemekle beraber Arkham City’ye bir şekilde kendisini sokar ve burada neler döndüğünü anlamaya çalışır. O sırada Joker ise Arkham Asylum’un sonunda vücuduna enjekte ettiği Titan formülü yüzünden çok büyük bir hastalığa yakalanmıştır ve ölmek üzeredir. Konseptlerin en güzeli 2009 yılının Şubat ayında hikayesine ve konseptine başlanan Arkham City, Arkham Asylum konseptinin tam tersidir. Arkham Asylum tasarlanırken

içine Batman sonra yerleştirilmiştir fakat Arkham City tasarlanırken, tamamen Batman ve karakterine göre tasarlanmıştır. Bu tabii ki Batman karakterine oldukça rahatlık ve özgürlük tanımıştır. Batman tecrübesini daha büyük bir dünyaya taşıdıkları için Arkham City, Arkham Asylum’dan beş kat daha büyüktür. Arkham City’yi yazan kişi ise eskilerden bir isimdir: Ünlü çizgiroman sanatçısı Paul Dini ana hikaye yanında Arkham Asylum için onlarca yan hikaye yazmayı ihmal etmemiş, bunların hepsini ise olay örgüsüne bağlı kalarak şahane bir biçimde kotarmıştır. Arkham City yapılırken oyuncuların aklında olan önemli soru işaretlerinden birisi cast durumunun nasıl kotarılacağı idi. Herkes Kevin Conroy ve Mark Hamill’i tekrar duymak istiyordu şüphesiz. Mark Hamill projeye dahil olmak istemediğini, Joker’in üzerine çok yapıştığını ve artık bunu üzerinden atmak istediğini belirtmesine rağmen Paul Dini ve Kevin Conroy’un döndüğünü duyunca vazgeçmiştir fakat Hamill bunun Joker’i son kez seslendirmesi olduğunu belirtmiştir. Yani bundan sonra o ünlü Joker sesini yeniden duymamız imkansız gibi bir şey. Kaybedilen değerli şeyler Batman Arkham City gerçekten bir oyundan öte, Batman’in kişisel yolculuğunu anlatan yapılmış en güzel 15 Şubat-15 Mart 2011 | 81


eserlerden birisi. Batman’in psikolojisini, yılmazlığını ve asla taviz vermeyen duruşunu oyunu oynarken gerçekten görüyorsunuz. Oyuncu olarak ben bir yerden sonra hikayenin gidişatı yüzünden psikolojik olarak yorulup artık biraz durulmasını istedim fakat hikaye bana bunun için izin vermedi. Oyun mekanikleri size sürekli olarak akan zamanı ve bu akan zamanda neler olabileceğini çok güzel bir şekilde hatırlatıyor. Kurtarmanız gereken hayatlar, yardım etmeniz gereken insanlar varken nefes almak için duramıyorsunuz, durmamalısınız çünkü Batman olarak bu kimliği gerçekten harika bir şekilde oyun size yediriyor. Bir yerden sonra Batman gibi düşünüyor, Batman gibi davranıyorsunuz. Kaçmıyor, savaşıyor, durmuyor ilerliyorsunuz. Bence oyunun en önemli özelliği bu, size saatlerce Batman olabilme fırsatı vermesi, sizi Bruce Wayne’in o asla yılmaz psikolojisine sokması. Bir yandan onlarca trajik şey görürken ilerlemeniz gerektiğini size alttan alttan vermesi. Batman Arkham City bu konuda gerçekten inanılmaz bir tecrübe sunmakta.

Deliler hastahanesinde iki adam varmış, bir gece buradan sıkıldıklarını farkedip buradan kaçmaya karar vermişler. Çatıya çıkmışlar ve kasabanın çatılarını görmüşler, ay ışığı bütün şehri aydınlatıyormuş, özgürlüklerini sunuyormuş. İlk adam, hiç sorun yaşamadan çatıdan atlamış. Fakat arkadaşı atlayamamış, anlarsınız ya, düşmekten korkmuş. Sonra ikinci adamın aklına bir fikir gelmiş; “Elimde bir fener var, fener ile apartman boşluklarını aydınlatıp nereye atlayacağını gösterebilirim, ışığa doğru yürüyüp bana katılabilirsin” demiş. İkinci adam kafasını sallayıp şöyle demiş, “Beni deli mi sandın? Ben atlarken sen onu kapatırsın!”... Rüyalarımda dünya korkunç bir yıkım yaşanmıştı. Siyah bir duman güneşi kapatmıştı ve karanlık yaralıların ve ölülerin çığlıkları ile doluydu. Birden bire ufak bir ışık parli noktalarında bazı karakterler gelip size yardım ellerini uzatıyorlar, hangileri olduğunu söyleyip sürprizi kaçırmayacağım fakat bu gerçekten oyunun atmosferini oldukça destekleyen bir şey olmuş. Çünkü zaten o kadar büyük bir mekanda yal-

ladı. Milyonlarca insan için bir umut sembolü gibi. Ufak bir mum, çirkin karanlıkta parlıyordu. Güldüm ve söndürdüm... Bir adam hastahaneye gidiyor tamam mı? Karısı doğum yapmış ve ikisini de görmek için sabırsızlanıyor. Doktor ile görüşüyor ve doktora çok meraklandığını, nasıl olduklarını merak ettiğini söylüyor. Doktor gülüyor ve iyi olduklarını, karısının çok sağlıklı bir doğum yaptığını, çocuğun ise çok iyi göründüğünü söylüyor. Çok şanslı olduğunu belirtiyor. Adam doğum koğuşuna elinde çiçekler ile gidiyor fakat içerisi bomboş. Karısının yatağı bomboş. Doktora dönüyor ve bütün hemşireler ellerini sallayarak “1 Nisan!” diye bağırıyorlar “Karın öldü ve spastik bir çocuk doğurdu!” Anladın mı? İşte insan hayatı böyle anlamsızca harcanabilir.

nız başıma yüzlerce suçlu ile kalsaydım kafayı yer gibi olurdum gerçekten. Batman’in hikayesi dışında şunu da görüyoruz ki Arkham City Gotham’ın pek çok egzantrik karakterini çeken bir yer haline gelmiş. Catwoman’ın burada yaşamaya başlayıp sürekli olarak hırsızlık işlerine karışmasından

Tabii Batman’in sadık uşağı Alfred, bilgi kaynağı Oracle, teknolojik danışmanı Fox ve Robin’i unutmamak gerekiyor. Bütün bu karakterler bu karanlık yolculuğunuz boyunca yanınızda olup size moral desteği veriyorlar, bazı bölümlerde devam etmenizi sağlayan en büyük etmenler ayrıca. Karanlık bir final Farkındaysanız ne senaryoya çok fazla değindim ne teknik şeylere. Çünkü zaten oyunun bu kısmını konuşmak gereksiz, görsel şölen yaşamak istiyorsanız yaşayacaksınız zaten fakat bundan daha önemlisi sizin için Paul Dini tarafından yazılmış muhteşem bir Batman hikayesi var ve bunu okumuyorsunuz, izlemiyorsunuz, birebir olarak yaşıyorsunuz, her suçluya attığınız yumruğu hissediyorsunuz, her aldığınız yarada canınız yanıyor, vaktiniz azaldığında ise, kararlılık ile stres arasında kalıyorsunuz. Batman: Arkham City gerçekten 2011 için muhteşem bir kapanış oldu bizlere. Serinin bir üçüncü oyunu çıkar mı bilmiyorum, herşey muhteşemken böyle kalmalı belki, dokunulmadan, bozulmadan. Arkham City öyle bir eser çünkü...

Bitti.

Bu sefer yalnız değilsin Arkham Asylum’daki yalnızlık hissiyatı bu sefer çok daha büyük bir alanda olmamızdan mütevellit biraz farklı bir açıya taşınmış. Öncelikle artık yalnız değiliz, hikayenin çeşit-

Joker’den hikayeler...

bunu çok iyi bir şekilde anlıyoruz. Ve işin en güzel kısmı, oyunun bazı bölümlerini Catwoman ile oynuyoruz, Catwoman mekanikleri Batman’dan daha farklı olsa da gerçekten şahane olmuş.

82 | Boo! Sayı: 4



“Bizim komşunun oğlu zaman makinesi icat etmiş dediler, gittik sorduk aslı astarı nedir bu işin diye. Bir dolabın içine girdik. Sonra bir de baktık Roma dönemine gitmişiz. Başımızda çiçeklerden taçlar, üzerimizde bembeyaz kumaşlar... Herkesin ağzında felsefi cümleler... Ama komşu oğlu makineyi henüz bitirememiş olduğu için Roma devrinde Atatürk resimleri ve camdan şarap kadehleriyle karşılaştık. Tüm zamanlar birbirine karışmıştı...”


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.